28 Mart 2021 Pazar

Balzac'ın Paris'inden Zola'nın Paris'ine: Geleceği aramaya hangisinden başlamalı? - Eren Selanik / SOL- GELENEK

 19. yüzyıl Fransız gerçekçiliğinin seyri; sonrasında işçi sınıfının tarihsel çıkarlarında somutlanan bu düşün yaratılması, peşinden koşulması ve kaybedilmesinin seyridir.



1848 Devrimi sınıf mücadeleleri açısından bir dönüm noktası. Böylesi önemde tarihsel bir olayın tüm üst yapısal ilişkileri, bununla birlikte kültür-sanat alanını belirlememesi imkânsız.

Mevzubahis 19. yüzyıl Fransası olduğunda ise yaşanan siyasal gelişmelerin etkisinin romana daha çıplak haliyle ve daha hızlı bir şekilde yansıdığı söylenebilir. Dolayısıyla roman yazını üzerinden yapılacak bir okuma, aynı zamanda söz konusu siyasal gelişmelerin okunması anlamına da gelebilir. Elbette belli dolayımlar ve özgünlüklerle beraber.

1848'in öncesi ve sonrası romanına özellikle de dönemin merkezi Fransız romanına ve daha özelde 19. yüzyılın ve devrimin başkenti Paris'e odaklanan bir okuma; insanlığın yarattığı ideal gelecek düşünün seyrine, geleceğe neyi devredebileceğine, boşluklarına ve bu boşlukların neyle nasıl dolacağına dair pek çok değerli veriyi ortaya koyabilecektir.1

Bu iki yarım yüzyılın en büyük yazarlarından Balzac ve Zola'nın, birisi 1848 öncesi gerçekçiliğini, diğeri 1848 sonrası gerçekçiliğini temsil eden iki büyük yazarın yaratma yöntemleri ve tasvir ettikleri 'gerçek' arasındaki farkın değişen sınıfsal ilişkilerle bağını anlamaya çalışmak şüphesiz ki ilgi çekici. Bu yazıda ikisinin de kendi yazınları açısından benzer bir mit olarak kabul ettikleri Devrim'in başkenti Paris'in betimlenmesindeki farklılıklara ve bu farklılıkların yardımıyla ayrı dönemlerde aynı edebi ailenin parçası olan iki yazarın üretimlerinin siyasi mücadeleyle ilişkilenme biçimlerine değinmeye çalışacağım.

Bu yazıyı değerli kılabilecek olan, Balzac'ın Paris'inden Zola'nın Paris'ine kaybolan tılsımı keşfetmeye çalışmak ve bu tılsımın yeniden üretilebileceği doğru siyasi/ideolojik bağlanma yöntemlerine dair akıl yürütmek olacaktır.

Elbette böylesi çıkarımları çok spesifik bir konudan elde edebilmenin sınırları bulunmakta. Ancak 19. yüzyıl sınıf mücadelelerine damga vurmuş Paris'i, 19. yüzyıl romanına damga vurmuş iki yazarın kaleminden okumak, bir nebze de olsa bu çıkarımların yapılabilmesine kapı aralayabilir. Ayrıca Zola'dan sonra bir daha eski görkemine kavuşmamak üzere uykuya yatan Fransız romanı, 20. yüzyıl romanına, aydın tanımına, estetik kabullerine ilk bakışta görülenden daha fazlasını devretmiştir. Bu olgu da iki yazarın okuması üzerinden yapılacak çıkarımlardan belli bir düzeyde genellemelere gidilebilmesi için olanak yaratmakta.

Balzac'ın Paris'inden Zola'nın Paris'ine

1848 öncesi dönemin gerçekçileri, romantikler, 'Gerçek olan nedir?' sorusuna burjuva yükselişinin ideallerinin hayata geçebileceği bir geleceğe öykünme ışığında cevap verir. Hatırında Napolyon'dan anılar bulunanların sayısı hala fazladır ve 1789'un eşitlik-özgürlük-kardeşlik sloganları henüz tazedir.

Balzac'ın Paris'i taşradan Paris'i fethetmeye gelen yetenekli gençlerle doludur. Peşinde koştuğu hayallere ömrünü adamak hatta bu hayaller uğruna ölmek, 1789 Devrimi'nden miras kalan bir duygudur. Bu gençlerin ideallerine ulaşmak adına giriştikleri mücadelede kimisi yok olacak kimisi ise ideallerini terk etme uğruna kariyer basamaklarında yükselecektir. Kazanmak veya kaybetmek Balzac için her bir bireyin kişisel özellikleri, arzuları, istekleri, yetenekleri ve şanslarının etkide bulunduğu ancak son kertede toplumsal devinimin kurallarının belirlediği diyalektik bir süreç anlamına gelir.

Sönmüş Hayaller'in Rubempre'si, Goriot Baba'nın Rastignac'ı aynı hayallerle gelirler Paris'e. Paris, burjuva düzeninin kutsadığı yaratıcılığın keşfedildiği, her gece sanatın ve bilimin en yeni buluşlarının sohbet konusu edildiği ateşli tartışmaların süregeldiği, sokaklarında yetenek avcılarının dolaştığı, davet salonlarında yüksek katmandan insanların bu gençlerle flört etmeye hazır beklediği büyülü bir kenttir. Ancak Rastignac da Rubempre de Paris'i fethetmenin kurallarına ayak uyduramayacak, Devrim'in ideallerinin kaybedilişiyle birlikte ortaya çıkan toplumsal erozyonun altında kalacaklardır. Artık yeni serpilip gelişen burjuva yaşantısının erozyonunun altında kalmamanın yolu, Balzac'ın 1789 Devrimi'nde somutladığı tüm yüce değerlerin çöpe atılmasından geçmektedir.

Balzac, Vadideki Zambak'ı olgunluk çağında yazar. Roman, günümüzdeki pazarlanma biçiminin tersine, bir aşk üçgeninde geçen magazinel olayların ötesinde bir anlam taşır. Felix de Vandennesse, aristokrat bir ailenin çocuğu olarak taşrada yetişmiş ve Paris'e yüksek eğitim almak üzere gönderilmiştir. Genç, yetenekli ve kariyer basamaklarını hızla tırmanan Felix ile taşrada hasta aristokrat kocasıyla yavaş ve sıkıcı bir hayat yaşayan Henriette'nin aralarında kurdukları duygusal iletişim, yeni ve durdurulamaz olanın kesin zaferiyle sonuçlanır. Bedeli içindeki saf sevgiyi öldürmek olsa da Felix, Paris'in vadettiği geleceğin parçası olmak durumundadır. Aristokrat Henriette geçmişten süregelerek taşıdığı tüm ahlaki kabulleriyle birlikte ölür. Felix ise kendisi bu sonuçtan memnun olmasa da artık kraliyet iktidarının genç ve parlak bürokratı, geri döndürülemez burjuva toplumsal dönüşümün bir ürünüdür.

Yaşamda Bir Başlangıç'ta ise 19 yaşındaki Oscar Husson, benzeri bir yükselişi başarabilecektir. Paris'te başlayıp Paris'te biten bir dizi yolculuğun ardından Oscar, posta arabası işletmecisi Pierrotin'in kızı ile evlenip, yeteneklerini bir kapitalist işletme devi olma yolunda ilerleyen şirketin ticari gelişimine verir. Balzac bir yandan Paris'in eski, romantik posta arabalarının nasıl koca bir kapitalist işletme haline geldiğini resmederken bir yandan da talihli karşılaşmalar ve kurnazlıklar neticesinde çekingen bir genç olan Oscar'dan kalburüstü bir burjuva patronu yaratır.

Balzac'ın Paris'inde gerçek olan 1789 Devrimi'nden devrolan ideallerin bir mezarlığıdır. Bu yıkım toplumsal çürümeyi ve topyekûn bir çöküşü gösterdiği gibi, herhangi bir etik veya insancıl değerin artık yaşamadığı bir ortamda genç burjuva sınıfının yükselişine de işaret eder. Vadideki Zambak'ın Felix'i de Yaşamda Bir Başlangıç'ın Oscar'ı da, Rastignac ve Rubempre'nin aksine, tüm değerlerini terk edip bu yükselişin parçası olabilmişlerdir. Balzac'ın gözünden 1848'in öncesinde gerçek olan budur. Ancak Balzac'ın yarattığı bu gerçeklik, burjuva toplumunda kaybolan ideallerin saklanıp korunup belirsiz bir geleceğe devredilmesini de içerir.

1848 sonrası 'Gerçek olan nedir?'

1848 sonrası 'Gerçek olan nedir?' sorusuna verilen yanıtın içinde ise burjuvazinin kurulu düzenini tehdit eden yoksulluk ve çıplak sömürü altında ezilen geniş emekçi yığınlar olmak zorundadır. Peki stabil bir konuma gelemeyeceği kesin olan mevcut durumdan öte bir 'insanlığın hayalini kurduğu iyi yaşam' da bu gerçeğin içinde değil midir?

Sebeplerine daha sonra geleceğiz ancak 1848 sonrasının gerçekçileri olan natüralistler, bu çıkmazdan kurtulamadılar. Çözümü ise Devrim'in sunduğu hayallerin çoktan ölmüş olduğu, hiçbir yüce değerin artık yaşamadığı bir Paris'in resmedilmesinde buldular. Onlar için daha ileri bir toplumsal/siyasal gelecekle ilişki kurmadan 'namuslu' kalmanın biricik yolu buydu: Paris'in gettolarında yaşayan geniş emekçi kitlelerin yoksulluğunu, tüm yıkımıyla kapitalist toplumu en çıplak haliyle sunmak.

