27 Mayıs 2020 Çarşamba

19 Mayıs’tan 27 Mayıs’a, Vahdeddin’den Menderes’e - Fatih Yaşlı / SOL

Mustafa Kemal ve Vahdeddin 

Mustafa Kemal imgesi siyasal İslamcılar için daha düne kadar “mutlak kötü”yü, “Deccal”i, “şeytan”ı temsil ediyordu. Resmi söylemde her zaman bu açıklıkla ifade edilmese de, siyasal İslamcı mitoloji için o Osmanlı’yı yıkan, hilafeti ilga eden, şeriatı hükümsüz kılan, Türkiye’yi İslam âleminden koparıp batılılaşma yoluna sokan, Medeni Kanun’u, Tevhid-i Tedrisat’ı, laikliği getiren, “harf inkılabıyla milleti bir gecede cahil bırakan” kişiydi! 

Bu anlatı son birkaç yılda değişti, dönüştü. Mustafa Kemal imgesi, yeni rejimin yeni tarih anlatısına uygun bir karaktere büründürülmek ve İslami söylemin içerisine bu yeni karakteriyle yerleştirilmek istendi. Tarihi gerçeklerden uzak, tarihsel bağlamından kopuk, sadece savaş kazanmış bir komutana, yani bir “kurtarıcı”ya indirgenmiş, düşüncelerinden, icraatlarından ve radikalliğinden arındırılmış, ehlileştirilmiş ve yeni rejim açısından işlevli hale getirildiğine inanılan yeni bir Mustafa Kemal’di bu.   
Bu dönüşümün ve söylem değişikliğinin yansıdığı alanlardan biri, geçtiğimiz günlerde hepimizin tanıklık ettiği üzere, 19 Mayıs ve Milli Mücadele oldu. Siyasal İslamcıların Dün “İngilizlerin adamı” dedikleri Mustafa Kemal, bugün birden bire “Vahdeddin’in adamı” oluverdi. Aslında Mustafa Kemal’i Samsun’a Milli Mücadele’yi örgütlemesi için Vahdeddin göndermişti, Vahdeddin İngilizlerin baskısı nedeniyle Mustafa Kemal’e karşıymış gibi yapmış, onu görevden almış, idam fermanını imzalamıştı ama el altından onunla bağlantısını sürdürmüş, destek vermeye devam etmişti. Velhasıl, Milli Mücadele’nin asıl mimarı Vahdeddin’di, o olmazsa Milli Mücadele de olmazdı. 
Kuşkusuz bu yeni tarih yazımının ve anlatının bir boyutunda Mustafa Kemal’i itibarsızlaştırmaya, onun Milli Mücadele’deki rolünü ikincilleştirmeye, hatta kendisini ülkeyi kurtarması için vazifelendiren padişaha ihanet etmiş bir “hain” olarak göstermeye çalışan bir çaba var hala daha. Minnet duygularını Mustafa Kemal’e değil de Vahdettin’e ileten, 19 Mayıs’ı Mustafa Kemal’le değil de Vahdeddin’le özdeşleştirme peşinde koşan açıklamalarda, anmalarda görebiliyoruz bunu. 
Ancak tüm bu tarihi yeniden yazma meselesinde esas boyutu en azından şu an için bu değil, Mustafa Kemal’in bir “Osmanlı paşası” olarak resmedilmesi oluşturuyor. Buradan hareketle Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir süreklilik ilişkisi tesis edilmeye, Cumhuriyet’in Osmanlı zihniyet dünyasından esaslı bir kopuş olduğu gerçeğinin üzeri örtülmeye, Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in dine, din-siyaset ilişkisine, laikliğe bakışı ve bu bakışın radikalizmi törpülenmeye, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Peki niye? Çünkü rejim inşa eden bir parti de olsa AKP Cumhuriyet’le cepheden bir hesaplaşmayı, Atatürk imgesini doğrudan karşısına almayı, resmi bir “dekemalizasyonu” ve rejim değişikliğini adını koyarak gerçekleştirmeyi göze alamıyor. Çünkü cumhuriyetçi kitlelerin radikalleşmesini tehlikeli buluyor, bu kitlelerin aktif desteğini hiçbir zaman alamayacağını bilse de, onları pasif bir pozisyonda tutmak ve buradan politikleşmelerini engellemek adına bu yeni Mustafa Kemal imgesine ihtiyaç duyuyor. 
Bunun da ötesinde, Türkiye’de Atatürk’le ve Cumhuriyet’le açıktan kavga eden bir pozisyon üzerinden hegemonya kurulamayacağı, rejim değişikliğinin gerçekleştirilemeyeceği fark edilmiş durumda. Rejimin hegemonyasını tesis edecek araçlar (demokrasi, Avrupa birliği, refah artışı vb.) işlemez hale geldikçe, “beka” söylemiyle birlikte yeni bir Mustafa Kemal imgesi yaratılmış ve bu imge “ikinci kurtuluş savaşı”, “yedi düvele karşı savaş” söyleminin içerisine monte edilmiş durumda. Günümüzün “yetmez ama evetçileri”nin yani Feyzioğlu ya da Perinçek gibi figürlerin desteği de bu monte etme işlemini kolaylaştırma görevini üstlenme rolüyle tablodaki yerlerini almış bulunuyorlar.  
Velhasıl, “Milli Mücadeleyi örgütleyen Vahdeddin” de, “Osmanlı paşası Mustafa Kemal” de, yeni rejimin yeni resmi tarih yazımının bir parçası ve yaratılmış imgeler olarak, güncel siyaset açısından işlevleri yeniden tanımlanmış bir şekilde karşımızda duruyorlar 2020 Türkiye’sinde. 

14 Mayıs ve 27 Mayıs 

Tarihi yeniden yazma ve tarihsel figürleri bugün açısından işlevsel kılma Vahdeddin’le ya da Atatürk’le sınırlı değil kuşkusuz. Örneğin, bu yazının yayınlanacağı gün olan 27 Mayıs vesilesiyle bir kez daha gündeme geleceği ve tartışılacağı için üzerinde duracağımız başka bir figür, yani Menderes için de aynısı söz konusu. 
Tarihsel bağlamından kopararak baktığınızda, 14 Mayıs 1950’yi bir “demokratik devrim”, 27 Mayıs 1960’ı ise “anti-demokratik bir darbe” olarak görebilirsiniz. Ne de olsa 14 Mayıs 1950’de 27 yıllık tek parti iktidarının sonuna gelinmiş, 27 Mayıs 1960’ta ise seçimle işbaşına gelmiş bir iktidar askerler tarafından devrilmiştir. 
Oysa tarihsel hadiseler tarihsel bağlamından koparılıp tikelleştirildiğinde anlaşılamazlar. On yıllık Menderes iktidarının tarihi, NATO üyeliği uğruna gencecik hayatların Kore’de ABD’ye satışından tutun da 6-7 Eylül yağma ve talanına, gazetecileri hapse atmaktan, gazeteleri kapatmaktan tutun da seçim yasasında yapılan değişikliklerle sonsuza kadar iktidarda kalmayı hesaplamaya, katıksız bir Amerikancılıktan tutun da katıksız bir sol düşmanlığına, Vatan Cephesi’nden tutun da Tahkikat Komisyonları’na uzanan on yıllık bir despotizmin tarihidir.   
27 Mayıs ise bir askeri darbe olmasına rağmen, getirmiş olduğu 1961 Anayasası Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokratik anayasasıdır. Bu anayasa sadece siyasi hak ve özgürlükleri değil, sosyal hak ve özgürlükleri de garanti altına almış, grev ve toplu sözleşmeyi anayasal bir hak haline getirmiş, sosyal adaleti, kalkınmayı ve planlamayı ekonominin temeline yerleştirmiş, devletin görevi olarak görmüştür. Hem 12 Martçıların hem 12 Eylülcülerin 1961 Anayasasına düşman olmaları nedensiz değildir; Türkiye yönetici sınıfı toplumsal mobilizasyonun ve kitlelerin yüzlerini sola dönüşünün dayanaklarından birinin bu anayasa olduğunu fark etmiş ve onu 12 Mart’ta budamış, 12 Eylül’de de ortadan kaldırmıştır.
Liberal-muhafazakâr anlatı ise bize tam tersini söyler ve bambaşka bir Demokrat Parti/Menderes ve 27 Mayıs tablosu çizer. DP Türkiye’yi demokratikleştirmiştir, Menderes bir demokrattır, halkın içinden gelmiştir, milletin değerlerine saygılıdır, DP döneminde büyük kalkınma hamleleri yapılmıştır, tüm bunlardan rahatsız olan vesayetçi güçler ise emperyalistlerin desteğini arkalarına alarak Menderes’i devirmiş, demokrasiyi ortadan kaldırmış ve despotik bir rejim kurmuşlardır vs. 
Bu nedenle 14 Mayıs, “demokrasi bayramı”, “milli iradenin iktidara geldiği gün”, “milletin sessizliğinin sona erişi” adı altında kutlanırken, 27 Mayıs mahkûm edilir, “vesayetçiler”e, “demokrasi düşmanları”na, “milletin değerlerine karşı olanlar”a lanetler yağdırılır. Özellikle son yıllarda ise Menderes’ten Özal’a ve oradan da Erdoğan’a uzanan bir silsile içerisinde bu üç isim “demokrasinin yıldızları” olarak siyasal İslamcı mitolojinin içerisine yerleştirilir. 

