28 Temmuz 2020 Salı

Robespierre olmak! - İbrahim Varlı / Birgün

‘Ya cumhuriyetin içeride ve dışarıdaki düşmanlarını boğacağız ya da cumhuriyetle birlikte yok olup gideceğiz. Bu durumda politikamızın ilk adımı halkı akıl, düşmanları da zor yoluyla yönetmek olmalıdır.'

Sözlerin sahibi 226 yıl önce bugün 28 Temmuz 1794 tarihinde giyotinle idam edilen 1789 Fransız Devrimi'nin liderlerinden Robespierre’e ait. Katıksız bir cumhuriyetçi, büyük bir devrimciydi. Hukukçu, politikacı aynı zamanda sadık bir Jean Jacques Rousseau’cuydu Maximilien François Marie Isidore de Robespierre.

Jakoben kulübüne üye olduktan sonra demokrasi, eşitlik fikrinin savunucusu olarak kısa sürede halk yığınlarının desteğini almaya başladı. “Sans-culotte”lar (Sankülotlar) yani baldırı çıplaklar, donsuzlar adı verilen kent yoksullarının avukatıydı artık.

Halk onu "Incorruptible" (Bozulmaz, satın alınamaz, yıkılmaz) olarak adlandırıyordu. Rousseau gibi Robespierre de siyasal yönetimin eskiden beri büyük çoğunluğun bir azınlıkça sömürülmesi ve ona boyun eğdirilmesi için kullanıldığına inanmaktaydı.

Cumhuriyet değerlerini her şeyin üzerinde tutuyordu. Bu nedenle yeni Fransa’da kralın yerinin olmadığını düşünüyordu. Düşündüklerini de yaptı. 14 Temmuz 1789’da Bastille Hapishanesi’nin basılmasıyla başlayan devrim dalgasıyla kral alaşağı edildi. İnsanlığa eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi kavramları kazandıran büyük ihtilalin zamanla doğal liderine dönüştü.

“İnsanlar özgür ve eşit doğar/yaşarlar… Baskıya karşı direnme hakları var… Doğal ve dokunulamaz insan haklarını korumak bir görevdir. Her türlü egemenliğin temeli ulusa dayanır, hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz… Mutlak egemenlik bir kişi ya da grubun elinde bulunamaz… Düşüncelerin ve inançların serbestçe dışavurumu en değerli insan haklarından biridir.”

Bu maddeler, Fransız Devrimi’nden kısa süre sonra yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nden. Devrimin temelini oluşturan 17 maddelik bildiri 1791 ve 1793 devrim anayasalarında açıkça yer alır. ‘Robespierre Anayasası’ olarak da bilinen 93 Anayasası Jakobenlerin tasfiye edilip Thermidor döneminde estirilen “beyaz terör”ün ardından 1795’te değiştirilecek olsa da insanlığa bıraktığı kadim miras hâlâ aşılabilmiş değil.

Jakobenlerin (Dağlılar) hayali Aydınlanma Çağı felsefecilerinin öngördükleri bir doğal düzene ulaşmaktı. Bu devrimci idealler uğruna binlerce kişi giyotine gönderildi. Robespierre, devrimin kazanımlarını korumak için sert davranılması gerektiğine inanıyordu.

Giyotine gönderdiği devrimin liderlerinden Danton’a atfedilen ancak ona ait olmayan “Her devrim kendi çocuklarını yer” sözünü doğru çıkarırcasına Robespierre de kısa süre sonra aynı giyotine boynunu uzatmak zorunda kalacaktı. 28 Temmuz 1794'te 21 arkadaşıyla birlikte 36 yaşındayken idam edildi.

Bildirgeden, Robespierre’nin giyotinle idam edilişinden ve Fransız devriminin üzerinden geçen iki asırdan fazla zamana rağmen insanlık hâlâ devrimin bahşettiği değerler için mücadele ediyor. 21. yüzyılda hâlâ ırkçılığın, eşitsizliğin, gericiliğin bütün haşmetiyle devam ettiğini görmek Jakobenlerin, Robespierre’in, Fransız devrimcilerin yüzyıllar öncesinde başardıklarının önemini gösteriyor. Yaşadığı dönemde de sonrasında da diktatörlükle, tepeden inmecilikle, terörle karalanan Robespierre’e ve Jakobenizm’e düşmanlık da bundan.

Gericiliğin bütün dünyada şaha kalktığı, liderlerin din-diyanete sarıldıkları, şeriat çağrılarının açıkça yapıldığı, din bezirgânlığının en gelişmiş Batılı ülkelerde dahi geçer akçe olduğu, kiliselerin, hutbelerin akıl ve bilimin yerini aldığı bir karanlık çağın arifesindeyiz. Ülkesindeki isyan karşısında elinde İncil’le Kilise’ye sığınan Trump’tan Evangelist söylevleri ağzında sakız yapan Bolsonaro’ya ya da Ortadoğu’nun, Afrika’nın herhangi bir diktatörüne hepsi de bu karanlığın odun taşıyıcıları.

Son sözü yine Robespierre’e bırakalım; “Halk baskı altındaysa, kendine kendinden başka bir şey kalmamışsa, ona ayaklan demeyen alçaktır. Ancak bütün yasalar çiğnenir, zorbalık gemi azıya alır, iyi niyet ve edep, haya ayaklar altına alınırsa, işte o zaman halk ayaklanmalıdır. O an gelip çatmıştır… Halkı, satılmış mebuslara karşı ayaklanmaya çağırıyorum.”

İbrahim Varlı / Birgün

Vakıf, devletten mal kaçırmaktır! - Arslan BULUT / Yeniçağ

Ayasofya'nın ibadete açıldığı cuma namazında elinde kılıçla hutbeye çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, "Fatih Sultan Mehmed Han, gözbebeği olan bu muhteşem mabedi kıyamete kadar cami olmak kaydıyla vakfedip müminlere emanet bırakmıştır. Bizim inancımızda vakıf malı, dokunulmazdır, dokunanı yakar; vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar." dedi ve cevabını aldı.

Üzerinde durulan konu, Atatürk'ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı makamında bulunan bir kişinin ona lanet okumasıydı. Gerçi Ali Erbaş, Ahmet Hakan'a "Ben geçmişi değil geleceği kastettim" diyerek tepkileri frenlemeye çalıştı ama inandırıcı olmadı. Ayasofya'yı 1934'te müze yapan Atatürk'tü.

Atatürk, o dönemde Boğazlar'da Türk egemenliği kurabilmek için dünya kamuoyunun, özellikle Ortodoks Rusya'nın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Ayasofya'nın müze yapılması, Ortodoks dünyasına bir jestti. Nitekim bu çabalar sonunda 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.

Atatürk, Türk Milleti'nin bundan sonraki yüzyıllar veya binyıllar için kök hücresidir. Bu sebeple ona dokunan yanar…

***

Ali Erbaş'ın "Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır" sözleri üzerinde ise duran olmadı. Oysa vakıf kurmak ve yaşatmakla İslam inancının hiçbir ilgisi yoktur. Vakıf, Babil'de, Eski Mısır'da, eski Yunan'da vardı. Emevi ve Abbasi dönemlerinde, Selçuklu ve Osmanlı'da, Cumhuriyet döneminde de vakıflar kurulmuştur. Günümüzde dünyanın en ünlü vakfı, Melinda ve Bill Gates vakfıdır. Ne iş yaptığını herkes biliyor!

Bana göre, vakıf kurmak, özel mülkiyetin ve dolayısıyla mirasın olmadığı dönemlerde, geniş kamu arazilerinin elde tutulması ve vakıf kuranın soyundan gelenlerin elinde kalması için başlatılmıştır. Prof. Dr. Fatoş Gökşen, konu ile ilgili olarak şu tespiti yapmıştır:

"Vakıf kurmak için önemli bir diğer gerekçe, mülkiyet haklarının korunmasıydı. Klasik dönem boyunca, Osmanlı elitleri tam anlamıyla mülkiyet hakkına sahip olmamakta ve müsadere tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktaydı. Bu türden bir uygulama tedbir amaçlı olarak ortaya çıkmakta, bu bağlamda haksız kazanç sağlama yolunda olan bireylerin malına el koyma yolunun açılması olarak görülmektedir. Devlet müsaderesi ancak 1830'larda Tanzimat reformları ile sona ermiştir. O zamana dek, yönetici elitin bir üyesi mülkünü ancak vakfa dönüştürerek, yani Allah'ın mülkiyetine geçirerek koruyabilirdi. Bir mülkün Allah'ın mülküne dönüştürülebilmesi için, olmazsa olmaz şart ise, o mülkün bu dönüşümden önce tartışmasız bir şekilde özel mülk statüsünde olmasıydı. Son olarak, sosyal prestij kazanmak da bir diğer önemli motivasyondu."

Yani vakıf kurmak, genel olarak devletten mal kaçırmak demekti. Osmanlı'nın ekonomik, siyasi ve askeri düzenini araştıran herkes, tımarlı sipahi sisteminde, özel mülkiyet olmadığını, tımar sahipliğinin bir kararla her an değişebildiğini bilir. Bu yüzden, dini görüntü ile kurulan vakıflar, nesiller boyunca söz konusu arazilerin, belli ailelerin elinde kalmasına hizmet etmiştir. Vakıf arazilerini elde tutanlar, devlete vergi ve asker vermek zorunda değildi. Bu sayede, vakıf mallarına hükmedenler, toplum içinde imtiyaz sahibiydi ve bu da fakir fukaraya yardım adı altında tam bir adaletsizliğe sebep oluyordu. Cumhuriyet döneminde her ne kadar Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş ve devamına izin verilen veya yeni kurulan vakıfların denetimine başlanmışsa da bugün vakıflar, ticari şirket kurmadıkça vergi vermez.

***

Diğer taraftan, Prof. Dr. Süheyl Ünver, yıllar önce, kaynaklarından bulup ortaya çıkarmıştır ki Fatih Sultan Mehmet'in laneti, Ayasofya ile ilgili değil, fethettiği yerleri yabancılara satanların üzerinedir. Kısacası, Fatih'in lanetinin kimlere yönelik olduğu çok nettir.

Arslan BULUT / Yeniçağ

27 Temmuz 2020 Pazartesi

26 Temmuz Hareketi’nin işçi sınıfıyla imtihanı - Nahide Özkan / Sol - Gelenek

26 Temmuz Hareketi, gerek devrime giden yolda, gerekse sosyalizme doğru yürüyüşünde işçi sınıfının sahip olduğu kritik rolü deneyerek, çabalayarak ve kısacık bir zaman diliminde büyük bir cesaretle dönüşerek öğrendi. 

Küba’da devrimin özgünlüğü üzerine çok şey söylendi. 

Küba devrimi, gerilla mücadelesine dayalı stratejisiyle Avrupa’daki işçi sınıfı devrimlerinden, kentli işçi sınıfı hareketiyle buluşma becerisiyle Latin Amerika’nın gerilla mücadelelerinden farklılaştı. 

Fidel ve arkadaşları sosyalist devrim için yola çıkmadılar; Batista’ya ve onun temsil ettiği yolsuzluk, adaletsizlik ve baskı düzenine karşı yurtseverlik bayrağı altında radikal demokratik bir mücadele başlattılar. Böylesi bir mücadelenin işçi sınıfıyla buluşmadan sosyalizme bağlanması mümkün değildi.

