27 Şubat 2022 Pazar

Ukrayna meselesi, Putin, Lenin ve diyalektik - UMUT BEKCAN / SOL GÖRÜŞ

'Bir anlamda, Sovyet emekçilerinin bütün kazanımlarını çalanlar bir de toprak hesabı yapmaktadır. Lenin’e yönelik eleştirileri diyalektikle değil ancak pişkinlikle açıklanabilir.'

Rusya, Ukrayna’ya yönelik askeri müdahaleye girişince tartışmalar da başladı. Savaşın sorumlusu üzerine farklı görüşler ortaya atıldı. Rusya burada saldıran taraf olduğu için sorumluluk kendiliğinden üzerine yapıştı. NATO'cu Türkiye sağının Rusya’ya karşı Sovyetler’den kalma alışılagelmiş bir düşmanlığı olduğu için suçluyu aramak fazla zaman almadı. Olay, Rusya’nın yayılmacılığına indirgendi. 

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise meseleyle ilgili NATO ve Ukrayna yönetimine ek bir sorumlu buldu. Lenin ve Sovyetler Birliği, Ukrayna’nın “mucidi” olmalarından dolayı bugünkü durumdan sorumluydu. Sosyal veya ana akım medyada özellikle ilk tartışmayla ilgili çok fazla analiz veya yorum üstümüze boca edildi. Peki, akıl sağlığımızı da koruyarak bu tartışmaları nasıl ele almalıyız? Öncelikle, kimin sorumlu olduğundan bağımsız, konuyu/sorunu anlamak gerekir. Bunun için de soruna diyalektik bakmak ve meselenin özünü kavramak bir zorunluluktur.

Diyalektik bakışa veya yönteme göre bir olay, tek başına, çevresindeki olayların, gelişmelerin dışında ele alınırsa anlaşılamaz. Bir olayın, çevresindeki olaylarla bağları olduğu, kendisini kuşatan olayların onu koşullandırdığı düşünülürse anlaşılabilir. İncelenen olgu, kendisini çevreleyen koşullardan ayrılırsa diyalektiğin temel yasası bozulur (örneğin, bilimde buluşlar yapılamaz). Diyalektik, bütünselliği ve hareketi içerir. Yani olgulara, temsil ettikleri bütünsellikle birlikte ve hareket hâlinde bakmak gerekir. Hareketi, karşıtların savaşımı olarak açıklar. Karşıtların biri olmadan ötekinin de olamayacağını ve her hareketin, her değişikliğin, her biçim değiştirmenin, karşıtların savaşımıyla açıklandığını ortaya koyar.

Diyalektik yöntem, bir olayı geniş ve çok boyutlu bir şekilde ele almamızı sağlar. Olayın, “ ya o, ya bu”, “evet mi hayır mı?” şeklinde kesinlik içeren cevaplarla geçiştirilmesine izin vermez. İlişkileri, olasılıkları içeren ek açıklamalara ihtiyaç duyar. Bir olay analiz edilirken karşımıza nedenler ve sonuçlar karışımı çıkar. Her neden başka bir nedenden ileri gelir, her sonuç sırasında neden oluşur. Sonuç nedene tepki gösterir veya neden sonuca tepki gösterir. Neden sonuçta sönmez, yok olmaz. Neden ve sonuç evrensel karşılıklı bağımlılığın hareketleridir. Bu diyalektik bakıştır, bilimseldir.

Diyalektik bakışın karşısında metafizik bakış vardır. Metafizikçi, şeyleri kesin/değişmez olarak tanımlar ve birbirlerinden özenle ayırır. İki karşıtın aynı zamanda olamayacağını düşünür. Örneğin bir varlığı ya canlı ya ölü olarak kabul eder. Bir varlığın hem canlı hem ölü olmasını, insan bedeninde yeni hücrelerin, ölmekte olan hücrelerin yerini aldığını kabul etmez. Değişmenin reddi, ayrılmaz olanın ayrılması, karşıtların sistemli olarak dışta bırakılması metafizik bakışın veya yöntemin ana unsurlarıdır. Metafizik yöntem, bir olayı kendisini doğuran ve açıklayan tarihsel koşulların bütününden soyutlar, tecrit eder. Metafizik, gerçeği parçalara böler ve bu yolla gerçeği olduğundan başka gösterir. İnsanın edilgenliğine, güçsüzlüğüne, her şeyi oluruna bırakmaya cevaz verir. Örneğin, “Böyle gelmiş, böyle gider…”, “Dünyanın kaidesi bu, bir tarafta ezen diğer tarafta ezilen…” “Savaşlar bitmez, savaşların sonu gelmez.” vb. ifadeler buram buram metafizik kokan cümlelerdir.

Meseleye dönersek, Rusya’nın Ukrayna müdahalesini Rus yayılmacılığına indirgemek, olayın sorumluluğunu tamamen Rusya’ya yüklemek, Putin’in ihtiraslarına bağlamak, “Ruslar zaten hep böyledir.” şeklinde toptancı yorumlar yapmak diyalektik yönteme terstir. Metafizik bakışı yansıtır. Söz konusu askeri müdahaleyi, son günlerde veya aylarda hatta son birkaç yılda NATO-Ukrayna-Rusya üçgeninde yaşanan gelişmeleri inceleyerek izah edemeyiz. Filmi biraz daha geriye sarıp askeri müdahalenin bir ihtimal olarak ilk kez ortaya çıktığı zamana/olaya yani temel sebebe ulaşmak meselenin özünü kavrama imkânı verir. Temel sebep ile askeri müdahale arasında yaşanan sebep-sonuç karışımı olaylar, temel sebebin ortaya çıkardığı “yeni gerçekliğin” ürünleridir. Dolayısıyla bir başlangıç noktası oluşturmazlar.

Kuşkusuz, hayat, filmler kadar basit değildir ama ünlü bir bilim-kurgu filminden örnek vererek konunun daha iyi anlaşılmasını (teşbihte hata olması pahasına) sağlayalım. 1989 yapımı Geleceğe Dönüş II filminde iki ana karakter Dr. Emmett L. Brown ve Marty McFly, 2015 yılından ait oldukları 1985 yılına döndüklerinde önce yanlış bir yıla geldiklerini sanırlar. Zira her şey değişmiştir. Kötü karakter Biff Tannen çok zengindir, adeta bir zenginlik imparatorluğu kurmuştur, her şeye sahiptir. Çok güçlüdür, polis ve yargı ona çalışmaktadır. Hatta 1973’te Marty’nin babasını öldürmüştür. Bilim adamı Dr. Brown, ait oldukları 1985’e tekrar dönebilmek için içine düştükleri yeni gerçekliğin (1985A-Alternatif 1985) ortaya çıkmasını sağlayan temel sebebe ulaşıp onu ortadan kaldırmayı önerir. Bunun için 1955’e gidip Biff’in elinden her şeye sahip olmasını sağlayan Almanac’ı almak gerekir. Burası temel sebeptir. Temel sebepten sonra oluşan yeni durum, yeni gerçekliğin ürünleridir yani ortaya çıkardığı sebep sonuç karışımıdır. Sorunun oralarda çözümü çok zordur. Örneğin Marty’nin babasını kurtarmak için 1973’e gidilirse varılan yer yine Biff’in çok güçlü olduğu 1973A olacaktır.

Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesinde temel sebep Şubat 2014’te, Ukrayna’da, seçilmiş hükümetin NATO-AB destekli neofaşist bir darbeyle devrilmesidir. SSCB dağıldıktan sonra tabii ki iki ülke arasında başka sorunlar da yaşanmıştır. Fakat yaşanan savaş özelinde, (geçmişe gidip darbeyi önleyemeyeceğimize göre) savaşın sorumlusunu tartışmak için incelemeye buradan başlamak gerekir. Diyalektik açıdan bütünsellik ve hareketi buradan itibaren ele almakta sakınca yoktur.

2013 sonu 2014 başında Maidan devrimi olarak da anılan protestolara 45 milyonluk ülkede en fazla 300 bin kişi katıldı. Grevler veya işçi eylemleri de olmadı. Hareket, aşırı milliyetçi bir siyasi karaktere sahipti. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland ile ABD’nin Kiev Büyükelçisi Geoffrey Pyatt arasında Kasım 2013’te geçen telefon kaydı darbeye Batı desteğini tescilliyordu. Hükümetin başına milliyetçi Anavatan Partisi’nden Arseniy Yatsenyuk geçti. Yatsenyuk, Ukrayna Sosyal-Ulusal Partisi olarak kurulmuş neofaşist örgüt Svoboda’ya altı bakanlık verdi. Maidan hareketi içinde Batı’nın sempatiyle baktığı örgüt, 2012’de AB Parlamentosu tarafından ırkçılıkla suçlanmış, hükümette yer almaması istenmişti. Ama işler değişmiş, devrik hükümet AB ile anlaşma imzalamaktan vazgeçmişti.

Ülkede Ruslara yönelik baskılar başladı. Rusçanın statüsü düşürüldü. Darbe sonrası Putin, Ukrayna’nın NATO’ya alınabileceğinden endişe ederek Karadeniz’deki pozisyonunu kuvvetlendirmek adına Kırım’ı ilhak etti. Nisan ayında Rusların yoğun olarak yaşadığı Donetsk ve Lugansk’ta ayaklanma başladı. Mayıs 2014’te Odessa’da Ukrayna milliyetçileri yeni hükümete muhalif yaklaşık 50 kişiyi sendika binasında yaktı.

Bu yaşananlardan sonra süreç içerisinde aktörlerin (NATO, Ukrayna, Rusya) saldırgan veya barışçıl hamleleri artık yeni gerçekliğin ürünüdür. Minsk Anlaşmalarının yapılması, Normandiya Formatı toplantıları, Ukrayna’da ve ABD’de devlet başkanı değişiklikleri, Minsk Anlaşmalarının sekteye uğraması, silahlanmalar, tatbikatlar vs. gibi gelişmeler gündemi işgal etmiş, bazısı savaşa giden yolu kısaltmıştır. Ama bakılması gereken yer Maidan darbesi ve yeni neofaşist hükümetle NATO’nun yakın ilişkilerdir. Ukrayna hükümeti Suriye’den sonra emperyalist rekabetin yeni oyun alanı olmayı gönülden tercih etmiştir. Bölgedeki krizin, gerilimin, savaş riskinin başlangıcı burası olduğu için Rusya’nın müdahalesi, Maidan Darbesi ve sonrası gelişmelerden bağımsız ele alınamaz. Bu diyalektiği görmeden, güncel hamleleri yorumlamak, metafizik ezberleri tekrarlamak, ABD emperyalizmi, NATO müdahaleleri sahnedeyken akla gelmeyen egemen devletlerin iç işlerine karışmama, bağımsızlığa ve toprak bütünlüğüne dokunmama gibi uluslararası hukuk ilkelerini hatırlamak diyalektiğe aykırıdır. Bu tarz bir yaklaşım, olayın bütünselliğini, koşullamaları görmeyip bir parçasına bakarak yorum yapar. Örneğin NATO’nun yayılmacılığıyla bu müdahale arasında bağlantı kurmaz, dahası Ukrayna’yı savunmamasını NATO’nun genişlemek istemediğine delil olarak gösterir.

Bu noktada karşı durulması gereken şey, emperyalist askeri bloklar, savaş kışkırtıcılığı, yayılmacılık ve devletler arası güç mücadeleleridir. Yani bir bütün olarak kapitalist-emperyalist sistemin reddedilmesidir. Yaşanan savaş, emperyalist rekabetin/çelişkilerin çıktısıdır. Sorumluluğu bir tarafa yüklemek ve diğer(ler)ini aklamak, saflık değilse burjuva kurnazlığıdır.