Dün ve bugün 

Örnekler çoğaltılabilir elbette. İngiliz işbirlikçisi Vahdeddin’den “Milli Mücadele’nin mimarı”, Amerikancı ve toprak ağası bir despot olan Menderes’ten “bağımsızlıkçı ve halkın adamı bir demokrat” figürü çıkarılabiliyorsa, örneğin darbe hükümetinin bakanlığını yapmış Özal’dan da “hayatını sivilleşme ve demokratikleşmeye adamış bir siyasetçi” ya da paramiliter bir örgütün lideri olan Türkeş’ten de “demokrasiye inanmış bir devlet adamı ve bilge lider” figürleri çıkarılabilir. Ölüm yıldönümlerinde, tarihsel gerçeklerden koparılarak bu isimler için güncel siyasetin gerekleri doğrultusunda anmalar düzenlenebilir, mezar ziyaretleri yapılabilir, tarih yeniden ve yeniden yazılabilir. 
Tarihi yeniden yazma girişimi ise, anlatmaya çalıştığımız üzere, bugüne dair bir politik faaliyetten başka bir şey değildir aslında; tarih bugünü biçimlendirmek, bugün izlenen siyasal stratejiyi meşrulaştırmak, hegemonya kurmak için yazılır. Vahdettin’e  “Milli Mücadele’nin mimarı” ya da Menderes veya Özal’a “demokrat” demenin bugünde bir karşılığı vardır, tarih bugün için önemlidir, dolayısıyla tarih güncel politik mücadelenin gerçekleştiği mevzilerden biridir ve o mevziyi tutamayan geriler, hasmına boyun eğer.
Bugün Atatürk’tün toplumsal meşruiyetinden ve ona duyulan sevgi ve saygıdan kaynaklı olarak Vahdeddin imgesinde de Milli Mücadele’nin tarihinin yeniden yazımında da İslamcılık ve Türk sağı açısından kazanılmış bir zaferden söz etmek mümkün değildir ama aynısı Menderes, Özal ve hatta Türkeş ya da Erbakan için söylenemez. Bu sayılan isimlerin hepsi son on sekiz yılda, ait oldukları hakikatten koparılıp, asla kendilerine ait olmayan birtakım sıfatlarla anılır hale gelmişler, bu da Türk sağının bir başarısını teşkil etmiştir. 
Örneğin, yakın zamana kadar tarihsel olarak öyle ya da böyle bu sayılan isimlerin ve temsil ettikleri anlayışın karşısında konuşlanan CHP’nin, bugünkü yönetici kadrolarının ve kanaat önderlerinin bu isimlerin ve temsil ettikleri zihniyetlerin hiçbiriyle siyasal bir dertleri olmamaları, hatta bilakis bu isimleri ve zihniyeti sahiplenir hale gelmeleri ve kurtuluş için bunlardan medet ummaları Türk sağı açısından ciddi bir zafer anlamına gelmektedir. Aynı şekilde CHP tabanından da bu isimlerle ve zihniyetle barışmaları istenmiş, AKP’den kurtuluş için bunun bir zorunluluk olduğu tabana benimsetilmiştir. İşte bu noktada hegemonya, bu anlamıyla açıkça yitirilmiştir, çünkü Türk sağının tarih yazımına, tarih anlatısına teslim olunmuştur. 
Tam da bu nedenle ölüm yıldönümlerinde Özal’ın ya da Menderes’in mezarlarını ziyaret etmek de, Türkeş’in, Erbakan’ın ölüm yıldönümlerinde sosyal medyadan anma mesajları paylaşmak da “masum” değildir, bunların hepsi Türkiye toplumunun ve siyasetinin sağcılaştırılması projesinin bir parçasıdır ve bilerek ya da bilmeyerek bu projeye hizmet etmektedir. 
Tarihe bu şekilde bakış, günümüz siyasetini ve siyasal tutumları da belirlemekte, AKP’nin içinden çıktığı Saadet’le, AKP’nin içinden çıkan DEVA-Gelecek’le ve MHP’nin içinden çıkan İYİP’le, AKP-MHP ittifakından kurtulma hayalleri görülmekte; siyaset, sağın alternatifinin yine sağ olduğu, dinci-ülkücü fraksiyonlar arası bir mücadeleden ibaret hale gelmektedir.
Oysa Davutoğlu’na baktığında Erdoğan’ı, Babacan’a baktığında Özal’ı ya da Menderes’i, Saadet’e baktığında Erbakan’ı, İYİP’e baktığında Türkeş’i ve bunların hepsine baktığında AKP-MHP’yi, yani bir bütün olarak Türk sağını görmek, yani biraz geçmişe ve bugüne bakmak, bize kolaylıkla geleceği ve gelecekte olacakları gösterecektir. Tarihten çıkarılması gereken dersler önümüzdedir ve o derslerden ilki “kırk katır mı kırk satır” mı sorusunu net bir şekilde reddetmektir, başka sorular ve başka yanıtlar hep olmuştur, bundan sonra da olacaktır.
Fatih Yaşlı / SOL

60 yıllık muhasebe konusu: 27 Mayıs - Asaf Güven Aksel / Gelenek SOL

27 Mayıs’ın kategorik bir darbe olması da, 1961 Anayasası’nın demokratik haklar ve sosyal ilişkileri düzenlemedeki olumlulukları da bu yönleriyle katışıksız halleriyle geçerler literatürümüze. Ama aslolanı karartamadan, bütün kötülüklere yalnızca bu düzenin bütünüyle yürürlükten kaldırılmasının son verebileceğini unutturamadan. Sınıfa, yalnızca ona dayanarak.


Hatırlayalım, Cemal Süreya’nın kısa Türkiye tarihini. Beş kısa şiirden oluşan bütününden, üçünü seçip alalım. Nasıl başlıyordu? “Şelaleye / Düşmüştür / Zeytinin dali; / Celaliyim / Celalisin / Celali”… Tarihsel bir olgudan çok, kavramsal bir izleğe bakacak olursak, neden bir dizi farklı örneğin yerine, 16. yüzyılın sonlarından 17. yüzyılın başlarına kadar süren bir “isyan” hareketinin kuşatıcı bir kimlik, bir süreklilik olarak kullanıldığına varabiliriz.
Celali isyanları, ‘âleme cevr-ü cefayı ziyade kıldılar, bu nedenle itaatlerinden çıktık” denilen Osmanlı’ya karşı, medrese öğrencilerinin, topraksız köylülerin, sipahilerin bir kesiminin başlattığı ve giderek yaygınlaşan silahlı mücadeleydi. Zor yoluyla bastırılırken, ardında, merkezî feodalitenin yatıştırıcı bazı “reform”larını da bırakmıştı.
Tarihsel olgudan değil, kavramsal izlekten devam edersek, Türkiye’nin kısa tarihinin başlangıç babı, barışın ve huzurun egemene itaatle eşanlamlı olduğu yaklaşımını şelaleye yuvarlamış, durgunlukların sadece köpürerek yuvarlanan bir dönemece kadar sürebileceğini göstermişti. Gerisi ancak isyanlarla çözülebilecekti.
Burada, konumuz gereği, bir noktaya parmak basmamız gerekiyor. Celali isyanlarının temel güçleri arasında, halktaki ve gençlikteki memnuniyetsizliği arkasına alan askerî yapının oynadığı rol dikkat çekicidir. Buna, ayaklanmayı bastırmak için Osmanlı tarafından kurulan ve silahlandırılmış köylülerden oluşan “il erleri”nin de isyancılar safına geçişi dahildir. Bu bir yerde dursun, ikinci parçaya geçelim.
“Üç anayasa / ortasında büyüdün: / Biri akasya / Biri gül /  Biri zakkum”…
Hiç kuşku yok, üç anayasa üç bitkiyle tanımlanırken, botanik özellikleri de gözetilmiştir şairce, ama buna pek vakıf olduğumuz söylenemez. 1924 anayasası, yaprakları her daim yeşil olduğu ve baklagiller sınıfı nedeniyle mi akasyadır, 1982 anayasası dinsel motiflerde de cehenneme uygun görülmüş, insanı zehirleme özelliği nedeniyle mi zakkumdur? Muhtemelen, fazlası da vardır. Ama ya 1961 anayasası? Gül? Bu bitkinin çiçeğine yönelik bütün olumlu nitelemelerin yanı sıra, tıpkı akasya gibi, dikenleri de olması bir sebep midir? Bakalım.