Bu açık gerçeğe karşın Küba’nın devrim tarihinde genel olarak işçi sınıfı mücadelelerinin rolü, daha özelde ise 26 Temmuz Hareketi’nin sınıfla ilişkileri pek az ele alındı. 

Bunun için pek çok gerekçe sayılabilir. Hareketin devrim programında işçi sınıfına özel olarak bir yer biçilmiyordu. Gerilla savaşının göz kamaştırıcı başarıları kuşkusuz tayin edici bir rol oynamıştı. Yoksul köylülük ve kır emekçilerinin gerilla mücadelesine verdiği desteğin önemi büyüktü. Kentlerde boy gösteren gençlik hareketlerinin dinamizmi göz doldurucuydu.

Üstelik, 26 Temmuz Hareketi “genç” bir hareketti. Fidel ve arkadaşlarının Granma yatıyla adaya ayak basmalarından itibaren altı üstü 25 aya sığan kısacık mücadele süreci içinde işçi sınıfıyla derin bağlar kurmuş bir örgüt aramanın gerçekçi bir karşılığı yoktu. 

Tüm bunlarla birlikte, Küba devriminde işçi sınıfı “vardı” ve hem iktidarın alınmasında, hem de sosyalizme yürüyüşte belirleyici bir rol oynadı. 

Okuduğunuz yazı, 26 Temmuz Hareketi’nin işçi sınıfıyla ilişkisini devrim öncesi, devrim anı ve hemen sonrasıyla özetlemeyi amaçlıyor.

Adada işçi sınıfı hareketinin gelişimi

16. yüzyıldan itibaren İspanyol sömürgesi altına giren Küba, Meksika Körfezi’nin girişindeki stratejik konumu ve doğal liman niteliğindeki Havana Körfezi sayesinde İspanyol Krallığı’nın Latin Amerika’daki sömürgeleri içinde en önemli ticaret noktalarından biri olarak gelişmişti. Kıtanın geri kalanından yağmalanan zenginlikler bu liman kentinde toplanıp depolanıyor, ardından İspanyol askeri filoları eşliğinde anakıtaya taşınıyordu. Adadaki kentli işçi sınıfının oluşumunda bu liman ticareti ve ona eşlik eden hizmet sektörü önemli rol oynadı. Buna on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle tütün ve şeker sektörlerindeki sanayi gelişimi eklendi. 

Adada gelişen tütün endüstrisi zanaat kökenli nitelikli bir işgücünün oluşumuna yataklık ederken, şeker endüstrisindeki proleterleşme sürecinde köle işgücünün ücretli işgücüne dönüşümü önemli rol oynadı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyanın en büyük şeker üreticisi haline gelen adada üretim ilk elden akla şeker kamışı tarlalarında ter döken köylü nüfusu getirse de, sektörün işleme, paketleme, demiryolu ve deniz taşımacılığı yoluyla nakliye süreçlerinde ve rom üretimi gibi yan sanayilerinde istihdam edilen kentli işgücü oranı giderek yükseliyordu.

Küba’nın sömürgecilik karşıtı bağımsızlık mücadelelerinden itibaren gelişmeye başlayan sendikal örgütlenmeler de Latin Amerika’nın diğer ülkelerine göre çok daha önemli bir yere oturdu. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde Küba Ulusal İşçi Konfederasyonu kurulmuş, Kübalı emekçiler büyük grev ve direnişlerle tanışmıştı. Ekim Devrimi’nin etkisiyle sosyalist fikirlerle buluşan emekçi hareketi hızla örgütleniyordu. 1925 yılında Küba Komünist Partisi kuruldu. 

Tüm bu gelişmeler, yirminci yüzyıl dönümünde adanın bağımsızlığını gasp eden ABD’nin ülke siyaseti ve ekonomisindeki tahakkümü altında yaşanıyordu; bu durum, Küba’da modern işçi sınıfı hareketine güçlü bir antiemperyalist bir damar kazandırdı. 

Ülkenin ABD hegemonyası altındaki yeni sömürgecilik dönemine yarım yüzyıl boyunca Amerikan kuklası hükümetler damga vurdu. 1924 yılında darbeyle iktidara gelen Amerikancı diktatör Gerardo Machado’ya karşı yükselişe geçen anti-emperyalist emek ve gençlik hareketleri 1929 buhranıyla hız kazandı. Şeker üretiminde ABD piyasalarına aşırı bağımlılık, buhranın ardından ekonominin çöküşüne neden olmuştu. 1933 yılında Havana’daki otobüs şoförlerinin greviyle başlayan ve hızla yayılarak ülkeyi kilitleyen bir genel greve dönüştü. Devrimci gençliğin de desteğini alan genel grevin Machado’nun ülkeden kaçmasıyla sonuçlanması ülkenin işçi sınıfı tarihinde önemli bir iz bıraktı.

Ülkenin sınıf mücadeleleri tarihine kazınan bir diğer önemli dönemeç 1940 yılında yaşandı. Machado diktatörlüğünün yenilgisi sonrasında yalnızca üç buçuk ay iktidarda kalan ulusalcı reform hükümetinin Batista liderliğindeki askeri darbeyle yıkılmasının ardından ülkede anti-emperyalist karakterli devrimci gençlik mücadelesi ile işçi sınıfı hareketi bir kez daha yükselişe geçti. 1930’lu yılların sonuna doğru sınıfa dönük saldırılara son verilmesi, siyasi af ilan edilmesi, demokratik hakların iadesi gibi taleplerle radikalleşen mücadelenin dikta rejimiyle durdurulamayacağının anlaşılması üzerine yeni bir demokratik anayasanın hazırlanması kararlaştırıldı. 1940 yılında kabul edilen yeni anayasa çeşitli yurttaşlık hakları ve toprak reformunun yanı sıra işçi sınıfına yönelik asgari ücret, eşit işe eşit ücret, sekiz saatlik iş günü, 44 saatlik haftalık çalışma süresi, yıllık izin, doğum izni, sosyal güvenlik, grev ve toplu sözleşme hakkı gibi ilerici hükümleri içeriyordu. 

1940 anayasasının kabulüyle ülkedeki sınıf mücadeleleri tarihine önemli bir kayıt düşülmüş olsa da sermaye düzeninin gerici alt yapısıyla derin bir uzlaşmazlık barındıran bu yeni anayasal çerçeve hızla kadükleşti. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden soğuk savaş atmosferinden Küba işçi sınıfı hareketi de nasibini aldı. Kuruluşundan itibaren komünistlerin etkisi altında bulunan sendikal hareket, 1947 yılında geniş çaplı bir komünist tasfiyesine tabi tutularak sıkı devlet kontrolüne alındı.

1952 yılında ABD güdümünde gerçekleşen Batista darbesi Küba’nın burjuva demokrasisi deneyine son verirken adadaki işçi sınıfı mücadeleleri için de yeni bir dönemi başlatmış oldu.

Ekonomide verimlilik artışı saldırısı

1950’li yılların başlarında dünya piyasalarında şeker fiyatlarının dibe vurması ve Küba şekerinin asli ihracat pazarı olan ABD’nin şeker kotalarında indirime gitmesi ülke ekonomisinde büyük bir sarsıntıya yol açtı. Sermaye sınıfı krizin çözümünü sektördeki verimliliğin artırılmasında görüyordu. Verimlilik artışıyla kast edilen şey, üretimde daha ileri mekanizasyonun sağlanması, işten çıkarmaların kolaylaştırılması ve ücretlerin baskılanması yoluyla işgücü maliyetlerinin düşürülmesiydi. 

Küba’da işçi sınıfının sendikal örgütlülük düzeyi sermaye sınıfı için gerçek bir baş ağrısı teşkil ediyordu. Bu duruma ilişkin yakınmalar, 1951 yılında Dünya Bankası tarafından Küba ekonomisi hakkında yazılan bir raporda, “Küba’da bir erkeğin karısını boşaması, bir işçinin işten atılmasından genellikle daha kolay ve daha hızlı” sözleriyle ifade edilmişti.1 

Küba’yı tarihinin en kanlı dönemlerinden birine sürükleyen Batista darbesinin arka planında, sermaye sınıfının verimliliği artırma gerekçesiyle işçi sınıfına karşı kapsamlı bir saldırı başlatma niyeti önemli bir rol oynuyordu. 

Fulgencia Batista, 1952 yılının Mart ayında darbe gerçekleştirdiğinde ABD ve sermaye sınıfı tarafından büyük bir şevkle desteklendi. Dönemin İngiltere Büyükelçisi, dönemin ruhunu, “Her geçen gün daha fazla emin oluyorum ki silahlı kuvvetlerin devrim yapmasının ardındaki temel neden, işçi hareketinin giderek büyüyen pervasız gücüne duyulan tiksintiydi... İş dünyası, sanayi ve ticaret kesimlerinin tamamı yeni rejimi bağrına bastı. Bu kesimlere göre, eğer bir darbe olacaksa, bundan daha uygun bir lider, bundan daha isabetli bir zaman bulunamazdı”2 sözleriyle özetliyordu. 

Söz konusu dönemde Küba, Latin Amerika’nın en yüksek sendikalılaşma oranına sahip olan ülkesiydi. Yaklaşık altı milyon nüfusu olan ülkede Küba İşçi Konfederasyonu (CTC) altında örgütlenmiş olan sendikaların 1 milyon 200 binin üzerinde üyesi bulunuyordu. Sendikalı emek gücünün yarıya yakını şeker işçilerinden oluşuyordu.3 

Komünistlerin tasfiye edilmesiyle derin bir yolsuzluğa bulanan CTC, dönemin konfederasyon başkanı Eusebio Mujal’in yönetimi altında darbeci hükümetin en yakın müttefiki haline getirildi. Darbeci hükümet, verimlilik artışı bahanesiyle başlatacağı saldırı karşısında örgütlü işçi hareketinden gelecek direnci sendika bürokrasisini yanına alarak çözecek, gerekirse polisi ve orduyu devreye sokacaktı. 

1955 yılı Küba devrim tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini oluşturdu. Verimlilik artışını hedefleyen saldırıya bu yıl start verildi. İncelikli bir strateji çerçevesinde planlanan saldırı, sektörler arası işçi dayanışmasını engellemek için her seferinde tek bir sektöre odaklanıyordu. Banka çalışanlarıyla başlayıp ulaşım sektörüyle devam eden saldırı, hasat döneminin tamamlanmasının ardından şeker işçilerine, oradan liman ve demiryolu işçilerine ve ardından diğer sektörlerden işçilere yöneldi. 

İşçi sınıfı, merkezi sendikal yapının tüm engellemelerine ve şiddetli devlet baskısına rağmen geniş çaplı grevler örgütlüyordu; işçiler özellikle adanın doğusunda bulunan ve ülkenin sömürgecilik karşıtı bağımsızlık mücadelelerinden bu yana daha devrimci bir karakter taşıyan Camagüey, Santiago, Guantanamo gibi illerde zaman zaman “ölü şehirler” yaratmayı başardı. Tüm baskı ve engellemelere karşın grevlere yalnızca diğer sektörlerden işçiler değil, kent merkezlerindeki işyerlerinin çoğunluğu da kepenk kapatarak destek veriyordu.  