Diğer tartışmaya gelirsek, Ukrayna meselesiyle ilgili Putin, ilginç bir şekilde Lenin ve Sovyetler Birliği’ne de sorumluluk yüklemiştir. Ona göre, Ukrayna’nın mimarı Lenin’di. Krizin kaynağını zamanında Lenin ve Bolşevikler inşa etmişti. Ukrayna topraklarının şimdi sorun olan önemli bir kısmını Rusya SSC’nin hediye ettiği topraklar oluşturuyordu. Sovyet cumhuriyetlerine ayrılma hakkı tanınmasını da eleştiriyordu. SSCB dağıldığında Ukrayna aldığı hediyeleri de yanında götürmüştü. Aslında Putin bunları ilk kez dile getirmiyordu. Aralık 2019’da bir basın toplantısında da Ukrayna’yı Lenin’in devlet inşasının mirası olarak nitelemiş ve “Şimdi bununla uğraşıyoruz.” demişti. Şu anki Donetsk ve Lugansk’tan daha geniş bir alanı kapsayan Donbass bölgesi 1918’de Ukrayna’ya verilmişti. Ona göre, kırsal bir bölge olan Ukrayna’da proleter nüfusun artması amaçlanmıştı.

Bir kere toprak/sınır değişimi tek taraflı değildi. Taganrog, Kamensk, Şahtı ve Rostov bölgesinin bir kısmı 1924’te Ukrayna’dan Rusya’ya geçti. Bu tarz sınır değişiklikleri, diğer Sovyet cumhuriyetleri arasında da gerçekleşti. Daha önemlisi, idari sınırların değişimi, sosyalist bir ülke içerisinde koşullar ve bağlam doğrultusunda (savaşlar, yerel ihtiyaçlar vb) yapılmış tasarruflardı. Eşit ve adil bir dünya kurup, sömürüyü yok etmek isteyenler için ülke içi idari sınırların nereden geçtiği görece tali bir husustu. Bu tasarruflar, Sovyet döneminde bir krize/soruna neden olmadığına göre, sorunun sebebi, Lenin değil sosyalizmin yerini kapitalizmin almasıdır. Kapitalizmin de milliyetçiliği ve şovenizmi körüklemesidir. Ayrıca 1991’de dağılan SSCB’den ayrılan devletler, ayrılma hakkının verdiği izinle bağımsızlığını ilan etmemişlerdir. Karşıdevrimle birliği terk edip, yıkıp gitmişlerdir. Ayrılma hakkının var olup olmamasının veya hukuka uygun hareket edip etmemenin bir önemi yoktur. Olsaydı, 17 Mart 1991’de Sovyetler Birliği’nin varlığını sürdürmesinin uygun olup olmadığının sorulduğu referandum sonucu dikkate alınırdı. %80 katılım oranının sağlandığı referandumda %77 oranında evet oyu çıkmıştı. Ukrayna’da evet oranı %71’di ve %83 oranında katılım sağlanmıştı.

SSCB’nin dağılmasında (Gorbaçov’la birlikte) başrol oynayan Yeltsin’in Rusya devlet başkanlığı makamına oturttuğu Putin, karşıdevrim sonrası kurulan yeni gerçekliğin şu anki lideridir. Sovyet eğitimi almış olsa da sınıfının sözcülüğünü yaparak gerçekliği kesip biçip, işine geldiği gibi yorumlamaktadır. Bir anlamda, Sovyet emekçilerinin bütün kazanımlarını çalanlar bir de toprak hesabı yapmaktadır. Lenin’e yönelik eleştirileri diyalektikle değil ancak pişkinlikle açıklanabilir.

Bu iki tartışmada da diyalektik bakış eksikliğine sahip özne aynıdır, burjuvazi. Batı perspektifli burjuvazi, Rusya’yı; Rusya burjuvazisi Sovyetler Birliği’ni eleştirmektedir.

UMUT BEKCAN / SOL GÖRÜŞ

Kaynaklar

Ergun, D. (1995). Sosyoloji ve Tarih, Sosyolojide Yöntem Sorunu, 3. Baskı, Ankara, İlke Kitabevi Yayınları.

Peters, A. (2016). “Kiev darbesinin ikinci yılı-I. Bölüm”, https://www.wsws.org/tr/articles/2016/03/07/ukra-m07.html

Politzer, G. (1996). Felsefenin Temel İlkeleri, Çev. M. Erdost, 12. Baskı, Ankara, Sol Yayınları.

“Putin Donbass'ı tanıdı, Rusya asker gönderiyor”, (2022). https://haber.sol.org.tr/haber/putin-donbassi-tanidi-rusya-asker-gonderiyor-326885

“Putin nazval strannım reşeniye Lenina po Ukraine”, (2019). https://lenta.ru/news/2019/12/19/ukrssr/

Şimov, Ya. (2020). “Podarki ot russkogo naroda. Kto i kak perekraival kartu SSSR”, https://www.svoboda.org/a/30686453.html

“1991 Sovyetler Birliği referandumu”, (2021). https://tr.wikipedia.org/wiki/1991_Sovyetler_Birli%C4%9Fi_referandumu#:~:text=Sovyetler%20Birli%C4%9Fi'nde%201991%20Referandumu,uygun%20g%C3%B6r%C3%BCyor%20musunuz%20sorusu%20y%C3%B6neltilmi%C5%9Ftir.

 

Biz buraya nasıl geldik (I-II-III) - DİLARA İLBUĞA YILDIRIM / SOL

 (I) Kurye eylemleri

'O taş suya atılmış ve işçi sınıfının uzun süredir tıkanan iletişim kanallarından biri açılmıştır. Hikayemizi hatırlatan ve hikayemizi anlatan, direnen tüm işçilere selam olsun.'



2022 yılı peşi sıra gelen işçi eylemleri ile başladı. Geçtiğimiz iki senenin özellikle pandemi dolayısıyla belki de en fazla sömürülen kesimlerinden biri olan kuryeler, adeta “Anlatılan senin hikayendir.” dercesine Türkiye’nin dört bir yanında birbiri ardına ses çıkarmaya başladı. Söz konusu eylemlerde ücretlerin düşüklüğü, fahiş fiyat artışları, zamlar, enflasyonun tarihi zirvesi, ülkenin içinde bulunduğu temel ekonomik krizin payı çok yüksek olmakla birlikte madalyonun bir de diğer yüzü var. Bu ve bundan sonra yazacağım birkaç yazıda madalyonun bir hayli kabarık olan diğer yüzünü anlatmaya çalışacağım.

Madalyonun diğer yüzü işçi sınıfının 2000’li yıllarda iktidar tarafından siyasal, ekonomik ve ideolojik olarak kuşatılması anlamına geliyor. Bu kuşatılmanın neticesinde iletişim dinamikleri kopmuş, sessiz kalmış, baskılanmış bir işçi sınıfı hayali kuran bir iktidar ile karşı karşıyayız. Öyleyse işçi sınıfının 2000’li yıllarda içinde bulunduğu iletişim deneyimlerini bu ilk yazıyla anlatmaya başlayalım.

Tereddütlü Sesler: Güvencesizlik

2000’li yıllarda Türkiye’de işçi sınıfının içinde bulunduğu derin iletişimsizliği anlatırken üzerinde durulması ve detaylandırılması gereken en önemli sorunlardan biri şüphesiz ki güvencesizlik olacaktır. Çünkü güvencesizlik, işçi sınıfının hem kendi arasındaki hem de siyasetle olan iletişim damarlarını tıkayan bir haldir. Türkiye’de TEKEL direnişi ile literatürde yer etmeye başlayan kavram, sınıf tartışmalarının da merkezinde bulunmaktadır. Güvencesizlik, emeğin sadece üretim noktasında değil, gündelik hayat pratiklerinde de deneyimlediği bir süreçtir. Tam da bu noktada, güvencesizlik halinin sadece üretim alanındaki değil, sosyal ve siyasal hayatta da işçi sınıfının iletişim deneyimlerini parçaladığını söylemek yanlış olmaz. Yani en kaba tabiriyle güvencesizlik işçinin sadece işyerinde, mesai saatleri içerisinde deneyimlediği bir süreç değildir. Güvencesiz çalışma denilince genelde işçilerin, iş güvencesi ve sosyal haklarından mahrumiyeti anlaşılmaktadır. Fakat sağlıklı bir güvencesizlik tanımı, hem üretim noktasında hem de emeğin toplumsal/gündelik hayatındaki iletişim deneyimlerinde sermaye karşısındaki konumu üzerinde tartışılmalı ve kavram kapitalist üretim ilişkileri içinde değerlendirilmelidir. Bu durum kavramı, basit bir istihdam ya da sosyal güvence problemi olmaktan çıkaracak ve sermayenin emeği hem üretim alanında hem de gündelik pratiklerde denetlediğini ve yine sermayenin emeğin sesini nasıl kıstığını ortaya koyacaktır. Emek üzerinde denetim olmadan kapitalist bir sistem tanımlanamayacağı için, en az maliyetle en yüksek denetim sağlanmaya çalışılmaktadır.

Kapitalist üretim ilişkilerinin yapısal bir özelliği olan ve en basit haliyle güvenceden mahrum olma hali olarak tanımlanan güvencesizlik, sermaye sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki ilişkiler ile belirlenmektedir. Genel-İş’in tanımı kavramı netleştirmek adına önemli olabilir: “Güvencesiz kelimesi, harfi harfine, emniyetsiz, belirsiz, kırılgan demektir. Çalışma yaşamı açısından ise geçici, düzensiz, kuralsız, korumasız, emniyetsiz, standart dışı, kırılgan ya da eğreti koşullar anlamına gelir. Çalışma yaşamı, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğundan, güvencesizlik aslında topyekûn yaşamın kendisini etkileyen bir olgudur. Güvencesiz çalışmanın temelini, 1980’li yılların başından itibaren neoliberal ekonomi politikaları aracılığıyla tüm dünyada uygulama alanı bulan işgücü esnekliği oluşturur.”1

1980’li yılların başından itibaren, kapitalist üretim ilişkileri, sınıflar arası ilişkiyi güvencesizlik ile kurmaktadır. Bu noktada tarihsel bir dipnotun hepimiz için önemli olduğu kanısındayım. 1980 öncesi işgücü piyasasının daha “düzenli” olduğu söylenebilir. Bu düzen, içerisinde “iş güvenliği”, “sosyal devlet”, “refah devleti” gibi kavramları barındırıyordu. Tüm bunların altında kapitalizmin bir “ödülü” değil, özellikle 20. yüzyılın başında tüm dünyada hareketlenen, Ekim Devrimi gibi büyük bir devrimle ayağa kalkan, Avrupa’da kitleselleşen işçi sınıfının örgütlü yapısından duyulan endişe yatıyordu. 12 Eylül darbesi ile Türkiye’de hem ucuz işgücü temin edildi hem de emek hareketinin kitle gücü yok edilerek örgütlü işçi sınıfı sermayenin talepleri doğrultusunda parçalandı. Dolayısıyla bu tarihten sonra zor yoluyla örgütsüz kılınan emek hareketi güvencesizlikle şekillendirilmeye çalışıldı. Sosyalizm ve örgütlü bir işçi sınıfı tehlikesi ortadan kalktığına göre kapitalizm de fabrika ayarlarına döndü ve güvencesizliği emek sürecinin tüm alanlarına yaydı.

Üretim anında başlayan ama üretim anı ile sınırlı kalmayan güvencesizlik, işçinin bütün hayatını kaplamakta, işçinin yaşamının tümünü etkilemekte; işçinin hem üretim alanında hem de sosyal hayattaki iletişim kanallarını yerle bir etmektedir. Dolayısıyla kavramın, sınıflar arası ilişkide çatı görevi gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Bu çatının alt başlıklarında güvencesizliği besleyen işsizlik, kayıt dışılık, örgütsüzlük, taşeron çalışma ve iş cinayetleri vardır. Tüm bunlar bugünkü eylemlere giden yolun taşlarını oluşturmuştur.

