“Nerede şüphe varsa, güven getireceğiz. Ve nerede çaresizlik varsa, umut getireceğiz.” Margaret Thatcher, 1979’da İngiltere’nin yönetimine gelişini bu dinsel alıntıyla yorumluyordu. Sonraki yıllarda İngiliz tarihinin en önemli toplumsal hareketliliklerinden birine tanık olunacaktı. Burjuvazi, işçi sınıfının kazanımlarına onlarca yıl sabırla yaklaşmıştı ama artık büyük bir özgüvenle savaş açıyordu.
İşçi sınıfının buna yanıtı görkemliydi, ’84-’85 büyük madenci grevi işçi sınıfının sokaktaki hakimiyetini gösteriyordu. Ancak bu gücün ‘başka bir düzen’ fikriyle buluşamamasının sonuçları da bir o kadar görkemli oldu. İngiliz İşçi Partisi, sınıf ve sendikasıyla bu kadar doğrudan bağlantıya sahip olan bu parti, tam da bu bağlantıları sayesinde düzeni sağlamanın aracı olduğunu bir kez daha gösterdi. Sonraki yıllar bu partinin de Thatcher’ın ünlü sloganına uyum sağladığı yıllar oldu: “Başka yol yok” piyasa egemenliğinin kaçınılmazlığını ifade ediyordu, Blairli yıllar bu sloganın sosyal demokrasinin geçmişine ve İngiliz emperyalizminin ihtiyaçlarına entegre edildiği “yeni” bir dönem olacaktı.
Seneler sonra Corbyn, sosyal demokrasinin yeni soluğu, bir alternatif olarak ortaya çıktı. Olan şuydu ki Corbyn’nin isteklerinin geçmişe oranla aslında ne kadar mütevazi olduğunun fark bile edilemeyişi işçi sınıfının kaybettiklerinin ironik bir biçimde ilanıydı. Yüzlerce İngiliz, partiye samimi biçimde yeniden kayıt yaptırırken, parti içi hesaplaşmalarda, parlamento cambazlıklarında koz olarak kullanıldıklarının farkında olmayabilirlerdi ama artık kural halini alan mekanizma aynı sonucu yeniden üretiyordu: Biriken enerji usulünce dağıtıldı, kitleler bir oldu bittiyle umutsuzluğa terk edildi. Bunun sağın yükselişi anlamına geldiğini ise Brexit gösterdi.
Emperyalist hiyerarşinin tepesindeki bir ülkede bunlar gerçekleşiyor. Ancak yüzyıl öncesinde de durum pek farklı değildi ki. Sosyal demokrasi Almanya’da bir burjuva siyasi akım olarak dünyaya gelirken aslen birkaç özelliğin birlikte işlemesi bu geçişi mümkün kılmıştı. Öncelikle Alman Sosyaldemokrat Partisi (SPD) bir işçi partisiydi. İşçi sınıfının önemli bölmesinde doğrudan örgütlüydü. Sendika, partinin hem kadro hem de oy havuzu demekti. Bu örgütlük sokak gücü anlamına da geliyordu. Almanya’da demokratik düzen Bismarcklı yılların ardından yerleşiklik kazanırken, bu yeni düzenin kurucu unsuru SPD idi. 1918’de de 1920’lerin başında ve sonunda da bu “sahiplik” büyük rol oynadı. Yalnızca meclisteki koltuk aritmetiğinde değil, bu durumu sloganlarda da görmek mümkündü: “Demokratik düzen” ile “burjuva karşıtlığı” özgün ama ısrarlı bir biçimde birleştiriliyordu. Düzen değişikliği arzusunun kitlelerde hızla yayıldığı bir dönemde bu ısrarın tek anlamı düzeni korumak olabilirdi.
SPD örgütlülüğün ve sokak gücünün siyasete girişinin dünyadaki en çarpıcı örneğini yaratmıştı. Halbuki bu durum siyasetin değişmezi haline geldikten, bunun üstüne savaş ve devrim yılları da yaşandıktan sonra Alman siyasetinde sokak gücü olmayan parti neredeyse kalmamıştı. SPD, komünistleri ve nazileri aynı radikal kefeye koyarken iki şeyi aynı anda gerçekleştiriyordu: Düzenin sahibi ve demokrasinin koruyucu partisi olarak örgütlü gücünün enerjisini parlamento manevralarında etkisizleştiriyor, işçi sınıfının sağ yükselişe karşı tek gerçek direnç noktası olan örgütlülüğünün ve sokak hakimiyetinin elini kolunu bağlıyordu.