Zola'nın Paris'ine de taşradan gençler gelir. Meyhane'de Paris'e gelen Gervaise ve sevgilisi Lantier kısa süre sonra sefaletin ortasında kalırlar. Lantier ve bu dönemin gençleri için ölümsüz sevgi, romantik bir aldatmacadan ibarettir. Lantier sevgilisini terk eder ve Gervaise Paris'te tanıştığı Coupeau ile evlenir. Yetenekli ve azimli bir işçi olan Coupeau yaşadığı talihsizlikler sonucu içki ile buluşur. İşçi ailesinin bağları giderek zedelenir, aralarındaki dürüstlük ilişkisi son bulur ve işçi gençler yıkımın ortasında kalır. Sonuçsa Zola için basittir; ölüm.

Balzac'ın Paris'inde hayal kurmaya ve hayalinin peşinde koşmaya yer vardır. Bu serüvenin sonu birçok sefer yenilgi olsa da Paris tılsımını kaybetmez. Buradaki yenilgi, hiçbir zaman çıkışa işaret edecek bir sınıfsal karşıtlığı üretemese de, burjuva toplumunun yıkımıdır. Zola'nın Paris'inde ise hayal kurmak dahi imkansızdır. Paris, sokaklarına dilencilerin ve evsizlerin hâkim olduğu, çok zorlu şartlarda çalışan ve hastalanan işçilerin yerine sokaklarda yatan bir başka işçinin kısa süreliğine çalıştığı, her birinin genç yaşta öldüğü ve genç yaşta ölmenin talih sayıldığı bir şehirdir.

Gervaise ve Lantier, Zola'nın Paris'ine gelecektir. İlk tökezledikleri anda Lantier sevgilisini terk edecektir. Gervaise bir başka işçi ile evlenecektir. Ancak Paris gençleri yine yenecektir. Hepsi bu.

Zola için cansız ve çıplak gerçekliğin fotoğrafının kapitalist sömürüyü meşrulaştırmaması ancak duygularından arınmış bir yazının ortaya çıkmasıyla mümkündür. Sanattaki gerçek olanla, idealleştirilmiş olan gitgide birbirinden ayrılmaktadır.

Zola Therese Raquin'i 1867 yılında yayımladığında kitap büyük bir ilgiyle karşılanır. İkinci baskısının önsözünde Zola, gelen eleştirilere karşı bir savunma yayınlar. Zola'ya göre akıl ve irade ile karar veren insanlar yoktur. 1860'ların Paris'i, insanı kaçamayacağı biçimde sarmalamıştır. Kahramanların değiştirebileceği bir sonuç olmadığı gibi romanın aslında bir kahramanı da yoktur. Therese ve Laurent'in yerine taşradan gelip Paris'in yoksulluğuna yerleşmiş olan her kimse aynı sonucu yaşamaya yazgılıdır. Zola, romanının merkezine bu yöntemi öylesine yerleştirir ki bir tarım havzasında tarım işçilerini konu aldığı Toprak romanının kahramanının toprak olduğunu söyler. Roman kişilerinin isimleri, birbirinden farklı olarak kurdukları düşleri, yarattıkları idealler önemsizdir. Sonuca bir etkide bulunamaz. Zaten öylesine fazla sayıda, öylesine sıradan karakterler, öylesine uzun uzun betimlenir ki romanın sonunda akılda kalan yalnızca bir isimler kümesidir. Bu, Zola'da elbette bilinçli bir tercihtir. Karakterler, olayların akışına bırakılamaz. Her biri önceden en ince ayrıntısına kadar çizilen nesnellikle çevrelenmiştir. Toprak romanında kapitalist ranta bölünmüş ve insanı modern bağlarla sömürüye ve sefalete bağlayan toprak, tek kahramandır.

Kişiler fizyolojileri2 gereği gelişen olaylara tepki verirler, daha doğrusu ayak uydururlar. Öyle ki Therese Raquin'de birbirlerini sevmelerinin sonucu olarak işledikleri cinayet sonrasında Therese ve Laurent'in hissettikleri yalnızca fizyolojileri gereği bir sarsıntıdır. Bunun ötesinde bir duygusal bunalıma Zola'nın Paris'inde yer yoktur.

Zola, Savunma'sında 'Cerrahların ölüler üzerinde yaptıkları inceleme işini ben canlı vücutlar üzerinde yaptım, o kadar.'3 der. Hayatı tıpatıp kopya etmiş ve kendi deyişiyle 'insan makinesini' incelemiştir. Böylelikle Zola ilk olarak burjuva romantizminin kodladığı gerçek aşk, ideal ilişki gibi kavramların üzerine bir çizgi çeker. Therese ve Laurent'in yasak aşkları için değerlendirmeye konu olabilecek hiçbir değer yargısı yoktur. Birlikte işledikleri cinayet de elbette bu aşkın kaçınılmaz bir sonucudur. Aynı ilişkiler ağı aynı kişileri, aynı kişiler aynı sonucu doğurur.

Burjuva toplumunun çökmüş değer yargıları

Tüm bir edebiyat tarihinde Zola'nın Nana romanının beklendiği gibi pek az roman beklenmiştir ve pek az roman yayınlandığı tarihten başlayarak Nana gibi sarsıcı bir etki yaratmıştır. Nana burjuva toplumunun çökmüş değer yargılarına saldırır. Fuhuş, Zola'da ve çağdaşı Fransız gerçekçilerinde bu çöküşün simgesi olan bir tema olarak kabul edilir. Ancak Nana, benzer konuyu işleyen örneklerin aksine burjuva sınıfının en yüksek kademelerinde ortaya çıkan, paradan, saf çıkardan ibaret bir hayatı ve bu hayatın en doruklarında ortaya çıkan fuhuşu anlatır. Bu anlatı burjuva kalemleri tarafından yerden yere vurulur. Nana, hayalleri olan bir tiyatro sanatçısıyken düzen onu zengin asalak sınıfın arasında dolaşan, güzelliğiyle kutsanan ve çürümüşlüğün simgesi haline gelen bir 'stara' dönüştürür. Buradaki çürümüşlük burjuva toplumunun çürümüşlüğüdür. Suçlu olan kesinlikle Nana değildir. Nana Paris'in burjuva davet salonlarında dolaşırken okuyucunun burnuna Nana'nın etrafında kümelenen çürümüşlüğün kokusu gelir.

Balzac'ın Paris'inde gençler ulaşamadıkları aşkları uğruna birbirlerini şövalyece bir ruhla düelloya davet eder. Nana'da ise abisi Nana için hırsızlık yapan burjuva soylusu genç Georges kendisini Nana'nın makasıyla öldürmeye çalışır. Nana'nın karşısında makası göğsüne saplar, yerlerde sürünür, acılar çeker, öldü sanılır. Oysa gömleğinde birkaç küçük çizikten sızan kandan başka bir şey yoktur.4 Zola'nın burjuva sınıfına yakıştırdığı trajedi bu kadardır. Burjuva sınıfının doruklarında 1789'un şövalyece ruhu yerine korkaklık, yalancılık ve çaresizlik vardır. Geçerken söylemek gerekir ki burjuva toplumunun tüm ahlaki değerlerine karşı verdiği savaş, Zola'nın yazınının geleceğe taşınan ilerici yönlerindendir.

İki karşılaşma

Tarihin bize sunduğu iki talihli karşılaşma, 1848 öncesi ile sonrasının gerçekçileri arasındaki ilişkiyi biraz daha yakından anlamamıza yardımcı olur.

Bu karşılaşmaların ilki Balzac ile Stendhal arasındadır. Stendhal 1840'lı yıllarda yazmış ve kendisinin söylediği üzere 40 yıl sonra, 1880'lerde keşfedilmek üzere uykuya yatmıştır. Stendhal romantik öğeleri reddeder ve 1789 öncesi Aydınlanmacılarının en ham yorumu ile 1848 sonrası gerçekçilerinin özelliklerini birlikte taşır. Son kertede soyağacının 1848 sonrası kısmındadır. Stendhal'e göre burjuva ideallerinin yıkımı, Aydınlanmacı fikirlerin ve değer yargılarının tekrar belirleyen olduğu bir gelecekte aşılacaktır. Yazar, romantik serzenişleri değil kahince bir öngörüyle Aydınlanmacı değerlerin keskin bir savunusunu yazmalıdır.

Kimsenin tanımadığı Stendhal'i dönemin en büyük yazarlarından Balzac fark eder, gazetesinde yer verir ve karşılıklı yazılar yazarlar. Mevzu bahis olan Stendhal'in Parma Manastırı'nın roman tekniklerine dair tartışma önemlidir. Ancak esas üzerinde durulması gereken Balzac'ın kendisinden sonra gelecek ve kendisini aştığını iddia edecek akımın öncülü Stendhal'le kurduğu duygudaşlıktır.
1848 öncesi, en büyük temsilcisinin Balzac olduğu estetik yargıların tamamen dışında olan Stendhal'e Balzac, roman tekniği ve estetiği ile ilgili karşı çıkar ve öğütler verir. Devrim'in ideallerini geleceğe taşıma çabasını ise selamlar.

