28 Aralık 2020 Pazartesi

Selefiler rahat olsun, sadece istismar kurbanı çocuğun hakkını savunan STK’ler kapatılacak!- Erk Acarer / Birgün

 İçişleri Bakanlığı’nın sivil toplum kuruluşlarına (STK) kayyum atama yetkisi yasalaştı. ‘Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi’ Meclis’ten geçti. AKP’nin sunduğu 43 maddeye dair muhalefetin sunduğu değişikliklerin tümü reddedildi.

“İslamcılar kaygılanmasın”

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yasa ile diken üstündeki İslami derneklere, “Uygulamadan muaf olacaksınız” müjdesi verdi. Soylu, Yeni Şafak Yazarı Yusuf Kaplan’ı arayarak, “Yasanın, STK’lerin İslami çalışmalarını engellemesi söz konusu değil” açıklaması yaptı.

Amaç açık

Belediyelere, sendikalara, barolar ve meslek odalarına saldırıların kapsamı hedefteki dernek ve STK’ler ile genişleyecek. Amaç AKP-MHP ittifakına aykırı sesleri tamamen susturmak, yurttaşın taleplerini bastırıp, sahada iktidarın kirli politikaları ile mücadele eden örgütlüleri dağıtmak.

Para kaynaklarına denetim

Meclis’te113’e karşı 254 oyla kabul edilen düzenleme ile mevcut dernek ve vakıfların hem yardım toplama faaliyetleri hem örgütlenme özgürlükleri ciddi şekilde daraltılıyor. Hükümetten ekonomik destek almayan derneklerin, ayakta durması da zorlaşacak.

Hızlı kapama süreci, OHAL sürüyor

Yasa, idari davalar yıllarca sürebildiği için faaliyetleri hemen durdurulamayan dernekleri bir imza ile kapanma sürecine sokuyor. Savcılara da ‘derneklere el koyma’ yetkisi verildi. Bu hızlı kapatma pratiği, Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarının kurumsallaştığını da gösteriyor.

Yasa aynı zamanda düşmanlaştırma, terörize etme faaliyetlerinde yeni bir çıtanın aşılması. Derneklerin malvarlıklarını ele geçirme planı ‘ganimetçi bir anlayışın’ yürürlükte oluşu demek. Yeni yasa, Anayasa'nın örgütlenme özgürlüğüne de Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara ise aykırı.

Kim etkilenecek?

Türkiye’de STK’ler bir yandan sistemin eksiklerini kapatıyor, bir yandan da aynı sistem tarafından yaratılan mağdurlara soluk oluyordu. Şimdi toplumun son nefes borularından bir daha tıkanıyor. Ötekiler ve dezavantajlı gruplar ile birlikte savunmasız yaşam alanları da etkilenecek.

Şimdi, istismara uğrayan çocuklar, öldürülen kadınlar, mağdur sığınmacılar, şiddet öznesi LGBTİ+ bireyler, bacakları kesilen canlılar, altın için tarumar edilen ormanlık alanlar, peşkeş çekilen doğal kaynaklar biraz daha kimsesizleşecek.

Bu ne yaman çelişki

Soylu, OHAL sonrası 370 derneğin kapatıldığını aktarmıştı: “Oralarda konaklayacaklar, pinekleyecekler, terör örgütüne destek sağlayacaklar, biz de onları meşru olarak göreceğiz. Vurduk kilidi, gitti. Hadi bakalım açın da görelim…” Bakan’a kapatılan bazı derneklerin tekrar açıldığına ilişkin bilgi verelim.

IŞİD, Türkiye’de başta Antep olmak üzere Genç Muvahhidler, Genç Ensar, Müslüman Gençler, Vahdet Derneği, Muhafazakâr Gençlik Derneği, Medeniyetler Derneği ve Ahsender isimli derneklerde örgütlendi. Başka illerde de çok sayıda radikal dernek vardı. Ankara Katliamı sanıkları Islah-Der, Ebu Hayat Vakfı ve Muhafazakâr Gençlik Derneği gibi yapılarda yer aldı.

Derneklerin en bilineni ise Genç Muvahhidler’di. Antep Hücresi sorumlusu ve '10 Ekim’ planlayıcısı Yunus Durmaz, dernekte aktifti. Durmaz’ın Ankara saldırısı sonrası başlayan operasyonlardan birinde, polisle girdiği çatışmada üzerindeki bomba yeleği ile intihar ettiği iddia edildi.

Radikal dernekler isim değiştirip yollarına devam etti. Fakat bazıları buna da gerek göremedi! ‘Terör’ ile uzaktan yakından ilgisi olmayan çok sayıda kuruluşun kapısına OHAL ile kilit vurulurken, Genç Muvahhidler Derneği, darbe sonrası da faaliyetlerini sürdürdü. Kapatıldığı iddia edilse de ‘yardım faaliyetlerine’ ve bağış ile para toplamaya devam ediyordu. Kamuya açık alanlarda iftar verdi. Bugün Antep’te aktif. Bir dergisi bile var.

Polat Ailesi'nin Antep’in bilinen IŞİD üyesi ailelerinden olduğu ileri sürülüyor. Genç Muvahhidler Derneği’nin Başkanı da ‘Aytaç Polat’ olarak görünüyor. Polat, 2000’li yıllardan itibaren el-Kaide içinde. Sayısız kez gözaltına alındı, 3 kez tutuklandı. Afganistan, Pakistan, Suriye’yi baştan başa gezdi. ‘Türk Taliban’ olarak biliniyordu.

Çok sayıda dosyada ismi var. 2016’da, Antep Savcılığı’nın, 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği dosyada adı, ‘Ankara’ sanıkları ile geçiyor. Eski el-Kaide üyesi olarak tanımlanıyor. Dosya, sanıkların Antep’te ormanlık alanda kamuflajlı eğitim yapmalarına ilişkin.

Yine Yunus Durmaz’ın aktif olduğu Ahsender de bugün Genç Muvahhidler Derneği’ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdürüyor. IŞİD’in amblemini kullanıyor. İnternetten yayın yapıyor. Yasa ile gündeme gelen bu çelişkiler, bir kez daha iktidarın kime karşı ve kimin yanında olduğunu anlatıyor.

Erk Acarer / Birgün

Çağlargiller, Uzangiller ve merkez-sevicilik - Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

“Önümüzdeki yıl Türkiye’nin reform yılı olacak” vaatleri havada uçuşurken koyu karanlık, ülkenin üzerine çökmeye devam ediyor. 

AİHM’in Demirtaş kararı sonrasında iktidarın takındığı tutum, derneklere kayyum atamayı kolaylaştıran düzenleme, baroları bölen uygulamanın bir benzerinin TTB ve TMMOB için planlandığını bizzat Erdoğan’ın söylemesi, Olay TV’nin karartılması 2021’in demokratik muhalefet açısından hiç de kolay geçmeyeceğinin kanıtı niteliğinde. Belli ki önümüzdeki yıl, rejim üzerindeki mücadelenin en zorlu yılı olacak.

Olay TV’nin 26 günlük yayın hayatının iktidarın doğrudan ya da dolaylı müdahalesiyle sonlandırılması birçok soru işaretini beraberinde getirdi. Uzunca bir süre medya sektöründe görünmeyen Cavit Çağlar başlangıçta Olay TV projesine neden ikna olmuştu? Bir ana akım haber kanalı kurmayı kabul ettikten sonra neden kısa sürede çark etmişti? Tehdit mi edilmişti, yoksa fikir mi değiştirmişti? Kanalın yayın politikasının bu karartmada etkisi ne kadardı? Bütün bu sorulara iktidar-sermaye-medya ilişkisine dair son 18 yılın tecrübesini es geçerek cevap vermek mümkün değil.

AKP’nin kendi medyasını yaratma operasyonunun iktidara geldiği ilk yıllara kadar götürülebileceği herkesin malumu. Merkez medyayı da 2010’dan itibaren adım adım kendine bağladı. Çağlar’ın kurmakla övündüğü NTV, Şahenk’e geçtikten bir süre sonra iktidara yanaşmak zorunda bırakıldı. 2013 gibi erken bir tarihte muhalif potansiyeli olan gazeteciler ya ekran arkasına çekildi ya da kovulmaya başladı. CNN Türk’ün satılmadan önceki son hali ve şimdiki durumu Türkiye’de bir ana akım haber televizyonculuğunun AKP iktidardayken mümkün olmadığını somutladı.

