İsminde OHAL geçmeyen ancak olağanlaşmış ‘gecikmesinde sakınca bulunan’ düzenlemeler giderek daha da kural haline geliyor. Yani OHAL hukuku gaza tam basarak, frensiz yoluna devam ediyor.
“Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” geçtiğimiz Cumartesi günü TBMM Adalet Komisyonunda görüşülerek kabul edildi. Teklifin ortaya çıkmasının hemen sonrasında kamuoyunun dikkati yapılacak yasal değişikliklere yönelmiş durumda.
Her ne kadar teklif edilen kanunun adı ve gerekçesi kitle imha silahlarının yayılması ve terörün finansmanının engellenmesi olarak sunulsa da, teklif Dernekler Kanunu ve Yardım Toplama Kanunu’nda da önemli değişiklikler öngörüyor. Bu değişikliklerin temelini yürütme makamına tanınan ölçüsüz ve çerçevesi belirli olmayan müdahale yetkileri oluşturuyor. Bu anlamda, son dönemde sıkça örneğini gördüğümüz idareye keyfi müdahaleler yetkisi veren düzenlemelerin son halkası diyebiliriz. Bu nedenle, Teklif hukuk güvenliğini tehdit eder nitelikte ve pek çok hak ihlallerine neden olma riski taşıyor.
Önerilen Teklif’in kamuoyunda en çok Derneklerin yönetimlerinin “geçici” olarak görevden alınması ve kayyum atanmasının önünü açan maddeleri tartışma yarattı. Teklif İçişleri Bakanı’na derneğin kurullarını veya çalışanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma ve aynı zamanda yeterli olmaması halinde derneğin faaliyetlerini durdurma, kayyum atama gibi yetkiler tanıyor.
Kanun teklifinin gerekçesi, düzenlediği kapsam ile uyumsuz
Teklife yazılan genel gerekçeye göre, G-7 ülkeleri tarafından kurulmuş, kara para aklama ve terörizmin finansmanı konusunda çalışan bir hükümetler-arası forum olan FATF’nin (Mali Eylem Görev Gücü-Financial Action Task Force), Türkiye ile ilgili birtakım tavsiyelerin yerine getirilmesi amaçlanıyor.
Ancak toplam 43 maddeden oluşan teklifin sadece ilk 6 maddesi kara para aklama ve terörizmin finansmanı ile ilgili Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını yerine getirmek için belirlenmiş hükümleri içeriyor. Teklif’in kalan maddeleri Dernekler Kanunu ile Yardım Toplam Kanunu başta olmak üzere bir dizi başka kanunda değişiklikler öngörüyor. Bu nedenle aslında karşımızda olan adı konmamış bir torba kanun ve diğer bütün torba kanunlarda olduğu gibi yasa yapım tekniği açısından son derece önemli problemler içeriyor.
Ancak bu teknik problemler bir yana, ikinci bölümün en sarsıcı özelliği kapsamının genel gerekçeden tümüyle ayrılması. İkinci bölümde Dernekler Kanunu ile Yardım Toplam Kanunu gibi çok önemli kanunlarda yapılmak istenen dramatik değişiklikler Teklif’in genel gerekçesi olan uluslararası para aklama ve terörizmin finansmanı ile ilgili konularla sınırlanmamış, aksine sınırları belirsiz bir biçimde genel düzenlemeler getirilmeye çalışılmış.
Teklif ne getiriyor?
Değişikliklerin can alıcı taraflarından birinin Dernekler ve Dernekler Kanununa tabi olan kuruluşların denetimleri ile ilgili olduğunu söylememiz mümkün. Derneklerin denetimlerinin periyodik yapılması, yapılacak risk değerlendirmelerine göre denetimlerin her yıl ve herhangi bir kamu personeli eliyle yapılabileceği, dışarıdan denetim raporlarını oluşturacak bilirkişi atanabileceği, denetimlerle ilgili bilgi ve belgelerin her türlü kurumdan istenebileceği yapılan düzenlemeler arasında. Derneklerin görevlendirilen herhangi bir kamu görevlisi eliyle denetlenmesi, denetleme sırasında dışarıdan bilirkişi atanması gibi düzenlemeler ise inceleme sırasında uzmanlık gerektiren konularda, uzmanlık gerektirmediğini belirten düzenlemeleri beraberinde getiriyor.