Güvencesizliğin en önemli boyutlarından birisi işsizlik ve kayıt dışı çalışmadır. İşten her an çıkarılma korkusu yaşayan işçi için en büyük ve temel sorun işsizliktir. İşsiz sayısında görülen hızlı artış, çalışan işçi için de tehdit oluşturmakta ve esnek, güvencesiz ve kuralsız çalışma koşullarının kabulünü arttırmaktadır. Bu kabul, güvencesizliğin Murat Özveri’nin belirttiği gibi, “bulaşıcı” olduğunu destekler niteliktedir.2 Güvencesizlik, güvende olduğu düşünenlerin de kapısını çalacak, bu güvencesizliği üreten koşullarla onları da karşı karşıya getirecektir ve onlar için de tehdit oluşturacaktır. Tam da bu noktada son günlerde artan işçi eylemlerine bakıldığında güvencesizliğin tetiklediği direnişin de “bulaşıcı” olduğunu söyleyebiliriz.

Güvencesizlik halinin çalışma hayatındaki yıkıcı etkilerinden bir diğeri ise çalışanların mesleklerini o mesleğin gereğine uygun şekilde yapamamalarıdır. Bir mühendis sadece mühendislik mesleğinin gereklerini değil, işten atılan işçilerin performanslarının düşüklüğü hakkında tanıklık etmek, kredi kartı ve banka kredileri gibi borçlarla uğraşmak ve işverenin istediği tanıklığı yapmak gibi zorunluluklar içindedir.3 Emekçiler açısından tüm bu sürecin, kendisini ve sosyal kimliğini oluşturan mesleklerinden kopuşu/yabancılaşmayı ve dolayısıyla da sessizleşmeyi temsil ettiğini görmek zor olmayacaktır. Bugün tam da bu sessizleşmenin bir çığlığa dönüşmesine tanıklık ediyoruz.

Güvencesizliğin kendini gösterdiği örgütsüzlük, taşeron çalışma, üretim ve üretkenliğin artarken, istihdam ve ücretlerin düşmesi, iş cinayetleri nedeniyle AKP iktidarı süresince 30 bine yakın işçinin hayatını kaybetmesi ayrı ayrı değerlendirilmesi gereken konulardır. 2000’li yıllarda Türkiye işçi sınıfının iletişim dinamiklerine bakıldığında, güvencesizliğin işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı ve doğrudan etkileri açıkça görülmektedir. 24 Ocak 1980 kararları ile ortaya çıkan neoliberal ekonomik politikaların esnek ve kuralsız bir hale getirdiği piyasanın emekçiler üzerindeki baskısı, 2000’li yılların başından bu yana AKP eliyle ağırlaştırılarak sürdürülmektedir. Bugün Türkiye’de her gün karşılaştığımız iş cinayetleri, artan işsizlik oranları, kayıt dışı çalışmanın yaygınlaşması, işçi sınıfının örgütlü yapısını parçalayan politikalar ve azalan sendikalaşma oranlarının temel sebebi esnekleştirilen ve 1980 sonrası yapısal olarak değiştirilen piyasanın ve emek politikalarının sonucudur. Gelinen noktada artık emekçiler için güvencesiz çalışma olağan hale gelmişken, güvenli çalışma koşulları istisna halini almıştır. Bu direnişlerin öteki yüzünde bu istisnaya karşı başkaldırı vardır. Dolayısıyla bugünkü eylemlere giden yolda en büyük taşın güvencesizlik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. O taş suya atılmış ve işçi sınıfının uzun süredir tıkanan iletişim kanallarından biri açılmıştır. Hikayemizi hatırlatan ve hikayemizi anlatan, direnen tüm işçilere selam olsun.(08/02/2022)                                                      

                                                                   ***

(II) Çığlık: İş cinayetleri

'İş cinayetleri kaza, kader ya da fıtrat değil, devlet ve sermayenin daha fazla kazanç ve kâr nedeniyle emekçilerin sağlığı ve canları karşısındaki bilinçli ve kasıtlı bir tercihidir.'


Geçen hafta, büyük bir direnişle başlayan ve artarak devam eden kurye eylemlerinin diğer yüzünü anlatmaya başlamıştım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. İşçi sınıfının kesilmeye çalışılan sesinin, koparılmaya çalışılan iletişim kanallarının nasıl ilmek ilmek örüldüğüne dikkat çekmeye çalışıyoruz denilebilir. “Nereden çıktı bu direnişler?”, “Biz buraya nasıl geldik?” sorularının yanıtını aramaya devam ediyoruz.

İlk yazıda mevcut direnişlerin arka planındaki en önemli ve kapsayıcı kavramın “güvencesizlik” olduğuna dikkat çekmiştim. Bugün ise hem bu direnişlerin arkasındaki en büyük “çığlığı” hem de güvencesizlik kavramının en ağır bedelini anlatmaya çalışacağım: İş cinayetleri.

Neden cinayet?

İş cinayetlerinden bahsederken “cinayet” sözcüğünü bilinçli olarak tercih ediyoruz elbette. Türkiye’de her sene binlerce işçi ihmaller nedeniyle hayatını kaybediyor. Böyle bir durumda “kaza” kavramı yeterli olmadığı gibi durumun vahametinin de üstünü örtüyor. Piyasanın emekçiler üzerindeki denetim ve baskısının neden olduğu ölümler, kaza değil cinayettir.

İş güvenliğini sadece verimliliği ve rekabeti arttırıcı olarak kabul eden sermaye karşısında “kaza” kavramını kullanmak meseleyi sınıf bağlamından koparmaktadır. Kavramlar ortada tesadüfen salınmazlar. Bilinçli tercihlerle hayatımıza girerler ve sanıldıkları kadar da iyi niyetli değillerdir. Bu noktada daha da açıklayıcı olması açısından aşağıdaki alıntı yerinde olacaktır:

...Engels’in yerinde ifadesiyle ‘Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz’. İşverenler, doğal olmayan bir ölümle, basit ve önlenebilir bir kazadan koruyamayarak işçileri iş kazaları nedeniyle ölümle karşı karşıya bıraktığı için bu bir cinayettir. Öyle söylendiği gibi basit kaza sonucu ölüm değildir. Engels’in söylevi ile, işverenler, iş kazasında ölen işçileri yaşamın gereklerinden yoksun bırakıp, bu kazalar ile yaşayamayacakları konuma soktuğu için bu bir cinayettir, örtülü, kasıtlı bir cinayettir. Hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurların ölümü ‘doğal’ kabul edildiği için de ‘cinayet gibi olmayan cinayettir’, suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamaktan kaynaklanmaktadır...1

İşçi sağlığı dediğimiz olgu kapitalist üretim ilişkilerinden soyutlanamaz. Bu ne demek? İşçi sağlığı ve iş cinayetleri detaylandırılırken, emek ve sermaye arasındaki çelişki ve toplumsal ilişki yok saymamalı, işçi sağlığı ve iş cinayetlerini sermaye birikim süreçlerinden ayrı bir olay gibi kabul etmemeliyiz. İş cinayetlerini sınıfsal çelişki ve toplumsal ilişkiden sıyırdığımızda bizlere sadece duyduğumuzda üzüntü veren bir olay kalır. Oysa bağlamı içerisinde değerlendirmemiz gereken bu derin çığlık bizlere sadece acı değil büyük bir öfke ve hesap sorulabilirlik de vermelidir. Çünkü yaşam hakkı, kapitalizmin elimizden alamayacağı en temel haktır.

Uzun çalışma saatleri, teknoloji ile birlikte artan emek yoğunluğu sermaye için daha fazla kâr demektir. İpin diğer ucunda ise işçi sağlığı vardır ve ikisi arasında kalındığında sermayenin hangisini seçtiği çok açıktır. İşveren, işçinin hem fazla çalışmasını hem fazla üretmesini hem de maliyetin düşük olmasını bekler. Bu nedenle 50 işçinin ölümüne neden olsa da o 3. Havalimanı yapılır; metro inşaatında çalışan işçilere ekmek arası ıspanak reva görülür. O halde sınıflar arası ilişkide patronun payına artan üretim ve üretkenlik düşerken, emekçilerin payına azalan ücretler ve güvencesizlik sarmalında yaşanan iş cinayetleri düşer.

İş cinayetlerinin engellenmesindeki en mühim noktalar; toplu sözleşme, grev hakları ve sendikalardır. Fakat tüm bu hayati haklar emekçilerin elinden alınmış; işçi sağlığı, hak olma özelliğini yitirmiş ve maliyeti arttıran bir duruma getirilmiştir. 1980 kararlarıyla birlikte ihracata dayalı ekonomi modeline geçilmesi ile işçi ücretleri gelir olarak önemini yitirmiş, işçinin ücreti ve hakları işveren açısından ek bir masraf olarak görülmeye başlamıştır. Ve tabii ki sermayedarın ek bir masrafa tahammülü olmadığı gibi yiten bir canın pek bir önemi de yoktur.

20 yılda 30 bin iş cinayeti

İstihdamın biçimlerinin değiştiği, taşeron çalışmanın yaygınlaştığı, örgütsüzlüğün arttığı, işyerindeki tek söz sahibinin işveren olduğu, esnek ve güvencesiz çalışmanın arttığı ve işçi sınıfının derin bir sessizliğe mahkum edildiği piyasada hem meslek hastalıkları hem de iş nedeniyle yaşanan intiharlar yoğunlaşmaktadır. İş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle yaşanan ölüm verileri SGK tarafından açıklanmaktadır. Fakat SGK tarafından kayıt dışı çalışanlar değil, sadece kayıtlı ölümleri paylaşılmaktadır. Dolayısıyla SGK’nın açıkladığı söz konusu sonuçlar noksan ve yanıltıcıdır. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), kayıtlı ve kayıt dışı çalışanların istatistiklerini tutmaktadır. İSİG’in verilerine göre, AKP döneminde iş cinayetleri nedeniyle yaklaşık 30 bin emekçi hayatını kaybetmiştir. Türkiye Uluslararası Çalışma Örgütü ILO istatistiklerine göre, bir “iş kazası sonucu ölüm” karşılığında yaklaşık altı “işle ilgili hastalık sonucu ölüm” olmaktadır. Ancak SGK ise her yıl 500 civarı meslek hastalığı tespit etmiş ve her yıl 5 ila 20 civarı meslek hastalığına bağlı ölüm açıklamıştır. Yani veriler yine açıkça çarpıtılmaktadır.

İş cinayetleri en fazla hızlı büyümenin ve dolayısıyla rekabetin hızla yükseldiği inşaat, mevsimlik işçilerin güvencesiz biçimde çalıştırıldıkları tarım, denetimlerin eksik olduğu ve ihmallerle binlerce işçinin canına sebep olan madencilik gibi sektörlerde yaşanmıştır. Sermayedar, piyasa içerisinde diğer sermaye gruplarıyla rekabet ederken, emekçiler de örgütlü halini yitirmiş; beyaz yakalı, mavi yakalı, yevmiyeci, çırak, stajyer, taşeron çalışan emekçiler şeklinde ayrılmış ve söz konusu emekçiler de kendi aralarında rekabet eder bir pozisyona sokulmuştur. Aynı işyerinde emekçiler arasındaki bu rekabet, emekçilerin sınıf aidiyetlerini yitirip, işyeri aidiyeti edinmelerine neden olmaktadır. Tüm bu parçalanmış sınıf yapısı, güvencesizlik ve denetimsizlik yaşanan cinayetleri arttırmaktadır.

Hep birlikte hatırlayalım: İnşaat işçisi Sıtkı Aydoğmuş, geçinemediği gerekçesiyle TBMM önünde kendini yakmaya kalkışmış ve alevler içindeyken son anda kurtarılmıştır. Olaydan 5 yıl önce çalıştığı şirkette üçüncü kattan aşağı düşen, yedi kaburga kemiği kırılıp, omuriliği ve kafatası zedelenen Aydoğmuş, yaşadığı olay üzerine çalıştığı şirketten tazminat alamamış, şirkete açtığı dava 5 yıldır sürmesine rağmen bir kazanım elde edememiş, bunun üzerine intihara kalkışmıştır. Kendini ateşe veren inşaat işçisi aslında Türkiye işçi sınıfının 2000’li yıllarda maruz kaldığı durumu ve derin iletişimsizlik halini anlatmaktadır: Memleketin her yerinde güvencesizlik ve sınıfsal eşitsizlik, kendini ölüm olarak var etmektedir.