Çatışmadan uzlaşmaya, devrimden darbeye 

27 Mayıs, başta CHP olmak üzere, bütün düzen “sol”unun Menderes’i “demokrasi şehidi” olarak saygıyla anmaya başladığından bu yana, keskin bir tartışma odağı olma özelliğini kaybetti. Yakın zamana kadan süregelen “devrim” nitelemesi, yerini, kadife eldivenli de olsa “darbe”ye bıraktı ve bu nitelemenin bütün olumsuz çağrışımlarıyla bir yeni uzlaşmaya varıldı.
Ama marksistler, adlandırmalardan çok, olgulara bakarlar. Biçimden çok içeriğe. Ve tarihe, seçmece yapılan bir karpuz sergisi olarak değil, bıraktığı izler ve geleceğe yönelik dersleri itibariyle bütüncül yaklaşırlar. 27 Mayıs’ı, bu açıdan gündeme alırlar. Bu itibarla da, iyi ya da kötü, yaşasın ya da kahrolsun gibi konumlanmalarla fazla ilgilenmezler, nesnelliği resmederler. Sebep? Toplumlar sınıflara bölünmüştür ve iki temel sınıf vardır. Bunu gözetmeyen, üretim ve bölüşüm ilişkilerini kerteriz almayan değerlendirmeler, hükümsüzdür.
1924, 1961, 1982 birer anayasa somutluğunda kendilerini ortaya koysalar da, aslolan, onları doğuran tarihsel, sosyal, sınıfsal olgular ve sonrasıdır. Bu üçü arasında, gerçekleşme sürecinden çok, bizatihi ortaya koyduğu toplum sözleşmesi üzerinde durulan, 27 Mayıs’ın 1961 anayasasıdır.
1924 anayasası, öncülü 1921’den aldıklarıyla, özellikle 1930 ve 1933’teki düzenlemeleri ve ek maddeleriyle, emperyalist işgale karşı verilen bağımsızlık ve uluslaşma mücadelesinin, imparatorluktan Cumhuriyet’e geçişin, dinsel taassubun hâkimiyetinden laik yurttaş bilincine uzanan haklar ve görevler tanımlarının bir belgesi olarak, kurucu ideallerin ifadesidir.  Bir devlet yapılanması ve toplumsal ilişkiler biçiminin yürürlükten kaldırılması, yerini bir yenisinin alması itibariyle, diğerlerinden ayrılır. Akasyanın her daim yeşil yaprakları ve besleyici bir familyaya ait olması ise, şiirsel bir saf tutuşta geçerli olmakla birlikte, imtiyazlı ve sınıflı, kaynaşamayacak kitle olan toplumların tarihince, kaçınılmaz olarak tağyir ve tebdil edilmiştir.
1982 anayasası, 12 Eylül faşizminin, Türk-İslam sentezi ideolojisiyle sermaye sınıfının cennetini kurma, emekçi sınıfın ve solun üzerindeki tahakkümü sosyal anlaşma olarak dayatma, otoriter kurumsallaşmayı hukukileştirme manzumesidir. Darbecilerin olağanüstüyü olağanlaştırma amacının, bir zakkum nitelendirmesinin sonuç alıcılığıdır.

'Türkiye'ye bol gelen' anayasanın fonu 

Peki, sağın uzun yıllardır dile getirdiği haliyle 1982 anayasasının dibacesini oluşturan, yürürlükten kaldırılması gereken “Türkiye’ye bol gelen özgürlükler” anayasası, 1961 açısından durum nedir? İşte 27 Mayıs’ın tartışma gündeminden düşmemesini sağlayan, bu sorunun doğuşudur.
Önce, adlandırma olarak değil, olgusal olarak tanımlayalım: 27 Mayıs, ordunun, emir ve komuta hiyerarşisi içinde, parlamenter rejime el koyması, kurulu düzenin bir iktidar aracını devirmesi ve yürütücü yerini almasıdır. Bu, kategorik olarak darbedir.
Bu kategorik darbeler, rejimin tıkanıklıklarını aşmak, stabilizasyonu sağlamak için güç kullanımı anlamı taşırlar ve bunun doğal sonucu, üretim ilişkilerinde sermaye sınıfının çıkarlarını gözetirler, onun işlevsel temsilcisi olurlar.
Tam da burada başlar kafa karışıklığı. Madem bu böyledir, neden gerek sermaye sınıfı, gerek onun siyasal temsilcileri, gerek 12 Eylül generalleri, sürekli bu anayasadan yakınmış ve ilk fırsatta yürürlükten kaldırmıştır? Nedir bu anayasanın ertesinde emekçi haklarının ve mücadelesinin, sosyalist hareketin yükselişi, patronların feryadı o zaman?
O halde, önce 27 Mayıs 1960 dünyasına ve Türkiyesi’ne bakacağız.
1945’ten 1960’a iz sürersek, kefenin bir gözünde, ABD emperyalizminin hükümranlığının yükselişi durur. Truman, Marshall, McCarthy, soğuk savaş, anti-komünizm, hegemonya, sömürgeleştirmeler… ve bunun Türkiye’ye yansımaları. Kefenin diğer gözünde, buna verilen karşılık durur. Asya, Afrika, Latin Amerika’da yükselen mücadeleler, devrilen diktatörler, bağımsızlık savaşları. 1950 Kore, 1954 Mısır, Cezayir, Gine ve Nkrumah, Kamboçya, Vietnam, Laos, Küba’da Batista’nın yıkılışı, Güney Afrika… ve bunun Türkiye’ye yansımaları.
Yani, 1946’da “çok partili rejim ve seçim”e giden Türkiye’yi saran atmosfer, böyle saflaşmaları, alt üst oluşları da içeriyordu. “Tek parti”, “Millî Şef” döneminin izlerine karşı, “Yeter!” diyen ve demokrasi, sosyal adalet vadeden Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerini kazanması sonrası izlediği “küçük Amerika olma”, emperyalizme ve sermayeye dizginsiz alan açma politikaları, diğer kefeden karşılık bulmaksızın ve bunu bastırmak için diktatörlüğe yönelmeksizin pek mümkün değildi.

Amerikan nüfuzu ve antikomünizmin yükselişi

CHP iktidarı döneminde başlayan, Truman doktrini ve Marshall planıyla ABD emperyalizminin Türkiye’ye “el koyması” süreci, özelleştirmeler, sanayi planlarının iptali, ithalata ve özel yatırımlara, yabancı sermayeye teşvikler, DP iktidarında, emperyalizme bağımlı bir tarım ülkesinde “her mahallede bir milyoner yaratma” planıyla, katmerlenmişti. Sanayi daralmış, montaja indirgenmiş, tarım ve hayvancılık çökmüş ve ülke tümüyle emperyalizmin “iç pazarı” haline gelmişti. İşsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı, “milyonerlerin yaratılması”nın ayrılmaz parçasıydı. Karayolları inşa politikası, yol makinaları ve motorlu taşıtların yanı sıra, petrol ürünleriyle de emperyalizme yeni sömürü alanları yaratmıştı. IMF, verdiği borçlarla çarkını çevirmeye çalışan ülkenin ekonomisini yönetiyor, yasalar çıkartıyordu.
Ülke tümüyle ekonomide dışa bağımlı hale getirilirken ve bu sayede milyonerler yaratılırken, bunun siyasal ve askerî sonuçları olmaması beklenemezdi. ABD’nin koçbaşı olarak girilen paktlar, uluslararası sözleşmeler, Kore halkının mücadelesine karşı ABD adına asker göndermeler, 1954’teki “Askeri Kolaylıklar Anlaşması”, Suriye, Irak, Ürdün, Mısır, Cezayir, Lübnan’da emperyalistlere destek ve üsler kullandırma, çok kısa bir zamanda Türkiye’yi, dönemin yaygın söyleyişiyle ifade edersek, NATO’nun ileri karakolu yapmıştı. 1959’daki “Dolaylı Saldırı Anlaşması”yla, bir iktidarın, kendi ülkesine müdahale hakkı tanımasına kadar uzanmıştı bağımlılık.
Bütün bunların faturasını ödemek istemeyenlere karşı, dizginsiz bir baskı uygulanması kaçınılmazdı. 1951, komünistlerin, yurtseverlerin takibatı, tutuklamalar, işkenceler ve zindanlar olarak kazınacaktı tarihe. Ünlü 141, 142 ve 146’ncı maddeler daha da ağırlaştırılıyor, işçi direnişleri, miting ve grevler şiddetle bastırılıyor, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasaklanıyor, basın sansür kıskacına alınıyordu. İşçi sınıfının durdurulamayan mücadelesinin önüne kendi sendikalarını kurarak da dikiliyordu iktidar, işsizliği ucuz emek sömürüsünün bir enstrümanı olarak kullanarak da.
Bütün bunlara, gerici ideolojinin topluma enjekte edilmesi, tarikatların, cemaatlerin geliştirilmesi, Kur’an kursları, CHP döneminde başlayan kadükleştirmeye hız vererek Köy Enstitüleri’nin izlerinin silinmesi, Menderes’in “siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyeceği noktaya varması eklenince de, resim yine tamamlanmıyor.
İktidarın belki de yaklaşan hesaplaşmaya hazırlığı olarak görülebilecek son uygulaması, kurulan Vatan Cephesive buraya katılma çağrılarıydı. Bu, hâkimiyetini bir gövde gösterisiyle sağlamlaştırmanın, toplumda dışlanma tedirginliği yaratmanın, muhalefete gözdağı vermenin ötesinde, adı üzerinde bir cepheleşme örgütlenmesiydi. “Vatan Cephesi’ne katılan yurttaş”lar düzenli olarak radyo ve gazetelerden anons ediliyor, geriye kalanlar üzerinde bir korku zemini yaratılıyordu.