Denetimlerin zaten halihazırda bir yaptırım gibi bazı seçilmiş dernek ya da vakıfları yıldırmak amacıyla uygulandığı göz önüne alındığında, öznelliğe, dolayısıyla politik ayrımcılığa son derece açık risk değerlendirmelerinin kara listeler oluşmasına neden olabileceği endişesini taşımak için çok neden var.
Önerilen Teklif’in kamuoyunda en çok Derneklerin yönetimlerinin “geçici” olarak görevden alınması ve kayyum atanmasının önünü açan maddeleri tartışma yarattı. Teklif İçişleri Bakanı’na derneğin kurullarını veya çalışanlarını geçici olarak görevden uzaklaştırma ve aynı zamanda yeterli olmaması halinde derneğin faaliyetlerini durdurma, kayyum atama gibi yetkiler tanıyor. Bu yetki teklifte Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun ile TCK’da yer alan uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçlarıyla sınırlanmış olsa da, bu sınırı önemsizleştiren bir başka nitelik daha taşıyor. Teklif görevden alma için bu suçlara ilişkin bir mahkeme kararını aramıyor, sadece bir “soruşturma” başlatılmasını yeterli görüyor. Dolayısıyla, kesinleşmiş bir mahkeme kararı aranmaksızın Bakanlığa derneğin genel kurul dışındaki her tür organı ile faaliyetlerine müdahale yetkisi tanınması, keyfiliğe açık, olağanüstü bir yetki alanı yaratmış oluyor. İşte buna olağanüstü tedbirlerin olağanlaştırılması girişimi diyoruz.
Üstelik metnin gerekçesinde ifade edilen “risk havuzu” kavramı, zaten fiilen var olan tasnifleme ve etiketleme pratiklerine yasal bir zemin kazandırıyor. Bunun önemsiz bir fark olduğu düşünülmesin, bu yasal zemin, bugün fiilen var olan ama her seferinde uygulamada yeniden üretilme zorunluluğu/zorluğu taşıyan ayrımcılığın yapısal ve sistematik hale gelmesi sonucunu doğurabilir.
Yardım Toplama Kanununda yapılan değişikler ile de mevcut cezalar ölçüsüzce arttırılmakta. Teklifle öngörülen cezaların küçük bütçelerle çalışan çok sayıda dernek ve örgüt için yaşamsal problemler oluşturabileceği açık.
Örgütlenme özgürlüğünün sınırlandırılması olağanlaşır mı?
Dernekler Kanunu ile Yardım Toplama Kanununda yapılan değişiklikler yürütme organına keyfi, ölçülü olmayan ve çerçevesi belirsiz müdahale yetkileri tanıyarak asıl olarak zaten problemli olan bir alanı tehdit ediyor; örgütlenme özgürlüğü. Bu düzenlemeler ile zaten öngörülemez olan hukuk düzeni giderek daha da karanlık bir sis perdesi içine gömülmek üzere. İsminde OHAL geçmeyen ancak olağanlaşmış ‘gecikmesinde sakınca bulunan’ düzenlemeler giderek daha da kural haline geliyor. Yani OHAL hukuku gaza tam basarak, frensiz yoluna devam ediyor.
ÖZLEM ŞEN ABAY / SOL
***
Kitle imha silahları, kara para ve terör derken…(Ali Rıza Aydın-SOL)
'Temelleri çürüdükçe, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar'
Neoliberal dünyanın hangi kolu tutulursa tutulsun, hangi stratejisi incelenirse incelensin, hangi alt başlığına girilirse girilsin her şeye bir gerekçe bulunuyor. Bu gerekçeler de kurumlaştırmanın ve kurallaştırmanın, önlemlerin ve müdahalelerin dayanakları yapılıyor.