Bugün sermayesi ve kadrosuyla Saray’ın onayından geçmeyen bir kanalın RTÜK’ten izin alarak kurulması olası değil. Sözcü TV’nin bir türlü yayın hayatına başlayamamasının arkasındaki en önemli neden de bu. Yandaş olmayıp medyada kendine yer bulmak isteyenler ancak frekans tahsisi daha önceden yapılmış kanalları satın alarak bu alana girebiliyorlar. Olay TV’nin “dönüştürülme” hikâyesi de böyle bir girişimin yakın dönemdeki örneğiydi ve yerel seçimlerden sonra ete kemiğe bürünen merkez medyayı diriltme çabasının uzantısıydı.

90’ların sağ siyasetinin şaibeli bir figürü olmanın ötesinde devlet-sermaye-rant ilişkilerinin sembol isimlerinden biri olan Çağlar, “demokrasi havarisi” falan olduğundan değil, bu alanda bir “boşluk” olduğunu ve o boşluğu doldurmanın muhtemelen politik ve ekonomik kazanç sağlayabileceğini düşündüğünden ortaklığa adım attı. Böylece iktidarın oklarını üzerine çekmeden AKP sonrasına hazırlanıp hazırlanılamayacağı sermayenin bir kanadı tarafından ve medya üzerinden test edilmiş oldu. Zamanın ruhunu idrak edemeyen proje ölü doğdu ancak bu başarısızlığın faturası yine gazetecilere kesildi.

Muhalif medyanın kaynakları kısıtlı, iktidarın hışmına uğrayan tüm gazetecilere iş sahası açacak maddi güçleri yok. İşsiz medya emekçileri, Çağlar’ı “makbul” gördükleri için değil merkez medya olmaya oynayan bir kurumda çalışma olasılığı doğduğunu düşündükleri için Olay Tv’nin yolunu tuttu. Hal böyleyken mağdur edilmiş medya emekçilerine “Çağlar’a nasıl güvendiniz” diye sormak ne izana ne de insafa sığar. Asıl sorulması gereken soru neden medya özgürleşmesini toplumsal bir talep hale getiremediğimiz, objektif haber kanallarını neden büyütemediğimiz olmalı.

Başta kanal yöneticilerine “tehdit ediliyorum” dediği iddia edilen Çağlar, şalteri indirdikten sonra yayın politikasında HDP’ye yakınlaştılar diyerek iktidarın muhalefete karşı stratejisini yineleyen bir söyleme doğru çark ediverdi. Çağlar’ın görüştüğü ya da görüştürüldüğü İslamcı medya temsilcisi Dağlı da beyanatıyla buna destek verdi. “Türkiye çizgisi” gibi bir habercilik kriteri olduğunu da böylece kendisinden öğrenmiş olduk! Halbuki “Türkiye çizgisi” dedikleri şey halkın haber alma özgürlüğü önündeki ne büyük engel.

Olay TV hadisesinden siyasetin çıkaracağı çok ders var. “Merkezi ihya etme” projesinin bugünün Türkiyesinde imkân dahilinde olmadığı gerçeği bu derslerin başında geliyor. “Merkez”den kast ettiğimiz yalnızca medya değil siyaset de buna dahil. Gerçek bir değişimi değil de “mış gibi yapmayı” önceleyen, sermaye lehine çalışan sınıfların taleplerini soğuran, toplumsal arayışları sahte bir uzlaşma hikâyesine hapseden merkez siyasete “dönüş”, kitlelerin arkasında duracağı gerçek bir seçenek olamaz. Halkın beklentisi açlıkla, yoksullukla, yolsuzlukla, bağnazlıkla açıkça ve korkusuzca mücadele edilmesidir. Böylesi bir mücadelenin araçlarının medyadan sokağa her alanda kurulması cesaretinin gösterilebilmesidir. Aksi durumda sağ vasatın temsilcisi olan Çağlar gibiler, Uzan gibiler karabatak misali ortaya çıkıp iktidarın ekmeğine yağ sürmeye devam ederler. 

Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Büyük şehirleri ancak büyük yazarlar anlatır - Işıl ÇALIŞKAN / BİRGÜN

 

Ülkemizin en üretken sanatçılarından Mehmet Güreli, “Şehirli Karınca” kitabının ardından “Koş Git Bir de Sen Bak” isimli plağını dinleyici ile buluşturdu. 

Büyük şehirleri ancak büyük yazarların anlatabildiğine inandığını ifade eden Güreli, “Ve zaman insana geçitlerden, dar kapılardan, köprülerden sessizce geçmeyi öğrettiği gibi, kimin hikâyesinin kimin hayatıyla örtüştüğünü de öğretiyor” diyor.

On parmağında on marifet deyiminin karşılık bulduğu bir isim Mehmet Güreli. Müzisyen, ressam, yazar, şair, yönetmen… Tüm bu tanımlamaların vücut bulduğu sanatçı, sanatseverlere disiplinlerarası yolculuğunda şahane eserler sunuyor. Üstelik her bir eserinde yeni keşiflere yelken açıyor.

Sel Yayınları’ndan çıkardığı Şehirli Karınca isimli kitabını okuyucuyla buluşturan sanatçı, çok geçmeden yeni plağı ile sanatseverlerin karşısına çıktı. Ada Müzik etiketiyle çıkardığı plak, Güreli’nin albümlerinden 13 şarkılık bir seçkiden oluşuyor. Sanatçıyla hem kitabını hem de albümünü konuştuk.

► Karantina günlerinde bile dur durak bilmeden üretimlerinizi sürdürüyorsunuz. Ama bir de sizden dinlemek isteriz. Nasıl geçti günleriniz, aylarınız?
Bir anlamda hayat beklenmedik olumsuzlukları da karşımıza çıkarıveriyor işte. Biz de buna göre yeni savunmalar, yeni yollar bulmaya çalışıyoruz. Kısıtlamalar ve zaman daha önce bilmediğimiz bir şekilde karşılıyor bizi. Ve hızla akıp giden bir dokuz ay bize çok şey öğretti. Benim için şöyle geçti: Çok çalıştım ve yeni şeyler öğrendim.

ALTERNATİF BULUŞLAR KAPIDA

► Sizin gözlemlerinizi de merak ediyorum. Pandemiyle birlikte sanat nasıl bir dönüşüm yaşayacak?

Her şey tam anlamıyla geçmeden, bunun bize neler hazırladığını, neden olduğu unsurları kestirmek tabii ki zor. Ama ipuçları şunu gösteriyor ki; tüm dünyada insanlar yeni bir bahçede, yeni duygularla, yeni kavramlarla dolaşmaya başladılar bile. Eskilerden çok uzakta zaman, mekân, sıkıntı ve duygular üzerine yeni kıvılcımlar yayıldı tüm dünyaya. Yaşamın değerleri üzerine de, hızlı değişimin farkına varamama, yetersizliklerin sorgulanması, bakış açılarının her saniye değişebilirliği birçok şeye yol açacak kuşkusuz.

Evin, mekânın büyüsü öne çıktı bence, bir de yürümenin anlamı çoğu kimseyi çarptı, geçti. Tabii yeni düzenlemeler, alternatif buluşlar kapıda.

► Peki sanatsız kalan bir toplumun yansımasıyla ilgili bir fikriniz var mı?
Bu çağ sanırım bize şunu öğretti: Neyle yaşıyoruzdan çok, neyimiz eksik olursa ne yaparız? Kendi seçtiğin bir dünyayı nasıl kurabilirsin? Hatta kurabilir misin? Hayatta aradığın neydi, hiç düşündün mü?
Duvarlar neden boş? Eve gelen kitaplar...

Hepsi bize neye ihtiyacımız olduğunu, zamana hâkim olmanın, yaşam sanatını bilmenin gerekliliğini, evde ne kadar az zaman geçirmenin ya da evde yaşamanın inceliklerini öğretmeye devam ediyor.

buyuk-sehirleri-ancak-buyuk-yazarlar-anlatir-822013-1.ŞEHİRLİ KARINCA BEN DEĞİLİM

► “Şehirli Karınca”. Bu siz olmalısınız…
Edebiyat, felsefenin en önemli yanı, başka kimliklerle, başka taşlarla buluşmanın, temasın yollarını açmaya çalışmasıdır. Bu yüzden anlattığınız bir kişi başka birinin izdüşümü, düşsel portresi olarak karşımıza çıkabilir.

Kısaca hikâyeyi okuduğunuzda orada anlatılan gerçekten altı arkadaşıyla göç eden bir karınca değil midir? Başka karıncalar tarafından çok çalıştırılmaktan bıkmış, yeni bir dünyaya açılmak isteyen bir asi karınca.

