28 Ağustos 2022 Pazar

Belgeli Yüksek Hızlı Tren rüşveti! Siemens, Kolin'den ödeme almak için yolsuzluğu mahkemeye taşıdı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 


TCDD’nin Yüksek Hızlı Trenseti ihalesindeki rüşvet iddialarını Cumhuriyet gündeme getirmişti. Siemens’in kazandığı ihalede, 10 milyon Avroluk rüşvet ihbarı vardı. İhbarda, muhalefetin “beşli çete” diyerek hedef aldığı şirketlerden olan Kolin, aracılık ile suçlanıyordu. Haberin ardından TCDD’den yalanlama geldi. TCDD, iddiaların odağındaki Kolin’in de Siemens’in aldığı iş ile hiçbir ilgisinin olmadığını söyledi. Ancak ilk kez Cumhuriyet’in yayımladığı belgeler haberimizi doğruluyor.

Siemens Türkiye ile iki eski çalışanı arasındaki iş davasında gizlilik kararı verildi. Karar, Siemens’in talebiyle, TCDD’nin zarar görebileceği beyanlar nedeniyle alındı. Dava, Siemens’in TCDD’den aldığı, yaklaşık 60 milyon Avroluk Yüksek Hızlı Tren (YHT) ihalesini hatırlattı. Olay kafalarda soru işareti yaratırken Cumhuriyet, Siemens’in YHT ihalesiyle ilgili iç soruşturma raporunu ortaya çıkardı.

Soruşturma, Siemens’in, Kolin ile kurduğu ortaklıktaki rüşvet ihbarı nedeniyle yapılmıştı. İhbarda, “Siemens Türkiye’nin, alt tedarikçi Kolin’e, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) yetkililerine rüşvet dağıtması için fazla ödeme yaptığı...” ifadeleri yer alıyordu.

ÖDEMELERİN KARŞILIĞI YOK

İddiayı inceleyen Siemens soruşturmacıları, rüşvet iddialarını belgeleyemedi. Ancak Siemens’in Kolin’e yaptığı ödemeleri tutarsız buldu. “Siemens, Kolin’e, işini yapmamasına rağmen, neredeyse tüm sözleşme tutarında ödeme yaptı” tespitinin yapıldığı soruşturmanın ardından, Siemens sözleşmeyi feshetti. Kolin’den ödemelerini geri almak için Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne başvurdu. Bu arada, rapor sayesinde, Siemens’in, Kolin’i “yüksek riskli şirket” olarak tanımladığı anlaşıldı.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları, haberimizin ardından bir açıklama yaptı. Rüşvet iddialarını yalanlayan TCDD, Kolin’in alınan ihalede yapılan iş ile ilgisinin olmadığını söyledi. Cumhuriyet, yaşanan gelişmelerin ardından süreci aydınlatacak belgeleri yayımlıyor.

İŞTE ALMANYA’DAKİ SORUŞTURMAYA GİREN O BELGELER 

1 -SIEMENS’İN SORUŞTURMA RAPORU

20 Eylül 2021 tarihli rapor, “Siemens Mobility Türkiye şirketinde yolsuzluk ve toksik çalışma ortamı iddialarına yönelik soruşturma” başlığını taşıyor.

2- KOLİN İLE YAPILAN SÖZLEŞMENİN ELEŞTİRİSİ

Raporda, Kolin ile yapılan sözleşme için şu sonuca varılmış: Siemens Türkiye’nin Kolin ile yaptığı sözleşmenin içeriği sorunlu.

3- RÜŞVET DAĞILIMI İHBARI


Raporda, 10 milyon Avroluk rüşvet dağıtım ihbarı şu şekilde yer bulmuş: “İhbarı yapan, Siemens Türkiye’nin verdiği 10 milyon Avro’nun şu şekilde dağıtıldığını iddia etti: Yüzde 30 Türk devlet görevlilerine, yüzde 20 Kolin’e, yüzde 20 TCDD yetkililerine, yüzde 20 ise Siemens ile Kolin’i buluşturan aracılara, yüzde 10 ise Siemens Türkiye’nin yöneticilerine.”

4- TCDD, ‘YOK’ DEDİ AMA SÖZLEŞME VAR



TCDD, söz konusu iş ile Kolin’in ilişkisinin olmadığını söyledi. Ancak Siemens’in Kolin ile 1 Ağustos 2018 tarihli sözleşmesi var. Sözleşme açıkça, TCDD’ye tren seti ve bakım-onarım işini kapsadığını belirtiyor.

5- TCDD, KOLİN’İ TANIYOR

TCDD, açıklamasında Kolin’den habersiz görünse de TCDD’nin resmi yazışmalarında Kolin’in adı geçiyor. 14 Ekim 2021 tarihli, TCDD Araç Bakım Dairesi Başkanlığı’nın hazırladığı yazıda, Kolin’in YHT projesinde destek ekibi olarak yer aldığı anlatılıyor.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

27 Ağustos 2022 Cumartesi

İngiltere'de emekçi sınıfların düşmanları - Erhan Nalçacı / SOL

 

'İngiltere’de yeterli bir siyasi öncü var mı, işçi hareketi sermayeden ne kadar bağımsız diye sormayın, her şey dünyada çok hızlı gelişecek ve su yolunu bulacaktır akmak için.'

Geçen gün İngiltere Dışişleri Bakanı Liz Truss Muhafazakâr Parti toplantısında “Nükleer silah kullanmaya hazır olduğunu” söylemiş.


Sermaye sınıfının son dönemde iyice sivrilen canavarlığı seçtikleri siyasilerin karakterinde somutlanıyor. Liz Truss büyük ihtimalle kısa bir süre sonra başbakan olacak ve anlaşılan kışkırtılan emperyalist paylaşım savaşında dünya emekçi sınıflarına karşı yıkıcı bir rol oynamaya kendini hazırlamış.

Dünyada emekçi sınıflarının düşmanı olan kendi ülkesinde de emekçi sınıfların düşmanıdır, bu yazıda bu özelliğe değineceğiz. 

Ancak önce nükleer silahları dünya halkları üzerinde kullanmaya varan saldırganlığın Liz Truss’ın akılsız kişiliği ile ilgili olmadığını ve uzun vadeli bir sermaye politikasının ürünü olduğunu hatırlayalım. Geçen yılın Nisan ayında bu köşede yayınlanan “İngiltere neden nükleer savaş başlığında artırıma gidiyor?” başlıklı makalede bu bütünlüğe değinmiştik. İngiltere bu tarihlerde genel eğilim olarak kabul edilen nükleer başlık sayısını azaltmaktan vazgeçtiğini, aksine nükleer başlıkları 180’den 260’a çıkarmaya karar verdiğini duyurmuştu.

Belki İngiltere sermaye sınıfının bu uğursuz geleneğini İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Sovyetler Birliği’ne karşı nükleer silahların kullanılması talebinin şampiyonluğunu yapan Churchill’i hatırlayarak daha iyi anlayabiliriz.

Dünyada emekçi sınıflara düşman olan kendi ülkesinde de emekçi sınıfların düşmanıdır demiştik.

İngiltere’de pandemi esnasında emekçilerin yaşam standartlarında oldukça önemli bir gerileme yaşadı. Şimdi ise yüzde 10’u geçen bir enflasyon dalgası emekçi sınıfları belirgin bir şekilde yoksulluğa sürüklüyor. Bu yılın ilk yarısında gıda kısıtlamasına giden veya öğün atlamak zorunda kalanların yüzde 57 arttığı bildiriliyor. Yedi yetişkinden birinin gıda güvenliği sorunu bulunuyor. Üç milyona yakın çocuk ise ya öğün küçültmek veya atlamak zorunda kalıyor.

Ve bu durum elektrik ve doğalgaz fiyatlarındaki durdurulamayan artışla giderek daha kötüye gidiyor. Daha dün elektrik ve gaza yüzde 80’lik çok büyük bir zam geldi.

İngiltere’de sermayenin neden olduğu ve emekçi sınıfları vuran yoksullaşmaya karşı çıkacak doğal güç işçi sınıfıydı. İngiltere özellikle bu yaz ulaşım sektöründen başlayan grevlerle sarsıldı. İki gün önce İngiltere’de yaygınlaşan ve bütünleşme özelliği gösteren grev dalgasını Eren Korkmaz soL Haber’de yazdı.  

Demiryolu, kent içi ulaşım, posta ve iletişim, sağlık, eğitim, belediye, liman işçileri… Yüz binlerin direnişi önemli bir sınıf mücadelesine eşlik ediyor.

Aşağıdaki fotoğrafta demiryolu işçileri “Herkes için güvenli demiryolu, kesintiler öldürür” sloganları ile yürüyorlar.

   Demiryollarında örgütlü RMT sendikasının protesto gösterisinde işçiler 'Herkes için güvenli trenler ve kesintiler öldürür' dövizleri ile yürüyor.

1995’teki özelleştirme sürecini anlatan Ken Loach’ın Demiryolcular filmini hatırlıyor musunuz? Zamanında özelleştirmelerin sınıfa düşmanlığını anlatmak için çok kullanmıştık bu filmi. Film demiryolu işçilerinin bir sabah tabelaların değiştiğini, kendilerini devlete ait işletme yerine parçalara bölünmüş taşeron şirketlerin işçileri olarak bulduklarını anlatıyordu. Taşeron şirketler işçi sayısını azaltıyor, sonunda bu süreç bir tren kazası ile sonlanıyordu.

Şimdi İngiltere’de işçiler bir kez daha ayaktalar ve toplumsal destekleri giderek artıyor.

Dünya halklarına nükleer silah atmayı görevleri arasında gören Liz Truss ise bu eylemleri engellemek için kesinlikle adım atacağını açıklıyor. Ulaştırma bakanı Shaaps ise grevleri zorlaştırmak ve önlemek için 16 maddelik bir plan üzerinde çalıştıklarını duyurdu ve tıpkı Thatcher gibi işçileri yeneceklerini söyledi. 

Gerçekten Thatcher’ın 40 yıl kadar önce başlattığı sınıfsal saldırı işçi sınıfının yenilgisi ile sonuçlanmıştı. Türkiye’den de biliyoruz, farklı sektörlerdeki işçiler yalnızlaştırılarak tek tek yenilgiye uğratılmıştı: Tüpraş, Telekom, Tekel, Şeker Fabrikaları…

Ama şimdi ortam hiç de Thatcher’ların zafer kazandığı ortama benzemiyor. O dönem sosyalizmin bütün cephelerde geriye çekildiği bir dönemdi. Şimdi bir sosyalist devrim dalgasının arifesindeyiz.

O zaman bugün olduğu gibi bütün dünya emekçi sınıfları bir paylaşım savaşı ile tehdit edilmiyorlardı. 

1990’da emperyalizm sosyalizme karşı büyük bir zafer kazanmıştı, şimdi bunun dünya emekçileri için neye mal olduğu çok iyi anlaşılıyor.

O zaman “özel güzeldir”in ideolojik bir gücü vardı, şimdi kolaysa işçilere özelleştirmelerin nimetlerinden bahsedin. Zaten grevci işçilerin talep maddelerinden biri devletleştirme. 