Dahası, kitlelerdeki etkisini meşruiyet kozu olarak kullanarak komünistlerin sokak gücünü yasadışı ilan ediyor ve kendi tabanındaki direnç unsurlarını da sabırlı ve ihtiyatlı olmaya davet ediyordu. “Sorumluluk” ve “tolerans” SPD’nin '20ler boyunca resmi politikasıydı. Üstelik parti, yıllardır bu sorumluluğun gereği olarak yaptıklarıyla düzenin geniş kitlelerdeki hayal kırıklığının öznesi haline gelirken, kitlelerde düzen değişikliği arzusu güçlenirken ve Alman burjuvazisinin ihtiyaçları başka bir yönü işaret etmeye başlarken Almanya’nın geleceğine dair belli bir körlük de geliştirmekteydi. Aslında bu körlük karakteristikti. Sosyal demokrasi öznel niyetlerden bağımsız olarak bu karakteristik özellik ile işlevleniyordu, SPD’nin düzen için anlamı buydu. Bu işlev ile faşizm mükemmel bir ikili oluşturdu. Naziler sadece devletli ve mühendislik ürünü bir hareket olarak yükselmediler; SPD’nin boşalttığı alanı doldururken sokağı da tutmaya başladılar, kitlelerdeki düzen değişikliği arzusuyla bağlantı kurdular, direnç noktaları etkisiz hale getirilmiş solun zayıflıklarına oynamayı başardılar. Bu başarı faşizmin olduğu kadar sosyal demokrasinindi.
Bunlara uzunca yer vermemin nedeni bir faşizm incelemesi ortaya koymak değil elbette. Asıl sorun devrimci siyasetin düzen siyasetine karşı hamle geliştirirken nasıl davranması, tarihten çıkan bazı sonuçları nasıl değerlendirmesi gerektiğiyle ilgili. İki kardeş hareket olarak sosyal demokrasi ve faşizm (buna özgüven katsayısı yüksek Thatcher’ı da ekleyebiliriz) örgütlü siyasetin, sokak gücünün siyaset arenasına etkisi açısından önemli ipuçları sunuyor. Bugün bu ipuçları üzerine düşünmeden sosyal demokrasinin işleviyle ilgili konuşmak pek mümkün değil.
Esasında, düzen siyasetinin kapalı devre mekanizmaları ile “sokak” arasındaki ilişkinin formülasyonu sorunu bizzat burjuva düzenin siyasi arenasının hangi unsur ve platformlardan ve nasıl oluştuğuyla başlar. 1789 Fransız Devrimi, devrimin kitlesi ile farklı partiler (kulüpler) arasındaki ilişkiyi tarih sahnesine çıkaran ilk büyük modern örnektir. Devrimin hemen ardından kurulan Kurucu Meclis farklı siyasal akımların, “sağ”ın ve “sol”un şekil verdiği bir ilk kurumsal adımdır. Siyasi arena daha sonrasında parlamentonun (Konvansiyon) kuruluşu ile birlikte farklı bir bileşene daha kavuşmuş olsa da henüz yeni oluşmakta olan bu kurumsal sistem, siyasi arenanın tüm gelgitlerinden etkilenmekten kurtulamaz. Aslında durum gelgitli olmanın da ötesindedir. Fransa’da olaylar, yukarıda Almanya için söylediklerimizin aksi yönünde bir gelişimle ilerler. Burjuva siyasal sistemden Fransa’da bir düzen kurması beklenir. Fakat henüz nüve halindeki bu sistem, devrimin yükselen seyrine paralel biçimde, düzenin aşılması anlamına gelebilecek tüm vektörlerden etkilenmeye devam eder. Arada bariyer işlevi görecek mekanizmalar henüz oluşmamıştır. Devrimin kitlesi farklı siyasi temsilcileriyle birlikte muazzam bir basınç unsuru haline gelir. Artık hangi platform, hangi “devlet” unsuru söz konusu olursa olsun, tüm partiler sokağın nabzını tutmak durumundadır.