Belki de Amazon’daki yurdundan gemilerle daha sıcak ülkelere gitmek isteyen Bir Ateş Karıncası’nın uzaktan akrabasıdır, tabii bazı yönleriyle ama kesinlikle ben değilim...

► Kitabı okurken sizinle sohbet ediyor gibi hissettim. Kitapta birçok yazar, sinemacı, müzisyen tanıma ve hatta onlarla tanışma imkânı buluyorsun. Samuel Beckett, Başo, Günter Grass, Zweig, Frida Kahlo… İç dünyanızda sanatçıları konumlandırdığınız yeri nasıl anlatırsınız?
Henri Michaux, bir yerde şöyle yazıyor: “Yarasanın bir kuş olmadığını söyleyebilirsiniz. Ama o bütün kuşlara uçmayı öğretebilir.”
Büyük şehirleri ancak büyük yazarların anlatabildiğine inanırım. Önce kısa öyküler derken zamanla deneme benim artık vazgeçemediğim bir tür oluverdi. Ve zaman insana geçitlerden, dar kapılardan, köprülerden sessizce geçmeyi öğrettiği gibi, kimin hikâyesinin kimin hayatıyla örtüştüğünü de öğretiyor. Ve bir gün beyninizde sizinle birlikte yolculuklarla kendinden geçmiş bilgilerin elinizdeki anahtarlara dönüşmüş olduğunu gördüğünüzde Poe, Kafka, Stevenson, Birsel, Borges, Benjamin, Sait Faik ya da Cortazar’a neler borçlu olduğunuzu hissediyorsunuz.

► Yazdıklarınız yalnızca bu kitabı okumakla bitmiyor. Yepyeni meraklara yelken açıyor. İzlemek istediğiniz filmler, dinlemek istediğiniz şarkılar ve araştırmaya iten isimler oluyor. Bu bir yazar için ne ifade eder?
Abdülhak Şinasi Hisar ve Ahmet Haşim’in vapur beklerken sohbete kapılıp sık sık vapuru kaçırdıkları söylenir. Birbirlerine bir şeyler sunacak insanların durumudur bu. Dünyaların paylaşılmasıdır, hücrelerin pencerelerinin özgürce açılmasıdır bir anlamda.

► Yıllar önce Çetin Altan “deneme öykü” diye tanımlamıştı yazdıklarınızı. Siz ne dersiniz bu tanıma?
Konuyla hiç ilgisi olmayan, bazen de uzaktan yaklaşır gibi görünen epigramlarla başlar hikâye. Bu alışkanlık Montaigne’e kadar uzanır. Sonra Poe’da devam eder bu gizemli, tılsımlı deyişler.

“Kimse palmiyeler altında etki altında kalmadan yürüyemez” demişti Lessing.

Tabii Borges’le bize uzanır.

Sonra öykünün taşlarını örersiniz yavaş yavaş. Bende kahramanımız bir evin önünden geçerken hikâyeden çıkıverir ve bana o evde yaşayanların hayatıyla ilgili ipuçları bırakır. Nereye gittiğini anlamam bile; gözden kaybolur. İşte o ev Verlaine’in, Zweig’in ya da Flaubert’in kaldığı yer olabilir. Önce tam anlaşılamayan çizgiler zili çaldığınızda daha belirginleşir. Odalarda yanar lambalar, piyanonun başında, ya da masada birini görürsünüz, duvarda bir Dürer ya da Daumier gülümser size.

► Çok yönlü bir sanatçısınız. Sanatı birbiriyle örülmüş bir bütün olarak gördüğünüzü söylemek yanlış olmaz sanırım. Ne dersiniz?
Yine odanızda çalışırken bu kez başka bir odayı canlandırmak istersiniz ama bu kez duvarlarda Matisse karşılar sizi, piyanonun da yerini klavsen almıştır, ışık daha azdır. Birden Rembrandt’ın evi gelir aklınıza...

buyuk-sehirleri-ancak-buyuk-yazarlar-anlatir-822015-1.


BOB DYLAN PLAĞI HEYECANI

► Sizin şarkılarınızı ilk kez plaktan dinliyoruz. Günümüzde plak nasıl bir önem taşıyor? Artan ilgi neyle ilişkilendirilebilir?

Artık plak dinlemiyorum. Evde her şey CD formatında bende. Ama yıllar sonra bir 33’lüğün varlığı çok mutlu etti beni. Yıllar önce Paris’te birkaç Bob Dylan plağı için girdiğim kuyrukta duyduğum heyecanı yaşattı bana.

► “Koş Git Bir de Sen Bak”taki şarkılar nasıl bir seçkiyle bu plakta buluştu?
Görkem Yeltan ve Emre Karabulut’un önerileriyle benim seçimlerimi kaynaştırdık. Umarım en gözdeleri seçmişizdir...

► Hem kitap hem de plak kapağınızı şahane resimlerinizle yayımladınız. Portreleri yansıtıyorsunuz resimlerinizde. Bakış, duruş… Her biri konuşuyor adeta. Siz ne dersiniz?

Günlerim yazmak, çizmek, boyamak, okumak ve film izlemek olarak geçiyor denebilir. Çalışmak, çalışmak...

► Önümüzdeki günlerde bizi nasıl sürprizler bekliyor olacak?
Tuğba Çelik’le bir film üzerinde çalışıyoruz iki aydır. Sonra ayrıca resimleyeceğim bir novella var sırada. Sonra da sanat ve hiç kopmadığım sinemacılar ve yazarlar üzerine You Tube’da bir dizi konuşmalar yapmayı düşünüyorum...

Işıl ÇALIŞKAN / BİRGÜN

Siyasal İslamda arzu ve korku - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Biri, “Seçimleri kazansanız da iktidar size verilmeyecek” dedi, “rejimin” gerçeğini ortaya koydu. 

Bir diğeri de “hayatın bütün alanlarına müdahale etmek” istediklerini itiraf etti. Bu açık sözlülüğü, gittikçe artan bir özgüvene mi borçluyuz? 

Sanmıyorum.

Korku gittikçe koyulaşıyor

18 yıldır iktidardalar ama hâlâ inanamıyorlar. Modern Türkiye’nin yaşamında anakronik bir sapma olduklarını, türlü “parantezi kapıyoruz” hikâyeleri anlatsalar da aslında kalıcı olamayacaklarını ruhlarının derinliğinde hissediyorlar. Kavrayamamakta zorlandıkları bir geçekliğin içinde, zamanın kendilerinden yana akmadığını seziyorlar; korkuları paniğe dönüşüyor.

Seçimlerle ilgili sözler önemsiz. Çünkü zaten son on yılda en az iki kez seçimleri çaldılar. Burada, bir İslamcı “memurun” malumu ilam etmesinden öte bir durum yok.

Ancak Siyasal İslamın önde gelen entelektüellerinden birinin yükselmekte olan bir “deizm” eğilimine işaret eden, “Gelen dalga hepimizi silip süpürebilir” ifadelerinin, özellikle de “Türkçe” alerjisinin üzerinde durmaya değer.

‘Deizm dalgası’ mı dediniz?

Bir psikanalist, hastasını dinlerken sık sık şöyle düşünür: “Bunu söylüyor ama aslında ne söylemek istiyor?” Söz konusu yazarın “deizm dalgası korkusu” da böyle sorgulanabilir. “Ateizmden, komünizmden değil de deizm dalgasından korkuyorsunuz. Siz aslında neden korkuyorsunuz? Bu korkunun, ‘dinden uzaklaşıyorlar’ derken kastettiğiniz şeyle bir ilgisi olabilir mi?”

Burada analiz konusu hastamız (pardon yazarımız diyecektim) “deizmden” dem vururken, aslında, kendisinin anladığı biçimiyle gerçekleştirmeye çalıştığı, “hayatın her alanına müdahale eden, her alanında görünür olmaya niyetli” bir “dinden”, gençlerin uzaklaşmakta olduklarından yakınıyor.