AKP’li 45 milletvekilinin imzasıyla TBMM’ye sunulan “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” bu alandaki belgelerinden biri.
Bir ucunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), bir ucunda OECD ve onun bünyesinde “uluslararası para aklama ve terörizmin finansmanı ile mücadele” kuruluşu Mali Eylem Görev Gücü (FATF), bir ucunda uluslar, bir ucunda uluslararası ilişkiler… Konu kitle imha silahlarının önlenmesi, kara paranın aklanması ve terörün finansmanıyla buluşturulunca bir çeşit tabu haline getiriliyor.
BMGK’den başlayan, uluslararası sözleşmelerle desteklenen usul, esas ve kararlar ulusal alana girince, ulusların özelliklerine, koşullarına, siyasi iktidarların tavır ve çıkarlarına, dönemsel ve mekânsal yaklaşımlara göre farklılaşabiliyor. Bu farklılaşmalar da hem hukukun temel ilkeleri hem de hak ve özgürlükler yok sayılacak derecede değişim özelliği gösterebiliyor. Kaotik ortamın kaotik hukuku…
Aslında her üç başlık da önce yaratılan, sonra hegemonya istikrarını ve iç denetimi sağlamak için mücadele edilmesi gerektiği iddia edilen bir ihtiyaçlar zincirini tanımlıyor.
Başka coğrafyalarda olduğu gibi Türkiye’de de epeyce örnek var. En tipiklerinden biri 16 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen, kaldırıldığı halde hüküm ve uygulamaları hâlâ devam ettirilen OHAL. Bireylerin ve kurumların üzerinde hiç eksik edilmeyen bir kılıç, cumhurbaşkanına hakaretten milli güvenliği tehdide, terör örgütü iddiasından bu örgütlerle aidiyet, iltisak veya irtibata kadar kapı pervazlarında asılı tutuluyor. Halka kavramlar üzerinden üç maymunu oynamak seçeneği bırakılıyor.
Bu kavramların ortak özelliği belirsiz ve öngörülemez olmaları. Yani hukukun en temel ilkelerinden olan “belirlilik” ve “öngörülebilirlik” ilkeleri, esnek ve keyfi takdir hakkına teslim ediliyor. Her an korku içinde yaşarken bir yandan da söylem ve eylemlerinizin kim tarafından ne zaman terörle bağlantılı olarak tanımlanacağını bilmiyorsunuz, öngöremiyorsunuz.
Düşünme ve düşündüğünüzü açıklama özgürlüğünüz tehdit altında köreltiliyor. Bu durum diğer hak ve özgürlükleri etkilediği gibi hak arama özgürlüğünü de etkiliyor. Siyaseti başkalarına bırakıp uzak kalmanın gereğine inandırılıyor.
Kanun teklifi okunduğunda ayrıntılı olarak görülecektir. Ana hatlarıyla sıralarsak:
Bir kere, BMGK kararlarını, FATF raporlarını, Kanun teklifinin görünürdeki gerekçesini ve önlemler paketini ağır bir şekilde aşan, birçok kişi ve kesimi zan altında tutarak korku yaratan, “hukuk güvenliği” yerine “hukuk tuzağı” getiren bir metin söz konusu.
İkincisi, teklifteki birçok tümcede, cumhurbaşkanına ve içişleri bakanına devredilen yetkilerde, yönetmeliklere ve kararlara bırakılan düzenlemelerde “kanunilik ilkesi” yok sayılıyor, yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesi çiğneniyor. Hem belirsizlik ve öngörülemezlik hem de kanunla açık olarak düzenlenmesi gereken konularda koşulsuz yetki devri söz konusu. Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler geniş, takdiri, sınırsız, keyfi uygulamalara açık. Teklifi okuyanlar belli ve kesin hükümler yerine öngöremedikleri bir tehditle karşı karşıyalar. Bunu yakın tarihteki OHAL KHK’lerine benzetebiliriz. Amaç denetimi yapıldığında görünürdeki amaçla gerçek amaç çakışmıyor.