Basınç partilerin içine de nüfuz eder. Jakoben Kulübü sadece Paris’te değil, Fransa’nın diğer bölgelerinde de hatırı sayılır bir örgütlülüğe sahip, binlerce üyesi olan bir partidir. Bu örgütlülük, solun yani devrimciliğin Konvansiyon’a şekil vermesini sağlayan önemli bir araç olur. Devrim hep daha fazlasını isterken ve düzen bir türlü tesis edilemezken bundan Jakoben partisinin içi de etkilenir, hatta bu etkinin Fransa’nın farklı bölgelerindeki yansımaları da görünür hale gelir. Fakat devrim daha da fazla Paris’e daraldığında bile sokağın gücüyle siyasi arenanın farklı unsurları arasındaki ilişki kopmaz. Devrimin en radikal temsilcileri olan Montanyarlar ile Paris halkının yoksul emekçi toplamı “sans-culottes”lar arasındaki organik ilişki devam eder. Devrim fikri, sokağın gücü ve bunun kulüplerdeki karşılıkları sayesinde her tür düzen fikrini alt üst eder. Bu öyle bir güçtür ki artık devrimin sonrasının, yani gerçekten de belli bir “düzen”in kuruluşunun gerektiği noktada bile bu işlemin potansiyel aktörlerini basınç altında bırakır, hareket edemez hale getirir. Devrim yatışmalı ve düzen kurulmalıdır ama Fransa’nın devrimci partisi devrimin görülmemiş radikalliği ile düzen kurma görevi arasında sıkışıp kalmıştır. Fransız Devrimi’nin yarattığı siyasi arenanın kurumları bu sıkışmanın izleriyle çatırdar.Sosyal demokrasi işte bu sıkışmayı düzen lehine yönetme iddiasının adıdır. Fakat bu işlem işçi sınıfı içerisinde belli bir etkiye sahip olmadan, Fransız Devrimi’nden bugüne dek inşa edilen ve “sol” olarak tarif ettiğimiz değerlerle bağ kurmadan gerçekleştirilemez. Az önce bunun en önemli örneğine Almanya ve SPD üzerinden yer vermiş oldum. Avrupa’da devrimin geri çekilişiyle birlikte siyasi arenadaki kalıcılığını ispat eden bu gelenek İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden canlılık kazanır. Sovyetler Birliği’nin varlığının yarattığı basınç, işçi sınıfına pastadan pay verme ve ekonomilerin devlet müdahalesiyle ayağa kaldırılma zorunluluğu Avrupa’da sosyal demokrasinin yeniden işlevlenebileceği koşulları üretmiştir.
Sosyal demokrat gelenek tarihsel olarak İkinci Enternasyonal’e, dönemin komünist ve sosyal demokrat partilerinin ayrışmasına denk düşer. ’45 sonrasındaki sosyal demokrat partilerde ise geleneğin temel özellikleri korunur; işçi sınıfıyla, sendikalarla doğrudan ilişkili olma durumu devam eder. Burjuva siyaset sistemi artık az çok iki merkezli bir yapıya dönüşür. Merkez sağ ve sol, koordinat merkezleri olurken tüm partiler de bu koordinatlara göre “konumlandırılır”. Sağın ve solun neyi temsil ettiği konusunda pek bir kafa karışıklığı yoktur. Tüm bu özellikler açısından belli bir süreklilik oluşmuştur artık. Öte yandan, başka bir değişim göze çarpmaktadır.
Savaştan kitlesel partilerle çıkan komünistler işçi sınıfıyla organik bağlantıya sahip olma, sendikalarda hakimiyet kurma, sokak gücü gibi başlıklarda büyük rakip haline gelmişlerdir. Geleneksel sosyal demokrasi kendi solundaki bu partilerin gücünün yarattığı basınç yüzünden de sol kulvardan fazla uzaklaşamaz. Halbuki sosyal demokrasi kendi geleneksel partilerinin değil ama komünist hareketin bazı zaaflarının sonucunda yeni bir biçimlenmeye doğru ilerler. Avrupa’da komünist partiler “sosyal demokrat parti” değildirler elbette ama düzeni sağlama, ihtiyatlı olma, tolerans gösterme gibi başlıklarda SPD’ye fazlasıyla benzemektedirler. Sosyal demokrasi bir siyasi çizgi olarak bu iki kulvarın karşılıklı manevraları ve sonrasında da birleşmeleri sonucunda yeni bir şekle bürünür. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, sınıf hareketinin siyaset arenasındaki etkisinin giderek azalması, sol değerlerden dünyanın her yerinde uzaklaşılmaya başlanması uzun süre boyunca varlığını koruyabilmiş merkez koordinatları da ortadan kaldırır. Eski komünist partiler tasfiye olur, geleneksel sosyal demokrat partiler ise kopuşlar yaşamaya başlar.