Ama İngiltere’de yeterli bir siyasi öncü var mı, işçi hareketi sermayeden ne kadar bağımsız diye sormayın, her şey dünyada çok hızlı gelişecek ve su yolunu bulacaktır akmak için.

Erhan Nalçacı / SOL



Yanan şehrin kıyısındaki tuz direkleri - ORHAN GÖKDEMİR/SOL

 

'Sodom ve Gomore yandı, yine yanacak. Ama yanan ahlaksız şehirlerin küllerinden yeni bir dünya da doğacak. O gün dönüp bakmayacağız yanan şehirlere.'

AKP Ağrı merkez ilçe başkanı sağlık sorunlarını gerekçe göstererek istifa etti önceki gün. İşkur efektidir bu. 

İşkur efekti de ne, diye soracağınızı biliyorum. Şöyle açıklayayım: Sosyal medyada ortaya atılan iddialara göre, Ağrı İşkur İl Müdürü Gıyas Güven, iş bulma bahanesiyle kandırdığı kadınlarla arabada seks yapıyordu. Birileri o seanslardan birini kayda almış ve sızdırmıştı. Anlayacağınız İşkur müdürünü iş üstünde yakalamışlardı. 

Yakalayan kim? Ağrı’da acımazsız bir savaşın içinde olan diğer AKP’liler. Ağrı’yı parselleme kavgası esası, anlayacağınız. 

Görüntülerin sosyal medyada dolaşıma sokulmasının ardından İşkur İl Müdürü görevden uzaklaştırıldı. Arkasından AKP merkez ilçe başkanı da gitti. Anlaşılan onun da kaseti vardı birilerinin elinde. Sağlık sorununu gerekçe gösterdi, şiddetli baş ağrısıdır. 

Kasetli iş tutma uzmanımız Gıyas Güven, AKP’li Belediye Başkanı Savcı Sayan’a yakın bir isim. Karısı Adalet Güven, 2018 seçimlerinde AKP’den aday adayı olmuş. Uzmanımızın İşkur'dan işe alım mülakatlarında taliplilere yönelttiği ilk sorunun “AK Parti’ye üye misiniz” şeklinde olduğu iddia ediliyor. Yani o da uzman kılıklı bir AKP militanı. Savcı Sayan ise son günlerde başka bir AKP’linin, Ağrıspor Kulübü Başkanı Mehmet Yıldırım’ın, “kulübe çökmek istiyor” suçlamasına muhatap olmuştu. Gıyas Güven, Savcı Sayan ve Mehmet Yıldırım'ın araların Ağrıspor’un satışıyla ilgili kara kedi girdiği iddia ediliyor. Hatırlayacaksınız, Savcı Sayan otomatik silahlı adamlarıyla şehir turu atmıştı yakın zamanda. Ağrıspor’un AKP’li başkanına gözdağıdır. Kasetlerin havada uçuşması, görevden almalar, istifalar, silahlı gözdağları ahlak elden gitti kavgası değil çıkar kavgasıdır. Kamu malını yağmalama savaşındaki iş kazalarıdır. 

Görüntüler ortada. Gıyas’a bakıp kıyas yapıyor değiliz. Üzülerek yazıyorum, iki taraflı ahlaksızlık bu. Biri makamını zevki için kullanıyor, diğeri iş bulma vaadiyle kendini kullandırıyor. İçinde ahlakın kırıntısı yoktur, tam bir Sodom-Gomore hikayesidir. Çocuk istismarından yargılanan Kuran kursu hocaları, namaz kılmayan dövülebilir öldürülebilir diyen imamlar- ilahiyatçılar gırla. Bir şarkıcıyı polis zoruyla götürüp tutukladılar imam hatiplilere laf söyledi diye. Geçtik hepsini, “Kartal İmam Hatipliler” adında bir odak var ülkemizde. Ülkeyi parsel parsel bölüp paylaştılar aralarında. Bir imamlar düzeni kuruldu böyle böyle. İçinde bol din var ama gram ahlak kalmamıştır. 

AKP sağa sola din ve ahlak ayarı vermeye çalışırken içerisi Sodom ve Gomore görüntüsünde. Kıyamet koptu kopacak. Dinleri ve ahlaklarıyla birlikte taş kesilmek üzereler. 

                                                                     ***

Çağımızın ruhu bu, dinleri olan ve ahlaka ihtiyaç duymayanların başını çektiği kanlı karanlık bir zaman aralığındayız. Hırsızlık, tecavüz, sapkınlık, zulüm ve ahlaksızlık inançların ayrılmaz parçaları artık. Sanki birdenbire Sodom ve Gomore şehirlerinin talihsiz insanlarına dönüştük. Sanki eski ahidin içinden zamanımıza fırlatılmış bir Lut kavmiyiz, bir inanç selinde ahlaksızlıktan boğuluyoruz.

Hikâye “Tevrat”ın “Tekvin” bölümünden: İki melek akşam saatlerine Sodom’a vardılar. Lut Sodom’un kapısında oturuyordu. Onları görünce karşılamak için kalktı, yere kapandı, evine buyur etti. İki melek Lut’un evine gitti. Şehre iki melek geldiğini öğrenen Sodom’un her mahallesinden genç yaşlı adamları, evi sardı. Lut’u çağırıp “Bu gece senin yarına giren o adamlar nerede? Onları bize ver ve onları bilelim” dedi. Lut, evi saranlara onlara kötülük etmemesi için yalvardı. Hatta evi saran azgın kalabalığa bekâr kızlarını vermeyi teklif etti. Fakat kalabalık “bilmek” için adamları istiyordu. Lut’u itip geçtiler, kapıya yanaşınca melekler onları kör etti.

Kuran, hikâyeye daha realist bir dille yaklaşıyor. Şuara Suresinde ve şöyle: “Siz bütün yaratıklar içinde erkeklere mi yaklaşıyorsunuz. Tanrınızın sizin için yaratmış olduğu kadınlarınızı bırakıyorsunuz da? Hayır, siz sınırı aşmış bir kavimsiniz.

Bunun üzerine melekler Lut’a ailesini alıp şehirden çıkmasını söylüyor. Karar vermişler bu çürümüş şehri harap edecekler. Lut’u, karısını ve kızlarını şehirden çıkarıyorlar, yükseklere kaçmalarını ve arkalarına bakmamalarını salık veriyorlar. Sonra Sodom ve Gomore üzerine göklerden kükürt ve ateş yağıyor. Fakat Lut’un karısı da dönüp yanan şehre bakıyor ve bir “tuz direğine” dönüşüyor. O da çürümüşler arasındadır. Dönüp arkaya bakanlar, çürümüşlerdir.

Tekvin hikâyesinin gerisi daha tuhaf. Şehirden çıkmasına izin verilen tek “ahlaklı” adam olan Lut kızlarıyla beraber dağda oturmaya başlıyor. Kutsal kitaba göre kızlar babalarının kocamasından ve herkes öldüğü için yanlarına girecek adam bulunmamasından endişeli. Babalarını sarhoş edip koynuna giriyorlar. Böylece Lut’un iki kızı da babalarından hamile kalıyor. Çürümeden çıkarılan din kültürü ve ahlak bilgisidir.

Dinleri olan ve ahlaka ihtiyaç duymayanların yönettiği kanlı karanlık bir zaman aralığına esinini veren bir hikâye bu. Hırsızlık, tecavüz, sapkınlık, zulüm ve ahlaksızlığın inançların ayrılmaz parçasına dönüştüğü lanetli bir çağın iç burkan kehaneti. Ve kapitalizmin çürüme çağında, sanki birdenbire, Sodom ve Gomore şehirlerinin talihsiz insanlarına dönüştük. Sanki bir inanç selinde ahlaksızlıktan boğuluyoruz. Sanki kapitalizm bütün insanlığı çürüttü, kirletti. Ahlak yetmezliğinden paramparça edilmek üzereyiz.

                                                                      ***

Tanrı Sodom ve Gomore’yi yok etme niyetini İbrahim’e açıkladı. İbrahim Tanrıya, ahlaksızların arasında ahlaklıları da yok etmesinin doğru olmayacağını söyledi. Tekvin’e göre, Tanrı, İbrahim’e şehirde 50 salih adam bulabilirse şehri yakmayacağını söyledi. İbrahim aradı, şehirde salih 50 adam bulamadı. Bu pazarlık onar onar inerek 10’a kadar sürdü. İbrahim şehirde 10 salih adam bulamamıştı. Sodom’da Lut kavminin trajedisidir bu.

Bakın işte, din ve ahlak yaymak için geldiler. Çaldılar, öldürdüler, adaletsizlik yaydılar, zulmettiler. Ülkenin her köşesinden Lut kavminin sapıklığı ile yarışan tuhaf hikâyeler fışkırıyor. İnançlı adamlar, kendilerine teslim edilmiş çocuklara tecavüz ediyor. Başka inançlı adamlar, tecavüze uğramış çocukları değil, tecavüz eden inançlıları savunuyor. Baksan aralarında 50 salih adam yok; bir inanç selinde ahlaksızlıktan boğuluyoruz.

                                                                         ***

Genç cumhuriyetin yazarı Yakup Kadri “Sodom ve Gomore’yi” 1928’de yayınladı. Mütareke döneminin İstanbul’una bakınca aklına gelmişti bu adla bir romanı yazmak. Batı hayranı yüksek zümreden erkekler, düşman subaylarıyla aşk yaşamak için çırpınan kadınlar ve kaderlerini emperyalist işgalcilerin zaferine bağlamış işbirlikçilerin oluşturduğu bir toplamdı bu. Çöküş ve kokuşmuşluk içindeydi şehir. O kadar ki işgalci İngiliz askerleri bile şehre bakıp tiksinmekteydi; “Buradan gitmek istiyorum. Şark semasının bu çiğ aydınlığı, bu yaygaracı insanları, bu pis, bu kokmuş şehir bana bir tiksinti vermeye başladı.” İşgal altındaki İstanbul yazara böyle görünmüştü. Bir yanıyla Sadom veya Gomore’ydi. Ama aynı zamanda o çürümenin ortasında yeni bir hayat filizleniyordu. O hayata, şimdi, cumhuriyet diyoruz. 

                                                                     ***

Dinleyin. Küle dönmek üzere olan şehirlerden yükselen iniltiler duyduklarınız. Parçalanıyor, çözülüyor eski dünya. Her yanından ahlaksızlık fışkırıyor. Tuz direkleri her yanda. Ahlaksız ve merhametsiz bir güruhun işgali altında ülke. Sahte bir dindarlık kaftanı geçirildi üstüne fakat. Alttaki gerçek Tekvin’in yanan şehirleridir. 

Sodom ve Gomore yandı, yine yanacak. Ama yanan ahlaksız şehirlerin küllerinden yeni bir dünya da doğacak. O gün dönüp bakmayacağız yanan şehirlere. Özgürlüğe, eşitliğe, sosyalizme artık her zamankinden daha fazla mecburuz!