28 – 29 Nisan ve mor menekşe gökyüzü

Tarihsel, dokümanter olgular böyleydi iktidar açısından, Türkiye’nin 1950’den 27 Mayıs 1960’a uzanan evresinde. Bunlar, terazinin bir kefesiydi. Aynı yöntemle, diğer yöne bakalım biraz da.
İşçilerin, köylülerin, çalışan kesimlerin itirazları, özellikle gençlik hareketinde kendini dışavuruyordu öbür kefede de. Tarih 27 Nisan 1960’ı gösterdiğinde, doruk noktasına da geliniyordu…
DP iktidarının, hukuksal kurumların üzerinde bir keyfîlikle toplumsal muhalefeti bastırmasının aracı olarak kullanacağı Tahkikat Encümeni’ne olağanüstü yetkiler veren yasa tasarısı Meclis’te kabul ediliyor Ankara’da. Arbede yaşanıyor. İstanbul’da ise Tıp Talebe Cemiyeti’nin yıllık olağan kongresi var. Menderes’in ABD’nin komünizmle mücadelesi adına asker gönderdiği ülkede özgürlükleri için mücadeleyi sürdüren Koreli gençlere dayanışma telgrafı çekilmesi önerisi, polisin vahşi saldırısı için yeterli gerekçe oluyor.
Sonrası, 28 – 29 Nisan… Ceyhun Atuf Kansu’nun deyişiyle, “gökyüzü mor menekşe”dir. Polis saldırısını ve Tahkikat Komisyonu’nu protesto eylemi için İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan öğrenciler kurşunlara, coplara, gaz bombalarına karşı yumrukla, taşla direniyor, toplanıp yürüyor ve Beyazıt Meydanı’nda atlı polisleri de dağıtıyor. İşte orada açılan ateşte, Turan Emeksiz, “ders kitabı bir elinde / bir elinde başlamadan biten rüyası”yla düşüyor parke taşlara. Halkın öfkesi ve gençlere desteği, sıkıyönetim ilan ettiriyor, üniversiteler kapatılıyor.
Ertesi gün, arkadaşlarının cenazesini kaldırmalarına sıkıyönetim komutanının izin vermemesi, direnişi ve halkın desteğini büyütüyor, barikat yarılıyor.
Sonrası, çalınan bir ıslık, bitiş düdüğü gibi. Cemal Süreya’nın, kısa Türkiye tarihine dipnot olacak şiiriyle, 555 K. 5 Mayıs’ta, saat 5’te Kızılay’da. Islık, bir eski marşa, yeni sözler uyarlanmış ezgiye ait: “Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı!”

Ordunun rahatsızlığı ve sosyal düzenleme ihtiyacı

Olguları burada bırakmak, yetersizdir ve 27 Mayıs tartışmasının vereceği dersler açısından eksikler bırakır.
Gençlik hareketinin, “Türkiye’de ordunun tarihsel ilericiliği ve Kemalist damarı” tezlerinin henüz canlı oluşundan, ekonomik ve hiyerarşik açıdan tahribata uğramış subayların gidişattan duyduğu rahatsızlıktan, güçler dengesini lehlerine değiştirecek bir müttefik arayışından geçerek, CHP’nin halen düzenin ve kurumlarının içindeki otoritesinin de yönlendirmesiyle, “ordu – gençlik el ele” şiarına varması da bir vakıadır. DP diktasına karşı bunun zemininin olduğu da görülecektir zaten. “Rejim kurucu” CHP’nin geleneksel dayanakları arasında olduğundan hareketle DP yöneticilerinin, bizzat Menderes’in orduyu ve mensuplarını arka plana atar tutumları da tepkinin bir parçasıdır
Yine not düşmekte fayda var, 27 Mayıs, bütün bu bileşenlerin kesişme noktasında, rejimin gerek ülke gerek dünya çapında içine düştüğü derin krize ve sosyal hareketlenmeye karşı, ordu içinde belirleyici olmasa da varlığını sürdüren, demokrat ve bağımsızlıkçı bir damarın da “günün gereklerini ve ihtiyaçları” gözeten müdahalesiydi aynı zamanda.
Bu faktör, 27 Mayıs değerlendirmelerinde bir ağırlık noktası oluştursa da, vardığı nokta ve ideolojik girdileri açısından, ikincildir.
Celaliyim, Celalisin, Celali… Ama ortasında büyünecek, farklı nitelemeler yapılsa da, asker eli değmiş üç anayasa… İşte burada, olguların dökümünden, olguların analizine geçebiliriz. Şiirle girmişsek, bunu neden romanla sürdürmeyelim?
Varsayalım ki başka bir şey yazmasaydı Vedat Türkali, ama “Bir Gün tek Başına”yı da, kahramanı Kenan nezdinde 26 Mayıs 1960’taki intiharla bitirmeseydi, nasıl bir seyir izlerdi roman? Gençlik hareketinin içindeki yarı-bilinçli Günsel’le eylemsiz, tedirgin aydın Kenan figürü, eğer bir araya gelebilirlerse, ne tartışırlardı? “Batı’dan umudu kesip Sovyetler’e yanaşan ve bu nedenle devrilmesine ışık yakılan Menderes” tezi gündeme gelir miydi, yoksa “örgütlü sosyalistler olmazsa olmaz” mı öne çıkardı? Kenan’ı Vatan Cephesi üyeliğiyle cezalandıran ve kendine güvence arayan Nermin, ne yapardı?
Aslında yanıtları verilmiştir bunların. Ama, analizden bahsediyorsak, iki kişiliği daha çok merak etmemiz doğal. Her ne kadar onlarınki de gerçek hayattaki karşılıklarıyla biliniyorsa da. “Baba” ve Rasim. Seçilen analiz tutamakları bunlar, diğerlerinin olgusallığına karşı.
Bunlar beklesin, önce, Kenan’ın göremediği 27 Mayıs sabahına göz atalım.
Bilinir, ordunun yönetime el koyduğunu duyuran ses, Alpaslan Türkeş’indir. Genelkurmay’ın
NATO Dairesi’nde görev yapmış Amerikancı ve faşist bir subayın sözcülüğünde, ilk taahhüt de “NATO ve CENTO’ya bağlılık”tır.

Rejimin parlamenter ıslahına asker ayarı 

Millî Birlik Komitesi’nin içindeki iki eğilim, 27 Mayıs Anayasası’nın mantığını oturtmamıza yarayabilir. Ağırlıklı olarak CHP’nin telkin ettiği toplumu yatıştırmaya ve DP iktidarına tepkileri arkalarına almaya yönelik reformcu sivilleşmeyle rejimin zıvanasını oturtmak, ya da, bizzat darbe sözcüsünün de yer aldığı bir kesimin bu cunta rejimini sürdürme ısrarını kabul etmek. İkinciler tasfiye edildi. Rejimin ıslahı, parlamentoyla mümkün olabilirdi.
Başlangıç bölümünde, milletin “anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs Devrimi’ni yaptığı” ifadesi yer alan 1961 Anayasası, dünyanın ve ülkenin dinamiklerini de gözeterek, burjuva demokratik hükümler getiriyor, iktidar katında keyfîliği sınırlandırıyordu. İfade, basın, toplantı ve gösteri hakları, dernek ve sendika kurma, grev, toplusözleşme teminatları, toprak reformunun adımları, üniversite ve radyoya özerklik, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Danıştay, güçler ayrılığı ilkeleri bunlar arasında sayılabilir.
Özellikle grev hakkı, 1800’lerin ikinci yarısından itibaren kullanıldığını gördüğümüz “Ta’til-i Eşgal”, “Terk-i Eşgal” gibi yasaların sönümlendiği 1920’lerden bu yana, üstelik anayasal bir hak olarak ilk kez yürürlüğe giriyordu ki, bu, izleyen dönemin yükselen emekçi mücadelesinde çok önemli bir etkendi. Nitekim, erki devralan hükümet, 1963’te çıkardığı ek yasalarla, MBK’nın yürürlüğe soktuğu bu “bol gelen özgürlük veren” hakkı budamakta bulmuştu “rejim” adına çareyi. 274 sayılı sendikalar kanunu, 275 sayılı toplusözleşme, grev ve lokavt kanunu buna yönelikti. Köylü hareketlerinin önüne çekilen “ağa topraklarının dokunulmazlığı” setiyle birlikte, 1961 Anayasası’nın “tahammül edilemeyecek” yönleri kısa zamanda belirginleşmeye başlamıştı.
İşte uzun yıllar Türkiye sağının ve sermayesinin yakınmalarına yol açan bu en temel haklar, yoğun bir baskı döneminin ardından, devrim coşkusu yaşatmaya yetmişti. Ama, anayasanın girişinde bahsedilen “direnme hakkı”nın belli ki sadece belli kesimlerin ayrıcalığı olması ve “rejime meşruiyet kazandırma” amacı, bilince çıkmak için biraz bekleyecekti.
Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarını geçerek -ki, en hararetli savunucularının bile doğal olarak yumuşak karnı burasıydı- 1961 başlarında parlamenter rejime dönüşe ve seçimlere bakarsak, 27 Mayıs’çıların, sanayi burjuvazisi ve orta sınıfların, bürokratların CHP’sinin, Adalet Partisi olarak yeniden hızla örgütlenmiş büyük ticaret burjuvazisi ve toprak ağalarının  siyasal temsilcilerine galebe çalamadığını, hâkim sınıfların partilerinin dengede kaldığını görüyoruz. Koalisyon hükümetleri sonrasında ise, darbeyle devrilen partinin, bir yıl sonra iktidar ortaklığı elde etmekten, 1965’te tek başına iktidara gelişine varan gelişmeleri.
27 Mayıs olgusunu burada bırakabilir ve 1961 Anayasası’nın evrelerine bakmayı erteleyebiliriz. Çünkü, aktarım da bir yere kadar.
“Bir Gün Tek Başına”nın iki kişiliğine dönelim.
Romanın, Hikmet Kıvılcımlı’dan esinlenildiği söylenen kişiliği, devrimci, solcu gençlerin saygısına mazhar, deneyimli, birikimli ve teoriye hâkim “Baba”sı, memleketin gidişi üzerine sohbetlerinin bir yerinde, Kenan’a “Bizim yargılarımız, ülkeyi hep aştı. Bekleyelim, bir kez de ülke yargılarımızı aşsın,” der. Bu, değerlendirmelerde öngörülen seyrin dışına çıkan değişik etmenlerin devreye girişi ihtimalinden olduğu kadar, iktidar katında kendiliğinden bir rol değişimiyle, düzen dengelerinin bir yöne evrilmesini bekleyişten de söz etmedir.
Meşrutiyet’ten, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, halkın bir güç ve eğilim olarak tuvalini oluşturduğu tablonun, paspartusunu ve renklerini Jakoben öncünün belirlediği bir sürecin izdüşümüdür bu.
Tarihsel gelişme, bu müdahalelerin toplumsal yaşama etkileri ve ülkenin elde ettiği pozisyona göre ölçülür. Toplumsal dinamikler ilişkisinde ilerleme, devrim zincirinin halkasıdır ve asla önemsizleştirilemez. İşin bir yanı, bu türden Jakoben hamlelerin “biçimsel” yönüne bakar gibi yapıp aslında devrimci müdahalelere nefretlerini dışavuran liberallerle verilen mücadelede tavır almak, olgusal olarak savunmaktır. Cumhuriyet, kurucu değerlerinin ağırlıklı yönleriyle de, sosyalist hareketin tarihsel kazanımlar kefesinde yer alır. Karşıdevrimci tahribata karşı, aşmayı içeren bir doğrultuyla sahiplenilir. Dahası, sosyalistler bu açıdan en küçük kırıntıları bile değerlendirmekten imtina etmezler.
Ama onlar, yine tarihsel akışın tekrarı olanaksız dönemeçlerini de, bütün bu ilerleme içindeki sınıfsal karakteri de bilince çıkartırlar. Bu ayrı bir konudur.
Neden böyle olması gerektiğini de, romanın bir diğer kişiliği, her devrin üstte kalan adamı Rasim’in temsil ettiği sınıf ya da kast gösterir.
Nitekim, Cemal Süreya’nın kısa tarihi, şöyle biter: “Kahvede subay yok, / Bu nasıl iştir!” Gerek yoktur, iki masa ötede, Rasim oturmaktadır. Rasim özel mülkiyettir, sermaye ve ticarettir. O kahvede oturmayı sürdürdükçe, ilerlemelerin bile sıçramaya varışı yoktur.