Üçüncüsü, düşünce, düşünceyi açıklama, kişisel verilerin korunması, örgütlenme başta olmak üzere hak ve özgürlükler Anayasaya aykırı şekilde sınırlandırılıyor, kimi durumlarda da durduruluyor. “Makul sebeplerin varlığı” sözcüklerine dayanılıyor ama makul sebeplerin ölçütleri kanunda açık ve net gösterilmemiş; varlığın tespiti de takdiri ve keyfi.
Dördüncüsü, anayasal güvence altındaki dernekler potansiyel suçluymuş gibi baskı ve tehdit altına alınıyor. Denetimleri sıkılaştırılıyor. Görünürdeki gerekçelerin arkasına sığınılarak bütünüyle keyfi bir denetim öngörülüyor. Denetim kurumsal olmaktan çıkarılıp yetkilendirilecek kamu görevlilerine yayılıyor.
Beşincisi, avukatlar da devreye sokularak ihbarcılık kurumlaştırılıyor. Soyut ve geniş bir istihbarat yetkisi getiriliyor.
FATF’nin Türkiye raporlarında yinelenen; (i) coğrafi konum nedeniyle insan, uyuşturucu, yakıt kaçakçılığı riski ile terör saldırısı tehdidinin yüksek olduğu ülke, (ii) kara para aklamada ve terörün finanse edilmesine karşı mücadelede ciddi eksiklikleri olan ülke uyarıları, sorunu hukuksallık, yönetim zaafları ve denetimsizlik gibi biçimsel eksikliklere sıkıştırıyor. Bu önlemlerle çözüm gelecek gibi duruyorsa da bir türlü gelmiyor.
Her seferinde yüksek ve yakın tehdit ileri sürülüyor, her seferinde eksiklikler saptanıyor. Bu devamlılık ve saptama yalnız Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın tüm ülkelerinde öyle ya da böyle, az ya da çok geçerli. Yakın tarihte Fransa’da izledik.
Ne deniliyor?
Kapitalist/emperyalist ilişkilerde bağımlı tutulacaksınız, üzerinizdeki baskı ve şiddet süresiz kılınacak, sömürülen ve ezilen halk sorgulama ve değerlendirme yapmayacak/yapamayacak, örgütlenilmeyecek ya da örgütlenenler siyasi iktidarların uydusu olacak… Mücadele denilen şey de ancak ve ancak kapitalist/emperyalist dünyanın canavarlaştırdığı sözde düşmanlara karşı stratejileri belirlenmiş biçimde tanımlanacak. Sakın ha sınıfsallığın, sınıfsal örgütlenme ve mücadelenin bu stratejide yeri yok. Olursa onlar da kaçakçılık, kara para ve terör batağına itilerek hukuk denilen hukuksuzlukla eritilecek.
Kapitalist/emperyalist düzen sürdükçe üç başlık da yaşamaya devam edecek, yanlarına yenileri de eklenecek. Arkasına sığındıkları gerekçeleri ve koşulları yaratan ve yaşatan onlar, mücadele düğmesine bastıranlar da onlar. İstekleri ve amaçları yasal ve kurumsal kapasitenin güçlendirilmesinden, önleyici tedbirlerin alınmasından, ayni, nakdi, ekipman ve teknoloji kontrolünden, malvarlıklarının dondurulmasından, uluslararası standartlara uyum sağlanmasından, usul ve esas belirlenmesinden çok ötede.
Sahi, devasa şirketler ve holdingler, banka ve finans kuruluşları, menkul ve gayrimenkul hareketi, ulusal ve uluslararası sermaye kimin elinde?
Doğayı, insanı ve emeği kendilerine, yalnızca kendilerine istiyorlar. Temelleri çürüdükçe, çökme emareleri arttıkça, boyun eğmeyenler karşısında kaybedeceklerini iliklerine kadar duydukça küresel yönetim stratejileriyle oynuyorlar, yeni korku ağları örüyorlar, sonra da kurtarıcılığa bürünüyorlar. Kendileri de biliyor: Sömürücüler her zaman kaybeder.
Ali Rıza Aydın-SOL