Bu uzaklaşma eğiliminin arkasında iki neden olduğu kolaylıkla söylenebilir. Birincisi, bu dini sıradan insanların, gençlerin kendi kendilerine öğrenme şansları esas olarak yok. Çünkü bu dinin ana metinleri, sıradan insanların, gençlerin içine doğdukları dünyanın dilinden farklı bir dildendir. O zaman insanlar ister istemez, bu dini kaynak dilinden okuma ayrıcalığına sahip bir entelijansiyanın yorumlarına, bu dinin bilgisi üzerindeki tekelci denetimine bağımlı kalıyorlar. Dinden uzaklaşma olarak algılanan “deizm”, bu entelijansiyanın yorumlarından, bireyle tanrısı arasına girme ısrarlarından kurtulma çabası olarak da okunabilir; her durumda Müslümanlıktan uzaklaşma anlamına gelmeyebilir.

İkincisi, bugün kapitalist toplumun içinde haklar ve özgürlükler, adalet, baskı, sömürü sorunlarını yaygın biçimde konuşacak bir dil, “süreç olarak dinci faşizme karşın”, teknolojik olanakların da katkısıyla hâlâ kullanıma açıktır. Bu dili kullanmakta olan gençler (genel olarak bireyler) bir süre sonra, “dini yorumlama ayrıcalıklarından” beslenen, hayatın her alanını kontrol etmeyi arzulayan, bunu başardıkça ekonomik artıktan daha fazla pay alabilen, eleştirel aklın “lengüistik”(dilsel) araçlarını bastıran, farklı sesleri susturan bir İslamcı egemen sınıfın varlığının, onun totaliter rejim arzusunun ayırdına varmaya başlıyorlar. Dinden uzaklaşma ve “deizm”, aslında bu “kendini dinin yorumcusu olarak atamış” entelijansiyanın egemenliğinden, baskısından kaçma çabasıdır.

Yazarımız, “Gelen dalga hepimizi silip süpürebilir” derken, aslında üzerine gelmekte olan bir dalgadan değil, “biz” dediği şeyin etkisinden uzaklaşmakta olan bir dalgadan söz ediyor. “Biz” ifadesiyle, ait olduğu sınıfı uyarıyor: “Onlar bizden uzaklaştıkça, din bilgisi üzerindeki tekelimiz kaybolur, ekonomik kaynaklarımız kurur, ayaklarımızın altındaki zemin erir, tarih bizi silip süpürür.

Türkçe alerjisi de bundandır. “Harf ve kıyafet devrimleri”, bu entelijansiyayı en önemli iki simgesel üretim aracından mahrum bırakmıştı. Bu araçlardan biri (eski alfabe), “bilgi tekelini” üretiyordu, öbürü de toplum içindeki ayrıcalıklı statülerini. Şimdi ellerinde Arapça bir “Kutsal Kitap”ın içindekileri yorumlama tekeli kaldı. Yaşamları artık bu tekeli korumaya indekslidir. Ve ekonomik siyasi iktidarlarının yumuşak karnı da burasıdır. “İnançlar, değerler ve kültür alanı içine çekilmeme” arzusu da (her şey bu alanın içine girdiğinden) ne yazık ki, bu “yumuşak karnı” gizleyen bir fantezi olmaktadır. 

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

İsrail’le nikâh nereden çıktı şimdi? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Tankın içinden kafasını çıkarmış bir asker. 

Miğferini gevşetmiş, sakalı çıkmış. “Adın ne” sorusuna “Albert” yanıtını veriyor. 

Kökeni sorulunca Yahudi olduğunu ekliyor. 

Gazeteci, “Yahudileri Azerbaycan toprağını korumaya ne mecbur ediyor” diye sorunca, tankçı Albert, Azeri aksanıyla devam ediyor: “Doğmuşam burada, yaşayıram burada, ayrı heç ne mecbur eylemir.

Şalom’da yazan Denis Ojalvo kısa belgeselini göndermeseydi, Albert Aqarunov’un hikâyesini bilmeyecektim. Azerbaycan Türkleri onu “Milli Kahramanımız” diye tanıtıyordu. 1967 doğumlu Albert, gönüllü gittiği Karabağ Savaşı’nda, 1992 yılında şehit olmuştu. Ermeni ordusuna o kadar zarar vermişti ki hikâyeleri dilden dile konuşuluyordu. Başına ödül konduğu söylenen tankçı Albert’in, iki tankı tek atışla vuran tekniğine, Azerbaycan Türkçesiyle “Yahudi Buterbrodu taktikası” deniliyordu.

Şehit arkadaşlarını almak için tanktan inince, keskin nişancı kurşunuyla vurulmuştu. 25 yıllık kısa hayatı kitaplara girmiş, heykelleri dikilmişti. Bakû’daki Türk şehitliğinde, Albert için hem imam hem haham dua ediyordu.

Ermenistan-İsrail bozuştu

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cuma namazı sonrası, takipçilerini şaşırtan açıklamayı yaptı. İsrail’le ayrıştıkları noktaları hatırlattıktan sonra, “İsrail’le istihbari münasebetlerimiz zaten kesilmiş değil” dedi. Asıl önemlisi sözlerinin devamındaydı: “Gönlümüz arzu eder ki onlarla da münasebetlerimizi daha iyi bir noktaya taşıyalım.” İlginçtir; Erdoğan’ın sözleri, yandaşlar tarafından derin bir sessizlikle karşılandı.

Kimileri de Arapların İsrail’le barışma rüzgârına denk gelmiş olmasını hatırlattı. Öyle ya, Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Sudan’dan sonra Fas da İsrail ile “normalleşme” kararı almıştı. BAE’de yıllar sonra Yahudi düğünü, Bahreyn’i yönetenlerin yaktığı Hanuka mumları, Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İsrail ile dostluk açıklamaları, Arap pazarlarına gelen İsrail meyveleriyle çizilen bayraklar… Sanki yıllara yayılan kavga hiç olmamış gibiydi. Daha da önemlisi, bu kadarla kalmayacağı; Suudi Arabistan, Umman, Katar, Nijer gibi diğer Arap ülkelerinin de sırada olduğu konuşuluyordu. Arap dünyası için, ümmetin hissiyatı için İsrail’e “one minute” diyen Erdoğan ise ters köşede kalmıştı.

İşte bu sırada İsrail’le arası bozulan, daha doğrusu “daha da bozulan” başka bir ülke var. Hangisi mi? Elbette Ermenistan.

Bunun nedeni sadece Kafkas Yahudileri sanmayın. Evet, Ermenistan’da sadece 500 kadar Yahudi yaşarken, Azerbaycan’da 30 bin Yahudi yaşıyor. Evet, Azerbaycan, İsrail ve New York hariç tamamı Yahudilerin yaşadığı bir kente (Krasnaya Sloboda-Kırmızı Kasaba) sahip tek ülke. Evet, pandemide kapalı olan Azerbaycan sinagogları, Karabağ Savaşı başlayınca Azerbaycan zafer duası için kapılarını açtı. Evet, İsrail’de halihazırda 70 bin civarında Azerbaycan Yahudisinin yaşadığı sanılıyor. Evet, dünyada “Ben Yahudiyim” kelimesinin en rahat kullanılabildiği ülke, İsrail’den sonra Azerbaycan.

Hepsi doğru ama asıl mesele, Bakû ile Tel Aviv arasında yıllara varan ve hiç bozulmayan dostluk. İki ülkenin derin ekonomik bağlarını, Azerbaycan ordusunun İsrail silahlarıyla donanması tamamlıyor. İsrail’in Kafkas siyasetinde ya da İran politikasında, Bakû kritik bir role sahip. İki ülke liderleri yakın ilişki kuruyor. Müslüman ülkeler yok sayarken, Hocalı katliamı İsrail Cumhurbaşkanı tarafından Birleşmiş Milletler kürsüsünde anlatılıyor.

İşte bu köklü ilişkiler içinde büyük kopuş, İsrail’in Azerbaycan’a sattığı savaş araçlarıyla, Ermenistan karargâhlarının vurulmasıyla oldu. Türkiye ile İsrail arasında soğuk rüzgârlar eserken, Türk ve Yahudi silahları, Azerbaycan ordusu tarafından birlikte ateşlendi. Buna tepki olarak Ermenistan, sokaklarında Azerbaycan’a destek mitingleri yapılan İsrail’den büyükelçisini geri çağırdı. Ermenistan Dışişleri Bakanlığı İsrail’e sert tepki gösterdi.

Karabağ zaferi buluşturdu

İşte Erdoğan’ın açıklamalarının Karabağ zaferinin ardından gelmesi tesadüf değil.