ORHAN GÖKDEMİR/SOL





26 Ağustos 2022 Cuma

Gülşen’in sözleri (I-II) - İlhan Cihaner / BİRGÜN

 


(I)

Hatırlarsınız ocak ayında, yöneticilerinin ballı kamu ihaleleri almaları ve arada bir -yargının emir telakki ettiği- sansasyonel suç duyuruları yapmaları dışında bir faaliyetlerine rastlamadığımız birkaç dernek gene harekete geçmişti. Bu kez hedefte 2017 yılından beri çalınıp söylenen "Şahane Bir Şey Yaşamak" şarkısında geçen “… Selam söyleyin o cahil Havva ile Adem’e …” sözleri vardı. Önce şarkıyı söyleyen Sezen Aksu’nun evi önünde protestolar yapıldı. Ardından Diyanet İşleri Başkanlığı “Dini şahsiyet, sembol ve değerlerle ilgili özensiz tutum ve davranışlarda bulunulması, en hafif tabirle saygısızlıktır” diyerek topa girdi.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ise Cuma namazının ardından, isim vermeden konuştu “Bütün bunların karşısında dimdik duracak olanlar sizlersiniz. Hz. Adem efendimize kimsenin dili uzanamaz. O uzanan dilleri yer geldiğinde koparmak bizim görevimizdir” dedi. Bu açıklama sonrası açıklamalar, toplu şikayetler ve suç duyuruları yapılmaya başlandı.

Bu suç duyurularından birisini yapan malum dernek başkanlarından birisi ise el arttırarak, Sezen Aksu ile dayanışma açıklamaları yapan Müjde Ar gibi sanatçıları hedef aldı: "...Onlara laf söyleyenlerin dillerini keseceğimizi buradan ilan ediyoruz. İçişleri Bakanımızın da dediği gibi, beyinlerine sıkacağız, kafalarına. İnlerinde hepsini ezeceğiz. … Bu Türkiye de eski Türkiye değil. Herkes aklını başına alsın...". Bu tehditler üzerine Müjde Ar ve başka yurttaşlar şikayetçi oldular.

Şikâyeti inceleyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 06.05.2022 tarihinde bol miktarda AİHM, AYM ve Yargıtay kararı atıflı bir “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar” verdi. Bu kararda TCK 216. maddesindeki düzenlemeye göre suçun oluşması için "halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesiminin, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edilmesi" yeterli olmayıp… AİHM’nin… kararında, düşmanca bir üslûpla kaleme alınmış olmakla birlikte halkı şiddete ve silahlı direnişe, ayaklanmaya teşvik olmadığı sürece ifadenin sırf düşmanca üslûp taşıdığı gerekçesiyle cezalandırılamayacağı, düşmanca kaleme alınan ifadelerin ulaştığı insan kitlesi nazara alındığında toplumun büyük kesimini etkileme imkânı olmadığından ulusal güvenlik ve kamu düzeni bakımından tehlike oluşturmayacağı..” değerlendirmesi yapılmış.

                                                                    ***

Şimdi gelelim günümüze; öteden beri giyimi ve tavırlarıyla iktidara ve yakın medyasının hedefinde olan Gülşen dün sahnede, öncesini sonrasını tespit edemediğimiz şu sözleri kullanmış; “…İmam Hatip’te okumuş daha önce kendisi, sapıklığı oradan geliyor…". Kuşkusuz -bu haliyle- sözler eleştirilebilir, kaba bulunabilir, hakaret olarak değerlendirilebilir ve kınanabilir. Nitekim bakanlar, Bakanlıklar, Diyanet İşleri Başkanı, vs. yüzleri bulan kınama ve suç duyurusu açıklaması yapıldı.

Ancak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı TCK 216 maddenin ihlal edildiği gerekçesiyle resen harekete geçerek gözaltı kararı aldı. Maddede öngörülen ceza miktarına göre, -eğer doğru ise- gözaltı uygulamasının hukuksuzluğu çok açık. Ancak bu durumda Ceza Hukukunun ilkelerinin hükmünün sürmesi hukuk devletinin gereğidir. Şimdi Müjde Ar’ın şikayetinde ve benzer olaylarda şikayetçisi muhaliflerin olduğu binlerce şikâyet ve davada dayanılan AİHM, AYM ve Yargıtay kararlarına atıf yapılıp yapılmayacağını göreceğiz. Yüksek olasılıkla bu atıflar yapılmayacak Gülşen’e hayat zindan edilecek.

Yukarıda alıntıladığım “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar” ın gerekçesine göre Gülşen’in sözlerinin TCK 216 (1) deki “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesiminin, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edilmesi” suçunu oluşturmadığı açık. TCK 216 (2) de yaptırıma bağlanan “aşağılama” suçu da aynı gerekçeye ve İmam Hatip(liler) “sosyal sınıf, ırk, din, cinsiyet, mezhep veya bölge” olmadıklarına göre mümkün değil. Sarf edilen sözler “kamu barışını bozmaya elverişli” olmadığı için TCK 216 (3) deki suç da oluşmayacaktır.

                                                                 ***

İktidarın ve ilişiklerinin Gülşen’in sözlerini köpürtmeleri anlaşılabilir. Çünkü öteden beri arka bahçeleri olarak gördükleri İmam Hatip(li)leri ve epeydir koptuğu muhafazakar kesimleri bu sözler üzerinden “yakalamak” isteyecektir. Doğrusu bu sözler de bir fırsat sunuyor. Ancak yargının çifte standartı daha başlangıçta sert bir şekilde ortaya çıktı. Yargının, LGBTİQ+’lara, kadınlara, Alevilere, ODTÜ’lülere vs. dönük, suç olduğu tartışmasız olan söz ve hareketlere tepkisiz kalıp, yapılan şikayetleri AİHM ve AYM kararlarına atıfla takipsiz bırakırken iktidarın taraf olduğu olaylarda bu içtihatları unutarak “cevval” davranması; bu kesimlere dönük saldırganlığı yeniden üretirken saldırganlığı pervasızlaştırıyor.

Unutulmamalı ki yargı sadece hukuki uyuşmazlıklarla ilişkisi nedeniyle değil takip ettikleri/etmedikleri, cezalandırdıkları/cezalandırmadıkları aracılığıyla da önemlidir, belirleyicidir. Bunun doğru yolu da öncelikle eşit, adil ve hukuki bir pratikten geçer. Ortalığa dökülmüş ciddi suç iddialarında hareketsiz kalıp, suç olup olmadığı tartışmalı sözlerde, üstelik çifte standartla hareket etmek yargıya ve topluma fayda sağlamaz.

                                                                        /././

(II)

Dün henüz Gülşen gözaltına alınmamışken “Gülşen’in Sözleri (I)” başlıklı yazımı yazmıştım. Doğrusu henüz Savcı, Gülşen’i sorguya sevk etmediği için aleyhine olabilecek bir tartışma başlayabilir kaygısı ile yumuşak bir tonda yazmıştım. Ama maalesef Cumhuriyet savcısı sorguya sevk etti ve Gülşen tutuklandı. İlk yazım köşe kısıtı nedeniyle çok da detaylı değildi. Ama tutuklama sonrası ortaya çıkanlar daha detaylı bir yazı yazmamı zorladı.

Öncelikle ilk yazımda referans verdiğim “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar” dan daha uzun bir alıntı yapacağım: “Tüm dosya muhteviyatı incelendiğinde TCK 216. maddesinde hüküm altına alınan Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik Etme suçuna vücut verebileceğinden bahisle yapılan inceleme ve değerlendirme neticesinde; Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 2007/8-244 E, 2008/92 K. sayılı ve 29/04/2008 tarihli kararında, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun 216. maddesindeki düzenlemeye göre suçun oluşması için "halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesiminin, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edilmesi" yeterli olmayıp, bunun "kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikeyi" ortaya çıkarması gerektiği, “Kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlike” unsurunun; fiilin kamu güvenliğini tehlikeye düşürecek biçimde yapılması gerektiği bu sebeple suç soyut tehlike suçu olmaktan çıkarılıp, somut tehlike suçu haline getirildiği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin 08/07/2009 tarihli ve 23462/94 sayılı kararında, düşmanca bir üslûpla kaleme alınmış olmakla birlikte halkı şiddete ve silahlı direnişe, ayaklanmaya teşvik olmadığı sürece ifadenin sırf düşmanca üslûp taşıdığı gerekçesiyle cezalandırılamayacağı, düşmanca kaleme alınan ifadelerin ulaştığı insan kitlesi nazara alındığında toplumun büyük kesimini etkileme imkânı olmadığından ulusal güvenlik ve kamu düzeni bakımından tehlike oluşturmayacağının belirtildiği,.. 15 Temmuz Şehitler Ve Gaziler Platformunca Platform Başkanı Erol BULUT' un 23/01/2022 Tarihinde yapmış olduğu basın açıklamasındaki sarf etmiş olduğu söz ve beyanlarının Başta AİHM, Yargıtay ve yasal mevzuat göz önünde bulundurularak yapılan incelemesinde, Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik Etme suçu açısından, dosya muhteviyatı nazara alındığında suça konu basın açıklamasında yer alan söz ve beyanlar sebebiyle kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıktığına dair dosyaya yansıyan herhangi bir delil olmadığından TCK 216/1 maddesinin lafzı ve gerekçesi nazara alındığında Halkı Kin ve Düşmanlığa Alenen Tahrik Etme suçunun da yasal unsurları itibariyle oluşmadığı … kanaati hasıl olmuştur. Şüpheli hakkında kamu adına KOVUŞTURMA YAPILMASINA YER OLMADIĞINA,

Savcılık bu kararı 15 Temmuz Şehitler ve Gaziler Platformunca Platform Başkanı Erol BULUT' un 23/01/2022 Tarihinde yapmış olduğu basın açıklamasındaki "...Onlara laf söyleyenlerin dillerini keseceğimizi buradan ilan ediyoruz. İçişleri Bakanımızın da dediği gibi, beyinlerine sıkacağız, kafalarına. İnlerinde hepsini ezeceğiz. Dağda, PKK’yı Kandil’de nasıl eziyorsak, onları savunanlara da bunu bir kez daha söylüyoruz. Bugünden sonra dinimize, imanımıza, mukaddesatımıza dil uzatanlar bilsinler ki biz eski Türk milleti değiliz. Dev uyandı. Bu Türkiye de eski Türkiye değil. Herkes aklını başına alsın..." sözleri nedeniyle verdi. Ayrıca Suçu ve Suçluyu Övmek, Halk Arasında Korku Ve Panik Yaratmak Amacıyla Tehdit ve Suç İşlemeye Tahrik suçlarının da oluşmadığına karar verdi.

Özetle diyor ki karar; TCK 216. maddesinde hüküm altına alınan Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik Etme suçunun oluşabilmesi için “alenen tahrikdüşmanca üslûp” yetmez ayrıca kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkması gerekir. “Güzel” bir karar diyebilirsiniz. AİHM kararlarına atıf var, yakın ve açık tehlike kavramı irdelenmiş, özgürlükçü falan. Ancak bu kararı önemli kılan başka bir husus var. Uzunca alıntı yaptığım “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Kararı” yazan Cumhuriyet Savcısı ile Gülşen’i sorguya sevk eden AYNI SAVCI!