Bununla birlikte, takip eden iki yıl boyunca örgütlenen hemen her grev polis ve asker müdahalesiyle büyük ölçüde yenilgiye uğratıldı. İşçiler silah zoruyla evlerinden toplanıp işyerlerine döndürülüyor, öncü işçiler saldırıya uğruyor, hapse atılıyor, acımasızca katlediliyordu. Kimi durumlarda askerler bizzat grev kırıcılık yaparak sermaye sınıfına hizmette sınır tanımadığını açıkça gösteriyordu. 

Fidel ve yoldaşları 1956 yılının Aralık ayında adaya ayak bastıklarında, işçi sınıfı mücadeleleri bu şiddetli uğraktan geçiyordu. 

26 Temmuz Hareketi’nin sınıf örgütlenmesi 

1953 yılında gerçekleştirdikleri başarısız Moncada Kışlası saldırısının ardından tutuklanan ve iki yıl sonra afla serbest bırakılan Fidel ve yoldaşları, 26 Temmuz Hareketi’nin resmi kuruluşunu 1955 yılında Meksika’da gerçekleştirdiler. 

Hareketin devrim stratejisi, adanın doğusundaki Sierra Maestra dağlarında başlatılan gerilla mücadelesini eksen alıyordu. Gerilla mücadelesi kentlerdeki milis güçlerinin sokak savaşı ve işçi grevleriyle bir silahlı ayaklanmaya dönüştürülecek, Batista rejimine nihai darbe ülke çapında gerçekleştirilecek olan bir genel grevle vurulacaktı. İşçi sınıfının genel grev doğrultusunda örgütlenmesi, devrimin başarısı için kritik bir önem taşıyordu. 

26 Temmuz Hareketi’nin kuruluşu sırasında işçi sınıfı içinde örgütlenecek bir işçi seksiyonunun kurulması da karara bağlanmıştı. Örgütün yeraltı kanadı tarafından örgütlenmeye başlayan seksiyonun saflarında yer alan öncü kadrolar arasında, 1955-56 döneminin verimlilik saldırısında yenilgiye uğrayan sektörlerden gelen işçiler önemli bir yer tutuyordu. 

26 Temmuz’un işçi seksiyonu özellikle adanın doğusundaki Guantanamo bölgesinde yaygınlaşmaya başladı. Harekete katılan işçiler arasında şeker işçileri, tütün işçileri, fırın çalışanları, elektrik işçileri, telefon işçileri, sivil havacılık, otobüs ve taksi şoförleri, dükkan çalışanları gibi farklı sektörlerden temsilciler yer alıyordu.

Fidel ve yoldaşlarının Aralık 1956’da adaya yaptıkları çıkartma sırasında güvenlik güçlerinin dikkatlerini şaşırtmak için gerçekleştirilen grev hareketini de bu işçiler örgütlemişti. Greve Küba Komünist Partisi’nin merkezinden gelen itirazlara karşın adanın doğusundaki Komünist Parti (o dönemki yasal adıyla Halkçı Sosyalist Parti (PSP)) militanları da destek vermişti. 

Sendikal yönetimlerden büyük ölçüde tasfiye edilmiş olmasına karşın işçi sınıfı içinde anlamlı bir örgütlenmeye sahip yegane örgüt olan PSP ile yola yeni çıkan 26 Temmuz Hareketi arasındaki işbirliği devrimin çıkarları bakımından neredeyse kaçınılmazdı. Ancak iki örgüt arasındaki işbirliğini zaman zaman imkansız hale getiren anlaşmazlıklar derin köklere sahipti.

26 Temmuz Hareketi ile PSP’nin mücadele stratejileri birbirleriyle taban tabana zıttı. 

Ülkede demokratik bir dönüşümün ancak devrimci bir rejim değişikliğiyle mümkün olabileceği tespitinden yola çıkan 26 Temmuz Hareketi, genel seçim seçeneği başta olmak üzere her türlü düzen içi çözüm arayışını gayrimeşru ilan ederek cepheden karşısına almış durumdaydı. 

PSP ise darbe yönetimine burjuva muhalefetin tüm unsurlarını kapsayacak, kitle hareketine dayalı geniş bir ulusal ittifakla son verme yolunu izliyordu. 26 Temmuz Hareketi bünyesindeki kadroların büyük çoğunluğuna göre PSP, burjuva partilerine sonu gelmeyen ittifak çağrıları yapan, her an taviz vermeye hazır, işbirlikçi bir düzen partisiydi. Üstelik PSP’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarında Komintern’in yaptığı ulusal demokratik ittifak çağrılarına cevaben Batista ile gerçekleştirdiği işbirliği hafızalardan silinmiş değildi. Öte yandan, PSP’ye yönelik olumsuz tutumda dönemin güçlü esen Soğuk Savaş rüzgarlarının da payı büyüktü. 26 Temmuz Hareketi’ne radikal demokratik ideallerle bağlanan ulusalcı kadroların önemli bir kısmı bu antikomünist propagandanın etkisi altındaydı. 

PSP ise 26 Temmuz Hareketi’ni işçi sınıfı kitlelerinden kopuk, maceracı bir terör örgütü olarak görüyor, Hareketin silahlı mücadeleye dayalı devrim stratejisinin her an gerçekleşebilecek bir ABD müdahalesine zemin hazırladığı suçlamasında bulunuyordu. 

Yılların örgütlenme deneyimine sahip olan PSP ile karşılaştırıldığında 26 Temmuz Hareketi’nin işçi sınıfı kitleleri içinde köklü bağlara sahip olmadığı doğruydu. Üstelik sınıf içindeki örgütlenme faaliyetleri hak mücadelelerini temel alan “sınıf gündemlerinden” ziyade silahlı ayaklanma stratejisinin gerekleri tarafından belirleniyordu. Sınıfa biçilen asli rol, dağda silahlı mücadele yürüten gerilla hareketine ve kentlerde sabotaj eylemleri düzenleyen devrimci milislere kadro temin etmek ve her iki silahlı güç için mali ve lojistik destek sağlamaktı. Sınıf içinde kök salma mevzusunda hak mücadelesinin gerekleri ile silahlı mücadelenin gerekleri arasındaki gerilim devrim anına kadar varlığını sürdürecekti.

Genel grev denemeleri

Batista hükümeti, Fidel ve yoldaşlarının silahlı mücadeleye start vermesiyle birlikte ülkede olağanüstü hal ilan edilerek tam anlamıyla terör estirmeye başladı. Saldırılar yalnızca Hareketin kadro ve sempatizanlarını değil, Hareketle bağ kurmasından endişe edilen sıradan işçi ve öğrencileri de hedef alıyordu. Kitlelere gözdağı vermek isteyen hükümetin himayesi altında ölüm mangaları kol geziyordu. Granma çıkartmasından yalnızca birkaç hafta sonra bir Noel gününde ülkenin doğusundaki Holguin bölgesinden 24 kişinin güvenlik güçleri tarafından vahşice öldürülmesi bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi. Öldürülen yurttaşların bazılarının cesetleri ibret olsun diye evlerinin yakınlarındaki ağaçlara asılmıştı. Uygulanan kör şiddet kimi durumlarda çocukları bile hedef alabiliyordu. 

Devlet terörünün bir uzantısı olarak Mart 1957’de CTC bünyesinde sıkı bir temizliğe gidildi ve zaten kadükleşmiş olan her türlü demokratik mekanizma tümüyle tasfiye edildi. CTC, ülkedeki hiçbir grev veya gösteri girişimine cevaz vermiyor, sendika yöneticileri şüpheli militanların listesini çıkartarak polise teslim ediyordu. Yine Mart ayında komünistlerin kamu hizmetinden yasaklanmasına ilişkin bir kararname yayınlanarak komünist avı kisvesi altında her türlü devrimci unsurun keyfi şekilde işten çıkartılmasının önü açıldı.

Bu olağanüstü gergin atmosfer içinde 26 Temmuz Hareketi’nin yeraltı örgütlenme sorumlusu Frank Pais’in 1957 yılının Temmuz ayı sonunda Santiago de Cuba’da öldürülmesi büyük bir infial yarattı. Altmış bin kişinin katılımıyla4 Batista döneminin en kapsamlı kitle gösterisine dönüşen cenaze töreni bir genel grev çağrısıyla sonuçlandı. Ağustos ayının ilk beş gün boyunca ülkenin doğu bölgesini hemen hemen tümüyle felç eden, orta ve batı bölgelerinde ise kısmi yanıt bulan bu çağrının kendiliğinden niteliği, işçilerin sendika bürokrasisine rağmen muhafaza ettiği bağımsız hareket etme becerisinin çarpıcı bir göstergesini oluşturuyordu. PSP başta olmak üzere diğer devrimci hareketlerin de destek verdiği grev, 26 Temmuz Hareketi’nin işçiler arasındaki saygınlık ve örgütlenme düzeyi hakkında da iyimser bir fikir veriyordu.

Ağustos grevini takip eden aylar boyunca 26 Temmuz Hareketi bir yandan gerilla mücadelesini güçlendirirken diğer yandan genel grev için örgütlenme çalışmalarını sürdürdü. Ekim 1957’de Fidel ile PSP temsilcileri arasında Sierra Maestra’da genel grev konulu bir görüşme gerçekleştirildi. Ancak ilke anlaşmasıyla sonuçlanan görüşme sonrasında gerçekleştirilen örgüt içi toplantılar fikir ayrılıkları nedeniyle sonuçsuz kaldı. PSP militanları arasında 26 Temmuz Hareketi’ne dönük sempati her geçen gün artsa da, 26 Temmuz Hareketi’nin özellikle Havana’daki üyeleri kökleşmiş antikomünist tutumları nedeniyle PSP’lilerle ortak eylem komitelerinde yer almayı reddediyordu. 

Diğer yandan, Hareketin merkezi düzeyde izlediği ittifak politikaları ile tabanda gözettiği işbirliği arayışı arasındaki açı da diğer örgütlerle birlikte çalışma fikrinin benimsenmesini zorlaştırıyordu. Hareket, her türlü düzen içi çözüm arayışını gayrimeşru ilan ederek cepheden karşıya almış olması nedeniyle Batista’nın zaman zaman gündeme getirdiği serbest seçim seçeneğine hayırhah bakan hiçbir parti veya hareketle merkezi düzeyde ittifaka gitmeme konusunda mutlak bir titizlik gösteriyordu. 26 Temmuz Hareketi bu noktada kesin bir “krizi derinleştirme” stratejisiyle hareket ediyor, silahlı ayaklanma ve genel grev sonucunda başarıya ulaşacak olan rejim değişikliği sonrasında iktidara gelecek yeni hükümetin adaylarını mevcut siyasi parti ve örgütler içinden değil, sivil toplum ve meslek örgütlerinden oluşan Birleşik Sivil Örgütler’in içinden çıkarmayı hedefliyordu. Siyasi parti ve örgütlerle yapılacak her türlü merkezi ittifakın olmazsa olmaz koşulu, 26 Temmuz Hareketi’nin bu stratejisinin kabul edilmesiydi.5 Ülkede bulunan hiçbir siyasi parti veya örgüt henüz düzenle bağlarını koparmadığı için 26 Temmuz Hareketi tüm bu yapılarla ittifaktan özenle uzak duruyordu. Çoğu zaman sekterlikle suçlanan bu yaklaşım, aslında ülke gerçekleriyle son derece uyumluydu. O günün koşullarında Küba halkının çoğunluğu seçimleri ne mümkün ne de meşru görüyor, bu da adadaki yegane rejim karşıtı silahlı gücü oluşturan 26 Temmuz Hareketi’nin meşruiyetini artırıyordu. 