Kimine göre Joe Biden yönetimine verilen bir uyum mesajı, kimine göre cenderedeki dış politikayı yeniden tarif arayışı, kimine göre Doğu Akdeniz’de Türk çıkarlarını savunmak için atılan rasyonel bir adım…

Ortada bir gerçek var ki Karabağ Savaşı, son 10 yılda dibe vuran Türk-İsrail ilişkilerini, yeniden aynı çizgiye oturttu. Buna diğer faktörler de eklenince, hükümetin İsrail’le yeni yol arayışı başladı. İddia o ki bu ilişkiyi kurmak için aktif rol oynayan da Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in ta kendisi.

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in, İsrail-Türkiye anlaşması için “Türkiye tarafında bazı işaretler gördük, Joe Biden yönetimi de bunu destekler” demesi… Türkiye’nin İsrail’e yeni büyükelçi göndereceği sızıntısı… Emekli Tümamiral Cihat Yaycı’nın İsrail’de yayımlanan, Türk-İsrail deniz anlaşmasının kazanımlarını anlatan makalesi… Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu üyesi Mesut Hakkı Caşın’ın “Eğer yeşil ışık görürsek, Türkiye büyükelçiliğimizi tekrar açacağız ve büyükelçimizi göndereceğiz. Belki mart ayında, tüm diplomatik ilişkilerimizi yeniden restore edebiliriz” sözleri… Erdoğan’ın Karabağ zafer kutlamalarında okuduğu, İran’ı kızdıran Aras şiiri… İran’la savaşın kıyısından dönen bir başka ülkeye, Suudi Arabistan’a verilen “normalleşme” mesajı…

Hepsi yeni bir başlangıcın taşları gibi görünüyor. İsrail’den resmi bir yanıt gelmedi. Ama dün basına konuşan İsrailli üst düzey yetkili, iki ülkenin ana meselesinin Hamas’a destek krizinde kilitlendiğini söyledi. Bu da bir zamanlar İsrail’le en iyi ilişkilere sahip Müslüman lider olan Erdoğan’ın, aklındaki adımı atmak için, yapması gereken “feda”yı da gösteriyor.

Erdoğan çözüm sürecinde de “PKK ile görüşen hükümet değil, devlet” diyerek sürecin sorumluluğunu üzerinden atmıştı. Bu kez de “istihbarat görüşüyor” diyerek benzer bir adım attı.

İki ülkenin kapı ardı ilişkisi için İsrail’in kurucusu Ben Gurion “metres” benzetmesi yapmıştı. Hafta sonu, “Neler oluyor” diye sorduğum İsrailli gazeteci, bana bir Yahudi atasözünü hatırlattı: “Dünürlük etmek istemeyen çok drahoma ister”.

Kim bilir, belki o drahoma ödenir. Belki o evlilik yapılır. Kuşkusuz “tankçı Albert”in şimdilerde yeniden hatırlanan ruhu da tazelenen nikâhın görünmeyen şahidi olur.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

27 Aralık 2020 Pazar

Demokratik Ve Sivil Toplum Kapatılıyor - Turan Eser / Birgün

 

AKP, “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun” 

teklifinin TBMM’ye sunmuştu. Kanun teklifinin içerisine sivil toplum örgütlerine yönelik 

“kayyum darbesi” düzenleyen maddeler de konuldu.

Kanun teklifi 26.12.2020 tarihinde AKP ve MHP oylarıyla, TBMM’de kabul edildi.

Dernek ve vakıf gibi demokratik toplum örgütlenmelerinin faaliyetlerini engelleme ve kısıtlama hakkını içeren bu kanunla, İç İşleri Bakanlığı derneklere her türlü yaptırım ve kayyum atama hakkına sahip oldu. Beledeyilere kayyum atama politikası, şimdi dernekler üzerinde sivil toplum iradesini gasp ederek, her alana yaygınlaşabilecek.

Muhalif olan kesimleri susturmaya yönelik adımlara, dernekler ve vakıflarda eklenmiş oldu. Artık iktidar muhalif olan dernek ve vakıf yöneticilerini “terör” soruşturması bahanesiyle, görevden alabilecek ve yerine kayyum atayabilecek.

Önce Fişleme Kanunu...


DERNEK VE VAKIFLAR ÜZERİNDEKİ BASKI, FİŞLEME VE KISITLAMA ADIM ADIM ARTIYOR.

Yine 5253 sayılı Dernekler Kanunu’nun 23. ve 32. maddelerinde değişiklik yapılmasını öngören 7226 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, teklifi 25 Mart 2020 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmişti. 26 Mart 2020 tarihinde ise Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe sokulmuştu.

Bu kanun ile hedef İç İşleri Başkanlığı üzerinden dernek üyelerinin kayıt altına alınması ve fişlenmesi hedeflenmiştir. Bu değişiklikle dernekler 45 gün içinde mevcut üyelerini ve yeni üyeleri dernekler dairesine bildirme zorunluluğu getirilmiştir.

Dernek üyelerinin bildirilmesi zorunluluğu, hem ulusal, hem de uluslararası hukuka aykırıdır. Dernek kurma özgürlüğünü, kişisel verilerin korunmasını, kişisel verilerin ancak kişinin rızasıyla işlenmesi hakkını ihlal etmiştir.

Üyelerin zorunlu olarak İç İşleri Bakanlığı’na bağlı makamlara verilmesi zorunluluğu, örgütlenme özgürlüğü, özel yaşamın mahremiyetinin korunması hakkını açıkça ihlal eden bir uygulama olup, demokratik toplumun örgütlenmesine, aktif katılımına gözdağı niteliği olup, “fişleniyorsunuz” imasında bulunmaktır.

Örneğin, bir derneğe üye olan ya da bağışta bulunan bir birey, isminin anonim kalmasını istiyorsa, buna saygı gösterilmelidir. Yani “Mahremiyet hakkı” demokratik Kitle Örgütlerine ve üyelerine garanti sunmalıdır.

Demokratik örgütlenme hakkına “gözdağı” veren bu türden yasal değişikliklerle, hak temelli örgütlenme ve faaliyetleri kısıtlanmaya ve engellenmeye çalışılıyor. İnsanların gönüllü olarak derneklere üye olmasına, “kişisel verilerinizi kayıt altına alıyoruz” mesajı ile korku aşılanıyor. Dernekler üye olma endişe yaratılıyor.

Hukuk Devletlerinde Üye Kimliklerini Bildirim Zorunluluğu Yok

Dernek üyelerinin isimlerini, kimlik numaralarını, mesleğini ve öğrenim durumunu bildirme zorunluluğu, ABD, İsveç, Yunanistan, İspanya, Avusturya, Hollanda, Belçika, İsviçre, İrlanda, Fransa,Almanya, Portekiz, Finlandiya ve Birleşik Krallık gibi bir çok ülkede yoktur.

Özetle ifade edecek olursak, derneklerin üyelerinin isim, adres ve kimlik numaralarını İç İşleri Bakanlığına bildirmek zorunda olması, sadece Anayasa ile korunan temel hak ve hürriyetlere aykırı değil, kişisel verilerin korunması hakkının ihlalidir ve sakıncalıdır. Aynı zamanda AİHS ve Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ilkelerine de aykırı olmasına rağmen yasallaştı.

Fişleme Bitti, Şimdi Sıra Derneklere Kayyum Atama

26.12.2020’de TBMM Genel Kurulunda kabul edilen yeni kanuna göre, derneklere kayyum atama yetkisi İçişleri Bakanlığı’na verilmiştir.

Buna göre İçişleri Bakanlığı “terör soruşturması” iddiası ve davalarını gerekçe göstererek, dernekler, vakıflar, üyeleri ve yöneticileri üzerinde yaptırım uygulama, kayyum atama ve kapatma kararı verebilecek.

Bu kanun ile sadece dernek kurma ve örgütlenme özgürlüğüne kısıtlama getirilmiş değil, aynı zamanda yardım toplama, hak temelli demokratik mücadele ve hakları savunma hakkına karşıdır.

Bu evrensel ve demokratik hakkın bir torba yasa ile gasp edilmesi, demokrasiye, halkın sivil siyasete katılım hakkına yöneliktir.

Torba yasa ile dernek örgütlenmesi özgürlüğüne karşı AKP ve MHP tarafından kabul edilen bu kanun, hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. Maddesine, hem de dernek özgürlüğünü düzenleyen Anayasa’nın 33. Maddesine aykırıdır.

Mart 2020’de dernek üyelerini bildirim zorunluluğu başlayan süreç, 26 Aralık 2020’deki yeni ek kanunla, derneklerin denetimi, faaliyetlerinin sınırlandırılması, kayyum atamaya ve kapatmaya kadar uzanıyor.