O zaman İstanbul Başsavcılığına sorulması gereken şu: Gülşen’in sözlerinde halkı şiddete ve silahlı direnişe, ayaklanmaya teşvik olmadığına ve zaten en az dört ay önce söylenerek kamu güvenliği açısından açık ve yakın tehlike oluşturmadığı da fiilen ortaya çıktığına göre, bu sözler nedeniyle nasıl suç oluşturmaktadır diyerek sorguya sevk edersiniz? “Dillerini keseceğiz beyinlerine sıkacağız, inlerinde hepsini ezeceğiz” sözlerinde dayanak gösterilen AİHM ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararları nereye gitti? Bu çifte standart olduğu kadar yargının iktidarın ajandasına uyumlu hareket ettiğinin de göstergesidir.

Gelelim 216 maddeye. Ceza hukukunun bel kemiği kanunilik ilkesidir. Özetle bir eylemin cezalandırılabilmesi için kanunda açık bir şekilde tanımlanmış olması gerekir kıyas ya da yorum yolu ile genişletemezsiniz. Ne diyor 216. Madde?

(1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(3) Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Mahkemenin hangi fıkradan tutukladığı belli olmadığı için 3 fıkraya da bakalım.

1.Fıkradaki suç için sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini” diyor. Yani buraya mühendisleri, doktorları hakimleri, savcıları, meslek liselileri ve doğal olarak “İmam Hatipleri” ekleyemezsiniz. Taktir edersiniz ki İmam Hatipler ve İmam Hatipliler sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge değil! Ayrıca kin ve düşmanlığa tahrik de yetmez bunun başka bir kesim aleyhine olması gerekir. Tabii bu da yetmez ayrıca “bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması” gerekir. Ki böyle bir durumda ortaya çıkmış değil.

Gülşen’in sözlerini nasıl bir okumaya tabii tutarsanız tutun sağlıklı bir değerlendirme ile bu maddedeki suçu çıkaramazsınız.

2.Fıkradaki suç içinde “Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılamak” gerekir. Yukarıda belirttiğim gibi İmam Hatipler ve İmam Hatipliler sosyal sınıf, ırk, din, mezhep cinsiyet veya bölge olmadığı için bu fıkradaki suç da oluşmaz. Kaldı ki sonradan ortaya çıktı ki Gülşen bu sözleri ekip arkadaşı olan bir kişiye dönük ve şaka olarak sarf ediyor.

3.Fıkaraya gelince; bu fıkradaki suçun oluşması için “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak gerekir. İmam Hatipler ve İmam Hatipliler halkın bir kesimin benimsediği “dini değer” de değildir. Öyle kabul edilse bile bu fıkradaki suçun oluşması için aşağılamanın “fiilin kamu barışını bozmaya elverişli” olması gerekir. Bu yönde bir iddia da yok. Ayrıca Gülşen’in Avukatı sorgu sırasında bu sözün mikrofona da yansımadığını söylüyor. Bu durumda tüm fıkralar için geçerli olan “aleniyet unsuru” da ortadan kalkmaktadır.

Özetle Gülşen’in tutuklanmasına konu eylemi TCK 216 maddede tanımlanan suçlardan hiç birisine girmez. Kınayan kınar eleştiren eleştirir. Tam burada örneğini yukarıda verdiğim çifte standarda bir kez daha vurgu yapmakta fayda var: gün geçmesin ki kadınlara LGBTİQ+’lara, farklı inanç gruplarına dönük yukarıdaki suçları oluşturan bir açıklama gazete yazısı veya video gündeme düşmesin. Ama çok azında, o da şikâyet üzerine harekete geçebiliyor yargımız.

Gelelim Tutuklamaya

Tutuklamaya dayanak olan eylemin 216. Maddenin hangi fıkrası kapsamında değerlendirildiği belli değil. Fıkralarda öngörülen cezaların alt sınırı sırası ile 1 yıl, 6 ay ve 6 ay. Üst sınırlar ise 3 yıl, 1 yıl ve 1 yıl. Ayrıca bu suç katalog suçlardan olmadığı için tutuklama nedeni var sayılamaz. O zaman genel şartlara bakacağız. CMK 10. Maddeye göre bir kişi ancak “kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa veya davranışları; delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, tanık, mağdur veya 

başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunması, Hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa” tutuklanabilir. En “şüpheci” savcı/ hakim bile bu koşulların varlığına dair bir şüphe unsuru gösteremez sanırım.

Tutuklama da ayrıca “verilmesi beklenen ceza ve ölçülülük” kriteri vardır. En büyük hukuksuzluk da burada ortaya çıkıyor: Diyelim suç sahiden oluştu ve karar kesinleşti. 216. Maddenin 2. Ve 3. Maddeden üst sınırdan ceza verilip kesinleşse bile Gülşen, doğrudan açık cezaevine alınacak ve aynı gün Covid izniyle ya da denetimli serbestlik kararı ile salıverilecekti. Yani halk arasındaki deyimle girdi çıktı yapacaktı. 1. Fıkaranın alt sınırından verilecek cezada da böyle olacaktı. Hatta 2 yıla kadar alt sınırdan ayrılınsa bile -ki bunu gerektirecek sabıka vs. olmadığı gibi Gülşen özür de diledi- girdi/çıktı yapacaktı.

Bu durumda açıkça şunu söyleyebiliriz: yatarı olmayan bir suç için tutuklama kararı verilmiştir. Böyle bir karara da tutuklama kararı değil başka bir şey denir. Şu anda 

benzer hukuksuz birçok tutuklamada olduğu gibi.

Bu tutuklama kararını meşrulaştıranlara, alkışlayanlara, tutuklansın diye kampanya yapanlara şunu da hatırlatayım; haksız tutuklama nedeniyle ödenecek tazminat sizin vergilerinizden ödenecek!

Peki tüm bu yaşananlarda suç yok mu? 

Gülşen’in tutuklanması suçtur. Bunun üzerinden halkın bölünmeye çalışılması ve tam da suç maddesinin koşulu olan kamu güvenliğini tehlikeye sokacak mecralara girilmesi suçtur.

Yaşananların yukarıda anlatmaya çalıştığım hukuksuzluklar ve yargıya dair çifte standart dışında başka gösterdikleri de var. İktidarın çoktandır kullandığı dinsel söylemlerin siyasal olarak halkı ve kadrolarını konsolide etme kabiliyeti eskisi kadar değil. Nitekim kendi çevrelerinden bile eleştiriler yükseldi. Halkın önemli bir kısmı Gülşen’e sahip çıktı. İktidar ve adına hareket edenler Trol kampanyaları ile işi idare etmeye çalışıyorlar. Bunun muhalif yapılara da bir şeyler göstermesi gerekir.

 İlhan Cihaner / BİRGÜN

Komplo teorisi mi+AKP’NİN YENİ STRATEJİSİ+MAHKEMEDEN ERDOĞAN’A “TAHAMMÜL” HATIRLATMASI-Barış Pehlivan/Cumhuriyet

Komplo teorisi mi 

Diyelim ki ABD başkonsolosu ile görüşüp Fethullah Gülen’in vize sorununun çözülmesini istediniz...

Diyelim ki Fethullahçılara yaptığınız on binlerce dolarlık yardımı ABD’li diplomatlara ballandıra ballandıra anlattınız...

Diyelim ki hem sizin hem oğlunuzun hakkında FETÖ soruşturması açıldı...

Diyelim ki Fethullah Gülen’in talimatıyla Bank Asya’da milyonlarca dolarlık hesaplar açtınız...

Diyelim ki hakkınızdaki soruşturmadan dolayı tüm ailenizin pasaportlarına tahdit konuldu...

Diyelim ki yeğeniniz de FETÖ üyeliğinden cezalandırıldı...

Diyelim ki örgüt üyesi yeğeninizin ByLock üzerinden gizlice konuştuğu kişilerden biri de oğlunuz çıktı...

Diyelim ki o ByLock hattı da sizin adınıza kayıtlıydı...

Diyelim ki tüm bunlara rağmen nasıl olduysa oğlunuzu yurtdışına kaçırabildiniz...

Diyelim ki sizin ve ailenizin aleyhine birçok açık tanık ifadesi var...

Diyelim ki soruşturmanızı yürüten savcı da FETÖ borsasının adliye ayağındaki isimlerden biriydi...

De de bitmez. Peki, tüm bunlar ve daha fazlası varsa başınıza ne gelir?

Söyleyeyim:

Çok zenginseniz ve “paylaşmayı” seviyorsanız...

İstanbul Boğaziçi’ndeki paha biçilmez araziniz cumhurbaşkanı ve bakanların imzası ile imara açılır. 

Zeynel Abidin Erdem işte tam da bunları yaşadı.

Şimdi, diyorum...

Acaba Erdem, yurt yapılmasına izin verilen arazisini AKP’ye yakınlığıyla bilinen vakıflara verir mi dersiniz? Benimki de komplo teorisi canım!

AKP’NİN YENİ STRATEJİSİ

“Bilgi olarak söylüyorum: Bunların hepsi sistematik bir projenin eseri.” 

CHP Genel Merkezi’nden bir bilen böyle diyordu. Ona göre, “AKP kötü ama muhalefet daha kötü; şu kişi aday gösterilmezse oy vermeyin” söyleminin yaygınlaşması tesadüf değil.

Meğer ana muhalefet partisinde şu görüş hâkimmiş: AKP anketleri görüyor ve eriyen oylarını toparlayamıyor. Sonunda bazı araştırma şirketleriyle birlikte yeni bir stratejiyi geliştirdiler. “Madem biz oylarımızı artıramıyoruz, muhalefetin yükselişinin önüne geçelim” dediler. Stratejinin temel mantığı bu.

CHP’deki yaygın iddiaya göre, bu proje için yandaş “bilinmeyen” siyasetçisinden gazetecisine bazı isimlerle de anlaşıldı. 

Bu tez doğru mu, AKP’ye oy vermeyecekler sandıktan uzaklaşır mı, zamanla ortaya çıkar...

MAHKEMEDEN ERDOĞAN’A “TAHAMMÜL” HATIRLATMASI

Okuyunca fark ettim ki insan çok özlüyor böylesi kararları... 

Bundan iki yıl önceydi... 

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhalefete yönelik “beşinci kol” ifadesine tepki gösterdi. Özel “beşinci kol” terimini ilk kullanan kişinin İspanya diktatörü Franco olduğuna işaret etti ve Erdoğan’ı, “Franco özentisi diktatör bozuntusu” diye eleştirdi.

Sonrası malum, Erdoğan da Özel hakkında 250 bin TL’lik manevi tazminat davası açtı.

İşte duydum ki o davada karar çıkmış. Ankara 12. Asliye Hukuk Mahkemesi davanın reddine karar vermiş. Beni asıl heyecanlandıran ise bu karar verilirken yazılan gerekçe. Özetleyerek alıntılıyorum: 

“Somut olayda, davacı Sayın Cumhurbaşkanının toplum tarafından azami seviyede bilinen, tanınan, konuşma ve davranışları tüm toplumca ayrıntılarıyla takip edilen, icraatı herkesi etkileyen veya etkileme potansiyeline sahip bir kimse olması ve en yüksek yürütme ve devlet makamında bulunması itibarıyla, kendisine muhalefet edilmesi ve işbu muhalefetin de kendisini sertçe eleştirmesi gayet tabiidir; bu durumda davacı Sayın Cumhurbaşkanının kendisine yönelik şiddetli siyasi eleştiri içeren ifadelere karşı aynı durumda olmayan kimselerden daha yüksek seviyede tahammül göstermek mevkisinde olduğu değerlendirilmektedir.”