26 Temmuz Hareketi, 1958 yılının Ocak ayında işçi seksiyonunun etki alanını genişletmek amacıyla Ulusal İşçi Cephesi’ni (FON) kurdu. Bir yandan ücret artışı, sözleşme hakkı, emeklilik ve sendikal haklar gibi işçi sınıfı gündemlerine daha fazla müdahale etmeyi gözetirken diğer yandan genel grev çağrısını yaygınlaştırmayı amaçlayan FON’un tabanda her türlü siyasi ve devrimci örgütten işçilerle koordinasyon içinde çalışması hedefleniyordu. Ancak burada da 26 Temmuz Hareketi’nin yönlendiriciliği esastı. Hareketin önderlerinden Armando Hart, işçi seksiyonuna yolladığı bir talimatnamede Hareketin militanlarının “Hareketin içinden ve dışından sendikal unsurları ancak Genel Grev yararına faaliyet yürütme taahhüdünde bulunmaları halinde kabul etmeleri … ancak 26 Temmuz’un liderlik konumunun her durumda güvence altına alınması” uyarısında bulunuyordu.6

Merkezi ittifak ve tabanda işbirliği politikaları nedeniyle sekterlikle suçlanan ve tabanda işbirliği konusunda arzu ettiği sonucu alamayan 26 Temmuz Hareketi, genel grev hazırlıklarına tek başına koyuldu. Ancak genel greve giderek daha fazla militer bir çerçevede yaklaşılıyordu. Bunun anlamı, grevin kent milisleri tarafından gerçekleştirilecek silahlı saldırı ve sabotaj eylemleriyle başlatılacak olmasıydı. Bu yönelimin nedeni sendikaları hakimiyeti altına alan CTC’nin işçilere ulaşma konusunda yarattığı kısıtlar ve PSP ile istenen işbirliğinin geliştirilememiş olmasıydı. 26 Temmuz Hareketi kapsamlı bir propaganda çalışmasıyla harekete geçecek bir genel grev için yeterli işçi tabanına sahip değildi; milis eylemleri, genel grevin fitilini ateşleyecek yegane yol olarak görülüyordu.

Hareket, işçi örgütlenmesindeki zaaflarına karşın ülkedeki siyasi rüzgarın kendisinden yana estiği kanaatindeydi.

1958 baharına gelindiğinde dağda bir yıldan uzun bir süreyi doldurmuş ve etkin, disiplinli bir muharebe yeteneğine kavuşmuş olan 26 Temmuz Hareketi, Batista rejimiyle göğüs göğüse çarpışan gerçek bir savaş gücü olarak toplumda büyük bir saygınlık uyandırmıştı. Batista hükümetinin ülkede bir normalleşme sürecine imza atabileceği iddiası iflas etmiş, tam da 26 Temmuz Hareketi’nin umduğu üzere anayasal güvenceler tekrar askıya alınmıştı. Mart ayının ortasında ABD’nin Batista rejimine silah satışını askıya alma kararı ve Birleşik Sivil Örgütler’den Batista’ya istifa ve yönetimi geçici bir hükümete devretme çağrısı geldi. 26 Temmuz Hareketi, pozisyonunu güçlendiren tüm bu gelişmeler üzerine 16 Mart’ta silahlı milisler eliyle “Yüz Bombalı Gece” adıyla anılan bir dizi silahlı eylem gerçekleştirdi. Yine bu günlerde Ulusal Öğrenci Cephesi, tüm ülkede okulların tümüyle kapanmasını sağlayan bir boykot örgütledi. Ve Batista, Haziran ayında düzenlemeyi vaat ettiği seçimleri iptal ettiğini duyurdu. Mart ayının sonunda Ulusal Şeker Fabrikaları ve Şeker Kamışı Yetiştiricileri Birliği, şeker rafinerilerini ve şeker kamışı tarlalarını milislerin sabotajlarından korumakta yetersiz kalan Batista rejiminden desteğini çektiğini açıkladı. 

Tüm bu gelişmeler genel grev için gereken atmosferin olgunlaştığı düşüncesini beslerken Hareketin milis kolundan ve işçi seksiyonundan gelen haberler de gerekli altyapının oluşturulduğu yönündeydi. 

Nihayet, Nisan 1958’de genel greve gidileceği ilan edildi. 

9 Nisan’da başlatılan grev ülkenin doğu illerinde kısa bir süre tutunsa da özellikle başkent Havana’da büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. 

Başarısızlıkta devlet terörü, işbirlikçi sendikanın baskıları ve koordinasyon hataları önemli rol oynamıştı. 

Grevin geldiğini gören devlet hızla harekete geçmiş, grevi destekleyeceği düşünülen yüzlerce işçi lideri günler öncesinden tutuklanmış, kimileri katledilmişti. Grev günü hükümet anayasayı askıya alarak orduyu teyakkuza geçirdi. Sokaklarda rastgele ateş açarak dolanan polis ve askerler işçilerin iş bırakarak sokağa çıkmasını engelledi. 

Mujal yönetimi altındaki CTC greve katılacak işçilere açıkça gözdağı vermiş, işlerini, çalışma izinlerini ve hatta emeklilik haklarını kaybedecekleri tehdidinde bulunmuştu. Sendikanın militan işbirlikçilerinden bazıları silahlı güçlere açık destek taahhüdünde bulunmuş, gerekirse grevcilere karşı kullanmak üzere silahlanmışlardı.

Diğer yandan, greve start verecek milis eylemleri için gereken silah ve mühimmat gereken yerlere yer yer ulaşmamış, bu nedenle milis eylemleri kısıtlı kalmıştı.

Grevin yaklaştığı haftalar öncesinden ilan edilse de tam gün ve saati Hareketin kendi kadrolarından bile gizli tutulmuştu. Kimi kadrolar harekete geçme talimatını grev günü, hatta kimileri başlangıç saatinden çok sonra aldı ve sonuç olarak geç kalındı.

Yürütülen müzakerelerden olumlu sonuç alınamayan PSP ve diğer devrimci örgütler greve destek vermedi. PSP, grevin milis eylemleriyle başlatılmasını öngören yaklaşımı “darbecilikle” suçladı. 

Ancak başarısızlığın temel sebebi, işçi sınıfı içindeki örgütlülüğün kısıtlı olmasıydı. Geçen Ağustos ayındaki grev denemesinde daha dar bir sınıf örgütlenmesiyle başarıya ulaşılmış olması bu seferki deneme için fazla iyimser bir değerlendirmeye yol açmıştı.

Belli ki işçi sınıfı içindeki örgütlenmenin sağlamlaştırılması için katedilecek çok yol vardı. 

Yeni atılım ve işçi kongreleri

26 Temmuz Hareketi başarısız grev girişiminin ardından kapsamlı bir muhasebeye yöneldi. Hareketin liderleri arasında Mayıs ayında gerçekleştirilen toplantıda iki önemli karar alındı: Milis güçlerini dağıtarak gerilla mücadelesine yoğunlaşmak ve Ulusal İşçi Cephesi’ni (FON) yeniden yapılandırmak. 

Batista’nın, başarısız genel grev girişimini fırsat bilip kapsamlı bir askeri saldırı başlatacağı kesindi. Milis güçlerinin dağıtılarak gerilla kuvvetlerine katılması bu saldırının göğüslenmesi ve etkili bir karşı saldırının örgütlenmesi için gereken insani ve lojistik kaynakların tek elde toplanmasını sağlayacaktı.

Ancak milis güçlerinin dağıtılmasının tek amacı gerilla kuvvetlerini takviye etmek değildi. Bu aynı zamanda genel grev stratejisinde köklü bir dönüşüm anlamına geliyordu: Bundan böyle grev hazırlıkları kent milislerinin silahlı eylemlerine değil, işçi sınıfı içinde derinleştirilecek örgütlü bağlara dayandırılacaktı.

Mayıs ayında toplanan FON’un yürütme kurulu, cephenin yeniden örgütlenmesi ve yeni bir ittifak stratejisinin belirlenmesi konularını karara bağladı. Yoğun tartışmaların ardından işçi çalışması yürüten kadroların militer bir zihniyetten arındırılması, işçi sınıfı içinde hakiki bir kitle mücadelesinin inşa edilmesi ve FON’un etkili bir birleşik işçi cephesi olarak yeniden örgütlenmesi konusunda fikir birliğine varıldı. 

Batista rejimi, 26 Temmuz Hareketi’ne karşı beklenen büyük yaz saldırısını başlattı. Ancak, Harekete son vereceği iddia edilen saldırı kuvvetli bir direnişle karşılaştı. 26 Temmuz Hareketi, yaz ortasında diğer muhalefet güçleriyle imzaladığı Caracas Paktı çerçevesinde Hareketin mücadele stratejisini kabul ettirmekle kalmamış, silah ve lojistik gücünde kayda değer bir artış da sağlamıştı. 

Batista, yaz sonuna doğru karşı saldırıya geçen gerillalar karşısında çözülmeye başlayan kuvvetlerinin önemli bir kısmına Sierra Maestra’dan geri çekilme talimatı vermek zorunda kaldı. Ağustos ayı sonunda Che Guevara ve Camilo Cienfuegos liderliğindeki gerilla kuvvetleri batıya doğru ilerlemeye başlayarak adanın orta bölgesindeki Las Villas vilayetinin Escambray dağlarına yerleşti. 26 Temmuz Hareketi moral ve askeri üstünlüğü ele geçirmişti.

Ülkede büyük heyecanla takip edilen gerilla kuvvetlerinin başarısı, işçi sınıfının gerillaya aktif lojistik desteğinin gözle görülür şekilde artmasını sağladı. Gerillaların “alışveriş listeleri” doğrultusunda dükkan ve depolardan malzemeler çalınıyor, demiryolu işçileri bu malzemeleri taşıyor, otobüs şoförleri propaganda malzemeleri için dağıtım ağları oluşturuyor, telefon operatörleri polis konuşmalarını dinleyerek istihbarat sağlıyordu. 

Diğer yandan, Kasım 1958’de Ulusal İşçi Cephesi (FON), PSP’nin ve Devrimci Direktuvar isimli silahlı örgütün katılımıyla Ulusal Birleşik İşçi Cephesi’ne (FONU) dönüştü. Yeni cephenin en önemli kararı, gerillanın ele geçirdiği kurtarılmış bölgelerde iki tane çok önemli işçi kongresinin toplanması oldu.

Ülkenin özellikle orta ve doğu bölgelerindeki şeker işletmeleri, gerilla mücadelesinin yol açtığı “kaos” yüzünden üretim sürecinin aksadığı bahanesiyle işçi ücretlerini ödemeyi reddediyor, işten çıkarmalara başvuruyordu. İşçi kongreleri bu soruna müdahale amacıyla toplandı. 

Kongrelerden birincisi, Camilo Cienfuegos liderliğindeki Antonio Maceo Bölüğü’nün koruması altında 28 Kasım’da Las Villas’ta gerçekleştirildi. Kongreye Las Villas’ın yanı sıra adanın batısındaki Pinar del Rio vilayetinden, başkent Havana’dan, orta bölgedeki Matanzas vilayetinden ve Camagüey’den toplam 728 işçi temsilcisi katıldı.7 Şeker işçilerinin çalışma koşullarına ilişkin çok sayıda güncel talebin ve rejim değişikliğine yönelik siyasi taleplerle birleştirildiği bu muazzam katılımlı kongrenin sonunda şeker işçilerine arka çıkan somut adımlar da atıldı. Kurtarılmış bölgelerdeki işletmeler ziyaret edilerek işçilerin haklarının verilmesi ve Mujal yanlısı işbirlikçi sendika temsilcileri yerine devrimci işçi temsilcilerinin tanınması istenerek bu talepler kabul edilmediği hasadın başlamayacağı ilan edildi. İşçilere kendilerini korumaları için silah da dağıtıldı. 