Temel olanın yani insanın yarattığı gelecek ideallerinin bu kahince savunusu, gerçekliğin ortalamacı olanı değil içinde gelecek halinin de bulunduğu devinim içerisindeki yorumu, tüm estetik farklılıklarına rağmen iki yazarı bir araya getirir. Her ikisi de toplumsal evrimin büyük tiplerinin çizilmesine ana görevleri olarak bakarlar, fakat neyin tipik olduğuna ilişkin arayışları, 1848 sonrası gerçekçilerinin verdikleri yanıttan farklıdır.

“Balzac ve Stendhal, yalnızca olağanüstü nitelikleri olan, gelişimin belli aşamasını, evrimci yönsemenin ya da toplumsal grubun bütün temel görünümlerini yansıtan olağanüstü niteliklere sahip kişileri tipik olarak seçerler.”5

1848 öncesi gerçekçileri, yaratma yöntemlerinin farklılığına rağmen bu duygudaşlıkla yoğrulmuşlardır. Ancak 1848 sonrasının gerçekçilerinin öncüllerine bakışı, Balzac'ın Stendhal'e baktığı kadar pozitif değildir.

Romantizmin temsilcilerinden George Sand ile natüralizmin kurucularından Flaubert'in karşılaşması daha az dramatiktir. Sand ve Flaubert, natüralizmin ilk büyük örneklerinden olan Duygusal Eğitim üzerine yazışırlar. Falubert'in kaleminden yeni görüntüsüyle Paris'te gerçek sanat ve aşk bir daha geri gelmemek üzere ölmüştür. Artık paranın kirlettiği bir ilişkiler sarmalı, bu sarmaldan çıkışsızlık vardır.

Duygusal Eğitim'de ressam Pellerin bir fotoğrafçı, yazar Hussonet ise bir gazeteci olur. Sand, Flaubert'e bir gün kahramanı gerçek bir sanatçı olan bir roman yazmasını önerir. Bu şekilde muazzam, narin ve ılımlı bir hayat enerjisinin yayılabileceğini görecektir. Flaubert ise bu öneriyi dalga geçerek karşılar. Flaubert'e göre Sand'in düşündüğünün aksine ideal bir sanatçıda yazmaya değer bir şey yoktur. Bu, ortaya olsa olsa bir canavar çıkarabilir. Sanatın amacı istisnayı konu etmek değildir.6

Zola'nın Duygusal Eğitim'i selamladığını ve yazılmış en iyi eser saydığını söylemeye gerek yok elbette. Zola'nın Paris'inde gerçek olan ortalama olandır. Rougon Macquart'lar: İkinci İmparatorluk Dönemindeki Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi adını verdiği koca bir külliyatında Paris'in sokaklarına saldığı tek bir gerçek sanatçıyı resmetmemiştir.

Balzac'ın Paris'i ise kimi zaman yarı akıllılığın sınırlarında dolaşan sanatçılar ve düşünürlerle doludur. Önce Sönmüş Hayaller'de adı geçen sonrasında ismi bir romanın başlığı olan düşünür Louis Lambert, büyük bir ressam olma arzusuyla yanıp tutuşan Bilinmeyen Şaheser'in Probus'u, muhteşem müzik yeteneğine rağmen döneminin anlayamadığı Gambara hep İnsanlık Komedyası'nın içerisinde, kimi zaman yolları Paris'e de düşerek gezinirler.

Daha önce de söylendiği gibi natüralistler yaşadıkları çelişkiden kaçmanın yolunu burjuva toplumunu tüm rezilliğiyle, utanç verici yönleriyle ve vahşiliğiyle gözler önüne sermekte bulurlar. Bu, burjuva toplumunun bilinçli bir siyasi eleştirisi anlamına gelir. Ancak buna ve natüralistlerin anlatım dili ve tekniklerindeki mükemmelliğe rağmen 1848 öncesinin sanatına hâkim olan siyasi iddianın gerisindedirler.
Ortaya koyduğu natürellik/doğalcılık yöntemini en ileri uçlara kadar geliştiren ve içinde yaşadığı toplumun tüm çürümüşlüğünün fotoğrafını çeken Zola; tarihsel olayları bir süreğenlik içerisinde ele alan, 1789 ve 1793'ü, Napolyon dönemini, 1815 Restorasyonu'nu, 1830 Devrimi'ni gelişen bir sürecin birbiriyle ilişkili parçaları olarak değerlendiren, Aydınlanmacılardan devraldığı tüm 'iyi'leri burjuva toplumunun kirinden koruyup belirsiz bir geleceğe devreden Balzac'ın siyasi olarak gerisindedir. Objektifini işçi sınıfına çevirmiş olmasına rağmen Zola, aristokrasi yanlısı Balzac'ın gerisindedir.

Yeni bir devrim, proleter devrim ile ilişki kurmadan kapitalizmin sefaletini, emekçilerin içine düştüğü sömürü çarkını resmetmek: Burjuva ideolojisinden tam ve kesin kopuşu gösteremeyen Zola'nın bulduğu bu formül, onu ve 1848 sonrası gerçekçileri namuslu kılan şeydir. Ancak bu formül yalnızca söz konusu konjonktürde mümkün olabilirdi ve yalnızca namuslu kalmaya yetebilirdi, daha fazlasına değil.

Geleceği aramaya hangisinden başlamalı?

Tüm çabalamalara rağmen sanattaki devrim ile devrimin sanatının yolları ayrılmaya başlamıştır. Gelişen doğa bilimlerinden, tıptan ve yeni yeni ortaya çıkan fotoğrafçılık gibi sanat dallarından devşirilen ileri yöntemler, burjuvazinin yükseliş döneminin ifade biçimi olan romanın içindeki tılsımı saklayamamıştır.

1789-1848 çağının tutkulu tarihsel ve siyasal bağlanmaları, bu tutkuların beslediği ideal toplum düşü, 1848 Devrimi ile yerini burjuva toplumuna karşı geri dönüşsüz bir nefrete bırakır. Bu nefret ise dönemin edebiyatına hâkim olan gerçekçi bakışın tüm bu tutkulara, beklentilere ve bu beklentilerden beslenen 'hazlara' karşı bir tepkisini doğurur. Devrim çağının bu hazlarını, tutkularını ve tutkuların sonucu olan aşırılıklarını çıkardığımızda geriye ideallerden ve özlemlerden kopmuş bir gerçekçilik kalacaktır.

1848 ile birlikte burjuva toplumunun içinde gelişen yeni sınıf savaşımlarını kaplayan örtü yırtılır. Proletarya ile burjuvazinin tarihsel çıkarları artık karşı karşıyadır. Burjuva sınıfının yükselişinin ifade biçimi olan roman ise Zola'nın elinde başka bir devrimci çağın ifade tarzı olamamıştır. Bunun sebeplerine ise elbette kafa yormak gerekmekte.

1848 sonrasında Avrupa siyasetinde sözcüğün ilk anlamıyla gerçek olan koyu dindar, baskıcı rejimlerdir. Bu tarih bir yanıyla proletaryanın tarih sahnesine çıkmasıysa tersinden 1789 ile birlikte doruğa çıkan insanlığın bu döneme kadar yaratabildiği en büyük düşünüşün de çöküşüydü. Bu düşünüş şeklinin yeni sınıfsal karşıtlıklarla yeniden üretilmesi 1848 ile yıkılan burjuva aydını için çok zordu.

Öte yandan 1848'le sona eren dönemin ideolojiler alanındaki boşlukları, burjuva aydınının salınımlarına ve romantik aşırılıklara olanak tanıyordu. Ancak 1848'le birlikte sanayi burjuvazisinin sınıfsal iktidarını pekiştirmesi, iktidarın ideolojik hegemonyasının da artması anlamına geliyordu. Kapitalizmin ideolojik belirleniminin dışına çıkmanın, işçi sınıfı devrimiyle ilişkilenmek dışında bir yolu kalmamıştı.

Bu dönemin Fransız gerçekçileri, natüralistler, bu ideoloji alanının dışına çıkma becerisini gösteremediler. Burjuva ideallerinin öldüğü 1848 travması sonrası burjuva ufkun ötesine geçemeyen natüralistler için sanatçıyı nesnelciliğin soğuk sularına atmaktan başka bir çıkış yolu yoktu.

Paris Komünü'ne rağmen gerçekçi edebiyatın Fransa'daki temsilcileri, edebiyatın üzerinde yükselebileceği yegane zemini kavrayamadı. Fransız gerçekçilerinin hiçbir dönem gerici bir düşünsel yapılanmanın parçası olmamasına rağmen Paris Komünü karşısında aldıkları tavır ilginçtir. Çoğu Zola gibi tarihin bu ilk işçi iktidarını kayıtsızlıkla karşılar, Gouncourt Kardeşler gibi natüralistlerin bir kısmı Komün karşıtı bir tavır takınır. Aynı dönemde romantik yazının son temsilcilerinden yaşlı Victor Hugo'nun ise Komün'ü selamlaması, Fransız gerçekçilerinin yüzyıllık seyir içerisinde kaybettiklerini göstermesi açısından öğreticidir.

Zola'nın ve natüralistlerin çağdaşları Tolstoy, Dostoyevski ve Turgenyev gibi Rus gerçekçilerinin çok daha ileri bir siyasal ve toplumsal karşıtlığı üretmiş olmaları tesadüf değil. Devrimin merkezi Rusya'ya kaymıştır ve Rus gerçekçiler, Fransız meslektaşları gibi yüzyıllık bir yorgunluğu değil, yeni serpilip gelişen bir sınıf mücadelesinin içine doğmanın heyecanını yaşıyordur.