Haliyle Erdoğan bu karardan hiç hoşnut olmamış. Dosya şimdi istinafta, bakalım orası ne diyecek...

Barış Pehlivan/Cumhuriyet 


25 Ağustos 2022 Perşembe

Kemal Okuyan: Böyle bir Türkiye'de ve dünyada biz diyoruz ki, çözüm var - SOL

 TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan canlı yayında Sosyalist Güç Birliği hakkında açıklamalar yaptı.



Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Sol Parti PM Üyesi İsmail Hakkı Tonbul, Türkiye Komünist Hareketi (TKH) MK Üyesi Kurtuluş Kılıçer ve Devrim Hareketi Sözcüsü Erçin Fırat bugün Tele 1'de Zeynel Lüle'nin moderatörü olduğu "Gerçeğin İzinde" programına konuk oldu.

Programda Sosyalist Güç Birliği'nin hedefleri ve gelecek adımları ele alındı. Ayrıca programda cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri, muhalefetin durumu, Türkiye'nin iç ve dış politikalarında meseleler konuşuldu.



'Ortaklaşılan bir zeminde bir araya gelmek zorunlu ve iyi'

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın açıklamaları şu şekilde:

  • (Sosyalist Güç Birliği ve diğer siyasi ittifaklar) Tabii bizim Sosyalist Güç Birliği'ni kurmamızı gerektiren Türkiye'yi yaratanlar, karşımızda olsaydı daha iyi olurdu. Neden ihtiyaç duyuldu böyle bir birlikteliğe? Buna çok değişik düzlemlerde yanıt verebiliriz. Bizler yeni bir siyasi mücadeleye girmiyoruz. Her birimizin örgütü ve bulunduğu bir siyasi parti var.
  • Ama çok açık ki, Türkiye'nin temel meselelerinde güçleri yan yana getirmek, ortaklaşılan bir zeminde belli ilke ve hedefler doğrultusunda bir araya gelmek hem zorunlu hem de iyi bir şey. Dolayısıyla bizlerin ayrı siyasi partiler olmamızın nedenleri ortadan kalkmış değil. Öte yandan, birlikte yapabileceğimiz şeyler olduğunu bilerek hareket ettik. 

'Türkiye'de gerçek bir alternatif mümkün ve zorunlu'

  • Birlikte yapabileceğimiz şeylerin başında da şu geliyor: Türkiye'de düzen içi çözümlerin yeterli olmadığını söyleyenlerin yan yana gelerek, Türkiye'de gerçek bir alternatifin mümkün ve zorunlu olduğunu göstererek, burada güçlerimizi birleştirmek.
  • Bir başka açıdan daha bunu söyleyebilirim: Türkiye'de sol; en geniş anlamıyla solu kullanmıyorum burada, devrimci solu, sosyalist solu veya bu düzenin dışındaki solu kastederek söylüyorum. Siyaset ikliminde her daim bize dönük olarak, eninde sonunda daha büyük bir güce sığınması gereken bir grup olarak yaklaşıldı. Belki bunda bizim de hatalarımızın payı var.
  • Öte yandan da Sosyalist Güç Birliği'nde güçlerini bir araya getiren siyasi oluşumlar ve buraya destek veren  aydınlar, sendikacılar, bireysel düzeyde destek verenlerin kanaati şudur ki, Türkiye'de sosyalist hareketin kendi göbeğini kestiğini ilan etmesi, bağımsız bir güç olarak kendi tavrını koyması.
  • Bu zorunluluktan hareket ederek de güçlerimizi birleştirmeyi düşündük. Çünkü şu önemli bir şey: Türkiye'de birden fazla siyasi hareketin bu ortamda yan yana gelip, "Biz başka güçlerin gölgesi üzerimize düşmeden, düzen değişikliği arayışı içerisinde olan ve emekçi halka gerçek bir alternatif sunabiliriz. Biz buradayız" diyebiliriz. Biz bunu gösterdik. Bu kendi başına bir anlam taşıyor.

'Bizim yaşamayı savunmamız lazım, dünyayı savunmamız lazım'

  • Ama tabii bunun ötesinde bir değeri var. Memleketin hali korkunç durumda. Aslında dünyanın tamamı korkunç durumda. Artık mevcut kurulu düzen ne dünyada ne de Türkiye'de dikiş tutmuyor. Bugün Türkiye'de, şimdi Ağustos'un sonlarına geliyoruz, kimsede bir iyimserlik yok. Ne Türkiye'nin ekonomisine ilişkin, sokaktaki insana baktığımızda insanlar yaşadıklarına neredeyse pişman. Halbuki yaşam ve dünya çok güzel. Bizim yaşamayı savunmamız lazım, dünyayı savunmamız lazım.
  • Şu anda insanlar yaşamaktan bıkmış durumdalar ya da nasıl yaşayacaklarını bilmiyorlar. Böyle bir Türkiye'de ve dünyada biz diyoruz ki, çözüm var. Gerçekten de çözüm var. Nedir peki o çözüm. Paranın gücünün ve dinin gücünün egemen olduğu dünyadan kurtulsak, aslında insanlık önünü temizler.

'Bir alternatif var, kurtuluş mümkün'

  • Aslında her şeyi belirleyen de o paranın gücü dediğimiz şey. Emperyalizm aslında onun ürünü. Türkiye’de yaşadığımız eşitsizlikler, adaletsizlikler bunun ürünü. Sosyalist Güç Birliği, bu temel ilkeden hareket ediyor. Aslında dünyadaki meseleler, Türkiye’de sorunlar çok da karmaşık değil. Bugünkü sistemden kaynaklı. Bu sistemi de ne ifade ediyor? Paranın gücü, paranın egemenliği ya da parayı elinde tutanların, zenginliği elinde tutanların egemenliği.  
  • Şimdi o açıdan demek ki, bağımsız güç olması sosyalistlerin. Öte yandan da bir alternatif var. Kurtuluş mümkün Türkiye’de. Bunu söyleyen bir güç birliği bu.  
  • Bir de tabii, 20 yıldır bu ülkeyi karartan bir iktidara karşı en etkili mücadeleyi vermek için birleşmiş bir güç birliği bu. Ben bu açıdan, çok önemli ve değerli bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Ama asıl kısmı bundan sonrası. Bu işin toplumsallaşması, geniş halk kitlelerine ulaşması... Bunun için büyük bir görev ve sorumluluk düşüyor üzerimize. 

'Yetmez ama evet’çilere bakış

  • Bir kere şuradan başlayayım: “Yetmez ama evet” bizim sol kültürümüzde, çok olumsuz bir yaftadır. Biz o dönemde, burada bulunan herkes ve tabii ki başka kişi ve örgütler, çok ciddi bir mücadele verdik. AKP’den gelecek hiçbir şeyin bu memlekete fayda sağlamayacağı keskinliğiyle davrandık. Tabii bunun gerekçeleri vardı. Doğuştan AKP düşmanlığı değil, AKP’ye dönük karşıtlığımızın bir karşılığı vardı ve çok ciddi mücadele yürüttük o dönemde. Hem AKP’ye karşı hem de AKP’yi aklamaya dönük bu “yetmez ama evet” argümanına karşı. O yüzden içimiz rahat. Ama içimizin rahat olması yetmiyor. Başarılı olamadık ya da yeterince güçlü duramadık ki AKP halen iktidarda. 

'Biz seçim olmasaydı da bu görüşmeleri yürütüyorduk'

  • (Seçimlerde Sosyalist Güç Birliği’nin tavrı) Sosyalist Güç Birliği bir parti değil. Sosyalist Güç Birliği’nde farklı program ve hedefleri olan partiler yan yana geldi. Zaten farklı program ve hedeflerimiz olmasaydı, aynı partide olurduk. Bir de sadece partilerden ibaret değil. Aydınlar var, onlarda da ibaret değil; henüz örgütlü olmayan veya burada bulunan bütün örgütlerle dost olan ve örgütlü mücadeleye inanan birçok kişi var. 
  • Ne yaptık biz? Sosyalist Güç Birliği’nin metni, bizim senedimiz. Oraya imzasını koyan siyasi partiler veya kişiler, “Biz bu doğrultuda davranacağız, bunu taahhüt ediyoruz” dediler. Burada yeni olan şu: İttifaklar dendiğinde, işte seçime gidiyoruz, milletvekilliği pazarlıkları yapılıyor, kim aday yapılacak diye. Tersinden başlıyorlar işe. Biz ise seçim olmasaydı da bu görüşmeleri yürütüyorduk zaten. Öncesine gitmeyeceğim ama bu görüşmeler seçim nedeniyle başlamadı. Türkiye’de bir alternatif yaratmak, emekçi halkın yaşadığı mevcut sorunlarını bir örgütlü mücadeleyle yanıt üretmek için başladık görüşmelere. Seçim de bunun bir parçası. 

'Bu metin Türkiye'nin meselelerini de çözümleri de tarif ediyor'

  • İmzaladığımız senet, uyacağımızı taahhüt ettiğimiz bu çerçeve, tek tek her birimizi her açıdan ifade etmiyor. Yani tek başına Sol Parti olsaydı, tek başına Türkiye Komünist Hareketi olsaydı, tek başına Devrim Hareketi olsaydı veya tek başına Türkiye Komünist Partisi olsaydı; o zaman başka bir şey çıkardı ortaya. Dolayısıyla bu metinde “Şöyle eksikler var” diyen herkese hak vermek de mümkün. En azından bazı şeylere bazı şeylere hak verebiliriz. 
  • Üstelik de bu boş bir metin değil. Türkiye’de bir yurttaş olarak söyleyeyim bunu, örgütlü bir insan değil, sadece yurttaş olarak; bu metin, Türkiye’nin hem temel meselelerini tarif ediyor hem de çözüm yolunu işaret ediyor. Bu açıdan önemli. Bizim hareket zeminimiz bu.  

'Bir alternatife işaret ediyoruz'

  • Önümüzde, seçimler dahil, birçok bilinmeyeni içeren ve özellikle seçimden sonra çok da zorlu geçeceği açık olan bir dönem açılıyor. Biz burada bu metin etrafında, her an her gün bir değerlendirme yaparak doğru olan tavrı almaya çalışacağız. Dediğim gibi, bir taahhüdümüz var: Bu metnin dışına çıkamayız. Bu çok önemli. 
  • Seçimlerde demek ki ne yapamayız biz? İki şeyi yapamayız. Hangi seçim olursa olsun, cumhurbaşkanlığı veya parlamento seçimi, orada söyleyeceğimiz sözün bu metne uygun olması lazım. Demek ki, bir alternatife işaret ediyoruz. Nedir o alternatif? Laiklik, bağımsızlık, emekçi halkın çıkarlarını savunmak, kamuculuk. Bunlardan vazgeçemeyiz.  
  • İkincil olarak, AKP iktidarıyla mücadele. Bunu da taahhüt ediyoruz. Dolayısıyla yaptığımız neyse, buraya uymak zorunda.