Diğer kongre ise Raul Castro liderliğindeki Frank Pais İkinci Doğu Cephesi’nin koruması altındaki Sierra Cristal dağlık bölgesinde ülkenin doğu illerinden gelen 110 delegenin katılımıyla 8 Aralık’ta toplandı.8 Bu kongre de ilkine benzer karar ve adımlarla sonuçlandı.

Ülke coğrafyasının büyük bir kesiminden işçileri bir araya getiren ve işçi sınıfının hak mücadelesini gerilla mücadelesiyle ustaca buluşturan bu iki kongre, işçi sınıfı içinde büyük yankı uyandırdı. İşçilerin yıllardır erozyona uğrayan haklarını ancak 26 Temmuz Hareketi’nin koruması altında elde edebilecekleri ve demokratik bir sendikal ve siyasal düzene geçiş için Batista rejiminin yıkılması gerektiği düşüncesi büyük bir yaygınlık kazandı. 26 Temmuz Hareketi hızla büyüyordu; yıl sonuna gelindiğinde Hareketin işçi seksiyonunun üye sayısı 15.000 kişiye ulaşmıştı.9

Batista rejimine nihai darbelerden biri de Hareketin işçi üye ve sempatizanları sayesinde vuruldu. Batista, ülkenin doğusundaki demiryollarını güvenlik altına alma misyonuyla 700 asker ve bol mühimmat yüklü bir tren hazırlanmasını emretmişti. Tren, gerilla saldırısına karşı korunaklı olması için özel olarak zırhla donatılmıştı. Ancak trenin yapım aşamasında çalışan işçilerin gerillaya bilgi sızdırması sayesinde trenin zayıf noktaları tespit edildi ve Las Villas’ta Che komutasındaki gerilla birlikleri tarafından kolayca ele geçirilmesi mümkün oldu. Diğer yandan, demiryolu işçileri de yolculuk boyunca askerlerle diyaloğa girerek demoralize olmalarını sağlamış, ara istasyonlarda treni terk edip kaçmalarına yardımcı olmuştu. Tren 30 Aralık’ta Las Villas’a ulaştığında askerlerin yarıya yakını treni çoktan terk etmişti.10

Ertesi gün Batista yurtdışına kaçtı.

Batista’nın kaçış haberi alınır alınmaz ABD büyükelçiliği generallerle darbe görüşmelerine başlamıştı bile. Fidel, başkentin kontrol altına alınması için ülkenin orta bölgesinde bulunan Che ve Camilo’nun birliklerinin hızla Havana’ya sevk edilmesi emrini verdi; fakat bu birliklerin olası bir darbe girişimini engelleyecek yeterli güçleri yoktu. 1 Ocak’ta birlikleriyle Santiago de Cuba’yı ele geçiren Fidel, radyodan tüm ülkeye devrimci genel grev çağrısı yaptı. Bu kez tüm işçiler 26 Temmuz Hareketi’nin direktiflerini izleyecek, bütün stratejik kurumları ele geçirecek ve tüm ülkede hayatı durduran bir genel greve imza atacaktı. 

İşçi sınıfıyla sosyalizme yürüyüş

Devrime eşlik eden genel grev, Batista’nın ülkeyi terk etmesinin hemen sonrasında geldi. Ancak bu durum grevin önemini azaltmadı. Grevle yalnızca ülkeyi olası bir iç savaşa sürükleyecek darbe girişimi engellenmekle kalmadı, sosyalizmin kuruluşunun temel koşullarından biri olan burjuva devlet aygıtının parçalanmasının ilk adımı da atılmış oldu. 

Grev, isyan ordusuna yönelik devasa toplumsal desteği öylesine güçlü bir şekilde kanıtladı ki ABD büyükelçiliği ve ordu generalleri askeri darbe seçeneğini hızla terk etmek zorunda kaldı. İşçiler arasından hızla sokakları kontrol altına alacak milis güçleri oluşturuldu ve başkent Havana, Fidel’in gelişine dek bir hafta boyunca koruma altına alındı. Bu milis güçleri ilerleyen günlerde hızla çözülen ordu ve polis kuvvetlerinin yerini alacaktı. 

Radikal demokratik bir devrim programıyla yola çıkan 26 Temmuz Hareketi’nin devrim sonrasında sosyalizme doğru yürüyüşünde, işçi sınıfıyla kurduğu dinamik bağlar belirleyici rol oynadı. 

Devrimle iktidara gelen hükümette, 26 Temmuz Hareketi’nin ittifak politikası kapsamında çeşitli burjuva unsurlar da yer alıyordu. Hayata geçirilmeye başlayan radikal reformlar karşısında ayak direyen bu burjuva unsurların direnci karşısında 26 Temmuz Hareketi’nin seferber ettiği işçi sınıfı kitleleri ağırlık koydu. 1959 yılı boyunca gerçekleştirilen dört ayrı genel grevle hükümetteki muhafazakar isimler istifaya zorlanarak istikrarlı bir şekilde tasfiye edildi.11 

Sosyalizme yönelirken direnci kırılması gereken unsurlar yalnızca burjuva siyasetçilerden ibaret değildi; 26 Temmuz Hareketi bünyesindeki antikomünizmle de mücadele edilmesi gerekiyordu. 

Kasım 1959’da gerçekleştirilen CTC kongresinde delegelerin büyük çoğunluğu 26 Temmuz Hareketi’nin destekçilerinden oluşuyordu. Ancak kongrenin Fidel tarafından tam bir akıl hastanesine benzetildiği söylenir.12 Bunun nedeni, Hareket bünyesindeki antikomünist kesimler ile “birlikçiler” arasında yaşanan bölünmeydi. Kongrede Fidel’in koyduğu ağırlıkla belirli bir uzlaşma zorlansa da antikomünizmin aşılmasında asıl belirleyici olan şey işçi sınıfı seferberliğinin yarattığı radikal atmosferdi. 1959 yılında ücretlerin yükseltilmesi, kiraların düşürülmesi, kamu hizmetlerinin büyük ölçüde ücretsiz hale getirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin genişletilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, işyerlerinde yaşanan ihtilafların hemen hemen tamamının işçiler lehine sonuçlandırılması gibi adımlar sınıfın devrim saflarındaki yerini sağlamlaştırmıştı. 1960 yılı boyunca ABD saldırganlığının yükselttiği tansiyon ve kamulaştırmaların yarattığı heyecanla seferber edilen emekçi kitleler antikomünizmin savuşturulmasında da esas rolü üstlendi. 

Sosyalizme geçişin olmazsa olmazı olan kamulaştırmaların derin sancılar yaşanmaksızın gerçekleştirilebilmesinde, Fidel önderliğindeki 26 Temmuz Hareketi’nin gerek canlı tartışma platformlarına dönüşen kitle gösterileri, gerekse işyeri ve mahallelerde yaratılan kolektifler sayesinde işçi sınıfıyla inşa ettiği güçlü diyalogun çok önemli bir payı oldu. Bu süreçte işçilere biçilen rol kamulaştırmaları pasifçe kabullenmek değil, onlara bilinçli ve aktif şekilde öncülük etmekti. İşletmelerin önemlice bir kısmı patronların üretimde istikrarsızlık yaratan girişimleri veya işçi haklarını ihlal eden uygulamaları neticesinde kamulaştırma talebiyle harekete geçen işçilerin öncülüğünde el değiştirdi. 

Sıra Ekim 1960’ın meşhur “1000 kamulaştırma” adımına geldiğinde işçi sınıfı bu devrimin kendi devrimi olduğunu kavramıştı. Önceki örneklerde olduğu gibi “sorun yarattığı” için değil, bizzat kapitalist üretim ilişkilerine son verme kararlılığıyla gerçekleştirilen bu kamulaştırmalar sosyalizme yürüyüşte niteliksel bir sıçramayı temsil ediyordu. Bin işletmeyi tek bir günde kamulaştıranlar, ellerinde silahları ve devrimci iktidarın kamulaştırma talimatıyla patronların karşısına dikilen Ulusal Devrimci Milisler altında örgütlü işçi sınıfıydı. 

Kamulaştırılan işletmelerin çoğunluğunda patronlarla birlikte üst düzey yöneticiler ve nitelikli personel de ülkeyi terk etti. Çiçeği burnunda devrimin ayakta kalabilmesi için üretimin sürekliliğinin sağlanması yaşamsal önem taşıyordu. Yüzbinlerce işçinin aktif ve disiplinli katılımıyla işletmelerdeki üretimin tekrar devreye girmesini sağlayan 26 Temmuz Hareketi, bu alanda da başarılı bir sınav verdi. 

Küba, 1902 yılında cumhuriyetin kuruluşundan 1959 yılındaki devrime kadar geçen süreçte gerek seçim, gerekse darbeler yoluyla toplam 21 kez devlet başkanı değiştirmişti. Halk kitlelerinin devrimci iktidarın arkasında saf tutmasında, gelenin gideni arattığı bu hükümet değişikliklerinden yaşanan bıkkınlığın kuşkusuz önemli bir payı bulunuyordu. Ancak devrimci iktidarın gerek ülke içinde gerekse uluslararası ilişkilerde son derece sarsıcı olabilecek dönemeçleri hemen hemen hiçbir zorlanmayla karşılaşmadan alabilmesinde 26 Temmuz Hareketi’nin devrimden sonra işçi sınıfıyla girdiği muazzam karşılıklı etkileşim temel belirleyen oldu.    

Sonuç

26 Temmuz Hareketi 1955 yılında yola çıktığında gerek programı, gerek işçi sınıfı içindeki sınırlı bağları, gerekse de kadrolarının siyasi ufku nedeniyle sosyalizmden uzaktı. 

Öyle ki, devrimci iktidarı ABD’nin öngörüsüz politikalarının mı sosyalizmin kucağına attığı, yoksa Fidel’in o zamana kadar “ustalıkla gizlediği” komünist kimliğinin mi belirleyici olduğu çok tartışıldı durdu. 

Bu tartışmaların göz ardı ettiği en önemli gerçek, 26 Temmuz Hareketi’nin ulusal bağımsızlık, demokrasi ve kalkınmaya dayanan devrim programının kapitalizmin üretim ilişkilerinin sınırlarını çok aşan bir radikalizme sahip olmasıydı. Devrim programına büyük bir sadakatle bağlı kalan devrimci önderlik, sadakatinin kaçınılmaz gereği olarak sosyalizme yöneldi. 

26 Temmuz Hareketi öğrendi.

26 Temmuz Hareketi, gerek devrime giden yolda, gerekse sosyalizme doğru yürüyüşünde işçi sınıfının sahip olduğu kritik rolü deneyerek, çabalayarak ve kısacık bir zaman diliminde büyük bir cesaretle dönüşerek öğrendi. 

Ve 20. yüzyılın en güzel sosyalizm deneyimlerinden biri, bu sayede hayat buldu.