Açıktır ki; güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışma biçimlerinin bir diğer tarafı iş cinayetleridir. İş cinayetlerinin engellenmesi için en etkili iki yol, devletin ve sendikaların denetim ve yaptırımıdır. Rekabetçi işgücü piyasası denetimi azaltmakta, ucuz işçiliği arttırmakta, taşeronlaşmaya neden olmaktadır. Bu noktada siyasal iktidarlar, piyasanın adeta “azmettiricisi” haline gelerek iş cinayetlerini artmasına neden olmuşlardır. İş cinayetleri siyasal, ekonomik ve ideolojik tercihlerin sonucudur.

Yani ölüm, söylendiği gibi madencinin fıtratında yoktur. Çok güzel bir dayanışma örneği olsa da, işçinin canı fırtınanın hakim olduğu bir günde, motosikletiyle sipariş götürmeye çalışırken metrobüs şoförlerinin iyi niyetine bırakılacak kadar değersiz değildir. Emekçinin yaşam hakkı kimsenin niyetine teslim edilemeyecek kadar değerlidir. İş cinayetleri kaza, kader ya da fıtrat değil, devlet ve sermayenin daha fazla kazanç ve kâr nedeniyle emekçilerin sağlığı ve canları karşısındaki bilinçli ve kasıtlı bir tercihidir. AKP’li yıllar, cinayet mahallinin ta kendisidir. Katil ise el ele vermiş siyasal iktidarlar ve sermayedarlardır. Bugünkü direnişlere tam da buradan bakınca, dün beraber çay içtiğin arkadaşının ertesi gün hayatını kaybetmesi kulakları parçalayan bir çığlıktır. O çığlık bugün atılmıştır!(16/02/2022)

_________________________________________________________________________

1.Çakır, M., (2015), “İşçi Sağlığı Mücadelesi Nereye Odaklanmalıdır?” Mesleki Sağlık ve Güvenlik, S.54-55, s. 88-94

                                                                                                   ***

(III) Derin sessizlik: Borçluluk

'Tüm bu baskı ve sömürü işçilerin direnişleri sayesinde parçalanmıştır. Hem sermaye hem de siyasal iktidarın en önemli araçlarından olan boçlandırmanın yarattığı derin sessizlik artık bozulmuştur.'


İşçi sınıfının yükselen sesinin esasında nasıl yükseldiğini ve bu sürece gelene kadar yaşanan çöküşlerden, tıkanmalardan bahsetmeye devam ediyorum. İlk yazı güvencesizliğin tüm emek sürecini nasıl etki altına aldığından bahsediyordu ve işçi sınıfının iletişim hattında bunu “tereddütlü sesler” olarak tanımlamıştım. İkinci yazı büyük bir sesle başlayan kurye eylemlerinin arkasındaki “çığlığa” odaklanıyordu: İş cinayetleri. Bu yazıda ise emekçinin derin sessizliğinin arka planında yatan en önemli unsurlardan birine değinmeye çalışacağım: Borçluluk. Borçluluk da işçi sınıfının sesini kısan, iletişim damarlarını tıkayan en önemli sorunlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

Güvencesizliğin rızası

1980’lerin başından itibaren yaşanan neoliberal dönüşüm özelleştirme, esneklik, kuralsızlık, güvencesizlik gibi çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasının yanı sıra borçlanmanın işçi sınıfı üzerinde temel bir sorun olarak var olması ile kendini göstermeye başladı. Nasıl ki işçi sınıfının örgütlü yapısının parçalanıp sendikalaşma oranları yıllar içerisinde hızla düşmüşse ve yine iş cinayetleri her geçen gün güvencesiz çalışma ile beslenip artmışsa, borçluluk da bugün işçi sınıfının yaşadığı en büyük sorunlardan biri olarak sürmektedir. Keynesyen ekonomi politikalarına dayanan Fordist birikim rejiminin 1980’lerin başı itibariyle terk edilip yerine neoliberal ekonomi politikalarına dayanan post-Fordist birikim rejiminin gelmesiyle, sermaye işçi sınıfının karşısında elini daha da güçlendirecek faaliyetlere başvurmuş, bunlardan en önemlisi de güvencesizlik olmuştur. Yaşanan dönüşümle birlikte işçi sınıfı, esnek, kuralsız ve güvencesiz piyasa içerisinde yeni bir sorunla daha karşı karşıya kalmıştır: Borçlanma.

Peki ne yapıyor bu borçluluk, sadece ekonomik bir sorun mu? Üretim alanında ve sosyal alanda hayatımızı nasıl bir kıskaca alıyor? 2000’li yıllarda güvencesiz çalışma koşullarıyla mücadele eden işçi sınıfı çok ağır bir borçluluk yükünün altındadır. Borçlanma işçi sınıfının ses çıkaracağı, tepki göstereceği durumlarda adeta sesini kısmakta, tepkisiz ve zayıf bir işçi sınıfı oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Borçlanan emekçiler daha kötü koşullarda çalışmaya razı hale gelmektedir. Yani borçluluk güvencesizliğe rıza üretmektedir. Borçlandırma ile işçi sınıfı fazla mesaiye, düşük ücretlere, kötü ve baskı altındaki çalışma koşullarına razı edilmiştir.

Borçluluk yüzünden, çalışanlar için borçlarını ödeme kaygısı, işin güvencesiz koşullarının önüne geçmiştir. Bankaya, komşuya, bakkala olan borçlar her türlü çalışma koşulunu kabul edilebilir bir forma sokmaktadır. Nasıl çalıştığımızın, ne kadar süre çalıştığımızın artık pek de bir önemi yoktur. Esas önemli olan borcumuzu ödeyebilir halde olmamızdır. Bu da hem sermeye hem de iktidar açısından mevcut sömürüyü arttırmaktadır. Artık çalışana her türlü baskı yapılabilir çünkü nasılsa işi bırakamayacaktır, direnemeyecektir. Artık sömürünün merkezinde “borç” vardır ve sömürünün temeli mübadeleye değil borca dayanmaktadır. Hardt ve Negri’nin ifadelerine göre, “Yeni bir yoksul figürü doğuyor ve bu yalnızca işsizler ve düzensiz, güvencesiz ve yarım gün çalışanlardan oluşmuyor aynı zamanda düzenli çalışan ücretlileri ve orta sınıfın yoksullaşan kesimini de kapsıyor. Onların yoksullukları asıl olarak borç zincirlerine dayanıyor.”1

Borçlan(dır)ma, işçi sınıfının örgütlü yapısını da parçalamakta ve grev hakkının da önüne geçmektedir. Borçları nedeniyle zor durumda olan işçi, sendikalı olursa işten atılacağı korkusu ya da greve çıkılırsa maaşını alamayacağı endişesiyle temel ve hayati haklarından ödün vermektedir. Borçlanma ile birleşen güvencesizlik, işsizliği en büyük korku haline getirmekte, bu da işçi tipini dönüştürerek işçi olmanın koşulunu işverene sadık olmak, greve gitmemek ve böylece işsiz kalıp borçları ödeyememe sorunuyla karşı karşıya kalmamakla özdeş hale getirmiştir. Dolayısıyla borçlanma, sermayenin işçi sınıfının mücadelesine ket vurmak için kullandığı en önemli araçlardan biri haline gelmiştir.

Neoliberalizmin pansumanı

Borçluluk sadece üretim anına sirayet eden bir olgu değildir. Borçluluğun etkisi çalışma hayatı ile kısıtlı değildir. Borçlanmanın çalışma hayatı üzerindeki etkilerine ek olarak, siyaseten de belli sonuçları vardır. Bunların en önemlisi, borçlanan işçinin piyasaya ve dolayısıyla ekonomik ve siyasi “istikrar”a daha sıkı bağlarla bağlanmasıdır. Borç batağındaki işçi için mevcut durumun muhafazası, siyasi belirsizliklerin olmaması gibi düşünceler borçlanmanın yansımasıdır. Çünkü borçlanmanın artması, işçilerin geleceklerini piyasaya bağlaması anlamına gelmektedir. Borç yükü altındaki emekçinin artık değişikliğe ne tahammülü ne de cesareti vardır. 20 yıllık AKP iktidarına bu açıdan bakmak faydalı olacaktır. Borçlandır, daha fazla sömür, direnme kanallarını tıka ve istikrara bağımlı hale getir.

Borçlanma, artık Türkiye’de herkes için geçerli bir sorundur. Bugün üniversiteden yeni mezun olan öğrenciler de emekliler de borç yükü altındadır. İşte bu süreç, bütün yaş gruplarındaki emekçileri piyasaya ve işverene bağımlı hale getirmektedir. Borçlanma ile işçi sınıfının sadece bugünü değil, geleceği de sermaye tarafından denetlenir hale getirilmiştir. Borçluluk hali hemen hemen her yaştaki emekçiyi ve hanesini sermayenin denetimine açmakta, borcun geri ödenmesi sürecinde emekçilerin bütün hayatını karşılığı olmayan bir çalışmaya dönüştürmekte ve emekçileri tüm hayatları boyunca borçlu ve alacaklı ilişkisi arasındaki iktidar ilişkisine bağımlı kılmaktadır. Bu durumda emekçilerin sadece bugününü değil, geleceği de ipotek altındadır.

Borçluluk bir nevi neoliberalizmin pansumanı görevini yerine getirmektedir. Sosyolog Lazzarato “Borçlandırılmış İnsanın İmali” kitabında, neoliberalizm doğduğu andan itibaren borç mantığı üzerine kurulduğunu ve bu nedenle neoliberalizmi anlamak ve ona karşı mücadele etmek için önce borç mantığını anlamak gerektiğini söylemektedir. Alacaklı-borçlu ilişkisinin toplumsal ilişkileri doğrudan etkilediğini söyleyen Lazzarato, bu ilişkinin sadece toplumsal ilişkileri etkilemekle kalmadığını, bu ilişkinin kendisinin çağdaş kapitalizmin en önemli iktidar ilişkisi olduğunu vurgulamaktadır.

“‘Borçlandırılmış insan’, doğumundan ölümüne kadar ona tüm hayatı boyunca eşlik eden bir alacaklı-borçlu iktidar ilişkisine tabidir. Eskiden cemiyete, tanrılara, atalara karşı boçluysak da artık sermaye ‘tanrısına’ borçluyuz.”2

Borçlandırma, emekçileri sadece ekonomik zor altına sokmakla kalmamakta, aynı zamanda sermaye ile olan ilişkilerinin yeniden biçimlenmesine sebep olmaktadır. İşçiler, sermayedara bağımlı hale gelirken, işçi ve sermayedar arasındaki ilişkiyi kişiselleştirmektedir. Aynı zamanda da borçlu olarak toplumsal, ekonomik ve politik süreçlere etki güçleri azalmaktadır. Tüm bunlar daha denetlenir ve kontrol altında tutulan bir işçi sınıfı yaratırken, sınıf çatışmaları ise gizlenmektedir.

Tüm bu baskı ve sömürü süreci bugün işçilerin direnişleri sayesinde parçalanmıştır. Hem sermaye hem de siyasal iktidarın en önemli araçlarından biri olan boçlandırmanın yarattığı derin sessizlik artık bozulmuştur. Çocuklarına süt alamadığı için direnen ve kelepçelerle gözaltına alınan Gülabi Abi’nin akıttığı gözyaşları bardağa düşmüş ve bardak taşmıştır. İşçi sınıfının direnişi yoksulluğa, borçluluğa karşı ses olmuş; derin sessizlik yerini direnişin coşkulu sesine bırakmıştır.(27/02/2022)

DİLARA İLBUĞA YILDIRIM / SOL

  • 1.Hard, M., Negri, A., (2012), Duyuru, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  • 2.Lazzarato, M., (2014), Borçlandırılmış İnsanın İmali, Çev. Murat Erşen, İstanbul: Açılım Kitap

TARİHTE BUGÜN (27 ŞUBAT)



2011    Milli Görüş lideri 54. Hükümet Başbakanı ve Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan yaşamını yitirdi.