Halbuki bu değişim sosyal demokrasinin bittiği anlamına gelmemektedir. Burjuva siyasi sistemin düzen soluna ihtiyacı bitemez. Kapitalizm düzenin sorgulandığı dönemeçleri, sol değerlerin tamamen ortadan kalkmasını engelleyecek problemleri devamlı olarak üreten bir toplumsal düzendir. Düzen solu yeniden şekil alırken geçmişin merkez partileri çeşitli radikal unsurlar tarafından çevrelenmeye başlar. Bu durum kimi örneklerde geleneksel tipte sosyal demokrat partilerin tamamen değişim geçirmesine neden olur. “Pasoklaşma”, Yunanistan’daki örneğin diğer ülkelerde de yaşandığı bir sürecin genel kavramı olur. PASOK dağılmış, içerisindeki unsurlar diğer başka radikal unsurlarla bir araya gelmiş ve bugünkü SYRIZA tipi partiler ortaya çıkmıştır. Artık dünyada ve Türkiye’de sosyal demokrasiden bahsettiğimizde, belli başlı partiler ve bunların etrafında kümelenmiş unsurlardan oluşan bir siyasi çizgiyi anlatmış oluyoruz. Düzen solu, kendi soluyla onu uydulaştıracak bir ilişki içerisine girmekte, bu sayede düzen solu ile devrimci hareket arasındaki gri alan düzen siyasetine doğru bütünleştirilebilmektedir. Böylece sosyal demokrasi en temel yeteneğini, sola ait olan alan üzerinde hak iddia ederken düzeni de sağlama işlevini canlı tutabilmektedir.
Fakat işçi sınıfının bir hareket olarak siyasi arenadaki yokluğu, sosyal demokrasinin hem sınıf örgütlerine hem de sınıf içerisindeki organik örgütlülüğüne mecburiyetini büyük ölçüde aşındırmıştır. Türkiye işçi sınıfı ’60 ile ’80 arasındaki görkemli yükselişiyle siyasi arenaya damgasını vurmuş ve bu etkinin sonucu olarak Ecevit CHP’si bir sosyal demokrat partiye dönüşmek zorunda kalmıştır. CHP işçi sınıfı içerisinde ve sendikalarda belli bir bağlantı düzeyi yaratmayı başarmış ve sol üzerinde kurduğu hakimiyet sayesinde düzenin tesisinde büyük rol oynamıştır. Fakat dünyada ve Türkiye’de komünizm tehlikesinin atlatılması, piyasa politikalarının her yerde “tek yol” haline gelmesi CHP’yi de bu bağların yüklerinden kurtarmıştır. Üstelik sosyal demokrasinin sınıfla doğrudan ilişkilerindeki aşınma, sadece sonradan bu çizgiye yerleşen CHP gibi partilere özgü değildir. Sendikalar ile sosyal demokrasinin belki de en iç içe geçtiği, en uzun ömürlü örneği olan İsveç’te bile eski dengeler değişmekte, bağlar zayıflamakta, başka ülkelerde de olduğu gibi faşist hareket mütevazi olmayan bir yükseliş elde etmektedir.
Siyasi arenanın işçi sınıfının, örgütlü müdahalelerin etkilerinden giderek kurtulması bugün popülist olarak adlandırdığımız sol partilerin ya da ittifakların varlık göstermesiyle paralel bir süreçte gerçekleşti. Ancak bu durum sosyal demokrasinin yok olması anlamına gelmedi. Siyasetin kapılarının geniş kitlelerdeki huzursuzluğun yıkıcı etkilerine kapatılması, siyaset denilen şeyin parlamento, seçim ve ittifak oyunlarına dönüştürülmesi sol popülizm görünümüyle sosyal demokrasinin görevinin başında olduğunu da gösterir. Yükselen huzursuzluğun solun enerji noktalarıyla buluşamaması, düzen siyasetinin kurumlarında ve mekanizmalarında köreltilmesi sosyal demokrasinin temel mühendislik becerisidir. İşte bugün sosyal demokrasiye geçmişte hak iddia ettiği sola ait olan o alanı kullanılamaz hale getirme işlevi de düşmektedir. Bu işlev Almanya örneğinde faşizmin yükselişi karşısındaki direnç noktalarını atıl bırakmak, hatta yok etmek biçiminde gerçekleşmişse bugün de Türkiye örneğinde, biriken enerjinin sıçramalar elde edebileceği aydınlanma, yurtseverlik, özgürlük gibi değerleri tahrip etmek biçimde gerçekleşiyor.