Nahide Özkan / Sol - Gelenek

  • 1.Aktaran Stephen Cushion, Organised Labour and the Cuban Revolution, 1952-1959, Institute for the Study of Americas, University of London, 2012, s. 82.
  • 2.age, s. 86.
  • 3.age, s. 50.
  • 4.age, ss 194.
  • 5.6 Temmuz Hareketi’nin devrime ittifak politikaları sayesinde imza attığı sıkça iddia edilir. Bu yanıltıcı bir iddia. Hareket kendi devrim stratejisine ikna etmediği hiçbir örgütle merkezi bir ittifaka yönelmedi. Devrimin hemen öngününde ittifak gerçekleştiğinde, Hareket stratejisini kabul ettirmişti.
  • 6.Julia E. Sweig, Inside the Cuban Revolution: Fidel Castro and the Urban Underground, Harvard University Press, Londra, 2002, s. 80.
  • 7.Stephen Cushion, age, s. 223.
  • 8.age, s. 220.
  • 9.age, s. 214.
  • 10.age, ss 235.
  • 11.Chris Slee, Cuba: How the Workers and Peasants Made the Revolution, Resistance Books, Newton, 2008, s. 25.
  • 12.Ralph Lee Woodward, Jr, Urban Labor and Communism: Cuba, Caribbean Studies, Cilt 3, No. 3, Ekim 1963, s. 36.

Ali Erbaş’ın günahını mı aldık! - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Allah mücahitlerimize zaferi bahşetti. Onlar da bana, halifelik vazifesini verdiler. Ancak ben sizden daha iyi ya da üstün değilim. Doğruyu yaptığımı görüyorsanız destekleyin. Yanlış yaptığımı görüyorsanız, uyarın ve beni düzeltin. Bana, ben Allah’a itaat ettiğim sürece itaat edin.

Hilafet ilan eden IŞİD lideri Ebubekir el Bağdadi, kendisini destekleyen kalabalığa kılıç eşliğinde böyle sesleniyordu. Musul’da, tarihi El Nuri Camii’nin minberinde, 6 yıl önce, yine bir temmuz ayında, yüzü ilk kez açık görülmüştü. “Dinin temelinin, insanları hidayete erdiren Kuranıkerim ve zafere götüren kılıç” olduğunu söylediği sözleri amacını da açık etmişti.

Tesadüf mü, bilinçli seçim mi bilinmez.

12. yüzyıl mimarisi olan eğik minareli El Nuri Camii, adını haçlı ordularına karşı zaferler elde eden Selçuklu atabeyi Nureddin Mahmud Zengi’den alıyordu. Sözde Halife Bağdadi de “yeni haçlı” olarak tarif ettiği Batı’ya karşı cihada çağırıyordu. Ancak verdiği savaş çoğunlukla Müslüman kanı akmasına, İslam coğrafyasının yerle bir olmasına sebep oldu.

Batı dünyasına yönelik saldırıları da masum insanlara yönelik terörden ibaretti. Ayasofya’yı ziyarete gelen Alman turistlere 12 Ocak 2016 tarihinde yapılan intihar saldırısı sembolik bir örnekti. Sultanahmet Meydanı’ndaki terör eyleminde 12 Alman hayatını kaybetti. IŞİD, hilafet ilanından bir buçuk yıl sonra, Osmanlı’nın başkentinde, Ayasofya’nın önünde, Batı’yı tehdit ediyordu.

Adil Öksüz’ün jürisinde

Ali Erbaş’ın verdiği hutbedeki sözlerini tartışmaktan sol elinde tuttuğu kılıcı pek konuşamadık. Erbaş, “Vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar! Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar” dedi. Sözleri, Ayasofya’yı müzeye çeviren kararın altındaki imzanın sahibi olan Atatürk’e gönderme olarak yorumlandı. Tepkiler büyüyünce, dün ikinci bir açıklama yaptı. Erbaş, “Sadece Ayasofya’yı değil tüm vakıf mallarını kastettim”, “Geçmişi değil, bundan sonrasını kastettim” ifadelerini kullanıyordu.

Okuyunca, “Acaba Ali Erbaş’ın günahını mı alıyoruz” dedim. Gerçekten de “dünü değil bugünü”, “Ayasofya’yı değil tüm vakıfları” kastediyor olabilir miydi? Yoksa mesaj Atatürk’e değil de başka birine miydi?

Öyle ya, şimdi hapiste olan Barış Pehlivan’la yazdığımız Metastaz kitabında, Ali Erbaş’ın FETÖ’cülerle ilişkilerini anlatmıştık. Erbaş, 15 Temmuz’un kritik ismi Adil Öksüz ile Sakarya İlahiyat’ta çalışma arkadaşıydı. Öksüz’ün “Ceza Hükümleri Açısından Tevrat ve Kuran” başlıklı Dinlerarası Diyalog Projesi’yle örtüşen tezine “uygun” imzası atarak ona doktor unvanı veren jürideydi.

Diyaloğun görevlisiydi

Elbette Erbaş’ın Öksüz’le kesişmesi tesadüf değil. Bunun tek sebebi Sakarya İlahiyat da değil.

Önümde Michel Lelong’un “İslam’la yüzleşen Batı” isimli kitabı duruyor. Ali Erbaş Türkçeye çevirmiş. Tipik bir Dinlerarası Diyalog eseri olan kitapta, çevirenin bir de önsözü var. Şöyle bitiyor:

“Bu çeviriyle dinler arası diyaloğa bir nebze olsun katkıda bulunmuşsak kendimizi bahtiyar hissedeceğiz.”

Sahiden Erbaş, kendisini “Dinlerarası Diyalog Projesi”ne adamıştı. Bir kitap sitesine girip eserlerine baktığınızda, çalışmalarının neredeyse tamamının bu konuda olduğunu göreceksiniz. Arama motoruna adını yazdığınızda, FETÖ’nün Dinlerarası Diyalog Projesi’ni teorileştiren Prof. Suat Yıldırım’la birlikte çalıştığını okuyacaksınız. Firardaki Yıldırım ile birlikte Vatikan’da papazlarla yaptıkları Dinlerarası Diyalog faaliyetlerine, kilisede İsa ikonu önünde Yıldırım ile omuz omuza pozlarına bakıp şaşıracaksınız.

Ama bir ayrıntı daha var…

O da şu ki, Ayasofya’da minbere kılıçla çıkan Erbaş, diyalog projesinin yalnız gönüllüsü değil aynı zamanda görevlisiydi. Örgütün imamı Suat Yıldırım, FETÖ’nün kurduğu KADİP’in (Kültürlerarası Diyalog Platformu) yönetim kurulu başkanıyken, Ali Erbaş da yönetim kurulu üyesiydi.

Erbaş’ın vakfına el konuldu

KADİP’i Erbaş’ın sözlerinden sonra daha da ilginç hale getiren bir ayrıntı var. Zira KADİP, FETÖ’nün Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) projesiydi. Nitekim kendisini de broşürlerinde “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın desteklediği bir çalışma grubu” olarak tanıtıyordu.

Akıbeti ne oldu” diyeceksiniz…

Onursal Başkanlığını Fethullah Gülen’in yaptığı vakıf, darbe girişiminin ardından elbette kapatıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla yayımlanan 23 Temmuz 2016 tarihli ve 667 karar sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle vakfın tüm platformlarının faaliyetlerine de son verildi. Abant Platformu, Diyalog Avrasya Platformu, Medialog Platformu gibi KADİP de bu şekilde son buldu.

Peki, malvarlığı?

Vakfın yönetimi çeşitli operasyonlarla gözaltına alınırken ya da firar ederken mal varlığı da tartışma konusu oldu. Savcılığın hazırladığı fezlekede GYV’nin hem örgüt tarafından fonlandığı hem de mal varlığını örgüt için kullandığı anlatıldı. FETÖ’nün tüm vakıfları gibi GYV’nin mal varlığı da devletin tasarrufuna geçmiş oldu.

Ne ılımlı ne radikal İslamcılık

İşte bu yüzden “Erbaş’ı yanlış mı yorumladık” diye sormadan edemiyorum. Sonuçta, “Geçmişi değil bugünü, Ayasofya’yı değil tüm vakıfları kastettim” diyen Erbaş’ın çalıştığı FETÖ Vakfı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla kapatılmıştı. Haliyle sözlerin muhatabı belki de Atatürk değil Erdoğan’dı.

Bir zamanlar Diyalogculuğun yüz metresini en hızlı koşan Ali Erbaş, sol elinde de olsa kılıçla minbere çıkacak noktaya nasıl geldi bilmiyorum. “Barışı simgeler” dense de dünya, Ayasofya’daki fotoğrafı, bir tür “dinler savaşı sembolü” olarak okudu. İslamcı kesimde başlayan hilafet tartışması da bu fotoğrafın eksik renklerini tamamladı.

El Nuri Camii, eğik minaresiyle 8 buçuk asır ayakta kalabilmişti. Ancak Bağdadi’nin başlattığı dinler savaşı nedeniyle, insanlığın bu güzel mirası, 3 yıl sonra yerle bir oldu. IŞİD, caminin yıkılmasından ABD’yi sorumlu tuttu. ABD ve Irak yönetimi ise yenilen örgütün çekilirken camiyi patlattığını söyledi.

Hangisi doğru bilmiyoruz. Ancak FETÖ’nün “ılımlı maskeli” İslamcılığının da öbürlerinin “radikal görünümlü” İslamcılığının da en büyük zararı yine Müslümanlara verdiğini görüyoruz.

İnançları medeni bir şekilde yaşamanın, onu kılıçların da çıkarların da gölgesinden kurtarmaktan başka bir yolu var mı?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Büyük kamu-özel işbirliği projelerinin hazırlanmasında bir defa değil bin defa dikkatli olunmalı - ŞehribanKıraç / Cumhuriyet

Prof. Dr. Uğur Emek: 13 Mart -1 Haziran arası pandemi döneminde Osmangazi köprüsü dahil Gebze-İzmir otoyolunda, Yavuz Sultan Selim Köprüsünde ve Avrasya tünelinde verilen gelir garantileri toplamı 1.5 milyar TL’dir.

Başkent Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı ve eski Devlet Planlama Teşkilatı planlama uzmanı Prof. Dr. Uğur Emek, Kamu-Özel-İşbirliği (KÖİ) sözleşmelerin parasal büyüklüğünün yüzde 78’inin 2008 yılı sonrasına ait olduğunu söyledi.

 İstanbul Havalimanı, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Akkuyu Nükleer Santralı ve şehir hastaneleri dahil yapılan bu projeleri kullansın ya da kullanmasın yurttaşa da büyük fatura çıkıyor. Uğur Emek'e göre, 150 milyar dolarlık bu garantilerin 81 milyarı şehir hastanelerinde kesinlikle vergi mükellefleri tarafından, diğerlerinde de kullanıma bağlı olarak hizmet kullanıcıları ve vergi mükelleflerince ödenecek. Pandemi süresinde 4 ay boyunca kullanılmayan ulaştırma projelerinde firmalara 1.5 milyar TL ödendiğine dikkat çeken  Prof. Dr. Uğur Emek ile son yıllarda hız kazanan KÖİ projelerini ve eksikleri konuştuk.

YÜZDE 78'İ SON 12 YILDA

- Son yıllardaki kamu özel işbirliği ve yap işlet devret projelerinin bütçeye ne kadarlık yük getiriyor? Bu yük hem kamu hem yurttaş için ne anlama geliyor, bu projelerin yurttaşın cebine etkisi nedir?