'Kimsenin kuyruğuna takılmayacağız'

  • Burada bir güçlük var, o güçlük de şu: Bizim bu metinde işaret ettiğimiz çözümle seçimde ortaya çıkacak sıkışma arasında çözmemiz gereken bir problem var. Çünkü bizim işaret ettiğimiz şey, bir seçimle değişebilecek ya da çözülecek bir mesele değil. Örgütlü halkın mücadelesiyle ve gerçekten de kolaycılıktan uzak, gerçek çözümün sokakta, fabrikada, okulda, mahallelerde örgütlü bir halkın mücadelesiyle yükseldiği bir şeye işaret ediyoruz. Bu tabii ki çok kolay değil. Öte yandan da seçim de önemli. 
  • Bizim bu seçimde Türkiye toplumunda biriken AKP öfkesiyle duygudaşlık geliştirmemiz gerekiyor. Çünkü onun bir parçası biziz. Türkiye’de AKP karşısında ikirciksiz davranan bir kuvvetiz. Başkaları gibi “Aldatıldık” falan demedik.  

'Biz de bu duygunun bir parçasıyız'

  • Biz AKP’yi yeni kavramıyoruz, 20 yıl önce de bu tavırdaydık. Örneğin Millet İttifakı’ndaki bazı unsurlar gibi. Ya da “3 yıl öncesine kadar iyiydi” falan demiyoruz. Biz daha AKP iktidara gelmeden, AKP’yi teşhis etmiş bir oluşumuz. Şimdi bu açıdan baktığımız zaman, toplumda “gitsin artık şunlar” duygusu. Biz duygularla hareket etmeyiz, siyaset yapıyoruz, siyasi mücadele veriyoruz ama öte yandan da bu duygu çok değerli. Bu duygunun bir parçasıyız biz. 
  • Güçlüğü nasıl çözeceğiz? Sözümüzü hiç esirgemeyeceğiz bir kere. Bütün bu süreçte Sosyalist Güç Birliği, altına imza attığımız program ya da ilkeler doğrultusunda sözünü söylemeye devam edecek. Bu birincisi. İkincisi, biz kimsenin kuyruğuna takılmayacağız. Bir başka gücün, bu düzen içerisinde siyaset yapan bir gücün parçası değiliz. Bağımsız bir gücüz.  

'Ortak davranma iradesi geliştireceğiz'

  • Şunu yapmayacağımızı ilan ettik: Erdoğan’ın yeniden seçilmesine yardımcı olacak bir tutumumuz olmayacak. Bunu nasıl hayata geçireceğimizi kafa kafaya verip bulacağız. Artık sadece TKP olarak karar verme şansımız yok. 
  • Ortak davranma iradesi geliştireceğiz. Zaten bunu taahhüt ettik. Sol Parti için, TKH için, Devrim Hareketi için de aynı şey geçerli. Bunu buluruz.  

'Birbirimize güç vermek zorundayız'

  • Parlamento seçimlerinde, burada bulunan siyasi partilerden şu anda 3 tanesi seçime girme yeterliliği elde etmiş durumda. Tüm partiler için aynı şey geçerli. Bu metin doğrultusunda davranmayı taahhüt ediyoruz. Bunu nasıl hayata geçireceğimiz, şimdi ittifakların seçimdeki önemi son yapılan düzenlemelerle değişti.  
  • Öte yandan biz birbirimize güç vermek zorundayız. Bakın, bugün gündemde olan diğer ittifaklardan önemli farkımız şudur: İttifak olduğunuz kesimlerin gelişmesini istersiniz. Dostluk budur siyasette. Ayrımlarımız var, çünkü ayrı siyasi partileriz. Öte yandan da bir güç birliği oluştuysa, artık o güç birliği diğer unsurlarla birlikte gelişmeyi gözetmek zorundadır. Bunu istemek zorundadır. Dolayısıyla ne olursa olsun. Ayrı ayrı partilere gireceğiz seçimlere veya bir ittifak olarak girsek dahi sonuçta kendi partilerimiz için oy isteyeceğiz. 

'Türkiye’nin meseleleri sandığa sığabilecek kadar basit değil'

  • Bunu yaparken hem bu metne bağlı kalacağız hem de birbirimizin ayağına basmadan, birbirimizin gelişmesi ve güçlenmesi için uğraşacağız. Bunlar zor mu? Zor. Ama bunları yapabilecek birikimimiz ve iddiamız var. İddiamız da şu: Türkiye’nin meseleleri sandığa sığabilecek kadar basit değil. Sığmayacak. Bunu söylediğimiz zaman “karamsarlık yayıyorsunuz” falan diyorlar. Karamsarlık yaymıyoruz biz, gerçekçi konuşuyoruz.  
  • Türkiye önümüzdeki seçimlerde alınacak sonuçlardan bağımsız olarak seçim sonrasında da çok zor bir döneme giriyor. Şu anda bu zorlukları görüyoruz, emekçi halkın durumu ortada. Hayat pahalılığı, bu kışın nasıl geçeceğini kimse bilmiyor. Hem faturalar açısından hem de gıda açısından. “Türkiye ilk kez kıtlıkla karşılaşabilir” diyen uzmanlar var. Bu detaylara girmek istemiyorum ama zorlukları ortada.
  • Şu çok önemli: “Bunları sandıkta çözeriz” diyen herkes yalan söylüyor. Öyle basit değil çözüm. Yani “Biz geliriz iktidara, sorunlar çözülür”, yok böyle bir şey. Bu halkı aldatmaktır. 

'Halka yalan söyleyemeyiz'

  • Biz halka şunu söylüyoruz: Gelin, güçlerimizi birleştirelim. Laik bir ülke, bağımsız bir ülke, kamu değerlerini ve toplumcu değerleri öne çıkaran bir ülke. Diyorlar ki, bu nasıl mümkün? Çok basit. Türkiye’de bu saydıklarımı istemeyenler, yüzde 2-3'lük bir azınlıktır. Bunun dışındaki büyük çoğunluğun çıkarları, saydığımız ilkelerde.  
  • Eğer biz bu toplumu bu ilkeler doğrultusunda ayağa kaldırırsak; Türkiye’nin temel meseleleri, sandıkta çözülmesi zor olan meseleler çözüme kavuşur. Biz seçime giderken bunu söyleyemeyiz. Halka yalan söyleyemeyiz.  
  • Sosyalist Güç Birliği şunu demeyecek ki: “Sandıkta bizi destekleyin, bir ortalığı güllük gülistanlık yapalım”. Türkiye’de hiç kimsenin, hiçbir bireyin böyle bir gücü yok. Eğer biz toplum olarak örgütlü davranmazsak Türkiye daha büyük karanlığa doğru gider.

'Her karanlığın bir çıkışı vardır'

  • Şunu söylemek zorundayız: Erdoğan gider, daha büyük bir karanlık gelir. Karanlığın sonu yoktur. Her karanlığın bir çıkışı vardır, buna güveniyoruz, insanlığa güveniyoruz. Karanlıktan sonra aydınlık gelecektir. Ama mücadele edersek. Kolaycılığa kaptırırsak...  
  • Benim de belli bir yaşım var. Demirel’i yaşadık, Demirel’i birden fazla kez yaşadık. Evren’i yaşadık, Turgut Özal’ı yaşadık, Tansu Çiller’i yaşadık. Hep deniyordu ki bize “Aman şunlardan kurtulalım”, kurtulunmaz öyle. Geldik şimdi Erdoğan’a 20 yıldır. Ama bu bir süreklilik. Daha öncesine gitmeyeyim. Menderes’ten beri süreklilik. Ne hale getirdiler bu ülkeyi?  
  • Menderes’e laf söylemenin suç haline geldiği, bakın iktidardan bahsetmiyorum muhalefetin dahi Türkiye’deki bugünkü önemli sorunların kaynağında olan Demokrat Parti iktidarını eleştirmenin bile, bizim mahallede dahi, suç sayıldığı bir ülke haline geldik.  

'Kolaycı çözümlerden uzak durursak ayağa kalkarız'

  • Bizim sözümüz basit. Kolaycı çözümlerden uzak durduğumuz sürece Türkiye’yi ayağa kaldırmak kolaydır. 
  • Erdoğan’a yardımcı olacak bir tavrımız olmayacak. Ama bu bağımsız tavrımızı ortaya koymayacağımız anlamına gelmiyor. Biz bunun yöntemlerini bulabilecek kadar yaratıcı insanlarız.  
  • Sosyalist Güç Birliği’nin önemli özelliklerinden bir tanesi, Türkiye’nin önemli bir birikimini temsil etmemiz. O birikim seçimlerin her kademesinde, cumhurbaşkanlığı olsun parlamento seçimlerinde olsun, devrimci bir tavrı ortaya koyacaktır. 

'Sığıntı gibi başkalarını desteklemeyeceğiz, o dönem bitti'

  • (Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura gidilmesi halinde tutum) Bir değerlendirme sürecindeyiz. Bu süreçte, tekrar ediyorum, yapmayacağımız şeyler ortada. Kimsenin kuyruğuna takılmayız. Bu anlamda, alışılmış anlamıyla destek vermeyiz. Daha açık ve net söyleyelim. Erdoğan’a yardımcı olacak hiçbir şey yapmaz burası. Bu kadar basit. 
  • Oyları bölecek misiniz, falan... Burada da bir şey söylemek istiyorum. Parlamento seçimlerinde de hep karşılaştığımız bir şey “oyları bölmeyin” söylemi. Şunu unutuyorlar; çoğulculuk diyorlar, demokrasi diyorlar. Seçime gidiyorsanız, oyları böleceksiniz. Siyasi mücadele, siyaset denilen şey farklılıklarımızı var. “Farklılıklarını söyleyin ama seçimlere geldiğinde aman şurayı destekleyin” tavrı Türkiye’nin bu noktaya gelmesinin bir nedenidir. Çünkü solu kötürümleştirdi, solu iddiasız hale getirdi. Solu başkalarının gölgesine girmeye mahkûm etti.
  • Erdoğan’a yardımcı olmayacağız, bu büyük bir sözdür. Laf olsun diye söylemiyoruz. Şunu da beklemesinler artık Türkiye sosyalist hareketinden: Sığıntı gibi başka güçleri destekleyecekler falan. Bu dönem bitti. Sosyalist Güç Birliği, bu tür bir hatayı sürdürecek bir oluşum değil. 
  • (Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda aday gösterilecek mi?) Bunu değerlendiriyoruz. Erdoğan’ın aday olup olmayacağı belli mi? Türkiye burası. Dün Şam’da namaz kılacaktı. 