Sosyal demokrasi ortadan kaybolmuyor, siyaset büyük ölçüde izole bir alanda dönen manevralara indirgeniyor ancak bir mesele de bir türlü yok olamıyor. Sosyal demokrasi ve düzen her ne kadar kitlesiz, sokaksız siyaseti sistematik hale getirmek istese ve bunda büyük mevziler elde etse de bu durum siyasi arenanın örgütlü müdahalelere açık olduğu, siyasetin asıl belirleyici unsurunun geniş anlamıyla sokak olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Burada iyi düşünülmüş hamlelerle elde edilebilecek stratejik mevzilerin bütün bir siyaset arenasına etki etmesinin önü kapalı değildir. Sola ait alanı ve işçi sınıfıyla doğrudan bağlantılarını terk etse de sosyal demokrasinin yok olmayacağını söylüyoruz. Aslında tam da bu noktalardaki zaafları sayesinde sosyal demokrasi mevcut burjuva düzenin bazı açılardan zayıf diyebileceğimiz noktalarını teşhir etmiş de oluyor. Sosyal demokrasinin proleter niteliğini kaybetmesi, işçi sınıfının maddi koşulların doğrudan ürünü olan tepkilerini yönlendirme ve soğurma yeteneğini kaybetmeye başlaması anlamına geliyor. Üstelik, siyasetin giderek sınıf gündemlerinden başka temalara, “kültürel meselelere” kaydırılması, yıllardır sınıf gündemiyle siyaset yapmayı becerebilmiş sosyal demokrasinin geleneksel varlık koşullarının altını bir süredir oymaktaydı da. Sağ, pek çok örnekte görüldüğü üzere, bu boşluklar üzerinden kendisine alan açtı. Ama bu zaafların aynı zamanda bir bütün olarak düzenin zaafları anlamına geldiği de unutulmamalıdır.
İşte bu zaaflar üzerine çalışırken Lenin’in ve Stalin’in Alman devriminde komünistlerin görevleriyle ilgili olarak ısrarla dile getirdikleri temel kural üzerine tekrar düşünmek gerekiyor.
Rusya’da 1917 Şubat’ında gerçekleşen devrim yeni bir düzenin filizleneceği platformların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bilindiği gibi siyasi arena Kurucu Meclis ile Sovyetler ekseninde kurumsallaşma sancıları çekiyor ancak sokağın gücü nüve halindeki bu kurumların ya ortadan kalkmasına ya da devrimin aygıtına dönüşmesine neden olacak bir basıncı diri tutuyordu. Rusya’da burjuvazi Almanya’daki sınıfdaşından farklı olarak az çok oturmuş bir kurumsallaşmayı değerlendirebilme olanağından yoksundu. Fakat bolşevikler burjuvazinin bir zayıf noktasını daha kendi avantajlarına çevirmenin yolunu bulmuşlardı. Almanya’da SPD’nin yaşadığı sosyal demokratlaşma sürecinin bir benzeri elbette Rusya’da da gerçekleşiyordu. Devrim burjuva sınırları kabul edecek olsaydı düzen de işçi sınıfı kökeninden gelse bile bu düzende karar kılan partileri zorunlu olarak sosyal demokratlaşma yoluna ittirecekti. Oysaki Rusya’da burjuvazi hem zamandan hem de alternatiften yoksun kaldı.