1990’lı yıllarda Yap-İşlet-Devret (YİD) yöntemiyle yaptırılan elektrik üretim santrallerinde döviz üzerinden al yada öde garantileri verildi. 2001 finansal krizindeki kur şokundan sonra bu garantiler bütçe üzerinde büyük yük oluşturdu. Bu nedenle hazine garantisi uygulamasına son verildi. 2008 küresel finansal krizinden sonra büyük merkez bankalarının bastıkları paralar gelişen ülkelere de yönelmeye başladı. Türkiye bu ucuz ve kolay finansmanı Kamu-Özel-İşbirliği (KÖİ) projeleri için fırsat olarak gördü. Bu projelerin başlangıç yatırımları özel sektör finansmanıyla karşılanmakta ve dolayısıyla başlangıçta devlet bütçesinden para çıkmamaktadır. Ödemeler sözleşme dönemi boyunca yıllara yayılmaktadır. Bu süreçte sadece yeni projelerin inşasına yönelik değil, mevcut tesislerin işletme haklarının devirlerine (İHD) yönelik yöntemler de geliştirildi. Bu yöntemde bir taraftan mevcut tesislerin yenileme yatırımları özel sektör finansmanıyla gerçekleştirilmekte diğer taraftan da devlet gelecekte kendi elde edeceği gelirleri sözleşme döneminde peşin olarak tahsil etmektedir.

1980’li yıllardan bu yana imzalanan KÖİ sözleşmelerin parasal büyüklüğünün yüzde 78’i 2008 yılından sonrasına aittir. Diğer bir değişle toplam 156 milyar dolar değerindeki sözleşmelerin, 121 milyar dolarlık kısmı bu dönemde imzalandı. Bunların 66 milyar doları İHD sözleşmesidir. Yani devlet gelecekte kendisinin gelir elde edeceği tesislerin işletme haklarını bu bedel üzerinden özel sektöre devretti. Yaklaşık 55 milyar dolarındaki yeni yatırımlara ilişkin sözleşmeler ağırlıklı olarak sağlık ve ulaştırma sektörlerinde imzalandı. Yat limanları dışındaki ulaştırma projelerinde özel sektöre sözleşmede belirlenen kullanım miktarı ve ücret üzerinden gelir garantisi verilmektedir. Gerçekleşen gelir, sözleşmede belirlenenden daha düşükse aradaki farkı devlet, yani vergi mükellefleri ödemektedir. Bu ödemeler koşullu yükümlülüktür. Talep öngörüldüğü gibi gerçekleşmediğinde ortaya çıkmaktadır. Bu garantilerin toplamı yaklaşık 33,8 milyar dolardır. Ayrıca ulaştırma projelerinde Hazine ve Maliye Bakanlığı, şirketlerin bankalara olan kredi borçlarını gerektiğinde üstlenmek amacıyla 17,2 milyar dolar tutarında borç üstlenim taahhüdünde bulundu.

Sağlık sektöründeki sözleşmelerde ücretleri doğrudan Sağlık Bakanlığı ödemektedir. Yani yükümlülükler ulaştırmada olduğu gibi koşullu değil doğrudandır.2022 yılı bütçe tahminine göre şehir hastanelerindeki kullanım ve hizmet bedeli ödemelerinin 25 yıllık toplam tutarı 81 milyar dolardır.

Bir de Rus devletiyle imzalanan antlaşmaya istinaden ve YİD yöntemiyle yaptırılan Akkuyu Nükleer Enerji santrali var. Buradaki al ya da öde garantisi toplam 35,2 milyar dolardır.  Faaliyete geçen şehir hastaneleri ve ulaştırma projelerine ilişkin gelir garantisi ödemeleri 2017 yılından beri ilgili kurumların bütçelerinde gösterilmektedir.

150 milyar dolarlık bu garantilerin 81 milyarı şehir hastanelerinde kesinlikle vergi mükellefleri tarafından ödenecektir. Diğerlerinde de kullanıma bağlı olarak hizmet kullanıcıları ve vergi mükelleflerince ödenecektir.

BİLKENT ŞEHİR HASTANESİ YÜZDE 73 DAHA PAHALIYA YAPILDI

- Bu projelerde yapılan belirgin hatalar ve eksikler nelerdir?

Bu projeler uzun süreli sözleşmeler çerçevesinde yapılmaktadır. Geleceğin belirsizliğinde uzun süreli sözleşme yazmak kolay değildir. Ayrıca geleceği öngörmek konusunda insan aklının da bir kapasitesi vardır. Buna eksik sözleşme iktisadında sınırlı rasyonellik deniliyor. Bu nedenle uzun süreli sözleşmelere konu projeleri küçük tutmalı ve dolayısıyla karmaşıklıktan kaçınmalıdır. Ayrıca ihtiyaç tespitinden fizibilitelerin hazırlanmasına, ihaleden sözleşme yazımına kadar geçen süreçler çok özenli yönetilmelidir gerekmektedir.

Birincisi, bu projelerin ihtiyaç analizleri objektif bir yönteme göre yapılmamaktadır. Ayrıca, projeler çok büyütülerek sözleşmeler karmaşık hale getirilmektedir. Dünya Bankası verilerine göre Türkiye’de ortalama KÖİ proje büyüklüğü 640 milyon dolardır ve veri setinde yer alan 144 ülke içerisinde Türkiye ilk sıradadır. Avrupa ülkelerinde ortalama sözleşme büyüklüğünün 200 milyon avro civarında olduğu da göz önünde bulundurulursa, bizdeki projelerin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Bu nedenle bu projelerin hazırlanmasında ve sözleşmelerin yazılmasında bir defa değil bin defa dikkatli olunmalıdır. Aksi takdirde projeler öngörülen sürede bitmeyecek, maliyet artışları yaşanacak ve sözleşmeler sıkça revize edilecektir. Dünya Bankası’nın Latin Amerika ülkeleri yaptığı bir çalışmada, sözleşme değişikliklerinin kahir ekseriyetinin özel sektör lehine olduğu bildirilmektedir.

Türkiye’de mevzuatın öngörmesine rağmen, projelerin ekonomik, finansal, çevresel, sosyal, hukuki ve bütçe etkilerini analiz edecek spesifik yöntemler geliştirilmemektedir. Bu nedenle de projelerde maliyet aşımı yaşanmakta ve sözleşmelerde sıkça değişiklikler yapılmaktadır. Bu hususlar Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığına dönüştürülen Kalkınma Bakanlığının 2014 yılında yayımladığı KÖİ Özel İhtisas Komisyonu Raporunda ayrıntılı biçimde açıklanmaktadır.

Sağlık Bakanlığının 2017 bütçe görüşmelerinde milletvekillerine dağıttığı bir çalışmada, Bilkent Şehir Hastanesinin geleneksel yöntem yerine KÖİ ile yapılması sayesinde yüzde 24 maliyet tasarrufu sağlandığı belirtiliyor. Çalışmadaki yöntemin aynısını kullanarak hesaplamayı bir de ben yaptım. Bakanlık çalışmasındaki trikleri ve maddi hataları düzelttikten sonra KÖİ yöntemiyle yapılan Bilkent Şehir Hastanesinin aslında geleneksel yönteme göre yüzde 73 daha pahalı olduğunu buldum. Bu da kurumların fizibilite çalışmalarındaki özensizliklerine önemli bir örnektir.

Gebze-İzmir otoyolunun öngörülen maliyeti 6.5 milyar dolardır. Cumhurbaşkanı Erdoğan açılışta projenin 11 milyar dolara gerçekleştiğini belirtti. Gerçekleşen maliyet artışı yüzde 70 ya da 4.5 milyar dolardır.

Açık kaynaklardan öğreniyoruz ki eksik ve/veya hatalı yazılan sözleşmeler özellikle de finansal kurumlarla yapılan finansman görüşmelerinde sıkça değiştiriliyor.

Son olarak, maalesef mevzuata aykırı biçimde kurumlarımız bu sözleşmelerden kaynaklanan borçların büyüklüğünü şeffaf bir biçimde kamuoyuna rapor etmiyor.

HASTANE KAPASİTELERİ 200-600 YATAK YERİNE 2 BİN YATAK

- Pandemi sürecinde şehir hastaneleri çok gündeme geldi. Bunlar varken acilen pandemi hastaneleri kuruldu,  şehir hastanelerine akan para ve garantileri de gözönüne getirdiğimizde bu projeleri neden yanlış oldu?

Öncelikle şunu belirtmeliyim. Şehir hastaneleri yeni kapasite yaratmak için uygulanan bir politika değildi. Şehir merkezindeki mevcut hastaneler kapatılıp şehir hastaneleri bünyesinde birleştiriliyordu. Bu nedenle de yeni yatak kapasitesi yaratılmıyordu. Ancak Pandemi sürecinde hastane yatağı ihtiyacı ortaya çıkınca, yeni şehir hastanesi açılan illerde mevcut hastanelerin kapatılması politikasına şimdilik son verildi. 

Mevcut hastanelerin bir kısmının yenilenmesi ve/veya yıkılıp yapılması gerekebilir. Ancak, bunların kapatılıp şehir merkezine görece uzak bölgelerde tek bir hastane bünyesinde toplanması ölçek ve kuruluş yeri seçimi sorunlarını da beraberinde getiriyor.

Yapılan uluslararası akademik çalışmalarda optimal hastane kapasitesinin 200-600 yatak arasında değiştiği belirtilmektedir. Bu sınırların altındaki ve üstündeki hastanelerden verimlilik elde edilememektedir. Bizde 19 şehir hastanesinin 12’sinde yatak kapasitesi 1000'in, dördünde de 2 binin üzerindedir. Bu büyük kapasiteler hastanelerin operasyon maliyetlerini artırmakta, yönetimlerini zorlaştırmakta ve hastane içi ulaşım sorunu yaratmaktadır. Örneğin, ameliyat olan bir hasta yoğun bakımdan çıkartıldı ve polikliniğe getirildi. Kampüs şeklinde tasarlanan şehir hastanelerinden genellikle ameliyathaneler ve poliklinikler farklı binalardadır. Hasta bir fenalık geçirse, tekrar yoğun bakıma alınması uzunca bir süre alıyor. Bu nedenle de hastaların gereğinden daha uzun süre yoğun bakım ünitesinde tutulabiliyor.

İkincisi bu hastaneler şehir merkezlerine uzak yerlerde inşa ediliyor. Evrensel sağlık hizmetinin ön koşulu sağlık hizmetlerine başta yaşlılar ve yoksullar olmak üzere tüm vatandaşların kolayca erişmesidir. Büyük şehirlerde bu vatandaşlar toplu taşım araçlarıyla şehrin bir ucundan diğerin ucuna taşınmak zorundalar. Özellikle de özel aracı olmayan yaşlı ve yoksul vatandaşlarımızın bu hastanelere ulaşması çok zordur.

Uluslararası uygulamalar teknolojinin hızlı değiştiği alanlarda uzun süreli KÖİ sözleşmesi yapılmasını tavsiye etmemektedir. Çünkü 25 yıl gibi uzun süreli sözleşmelere hızla değişen teknolojik ürünler konu edilirse, teknoloji değiştikçe sözleşme değişikliği yapma ihtiyacı da ortaya çıkacaktır. Bu da sözleşmeleri karmaşık hale getirmekte ve sözleşme yazımını zorlaştırmaktadır. Öte yandan, en azından sağlık teknolojilerindeki değişimin hızına göre sözleşme değişikliği ihtiyacı da artacaktır. Bu da ciddi bir endişe nedenidir. Bu nedenle hastanelerdeki KÖİ sözleşmelerinin sadece otelcilik hizmetlerini kapsaması önerilmektedir. Şehir hastaneleri sözleşmeleri binlerce teknolojik makine-teçhizatı da kapsamaktadır. 