AKP ve MHP bloku, demokratik toplum olmaya karşı ne varsa kapatmak ve kayyumla denetim almak almak istiyor. Gazeteler, Televizyonlar, dergiler kapatıldı. Şimdi de örgütlenme özgürlüğünü, demokratik toplum ve demokratik devlet olma kuralını kapatıyorlar. Yani demokratik örgütlenmeden yana olan sivil toplum kapatılıyor. Muhalif olan derneklerin hak temelli mücadelesi ve sözleri kısıtlanmak isteniyor.

Hedef açıktır; iktidar yanlısı olanı güçlendirmek. Saray yanlısı barolar, saray yanlısı medya, saray yanlıse dernek ve vakıflar. Farklı ve muhalif olana karşı kayyum araçları devreye sokulacaktır. Dernek ve vakıfların genel kurullarında üyelerin iradesine kayyum atamalar ile gasp edilecektir.

Demokratik ve hukuk devletlerinde eşi ve benzeri olmayan bu kanun ve yeni uygulama ile otoriterleşmenin geldiği boyutlar daha da net görülmeye başlanmıştır. Esasen, bugüne kadar keyfi ve hukuk dışı olan uygulamalarına, anayasa ve uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen, hukuksal kılıf hazırlanmış oluyor.

Bu kanun ile hakkında soruşturma açılan dernek yöneticileri görevden alınacak, yerine kayyım atanabilecek, masumiyet karinesine ilkesi yok sayılacak. Yani bir dernek yöneticisi hakkında kesinleşmiş bir mahkeme hükmü olmadan, görevden alınabilecek ve gerekirse kayyum atanabilecektir.

Bugün haklarında en çok dava açılan, dernek ve vakıfların demokratik ve muhalif kesimlere yönelik olduğu ülkemizde, bu kanunun iktidarın siyasal amacına hizmet edeceği herkesçe tahmin ediliyor.

Yani demokrasi, laiklik, eşit haklar, adalet ve hukukun üstünlüğü için hak temelli mücadele veren dernekleri zor günler bekliyor.

Bu yeni kanun ile aynı zamanda, İçişleri Bakanlığı, dernek ve vakıfların uluslararası projelerden alınan destek fonlarını da denetleyebilecek.

Dernek ve vakıflar yurt dışından aldıkları yardım ve ödemeleri ya da yurt dışına yaptıkları ödemeleri İçişleri Bakanlığı’na bildirmek zorundalar.

İçişleri Bakanlığı’na verilen bu kayyum atama, denetleme ve sürekli mali denetim yapma yetkisi, aynı zamanda, dernekleri ve vakıfları baskı altına alma, korkutma, sindirme ve giderek faaliyet yürütemez ve muhalefet edemez hale getirmeyi hedefliyor.

AKP-MHP iktidarı kendilerine muhalif saydıkları dernekleri ve vakıfları sindirmek için her zaman enselerinde olacaklardır.

Bu kanun anti demokratik, hukuka aykırı ve Türkiye’deki tüm demokratik ve sivil toplum örğütlenmesine zarar verecek, işlevsiz kılacaktır. Öyle ki, başta hak temelli mücadele veren insan hakları dernekleri, Alevi dernekleri, kadın hakları dernekleri, çocuk ve mülteci hakları dernekleri, ve LGBTİ+ hakları dernekleri ve vakıfları, İç İşleri Bakanlığı’nın tek kararı ile kapatılma ve her an kayyum atanma riskiyle karşı karşıyadır.

Demokrasi ve toplumun sivil siyasete aktif katılım kanallarını tıkayan bu yasaya karşı çıkması gerekiyor. Çünkü bu yasa ile sadece demokratik ve sivil toplum örgütlenmeleri engellenmek ve halk susturulmak istenmektedir.

Örgütlenme ve dernekleşme hakkı evrensel bir haktır. Bu hakkın korunması için, kabul edilen kanunu geri çekilmesi için mücadele her bireyin, derneğin ve vakfın görevi ve sorumluluğudur.

Turan Eser / Birgün

Türkçe ezan üzerinden kopan gericilik fırtınası - Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

Bir tartışmadır gidiyor... Bunca sorun varken, halk açlık, işsizlik ve salgın ile savaşırken siyasetçilerin ağzından din, Kuran, ezan düşmüyor...

İBB ve Evrensel Mevlana Âşıkları Vakfı işbirliğiyle Şeb-i Arus töreni düzenlendi. Ardından Türkçe ezan tartışması başladı. 

Diyanet İşleri Başkanlığı, fetvasını verdi; Kuran’ın tercümelerinin Kuran hükmünde olmadığını ve bu tercümelerin Kuran olarak isimlendirilmesinin de caiz olmadığını belirtti.

Yandaş medyada yazarlar köşelerinde öfke krizleri geçirdi.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Twitter’da “Despotik, baskıcı, yasakçı ve her türlü değerin silindiği karanlık geçmişlerini özleyenlerin saygısızlığı” diyerek ateş püskürdü. 

Son olarak da AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan tepki geldi. TBMM’de AKP grubunda konuşurken, “Buldukları her fırsatta tek parti faşizmine dönüyorlar. Kuran’ı Türkçe okutma gibi bir garabet İstanbul’da sergilendi. Kuranıkerim’e inanıyorsanız ona gereken hürmeti göstermek zorundasınız” dedi. 

Ekrem İmamoğlu ise tepkileri yanıtlarken, “Şeb-i Arus’ta ezan olmadığını” açıklarken gericiliğe ödün verdi:

“Şeb-i Arus’ta ezan yok. Ezan okunması söz konusu değil zaten. Naatlar ve beyitler Farsçadır. Ben de Kuran’ın Arapça okunmasından yanayım. Ama Türkçemiz bizim için çok değerli. Türkçeyi düşmanlaştırma çabalarını çok yanlış bulduğumun da altını çizmek istiyorum.”

***

Bu olayda üzerinde durmak istediğim hususlar var. 

1- Sürekli “yerli ve milli” olduklarını iddia edenlerin konu din ile ilgili olunca Arapça ısrarının nedeni nedir? Türkçe konuşan inançlı insanların anadillerinde ibadet etmesi niye sorun oluyor? 

2- Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Prof.Dr. Cağfer Karadaş, Kuran’ın Türkçe çevirisinin gençleri deizm ve ateizme yönlendirdiğini iddia etti. Acaba Türkçenin düşmanlaştırılması bu yönde bir endişeden mi kaynaklanıyor?

3- Önemli olan anlam mı, ibadetin dili mi? 

Erdoğan, 2014’te Cumhurbaşkanı adayıyken “Çözüm Süreci” devam ettiği sırada, Ensar Vakfı’nın bastığı Kuranıkerim’in Kürtçe çevirisini miting kürsüsünden halka göstermedi mi?

2 Mayıs 2015’te Cumhurbaşkanı olduğu sırada toplu açılışlara katılmak için gittiği Batman’daki mitingde, elinde Kuran’ın Kürtçe çevirisiyle halka seslenmedi mi? “Kaldıracağız dedikleri Diyanet Kürtçe Kuran meali yayımladı” demedi mi? Diyanet TV, bunu kendi kanalından yayımlamadı mı?

4- Erdoğan, İmamoğlu’nu eleştirirken konuyu başka bir yöne çekti: “Eyüp Sultan’da seçim öncesinde kalkıp da bir mihrabiye yerine Kuranıkerim’i önüne açıp, orada Yasin-i Şerif’ten belli bir bölümü, aslına uygun okumak, sana bir şey getirmez. E niye onu da Türkçe okumadın? Onu da Türkçe okusaydın. Bak bakalım millet sana ne değer veriyor...”

İmamoğlu ise siyasi rant için bunun eleştirilmesi karşısında yine laikliği zedeleyen bir açıklama yaptı: “Bunu söylemek istemezdim ama ben de 6’lı, 7’li yaşlardan itibaren dini eğitim almış birisiyim. 10’lu yaşlarda defalarca da köy camilerinde ezan okumuş birisiyim. Bu işler üzerinden, siyasi rant elde etmeye çalışmasınlar.”

***

Erdoğan’ın Türkçe ezan tartışmasından konuyu bu olaya getirmesi kuşkusuz yanlış. Ama o ne kadar yanlışsa, İmamoğlu’nun Eyüp Sultan’da basının önünde sure okuması da o kadar yanlış. 

Aynı mazbatasını aldıktan sonra belediyedeki makamında cami imamı ile toplu dua ederek fotoğraf paylaşması gibi... 