Peki, iki ülkenin farklılığı devrimin kaderini belirleyen tek etken olabilir miydi? Hayır…
Bolşeviklerin stratejik çalışması ve zamanı iyi kullanabilmeleri zayıf noktalardan yüksek verim alabilmelerini sağlayacak bir sıçrama zemini yaratmıştı. Devrimin hararetli günlerinde SPD gibi bir partiyle baş etmek zorunda kalmadılar belki ama zaten her şeyi devrim anına bırakmamaları bolşeviklerin olası bir beladan kaçınabilmelerini sağlayan özelliklerinden biri olmuştu. Menşevik ve diğer sosyalist unsurların işçi sınıfı üzerindeki hakimiyetini kıracak ya da bu partileri belli oranlarda etkisizleştirecek türden bir çalışmayı yürütebilme kabiliyetleri mevcuttu. Sovyetlerde çoğunluğun ele geçirilmesi mucizevi gelişmelerin ürünü değildi. Bolşeviklerin fabrikalarda, işçi semtlerinde, askeri birliklerde elde ettikleri güç, kısacası sokağın hakimiyeti, devrim hareketinin sınır tanımayan ruhunun her tür düzen anlayışını basınç altında bırakabilmesini olanaklı kılmıştı. Fransa’da gördüğümüz türden bir ileri atılım bu sefer stratejik bir vizyonla buluşmuş ve kendi yeni düzenini dayatabilmişti. Almanya’da ise sosyal demokrasinin geniş işçi kitleler üzerindeki hakimiyeti kırılamadığı oranda devrime yön vermek de olanaksızlaşıyordu. Devrimin radikalleştirici atmosferi Alman partisini üç parçaya bölse bile işçi kitlelerin bu üç alternatif arasında doğru düzgün ayrım yapabilmesini sağlayabilecek bir netlik uzun süre söz konusu olamadı. Yıllar sonra Alman Komünist Partisi (KPD) bu sefer azımsanmayacak bir işçi bölmesini sosyal demokrasiden koparan, onları örgütle ve sokakla buluşturabilen bir siyasi hat örmeyi başarabilmişti ve bunun ürünü olarak, 20’lerin sonuna gelindiğinde, komünistlerin oyu bazı bölgelerde birkaç katına çıkmıştı. Fakat devrimler döneminden ve Rusya’dan dersler çıkaran Alman burjuvazisi ile iş bilir sosyal demokrasinin bir araya gelişi komünistleri gerçekten de zorluk derecesi yüksek bir görevle baş başa bırakacaktı.
Lenin’in devrim öncesinde bağımsız siyasi hattın yaratılmasına, hem Lenin’in hem de Stalin’in sosyal demokrasinin etkisinin kırılmasına dönük uyarıları bu tarihsel gerçeklikler içerisinde anlamlanıyor. Stalin, “Görev geniş işçi kitlelerin devrim ve komünizm cephesine kazanılmasıdır.” diyor, “sendikal bürokrasinin ve sosyal demokrasinin gericileştirici etkisi kırılmalı, hiç değilse nötralize edilmelidir” diye de ekliyordu. Aslında Stalin devrimin sosyal demokrasi sorununu proletarya diktatörlüğü denkleminde somutluyordu: “Milyonlarca işçinin iradesine karşı proletarya diktatörlüğünün kurulabileceğini düşünmek büyük hatadır.” diyordu. Fakat Stalin’in öğüdünün “hayal kurmayın”dan ibaret olduğunu düşünmek de pek doğru olmaz. Rusya’da iktidarın ele geçirilmesi sorununun ve hatta bunun zamanlamasının işçi iktidarının ve siyasal temsilcisinin meşruiyetiyle iç içe olduğunu Lenin’in kaleminden de okumuştuk. Lenin bolşeviklerin iktidara talip oluşunu “böyle bir parti var” diyerek dile getirdiğinde sadece devrimci cüretin sözcülüğünü üstlenmiyordu. Lenin gerçekten de iktidarın korunabileceğini, bunun meşruiyet koşullarının mevcut olduğunu ve bu koşulların yarattığı olanakların değerlendirilebileceğini düşündüğü için partisine güveniyordu.
Proletarya diktatörlüğü devrim sonrasının da en önemli tartışma başlıklarından biri olacaktı. Öte yandan, bu tartışma bir siyasal hareket olarak sosyal demokrasinin tarihsel serüvenini anlamak açısından da büyük önem taşıyor. Serüvenin bir yanı burjuvalaşma ve bugünkü anlamıyla sosyal demokratlaşmadır ama bundan ibaret değildir. “Sosyal demokrasi” ilk ortaya çıktığında belli bir projenin, belli bir siyasi vizyonun adıydı. Lenin, sonrasında bir burjuva siyasal akım olarak sosyal demokrasiyi tanımlıyor ve reddediyordu ama sosyal demokrat projenin 19. yüzyılın ikinci yarısında tarihe sunduğu keşfinin üzerinden tamamen atlıyor da değildi.