PANDEMİDE KULLANILMAYAN PROJELERE 1.5 MİLYAR LİRA GARANTİ

- Pandemi süreci devam ederken özellikle karantina süreçlerinde gerek otoyollar gerekse İstanbul Havalimanı ve diğer yap işlet devret projeleri mart-haziran dönemi boyunca çok sınırlı kullanıldı. Buralara verilen devlet garantileri ödenmek zorunda mı? Neler önerirsiniz? Sadece pandemi döneminde ödenmesi gereken garanti ne kadar?

Pandemi sürecinde mücbir sebep gerekçesiyle devletin özel sektöre ödeme yapamayabileceği konusu daha önceden de tartışıldı. Ancak, sözleşmelere göre bu mümkün görünmüyor. Gelir garantileri, zaten öngörülen trafiğin gerçekleşmeme ihtimaline karşı görevli şirketleri korumak amacıyla verilmektedir. Çünkü talep tahmini sorumluluğu devlete aittir. Devlet ihaleden önce bir talep tahminin de bulunuyor özel sektör de buna güvenerek sözleşmeye teklif veriyor.

Burada sorulması gereken soru talep tahminlerinin neden bu kadar büyük tutulduğudur?

Eğer eser bırakmak saikıyla projeleri ihtiyacınızdan daha büyük tutarsanız, gerçekleşen tüketim de talep tahmininizin altında kalır.

Türkiye’de KÖİ’lerin proje finansmanı sözleşmelerinin süresi 15-18 yıl arasındadır. Avrupa’da bu süre 27 yıldır ve çok daha uzundur.

Projeler büyürse ve sözleşme süresi kısalırsa, projenin kâr ve finansman gideri dahil toplam maliyetini karşılayacak gelir akımının süresi de kısalır. Böylece gelirin bileşenleri olan ücret ve/veya kullanım garantisi artar. Osmangazi köprüsü üzerinden bunu örneklendirebiliriz. Sözleşmeye göre günlük trafik garantisi 40 bin otomobil ve geçiş ücreti de 35 dolardır. Sözleşme süresi de 15 yıldır. Üçünü çarptığımızda 7,7 milyar dolarlık gelir garantisi ortaya çıkıyor. Sözleşme süresi 15 değil de 30 yıl olsaydı (faiz giderini bir an için ihmal edersek) aynı geliri elde etmek için araç garanti miktarını ve/veya geçiş ücretini düşürebilirdik. Araç trafiğini sabit tutarsak, 30 yıllık sözleşme sürecinde geçiş ücretimiz 35 değil 18 dolar olurdu. Şunu anlıyoruz ki projeleri büyütürken, finansman sözleşmesinin süresini de uzatamıyorsanız kullanıcının ödeyemeyeceği ücretlerle karşılaşıyorsunuz. Büyük bir projelerin bir olumsuz bir yanı da budur.

Pandemi döneminde ulaştırma KÖİ projelerinin kullanılmadığı ve/veya çok az kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Sözleşme ücretlerine göre bu okulların ilk tatil olduğu 13 Mart ve normalleşmenin başladığı 1 Haziran tarihleri arasında dört ayda Osmangazi köprüsü dahil Gebze-İzmir otoyolunda, Yavuz Sultan Selim Köprüsünde ve Avrasya tünelinde verilen gelir garantileri toplamı 1,5 milyar TL’dir (224 milyon dolar). Kullanıma bağlı olarak bu ödemelerin çoğu milli bütçeden yapıldı.

YÜZDE 82'Sİ 8 FİRMANIN ELİNDE

- Son yıllardaki devlet garantili projelerin coğunun belli firmalara verildiğini görüyoruz, burada sizce neler gözetiliyor, sözleşmeler yeterince açık mı?

Diğer ülkelerdeki KÖİ piyasalarında da çok az oyuncu faaliyet göstermektedir ve bu nedenle de bu piyasalar oligopolistik bir yapıdadır. Şehir hastaneleri örneğinde, yaklaşık 31 bin yatak kapasitesinin yüzde 72’si 4 firmanın kontrolündedir. 2008-2013 arasında imzalanan sözleşmelerin parasal büyüklüğüne göre yüzde 82’sini 8 şirket kazandı. Dünya Bankası verilerine göre dünyanın en büyük 10 KÖİ müteahhidi şirketin 5’i Türkiye’dendir. Bütün bunlar bu sözleşmelerin ihalelerinden sonra Türkiye’de de oligopolistik bir piyasa yapısının oluştuğunu göstermektedir.

Bu sözleşmelerde bir de yüzde 20 oranında asgari özsermaye şartı var. Ayrıca, projeler büyüdükçe mali ve teknik yeterlik şartları çok daha önem kazanıyor. Bunların hepsi de ihaleye/pazara giriş engeli yaratıyor. Sonuç itibariyle, diğer gelişen ülkelere benzer biçimde piyasadaki oyuncu sayısı birden azalıyor.

Sözleşmeler maalesef ticari sır gerekçesiyle kamuoyuyla paylaşılmıyor. Uluslararası iyi uygulamalara göre sözleşmelerin tamamının olmasa da önemli unsurlarının kamuoyuyla paylaşılması gerekmektedir. Çünkü bunlar sıradan ticari ortaklıklar değildir. Ticari ortaklar bir araya gelip, kâr gibi ortak amaç fonksiyonlarını en çoklamaya çalışır. KÖİ sözleşmelerinde özel sektör doğal olarak kârını en çoklamak için fiyatı artırmak ister. Oysa Devletin önceliği vatandaşlarına bu tür kamu hizmetlerini en kaliteli ve en ucuz (mümkünse ücretsiz) biçimde sunmaktır. Çünkü bu hizmetlerin bedelini günün sonunda hizmet kullanıcısı ve/veya vergi mükellefi olarak vatandaşlar ödemektedir. Başka her türlü tüketiminde ödemelerini karşılığını sorgulayabilen vatandaşlar, KÖİ projelerinde bu hakka sahip değil maalesef.

AÇILIŞ KURDELESİ KESMEK SİYASETÇİLER CAZİP GELİYOR

- Uzun dönemdir Türkiye'de kriz olmasına ve gelir getirmemesine rağmen bu projelerin yapımında neden ısrar ediliyor? Şimdi sırada Kanal istanbul dahil başka projeler de var.

Öncelikle belirtmem gerekiyor şehir hastanelerinde KÖİ yöntemi durduruldu. Sağlık Bakanlığı 31 bin yatak kapasiteli 19 KÖİ şehir hastanesi sözleşmesi imzaladı. Geri kalan 10.300 yatak kapasiteli 10 şehir hastanesini kamu finansmanıyla gerçekleştirmek için 2020 yılı kamu yatırım programına aldı. Ancak, pandemi sürecinde bunların tekrar KÖİ yöntemiyle gerçekleştirilebileceği söylentileri de ortaya çıktı. Söylentileri bir kenara bırakırsak, şu an için biliyoruz ki şehir hastanelerinde KÖİ yönteminden vazgeçildi.

Temel atmak ve açılış kurdelesi kesmek açısından bakıldığında, KÖİ siyasetçiler için gerçekten çok cazip bir yöntemdir. Daha önce de söylediğim gibi başlangıç yatırımları için bütçeden harcama yapılmıyor. Ödemeler uzun süreli sözleşmeler çerçevesinde yıllara yayılıyor. Bir de muhasebe trikleri çerçevesinde bu sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülükleri kamu borç stoku içerisinde göstermiyorsunuz. Bu nedenle kamu borç stoku gerçeğinden daha düşük gösteriliyor. Böylece kamu finansmanı da gerçeğinden daha güçlü görünüyor.

Siyasetçiler bir de eser bırakma kaygısıyla devasa projelere ilgi gösteriyor. Nitekim Yerelden Globala isimli kitabında THY eski Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu Atatürk Havalimanına yapılacak ilave bir pist ile kapasite sorunu çözülebilecek iken, dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırımın eser bırakma kaygısı nedeniyle yeni havalimanında ısrarcı olduğunu belirtiyor. Ayrıca devasa proje yapıp para kazanmak iş adamlarına da cazip geliyor. İlginç bir biçimde vatandaşlar da böyle büyük projeleri seviyor. Kanal İstanbul’da da böyle olacak sanırım.

ŞEFFAFLIK ŞART

- Bu dönemden sonra büyük kamu projeleri ve yap işlet devret projelerinde nasıl bir yöntem izlenmeli neler öneriyorsunuz?

Öncelikle kamu projelerinde optimal ölçek seçimine dikkat edilmelidir. Projelerin döngü yönetimi çerçevesinde ihtiyaç analizlerinde, fizibilite çalışmalarında, ihalelerin tasarımında, sözleşmelerin yazımında ve projelerin takip ve değerlendirmesinde çok özenli davranmalıdır. Bu konuda spesifik yöntemler geliştirilmeli ve etkili biçimde uygulanmalıdır. Proje geliştirme süreci şeffaf ve paydaş katılımına açık olmalıdır. Katılımcılık ve paylaşımcılık daha önce belirttiğim sözleşme yazımındaki sınırlı rasyonellik sorununu da hafifletecektir. Ayrıca projeler küçültüldüğü ölçüde, bu değerlendirmeler daha sağlıklı biçimde yapılabilecektir.

Daha da önemlisi ihtiyaç planlamalarına önem verilmelidir. Bizim kamu yönetiminde nedense normal dönemlerde bile ihtiyaçlar son anda ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de bürokratlar projeleri bir an önce hayata geçirmek için aceleci bir telaşla fizibilite, ihale ve sözleşme gibi konularda da gereken özeni göstermezler.

Şehir hastaneleri gibi sözleşme bedelini devletin ödediği KÖİ projelerini ilk defa Birleşik Krallık hayata geçirdi. Burada ortalama sözleşme büyüklüğü bizim üçte birimizdir. Birleşik Krallık görece küçük bu projelerin fizibilitelerini ortalama 24 ayda tamamlamaktadır. Ortalamanın altının ve de üstünün de olduğunu göz önünde bulundurulursa, bu sürelerin daha da uzayacağı görülecektir. Ancak, bizim yetkililerimiz bu kadar uzun sürede ve ayrıntıda çalışma yapacak kadar sabırlı değiller maalesef.

Daha öncede söyledim siyasetçiler oylarını artırmak için kısa sürede ve çok sayıda büyük proje yapmak isteyebilir. Çünkü onların uzun dönemi gelecek seçimlerdir. Seçimi tekrar kazanmak adına projeleri bir an önce hayata geçirmek isteyebilirler. Ancak bu projelerin ekonomik, sosyal ve çevresel çok uzun süreli etkileri bulunmaktadır. Bu nedenle bürokratların siyasetçilerden gelen bu talepleri teknik yöntemlerle çok iyi filitremeleri gerekmektedir. Bu projelerin fayda ve maliyetlerini çok iyi dengelemeliler ve gelecek nesiller üzerindeki olası yüklerini siyasetçiler çok iyi anlatmalılar.

ŞehribanKıraç / Cumhuriyet