Türkiye solunda askerciliğin derin izleri

“Türk ordusunun tarihsel ilericiliği” görüşü, 1908’den bugüne, siyasal yelpazenin değişik kesimlerinin dağarcığında, şu ya da bu oranda yer alır. Komutanlar, subaylar, askerler, bireyler olarak ele alındığında ortaya çıkabilecek tabloyla, askerî otorite bir kurum olarak ele alındığındaki tablo arasındaki farkın bulanmasına, solda da sıkça rastlanır.
Kıvılcımlı’nın Türk tarih tezlerinden Doğan Avcıoğlu’nun ön plana çıkan Yön ve Devrim dergilerinin etki alanına, nüve halinde hep varolan bu yaklaşımın, 1960’lardaki “millî demokratik devrim” stratejisinde de belirginleştiğini, ama bununla sınırlı kalmadığını biliyoruz.
Nitekim 27 Mayıs, “devrimin itici güçleri” arasında “asker-sivil-aydın zümre”nin yer alışının kanıtı gibi kullanılarak sol içinde etkisini büyüttü ve dönemin koşullarında bir toplumsal ilerlemeyi temsilden çıkıp, darbeciliğin kabulüne, dahası beklentisine kadar uzandı. Öncü parti altında örgütlenmenin teorik ve pratik açıdan cılızlığı süreci, buna elverişli zemini doğurdu.
Sosyalistlerin siyaset arenasına 1951’in yıkıcılığından sıyrılarak, işçi ve yoksul köylü tabanla kendi siyasal doğrultusunda buluşma adımları atarak, Türkiye İşçi Partisi’yle geniş aydın ve halk kesimlerini etkileyerek ve büyüyerek girmesi, 1965’te Parlamento’da azımsanmayacak sandalye elde etmesi, hızla yaygınlaşan sosyalizm perspektifinin özellikle öğrenci gençlikte ve emekçi kesimlerde onay görmesi dönemlerinde bile, bu bel bağlamacılığın derin izleri yok edilemedi. “Demokrasinin genişletilmesi ve emperyalizme karşı ikinci kurtuluş savaşı”, dönemin koşulları gereği üretilen bir meşruluk ve taban genişletme siyasetleri olduğu kadar, sınıf ideolojisinin ve sosyalizm için iktidar perspektifinin ötelenmesinin de ifadesidir.
Ordunun da bir bileşeni olduğu düzen siyasetinden, devlet katında atılacak Kemalist tarihsel geleneğe uygun ve bunun dışına çıkılmasına izin vermeyecek bir hareket beklentisi, ideolojik zedelemelerden pratikteki eylemciliğe kadar, bağımsız sınıf siyasetini akamete uğratacak girdilerde bulundu. İzleyen yıllarda, zamanın hegemonik sol hareketi TİP’in, yükselen gençlik eylemciliğine “itidal” tavsiyesiyle mesafelenmesi, parlamenter çıkış ısrarı, gençlik açısından yalnızca tepkisel bir uca çekilerek kopmayı değil, partisiz mücadele ve hareket örgütlenmeleri gibi bir geleneği de doğurdu.
Bunlar, bir dönemin özgül yapısına ilişkin, tarihsel bir momentin ifadesi olsaydı, konu burada da bırakılabilirdi. Ama bugüne kadar değişik tandanslarla sirayet edişi, devamı zorunlu kılıyor.

‘Devrimin vurucu zinde gücü’ ve işçi hareketi 

Dönemin tartışmalarında ve göreceğiz ki 12 Mart darbesi sırasında da, marksistlerce sıkça tekrarlanacak olan “ordu, hâkim sınıfların baskı aracıdır” gerçeğinin dile getirilişi, bir yönüyle bu askeri merkeze alan gelenekten sıyrılmayı ifade eder. Ama sıkça kullanılmak zorunda kalınması ise bu bakışın canlılığının işaretidir.
DİSK’in kuruluşunun ve büyüyen sınıf hareketinin 15 – 16 Haziran büyük direnişine sahne olan ülkede, sıkıyönetim ilanı da yeterince uyarıcı olamamış, ordu içindeki bazı kliklerin ve Demirel iktidarının “ordunun tarihsel devrimciliği”ne karşı giriştiği hareket olarak yorumlanabilmişti. “Devrimin vurucu gücü”yle gençliğin ve sınıfın arasını açmak içindi bunlar:
“Ordu ile devrimci gençliği, işçileri köylüleri karşı karşıya getirerek uzaktan seyredip keyfine bakma oyunudur. Böylelikle ordu, şaibeli iktidarın halka karşı politikasının savunucusu olarak gösterilecek ve ordu ile devrimci güçler arasında uçurumlar açılacaktır.”
“… sıkıyönetim ilan edilirken yapılmak istenen, işçi sınıfı mücadelesini ordu ile bastırarak, işçi – ordu çelişmesini zıtlaşma haline getirmek ve böylece, ordunun işçi sınıfı karşısında, büyük burjuvazinin yanında yerini almasını sağlamaktır.”
“Türkiye’de millîci ve devrimci bir geleneğe sahip Atatürkçü Türk Ordusu’nun varlığı, faşizmi özleyenlerin önüne dikilen büyük bir engeldir…”
1970 yılının temmuz ve ağustos aylarında, devrimci, sosyalist oluşumların farklı dergilerinde yer alan bu ifadelere örnek, çok artırılabilir.
Birincisi, ordunun sınıflarüstü bir kurum olduğu kanaatinin yerleşmişliğini, ikincisi, iktidara sahip elin kullanımına girebileceğinin kabulünü gösterir ki, bu zıtlaşma, devrimci geleneğine aykırı bir iktidara ordunun direneceği beklentisini pekiştirir.
Dönemin militan karakterli gençlik eylemleri göz önüne alındığında, bu görüşlerin, “Devrimci Güçbirliği” pratiğinde 27 Mayıs önderlerinin de yer aldığı bir düzeyde olduğunu not düşelim.
Beklenen odur ki, 12 Mart 1971’de bu tezler durulsun. Öyle olmadı. Çünkü, 9 Mart’ta yapılması beklenen, Demirel iktidarının faşizan uygulamalarına ve orduyu halkla karşı karşıya getirmesine dur diyecek MDD’ci bir “sol darbe”ydi. Genelkurmay içinde buna göre karşılıklı mevziler bile alınmıştı. Bu yöndeki söylentiler bekleyişi üç gün sonrasına taşırken, 12 Mart faşist darbesinin, ilk anda “ordu kılıcını / şalını attı” diye karşılanması da doğaldı. İşte AP’ye görevden el çektirilmişti! Ordu misyonunu yerine getirmişti! “Zinde güçler”, gidişata el koymuştu!
Sonra tarih işledi kendi rotasında ve biraz daha aydınlandı ortalık, zifirî bir karanlık ülkeye çökerken.