1976    Hayali mobilya ihracatı ve vergi iadesi yolsuzluğundan sanık Yahya Demirel için tutuklama kararı verildi Gelişen olaylar üzerine Bülent Ecevit " Demirel'in siyasi hayatta kalma hakkı yoktur " dedi

1985    Bazı Ege illerindeki okulların "Devrim" olan adları değiştirildi.

1964    Coca-Cola'nın dünya üzerindeki 1109'uncu fabrikası İstanbul'da açıldı Tamamiyle yerli yatırımla kurulan şirketin sermayesi 14 milyon liraydı

1993    İnsan Hakları Derneği Elazığ Şubesi Başkanı Avukat Metin Can ve Dr Hasan Kaya öldürülmüş olarak bulundu

1982    Barış Derneği'nin 44 yöneticisi tutuklandı İstanbul Barosu Başkanı avukat Orhan Apaydın, Türk Tabibler Birliği Merkez Konseyi Başkanı Erdal Atabek de tutuklananlar arasındaydı Barış Derneği'nin yöneticileri gizli örgüt kurmak, yönetmek, suç sayılan fiili övmek, komünizm ve bölücülük propagandası yapmakla suçlanıyorlardı Başkanlığını eski büyükelçilerden Mahmut Dikerdem'in yaptığı Barış Derneği yöneticileri tutuklu olarak yargılanacaklar.

1995     Mercedes kaçakçılığından hükümlüyken yeniden yargılanan milli futbolcu Tanju Çolak "suçu ihbar ettiği "gerekçesiyle mahkeme tarafından serbest bırakıldı.

1995    Kuzey Irak'ın Zaho kentinde bir ticaret merkezinde bomba patladı; 76 kişi öldü, 83 kişi yaralandı.

1975    Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (Töb-Der) ve çeşitli devrimci kuruluşlar tarafından " Hayat Pahalılığı ve Faşizmi Protesto " mitingleri düzenlendi Malatya, Tokat, Kahramanmaraş, Erzincan ve Adıyaman'da ki mitingler saldırıya uğradı.

1973    Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Senatörü Kudret Bayhan 15 yıl hapse mahkûm oldu Senatör Kudret Bayhan Fransa'ya uyuşturucu madde sokmaktan yargılanıyordu.

1863    Türkiye'de bilinen ilk Resim Sergisi İstanbul Atmeydanı'nda (Hipodrom) açıldı Serginin açılmasına Sultan Abdülaziz destek verdi.

1971    Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) bir açıklama yaptı, parasızlık nedeniyle radyo yayınlarını 18,5 saatten 8 saate indirmek zorunda kalacağını bildirdi.

1978    Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Kenan Evren Genelkurmay başkanlığına atandı.

1880    Haydarpaşa-İzmit demiryolu işçileri greve çıktı.

1937    Özel teşebbüsçe inşa edilen ilk Türk gemisi Belkıs, Haliç'te törenle denize indirildi.

1947    Yazısız karikatürün öncülerinden Cemal Nadir Güler vefat etti.

1988    Türkiye'de ilk yapay kalp ameliyatı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi ibni Sina Hastanesi'nde yapıldı. Hasta bir süre sonra öldü.

2001    Mali krizlerin ardından , dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Dünya Bankası Başkan Yardımcısı Kemal Derviş'i Türkiye'ye çağırdı.

2001    Jale İnan, arkeolog (DY-1914) vefat etti.

2019    Pakistan, Hindistan Hava Kuvvetleri'ne ait iki savaş uçağını sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle düşürdü. 2'si pilot 3 kişi hayatını kaybetti. 1 pilot Pakistan tarafından alıkonulduktan 2 gün sonra Hindistan'a iade edildi.

2020    Suriye İdlib'de, hava saldırısında 33 askerimiz şehit oldu. Ağır yaralı askerlerimiz tedavi altında.

2002    Tübitak Bilim Ödülü ve TÜBA onur üyeliği sahibi zoolog Semahat Geldiay vefat etti.

1917    Rus Çarlığı yıkılma fitili ateşlendi.

1947    Karikatürist  İsmail Gülgeç doğdu.

1976    Heykeltraş Kuzgun Acar vefat etti. 

1933    Reichstag Yangını yaşandı.

1942    II. Dünya Savaşı: ABD'nin ilk uçak gemisi USS Langley, Japon savaş uçakları tarafından batırıldı.





26 Şubat 2022 Cumartesi

Asrın yağması Türk Telekom - İbrahim Damatoğülu-Rıfat Kırcı / BİRGÜN


 

Türkiye tarihinin en büyük özelleştirmelerinden ve soygunlarından biri Türk Telekom… Yıllarca Türk Telekom’un özelleştirilmemesi için mücadele edenler BirGün’e konuştu: Özelleştirme aslında yasallaştırılmış bir hırsızlıktır.


Bilindiği
 gibi Türkiye tarihinin en büyük 

özelleştirmelerinden birisi Türk Telekom (TT) 

oldu. 2005 yılında özelleştirilen Kurum, 

gelinen noktada bir batak olarak satın alınan 

firma tarafından kamunun/bankaların eline bırakılarak terk edilmiş durumda. Burada sadece 

soygunu anlatmadık. Aynı zamanda dönemi mücadele aktörlerinin gözünden değerlendirdik. 

1995 yılından bu yana Türk Telekom’un özelleştirilmemesi için mücadele edenlerle de bir 

araya geldik.

EN BÜYÜK SATIŞ

23 Ekim 1840 tarihinde kurulan PTT’nin telekomünikasyon kısmının özelleştirilmesi için 1995 yılında telekomünikasyon ve posta hizmetleri ayrılarak Türk Telekom A.Ş. kurulmuştur. 11 yıllık süreçte kurulan birçok hükümetin öncelikli gündemlerinden olan TT’nin özelleştirilmesi ancak 2005 yılında AKP tarafından başarılabilmiştir.

Şirketin güncel sahiplerine baktığımızda; Levent Yapılandırma Yönetimi A.Ş. (Bankalar): yüzde 55, T.C. Hazine ve Maliye Bakanlığı: Yüzde 25, Halka açık: yüzde 13.32, Türkiye Varlık Fonu (TVF): yüzde 6.68’ine sahip.

Türk Telekom özelleştirilmeden önce peş peşe 4 yıl en fazla Kurumlar Vergisi ödeyen, 2004 yılında 2,2 milyar TL net kârı olan ve PTT’den ayrıldıktan sonra 75 bine yakın çalışanı bulunan bir kurumdu. 2005 yılında ise Türkiye’nin en çok kâr eden kuruluşlarından birisi ve dünyanın 13’üncü büyük telekomünikasyon firması olan, yaklaşık 50 milyar USD değer biçilen Türk Telekom, yapılan ayrıcalıklı bir özelleştirme ile Lübnan sermayeli Oger Telecoms Ortak Girişim Grubu’nun Türkiye’de kurduğu Ojer Telekomünikasyon A.Ş.ye (OTAŞ) yüzde 55’i 6,55 milyar USD karşılığında satıldı. Sözleşmede OTAŞ’ın Türk Telekom’un alt yapısını yenileyeceği, geliştireceği ve yatırımlar yapacağı şartı da vardı, ancak hiç birisi yapılmadı. Yine sözleşme gereği, OTAŞ, 6.55 milyar USD’nin sadece yüzde 20’sini peşin ödedi, kalanını taksitlendirdi. Özelleştirme sözleşmesine aykırı olarak, tamamı devlet aleyhine ve OTAŞ lehine birçok kez sözleşmede değişiklikler yapıldı. Bu süreçte dikkat çekici bir gelişme daha yaşandı. Türk Telekom’un özelleştirme süreci devam ederken 14 Şubat 2005 tarihinde öldürülen Lübnan’ın eski Başbakanı Refik Hariri için “başsağlığı dilemek” amacıyla Başbakan Erdoğan ve Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım 15-16 Haziran 2005 tarihinde Lübnan’a giderek Hariri ailesiyle görüştüler. 3 Temmuz 2005’te yapılan ihaleyi büyük hissedarı Hariri ailesi olan Oger Telecoms Ortak Girişim Grubu kazandı.

2007 yılında ise OTAŞ firması taksit borçlarını ödemeyince, 3 Türk bankasının oluşturduğu konsorsiyumdan TT hisseleri rehin verilerek-sözleşmeye aykırı biçimde- 4 milyar 700 milyon USD kredi aldı ve OTAŞ, kalan taksit borcunu peşin ödedi. Böylece peşin ödeme indiriminden yararlanarak alımı da ucuza getirdi. Bununla da yetinilmeyerek, Lübnan firmasına daha fazla kâr etmesi için OTAŞ’ın kurumlar vergisi de yüzde 30’dan yüzde 20’ye düşürüldü. 75 bin olan çalışan sayısı, yüzde 63’lük bir düşüşle 27 bin civarlarına geriledi, personel gideri çok ciddi bir oranda azaltıldı. Yine yaklaşık 20 milyon aboneden ciddi bir gelir olan sabit hat ücreti alınmaya başlandı.

İÇİ BOŞALTILDI

Lübnan firmasına daha fazla kâr etmesi için birçok özel iltimas tanınmasına rağmen; Türk Telekom’un özelleştirildiği 2005 yılında 7,6 milyar TL olan öz sermayesi, 2017 yılının sonunda 4,5 milyar TL’ye düştü. Yine 2005 yılında borçsuz şekilde satışı yapılan ve 12 milyar TL varlığı olan Türk Telekom’un, 2015 yılı mali tablosuna bakıldığında ise borcu 11 milyar TL artmış, varlığı da 3 milyar TL civarında azalmıştı. Oysa Lübnanlı şirket Türk Telekom’u satın aldığı tarihten 2013 yılına kadar 11.4 milyar dolar kâr etti. Türk bankalarına olan kredi borcunu ödemesi gereken şirket, bu kazancın büyük bir kısmını ise yüzde 55 hisse sahibi şirketin en büyük hissedarı olan Lübnanlı Mohammed Hariri’ye ve borçlu olduğu Suudi Arabistanlı ortaklarına temettü olarak aktardı. Bununla da yetinmeyen Lübnanlı şirket, Türk Telekom üzerine kayıtlı ancak PTT’ye ait olan ve geçici olarak yapılan sözleşme ile PTT tarafından devredilmiş tüm ülkedeki arsalar, araziler, binalar eğitim ve sosyal tesislerinin yüzde 89’unu da usulsüz bir biçimde sattı. Bunlardan bazıları ise paha biçilmez değerdeydi. Türk Telekom’un bakır ve diğer değerli madenlerden olan tonlarca yer altı kablolarına ise ne olduğu, kime nasıl satıldığı ise öğrenilemedi. Bunca yaşananlara ve gelirlere rağmen, geçen 3 senelik süreçte de OTAŞ, Türk bankalarına olan kredi borçlarını ödeyemedi. Kamu adına Türk Telekom yönetiminde bulunan kişilerin kurumun içi boşaltılırken nasıl bir tavır aldıkları halen kamuoyuna açıklanmamıştır. Bunlardan biri de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Fuat Oktay’dır.

Büyük patron Oger Telecoms, Türk bankalarına olan kredi borçlarını ödemeyince, Akbank, Garanti Bankası ve İş Bankası, Türk Telekom’daki yüzde 55 OTAŞ hissesini Hazine ve Maliye Bakanlığının onayı ile devraldı. (Levent Yapılandırma Yönetimi A.Ş.) Sonuç olarak ise Oger Telecoms kasasına yüksek kârlar katarken, ülkenin en büyük kamu mülkiyeti altında kamusal hizmet sunan ve haberleşmenin stratejik önemi ile milli güvenlik argümanı olan kurum bilerek zarar ettirilerek, yapılan satışlar ile içi boşaltılıp, batırılmış oldu. Kamu malının özelleştirilmesi sonucu OTAŞ, Türk Telekom’un içini yıllarca nasıl oluyor da boşaltabiliyordu? Hiçbir yetkili yıllar süren soygunu nasıl olduysa da göremedi? Yerli iş birlikçilerin de çıkar katkısıyla dünyada eşi benzeri olmayan bir ilk yaşandı “Asrın Yolsuzluğu” olarak tarihe geçti! Sanki bir kara delik gibi ülkenin köklü kurumlarını yutan TVF, gözü içi boşaltılan ve eskisi gibi kâr etme şansı olmayan Türk Telekom’a dikmiştir.