AKP'nin dış politika manevraları

  • (AKP iktidarının son dönemdeki dönüşü) Öncelikle genel bir şey söylemek istiyorum. “Aman iktidarın ekmeğine yağ sürmeyin” söylemiyle karşılaşıyoruz zaman zaman. İktidarın ve Erdoğan’ın ekmeğine nasıl yağ sürülür, bunu tersine çevirmek istiyorum. Bu ülkenin insanlarının sağcı olduğunu, muhafazakâr olduğunu, dinci olduğunu; bakın inançtan söz etmiyorum, bu kanaatle hareket etmeye başladığınız zaman bu iktidarın ekmeğine yağ sürersiniz. Sağcılaşarak, AKP taklidi yaparak iktidarın ekmeğine yağ sürersiniz. Neden? Böylece iktidar meşruluk kazanır. 
  • Öyle bir muhalefet cephesi ortaya çıktı ki, bir bölümü AKP’nin içerisinden gelen partiler. Aynı kökten gelen partiler. MHP’nin içinden gelen partiler... Sanki Türkiye’nin gerçekliği buymuş, arıza çıkaran bizmişiz gibi bir tablo çıktı. Bu gerçek değil, bir kere. Bunun yaşanmasıyla beraber Erdoğan büyük bir özgürlük elde etti. Sandılar ki “Erdoğan’ı iktidara getiren rüzgârın benzerini biz yaratırsak, bu iş bitecek” diye. Neydi Erdoğan’ı taşıyan rüzgâr? Emperyalizmin desteği ve Türkiye’de büyük sermayenin desteği. Bu çok açık.  
  • Hep söylediğimiz bir şey var: Erdoğan hiçbir şey yapamazdı bu destekler olmasaydı. Batı’dan ve sermayeden gelen destek olmasaydı bir şey yapamazdı. Muhalefet de kurgusunu aynı kesimin desteğini almak için kurdu ve birçok açıdan AKP’yi taklit etti. Bu, Erdoğan’a çok büyük bir özgürlük alanı açtı. İstediği zaman, sözüm ona Batı karşıtlığı yapıyor ve bir anda karşısınca NATO’cu bir muhalefet var. Türkiye’nin Batı’yla ilişkilerini bozuyor diye, Erdoğan’a muhalefet ediyorlar. Hani Erdoğan ABD’nin Orta Doğu’daki ortağı diye eleştiriliyordu. Aynı muhalefet, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştırıldığını söylüyor ya da daha NATO’cu muhalefet yapıyorlar. 

'Erdoğan muhalefetin yarattığı bir özgürlük alanıyla giriyor seçimlere'

  • Benzer durum laiklik meselesinde. Türkiye’de laikliğin altının oyulmasında en büyük sorumlu olan kurumların başında TSK geliyordu ama güya laikliğin de bekçisiydi. Kenan Evren, ayetlerle laikliği savunuyordu 12 Eylül darbesinden sonra. Şimdi Türkiye’de bugünkü ordunun başındaki kişi ya da İçişleri Bakanı olan kişi “ordumuz ayetlerle, dualarla göreve başladın” diyor. Bu ülkede muhalefet bu tür bir tuhaflığa itiraz etmiyor, bunu sorgulamıyor dahi.  
  • Bunu niye söylüyorum? Erdoğan bir özgürlük alanıyla giriyor seçimlere. Dış politikada istediği manevrayı yapacak, içeride istediği manevrayı yapacak. İçeride iş çevreleri olarak tanımlanan, ‘beşli çete’yi ayırıyorum, Türkiye’nin büyük sermayesine güvence vermeye çalışan, işte siz Türkiye’nin üreticisisiniz demeye çalışan bir muhalefet karşısında Erdoğan “seçimler yaklaşırken, o büyük sermayeyle küçük gerilimler yaşatarak” bugün ağır bir yoksulluk altında yaşayan toplumu ikna edebilecek açılımlar yapacak. Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmek budur.
  • Erdoğan’a Batıcılıkla, NATO’culukla, Avrupa Birliği’nden yana olarak, daha fazla dincilik yaparak ya da laiklik konusunda susarak, Ayasofya’nın açılmasını destekleyerek ya da iş çevrelerine güven vererek, “şu olursa yatırımcı gelmez, yatırımcıyı küstürüyorlar” diyerek muhalefet etmeye kalkarsanız Erdoğan’ın önünü açarsınız. Dolayısıyla bugün “Erdoğan gitti, bitti” diyenleri uyarmamız gerekiyor. O kadar kolay değil.  

'Ya seçim olmazsa ya seçim farklı bir zeminde gerçekleşirse?'

  • Her şeyi seçime bağladılar, seçim kurtuluştur dediler. Bu halkın örgütsüzleşmesini engellediler. Gezi gibi, halkın örgütsüzdü ama örgütlü olarak hareket ettiği halk. Gezi kendi içerisinde örgütlü bir hareketti. Neden, birlikte hareket etti halk. Bunu yaşamış bir halk sandığa kilitlendi, örgütsüzlüğe alıştırıldı. Bize deniyor ki “bekleyin aman gitsin”. Şu sorunun yanıtı yok, ya gitmezse? Ya seçim olmazsa ya seçim farklı bir zeminde gerçekleşirse? Bu soruların yanıtı yok.
  • Dünya karmakarışık bir tabloda, korkunç kaotik bir süreç yaşanıyor. Yanı başımızda savaşlar var. Bütün bunlarda sözümüz olmayacak, örgütlenmeyeceğiz. Diyeceğiz ki, seçimde destekleyelim, şu gitsin. Gitmeyebilir, o zaman ne olacak? O zaman bu halkta yaşanacak karamsarlığın sorumlusu kim olacak? 

'Başkanlık sisteminin kucağına oturuyorsunuz 'ben çözerim' diyerek'

  • Derseniz ki, ben çözeceğim. Bir kere söze böyle başlıyorlar. “Ben çözeceğim” demek, başkanlık sisteminin meşruluğunu ilan etmektir. Neden kızıyorduk biz bu başkanlık sistemine? Tek adam rejimi diye. Peki o zaman muhalefette neden insanlar “Ben, ben” diye konuşuyor.
  • “Ben çözeceğim, ben kefilim”, bunu dediğiniz zaman cumhurbaşkanlığı sisteminin kucağına oturuyorsunuz. Bu sistemi savunuyorsunuz, bu çok tehlikeli bir söylem. Bu halk kişilerle kurtulamaz, kahramanlarla kurtulamaz. Bunu unutun. Bu halk ayağa kalkarak kendisini kurtaracak. Tabii ki liderler önemlidir. Ama ne zaman önemlidir? Örgütlü bir halk varsa önemlidir. Yoksa hiçbir kişinin Türkiye’nin sorunlarını çözme gücü yok. 

'Dış politika her zaman iç politikayla birlikte değerlendirilmeli'

  • Dış politikada yaşanan değişimler. Değişim var mı, ondan emin değilim. Başından beri AKP ya da Erdoğan, döneme uygun hamleler yapıyor. Ama özü aynı. Türkiye’deki mevcut sistemin ihtiyaçları doğrultusunda bir dış politika örüyor. “Batı emrediyor, Erdoğan yapıyor” söylemine katılmıyorum. Türkiye bugünkü dünyada emirle yönetilebilecek bir ülke değil. Türkiye’nin kendi kaynakları var. Türkiye’nin de güçlü bir sömürücü sınıf var. Tabii ki ABD emperyalizminin Türkiye’deki etkisi tartışılmaz.  
  • Bugün Suriye’de yaşananlar ve iktidarın dönüşü, bunlar sadece ve sadece Erdoğan’ın kişisel kurtuluşu açısından dış politikada değişimler yapması falan değil. Böyle değerlendirmemek gerekiyor. Böyle değerlendirirsek hata yaparız. O zaman Davutoğlu’nun tutumunu açıklayamayız. 
  • Türkiye’de dış politika her zaman iç politikayla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Daha uzun vadeli çıkarlar doğrultusunda değerlendirilmesi gerekiyor. Suriye ya da başka ülkeler, Türkiye’nin başka ülkelerin iç işlerine karışmasının bütün araçları ortadan kaldırılmalıdır, eğer biz başkalarının bizim iç işlerimize karışmasını istemiyorsak.

 'Yabancı asker istemiyorsanız, siz de gitmeyeceksiniz'

  • Bizim iktidarımızda, bizim birlikte hareket ettiğimiz güçlerin iktidarında, savunduğumuz ve kuracağımız Türkiye’de ne başkalarının Türkiye’nin iç işlerine karışmasına izin vereceğiz ne de Türkiye’nin başkalarının iç işlerine karışmasına izin vereceğiz. Bunun enstrümanları belli. 
  • Türkiye’nin silahlı kuvvetleri ne arıyor başka ülkede? Biz yıllar önce Türkiye’nin Irak’a müdahalesi gündeme geldiğinde bir afiş yapmıştık Türkiye Komünist Partisi olarak: “Siz Türkiye’de Irak askeri görmek ister misiniz?” diye. Herkes çok şaşırdı, böyle bildiriler dağıttık. Ne münasebet diyorlardı. Ne münasebet diyorsanız, Türkiye’de yabancı asker istemiyorsanız, siz de gitmeyeceksiniz. 
  • Suriye Türkiye’yi davet mi etti? Güvenlik meselesi falan diyorlar, peki Suriye’nin güvenliği ne olacak? Dolayısıyla bağımsız bir ülke istiyorsanız, başkalarının bağımsızlığına karışmayacaksınız.

 'Emperyalizmle hesaplaşmadan göçmen meselesi çözülemez'

  • Göçmen meselesine gelirsek. Emperyalizmle hesaplaşmadan göçmen meselesi çözülemez. Bir sorun var mı, var. Yoksul olan göçmenler bizim düşmanımız mı? Hayır. Onlar da sömürülüyorlar. Hatta onların yaşadığı trajedi çok ağır. Öte yandan bir sorun var mı, var. Bu insanların ülkelerini terk etmek zorunda kalması bir sorundur. Buraya milyonlarca kişinin yığılması bir sorundur. Bunun içerisinde bir sürü başka başlık var. Güvenlik meselesi, kültürel meseleler...  
  • Bunları, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarıyla göçmenler arasında bir çelişkiye dönüştürürseniz ortaya çok büyük bir sorun çıkar. Göçmen düşmanlığı falan, yanına dahi yaklaşılmaması gereken şeyler. Öte yandan göçmen sorunu var. 
  • Biz insanların istediği yere seyahat etmesini istiyoruz. Böyle bir dünya için çalışıyoruz. Ama insanların zorla bir yerden ya da gönülsüzce kendi yaşadıkları yeri terk etmelerinin sorunlarını çözmek zorundayız. 
  • Bu insanları Avrupa Birliği’nden sınırlarımızdan başlayarak, Yunanistan yeni bir program açıkladı. Demirleri örmeye devam ediyorlar. Bundan daha büyük bir suç olur mu? Suriye’yi karıştıran emperyalistler, Türkiye’ye diyorlar ki bizim adımıza Suriyelileri tut. Bize gelmesinler, tampon. Bu anlaşmayı imzalayan herkes suç işlemiştir. Avrupa Birliği ile imzalanan göçmenlerle ilgili geri kabul anlaşması büyük bir suçtur. Derhal kaldırılmalıdır.