Darbeciliğin farklı tezahürleriyle günümüz 

O tarihten bu yana, giderek incelse, açıkça görünürlüğünü kaybetse de, tümüyle yok olmamış bu damar, her tarihsel dönemeçte, farklı tezahürlerle karşımıza çıkar. Bizi ilgilendiren yönü de budur daha çok.
Süreci özetlersek: 1960’lı yıllarda, 27 Mayıs’ın siyasal planda solun önünü açan düzenlemelerinin de etkisiyle, devletin, bir parçası olarak da ordunun niteliği konusunda marksist yaklaşım, oldukça bulanmıştır Türkiye solunda. Daha doğrusu, bir sınıf perspektifinin oturmamışlığında, Kemalizmin süren yoğun etkisiyle, şu ya da bu görüşteki mensuplarının toplamı olarak ele alınan ordu, kurumsal niteliğinden yalıtılmış, Kurtuluş Savaşı’nın ve 27 Mayıs’ın etkin gücüne, sınıflarüstü, ilerici bir rol kayıtsız şartsız atfedilmiştir. Bu nedenle, bir darbecilik eğilimi sızabilmiştir.
Bir analizde, tarih, “olduğu gibi olan şeylerin toplamı”nın ötesindedir. Darbecilik, orduculuk, 27 Mayıs’çılık gibi nitelendirmelerden çok, bunların dolayımlı etkileri anlam taşır. Bu etkilere biraz bakarsak, 27 Mayıs’ın neden hâlâ gündemimizde olduğu, buradan görülebilir.
1978 - 79 sıkıyönetiminin ya da 12 Eylül’ün bile kimi çevrelerce hayırhah karşılanabilmesi, dilekçelerle yön verilmeye çalışılması, “militarist olmayan bir ordu” keşifleri ya da 28 Şubat’ın “balans ayarı”nda endazenin kaçırılması gibi etkilerden söz etmeyelim bu noktada.
Aslolan şudur ki, bağımsız bir sosyalist doğrultu ve bunun örgütlenmesi, emekçi sınıfın iktidara taşınması, düzen değişikliği, kapitalizmin yerle bir edilmesinin zorunluluğu perspektifinin kaybolduğu her yerde, sermaye-emek çelişmesinin birincilliğinin ve her şeyi belirleyiciliğinin yitirildiği her yerde, sonsuz ve boş bir beklentinin doğmasıdır sorun. Asker ya da sivil, düzen içi bir “kurtarıcı”nın emekçi sınıfın önüne geçirilmesidir.
12 Eylül, ondan daha iyi bir seçenek olarak ANAP’ı destekletir; ANAP Demirel’leri, Çiller’leri çağırır; Refah Partisi tekrar orduya bel bağlatır; AKP, daha önce bel bağlanan ordunun mezalimini bitiren bir sivil güce dönüşür, demokrasi şampiyonu olur; günü gelir CHP, AKP’yi bitirecek tek çıkış olarak görülür; bakılır ki olmuyor, dış müdahalelere çevirilir gözler; sonra yine aynı sarmalda başa dönülür…
“Hesaplaşma” konusunda böyle sürekli bir vekalet verilebilmesi için de, ne genel doğrulardan eser kalmalıdır, ne ilkelerden, ne dünyayı değiştirme umudundan.
Ordu dahil,  düzenin değişik temsilcilerinde, içkin olmadığı bilinse de dışarıdan yüklenmiş nitelikler keşfedilerek, kötüsünün iyisine razı olma ve umut besleme, genel bir karakteristik olarak bugün karşımıza çıkıyorsa, temelinde, 27 Mayıs’ı da içeren bütün bir tarihsel sürecin açtığı izler yatar. Hep bir kötüden görece daha iyi, daha iyi olmasa bile hiç değilse farklı bir alternatifle oyalanma mirasıdır.
Sınıf perspektifi, tarihe iyiler ve kötüler olarak değil, eskiler ve yeniler olarak bakar, adlandırmalarda, kavramsallaştırmalarda, tarihsel süreçteki rolleri dikkate alır. Biçimler değil içeriklerdir konusu.
Ve bu içerik, sınıfa, sosyalist siyasal hatta getirip götürdükleriyle ilgilidir.
27 Mayıs’ın kategorik bir darbe olması da, 1961 Anayasası’nın demokratik haklar ve sosyal ilişkileri düzenlemedeki olumlulukları da bu yönleriyle katışıksız halleriyle geçerler literatürümüze.
Ama aslolanı karartamadan, bütün kötülüklere yalnızca bu düzenin bütünüyle yürürlükten kaldırılmasının son verebileceğini unutturamadan. Sınıfa, yalnızca ona dayanarak.
Sosyalizmin bayrağını, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti temelinde sermaye sınıfının iktidarına son verecek biricik alternatif olduğu gerçeğinin, bir emekçi iktidarı zorunluluğunun karartılmasına karşı yükselterek. “İlerleme”leri yoksayarak değil, ama her momentte bir odak “kötü”nün peşine takılmaya dönüşmesine ve gerçek kurtuluşun belirsiz geleceklere ertelenmesine izin vermeyerek. Bugüne razı olmayarak, geleceği isteyerek.
Celaliyim, Celalisin, Celali… Şiirin izleğinde, gelecek kuşakları dördüncü anayasa ortasında büyütmektir borcumuz, sabit fikrimiz. Emekçilerin iktidarında doğan anayasa. Ona çiçeklerden çiçek beğenin işte o zaman. Kahvede bizim subay, çayı getiren Rasim ve yargılarımızı, tasavvurlarımızı aşmış bir memleket…
Asaf Güven Aksel / Gelenek SOL

26 Mayıs 2020 Salı

Üç beş yandaş müteahhitten fazlası: Şehir hastanelerinde dikkat çeken ortak - SOL

Geçen hafta ikinci kez açılışı yapılan Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi’nde yüzde 30 hissesiyle Rönesans Sağlık Yatırım’ın ortağı konumundaki Japon Sojitz, kimyasal maddeler başta olmak üzere dünyanın en büyük ara malı dağıtım tekellerinden biri. Tedarik tekelinin otomotivden sağlığa başka pek çok alanda da yatırımı bulunuyor. Türkiye’nin kimyasal ithalat dağıtımında da önemli…