BÜYÜK BİR DİRENİŞ VERİLDİ

KESK’e bağlı Haber-Sen ile diğer bazı meslek odaları ve işçi sendikalarının karşı çıkmasına 

rağmen, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir garip özelleştirmeye ve yabancı bir sermayeye 

peşkeş çekilen Türk Telekom’un özelleştirmesine karşı ilk başta insiyatif alarak, bu mücadele 

de tarihe önemli not düşenlerin değerlendirmelerine, yaşadıklarına da bakmak gerekir:

Esin Yelekçi Eski Haber-Sen Genel Başkanı:

AKP; birçok kurumun yanında uzun zamandır özelleştirilmek istenen Türk Telekom’u hemen satmak için kollarını sıvadı. Türkiye'nin en stratejik, en kârlı kurumlarını özelleştirerek, uluslararası sermayeye ve onun yerli işbirlikçilerine hızlıca peşkeş çekti. Bu ülkenin öz kaynaklarıyla yaratılan birbirinden önemli, birbirinden değerli kurumlarını haraç mezat sattı, nicelerini de satmaya devam ediyor. Hem de on binlerce emekçiyi kapı önüne koymak, onları çoluğuyla çocuğuyla açlığa ve yoksulluğa mahkûm etmek pahasına! Bizler de sessiz durmadık, uslu çocuklar olmadık. Telekom Halkındır, Satılamaz!diyerekTürk Telekom’un özelleştirme sürecinin başladığı 1995 yılından itibaren kesintisiz sürdürdüğümüz eylem ve etkinlikleri yaygınlaştırdık. Türkiye’nin “en büyük özelleştirmesi” dedikleri, tarihimizin en büyük yağmasına karşı, mücadele ettik.

19-20 Mart 2005 tarihinde yapılan Genel Kurulumuzda, Haber-Sen’in mücadele andını bir kez daha tekrarladık. Türkiye’nin dört bir yanından, Haber-Sen’in direncini, kararlılığını ve mücadeleciliğini Genel Kurul salonuna taşıyan delegelerimiz “TÜRK TELEKOM’un 

özelleştirilmesine karşı, işkolunda örgütlü tüm sendikalar, odalar ve meslek örgütleriyle 

birlikte, işyerini terk etmeme de dahil, üretimden gelen gücümüzü kullanacağımız ortak eylem

 ve etkinlikler yapılmasına”oy birliğiyle karar verdi. Böylece, kurumda örgütlü sendika ve meslek odaları ile ortak mücadele için girişim başlattık. 1 Mayıs 2005’ten başlayıp 8 Kasım 2005 tarihine kadar “Telekom’u Sattırmayacağız” ve “Özelleştirmeye Hayır” eylemlerimizle alanlardaydık. Gayrettepe Telekom Müdürlüğü’nde Haber-İş 1 Nolu Şube ile ortak basın açıklaması yaparak imza kampanyası başlattık. İl Telekom Müdürlüğünün kapısına astığımız pankart, tüm yurtta özelleştirme karşıtı eylemlerin sembolü oldu. Ankara İl Telekom Müdürlüğü önünde basın açıklaması yaparak imza kampanyamızın ikinci adımını attık. 3 Haziran 2005’ten başlayarak, İstanbul’dan Ankara’ya, Bursa’dan Gaziantep’e, Trabzon’dan Diyarbakır’a Türkiye’nin dört bir yanında basın açıklamaları, basın toplantıları ve işyeri ziyaretleri düzenleyerek TÜRK TELEKOM hakkında söylenen yalanları deşifre ettik, gerçekleri çalışanlarla ve halkımızla paylaştık.Değişik tarihlerde iş bıraktık.

9 Haziran 2005 tarihinde Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Ankara İl Telekom Müdürlüğü önünde alıştığı kırmızı halılar ve çiçekler yerine, Haber-Sen’in protestosuyla karşılaştı. Türk Telekom mücadelemizin haklılığını ve meşruluğunu tüm Türkiye’ye bir kez daha duyurduk.24 Haziran 2005’teÖzelleştirme İdaresi Başkanlığını kuşattık. Teklif vermeye gelen şirketleri kovaladık. Şirket yetkilileri, Özelleştirme İdaresi Başkanlığına arka kapıdan girmek zorunda kaldılar.1 Temmuz 2005 günü Özelleştirme İdaresi Başkanlığı önünde Haber-İş ve kurumda örgütlü diğer sendikalarla ortak basın açıklaması yaptık. Aynı gün, teklifleri değerlendirecek olan İhale Komisyonu, Özelleştirme İdaresine giremeyince, Hazine Müsteşarlığına kaçtı. Ancak Haber-Sen orada da Komisyonun peşini bırakmadı. Eylemlerimiz sonunda ihaleciler, Halkbank Genel Müdürlüğüne kaçmak zorunda kaldılar. Böylece Telekom ihalecileri, tarihe “Seyyar Özelleştirmeciler” olarak geçti. Aynı gün, daha ihale bile tamamlanmadan, altyapı devrinin iptali istemiyle, Telekom’un özelleştirilmesine karşı ilk davayı açtık. Konuyla ilgili kamuoyu oluşturmak için yerel ve ulusal radyolarda, televizyon kanallarında, BBC’ye kadar pek çok yayın organında programlara katılarak Türk Telekom gerçeğini anlattık.

5 Temmuz 2005 günü Gayrettepe’deki İstanbul İl Telekom’da iş bıraktık ve kitlesel biçimde AKP İl Başkanlığına yürüdük. Buradaki basın açıklamamızda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a “Yan gelip yatmadık. Yatsaydık dünyanın 13. büyük telekomünikasyon şebekesini yaratamazdık. Ama şunu iyi bilin ki, siz de bundan sonra yatağınızda huzur içinde yatamayacaksınız” dedik. 25 Temmuz 2005tarihinde, Rekabet Kurulu kararının iptali için Danıştay’da dava açtık. 4 gün sonra da,Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e “İhaleyi onaylamayın” faksları çektik.

8Ağustos 2005 tarihinde, ihaleye saatler kala, CDMA lisansının TÜRK TELEKOM’a verilmesiyle ilgili belgeleri basına açıkladık. Ardından Telekomünikasyon Kurumu’na siyah çelenk bıraktık. Açıkladığımız belgeler Türkiye’nin gündemini değiştirdi. Bunun üzerine eli ayağı birbirine dolaşan ihaleciler, apar topar lisansı iptal etmekten başka çare bulamadılar. Haberleşme sektöründe örgütlü olan HABER-SEN, Elektrik Mühendisleri(EMO), Makine Mühendisleri Odası(MMO) ile ortak basın toplantısı düzenleyerek Telekom’un özelleştirilmesine karşı “Telekom satılamaz” “kampanyası başlattık. ‘Telekomsatilamaz.org’ web sayfası oluşturduk. İmza kampanyaları vb. ile kamuoyunu, halkı ve çalışanları bilgilendirdik. Bu kampanya ile Telekom özelinde tüm özelleştirmelere karşı ortak bir tavır geliştirmek üzere çalışma başlattık. Ayrıca KESK olarak İl Telekom Müdürlüğü önünde toplu görüşme dönemi ve “Telekom’un Özelleştirilmesine” karşı basın açıklaması yaptık. Eylül ayında CEBIT Fuarının açılışına katılan Başbakan’ı protesto etmek üzere Haber-Sen ve Haber-İş olarak TÜYAP Fuar Alanındaydık.

Ancak bu kadar mücadeleye rağmen Türk Telekom’un özelleştirilmesini durduramadık. Tüm çalışanları ve halkı bu mücadelenin içine çekemedik. Çünkü bizler gibi mücadele etmek yerine bazı sendikalar vb. özelleştirmeden pay almaya hatta birleşip Telekom’u satın almaya kalktılar. Diğer taraftan işçi ve memur sendikaları meslek örgütleriyle birlikte en fazla ortak iş yapan sendika olduk.Şurası açık ki, “TELEKOM özelleştiğinde kimse işsiz kalmayacak” diyenler, gözümüzün içine baka baka yalan söylediler. Satış olduktan sonra Telekom’da çalışmaya devam eden personelin iş güvencesi ortadan kaldırıldı. Kalanlar, kendilerine dayatılan “performans değerlendirme” sistemiyle çalıştırıldı. Çalışanlar arasında rekabet, eşitsizlik, dengesizlik yaratılarak iş barışı bozuldu. Örgütlülüğün önüne türlü engeller çıkartılarak çalışanlar yalnızlaştırıldı. Örgütsüz kalan emekçiler, işveren karşısında en doğal insan haklarını bile savunamaz duruma getirildi. Çalışanlara, “gidenlerin” işleri de yaptırılarak insanlık dışı çalışma koşullarında sıkıntılar altında çalışmaya devam etmek zorunda kaldılar. Türk Telekom’un yeni yönetimi örgütlü çalışanlar başta olmak üzere Kurumdan uzaklaştırmak için listeleri havuza (Devlet Personel Başkanlığına) gönderdi.

Eğer eşitsiz ve haksız bir dünyada kendimizi adil ve iyi hissetmemiz kolay değilse çocuklarımıza başka bir yaşam için mücadele etmekten daha anlamlı ve değerli hangi mirası bırakabiliriz. Başka bir yaşamın, sömürüsüz, sınıfsız farklı bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz. İnançla ve inatla her yerde hep birlikte mutluluğun resmini yapmak için örgütlenmeye ve mücadeleye devam ediyoruz. Bugün Haber-Sen sendikal haklar ve özgürlükler mücadelesinde söyleyecek sözü ve yüzü olanların adresi olarak kaldığı yerden mücadeleyi onurla yükseltiyor.”

Kemal Keleş Eski Haber-Sen Genel Başkanı: Türk Telekom’un özelleştirilmesinin esası Türk Telekom’un altyapısına konmaktı. 2005’li yıllarda Türk Telekom’un özelleştirme yoluyla 28-38 milyar dolarlık altyapısına konuldu. Satıştan önceki son üç yıllık karı 5 milyar dolar, 2004 yılı karı 1.2 milyar dolar, sahip olduğu 2500 bina ve gayrimenkul ile çok değerli bir kuruluştu. Bu kurum 6.5 milyar dolara yani 4 yıllık karı karşılığı Hariri ailesine peşkeş çekildi. Üstelik Hariri ailesi bu paranın önemli bir kısmını Türk bankalarından kredi olarak aldı. O gün özelleştirmeyi savunanların halkı kandırmak için ileri sürdükleri gerekçeler vardı: Hizmet kalitesi artacak, istihdam artacak, fiyatlar azalacak, yabancı sermaye Türkiye’ye gelecek. Bizler ise bunların bir yalan ve aldatmaca olduğunu, esas olanın halkın vergileriyle oluşan bu devasa kuruluşun altyapısına sahip olarak yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekileceğini söyledik. Haklı çıkmak istemezdik fakat o gün ne dediysek bugün bunu yaşıyoruz. Artan talebe karşılık o gün 120.000 olan çalışan sayısı bugün 35.000’lere düştü, dünya standartlarının çok altında bir hizmet veriliyor, tüm hizmetler paralı hale geldi, Türk Telekom’a ait yüzlerce bina ve arsa usulsüz ve yasalara aykırı biçimde satıldı, Anayasal bir hak olan 

haberleşme hakkı ticari kaygılar ve kar hırsı ile birçok bölgeye götürülmedi.