Balzac, tarihin yönünü hiçbir zaman doğrudan olmasa da anlamıştır. Balzac'ın Paris'i yaşar. Sönmüş Hayaller dizisinde Paris'in arka sokaklarında bir araya gelip yeni bir düşünüş şeklini yaratmaya çalışan Saint Simoncu ve Fourierci ütopik sosyalistleri resmediş şekli ilgi çekicidir. Henüz erken bir zaman diliminde hayatın anlamını araştıran ve kapitalist düzenin karşısına ilkelci bir anlayışla da olsa yenisini düşleyen ütopyacılar Balzac'ın tüm bir İnsanlık Komedyası'nda çizdiği karakterler arasında en katıksız iyi olanlarıdır. Tarihin bir doğrultusunun olduğu tezi Hegel'den beri biliniyordur ve romantiklerin, en fazla da Balzac'ın bilincini belirliyordur. Bu tarihin sınıf savaşımlarıyla ilerlediğini ise henüz keşfeden olmamıştır.

Fourier'ci ütopik sosyalizmin savunucusu olan Zola, geliştirdiği doğalcı yöntemin dışına taştığı ender eserlerinden Emek'te yetenekli bir mühendis olan Luc'un işçilerin de yönetime ortak olduğu bir fabrika kurma çabasını işler. Luc'a göre sermaye ve emeğin bir arada insanca bir yaşamı yaratabilmesi mümkündür. İşçi evleri, yemekhaneler, çocuk bakım merkezleri… Kapitalizmin içinde serpilip gelişebilecek bir 'iyi' yaşam.

Zola'nın Emek'inin yayınlandığı tarih 1901 yılı, yani Ekim Devrimi'nin 16 yıl öncesi. Zola'nın doğalcı yönteminden sıyrıldığında kurabildiği tek hayalin kapitalist sömürünün yerine emek ve sermayenin uzlaştırıldığı bir dünya olması, bunu bir mühendislik faaliyetinin konusu sayması sinir bozucudur.

1848 öncesi romantiklerden ve Balzac'tan çizdikleri siyasi karşıtlığın ötesinde bir kavrayış beklemek imkansızdır. 1848 sonrasındaysa proleter devrimi merkeze koyan bir bakış dışında sosyalizmin herhangi bir yorumu artık geri olandır. Zola ve çağdaşı olan Fransız gerçekçileri burjuva düşünün sınırlarını aşamamıştır. Yüzyıllık üretime damga vuran kapitalizm eleştirisi çok değerli de olsa doğru bir sınıfsal karşıtlığın üretilmesi için yetersizdir.

20. yüzyıl, edebiyatı da kökünden değiştirecek bir gelişmeyle açılır. 1917 Ekim Devrimi'yle kurulan insanlığın yeni kurtuluş düşü, neyin gerçek olduğuna dair tartışmada, etrafından dolanılamayacak kadar gerçektir. İçinde bu düşü barındırmayan bir üretimse 'geri' olmak zorundadır.

19. yüzyıl Fransız gerçekçiliğinin seyri; sonrasında işçi sınıfının tarihsel çıkarlarında somutlanan bu düşün yaratılması, peşinden koşulması ve kaybedilmesinin seyridir.

Aradan geçen koca bir zaman dilimine ve üzerine konulan onca değere karşın bu düş hâlâ yeniden ve yeniden üretilmeyi bekliyor.

Eren Selanik / SOL- GELENEK

  • 1.Gelenek 126’da yayınlanan ve 19. yüzyılın ilk yarısını konu alan yazı sebebiyle bu yazıda 19. yüzyılın ikinci yarısının Fransız romanına odaklanılacak: Selanik E. (2015) 19. Yüzyılın İlk Yarısında Fransız Romanı: Burjuvazinin Öldürdüğü Kendi İdealleridir. Gelenek, 126: 163-180. https://gelenek.org/19-yuzyilin-ilk-yarisinda-fransiz-romani-burjuvazin…
  • 2.Zola, fizyoloji terimini kendi yüklediği anlamla kullanır. Kişinin kalıtsal özellikleri ile içinde yaşadığı kapitalist toplumun şekillendirdiği bir fizyolojisi vardır. Bu nihayete ermiş bir gelişmedir. Anın fotoğrafını çeken Zola için insanın devinim içerisinde değişmesi, kişinin hayal gücünün ve hayalini gerçek kılmak uğruna sarf ettiği çabanın olayların gelişimine ve sonucuna etki etmesi imkansızdır.
  • 3.Emile Zola, Therese Raquin (Çev. Adnan Cemgil), Hayat Neşriyat, İstanbul, 1968, s.10.
  • 4.Emile Zola, Nana (çev. Semih Tiryakioğlu), Görsel Yayınları, İstanbul, 1992, s. 408.
  • 5.Georg Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği (çev. Mehmet H. Doğan), Payel Yayınları, İstanbul, 1987, s. 95.
  • 6.Gustave Flaubert, Duygusal Eğitim (Çev. Cemal Süreya) içinde Önsöz: Son Romantik (Geoffrey Wall), İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, 1. Basım, s. 29-46.

Aynalar bile bizim ikiyüzlülüğümüzden bıktı! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Yıllar önce asistanım sancılı bir boşanma süreci geçiriyordu. Benden bir şey rica etti. 

Eşi, tek çocuklarının kendinden olmadığından kuşkulanıyor ve DNA testi istiyordu. Ancak bu iş için müracaat edenler o kadar çoktu ki Adli Tabip’ten bir türlü gün alamıyordu. 

Araya benim girmemi istedi. Kabul ettim ama başaramadım. Müracaat sayısı o kadar çoktu ki yapacak bir şey yoktu. 

Ben de şaşırmıştım o günden beri de çocuklarının kendinden olmadığından şüphe edenlerin çokluğu karşısında Türk kutsal ailesinin nasıl kutsal olduğunu deşmeye başladım. Mesleğin icabı, Türkiye’nin hemen her yerine gittiğim ve her meslekten, her sınıftan insanla ilişki kurmaya çalıştığım için, bu kutsal ailenin hiç de kutsal olmadığına bizzat tanık oldum. Ağabeylerinden, babalarından, amcalarından gebe kalmış küçücük kızların, ailecek nasıl hemen kürtaj yaptırılıp bu meselenin üstünün örtüldüğünü duydum, tanık oldum.

İlk cinsel ilişkisini babasıyla yaşayan bir başka kolej mezunu kızın, kendini nasıl alkolle uyuşturmaya çalıştığını gördüm. Anne baba hâlâ bir aradaydı. Paraları olduğu için kıza bir ev verilmişti ve içki parası ödeniyordu. 

Annelerin kızlarına, “Ağabeyin evlenene kadar bu işe razı ol. Çünkü o erkek, ihtiyaçları var” diyerek kızlarını ensest bir ilişkiye nasıl razı etmeye çalıştıklarını biliyorum.

Gecekondularda küçücük bir odada kız kardeşlerle erkek kardeşlerin bir arada yattığını ve her türlü cinsel uyanışın o küçücük odalarda gerçekleştiğine de tanığım. 

Annelerin 12 yaşındaki erkek çocuğunu yataklarına aldıklarını, banyo yaptırdıklarını biliyorum. Üstelik bu tuhaf durum çok yaygın. 

Hepiniz duymuşsunuzdur, kızıyla ilişkiye giren bir baba, nasılsa yakalanmış, hâkim karşısında şöyle dedi: “Ne yani hâkim bey, bahçemin en iyi meyvesini başkasına mı bırakacaktım?” Bir tabu olan Türk kutsal ailesini ve ilişkilerini araştırma konusu yapan bir gruptan genç bir kadın psikoloğun da “Bu kadar acıya dayanamıyorum” diyerek intihar ettiğini de biliyorum. 

Türküm, doğruyum, çalışkanım gibi Türk kutsal ailesi de mercek altına alınmak zorunda. Çünkü ne çok doğruyuz ne çok çalışkan ne de çok erdemli. Bir ülkede din işleriyle nasıl ilgilendikleri belli olmayan ve bizim vergilerimizle üç bakanlığın parasından daha fazla para harcayan Diyanet gibi bir kurumun web sitesinde, “Babalarının kızlarına karşı duydukları şehvet normaldir” diye fetvalar varsa, o ülkede ensest tahmin edemediğimiz kadar yoğundur. Neden bu olumsuzluğu belirtmek tepki çekiyor! Belki de aynaya bakmak Türk insanına uygun bir şey değil. Çünkü aynanın içinde burada yazılmayacak, insanın kanını donduran hikâyeler var.

Kimseler “Bu, dünyanın her yerinde var” demesin, var ama bunu yapanların yanına kâr kalmıyor. Mağdurlar, korkmadan başlarına geleni ehil psikologlara anlatıyorlar ve eylemi gerçekleştirenin cezası çok ağır. Ayrıca peşleri bırakılmıyor; ensest suçundan cezaevinde yatmış, cezasını tamamlayıp çıkmış kişiler, resmi kurumlarca takip ediliyorlar. Ev tuttukları mahallede, mahalle halkı onlara karşı uyarılıyor. Yani bir çeşit damgalanıyorlar. Bizde durum tamamen farklı, adamın kızıyla ensest ilişki yaşadığını tüm mahalle biliyor ama adam elini kolunu sallayarak mahalle kahvesine geliyor ve çoğu da cuma namazını kaçırmayan sakinlerle okey oynuyor.