Geçen hafta ikinci kez açılan Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi’nin yüklenicileri Rönesans Sağlık Yatırım ve Japon Sojitz grubu. Rönesans Sağlık Yatırım, Rönesans grubu ile Fransız yatırım fonu Meridiam’ın ortaklığıyla kuruldu, beş şehir hastanesi ve bir ihtisas hastanesinin yüklenicisi. Rönesans Sağlık Yatırım’ın yükleniciliğini üstlendiği Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi’nin yüzde 30’una 2017 yılında Japon Sojitz grubu 1,8 milyar dolarla ortak oldu.
Şehir Hastaneleri yatırımlarında “üç beş” müteahhitten fazlası var
Dövize dayalı gelir modeliyle şehir hastanesi yapımı ve işletmeciliği yabancı sermaye için Türkiye’deki karlı alanlardan biri. Şehir hastaneleri denildiğinde ilk akla gelen, ana yüklenici olarak öne çıkan, Rönesans, Türkerler, YDA, Kayı İnşaat, Akfen gibi büyük bölümü Türkiye kökenli inşaat grupları da iyi kazanmakla birlikte sahneyi tek başlarına doldurmuyorlar. Fransız ve Japonlar dışında, ABD menşeli teknoloji tekeli General Electrics (GE), İtalyan Astaldi, Güney Koreli Samsung, İtalyan Techint Compagnia Tecnica gibi yatırımcıların da şehir hastanelerinde doğrudan ortaklığı bulunuyor.
Ayrıca GE, Siemens gibi sağlık teknolojisi tekellerinin hem yapım aşamasında hem de işletme döneminde ekipman tedariği, laboratuvar, görüntüleme merkezi gibi bölümlerin hem kurulumundaki hem de işletme dönemindeki yenileme/bakım onarım gibi rolleriyle doğrudan ortak olmadan da dünya rekoru ölçekli şehir hastanesi yatırımlarından en çok kazananlar arasında olduğu biliniyor. Anılan uluslararası teknoloji tekelleri Türkiye’nin 2002-2019 döneminde 120 milyar dolarla büyük yatırım yaptığı, yine kamunun alım garantisine dayalı bir gelir modelinin merkezde durduğu enerji yatırımlarının da en çok kazananları olmuştu. Resme finansman boyutu, uluslararası finans sermayesi de eklendiğinde toplamda enerjiye göre daha küçük bir “pasta” olmakla birlikte şehir hastaneleri doğrudan ve dolaylı mekanizmalarla uluslararası sermaye için içinden geçilen dönemin en cazip yatırımları arasında yer alıyor.
Bu bağlamda Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi ile Japon sermayesinin de şehir hastanesi yatırımlarından pay almaya soyunduğu, yapım aşamasında ekipman, teknoloji tedariğinden finansmana, hastane yönetim sistemine başka Japon kuruluşların da devreye girdiği görülüyor.
“B2B” tekeli Sojitz
Japonya’nın önemli tekellerinden olan Sojitz’in öne çıkan faaliyet konusu kimyasal ürünler başta olmak üzere ara mal ticareti. Dünyadaki en büyük kimyasal ürün dağıtıcılarından biri olan grup, Türkiye’nin kimyasal ithalatı ve dağıtımında da söz sahibi. Yıllık cirosu 30 milyar dolar civarında olan, 19 bine yakın çalışanı bulunan Sojitz grubunun kimyasal dışında otomotiv, havacılık, enerji, metal ve mineral ürünler, tarım-gıda, perakende, sağlık gibi alanlarda da yatırımları bulunuyor. Ancak kimyasal ve metal-mineral başlıkları altında toplanan hammadde ve ara malı ticareti grubun karının yarıdan fazlasını oluşturuyor.
Grubun sadece Japonya’da değil dünyanın pek çok yerinde hammadde ve ara malı ticaretindeki rolüyle bir dizi sektörün üretiminde kritik role sahip uluslararası tekellerden biri olduğu söylenebilir. “B2B” (business to business) olarak adlandırılan, nihai tüketiciye yönelik ürünlerde değil, sanayi ve hizmetlere yönelik girdilerin üretim ve tedariğinde yoğunlaşan sektör/ürün/firmaları ifade eden kanalın en büyüklerinden biri.
Sojitz’in Türkiye’de ticari faaliyetlerinin hacmine ilişkin veri bulunmuyor. Ancak kimyasal ürün ithalatı Türkiye’nin en büyük ithalat kalemlerinden biri. Pek çok sektörün girdisi olan kimyasal ürünlerin geniş bir kullanım alanı var. Türkiye bir bölümü doğrudan yine kimya sektöründe kullanılan bir bölümü de diğer sektörlerin girdisi olan temel kimyasallardan boyaya, ilaca pek çok kimyasal ürün ya da hammaddeyi ithal ediyor. 2018 yılında yaklaşık 30 milyar dolarla kimyasal madde ve ürün ithalatı Türkiye’nin toplam ithalatının yüzde 13’ünü, imalat sanayi ithalatının yüzde 18’ini oluşturdu. 2019 yılında da benzer seviyelerde seyretti. Söz konusu tutarın içinde büyük bazı üreticilerin kendi doğrudan ithalatı da olmakla birlikte taşınması ve saklanması/depolanması özel tankerler, tanklarla yapılan kimyasallar için gelişkin bir altyapıya ihtiyaç var. Sojitz de dünya çapında gelişkin bir ağa sahip. Türkiye’de milyar dolarlar mertebesinde bir ticaret hacmine sahip olduğu tahmin ediliyor.
Sojitz metil alkol, plastik/sentetik reçine, sanayi tuzu, C5 hidrokarbon reçineleri ve nadir elementlerde özellikle Asya ve Avrupa’daki ticaret ağlarının hakimi. Sayılan ürünler kimya ve plastik üretiminde kritik önem taşıyor.
Grubun “medikal altyapı yatırımları” olarak adlandırdığı faaliyet alanı henüz gelişim aşamasında, Türkiye dışında Çin ve Brezilya’da yatırımları bulunuyor. Türkiye’deki yatırımlarıyla ilgili “Medikal ve ilgili hizmetlerin geliştirilmesi için bir iş modeli oluşturulmaya çalışıldığı, bu doğrultuda teknoloji kullanımı gibi konularda diğer Japon şirketlere işbirliği yapıldığı” vurgulanıyor. Nitekim Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi yatırımının finansmanını sağlayan kuruluşlar arasında JBIC, Sumitomo Mitsui Bank, Tokyo-Mitsubishi Bank başı çekiyor.
Seyir inişli çıkışlı olsa da Japon sermayesiyle ilişkiler “köklü”
Japonya’nın Türkiye’deki doğrudan yabancı sermaye yatırım tutarı 3 milyar dolar civarında. Toplam doğrudan yabancı yatırım tutarı içindeki payı yüksek olmasa da Toyota, Honda, Nissan ile otomotiv sektöründe, Mitsubishi, Daikin ile elektrikli teçhizatın bazı segmentlerinde önemli oyunculardan biri. Ayrıca geçmişten bugüne büyük yük limanlarının yapımı, İkinci Boğaz Köprüsü, Osmangazi Köprüsü gibi projelerde de “hazır finansman” paketiyle Japonlar tarafından gerçekleştirildi. 1990’lar ve 2000’lerin başında Türkiye’nin ulaştırma planlarında, Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA)’nın finansmanla birlikte dahli oldu. Benzer şekilde yine 1990’lar ve 2000’lerde Japon Uluslararası İşbirliği Bankası (JBIC), “deprem fonları” başta olmak üzere Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası gibi doğrudan finansman sağlayan önemli kuruluşlar arasındaydı.
SOL

25 Mayıs 2020 Pazartesi

‘Yükselen’ piyasalar iki ateş arasında - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Küreselleşme” sürecinde uluslararası mali sermayenin kullanımına sonuna kadar açılan “yükselen piyasalar” şimdi, gıda fiyatlarındaki artışlar, tedarik sorunları ile aşırı borçlanmadan kaynaklanan risklerin arasında türlü krizlere gebe. Bu ekonomilerin en kırılganlarından biri de Türkiye.

Gıda fiyatlarında ani artış = toplumsal kargaşa
Tarihsel deneyler bize, gıda fiyatlarında ani artışların toplumsal kargaşaya, hatta ayaklanmalara yol açabildiğini gösteriyor.
Foreign Policy’de geçen hafta yayımlanan bir araştırma, üç noktaya dikkat çekiyordu. Birincisi, Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’nün dünya gıda fiyatları indeksi, 2015’ten bu yana artıyor. Bunu tahıl ve et fiyatları indekslerinden de izlemek olanaklı. İkincisi, gıda fiyatlarında 2010-12 yılları arasında yaşanan hızlı artışlar, Arap Baharı denen toplumsal olaylara yol açmıştı. Üçüncüsü, genelde dolar üzerinden belirlenen gıda fiyatlarında yaşanan ani artışlarla, ABD Merkez Bankası’nın (Fed) genişlemeci para politikaları arasında doğrudan bir ilişki gözleniyor. 2007/8 de patlak veren Finansal Krize cevap olarak Fed parasal genişleme politikalarıyla dünya piyasalarına dolar basınca, gıda fiyatları hızla artmıştı. Araştırma, Fed’in, koronavirüs salgınına karşı, öncekinin boyutlarını çok aşan bir parasal genişleme politikası uygulamaya başladığına dikkat çekiyor.
Gıda fiyatlarında 2015’ten bu yana yaşanan artış trendinin üzerine koronavirüs salgınının getirdiği üretim ve tedarik sorunları da eklenince, bir açlık krizi olasılığı artıyor. Ekonomiler “kapanırken” başlayan tedarik zinciri ve üretim aksaması sorunlarına ek olarak, ekonomiler açılırken aniden artacak talebin, fiyatlar üzerinde ek bir basınç oluşturması da bekleniyor.
Özetle, gelişmekte olan ülkelerin egemen sınıflarını ve yönetici seçkinlerini zor günler bekliyor. Halk sınıflarını da haklarını, özgürlüklerini genişletmek için yeni fırsatlar…
Borç krizi riskleri
Finansal krizle başlayan dönemde, Fed’in parasal genişleme politikaları gıda fiyatlarını artırırken, yükselen piyasalar merkez ülkelerde kaçarak yeni olanaklar arayan finansal sermayenin hareketlerinden yararlandılar; ekonomik büyümeyi ve tüketimi ucuz yabancı krediyle desteklediler hatta körüklediler.
Küresel ekonomik yavaşlama, “ticaret savaşları” ortamı bu eğilimi tersine çevirmeye başlamıştı; koronavirüs salgını krizi bu eğilimi belirgin biçimde güçlendirdi. Mart ayında bir Bank of America raporu, uluslararası fonların, “yükselen piyasalardan” çıkmaya başladığını, dört haftada 48 milyar doların daha güvenli piyasalara kaçtığını aktarıyor, bu çıkışın gelecek 12 ay boyunca hızlanmasını bekliyordu. Financial Times da “yükselen piyasaların” bonolarında değer kaybının, bu yılın ilk dört aylık döneminde yüzde 15 ile, 2008 krizinin zirvesindeki gerilemenin iki katına ulaştığını aktarıyor. Moodys’in bir analizine göre, gelecek 12 ay içinde yükselen piyasaların paraları değer kaybetmeye devam edecek, bonolarda temerrüde düşme oranı yüzde 13’ün üstüne çıkabilecek.
Yükselen piyasalarda borç krizi olasılığını araştıran bir çalışma (Das, Kalemlı-Özcan, Puy, Varela: Project Syndicat, 20/05/2020), ülkeleri, hane halkının ve mali sektör dışı firmaların toplam döviz borcunun, gerek ülkenin toplam borcuna gerekse de GSH’ye oranları açısından sıralıyor. Bu sıralamada, Türkiye Meksika’nın arkasından en borçlu 2. ülke olarak yer alıyor. Çalışmadaki verilerden, Türkiye’de sanayinin döviz borcunun, inşaat sektörünün borcunun yaklaşık 3 katına, finansal sektör borcunun da sanayininkinin yaklaşık iki katına ulaştığı görülüyor.
Bu görüntü, benim yıllardır vurguladığım savı destekliyor. Siyasal İslamın, rant bölüşümüne, gasp-komisyon-rüşvetle servet üretmeye dayalı ekonomi politiği, kaynakları artık-değer üretimi devrelerinin dışına çıkararak (istifleyerek), ülke kapitalizminin krize uyum sağlama, mücadele kapasitesini zayıflatıyor. Dış kaynak girişine bağımlı ekonomide, TL değer kaybederken ısrarla izlenen düşük faiz politikası, rant kaynağı inşaat sektörünü destekliyor, ama artı-değerin ağırlıklı olarak üretildiği sanayi sektörünün, dış borç ödeme kapasitesini zayıflatıyor.  
Asalak bir sınıfın egemenliği, ülkenin ekonomik-toplumsal krizini, işsizliği, yoksulluğu arttırarak derinleştirmeye devam ediyor.
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Damadın topu patlamak üzere - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ona, “Şişedibi Hasan” derdik. Gözlüğü benimkinden en az 5 numara büyüktü. Genelde topu göremezdi. Ama maçların değişmez oyuncusuydu. Bir yarı bir takımda, ikinci yarı öbür takımda fazlalık olurdu. Madem öyle, niye oynardı, diyeceksiniz. Çok basit. Çünkü mahalledeki tek meşin top Hasan’ındı. Babası parayı bastırmış, oğluna almıştı. Haliyle altyapı üstyapıyı belirlemiştiİyi oynadım değil mi? Harikaydın Hasan. En iyi benim değil mi? Öylesin Hasan…