Aynı Binali Yıldırım’la katıldığı ortak TV yayınında belediyeye ait tesislerde alkol ve havuzlarda “karma” uygulama olmayacağını söylemesi gibi...

Siyasetin son 18 yıldır din ekseninde yapılmasının devlet yönetiminde yarattığı tahribat ortadadır. Bunların hepsi laikliğe aykırıdır!

Laikliği anayasal ilke yapmış bir ülkede kişisel olarak inancınız / inançsızlığınız, din eğitimi almış olmanız, ezan okumayı bilmeniz kimseyi ilgilendirmez; özel yaşantınızda istediğiniz ibadeti yaparsınız. Ama devlet yönetiminde görev alan bir siyasetçi ya da bürokratsanız, resmi kimliğinizle din üzerinden kitlelere mesaj göndermeniz laikliğe aykırıdır. 

Bu coğrafyada laik Cumhuriyet devrimini gerçekleştirmek ve onu korumak için başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere nice insan hayatını ortaya koydu; çok ağır bedeller ödendi. Bunu kimse unutmasın.  

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

İçişleri Bakanı'na padişah yetkisi: Dernekler düzenlemesi ne anlama geliyor? - ÖZLEM ŞEN ABAY / SOL

 İsminde OHAL geçmeyen ancak olağanlaşmış ‘gecikmesinde sakınca bulunan’ düzenlemeler giderek daha da kural haline geliyor. Yani OHAL hukuku gaza tam basarak, frensiz yoluna devam ediyor.

“Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” geçtiğimiz Cumartesi günü TBMM Adalet Komisyonunda görüşülerek kabul edildi. 

Teklifin ortaya çıkmasının hemen sonrasında kamuoyunun dikkati yapılacak yasal değişikliklere yönelmiş durumda.

Her ne kadar teklif edilen kanunun adı ve gerekçesi kitle imha silahlarının yayılması ve terörün finansmanının engellenmesi olarak sunulsa da, teklif Dernekler Kanunu ve Yardım Toplama Kanunu’nda da önemli değişiklikler öngörüyor. Bu değişikliklerin temelini yürütme makamına tanınan ölçüsüz ve çerçevesi belirli olmayan müdahale yetkileri oluşturuyor. Bu anlamda, son dönemde sıkça örneğini gördüğümüz idareye keyfi müdahaleler yetkisi veren düzenlemelerin son halkası diyebiliriz.  Bu nedenle, Teklif hukuk güvenliğini tehdit eder nitelikte ve pek çok hak ihlallerine neden olma riski taşıyor.   

Önerilen Teklif’in kamuoyunda en çok Derneklerin yönetimlerinin “geçici” olarak görevden alınması ve kayyum atanmasının önünü açan maddeleri tartışma yarattı. Teklif İçişleri Bakanı’na derneğin kurullarını veya çalışanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma ve aynı zamanda yeterli olmaması halinde derneğin faaliyetlerini durdurma, kayyum atama gibi yetkiler tanıyor.

Kanun teklifinin gerekçesi, düzenlediği kapsam ile uyumsuz

Teklife yazılan genel gerekçeye göre, G-7 ülkeleri tarafından kurulmuş, kara para aklama ve terörizmin finansmanı konusunda çalışan bir hükümetler-arası forum olan FATF’nin (Mali Eylem Görev Gücü-Financial Action Task Force), Türkiye ile ilgili birtakım tavsiyelerin yerine getirilmesi amaçlanıyor.

Ancak toplam 43 maddeden oluşan teklifin sadece ilk 6 maddesi  kara para aklama ve terörizmin finansmanı ile ilgili Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını yerine getirmek için belirlenmiş hükümleri içeriyor. Teklif’in kalan maddeleri Dernekler Kanunu ile Yardım Toplam Kanunu başta olmak üzere bir dizi başka kanunda değişiklikler öngörüyor. Bu nedenle aslında karşımızda olan adı konmamış bir torba kanun ve diğer bütün torba kanunlarda olduğu gibi yasa yapım tekniği açısından son derece önemli problemler içeriyor.

Ancak bu teknik problemler bir yana, ikinci bölümün en sarsıcı özelliği kapsamının genel gerekçeden tümüyle ayrılması. İkinci bölümde Dernekler Kanunu ile Yardım Toplam Kanunu gibi çok önemli kanunlarda yapılmak istenen dramatik değişiklikler Teklif’in genel gerekçesi olan uluslararası para aklama ve terörizmin finansmanı ile ilgili konularla sınırlanmamış, aksine sınırları belirsiz bir biçimde genel düzenlemeler getirilmeye çalışılmış.

Teklif ne getiriyor?

Değişikliklerin can alıcı taraflarından birinin Dernekler ve Dernekler Kanununa tabi olan kuruluşların denetimleri ile ilgili olduğunu söylememiz mümkün. Derneklerin denetimlerinin periyodik yapılması, yapılacak risk değerlendirmelerine göre denetimlerin her yıl ve herhangi bir kamu personeli eliyle yapılabileceği, dışarıdan denetim raporlarını oluşturacak bilirkişi atanabileceği, denetimlerle ilgili bilgi ve belgelerin her türlü kurumdan istenebileceği yapılan düzenlemeler arasında. Derneklerin görevlendirilen herhangi bir kamu görevlisi eliyle denetlenmesi, denetleme sırasında dışarıdan bilirkişi atanması gibi düzenlemeler ise inceleme sırasında uzmanlık gerektiren konularda, uzmanlık gerektirmediğini belirten düzenlemeleri beraberinde getiriyor.

Denetimlerin zaten halihazırda bir yaptırım gibi bazı seçilmiş dernek ya da vakıfları yıldırmak amacıyla uygulandığı göz önüne alındığında, öznelliğe, dolayısıyla politik ayrımcılığa son derece açık risk değerlendirmelerinin kara listeler oluşmasına neden olabileceği endişesini taşımak için çok neden var.

Önerilen Teklif’in kamuoyunda en çok Derneklerin yönetimlerinin “geçici” olarak görevden alınması ve kayyum atanmasının önünü açan maddeleri tartışma yarattı. Teklif İçişleri Bakanı’na derneğin kurullarını veya çalışanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma ve aynı zamanda yeterli olmaması halinde derneğin faaliyetlerini durdurma, kayyum atama gibi yetkiler tanıyor. Bu yetki teklifte Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun ile TCK’da yer alan uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçlarıyla sınırlanmış olsa da, bu sınırı önemsizleştiren bir başka nitelik daha taşıyor. Teklif görevden alma için bu suçlara ilişkin bir mahkeme kararını aramıyor, sadece bir “soruşturma” başlatılmasını yeterli görüyor. Dolayısıyla, kesinleşmiş bir mahkeme kararı aranmaksızın Bakanlığa derneğin genel kurul dışındaki her tür organı ile faaliyetlerine müdahale yetkisi tanınması, keyfiliğe açık, olağanüstü bir yetki alanı yaratmış oluyor. İşte buna olağanüstü tedbirlerin olağanlaştırılması girişimi diyoruz.

Üstelik metnin gerekçesinde ifade edilen “risk havuzu” kavramı, zaten fiilen var olan tasnifleme ve etiketleme pratiklerine yasal bir zemin kazandırıyor. Bunun önemsiz bir fark olduğu düşünülmesin, bu yasal zemin, bugün fiilen var olan ama her seferinde uygulamada yeniden üretilme zorunluluğu/zorluğu taşıyan ayrımcılığın yapısal ve sistematik hale gelmesi sonucunu doğurabilir.

Yardım Toplama Kanununda yapılan değişikler ile de mevcut cezalar ölçüsüzce arttırılmakta. Teklifle öngörülen cezaların küçük bütçelerle çalışan çok sayıda dernek ve örgüt için yaşamsal problemler oluşturabileceği açık.

Örgütlenme özgürlüğünün sınırlandırılması olağanlaşır mı?

Dernekler Kanunu ile Yardım Toplama Kanununda yapılan değişiklikler yürütme organına keyfi, ölçülü olmayan ve çerçevesi belirsiz müdahale yetkileri tanıyarak asıl olarak zaten problemli olan bir alanı tehdit ediyor; örgütlenme özgürlüğü. Bu düzenlemeler ile zaten öngörülemez olan hukuk düzeni giderek daha da karanlık bir sis perdesi içine gömülmek üzere. İsminde OHAL geçmeyen ancak olağanlaşmış ‘gecikmesinde sakınca bulunan’ düzenlemeler giderek daha da kural haline geliyor. Yani OHAL hukuku gaza tam basarak, frensiz yoluna devam ediyor.