İşte Lenin’in bir leninizm yaratabilmesine olanak da sağlamış olan bu keşif bugün tam da sosyal demokrasinin kendisine yöneltilebilecek en önemli silahtır. Komünist hareket tarihin bu ironisini değerlendirmelidir.
Neydi peki sosyal demokrat proje?
Sosyalist düşünce ve işçi sınıfı hareketi, her ne kadar birbirine etki eden iki büyük kıta olsa bile, esası itibariyle farklı gelişme dinamiklerine sahiptir. Bir dünya görüşü olarak sosyalizmin kökeni işçi sınıfınınkiyle aynı değildir. Marksizm (marksist sosyalizm) doğrudan işçi sınıfının varlığı sayesinde şekil alan bir dünya görüşü olmasına rağmen bu ilk “ayrılık” onun için de geçerlidir. Ayrılık bir yana, tarihte sosyalizm ile işçi sınıfının birbirine düşman olduğu örnekler de vardır. Özetle, Fransız Devrimi’nden 19. yüzyılın ikinci yarısına dek bu iki kıta nadiren dost olabilmiştir. Yan yana gelme denemeleri gerçekleştirilmiş ama tarihsel ortaklık bir türlü tutturulamamıştır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sosyalizmin toplumsal düzlemde varlık gösterme denemelerini incelemiş, farklı sınıflar ile sosyalist ve komünistlerin ilişkisini, buradaki arızaların kaynaklarını sırayla değerlendirmişlerdir. Manifesto’da, iki yakanın karşılıklı sancılarından sonuçlar çıkarmış ve birlikteliğin gerçekleşebileceği teorik ve programatik hattın artık mevcut olduğunu ilan etmişlerdir. Marksist komünizm bir işçi sınıfı sosyalizmi olarak yeni dünya görüşüyle işçi sınıfı hareketinin birlikteliği demektir.
Bu birlikteliğin kendiliğinden gerçekleşeceği elbette düşünülmemektedir ama bunun nasıl hayata geçirileceği konusunda da henüz büyük boşluklar bulunmaktadır. Sonraki yıllar, devrim ve karşı-devrimlerle ilerlerken, marksizm ile onun toplumsal varlığı arasındaki açının sorunlarını gözleyebilme olanağını yaratmıştır. Buna kapitalizmin gelişimine paralel, işçi sınıfının serpilişi de eşlik etmiştir. Enternasyonal ve Komünist Birlik bazı denemelerde bulunmuşsa da sorunun çözümü anlamına gelememiştir. İşte sosyal demokrasi, Paris Komünü’nü izleyen dönemde, Almanya’da bu iki yakayı bir araya getirme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Sosyal demokrasi sosyalizm ile işçi hareketinin birliği demektir. Bu birliğin programatik karşılığı, Kautsky’nin imzasını taşıyan Erfurt Programı’nda mevcuttur. Aslında birleşmenin nasıl gerçekleştirilebileceğiyle ilgili yanıtlar nüve halinde de olsa Manifesto’da mevcuttur; fakat Kautsky’nin katkısı siyasal, örgütsel, teorik boyutlarıyla bir bütün olarak bu birlikteliğin farklı yönlerini ortaya koyabilmesindedir. Aslında, hem Erfurt Programı’nda hem de metnin yazarının teorik kavrayışında bazı boşluklar ve sorunlar bulunur. Hatta Lenin Kautsky’ye büyük saygı besliyor olsa da Kautsky’nin nefesinin tükendiği noktalarda kimi adımlar atıyordur bile. Fakat sosyal demokrasi Almanya’da da Rusya’da da sosyalizmin işçi hareketiyle buluşmasının olanaklı olduğu temel marksist dünya görüşüyle yola koyulmuştur.