Yabancı sermaye gelecek diye sevinenler, değil yabancı sermayenin gelmesi Türkiye’de elde ettikleri kazançlarını yurtdışına çıkararak ve borçlarını da ödemeyerek gittiler. Ülkemizde tüm özelleştirmelerde olduğu gibi kamu kaynakları bazı çıkar çevrelerine komisyon, yüzdelik pay v.s ile peşkeş çekilmiştir. Bunların sonuçlarını her hangi bir doğal afette çok rahat görebiliyoruz. İstanbul ve Isparta’daki kar yağışında olduğu gibi. (Karayolları ve elektrik dağıtım şirketleri.)

Sonuç olarak; Türk Telekom’un özelleştirilmesi ile binlerce çalışan resen emekli edilerek işsizlik artmış, ülkemizin birçok kırsal kesimine altyapı hizmeti götürülmemiş, tüm hizmetler yüksek ücretli hale getirilmiş, rekabet artmamış, yabancı sermaye gelmemiş ve var olan birikimlerimiz alıp götürülmüştür. En önemlisi sosyal hukuk devletinin gereği olan halka gizliliği esas haberleşme hakkı ihlal edilmiş, tüm bilgi ve belgelerimiz GSM 

operatörlerinin eline geçmiştir.

Timur Aytek Eski Haber-Sen Ankara Şube Başkanı: Özelleştirme soygundur, talandır, peşkeştir. 1924 ve 1961 Anayasaları ile 1982 Anayasası’nın ilk halinde özelleştirme ile ilgili bir hüküm yer almamaktaydı. Bu dönem boyunca özelleştirme konusu kanunlar ve kanun hükmünde kararnameler ile düzenlenmeye çalışılmıştır. Zaten Anayasa Mahkemesi’nin 07.07.1994 tarihli ve E:1994/49, K:1994/45-2 sayılı kararında vurgulandığı üzere yasa koyucu, Anayasa’nın genel ilkelerine aykırı olmamak koşuluyla, konuyu düzenleme yetkisine sahipti. Başka bir anlatımla, Anayasa’da özelleştirmenin öngörülmemiş olması yasa koyucunun bu konuda düzenleme yapmasını engellemez denilerek,özelleştirme konusu Anayasa’ya 13.08.1999 tarihli ve 4446 sayılı Kanun’la 47. maddede yapılan değişiklikle girmiştir. 47. maddenin 3. ve 4. fıkraları özelleştirme konusunu düzenlemektedir.

1. Özelleştirmenin Kanunla Düzenlenmesi Zorunluluğu

2. Toplum ve Kamu Yararına Uygun Olma

3. Özelleştirmenin Gerçek Değer Üzerinden Yapılması

Başlıkları altında 2002 yılına dek yasada yapılan 5 değişiklikle Türk Telekom'un özelleştirilme süreci yıllarca Sendikamızın ve kamuoyunun gündeminde olmuştur. Sendikamız HABER-SEN ve üyelerinin, Mümtaz SOYSAL hocamızın, EMO, MMO’nın tüm çabalarına rağmen 2005 yılında Türk Telekom’un özelleştirilmesi gerçekleştirilmiştir. 2006 yılında tamamlanacak olan bu sürece baktığımızda sendikamız HABER-SEN’in birçok eylem ve etkinlikle anlatmaya çalıştığı gibi; ülke ekonomisi, Telekom çalışanları ve kamu hizmeti alan halk açısından birçok vahim sonuçların oluştuğu görülmüştür. 21 yıllık işletme imtiyazı ile Türk Telekom'u 6,55 milyar USD’ye satın alan OGER grubu, satın alma bedelinin büyük bir kısmını Türk bankalarından aldığı kredi ile ödemiştir. Bu krediyi kullanırken teminat olarak Türk Telekom hisselerini rehin göstermiştir. Yapılan imtiyaz sözleşmesinde “Telekom hisselerin devredilemez ve rehin verilemez” hükmü yer almasına rağmen bu kredilerin verilmesini sağlayarak bankaları 3.1 milyar USD zarara uğratan siyasilerden hesap sorulmalıdır. OGER tarafından her yıl kar payı dağıtarak (Hariri ailesi büyük hissedar olarak yaklaşık 7 milyar USD temettü almıştır) kurumun içi boşaltılmıştır. Türk Telekom geçen 15 yılda hiçbir yatırım yapılmayarak zarar eden, akıbeti meçhul bir kurum haline getirilmiştir. 2026 yılında imtiyaz sözleşmesi biterek tüm altyapısı/üstyapısıyla Hazineye devredilmesi gereken Türk Telekom, ne hikmetse Varlık Fonu tarafından 1.6 milyar dolara alınmak istenmektedir. Buda başka bir vurgun girişimidir. Karşı durulmalıdır.

Nitelikli birçok kurum çalışanları zoraki emekli edilerek veya başka kurumlara gönderilerek aldıkları eğitimlerle alakasız işler yaptırılarak birikimleri heba edilmiştir. Anayasaya sokulan 4446 sayılı kanunla özelleştirmeler AKP eliyle hız kazanmış, ülkenin tüm KİT’lerini, fabrikalarını, limanlarını, bankalarını, kamuya ait arazilerini yerli-yabancı gruplara peşkeş çekmiş, yap-sat-devret modeliyle geleceğimiz rehin edilmiştir. Ülke tam bir iflasa sürüklenerek halk açlığa ve yoksulluğa terk edilmiştir. HABER-SEN sürecin her aşamasında tüm engellemelere rağmen örnek teşkil eden bir hukuki, fiili meşru mücadelesini sürdürmüştür. Türk Telekom’un özelleştirme sürecini 11 yıl direnerek erteletmiştir. Bu da HABER-SEN’in başka bir ilkidir. Amerikan mafya tipi sarı sendikacılığın iş kolumuzda teşhirini sağlamıştır. En önemli işyerinin (Türk Telekom) işkolundan çıkarılmasının sonucunda ciddi sayıda kadro ve üye kaybı yaşamasına rağmen bugünde aynı kararlılıkla yoluna devam ettiğini görüyoruz.

Enerjide yaşanan yıkımın, sağlık sistemindeki çöküşün, eğitim sisteminin iflasının, işsizliğin arttığı, gıdaya ulaşmada yaşanan zorlukların yaşandığı günler yaşıyoruz. Buradan çıkışın yolunu bulmak için örgütlenmek gerekmektedir. Emekten, barıştan ve demokrasiden yana tüm sendikalar, siyasi partiler, meslek odaları, demokratik kitle örgütleri kamulaştırmayı öne çıkaran bir mücadele hattını mutlaka örmelidir. Telekom mücadelesinde farklı platformlarda paylaştığımız birçok anı ve mücadele deneyimi biriktirdik. Mücadele sürecinde tanıştığım, yan yana olmaktan onur duyduğum tüm arkadaşlarımıza selamlar, saygılar. Hepimize kolay gelsin.

Abdulhalik Eyyüpoğlu (Durğaç) Eski Haber-Sen Genel Sekreteri: Türk Telekom’un özelleştirme sürecine nasıl geldiğine bakıldığında, 12 Eylül darbesiyle toplumu ezerek dizayn etme girişimiyle kapitalist sistemin Türkiye ayağını milliyetçilik ve din ekseninde güçlendirmeyi temel aldığı görülmektedir. Toplumun 12 Eylül faşist askeri darbesinden sonra nefes alamaz duruma gelmesi, halkın ve emekçilerin örgütsüzlüğü ile Turgut Özal’ın başlattığı liberal ekonomik politikalarla özelleştirmelerin zemini hazırlanmıştır.

2005 yılında Haber-Sen Genel Kurulunda MYK olarak yaptığımız tespitte; ANAP hükümetleri ile birlikte girilen süreçte, piyasacı güçlerin liberal politikalarla tümüyle entegre olma yolunda ciddi adımlar attığı, “Ekonominin yeniden yapılandırılması” adı altında özelleştirme, taşeronlaştırma, sanayi ve tarımın yerli ve yabancı sermayenin yağmasına bırakılması, servetin bir avuç rantçı kesimlerin elinde toplanması yönündeki politikalara hız verdiği tespit edilmişti.

2002 yılı seçimlerinde TBMM; sadece AKP ve CHP tarafından halkın %41 oyu ile oluşurken, tek parti hükümeti isteyen sermaye çevreleri kendilerine demokrasi bayramı ilan etmişlerdi. AKP %34 ile meclisin 3/2 çoğunluğunu alırken, sözcüleri AB politikalarına ve ABD’ye bağlılıkta kusur etmeyeceklerini açıkça ortaya koymuştu. Halk iradesinin %58,5’i meclis dışında kalmıştı. Kapitalistlerce AKP hükümeti, ikinci Özal dönemi olarak ilan edilerek alkışlanırken, uyguladığı halk karşıtı politikalarla yoksulların, emekçilerin ve halkın tepkisiyle karşılaşmıştır.

Bu süreçte, tahkim, tütün yasası, şeker yasası, elektrik piyasası, devlet ihale yasası gibi temel sektörlere dair yasaların yanı sıra standby anlaşmaları ve kararnamelerle ülkenin sanayisi, tarımı uluslararası tekellerin yağmasına açılmıştır. Türk Telekom’da bu süreçte özelleştirmeden nasibini almıştır. Sermaye Telekom’a “altın yumurtlayan tavuk” gözüyle bakıyor ve dillendiriyordu. Tüm bu süreçte, ülkenin bir kesimi OHAL ile yönetilirken, bir kesimi de farklı politikalarla örgütsüz bırakılmaya çalışılmıştır. Örgütlü kesimleri de farklı politikalarla etkisizleştirmeye çalışmışlardır. Özelleştirmelere karşı yürütülen mücadelede Tüm Haber-Sen’den, Haber-Sen’e daima bu mücadele hep yerini almıştır.

Türk Telekom özelleştirmesine karşı mücadele de başta EMO (TMMOB) ve Türk Telekom’da örgütlü bulunan diğer sendika ve derneklerle işçi sendikası ile ortak karşı mücadele yürütmek için toplantılar yapılmış, ortak mücadele zemini oluşturulmaya çalışılmıştır. Aynı zamanda siyasi parti ve TBMM nezdinde girişimlerde bulunmuştuk. Bu başvuru süreçlerinde özellikle ekonomik yönden Prof.Dr. Aziz Konukman’ın desteği unutulmamalıdır. Yine bu süreçte, Türkiye genelinde tüm üyelerimiz ile toplantılar, bildiri dağıtımları, basın açıklamaları, işyeri önlerinde eylemler yanında CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile de görüşme yapılmıştı. Türk Telekom özelleştirmesinin altyapısını hazırlamak için hükümetçe anlaşma yapılan uluslararası firmanın, Sendikamız ile ısrarla görüşme talebi ve sendika genel merkezinde görüşmeye gelmesi mücadelenin ne kadar etki ettiğinin bir göstergesiydi. Fakat, bu uluslararası firmanın sendikamız genel merkezi ile görüşmesi, bir nabız yoklaması ve mücadelemizi sekteye uğratmak için bilgi alma niteliğinden başka bir şey ifade etmediğini tüm yönetici arkadaşlar olarak farkındaydık.

Yaşanan topyekün saldırılar bizi mücadeleden asla geri bırakmadı, moralimizi de bozmadı. İş bırakmalar, işyeri önlerinde açıklamalar, oturma eylemleri gibi birçok etkinliklerde bulunduk. Yaşanan durumu durumu şöyle değerlendirmek yanlış olmaz; sermayenin saldırıları önce psikolojik, algı oluşturma, bıktırma ve son darbeyi vurma şeklinde gelişmekteydi. Ama şunu da çok iyi biliyorduk ki, mücadele her zaman kazandırdı. Bugün ülkenin geldiği veya getirildiği durum ortadadır. Ülkenin değerleri, aç gözlü bir avuç rantçı kesim tarafından sömürülmekte, halk ise sefalet içindedir. Türk Telekom özelleştirmesi sonrası, başka kurumlara atanan emekçilerle yaptığım görüşmelerde “sayın başkanım siz bize anlattınız, emek verdiniz ama biz anlayamadık, geri durduk, keşke aktif olarak sizinle hareket etseydik” dediklerini defalarca işittim. Bu bir halk tercihi değildir. Örgütlü toplum ve örgütlü mücadele her zaman halka kazandırır.