Şimdi diyebilirsiniz ki bazı ahlaksız insanlar bunları yapıyor, bunu bütün bir topluma mal etmemek gerekir. İşte orada biraz duralım. Bunları konuşmadıkça en çok çocukların ruhları örseleniyor. Bir kentimiz var, adını kimse vermek istemiyor; orada ensest adeta doğal bir olay kabul edilmiş. Ne var ki ama aynı zamanda o kentimiz kadın intiharlarında başı çekiyor. Üstelik intihar etmiş kızların neden zehir kullandıkları ayrı bir soru.

Demem odur ki bir sorunu yok saymak, o sorunu ortadan kaldırmıyor. Şimdi sırada ensest olmalı. Ensest suçunun doğru dürüst tanımlanması ve katı cezaların gelmesi için mücadele etmek gerek. Bunun için tüm anne babalar eyleme geçmeli. Çocuk sevmek Instagram’a her dakika çocuğunuzun resmini koymakla olmuyor.

Sadece çocuklar mı? İnsanın kanını donduran bir olay daha iki gün önce yaşandı. Kocaeli’nde kendine “Delikanlı!” diyen bir vatandaş, işitme engelli bir başka vatandaşı öldüresiye dövdü ve bunu sosyal medyada paylaştı. Dövmesinin nedeni, işitme engelli vatandaşın gay olmasıymış. Bir yerlerde trans bir kadın intihar etti. Kutsal Türk ailesi çocuklarını reddetmişlerdi ama daha cenaze kalkmadan, koşarak tapuya gittiler reddettikleri trans çocuklarının mallarını paylaşmak için.

Bilelim ve aynaya bakalım; hiçbir şey kutsal değildir. Korkmayın aynaya bakın. Çünkü aynalar uzun zamandır içinde yaşadığımızı sandığımız sözümona kutsal her şeyin artık gerçeğini gösteriyor. Çünkü aynalar bile insan-oğlunun iki yüzlülüğünden bıktı.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET





27 Mart 2021 Cumartesi

Memleketin en tanınan bohemi hâla aramızda - Mehmet ERDEM / BİRGÜN

 


142 yıl önce doğdu. Hala capcanlıdır. 1953’te ölen sanki başkasıymış gibi yaşar aramızda Neyzen. Hiçbir malı mülkü olmamıştır. Doğduğu gibi “çıplak” yaşamıştır.

Yaşasaydı 142 yaşında olacaktı. Ölüm yıldönümüydü dün. Memleketin en büyük, en tanınan “bohemi” derlerdi onun için. Özellikle sergilediği her şeye boş vermişlik üzerine kurulu yaşamının bir itiraz tutumu olduğunu anlamak kolay değil pek kimilerince. Oysa, toplumsal olaylara hiç kayıtsız kalmadı. Eski tip karyolaların delikli ince demirlerinden, güçlü nefesiyle ney sesi çıkaracak kadar usta bir neyzendi tabii ki. O nedenle muhteşem bir enstrümantal olan neyin üstadı olduğunu vurgulamak için kullanılan Neyzen sıfatı ilk adına dönüştü. Asıl ismi Tevfik Kolaylı’dır.

Hicvin gücü nedir diye merak eden varsa Neyzen Tevfik’in dizelerine başvurmalı. Semirip, zenginleştikten sonra kendisini görmezden gelen, üstüne zenginliğini belli etsin diye pahalı bir kürk de geçirmiş sonradan görme eski bir tanıdığına, “üstündeki kürk gerçek sahibini hayvanlıktan kurtaramadı, seni hiç kurtaramaz” deyişi unutulur gibi değildir. Bu kadar yerinde bir eleştiriyi kim yapabilir? Müthiş bir zekaydı. Onu sıradan bir alkolik sanıp küçümseyen, dar bir yolda karşılaştıklarında “Ben serserilere yol vermem” diyen bir hadsize, aynı dar yolda kenara çekilerek verdiği yanıt müthiştir: “Ben veririm”. Birine serseri demenin bu kadar ince başka yolu var mıdır gerçekten?

SİTEMİ SESLENDİREN İSİM

Neyzen, toplum bireylerinin kolayca dile getiremeyeceği sitemi, itirazı, gerektiğinde küfrü onlar yerine seslendiren adamdı. Alkol düşkünlüğü, “berduşluğu” iyi bir kalkandı hedef olmaması için. Onunla baş edemeyen otoriteler “Neyzen’dir ne yapsa yeridir” demekle, bir hoşgörü sergilemekten çok onu dizginleyemeyişlerini itiraf etmişlerdir aslında.
Çok içerdi elbette. Ayık gezdiği bir dakika bile yoktur; o nedenle “Alkolünde şu kadar miktar kan bulundu” esprileri yapılırdı. Dönemin alkol düşmanı İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, Neyzen’i çok severdi, doktoruydu da zaten. Zaman zaman kapatıldığı Bakırköy Akıl Hastanesi’nde çok bakmıştır Neyzen’e. Bir gün alkolün kötülüklerini anlattığı bir konferansına Neyzen de gitmiştir. Gökay dinleyenlere, önüne biri içki diğeri su dolu iki kova konan bir eşeğin suyu seçtiğini anlatarak sorar: 

“Neden seçti?” 

Yanıt salonda arka yerlerde oturmakta olan Neyzen’den gelir: 

“Eşek de ondan”.
Bakın cesaret isteyen şöyle bir anısı vardır; başkalarının anlattığı. Atatürk’ü çok severdi, öldüğünde başını taşlara vurarak neredeyse, ağladı derler. Doğrudur. Dünyanın parasını verseniz istemezse tek bir nağme çalmaz neyiyle. Öyle de bir adam. Atatürk bir gün içki meclisine çağırır Neyzen’i. Gider haliyle Neyzen. Orada muhteşem sanatını sergiler, çaldığı neyle hayran bırakır kendini oradakilere. Alkol, muhabbetin seyri derken bir kenarda unutuverirler Neyzen’i. Sanatçı adam sonuçta, hassas, incinir, kimseye haber vermeden sessizce ayrılır mekandan. İlk fark eden Atatürk olur. Kırıldığını düşündüğü Neyzen’i bulup getirtir huzura; över, özür de diler. Neyzen gibi adamların kalp kırıklıklarını dile getirmelerinin önünde engel yoktur, Atatürk de olsa karşısındaki. İyi de bir hiciv şairidir elbette; iki üç dizeyle taşı gediğine koyar: 

“Sanmayın ki ciddiyetle ile sarf ederim sanatımı/ 

Ney elimde suyu kurumuş bir musluk gibidir/ 

Bezm-i meyde süfehanın saza meftun oluşu/ 

nazarımda su içen eşeğe ıslık gibidir”. 

Yani, ney bana para getiren bir saz değildir, zevkim için çalarım. İçki aleminde saza düşkün olan çoluk çocuğa ney çalıyor oluşum, su içen eşeğe ıslık çalmak gibidir diyor. Anadolu’da eşeklere su içerken ıslık çalarlar, daha kolay içtiğine inanıldığı için. Neyzen’in içki içerken çaldığı neyi dinleyenlere yönelik imasına bakar mısınız?

HASSAS YÜREĞİ İNCİNDİ

Elbette kimse sesini çıkaramaz. Hassas bir yürek incitilmiş, onu ney üfleyen sıradan biri gibi görmüştür o meclistekiler, katlanacaklar elbette.

Kolay kolay kimseden bir iş istemez. Sevildiği için çevresi geniştir, bir dediğini iki etmeyecek dostları vardır; yeter ki meclislerine lütfedip gelsin, iki dize şiir söyleyip, bolca ney çalsın. Tabii severler. Bulunur mu böyle hem ruha hem zekaya seslenen bir adam. Şairdir, müzisyendir bu Mevlevi, kim sevmez ki? Ama sonradan kim oldum delisi olan dostları (!) da yok değildi. Bunlardan biri bir milletvekilidir. Dedim ya çok tarzı değildir bir şey istemek ama nedense işi düşmüş aramış. Her arayışında “yok” dedirtmiş kendine belli ki. İyi ki de böyle olmuş; hiciv edebiyatımızın en muhteşem örneklerinden biri çıkmış ortaya, ne hoş. Bakın nasıl yer ile yeksan ediyor o milletvekilini: 

“Kime sorduysam seni doğru cevap vermediler/ 

kimi hırsız, kimi alçak kimi deyyus dediler/

Künyeni almak için partiye ettim de telefon/ 

Bizdeki kayda göre şimdi o mebus dediler”.

Madem Neyzen gibi bir dost edinmişsin, değerini bilecek, görmezden gelmeyeceksin. Sonradan ulaştığın makam, mevki gözünü kör etmeyecek. Osmanlı’nın son dönemleridir. Beyoğlu’ndan Abdülhamid’in merasim kıtası geçmektedir. Üniformaları pahalı kumaştan yapılmış pırıl pırıl görünümlü askerler. Görenin gözünü kamaştırır. Onları izleyenler arasında Neyzen de vardır; hangi bölüğe bağlı olduklarını anlayamadığı için yanındaki birine sorar: Kimdir bunlar. Aldığı yanıt “Abdülhamid efendimizin kullarıdır” olunca, gözlerini yukarı dikip sessizce mırıldanır: “ Bir şu Abdülhamid’in kullarına bak, bir de senin kulun olan bana bak”.

EZİLEN YİNE EZİLMEKTE

Meşrutiyet ilan edilmiştir memlekette, 1908’de.
Sevinmiş, desteklemiştir.
Ama bakar ki değişen bir şey yok, ezilen yine ezilmekte, ezen gayet memnundur.