İşçi hareketinin tarihi, direnişinin tarihidir. Kapitalist toplumsal düzenin temel unsuru olan işçi sınıfı, karşıt ikizi burjuvaziye meydanlarda savaşarak, iş yerlerinde kavga vererek veya sadece dişlerini sıkarak farklı biçimlerde tepkiler üretir; ancak eninde sonunda, mutlaka belli bir direnç gösterir. Sosyalizm başta bu direnç noktalarıyla buluşacak, işçi sınıfını politik olarak eğitecek, onu bir araya getirecek, partiyle buluşturacak, halkalar halinde örgütleyecektir. Bunun yanında, sosyal demokrat projede bu kanalların hepsini kesen bir tür iyimserlik de mevcuttur: İşçi sınıfı uzlaşmaz karşıtlığın bir tarafı, toplumun temel ve devrimin asıl öncü unsurudur, işçi sınıfı sosyalizmin mesajına o ya da bu şekilde açıktır. Mesajın hangi siyasal ve ideolojik kanalların kullanımıyla toplumsallaştırılacağı sosyalizmin her dönem yanıt araması gerektiği temel sorusudur. Bununla birlikte, bu mesajın gerçek bir karşılık bulabilmesinin ön koşulu merkezinde partinin durduğu bağımsız bir siyasal hattın varlığıdır.
Bağımsız siyasal hattın ne olduğu ve nasıl yaratılacağı 1914 ile 1924 yılları arasındaki deneyimlerin sonucunda netleştirilmiştir. Bu yıllar sadece iktidarı ele geçirme değil, iktidarı koruma sorununu da yeniden canlandırmıştır. Sosyal demokrasi iki sorunun da bir yerindedir. Lenin Rusya’daki devrimden iki yıl sonra hala ayakta duran devrimci iktidarın gerçekliğini arkasına alarak Almanya’daki devrim için konuşurken (ve Kautsky’ye karşı polemik geliştirirken) sosyal demokrasinin ‘meşruiyet çalma’ işlevine dikkat çekmektedir. Sosyal demokrasi, geçmişin komplocu devrimci hareketlerinden farklı olarak meşruiyet sorununa fazlasıyla duyarlıdır. Aslında biraz da bu duyarlılığın hastalığa dönüşmesinin ürünüdür.
İşte proletarya diktatörlüğü ve meşruiyet sorunu, 1871’in derslerinin ve Almanya’da işçi hareketinin bağımsız gelişiminin ürünü olarak incelenirken, bu sürecin programatik sonucu sosyal demokrasinin projesi olmuştur. İşçi sınıfı iktidarı ele geçirecek ve koruyacaksa, meşruiyetini tesis etmelidir ve bu da devrimi önceleyen, işçi sınıfının kazanıldığı belli bir siyasal, ideolojik çalışmanın gerekliliği anlamına gelir. Sosyalizm ve işçi hareketi parti sayesinde birleşecek, işçi sınıfı da toplumsal düzlemde hegemonyasını kuracaktır. Ama işçi sınıfını kazanma işlemi Kautsky’deki şekliyle sonsuzluğa uzanan bir süreç anlamına gelirken ve bu durum SPD’nin Weimar Almanya’sında edindiği yerle birlikte burjuvalaşmaya giden yolu beslerken, kazanma işleminin sonucu da giderek sosyalizmi terk eden bir partinin işçi sınıfı üzerinde bıraktığı zararlı izlere doğru renk değiştirmiştir.
Sosyal demokrat işlem, yüzyıl öncesindeki haliyle işçi sınıfıyla doğrudan bağlantı kurma ve organik ilişkinin avantaja çevrilmesi anlamına geliyordu; bugün ise yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı sınıfı artık bu bağlantılar olmadan da çekip çevirebilme kabiliyetine denk düşüyor. Bu bir yönüyle sosyal demokrasinin yeteneğini bir yönüyle de zaafını işaret ediyor. Bugün sosyal demokrasinin bu zaafı uygun mekanizmalar ve uygun bir mesajla birleştirilebilirse avantaja çevrilebilir ve işçi sınıfı kazanılabilir.
Sosyal demokrasiden kurtulmak mümkün olmayabilir ama onun kurtulamayacağı zaafları komünizmin güçlenmesi anlamına gelebilir. Siyaset arenasının düzen siyasetinin kapalı devre mekanizmalarından ibaret olmadığını gösterecek hamleler Türkiye’de bağımsız bir kanalın varlığını da göstermenin yollarını yaratabilir.
Komünist hareket bu olanağı değerlendirecektir.
Anıl Çınar / SOL- GELENEK