Osman Köse Eski Haber-Sen MYK üyesi: Türk Telekom’un özelleştirilmesi Türkiye’deki özelleştirmeler arasında en büyük vurgunun, soygunun, talanın yapıldığı özelleştirmedir. Bu talanın teknik ayrıntıları ülkeye/halka maliyeti defalarca anlatıldı.

AKP 2002 yılında hükümeti kurarken açıkladığı Acil Eylem Planı’nda özelleştirmelere ayrı bir yer ayırmıştı. AKP, halkın emeği, alın teri ile yaratılan değerlerin talan edileceğini, sermayeye altın tepside sunulacağını ilan etmişti.

Hem AKP döneminde hem de AKP’den önceki dönemlerde özelleştirmelere karşı maalesef bütünlüklü bir mücadele verilemedi. Herkes sıra kendisine geldiğinde sesini çıkarmaya, bağırmaya başlıyordu. Özelleştirmeciler de bu parçalı yapı karşısında “Babalar gibi satacağım” diyordu ve satıyordu. Maalesef Telekom sürecinde de böyle oldu.

Biz KESK HABER-SEN olarak ortak mücadeleyi örmek ve büyütmek için en çok çaba sarf eden sendika olduk. Tüm işçi sendikalarını, memur sendikalarını, meslek odalarını bir araya getirerek ortak mücadele platformu oluşturmaya çalıştık. Başarılı olduğumuz zamanlar oldu ama toplantılarda her eyleme evet diyenleri eylemlerde göremedik maalesef. “Türk Telekom Vatandır Vatan Satılamaz” diyenler, sendikaların binalarına bu sloganın yazıldığı kocaman pankartları asanlar, billboardları afişlerle donatanlar eylemlere sembolik düzeyde katılıyordu.

O toplantıların çoğuna katılan birisi olarak “Bizim için patronun Hans ya da Hasan olması fark etmez, biz bu kurumlarda çalışmaya devam edeceğiz” diyenleri bile duydum. Biz eylemlerin daha güçlü olması için katılımı artırmaya çalışıyorduk ve mümkün olduğunca ortak eylem yapmak istiyorduk ancak diğer örgütlerden katılım olmasa da haklı ve meşru olduğuna inandığımız eylemleri yapmaktan geri durmuyorduk. Ankara, İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve örgütlü olduğumuz tüm il müdürlüklerinde eylem yapıyorduk.

Planlamasından uygulanmasına kadar içinde olduğum üç eylemi hiç unutmuyorum.

İlk eylem Ankara İl Telekom Müdürlüğü’nde iş bırakma eylemiydi. Cumartesi günü sendikada eylemi nasıl yapacağımızı kararlaştırdık ve dar bir kadronun dışında kimseyi haberdar etmedik. Pankartlarımızı, dövizlerimizi, afişlerimizi hazırladık. Pazartesi günü sabah erkenden İl Müdürlüğünün kapılarını tuttuk ve üst düzey yöneticiler dışında kimseyi binalara sokmadık.Eylem çok başarılı oldu. Polis haber alamadığı için saat 9.30 gibi ancak geldi. O dönem toplumda özelleştirmeye karşı oluşmaya başlayan tepkinin de etkisiyle polis müdahale edemedi. Hatta bazı polisler “iyi ki haberimiz olmamış yoksa saat 6’da bizi buraya dikerlerdi” diyerek sevindiler bile.

İkinci eylem dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın yaptığı bir açılıştaki korsan eylemimizdi.9 Haziran 2005 günü biz Türk Telekom’un özelleştirilmesine karşı Ankara Yüksel Caddesi’nde imza toplarken Binali Yıldırım’ın Türk Telekom İl Müdürlüğü’nde çağrı merkezi açılışına katılacağını öğrendik. Hemen orda hızlıca bir ekip oluşturarak pankartımızı, dövizlerimizi aldık, üzerimizde “Türk Telekom halkındır satılamaz” , “ Özelleştirmeye Hayır” yazılı önlüklerimizle Ulus’a doğru yola çıktık. Bakan geleceği için polis geniş önlem almıştır bize yaklaştırmazlar diyerek bir B planı hazırladık. Eğer bizi İl Müdürlüğü binasına yaklaştırmazlar ve protestomuzu yapamazsak ben basın kartım olduğu için binaya girecek ve tek başıma eylem yapacaktım. Ben önlüğümü çıkardım ve çantama koydum giriş kapısının önünde bekleyen gazeteci arkadaşların yanına gidip beklemeye başladım. Fakat beklediğimiz gibi olmadı. Diğer arkadaşlar binanın yanına yaklaşabildiler hatta bakanla göz göze gelecek şekilde protesto eylemini de yaptılar. Binali Yıldırım çok ilginç şekilde Genel Başkan ve MYK üyeleri ile görüşmeyi kabul etti. Bu görüşmeye basın alınmadı tabii. Ben de gazetecilerle törenin yapılacağı salona geçtim. Bakan konuşmasını bitirdikten sonra “sorusu olan var mı?” diye sözü gazetecilere verince çantamdan önlüğümü çıkarıp giydim ve “Zarar eden kurumlar özelleştiriliyor diyorsunuz ama Türk Telekom her yıl kar ediyor 3 yıllık karı karşılığında Türk Telekom’u niçin özelleştiriyorsunuz?” diye sordum.

Binali Yıldırım da “Sen gazeteci değilsin senin soruna cevap vermiyorum” dedi. AKP’nin ilk dönemleriydi ve protestolara karşı sert tepkiler göstermiyorlardı o zamanlar. Beni salondan çıkarmaya da kalkmadılar ben açılışın sonuna üzerimde gömlekle bekledim.

Bu eylemlerden üçüncüsü ise özelleştirme ihalesinin yapıldığı gün yaptıklarımızdı. Yine ortak eylem kararı almıştık, Kolej’deki Özelleştirme İdaresi’nin önünde eyleme başladık kapıyı tuttuk araçları içeri sokmadık. Sonra ihalenin Hazine Müsteşarlığı’nda yapılacağını öğrendik ve hızla oraya geçip protestoya başladık. Hemen yer değiştirip Halk Bankası Genel Müdürlüğü’ne geçmişler sonra oraya geçtik orada da protestomuzu sürdürdük resmen kovalamaca oynadık. Onlar kaçtı biz kovaladık. Haklıydık ve haklı olduğumuz konuda gözünü budaktan esirgemeyen militan bir kadro ile sonuna kadar mücadele ettik. Bizim haklı olduğumuz yıllar sonra da olsa ortaya çıktı ama olan ülkeye halkın kaynaklarına oldu. Türk Telekom talan edildi.

Türk Telekom sürecinde Haber-Sen olarak 3 koldan hukuk mücadelesi de başlatmıştık.

İlk davamız, Türk Telekomünikasyon Kurumu kararının iptaline dair: Bu karar, imtiyaz sözleşmesi bitiminde, yani 25 yıl sonra, Türk Telekom’un altyapısının ve ana şebekesinin mülkiyetini şirkete bırakıyordu. Yani, 25 yıllığına imiş gibi görünen bir sözleşme, kalem oyunlarıyla bir Mülkiyet Devrine dönüştürülüyordu.

İkinci davamız, Türk Telekom’un %55 hissesinin blok olarak satılmasına karşı. Danıştay’da açtığımız davada, konuyu düzenleyen Rekabet Kurumu kararının iptalini, dava süresince de yürütmesinin durdurulmasını istedik. Danıştay İdari Davalar Genel Kurulunun yürütmenin durdurulması talebini 14’e karşı 15 üyenin oyuyla reddetmesi bile Türk Telekom vurgununun anlaşılması açısından önemli bir göstergedir.

İhaleyi onaylayan 25.7.2005 tarih ve 2005/9146 sayılı Bakanlar Kurulu kararının, yürütmesinin durdurulması ve kararın iptali için Danıştay 13. Dairede dava açtık. Çünkü Türk Telekom’un alt yapısının firmaya mülkiyetiyle devri mevzuata aykırıdır. İhale tarihinden bir gün önce Telekomünikasyon Kurumu tarafından alınan bir karar ile Türk Telekom’a CMDA lisansı verilmesi hukuksuzluk olduğunu anlatmaya çalıştık. Bakanlar Kurulu kararına dayanak olan Rekabet Kurumu kararının yasal dayanaktan yoksun olduğunu dile getirdik.

Tecrübelerimiz bizlere göstermiştir ki, son 20 yılda özelleştirme tüm hızıyla sürmektedir. Ne yazık ki, bunca yaşanan usulsüzlük, yolsuzluk ve ülke zararına sebebiyete rağmen ders almayan iktidar 2022 yılında hız kesmeyerek 200 civarı daha özelleştirme yapmayı planlamaktadır. Bunun icracısı ve ana aktörü de son yıllarda TVF olmuştur. Yaşanan ekonomik krizin önemli bir nedeni de özelleştirme politikalarıdır. Kendi öz kaynaklarımız ile üretilen elektriğin dağıtım tesisleri özelleştirme adı altında peşkeş çekilmiştir. Şu an için 21 adet şirket Türkiye’de enerjinin dağıtım sahibidir. Yine büyük bir özelleştirme kıskacında bulunan ve A.Ş. yapılan PTT ile TCDD aynı tehlikenin merkezindedir. 12 Eylül darbesi neo-liberal politikalar için bir zemin hazırlamış ve özelleştirmelerin önü açılmıştır. Bütün özelleştirmelerin sonu felakettir. Özellikle son dönemde elektrik dağıtımının özelleştirilmesi sonucu yurttaşların kamu hizmeti alamamasının yanısıra pahalılaşmasını, özelleştirmenin kamu yararına aykırı olduğunu, şirketlerin altyapıya yatırım yapmayarak sadece kar hırsıyla hareket ettiğini Isparta ilinin 4 gün elektriksiz kalmasıyla halkımız yaşayarak görmüştür. Sümerbank, Türkiye Şeker Fabrikaları, Tekel, Seka Kağıt Fabrikaları, oto yollar, limanlar, köprülerimiz, madenlerimiz ile ormanlarımızın ve nicelerinin özelleştirilmesi bu yıkım haricinde toplumsal barışı da bozmuştur. Türkiye’de özelleştirme uygulamaları kamu kaynaklarını talan ederek kaynak transferi yapmanın en önemli araçlarından birisi olarak kullanılmaktadır. Halka anlatılan verimlilik, karlılık, hizmetlerin ucuzlaması ve herkesin ulaşabilmesi vb. gerekçelerin tamamı özelleştirmeyi halk nezdinde meşrulaştırmak için kullanılan yaldızlı yalanlardır.

Türk Telekom özelleştirmesi ile çalıştıkları kurumda kalifiye eleman olan binlerce çalışan gönderildikleri kurumlarda birer acemi personel oldu, birikimleri ve uzmanlıkları yok sayılarak atıl duruma düşürüldü. Kurumsal kimlikleri ve deneyimleri heba edildi. Ancak gittikleri her yerde örgütlü olmaya ve mücadeleye devam ettiler.1994’ten Telekom’un özelleştirilmesine kadar geçen sürede Haber-Sen olarak verdiğimiz mücadele ve son yaşanan süreç, emekçilerin mücadelesinin önemini göstermesi açısından önemlidir. 

Ortak Örgütlenme ve Ortak Mücadele talebinin bugün daha fazla dillendirilmesi ve çalışanlarla ortak mücadele zeminleri oluşturulması, önümüzdeki zorlu görevleri karşılayabilmemiz ve top yekûn saldırılara karşı top yekûn mücadeleyi örgütleyebilmemiz açısından önemlidir. Bu ülkeyi bizden daha çok sevdiğini söyleyenlerin, bu ülkeye daha fazla zarar vermemesi için mücadele ediyoruz. Haber-Sen olarak yıllardır anlatmaya çalıştığımız özelleştirmenin aslında yasallaştırılmış bir hırsızlık olduğunu halkımız yaşayarak görmektedir.

İbrahim Damatoğülu-Rıfat Kırcı / BİRGÜN