ÖZLEM ŞEN ABAY / SOL

                                                       ***

Kitle imha silahları, kara para ve terör derken…(Ali Rıza Aydın-SOL)

'Temelleri çürüdükçe, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar'

Neoliberal dünyanın hangi kolu tutulursa tutulsun, hangi stratejisi incelenirse incelensin, hangi alt başlığına girilirse girilsin her şeye bir gerekçe bulunuyor. Bu gerekçeler de kurumlaştırmanın ve kurallaştırmanın, önlemlerin ve müdahalelerin dayanakları yapılıyor.

AKP’li 45 milletvekilinin imzasıyla TBMM’ye sunulan “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” bu alandaki belgelerinden biri. 

Bir ucunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), bir ucunda OECD ve onun bünyesinde “uluslararası para aklama ve terörizmin finansmanı ile mücadele” kuruluşu Mali Eylem Görev Gücü (FATF), bir ucunda uluslar, bir ucunda uluslararası ilişkiler… Konu kitle imha silahlarının önlenmesi, kara paranın aklanması ve terörün finansmanıyla buluşturulunca bir çeşit tabu haline getiriliyor. 

BMGK’den başlayan, uluslararası sözleşmelerle desteklenen usul, esas ve kararlar ulusal alana girince, ulusların özelliklerine, koşullarına, siyasi iktidarların tavır ve çıkarlarına,  dönemsel ve mekânsal yaklaşımlara göre farklılaşabiliyor. Bu farklılaşmalar da hem hukukun temel ilkeleri hem de hak ve özgürlükler yok sayılacak derecede değişim özelliği gösterebiliyor. Kaotik ortamın kaotik hukuku… 

Aslında her üç başlık da önce yaratılan, sonra hegemonya istikrarını ve iç denetimi sağlamak için mücadele edilmesi gerektiği iddia edilen bir ihtiyaçlar zincirini tanımlıyor. 

Başka coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye’de de epeyce örnek var. En tipiklerinden biri 16 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen, kaldırıldığı halde hüküm ve uygulamaları hâlâ devam ettirilen OHAL. Bireylerin ve kurumların üzerinde hiç eksik edilmeyen bir kılıç, cumhurbaşkanına hakaretten milli güvenliği tehdide, terör örgütü iddiasından bu örgütlerle aidiyet, iltisak veya irtibata kadar kapı pervazlarında asılı tutuluyor. Halka kavramlar üzerinden üç maymunu oynamak seçeneği bırakılıyor. 

Bu kavramların ortak özelliği belirsiz ve öngörülemez olmaları. Yani hukukun en temel ilkelerinden olan “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkeleri, esnek ve keyfi takdir hakkına teslim ediliyor. Her an korku içinde yaşarken bir yandan da söylem ve eylemlerinizin kim tarafından ne zaman terörle bağlantılı olarak tanımlanacağını bilmiyorsunuz, öngöremiyorsunuz. 

Düşünme ve düşündüğünüzü açıklama özgürlüğünüz tehdit altında köreltiliyor. Bu durum diğer hak ve özgürlükleri etkilediği gibi hak arama özgürlüğünü de etkiliyor. Siyaseti başkalarına bırakıp uzak kalmanın gereğine inandırılıyor. 
Kanun teklifi okunduğunda ayrıntılı olarak görülecektir. Ana hatlarıyla sıralarsak:

Bir kere, BMGK kararlarını, FATF raporlarını, Kanun teklifinin görünürdeki gerekçesini ve önlemler paketini ağır bir şekilde aşan, birçok kişi ve kesimi zan altında tutarak korku yaratan, “hukuk güvenliği” yerine “hukuk tuzağı” getiren bir metin söz konusu. 

İkincisi, teklifteki birçok tümcede, cumhurbaşkanına ve içişleri bakanına devredilen yetkilerde, yönetmeliklere ve kararlara bırakılan düzenlemelerde “kanunilik ilkesi” yok sayılıyor, yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesi çiğneniyor. Hem belirsizlik ve öngörülemezlik hem de kanunla açık olarak düzenlenmesi gereken konularda koşulsuz yetki devri söz konusu. Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler geniş, takdiri, sınırsız, keyfi uygulamalara açık. Teklifi okuyanlar belli ve kesin hükümler yerine öngöremedikleri bir tehditle karşı karşıyalar. Bunu yakın tarihteki OHAL KHK’lerine benzetebiliriz. Amaç denetimi yapıldığında görünürdeki amaçla gerçek amaç çakışmıyor.   

Üçüncüsü, düşünce, düşünceyi açıklama, kişisel verilerin korunması, örgütlenme başta olmak üzere hak ve özgürlükler Anayasaya aykırı şekilde sınırlandırılıyor, kimi durumlarda da durduruluyor. “Makul sebeplerin varlığı” sözcüklerine dayanılıyor ama makul sebeplerin ölçütleri kanunda açık ve net gösterilmemiş; varlığın tespiti de takdiri ve keyfi.

Dördüncüsü, anayasal güvence altındaki dernekler potansiyel suçluymuş gibi baskı ve tehdit altına alınıyor. Denetimleri sıkılaştırılıyor. Görünürdeki gerekçelerin arkasına sığınılarak bütünüyle keyfi bir denetim öngörülüyor. Denetim kurumsal olmaktan çıkarılıp yetkilendirilecek kamu görevlilerine yayılıyor. 

Beşincisi, avukatlar da devreye sokularak ihbarcılık kurumlaştırılıyor. Soyut ve geniş bir istihbarat yetkisi getiriliyor.   
FATF’nin Türkiye raporlarında yinelenen; (i) coğrafi konum nedeniyle insan, uyuşturucu, yakıt kaçakçılığı riski ile terör saldırısı tehdidinin yüksek olduğu ülke, (ii) kara para aklamada ve terörün finanse edilmesine karşı mücadelede ciddi eksiklikleri olan ülke uyarıları, sorunu hukuksallık, yönetim zaafları ve denetimsizlik gibi biçimsel eksikliklere sıkıştırıyor. Bu önlemlerle çözüm gelecek gibi duruyorsa da bir türlü gelmiyor.   

Her seferinde yüksek ve yakın tehdit ileri sürülüyor, her seferinde eksiklikler saptanıyor. Bu devamlılık ve saptama yalnız Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın tüm ülkelerinde öyle ya da böyle, az ya da çok geçerli. Yakın tarihte Fransa’da izledik. 

Ne deniliyor?

Kapitalist/emperyalist ilişkilerde bağımlı tutulacaksınız, üzerinizdeki baskı ve şiddet süresiz kılınacak, sömürülen ve ezilen halk sorgulama ve değerlendirme yapmayacak/yapamayacak, örgütlenilmeyecek ya da örgütlenenler siyasi iktidarların uydusu olacak… Mücadele denilen şey de ancak ve ancak kapitalist/emperyalist dünyanın canavarlaştırdığı sözde düşmanlara karşı stratejileri belirlenmiş biçimde tanımlanacak. Sakın ha sınıfsallığın, sınıfsal örgütlenme ve mücadelenin bu stratejide yeri yok. Olursa onlar da kaçakçılık, kara para ve terör batağına itilerek hukuk denilen hukuksuzlukla eritilecek.

Kapitalist/emperyalist düzen sürdükçe üç başlık da yaşamaya devam edecek, yanlarına yenileri de eklenecek. Arkasına sığındıkları gerekçeleri ve koşulları yaratan ve yaşatan onlar, mücadele düğmesine bastıranlar da onlar. İstekleri ve amaçları yasal ve kurumsal kapasitenin güçlendirilmesinden, önleyici tedbirlerin alınmasından, ayni, nakdi, ekipman ve teknoloji kontrolünden, malvarlıklarının dondurulmasından, uluslararası standartlara uyum sağlanmasından, usul ve esas belirlenmesinden çok ötede. 

Sahi, devasa şirketler ve holdingler, banka ve finans kuruluşları, menkul ve gayrimenkul hareketi, ulusal ve uluslararası sermaye kimin elinde?  

Doğayı, insanı ve emeği kendilerine, yalnızca kendilerine istiyorlar. Temelleri çürüdükçe, çökme emareleri arttıkça, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar, yeni korku ağları örüyorlar, sonra da kurtarıcılığa bürünüyorlar. Kendileri de biliyor: Sömürücüler her zaman kaybeder.

Ali Rıza Aydın-SOL