'Suriye'de problemleri çözecek olan Suriye’nin emekçi halkıdır'

  • İnsanlar buraya gelmek için gelmediler. Avrupa’ya gitmek istiyorlardı. Türkiye garip bir anlaşmayla, detaylarını bilip utandığımız bir anlaşmayla resmen para karşılığında. Türkiye’de kamuoyunu uyutmak için vize muafiyeti olacak dediler. Herkes biliyordu bunun olmayacağını. Kamuoyunu uyutmak için, her zaman yapıldığı üzere, bir aksesuardı. Ne Türkiye’deki yetkililer ne de Avrupa’daki yetkililer, hiçbir zaman ciddiye almadılar vize muafiyetini.  
  • Dolayısıyla Suriye politikamız son derece net olmalı. Türkiye Suriye’nin iç işlerine müdahaleden vazgeçmeli, derhal durmalıdır. Suriye’nin problemlerini Suriyeliler çözer. Esad bugün bir müdahaleye karşı sembol haline geldi. Dolayısıyla önemli bir şey yaptı. Önemli bir şey yaptı, kendi ülkesini egemenliğini korumaya dönük misyonu yerine getirdi. O açıdan eleştirirken 50 kez düşünmemiz gereken bir lider. Şu da var, Suriye’nin problemleri yok muydu? Vardı. Bu problemleri çözecek olan Suriye’nin emekçi halkıdır. ABD’nin ne işi var? Türkiye’nin ne işi var Suriye’de? Problemleri daha da karmaşık hale getirdik. Bir sürü insan öldü, göç olgusu ortaya çıktı.
  • Başta yaptığım değerlendirmeye gelmek istiyorum. Şu anda Erdoğan’ın son dönemdeki dış politika tercihleri üzerinden eleştiren muhalefet, örneğin niye Rusya’ya dönük yaptırımlara Türkiye katılmadı diye eleştirmediler. 

'Bütün zenginliklerine bu halk adına el konulacak'

  • (İcralık borçlara devlet desteği) Ülkenin temel meseleleri çözmeden halka refah vadederseniz, biz şöyle halledeceğiz şu borçları sileceğiz derseniz, iktidar da “ben de parayı basarım, dağıtırım seçim öncesinde” der, hiçbir şey diyemezsiniz. Bunlara nasıl itiraz edeceksiniz? Edemezsiniz. Peki kaynağı nereden bulacaklar? Para basacaklar. Para bastıkça halk daha çok yoksullaşacak. Veyahut da borçlanacaklar.
  • Türkiye daha da yoksullaşacak. Biz ise şunu söylüyoruz. Bizim kaynağımız belli. Türkiye’nin zenginliklerine yıllardır el koyan, yağmalayan, talan eden sermaye sınıfının bütün zenginliklerine bu halk adına el konulacak. O zaman orada kaynak var, o zaman para basmamıza gerek yok. O zaman halkı yoksullaştırarak, sözüm ona çözüm diye, bu seçim politikalarına ihtiyacımız yok. Kaynak belli. Bunu yapmadan Türkiye’de ne enflasyon ne de hayat pahalılığı sona erdirilir. Asgari ücret artar, halk daha da yoksullaşır. Bunların bedelini halk ödeyecek. Çünkü temel meseleyi çözmüyorlar. Kaynak nerede? Yok. Para basarız, borçlanırız, halkı da borçlandırırız. O yüzden seçimden sonra da karanlık sürebilir diye uyarma ihtiyacı duyuyoruz. 

'Tarikatlar bugün parayla dinin birleştiği noktalardır'

  • (Tarikat ve cemaatler) Başka siyasi oluşumlardan duymadığımız bir şey dediniz, tarikat ve cemaatlerin kapatılması. Aslında kapatılması demiyoruz, dağıtılması diyoruz. Çünkü zaten yasal değiller. Cemaat ve tarikat yurtları kapatılmalıdır ama cemaat ve tarikatlar dağıtılmalıdır. Zaten yasa dışılar. Biz bunu dediğimizde, çok ilginçtir tepki nereden geliyor biliyor musunuz? Muhalefetten. Diyorlar ki, sizin bu söyleminiz yüzünden AKP güçleniyor. Kafamızı kuma mı gömelim? Ne yapalım? 
  • İşte NATO karşıtlığı yaparsak AKP güçlenecek. İşte komünistler, solcular, devrimciler gene karşıt yapıyor, diyecekler. Biz tarikatlar dağıtılmalıdır diyeceğiz. Ama işte, din düşmanlığı diyecekler. Ne alakası var inançlarla tarikatların? Tarikatlar bugün parayla dinin birleştiği noktalardır. Aslında denetimsiz şirketlerdir. Muazzam bir para ve ekonomi dönüyor orada. 

'Tarikatlar ve cemaatler dağıtılmalıdır'

  • Bir yandan da Türkiye’de insanların cahil kalmasını, genç kuşakların hurafelerle yetiştirilmeleri, bunlara hizmet ediyor. Tabii ki buna karşı duracağız. Buna karşı durmazsak Türkiye’nin temel meselelerine nasıl çözüm getiririz. Dolayısıyla tarikatlar ve cemaatler dağıtılmalıdır. Bunun din düşmanlığıyla hiçbir alakası yok. İnsanların inanma ve inanmama özgürlüğü vardır. Bu bireysel tercihleridir. İbadet özgürlükleri vardır. 
  • Laikliğin temel ilkesiyse din işlerinin devlet işlerinden ayrı tutulmasıdır. Bugün tarikatlar ve cemaatler bütün ülkedeki kritik noktaları yönetiyorlar zaten. Her yerde varlar. Bunun sona erdirilmesi lazım. Bunu söyleyince “Siz efendim AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorsunuz” diyorlar. AKP’nin ekmeğine yağ sürmeyeceğiz diye, evde oturup susacak mıyız? Türkiye’nin en önemli meselelerinden bir tanesi budur. 

'Türkiye'nin dış politikası sermayenin üzerine kurulu'

  • (Erdoğan’ın ‘Aynı gemideyiz’ çıkışı) Bu gemi meselesi, aynı gemide miyiz, değil miyiz? Erdoğan’la aynı gemide miyiz? Türkiye’de yoksullar ve zenginler aynı gemide olamazlar. Bu kadar açık. Hep şu yalana ikna edilmeye çalışıyor toplum, “Batarsak hepimiz batarız” yalanına. Dış politikada deniyor ki, ulusal politika ve Türkiye’nin çıkarları. Böyle bir şey yok ki.
  • Türkiye’nin dış politikası, Türkiye’nin bazı inşaat şirketleri, enerji şirketleri, tekstil firmaları, bunlar üzerinde kurulu. Veyahut savunma sanayisi, şimdi yavaş yavaş gelişiyor. Bunun Türkiye toplumunun geniş kesimleriyle, halk kesimleriyle çıkarı nerede? Ama bize deniyor ki, ulusal dış politika, Türkiye’nin çıkarları. Ne münasebet? Neden benim ya da sizin ya da Türkiye’nin geniş halk yığınlarının çıkarlarıyla büyük zengin sermayedarların, patronların çıkarları aynı olsun? Büyük bir yalan. 
  • Zaten bu hep bir kuraldır. Ne zaman ulusal çıkarlar bahsediliyorsa bilin ki orada birilerinin çıkarları korunmaya çalışıyordur. Böyle bir ülkede, zenginin ve yoksulun olduğu bir ülkede herkesi birleştiren bir çıkar yoktur. Bu büyük bir palavradır ve bununla toplumu kuşatıp esir almaya çalışıyorlar. 
  • Efendim, dış politika olunca akar sular durur, hepimiz biriz. Dış politikayla iç politika birbirinden ayrı şeyler değil ki? Yani o yüzden dikkatli olalım, biz aynı gemide falan değiliz. Lakin şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye, bu ülkenin çıkarları, eğer bu ülkede yaşayan büyük çoğunluğun çıkarlarından söz edeceksek bu ülkenin çıkarlarıyla halkın çıkarları birdir. Bir ve aynıdır.  

'Sırtımızdaki asalaklardan kurtulmamız lazım'

  • Türkiye’yi ayağa kaldırmak istiyorsak önce sırtımızdaki asalaklardan kurtulmamız gerekiyor. Türkiye’nin zenginliklerine el koymuş kişilerden kurtulmamız gerekiyor.  
  • Gelecek yıl cumhuriyetin kuruluşunun 100. Yılı. Türkiye’de 1919-1923 arasında büyük bir iş başarıldı bu coğrafyada. Kimileri beğenmiyor, önemsiz görüyor olabilir ama Türkiye’nin ulusal kurtuluş mücadelesi ve aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun ötesine geçen bir cumhuriyet projesi çok büyük bir değişimdir. Çok devrimci bir projedir. 
  • Aradan geçen süredeyse Türkiye, o cumhuriyetin yavaş yavaş sahibi haline gelen zengin sınıfların elinde bu hale geldi. Şu anda bizim o projeyi yenilememiz ve başka bir karakter kazandırmamız gerekiyor. Emekçi halk karakteri kazandırmamız gerekiyor. Adını koyalım. Sosyalizmin ya da eşitlikçi bir düzenin devreye girdiği biçimde Türkiye’nin yenilenmesi gerekiyor. 

'Hayal diyorlar ama birikmiş zenginlikler ortada'

  • 100 yıl önemli bir süre. Öte yandan da insanlık tarihinde kısa bir süre. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılında yeni bir hamle yapabilir Türkiye. 
  • Kendimizi aldatmayalım. Bugünkü sistemin özüne dokunmadan şöyle olacağız, refah, bilmem ne söylemi, bunların hiçbiri gerçek değil. Türkiye eğer emekçi halkın önündeki bariyerleri aşarsa, Türkiye’deki zenginliklerin eşitlikçi bir şekilde paylaşılmasını sağlayacak bir düzene doğru hamle yaparsa, Türkiye bütün sorunların üstesinden gelir. 
  • Biz doğalgaz ve elektrik faturalarını tartışıyoruz. Bunların hiçbirisine gerek yok. Faturaya gerek yok. Altını çiziyorum. Hayal diyorlar ama ortada birikmiş zenginlikler. Türkiye’nin çok küçük bir bölümünün elinde birikmiş zenginliklerine el konması durumu, Türkiye toplumunun üretici enerjisinin önündeki engellerin kaldırıldığında Türkiye bağımsızlığını kazanır. Türkiye’deki insanlar refaha ulaşır ve temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hallerinden çıkarlar. Sürekli olarak ihtiyaçların geliştiği bir bolluk toplumuna doğru gideriz. Türkiye’de adaletsizlikler ortada kalkar. 

TKP ve 2023 Yeniden

  • Biz, Türkiye Komünist Partisi olarak örneğin “2023 Yeniden” diye bir sloganla hareket ediyoruz. Belki seçimlere de öyle gireceğiz. 100 yıl önce bu coğrafyada önemli bir şey yapıldı. Şimdi yeniden bir şey yapmamız gerekiyor ama önemli bir felsefeyle. 100 yıl öncesinin koşulları yok. Bugün Türkiye artık bir sanayi toplumu, gelişmiş bir kapitalist ülke.
  • Az gelişmiş galan deniyor ama bayağı gelişmiş bir kapitalist sınıf var Türkiye’de. O sınıfın artık Türkiye’ye çektirdikleri yeter. Gerçekten yeter. Dolayısıyla bu ülkeden çaldıklarını geri alacağız. Onlarla aynı gemide falan değiliz. Onların gemisi batacak, bu halkın gemisi yüzecek. (SOL)