Şu dizelerle anlatır yeni durumu: Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti/ Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti”.
Dindardı, samimi olanlarından elbette. İçkide, şarapta bulduğu “ilahi aşktır”, ben anlamasam da. Ne olduğunu çekinmeden açıklamıştır da zaten: 

Mey’de Bektâşi göründüm, 

Ney’de oldum Mevlevî/ 

Meşrebim Mollâ-yi Rûmî, mezhebim Bektâşi.

142 yıl önce doğdu. Hala capcanlıdır. 1953’te ölen sanki başkasıymış gibi yaşar aramızda Neyzen. Hiçbir malı mülkü olmamıştır. Doğduğu gibi “çıplak” yaşamıştır : 

“Deli gönül, neyi özler durursun?/

Acınacak dostun, cananın mı var?/

Dünya yansa yorganım yok içinde/

Harap olmuş evin, dükkanın mı var?

Aslında vardı. Onu sevenlerin kalbinden daha yüce mekan olur mu ki?

Mehmet ERDEM / BİRGÜN


MSB yetkilileri, ‘irticaya karışmama’ şartının TCK’de suç olarak kaldırıldığına dikkat çekti - CUMHURİYET


 

Yetkililer, muhalefetten gelen “Bu düzenlemeyle tarikat ve cemaatlerin TSK içinde yapılanmasının önü açılıyor” eleştirileriyle ilgili “Faraziyeler üzerinden değerlendirmeler yapılmamalı” ifadelerini kullandı.

Milli Savunma Bakanlığı (MSB), Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş için “irticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” koşulunun “Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) suç olarak düzenlenmediği, muğlak ve sübjektif değerlendirmelere açık olduğu” gerekçesiyle kaldırıldığını açıkladı. Bakanlık, kaldırılan ifade yerine getirilen “terör örgütlerine veya milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen gruplara üyelik, iltisak ya da irtibatı bulunmamak” koşulunun, eski düzenlemeye göre “daha etkin” koruma getirdiğini savundu.

Askeri okullara giriş koşulları arasında bulunan “Kendisinin, annesinin, babasının, kardeşlerinin ve velisinin, tutum ve davranışları ile yasadışı, siyasi, yıkıcı, irticai, bölücü ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya bu gibi faaliyetlere karışmamış olması” koşulu, 23 Mart’ta yayımlanan yeni yönetmelikle kaldırılmıştı. Yerine, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, irtibatı olmamak” hükmü getirilmişti. 

‘İSTİŞARE YAPILDI’

Milli Savunma Bakanlığı’nda düzenlenen basın toplantısında bakanlık yetkilileri, Cumhuriyet’in gündeme getirdiği yönetmeliğindeki değişiklik konusunda değerlendirmelerde bulundu.Bakanlık yetkilileri, eski yönetmelikte yer alan “irticai görüşleri benimsememiş ve bu faaliyetlere karışmamış olmak” şartının “subjektif değerlendirmelere açık, muğlak ve Türk Ceza Kanunu’nda suç olarak düzenlenmediği” gerekçesiyle kaldırıldığını belirtti. Yeni yönetmeliğin “geniş kapsamlı, güncel mevzuata uygun ve daha somut, suçta ve cezada kanunilik ilkesini gözetir” olduğunu söyleyen yetkililer, yönetmeliğin hazırlık safhasında ilgili kurumlarla istişareler yapıldığını ve bu istişareler çerçevesinde yeni yönetmelik metninin ortaya çıktığını belirtti. Yetkililer, muhalefetten gelen “Bu düzenlemeyle tarikat ve cemaatlerin TSK içinde yapılanmasının önü açılıyor” eleştirileriyle ilgili “Faraziyeler üzerinden değerlendirmeler yapılmamalı” ifadelerini kullandı.

‘GÖRÜNTÜLER İNCELENİYOR’

Bakanlık yetkilileri, bir muvazzaf amiralin makam arabasıyla gittiği bir tarikatın tekkesinde sarıklı-cüppeli namaz kıldığına ilişkin görüntüler ile sosyal medya hesabındaki fotoğrafında “Tek yol İslam” yazısı yer alan bir bir teğmen ilişkin haberin incelendiğini belirtti. Teğmenin İsmet İnönü hakkında da hakaret içeren paylaşımlar yapmıştı. Yetkililer, FETÖ ile mücadele kapsamında 1 Ocak’tan bu yana 712 personelin TSK’den ihraç edildiğini, darbe girişiminden bu yana ihraç edilenlerin sayısının 21 bin 494’e ulaştığını kaydetti.

CUMHURİYET

                                                               ***

Harp okullarına giriş koşullarını belirleyen yönetmeliklerde kritik değişiklik: ‘İrticai faaliyet’ çıkarıldı.(Hüseyin Hayatsever-CUMHURİYET)

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) subay ve astsubay yetiştiren Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartlarında dikkat çeken bir değişiklik yapıldı.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) subay ve astsubay yetiştiren Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartlarında dikkat çeken bir değişiklik yapıldı. Önceki yönetmelikte Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartları arasında bulunan “irticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” hükmü kaldırıldı. Bunun yerine harp okullarına giriş için “terör örgütlerine veya milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen gruplara üyelik, iltisak ya da irtibatı bulunmamak” şartı getirildi.

Resmi Gazete’nin dünkü sayısında Milli Savunma Üniversitesi Harp Okulları Yönetmeliği ile Milli Savunma Üniversitesi Astsubay Meslek Yüksekokulları Yönetmeliği yayımlandı. Bu yönetmeliklerle 2001 tarihli Harp Okulları Yönetmeliği ve 2003 tarihli Astsubay Meslek Yüksek Okulları Yönetmeliği yürürlükten kaldırıldı.

15 Temmuz darbe girişiminin ardından Milli Savunma Üniversitesi’ne bağlanan Harp Okulları ile Astsubay Meslek Yüksekokulları’nın yönetmelikleri de Milli Savunma Üniversitesi’yle uyumlu hale getirilirken önceki yönetmelikte Genelkurmay Başkanlığı’na yapılan atıflar yeni yönetmelikte Milli Savunma Bakanlığı ile değiştirildi.

‘İRTİCA’ GİTTİ, ‘İLTİSAK’ GELDİ

Yeni yayımlanan yönetmeliklerde Harp Okulları ve Astsubay Meslek Yüksekokulları’na giriş koşullarında değişiklik yapıldı. Önceki yönetmelikte giriş koşulları arasında sayılan “Kendisinin, annesinin, babasının, kardeşlerinin ve velisinin, tutum ve davranışları ile yasadışı, siyasi, yıkıcı, irticai, bölücü ideolojik görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya bu gibi faaliyetlere karışmamış olması” şartı yeni yönetmelikte yer almadı. Bunun yerine önceki yönetmelikte olmayan “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti, iltisakı ya da bunlarla irtibatı olmamak” hükmü giriş koşullarına eklendi.

‘EŞCİNSEL EĞİLİM’ ÇIKARILMA SEBEBİ

Ayrıca “gayritabii cinsi eğilimleri tespit edilmemiş olmak” da yeni Harp Okulları ve Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartları arasına kondu. “Gayritabii cinsi eğilimleri tespit edilmiş olmak ve hemcinslerine yönelik cinsi eğilimleri tespit edilmiş olmak” disiplin nedeniyle çıkartılma nedenleri arasında sayıldı. Yönetmeliğin önceki halinde ise disiplin kurulu kararıyla okuldan çıkartma nedenleri arasında “ahlaka aykırı (homoseksüellik, gayri tabii mukarenet ve benzeri) davranışlarda bulunmak” hükmü bulunuyordu.

‘DERS ALINMADIĞININ GÖSTERGESİ’

Harp Okulları ile Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartlarından “irticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” hükmünün kaldırılmasını Cumhuriyet’e değerlendiren emekli tümgeneral Ahmet Yavuz, bu adımın tehlikeli sonuçlara yol açma riski bulunduğunu vurgulayarak “Bu, FETÖ vakasından hiçbir şey öğrenilmediğinin, hiçbir ders çıkartılmadığının açık bir itirafıdır” dedi.

“Bu değişiklikle tarikatlara ve cemaatlere, eğer iktidara karşı bir tavırları yoksa, yol açılmış oluyor. Burada AKP’nin orduyu tamamen kontrol etmeyi ve AKP’nin bakış açısını devletin resmi bakış açısı haline getirmeyi amaçlayan bir yaklaşım görüyoruz” diyen Yavuz, şunları söyledi:

“Tarikatların, cemaatlerin Harp Okulları’na girişinin önü yasal olarak da açılmış oluyor. Halihazırda memleket tarikatlar cenneti haline gelmiş durumda, ‘ordu da tarikatlar cennetinin bir parçası olsun’ diyorlar. Bu adımın çok tehlikeli sonuçlara yol açma riski bulunuyor. İktidarın, ‘bize yakın olursa tarikatların orduya yerleşmesinde hiçbir sorun yok’ anlayışının yansımasıdır. Görülüyor ki iktidar, geçmişten hiçbir ders çıkarmamış, bu yönetmelik bunun itirafı niteliğindedir.”

(Hüseyin Hayatsever-CUMHURİYET)



Jeff Bezos’a işemek - Orhan Gökdemir / SOL

 

Biliyoruz, ya öleceğiz ya düzenin tatlı rüyasına son vereceğiz. Çok basit yolu, şişe yerine para babası Bezos’un üzerine işemenin bir yolunu bulacağız.

Hekim Dr. Tomris Cesuroğlu soLTV’de yayımlanan “Avrupa’dan soL Bakış” programının konuğuydu iki gün önce.

Hollanda’da, “refah”a ulaşmış kapitalizmin bu ilk ülkesinde salgın yönetimini anlatıyordu. Hollanda’nın egemenleri 2006’dan bu yana sağlık reformu yapıyorlar ve sağlığı özelleştiriyorlardı. Ancak aniden kapıyı çalan salgın bu yolla sağlanacağı iddia edilen başarıyı büyük bir yıkıma dönüştürmüştü. 

Orada da sistem halkın ihtiyaçlarına göre değil, piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendirilmişti çünkü. Salgının şiddetiyle sağlık sistemi çalışmaz hale gelince “dezavantajlı gruplar”, yani yaşlılar, yoksullar ve göçmenler kaderine terk edilmişti.

Gerçekleşmiş kapitalizm rüyasının ülkesinin az gelişmiş Türkiye’den tek farkı okulları açık tutmayı başarmış olmasıydı. Bir de kriz boyunca yoğun bakım kapasitelerini aşmama üzerine bir strateji geliştirmiş ve bunu yönetmeyi başarmışlardı. Ama o sırada yaşlılar kaderlerine terk edilmiş, bakım evleri yangın yerine dönmüştü.

“Peki neden oldu bu” diye soruyor Dr. Tomris Cesuroğlu. Diyor ki özetle, kökeninde sağlık sisteminin “mukavemet düşüklüğü” sorunu var. Şokları atlatabilmek için bir miktar “artıklık” olması gerekiyordu. Yani sistemde bir miktar verimsizlik, bir miktar âtıl kapasite olmalıydı. Bu durumda bir miktar fazla emekçi tutacaksınız ve ihtiyaç üstünde bir miktar boş yatak bulunduracaksınız. Ama bu da “verimlilik ilkesine” aykırıydı. Haliyle bütçeyi kısıp daha az emek gücüyle daha çok iş yapmak üzerine kurdular sistemi. Adı reformdur. Salgında karşılaşılan krizin en büyük sebebi bu.

Çok acıklı; kapitalizmin cennetinde, yaşlı bakım evlerine vasıfsızları doldurmuşlar. Başlarına bir eğitimli koyarak işi ucuza kapatmışlar. Ölümcül bir uygulamadır. Verimlidir ama insanlığa aykırıdır. Hepsine birlikte “piyasa toplumu” diyoruz.  

Sağlık ve eğitim sistemi kârlılık ve verimlilik üzerine inşa edilemez yani. Ortada gerçek bir toplum varsa, yoksulluğu yönetmeye yeltenemezsiniz. Demek ki kamuyu, hizmetlerini bir kapitalist şirket gibi yönetemezsiniz. Toplumun değil, ekonominin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş bir toplum, toplum değil iktisadi bir organizmadır. Böylece “kapitalizm” adlandırmasının kaynağına ulaşmış oluyoruz. Mantığı toplumun ve insanın silinmesine dayanır. Ahlak dışıdır, irrasyoneldir ve insanlık ailesi için ölümcül bir haldir.

***

Bugünün meselesi sayamıyoruz. İnsan soyunun acılı bir tarihi var. Açlıktan, savaşlardan ve salgın hastalıklardan kırıla kırıla geldik. Çok kırıldık ve az huzur bulduk. Belki de bu yüzden kırılışımızı unutma ve refahımızı ebedi sanma eğilimimiz var. Kısa bir “ayrıcalıkla çağ” uykusundan daha bir kabusla uyanıyoruz şimdi. Unutmak istiyoruz.

Yaklaşık 10 bin yıl önce yeryüzünde beş-on milyonduk. Çok doğurgandık fakat çok ölüyorduk. 17. yüzyılda ite kaka 500 milyona ulaşabildik. Kısa refah ve barış dönemlerinde çoğaldık, uzun kıtlık, savaş ve hastalık dönemlerinde azaldık. Refahımız hep gelip geçicidir. 

Bütün varlığımız son bin yıldaki dalgalanmaların etkisinde hâlâ. Avrupa’nın çalkantılı “Karanlık Çağ”ı 11. yüzyılda sona erdi. Takip eden üç yüzyılda ortalama insan ömrü uzadı ve sayısı arttı. Ama buna denk düşecek bir örgütlenme ve üretim geliştirilememişti. Kıtlık baş gösterdi. Elde edilen üründen kalabalık alt sınıfın aldığı pay giderek azaldı. Açlık hastalıkları davet ediyordu, veba kapıyı çalmak üzereydi. 14. yüzyılın ortasında ardı ardına kentleri vurdu. Hastalık köylerde ve kentlerde, kalelerde ve kasabalarda insan bırakmadı. “Kara Ölüm” karanlık çağa rahmet okutuyordu. Veba vura vura Avrupa’yı ve Asya’yı yeniden şekillendiriyordu. Avrupa karanlıktan gelmiş karanlığa dönüyordu…

Ardından Avrupalıların nüfus döngüsü yeniden başladı. Veba öylesine kırıp geçirmişti ki hayatta kalanlar için yeteri kadar arazi ve yiyecek vardı. 16. yüzyılda Avrupalıların nüfusu 80 milyon civarındaydı. 17. yüzyılda 100 milyona ulaştı. Sonra yine kıtlık, yine savaşlar... Kara Ölüm yeni yoldaşlar bulmuştu. Çiçek, dizanteri, tifüs ortalığı kasıp kavuruyordu. Tifüs bitlerle ilerliyordu, hapishaneler, gemiler ve savaş alanları tifüsle yüzleşmek zorunda kalıyordu. 

“Bir kez değil, bin defa, boşuna, Tanrı’ya yalvardılar, dua ettiler, ayinlerde yaptıkları hep bu oldu. Daha dindarlar, sofular, kendi usulleriyle, Tanrı önünde kefaretlerini ödemeye kalktılar, hiçbiri sonuç vermedi. Ve dediğim yılın baharında korkunç felaket, şaşırtıcı bir şekilde başladı, yürekleri dağlayan yıkım ortaya çıktı.” Yalçın Küçük “Fatih” kitabında “Decameron”dan aktarıyor bunları. 1348’de vebanın vurduğu Avrupalıların ruh halidir, büyük korku ve büyük çaresizliktir. Diyor ki Hoca, “Veba, ölümü demokratize etmiş ve Ortaçağ’ın temel insanlık tarifi olan sadakati, insanoğlundan kazımıştı. Kapitalizmde insanın temel çizgisi sadakatsiz olmasıdır; demek veba, feodalite ile kapitalizm arasındaki büyük uçurumdur.” Uçurumun dibindeyiz…

Ölümün tokatladığı yobaz Hıristiyanlar tanrıdan umudu kestiler ve inançlarını gevşettiler. Kapitalizmin doğuşu vebanın alanı düzlemesinden sonradır. Varlığı mutlak bir ahlaksızlığı varsayıyordu, “kapitalist ahlakı”- Weber bunu Protestanlığın hanesine yazıyordu- o salgına borçluyuz.

Açlıktan, savaşlardan ve salgın hastalıklardan kırıla kırıla geldik. Çok kırıldık ve az huzur bulduk. Unutuyoruz. Açlık, pislik, hastalık, cehalet içinde yüzüyorduk ve bir çıkış arıyorduk. Aydınlanmanın ışığı parlıyordu, Fransa’dan devrim kokuları geliyordu. Toplum ve tarih radikal bir dönüşüme hazırlanıyordu. Uçurumdan çıkma çabasıdır.

***

O derin ahlaksızlığın bizi nerelere sürüklediğinin işaretleri salgında kabak gibi ortaya çıktı. Mesela dünyanın en zengin asalağı Jeff Bezos'un Amazon firması salgını fırsat bilip işçilere tuvalet molası vermeyi yasaklamıştı. İşçiler mecburen ihtiyaçlarını şişelere gideriyordu. Öyle böyle değil, dünyada bir milyondan fazla işçi çalıştırıyor Bezos. Günde milyonlarca şişe idrar demek bu. Böyle olduğu için salgın milyonlarca insanı işsiz bırakırken bir avuç asalak servetlerine servet kattı. Onlar cüzdanlarını şişirsin diye kurulan irrasyonel düzen sebebiyle iki buçuk milyon insanımız da soluksuz kalıp can verdi. 

Haliyle kapitalist ilerleme hayali salgında büyük bir gürültüyle çöktü. Kapitalizm akıldışılığının yanında bir de büyük bir halk sağlığı sorununa dönüştü. Milyonlarca ölü vererek savuşturmaya çalışıyor salgını. Bir avuç aşıyı halka ulaştırmayı başaramıyor. Ölümü seyrediyor, yoksulluğu kışkırtıyor, hırsızlığı yaygınlaştırıyor. Dünyayı bir avuç asalağın ellerine bıraktı ama hala huzursuz. Daha fazla kâr, daha verimli çalışma istiyor. 

Tek yol bırakıyor geriye. Ölmemek için kapitalizmi öldürmek. Tepetaklak piyasa toplumu ucubesine derhal son vermek. 
Açlık, pislik, hastalık, cehalet içinde yüzüyorduk ve bir çıkış arıyorduk. Hâlâ aynı yerdeyiz. Büyük Fransız Devrimi özgürlüğü öğretti, yurttaşlık esastır. Eğitim ve sağlık karşılıksızdır, yurttaşlık hakkıdır. Ekim Devrimi eşitliği öğretti, mülkiyet kamu malıdır, yoldaşlık hakkıdır. Ürettiğimizi eşit paylaşabiliriz, sermayenin egemenliğine son vererek kendimizi özgür kılabiliriz, kaynaklarımızı planlayarak kader birliği yapabiliriz. Hayatta kalabiliriz. Çok basit yolu, şişe yerine Sermayedar Bezos’un üzerine işemenin bir yolunu bulacağız. Kol kola olacağız. Yeryüzünü cehenneme çeviren bir avuç asalağı idrarımızda boğacağız…

***

Tarihimiz bu; savaş, yoksulluk ve salgın iç içe. Yoksulluk varsa savaş var, salgın var. Ve hepsi yoksulları öldürerek ilerler. Ölüyoruz yine. Ama salgınlar ve savaşların yol açtığı toplu ölümler yerleşik zihniyeti yıkar, isyanın yolunu açar. 
Açlık, pislik, hastalık, cehalet içinde yüzüyorduk ve bir çıkış arıyorduk. Hâlâ aynı yerdeyiz. Yoksulluğu ve kötü yaşam koşullarını ortadan kaldırabilsek salgını da önlemiş olacağız. Bilmem sosyalizm için bundan daha sağlam bir gerekçemiz var mı?

Sosyalizmi ise hatırlamamıza borçluyuz. Biliyoruz, ya öleceğiz ya düzenin tatlı rüyasına son vereceğiz. Çok basit yolu, şişe yerine para babası Bezos’un üzerine işemenin bir yolunu bulacağız. Kol kola olacağız. Yeryüzünü cehenneme çeviren bir avuç asalağın mülkiyetine el koyacağız…

Orhan Gökdemir / SOL

26 Mart 2021 Cuma

Öyle mi? - Burçak Özoğlu / SOL

 Gel gör ki o “park” tan çıkınca bitiyor rüya, bu büyük öykünün esas kahramanları, tüm bu e-ticareti sırtlarında taşıyan, alana paketi götüren, satana karı getiren motokuryelerde kopuyor film.


Son soLTV İşçiden programında motokuryeleri gündeme aldık. Program hazırlığı sırasında, sadece motokuryeler değil şu e-alışveriş denen sürecin her yanı döküldü önüme. Programda da kısaca bahsetmiştim, bu e-alışveriş iş modeline İngilizce “dark store”, yani karanlık mağaza deniyor. Daha doğrusu Türkçeye gölge mağaza diye çeviriyorlar da ben karanlık diyorum.

Zorlama kelime oyunu değil, bu iş modeli gerçekten karanlık. Mağaza desen mağaza değil, restoran desen değil, depo desen o da değil. Hizmet sektörünün temel ve gündelik gereksinimlere satış yapan gıda ve market gibi iş kollarında, alıcıyla satıcının, müşteriyle dükkan sahibinin arasını bulan bir iş bu.

Yemek ya da bakkal pazar ihtiyacınız mı var, ve malum sebeplerden evden ofisten çıkamıyor musunuz, işte bu karanlık mağazaların dijital kapısını tıklıyorsunuz, önünüze binlerce seçenekle mağaza kapıları açılıyor, seçiyorsunuz, beğeniyorsunuz, bir iki tıkla, sipariş verip, üç dört tıkla ödemenizi yapıyorsunuz, hop sipariş kapıda.

Alan memnun satan memnun, ama tabi en mesut aradaki girişimci. Nitekim bir röportajında, YemekSepeti/Banabi CEO’su Nevzat Aydın 2019’da kendi deyimiyle “yeni oyuncağı”nın başarı hikayesini anlatırken pek güzel ifade ediyor mutluluğunu: “Banabi bana çok iyi geldi…”

Bana ise, bu Banabi meselesi pek iyi gelmedi. İşçiden program hazırlığı demiştim ya, sadece hazırlık da değil, motokurye arkadaşlarla sohbetimizden, programın çekilip, hazırlanıp yayınlanmasından da sonra devam etti, bizim arkadaşlar orada çalışmıyordu ama işte motokuryelerin gerçeklerini serdiklerinde ortaya, takıldım ben bu Banabi’ye.

Fakat takılınmayacak gibi değil, YemekSepeti’nin taa 2001’e uzanan öyküsünde nasıl parlak bir girişim aklının yattığı, yıllar içerisinde istikrarla gelişip, bu karanlık sektöre yerleşip sonra 2015 yılında dünyanın en büyük online yemek sipariş platformu Delivery Hero bünyesine katıldığı, Banabi ismiyle yemek siparişinin yanına market alışverişi alanını da kattığı, bugün 8 bini aşan çalışan sayısına ulaştığı… Büyük öykü bu, çok büyük.

Üstelik öyle sıkıcı şirket büyütme öykülerine de benzemiyor. Parlak zekalı, uyanık, aykırı, eğlenceli, esprili CEO Nevzat Aydın, bu öyküyü bizzat kendisi türlü türlü biçimlerde anlatmayı da pek seviyor. “Hızlı ticarette” öncüyüz, bunu sürdürmek için herşeyi yaparız diyor, Banabi gibi “yıkıcı” (disruptive, diyor kendisi İngilizcesiyle) “yeni oyuncaklar” var planımda diyor. İnternet, teknoloji ve pazaryerine (market, yani) on milyonlarca dolar yatırım yaptım, daha da yapasım var diyor.

Yemeksepeti/Banabi’nin bir ofisi var, daha doğrusu bir kompleksi var gözlerinize inanamazsınız! Bir “istihdam markası” olduğunu iddia eden Google yanında, tozlu noter ofisi gibi kalır. Bilmem kaç katlı, katlar arasında içinde tek kişilik yataklı kompartmanları (yanlış okumadınız yatak, yatıp uyumalık yatak!) olan. Her katı başka “design concept” ile döşenmiş, hiç mi hiç paradan kaçınılmamış. Her köşesinde Nevzat Aydın’ın özel koleksiyonundan sanat eserleri bulunan, spor salonlu, cafe’li barlı, playstation’lı falan rüya gibi bir çalışma kompleksi, Yemeksepeti Park.

Rüya gibi dedim, hiciv değil, samimiyim. Böylesine bir çalışma ortamının neresini yerebilirim ki? O ofislerde çalışan yazılımcılar, çağrı merkezi operatörleri, planlamacılar, pazarlamacılar, tasarımcılar, muhasebeciler, müşteri ilişkileri uzmanları, araştırmacılar, analizciler, temizlik görevlileri, güvenlik görevlileri, idari görevliler, herkes, hepsi, sonuna kadar hak ediyorlar eminim böylesine insanca bir ortamda çalışmayı. Eğer gerçekten bu tasarım, çalışma koşullarına saatlerine, ücretlerine de yansıyorsa, güvencedeyseler, helali hoş olsun her birine.

Gel gör ki o “park” tan çıkınca bitiyor rüya, bu büyük öykünün esas kahramanları, tüm bu e-ticareti sırtlarında taşıyan, alana paketi götüren, satana karı getiren motokuryelerde kopuyor film.

Yemeksepeti Park’ın yataklı kompartmanlarının camından aşağıda, karda kışta, yağmurda çamurda, sıcakta soğukta iki teker üstünde, uzun saatlerle, molasız, gecesiz gündüzsüz “paket atan”; bırak esnek mesai saatlerinde playstation oynamayı, iki paket arası yemek yemeye fırsat bulamayan; kendi deyimleriyle “meslek hastalıkları ölmek” olan motokuryeler belirince işte o öykü öyle değil diye isyan edesi geliyor insanın.

E ama motokuryelik doğası gereği zor iş, ne yapsın Banabi CEO’su mu diyeceksiniz? Yüzlerce çalışanı rüya ofislerde çalışıyor o kadar da olsun hem bak ne kadar samimi, esprili ortam mı diyeceksiniz?

Demeyin.

O rüya ofislerde yüzlerce çalışan, hak ettikleri koşullarda çalışıyor olabilir, ama binlerce motokurye için günler başka yaşanıyor. Açın bakın Yemeksepeti/Banabi’nin kariyernetteki ilan sayfasına. Tanıtım için koydukları videodaki sahne nerdee, ilanların yüzde doksanında aradıkları motokuryeleri karşılayacak sokak nerde.

soL’da da anlatıldı, Banabi motokuryeleri en doğal ve temel haklarını, sendikal örgütlenme haklarını kullanmış ve DİSK Nakliyat-İş’te örgütlenmişken, pazarın öncü oyuncusu Yemeksepeti Banabi, yaptı numarasını, kuryeleri için işyerlerinde, 15 No’lu ‘Taşımacılık İş Kolunu’ 10 No’lu ‘Ticaret, Eğitim, Büro İş Koluna’ çevirdi. Bir çalım ile iki bin işçinin sendika üyeliği boşa düştü.

Nevzat Aydın yine bir röportajda, rüya ofislerinde esprili bir tasarımla döşenmiş bir odanın kapısını gösterip diyor ki, “Burası bizim işe alımlar için görüşme odamız, görüşmeye gelenlere ilk sorum şu: Tutkun ne?”

Tutkun ne öyle mi? Bu soruyu binlerce motokuryeye de sordun mu Banabi CEO’su? Somalı madenci abimizin değişiyle bir daha:

 “Öyle mi?..”

Burçak Özoğlu / SOL