Türk ekonomisini sorduklarında “şişedibi gibi” derim. Bütün ülkenin kaderi bir “baba”ya bağlanmış. Meraları da gazete ilanlarını da onun yetkileri belirliyor. Ekonominin başına damadını oturtmuş. Bir de şirket var. O; devletin en çok ihale verdiği, servetini devletin parasıyla büyüten şirket. Şirketin bir de medya krallığı var. Eskiden o krallığın başında damat otururken, şimdi damadın ağabeyi oturuyor. Haliyle durum şu: Ekonomi süper değil mi? Harika kardeşim. En iyisi benim değil mi? Öylesin kardeşim.
Aksini söyleyen oyunun dışında kalır, RTÜK keser cezayı.
ALBAYRAK KÖTÜ YÖNETİYOR
Oysa ekonomi basit bir üretim ve paylaşım ilişkisidir. Toplum birlikte üretir sonra arasında üleştirir. Cebinize giren azalmışsa bilin ki ya daha az üretiyorsunuz ya da sizin payınızın bir kısmına daha el koymuşlardır.
Korona sayesinde gördük ki Türkiye’nin yıllardır biriktirdiği bir sağlık altyapısı, her şeye rağmen yıkılamamış sosyal devlet kalıntıları var. Öte yandan yalnız tatil günleri karantina yapabiliyor olmanın tek nedeni var. Çünkü ekonomi kötü yönetiliyor. Parkta yürümenin yasak, AVM’de dolaşmanın serbest olmasının tek nedeni var. Çünkü ekonomi kötü yönetiliyor. Ama bunu söylemek, yazmak zor. Çünkü her şey aile arasında.
Milletin anlamadığı kavramları geçin. Ekonomi 101 rakamları ile bakalım.
Berat Albayrak 10 Temmuz 2018 günü Hazine ve Maliyet Bakanı oldu. İki yıl dolmak üzere.
O gün dolar 4 lira 53 kuruştu. Bugün 6 lira 80 kuruş. Yüzde 50 arttı. Yani Türk parası yüzde 33’den daha fazla değer kaybetti. Artık aynı parayla 300 dolar yerine 200 dolar alabiliyorsunuz.
O gün avro 5 lira 34 kuruştu. Bugün 7 lira 46 kuruş. Yani Türk parası avro karşısında yüzde 28’den fazla değerini yitirdi.
O gün borsa 99.252 puanda idi. Bugün neredeyse aynı durumda, 103.024 puanda. Dolar bazında borsa endeksi ise geriledi, 9 Temmuz 2018’deki 19.394 seviyesinin çok altında, bugün 15.126 seviyesinde.
BERAT ALBAYRAK YOKSULLAŞTIRIYOR
O gün açıklanan 2017 büyümesi yüzde 7.4’tü. 2018 büyümesi yüzde 2.6, 2019 büyümesi yüzde 0.9.
Bu ne demek?
Türkiye’nin geçen yılki büyümesi (GSYH) yüzde 0.9 iken, nüfus artış hızı olan yüzde 1.39’un altında kaldı. Bu rakamlar, 2019 yılında Türkiye’nin kişi başına düşen milli gelirinin yüzde 0.5 civarında azalması, ve Türkiye’de ortalama vatandaşın, Berat Albayrak’ın döneminde 2019 yılında daha da yoksullaşması anlamına geliyor.
Nitekim 2017 yılında dolar bazında kişi başına düşen milli gelir (GSYİH) 10 bin 597 dolardı. 2018 yılında Albayrak’ın elinde azalmıştı. 2019 yılında daha da azalarak 9127 dolara indi. Rakam, Erdoğan’ın yıllardır övündüğü 10 bin doların trajik şekilde altında kaldı.
İç talep açısından en önemli gösterge olan hane halkı tüketim harcamaları, milli gelirin (GSYH) yüzde 57.4’ünü oluşturuyor. 2019 yılında sadece yüzde 0.7 oranında arttı. Gelecekteki büyüme açısından belirleyici olan sermaye birikimi ise 2017’de yüzde 30.1 iken, 2019 önemli ölçüde azalarak yüzde 26,1’e geriledi. Bu, Türk ekonomisinin gelecek yılları hakkında da kötümser bir fikir veriyor. 2019 yılında, bir önceki yıla göre kamu harcamalarındaki yüzde 4.4’lük artış ise krize karşı kullanılan ağrı kesiciyi bize gösteriyor.
BERAT ALBAYRAK İŞSİZ BIRAKIYOR
Bir ülkenin birlikte ekonomi yaratmasının birinci meselesi çalışmasıdır. Berat Albayrak’ın göreve geldiği ay işsizlik oranı devletin resmi rakamlarına göre yüzde 10.8’di. TÜİK’in Korona krizinde önce yani Şubat 2020’deki resmi verilerine göre bu oran yüzde 13.6. İstihdam edilenlerin sayısı son bir yılda 602 bin kişi azaldı. Buna Korona sonrası işsiz kalanları da eklerseniz durum daha da kötüleşti. TÜİK’in Şubat rakamlarında, 15-24 yaş grubundaki istihdam oranını yüzde 29.5 olduğu, işsizlik oranının yüzde 24.4, ne eğitimde ne istihdamda olanların yüzde 26.7 olduğu görülüyor. Ülkenin en üretken kuşağı ekonomiye katılamıyor.
Hazinenin döviz rezervlerinin nasıl eridiğini aylardır tartışıyoruz…
Berat Albayrak döneminde ekonomide belki de tek pozitif gelişme, faizdeki düşüş oldu, politika faizi yüzde 17.75’den (8 Haziran 2018), yüzde 8.25’e düştü. Faizi indirme politikasının sonucu olan bu durum, ekonomide beklenen büyümeyi yaratamadı. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan, uzun yıllardır yaptığı açıklamalarda ekonominin tüm sorununu neredeyse sadece faiz rakamlarıyla açıklıyordu.
TOP PATLAMAK ÜZERE
Koronadaki asıl yıkıcılığın sağlıkta değil zayıf olan ekonomide olduğu apaçık görülüyor. Berat Albayrak yapılan yardımları açıklarken milyonlarca insanın bin liralık yardıma muhtaç hale geldiğini de anlatmış oluyor.
Bu tablodan tek memnun olan ise devlet ihaleleriyle zenginleşmeye devam eden sınıf. Hasta garantili hastanelere, araç garantili otoyollara ödemeler doların artışı ile katlanarak büyüyor.
Toplumun azınlığını zenginleştirmeye, milletin çoğunluğunu yoksullaştırmaya yarayan kötü yönetimi insanlar rakamlarla değil ama belli ki hayatın içerisinde acı bir şekilde yaşayarak öğreniyor. Savcılık sopaları ile yapılan operasyonlar ya da muhalif medyaya kesilen cezalar, bu rahatsızlığın bir dönüşüme yol açmaması için yapılan pansumandan başka bir şey değil.
Sonunda top patladı. Hepimiz duymuş hatta görmüştük. Artık hepimiz eşittik. Ortak bir topumuz olduğu gün, hayat da oyun oynamak da herkes için gerçekle daha uyumluydu.
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet