30 Ekim 2023 Pazartesi

Atatürk’ün o sözleri uydurma - Medya Ombudsmanı | Faruk Bildirici-T24

 

Anlıyorum, Türkiye’nin Filistin’i sahiplenmesine gerekçe arayanlar Atatürk’ten dayanak bulmaya çalışıyor. Ama sarıldıkları sözler kurmaca. Üstelik zulmedilen Filistinlilere yardım için öyle 84 yıl öncesinden gerekçe aramaya gerek de yok.

“Filistin’e el sürülemez” cümlesi Sözcü’nün manşetindeydi. Hemen üzerinde de “Atatürk’e mal edilen bu sözler yeniden gündem oldu” deniliyordu.

Spotlarda ise Atatürk’e atfedilen bu sözlerin Hindistan’da çıkan The Bombay Chronicle gazetesinin 1937’deki bir haberinde yayımlandığı, ancak Dışişleri Bakanlığı’nın, bir İngiliz gazetecinin sorusuna “Atatürk’ün böyle bir beyanatı olmadığı” yanıtını verdiği belirtiliyordu.

Sözcü’nün, Atatürk’ün varlığı doğrulanmayan bu sözlerini manşet yapmasının nedeni de Saygı Öztürk imzalı haberin sonunda açıklanıyordu: “Konuştuğum bazı kaynaklar, Atatürk’ün o sözleriyle istenen sonucu aldığını belirttiler. Belgeleri incelemek iyi oluyor ama hangisinin gerçek, hangisinin üretim olduğunu anlamak da hayli zor oluyor.”

Anlaşılan Saygı Öztürk, Dışişleri’nin yalanlamasına rağmen Atatürk’ün o sözleri söylediğini varsayıyor. Tek dayanağı da konuştuğu ve adını vermediği “bazı kaynaklar”. Ama bir gazeteci için bir belgenin gerçek olup olmadığını anlamak zorunludur; doğrulanamayan belge yayımlanamaz.

Kaldı ki, Hint gazetesi haberini “Atatürk’ün Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanan Meclis konuşması”na dayandırıyordu. TBMM Kütüphanesi’ne gidip tutanaklara bakılabilirdi. Atatürk’ün öyle bir konuşması olmadığı ve de o tarihte Hakimiyeti Milliye gazetesinin “Ulus” adını almış olduğu da kolayca öğrenilebilirdi.

Böyle bir haber yapmadan önce tarihçilere de sorulabilirdi. Nitekim tarihçiler Ümit Doğan ve Sinan Meydan’a sordum. Her iki tarihçi de Atatürk’ün böyle bir sözü olmadığı yanıtını verdi. Sinan Meydan, “Hindistan gazetesi Atatürk’e atfen bu açıklamayı uydurmuş” dedi.

Atatürk’e atfedilen bu uydurma sözler daha önce defalarca medyada ve sosyal medyada tedavüle çıkarılmış; tarihçiler de her seferinde yalanlamış. Örneğin Murat Bardakçı 2021’de “Ben ‘Yalan’ demekten yoruldum, onlar palavraya inanmaktan yorulmadılar” diye yazmış.

Daha önce hiç yazılmamış, yalanlanmamış gibi Hürriyet yazarı Nedim Şener de Sözcü’den yedi gün önce aynı belgeleri sosyal medyada “Filistin Türklerin meselesidir, Mustafa Kemal Atatürk’ün meselesidir” diye paylaştı. O da arşive bakmamış, kontrol etme gereği duymamıştı.

Anlıyorum, Türkiye’nin Filistin’i sahiplenmesine gerekçe arayanlar Atatürk’ten dayanak bulmaya çalışıyor. Ama sarıldıkları sözler kurmaca. Üstelik zulmedilen Filistinlilere yardım için öyle 84 yıl öncesinden gerekçe aramaya gerek de yok.

Savaş çığırtkanlığı ve şiddet pornografisi

Gazeteci olarak genellemeci yaklaşımlardan nefret etmişimdir. Şurası doğru. “Batı medyası”nın büyük bölümü İsrail’in, Gazze’deki fütursuzluğunu, çoluk çocuk demeden silahsız masum insanları bombalarla hedef almasını güya “savunma hakkı” olarak görüyor; öyle aktarıyor. Çoğunlukla da İsrail’i fail olarak göstermekten kaçınıyorlar.

Reuters, El-Ehli Baptist Hastanesinin bombalanması ve kameramanın öldürülmesi haberlerinde sorumludan söz etmeyerek, İsrail’in sorumluluğunu gizliyordu. BBC’nin Hamas’ın hastane ve okulların altında tüneller yaptığı haberinden sonra hastane bombalanması dikkat çekiciydi. DW’nin “Hangi eylemler savaş suçu kabul edilir” yazısı, İsrail’in sivillere yönelik şiddetini meşrulaştırıyordu. Böylesi örnekler çok…

Ama elbette gazetecilik ilkelerine uyan, mağdurdan yana dil kullanmaktan kaçınmayan, İsrail’in orantısız şiddetini sorgulayan yayınlar da vardı Batı medyasında. Fakat Türkiye’de yaygın medya ABD ve Avrupa medyasından haberler alıntılarken maalesef olumlu örnekleri yeterince aktarmıyor. Oralardaki medya kuruluşlarının tümü aynı kefeye konuluyor.

Türkiye’den 500 gazetecinin “İsrail soykırımını durdurun” çağrısında bile toptancı bir yaklaşımla “İsrail yanlısı küresel reklam şirketlerinin Batı medyasını kontrol altına aldığı” savunuluyordu. İsrail’in bu iş için büyük paralar harcadığı doğru. Liberation, İsrail’in sadece Fransa’da sosyal medyada propaganda için 7 Ekim’den bu yana 4.6 milyon dolar harcadığını doğruladı. Ama bu paralar bile istedikleri sonucu almalarına yetmiyor ki, eski İsrail Başbakanı Lapid, “Uluslararası medya objektif olursa Hamas’a hizmet eder” gibilerinden demeçler veriyor.

Zira New York Times’ın, Gazze’deki hastaneye atılan roketin İsrail tarafından fırlatıldığı analizi gibi İsrail’i rahatsız edecek türden gazetecilik de yapılıyor arada. Başka örnekler de var. Hastanenin bombalanmasında Hamas’ı suçlayan Le Monde, iki gün sonra hatasını kabul etti; Gazze’den gelen bilgileri kaynağını belirterek yayımlayacağını açıkladı. Filistin yanlısı gösterileri “Hamas’a destek” olarak niteleyen BBC de haber dili için sonradan özür diledi. CNN’de Christiane Amanpour, El Cezire’nin Gazze muhabirinin eşi, oğlu ve ailesinden çok sayıda kişinin İsrail bombardımanı sonucu öldüklerini ayrıntılı haber yaptı. İsrail’deki Haaretz gazetesi Netenyahu’yu suçlayan yayınlara devam ediyor.

Bir de madalyonun öbür yüzü var; “Batı medyası” kötü gazetecilik yapıyor da Türkiye’de yaygın medya çok mu iyi? Bence hayır. Savaş çığırtkanlığı ve nefret söylemi yapanlar da var medyamızda; şiddet pornografisini zirveye çıkaran, savaşı gösteri alanına dönüştüren de.

Yeni Şafak ve Yeni Akit, Gazze’de şiddete maruz kalan, yerlerinden yurtlarından edilenlere insan olarak değil “ümmet” olarak bakıyor; günlerdir “İslam Ordusu kurulsun” manşetleri atarak, yazılar yayımlayarak savaş çığırtkanlığı yapıyorlar.

Gazze’den gelen kanlı fotoğraflar, ceset fotoğrafları hiçbir elemeye tabi tutulmadan kullanılıyor Türkiye medyasında. Hatta bebek ve çocuk cesetlerinin yüzü açık fotoğrafları, gazetecilik ilkeleri, insanlar ve özellikle de çocuklar üzerinde yaratacağı travmatik etkiler hiçe sayılarak yayımlanıyor. Uzmanların “Savaş ruh sağlığımızı bozdu” uyarıları aldırılmıyor; sosyal medyada da “Yüreği yeten izlesin” diye paylaşılıyor kanlı görüntüler.

Savaştaki ölümü ve yıkımı aktaran gazeteciler, Gazze’de değil sınırın İsrail tarafında. Savaş hareketliliği yetmemiş olacak ki, bazı muhabirler, haberciliği şova dönüştürmek için çaba harcıyorlar. Yakınlarına roket düşmesini heyecanla anlatan CNN Türk’ten Fulya Öztürk, şovunu sergilerken, birkaç metre ilerisindeki NTV’den Osman Terkan serinkanlı habercilik yapıyordu.

Zaten Gazze dışındaki haberlere neredeyse tamamen kapandı yaygın medyamız. Fakat aynı duyarlılığı dünyanın başka köşelerindeki savaşlarda insanlar öldürülürken göremiyoruz. Örneğin, yıllardır iç savaşın sürdüğü Yemen’de 400 bine yakın insanın ölümü, dört milyonun evsiz kalması, çocukların açlık içinde kıvranması medyamızın Gazze’nin onda biri kadar bile ilgisini çekmiyor. Orada savaşın taraflarının Müslüman ülkeler S. Arabistan, İran ve BAE, daha açık bir deyişle ölenin de öldürenin de Müslüman olması mı, neden?

Savaşın acımasızlığına, hangi dinden insanların maruz kaldığına ve taraflarının kimler olduğuna bakmadan bütün savaşlara karşı çıkmayı öğrenmeli yaygın medyamız.

Dezenformasyon Merkezi, Hamas’ın sözcüsü mü?

İktidar medyasında, İletişim Başkanlığı’nda oluşturulan Dezenformasyon Merkezi’ni (DM) kutlayan kutlayana. Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in de Gazze’deki katliamıyla ilgili kimi yayınların yalan olduğunu sergilemekte ne denli başarılı olduğunu yazıyorlar sık sık.

DM’nin yayımladığı iki “Filistin” bültenini taradım. Bültende yalanlananların neredeyse tamamı İsrail, ABD ya da başka ülkelerde paylaşılmış ya da yayımlanmış. İsrail radyosundaki bir yayından, Pensilvanya Üniversitesi’ndeki bir eyleme ve Batı medyasındaki haberlere kadar onlarca iddia bültenin kapsama alanına girmişti.

Çoğu da doğrudan Hamas ile ilgiliydi. Bu yalanlamalardan birinde “Hamas, kilise yağmalayarak heykelleri yıkıyor’ iddiası doğru değildir”, bir başkasında “Hamas çatışmalardan kaçmaya çalışan Filistinlileri infaz ediyor’ iddiasıyla paylaşılan görüntülerin İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgisi bulunmamaktadır” deniyordu. 26 Ekim’deki paylaşımında da “İsrail askerleri Gazze'ye girdi, 40 Hamas üyesini yakaladı’ iddiası doğru değildir” açıklaması yapılıyordu.

İyi de Hamas, ülkemizdeki bir örgüt değil. Hamas hakkındaki bu iddialar Türkiye’deki hesaplardan da paylaşılmamış. Öyleyse Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kurumu, Hamas hakkındaki bir iddiayı yalanlama işini neden üstlenir? Varsın Hamas yalanlasın, sözcülüğe ne gerek var?

ABD Başkanı Biden’ın “Hamas militanları, 40 bebeğin kafasını kesti” iddiasını dile getirmesi, Gazze’deki hastanenin İsrail tarafından vurulması gibi kritik konuların DM’nin radarına girmesi bile anlaşılabilir. Ama cihatçı bir örgüt olan Hamas’ın eylemleriyle ilgili yalanlamalar, Dezenformasyon Merkezi’nin işi olmasa gerek. Erdoğan bu örgütü nasıl tanımlarsa tanımlasın.

Tek cümleyle:

  • Sabah’ta Salih Tuna mahlasıyla yazan Davut Kayacı, “Muhafazakâr satışa devam mı?” yazısında Türkiye gazetesini “İsrail’in yolunu İran açıyor” haberi nedeniyle “İsrail’in önünde oluşan direniş atmosferini iğva etmek (ayartmak)” ile suçladı; haberde sözleri aktarılan kişi için de “ehlileştirilmiş ahmak” dedi.

  • Sabah’taki “Kocam evde uyuşturucu yetiştiriyor” başlığı ve “polisin evde saksılarda yetiştirilen uyuşturucu madde” ifadesi yanlıştı; saksıda uyuşturucu madde yetişmez, uyuşturucu yapımında kullanılan bitki yetiştirilebilir.
  • Yeni Akit, bu kez de Gazze için açıklama yapmadıkları gerekçesiyle sanatçılar Cem Yılmaz, Zafer Algöz, Gökhan Özoğuz, Erdal Beşikçioğlu ve Nejat İşler’e “Sanatçı müsveddeleri” diye hakaret etti ve hedef gösterdi.
  • Yeni Akit ve Yeni Şafak, Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel, eşi Fatma Gümüşel ve Kadir İstekli’nin 6 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismar davasındaki mahkûmiyet kararının Yargıtay’da bozulması için kampanyaya girişti.
  • Sabah ve Milliyet’te, intörn doktor Nida Nur Nergiz’i vuran Ersin K’nin olay anı görüntüleri ve yüzü açık fotoğrafı yayımlanmasına rağmen soyadı kodlandı.
  • Cumhuriyet, “CHP, Irak ve Suriye tezkeresini 81 ilde düzenlediği eylemlerle protesto etti” başlığı attı ama tüm kentlerde eylem değil sadece “basın açıklaması” yapılmıştı.
  • Hürriyet’in, “Ölen Gazzeliler rakam değil can” başlığında “rakam” sözcüğünü kullanması yanlıştı; “rakam” değil “sayı” denilmeliydi.
  • Yeni Şafak’ın BBP büyük kongresi hakkındaki haberinde, kongrede partililer arasındaki kavgadan söz edilmedi.
  • Habertürk’ün “Atilla Taş’a 2 yıl 2 ay 25 gün hapis cezası” haberinde sanatçının cezaevinde yatıp yatmayacağı bilgisi yoktu.
  • BirGün’ün “Gazeteci Bayram’a hem ceza hem tahliye” haberinde Hamdullah Bayram’ın ne kadar süreyle hapsedildiği ve hangi örgüt üyesi olmakla suçlandığı bilgisi eksikti.
  • Halk TV, Londra’da metro yolcularına “Özgür Filistin” sloganı attıran makiniste soruşturma açıldığı haberinde ilgisiz şekilde Türkiye’den bir mahkemenin fotoğrafını kullandı.
  • Milat yazarı Serdar Arseven, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanı sıra Uğur Mumcu’nun ve hatta Turgut Özal’ın ölümünde de “İsrail parmağı” olduğunu öne sürdü.
  • İHA’nın “Zimmetine para geçiren bankacıya 21 yıl hapis istendi” haberinde mahkemede sanık olmasına rağmen Ayşe Pelin Üner’in soyadı kodlandı ve fotoğrafta yüzü kapatıldı.
        Medya Ombudsmanı | Faruk Bildirici-T24
          ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: medyaombudsman@gmail.com

Cumhuriyet'in ilk 100 yılında devlet borçları (III): II. Dünya Savaşı sonrası yeni dünya düzeninde devlet borçları (1946-1960 dönemi) - Binhan Elif Yılmaz / T24

 

Çok partili siyasal yaşam ve liberalleşme eğilimleri gölgesinde ekonomi politikaları

Türkiye, İkinci Dünya Savaşına girmese de savaşın zararlarına maruz kalmıştı. Seferberlik ilanı ekonomik faaliyet düzeyini düşürürken, kaynakların önemli kısmı orduya tahsis edilmişti. Dış ticaret olanaklarının kesilmesi darlığa, bu da karaborsacılığa yol açmıştı. 1943-1945 yılları arasında büyüme oranı ortalama yüzde 10 düşerken, fiyatlar genel seviyesi yüzde 50 civarında gerilemişti. İthalat zayıflarken dış ticaret dengesi fazla vermişti.

Nurhan Yentürk ve Yakup Kepenek (1995) kitaplarında o dönemi şöyle tanımlar: "İkinci Dünya Savaşı yıllarında ileri boyutlara ulaşan özel sermaye birikimi, ülke içindeki ve dışındaki gelişmelerin etkisiyle ekonomik ve toplumsal gelişmede gücünü artırdı, bu süreç kırsal kesimin pazara açılması, hızlı kentleşme ve buna bağlı olarak yeni birikim olanakları yarattı. Ancak bu dönemde alınan Milli Koruma Kanunu gibi olağanüstü önlemler ve hükümetin ekonomiye müdahalesi sonucu fiyat denetimleri artırıldı, banka kredileri sınırlandırıldı, faiz oranları yükseltildi ve Varlık Vergisi uygulaması özel sermayeyi ürküttü. Tarım kesimi ise hem olağanüstü vergileme hem de savaş hazırlıklarının yarattığı insan gücü kaybı gibi nedenlerle üretim azalışı ve gelir kaybıyla karşılaştı."

1946 yılında Türkiye'nin kendi dinamiklerinden doğan 1930'lardaki devletçiliğin devamı niteliğinde İvedili Kalkınma Planı hazırlanmıştı. Ancak sanayi sektörünü destekleyen bu planın içeriğini ABD kabul etmemişti. Türkiye de Marshall yardımlarından pay alabilmek için ABD onaylı yeni bir plan hazırlamak durumunda kalmıştı. Bu plan, 1947 yılında İktisadi Kalkınma Planı ya da Vaner Planı olarak bilinen plandı. İvedili plandan sonra Beş Yıllık Tarımsal Kalkınma Programı hazırlanmış, bunun sonucu olarak hükümet Marshall yardımını (dış borç) almıştı.

Bu son Planla ekonomik gelişmede sanayileşmeye değil, tarıma önem verilmeye başlanmıştı. Bu hedef de Türkiye'nin Avrupa'nın zahire ambarı (tarımsal hammadde deposu) yapılma isteğiyle uyum içindeydi. Ayrıca devletin ekonomiye müdahalesi de sınırlandırılmıştı. 1950- 1960 yılları arasında, Demokrat parti döneminde başka da bir plan yapılmamıştı.

Sonunda Türkiye yüzünü Batı'ya dönmüştü ve ABD yardımlarından yararlanmıştı.

O dönemde iç siyasette çok partili sisteme geçilirken, uluslararası düzen yeniden şekillenmekteydi. 1944 yılında imzalanan Bretton Woods anlaşmasıyla IMF ile Dünya Bankası'nın kurulması kabul edilmiş, bu tarihten sonra ülkeler yerel paralarını dolara göre tanımlamışlar ve ABD ya da doların egemenliğini kabul etmişlerdi. Türkiye 1947 yılında IMF'ye, 1948 yılında da Batı Avrupa ülkelerine ABD yardımlarının (Marshall Yardımı) dağıtımını düzenleyen ve sağlayan OECD'ye üye olmuştu.

Artık Türkiye'de liberalleşme eğilimleri hız kazanmıştı. Bu yeni düzende sanayileşmeyi özel sektöre bırakmak, tarım sektörüne öncülük vermek ve dış ticarette liberalizasyon şeklinde üç temel iktisat politikası uygulamaya konulmuştu.

1946-1960 yıllarında ekonomik ve mali göstergeler nasıl şekillendi?

Savaş sonrası dışa dönük, kağıt üstünde Plan ile uygulanan liberal ekonomi politikalarıyla 1946-1959 döneminde GSYH ortalama yüzde 8,5 oranında artmış, 1950-1953 yılları arası Kore Savaşı'nın ihracata olumlu katkısı ile üretim artışı gerçekleşmişti. Enflasyon oranı 1946-1952 aralığında özellikle tarım üretiminin bolluğu, Marshall yardımları ve ithalatın serbestleştirilmesinin de etkisiyle artmamış, ancak 1952-1958 yılları arasında giderek yükselerek 1959 yılında yüzde 20'lere çıkmıştı (Bakınız Tablo 1).

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti dış ticarette daha liberal bir politika izlese de 1950 yılından itibaren hızla artan dış ticaret açıklarının döviz rezervlerini eritmesi, enflasyonun ihraç ürünlerinin dış pazarlarda rekabet gücünü azaltması, iklim koşulları nedeniyle tarımda üretimin düşmesi gibi etkenler nedeniyle dış ticaret politikasında daha korumacı bir rejime geçilmesi gerekmişti.

1957-1959 yılları arasında 1 dolar resmi kura göre 2,8 TL'den işlem görmesine rağmen ithalatta 18 TL'ye çıkmıştı. Bu para politikası aynı zamanda ihracatı azaltıp, dış ticaret açığını artırarak döviz kıtlığı yaratmıştı. İthalatçılar ucuz döviz almak isteğiyle ihtiyaçlarını normalin üstüne çıkarınca piyasada ithal malı kıtlığı ve karaborsa oluşmuştu. Dış borç için alacaklı devletlere başvurulmuş, ancak devalüasyon yapılırsa dış yardım yapılabileceği tavsiyesi alınmıştı. Sonuçta ekonomi ihracatın artan ithalat karşısında artırılamaması sürecine girmişti.

Demokrat parti izlediği liberal ekonomi politikalarına rağmen 1954 yılından sonra yeni KİT'ler kurmuştur. Kamu yatırımlarına önem verilmesiyle yatırım harcamalarının bütçedeki payı yüzde 20'nin üzerine çıkmaya başlamıştı. Yüksek düzeydeki borçluluk ve borç servisinin aksatılmasıyla yaşanan 1958 moratoryumu transfer harcamalarının bütçedeki payını o yıl yüzde 25'e çıkarmıştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bütçe gelirleri içinde vergilerin payı azalış göstermişse de 1953-1960 döneminde kamu finansman aracı olarak vergi gelirleri en yüksek orana ulaşmıştı. Verim alınamayan Kazanç Vergisinin yerine Gelir, Esnaf ve Kurumlar vergileri kabul edilmişti. 1957 yılında gider vergileri reformu gerçekleştirilmişti. En fazla vergi hasılatı sağlayan vergi, 1957 yılına kadar yürürlükte kalan Muamele Vergisi olmuştu. Dolaylı nitelikte olan bu verginin hasılatında görülen artış ile vergi gelirlerinin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 60'ı geçmiş, vergi sistemine dolaylı vergiler hâkim olmaya başlamıştı.

Cumhuriyetin ilk "borç çıkmazı"

Ülkenin kalkınma hamlelerine ve bu çerçevede 1954 yılından itibaren kurulan KİT'lerin finansmanına vergi gelirleri yetersiz kalmıştı. Bütçe açığı giderek büyümüş ve bu açığın önemli bir kısmı Merkez Bankası kaynaklarından ve iç borçlanma ile karşılanmıştı. Bu dönemde ayrıca dış borçlanma da sorun yaratmaya başlamıştı.

Cumhuriyetin ilk önemli krizi, 1958 kriziydi ve Türkiye dış borçlarında ilk defa moratoryuma gitmişti.

4 Ağustos 1958'de IMF ile Stand-By düzenlemesi ve bir istikrar programı yapılmıştı. TL yüksek oranlı devalüe edilirken, iç piyasada krediler daralmıştı. Dış borç ile dış ticaret tıkanıklıkları giderilmiş ve enflasyondaki artış frenlense de ekonomiyi dengeye getirecek programın sonuçları iyice belirmeden 27 Mayıs 1960 ihtilâli olmuştu.

İç borçlanma

1950-1953 yılları arasında yüzde 16,5 oranında gerçekleşen para arzı artışı, 1954-1957 yılları arasında yüzde 30,2 oranına ulaşmıştı (Bakınız Tablo 2). Para arzı artışı-enflasyon döngüsü yaşanmaya başlamıştı.

İç borçlarda bu önemli sorunu Hüseyin Şahin (1995) şu örnekle açıklar:

"1950-1954 yılları arasında özellikle parasal genişleme önemli boyutlara ulaşmaya başladı ve fiyatlardaki artışı açıklayan bir neden oldu. Hükümet bu dönemde para arzını kontrol etmek yerine enflasyonla mücadeleye başladığından, fiyatları ve kâr marjlarını kontrol altında tutmaya çalıştı. 1958 yılına kadar parasal genişlemenin önüne geçilmedi. 1958 istikrar programıyla para arzı ve banka kredileri bir süre sınırlandırıldı."

1946-1960 dönemi Türkiye'nin iç borç sözleşmesi sayısının ve borç miktarının hızla arttığı yıllar olmuştu. Bu dönemde iç borçların özelliklerini maddeler ve tablo halinde toparladım (Bakınız Tablo 3):

  • İç borçlanmalar orta ve uzun vadeli, yüzde 5-7 faiz oranıyla ihraç edilmişti.
  • Kamu açıklarının finansmanı konusunda Merkez Bankası'na önemli görevler düşmüş ve emisyon artışı yaşanmıştı.
  • KİT'ler hazine kefaletine haiz bonoları kırdırarak finansman sağlamış ve kamunun finansmanında fonlar da kullanılmıştı.
  • Uzun vadeli iç borçlanma senetlerinin getirileri vergiden muaf tutulmuştu.
  • 1960'ta kısa vadeli olması gereken ve süresinde ödenmeyerek biriken dalgalı borçların olumsuz etkisini önlemek amacıyla konsolidasyona (tahkim) başvurulmuştu. Tahkimler iç borç miktarını önemli ölçüde arttırıcı rol oynamıştı.

Dış borçlanma

Türkiye'nin uluslararası finansman kuruluşlarına üyeliğinin ardından dış borçlanmasındaki değişikliklerden en önemlisi; artık birkaç devletten ve Rusya'dan değil, ABD'den ve uluslararası finans kurumlarından ve daha yüksek miktarlarda borç almaya başlamasıydı.

İlker Parasız (2001) Türkiye'nin bu dönemde yüzünü neden ve nasıl Batıya döndüğünü Truman Doktrini ve Marshall Yardımları üzerinden şu şekilde anlatır: "İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra Türkiye ve Yunanistan'a yardım yapmaya devam eden İngiltere, Şubat 1947'den itibaren yardımı kesmişti. 12 Mart 1947'de Truman Doktrini kapsamında Türkiye bağımsız ve iktisadi açıdan güçlü bir ülke olarak kabul edilerek Yunanistan'a 400, Türkiye'ye 100 milyon dolarlık askeri yardım yapılmıştı. Haziran 1947'de açıklanan Marshall Yardım Planı'na Türkiye de dahil olmuştu. Plana göre Avrupa ülkelerinin bir araya gelerek ortak bir plan hazırlamaları halinde yardım alabilecekleri açıklanmış ve aralarında Türkiye'nin de bulunduğu on altı Avrupa ülkesi, Avrupa İktisadi İşbirliği Komitesi'ni oluşturmuştu."

Türkiye'ye uygulama süresi 4 yıl 3 ay olan Marshall Yardım Planı öncesinde 1946'da devalüasyon yapılması yönünde telkinler yapılmıştı. Devalüasyonun ardından yardımlar alınmıştı.

1950-1960 döneminde dış borçların gelişimini etkileyen iki ayrı borç türü de ortaya çıkmıştı. Bunlar kamu sektörü kredili ithalat borcu ve ariyere borçlardı. Döviz yetersizliği hem kamu hem de özel sektörün dış ödeme taahhütleri bir gecikme ve birikmeye uğramıştı.

1946-1960 dönemi dış borçlarının özelliklerini maddeler ve tablo halinde toparladım (Bakınız Tablo 4):

  • İstikrar programını destekleyen borçlar nedeniyle en çok borçlanılan yıl, 1958 yılı olmuştu.
  • 1950-1960 döneminde dış borç seviyesinde yüzde 800'lük artış yaşanmıştı. Normal devlet borçlarının yanında ariyere borçlar ve kamu sektörü kredili ithalat borcu da yer almıştı.
  • 1950-1960 döneminde en çok borç ABD'den alınmıştı.
  • Uluslararası Kalkınma Örgütü (AID) teknik yardım programları yürütmüş ve Batıya yüzünü dönen Türkiye bu yardım ve bağışlardan yararlanmıştı.

 1946-1947 yıllarında IMF ve Dünya Bankası'nın kurulması Türkiye'de liberalleşme eğilimlerinin başlamasını, sanayi yatırımlarının özel kesimce gerçekleştirilmesini, tarım kesiminin desteklenmesini, dış kredi ve yardım sağlanmasını ve yabancı sermaye yatırımlarını teşvik edici düzenlemelerin gerçekleştirilmesini gerektirmişti. Ancak bu politikalar sonucu ülkenin borçluluk düzeyi giderek yükselmişti.

Ancak 1946-1960 yılları arasında kullanılan kredilerin 1955'te yüzde 83'ü, 1956'da yüzde 72,5'i yıl içinde borç servisinde harcandığından alınan borçlar verimli kullanılmamış, dönemin ilk yıllarında borç servisine ait tutar oldukça düşük iken ilerleyen yıllarda servis miktarı giderek artmıştı (Bakınız Tablo 5).

Türkiye'yi 1958 istikrar önlemlerine götüren bu yıllarda borç servisinin milli gelir içindeki payı da yükselme eğilimine girmişti. Demokrat Parti döneminde sermaye gruplarından vergi almak yerine, rant dağıtımına öncelik verilmesi, yıllarca enflasyonist finansmana başvurulması, Marshall yardımları başta olmak üzere yoğun dış borçlanmaya gidilmesi ve konsolidasyonun sıradanlaşması ülkeyi bir borç çıkmazına götürmüş, moratoryum ilan edilmişti.

Bir stand-by düzenlemesiyle gelen IMF, 1958 istikrar programında devalüasyon, KİT ürünlerine zam, sıkı para ve maliye politikası yanında ücretleri baskılayıcı başlıklardan oluşan acı reçetesini uygulatmıştı. Programın akıbeti tam olarak belirlenemeden 1960 ihtilâli yaşanmıştı.

IMF'nin bu önerileri karşılığında birikmiş dış borçların ödenmesinde kolaylık sağlanması ve yeni dış kaynak gündeme gelse de kabul edilen istikrar programının gerçek nedeni mevcut dış borçların konsolidasyonu değil, dış yardım ve kredinin devamını sağlama isteği ön planda olmuştu. Bunun için de öncelikle dış borçların yeni bir ödeme planına bağlanması gerekmişti. 1959 yılında imzalanan Paris Antlaşması'na dayalı olarak 1972 yılına kadar borçların ödenmesi kabul edilmişti.

Demokrat Parti döneminde borç çıkmazına giren Türkiye ekonomisi uzun yıllar borca bağımlı yaşamak zorunda kalmış, ilerleyen yıllarda konsorsiyum kredileriyle borç kısır döngüsünü devam ettirmişti.

Binhan Elif Yılmaz / T24


YARARLANILAN KAYNAKLAR 

Parasız, İ.; Türkiye Ekonomisi, 1923'ten Günümüze İktisat ve İstikrar Politikaları, Ezgi Kitabevi, Bursa, 1998.

Kepenek, Y. ve Yentürk, N.; Türkiye Ekonomisi, 18. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995.

Yaşa, M.; Devlet Borçları, İstanbul, Sermet Matbaası, 1965.

Yaşa, M.; Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi, Akbank Yayınları, İstanbul, 1980. 

Şahin, H.; Türkiye Ekonomisi, Tarihsel Gelişimi-Bugünkü Durumu, Ezgi Kitabevi, Bursa, 1995. 

İnce, M.; Devlet Borçları ve Türkiye, 6. Baskı, Gazi Kitabevi, Ankara, 2001. 

Akbulak, Y. vd.; Kayıp Yıllar - Türkiye'de 1980'li Yıllardan Bu Yana Kamu Borçlanma Politikalarının Bankacılık Sektörüne Etkileri, Beta Basım, İstanbul, 2004.

Erol, A.; Ekonomik Etkileri Açısından Türkiye'de Devlet Borçları (1981-1990), MGB APK Yayın No: 1992/324, Ankara, 1992.

Kandaş, B.; Azgelişmiş Ülkelere Yapılan İktisadi Kalkınma Yardımları ve Türkiye'nin Dış Kamu Borçları, İstanbul Üniversitesi SBE, Basılmamış Doktora Tezi, 1969.  

T.C. Cumhurbaşkanlığı, Strateji Bütçe Başkanlığı; Ekonomik ve Sosyal Göstergeler.


28 Ekim 2023 Cumartesi

Cumhuriyet yürüyüşü: Zafer, Utku, Onur - Orhan Gökdemir / soL

 

İnsan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların mucizelerindendir. Yalnız bunun için insanın da cumhuriyetin de yüceltilmesi ve yükselmesi gerekir.

Heinrich Krippel Viyanalı bir heykeltraş. Yalnız doğduğu yerden çok ülkemizde icra etmiş sanatını. Yerini bulan ilk çalışması Sarayburnu’ndaki anıt. Rastgele seçilmemiştir bu yer. Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’nin fitilini ateşleyen yolculuğu buradan başlar, Krippel’in bir diğer anıtının olduğu yerde, Samsun’da biter. Ankara Ulus’taki “Zafer Anıtı” bu mücadelenin evi olan Meclis’in karşısındadır. “Utku Anıtı” en zorlu savaşların yaşandığı Afyon’dadır. Özetle Krippel’in heykelleri Milli Mücadele güzergâhındadır, temsil ettiği de bu mücadeledir. Sonuncusu “Onur”dur, Samsun’dadır, temsil ettiği çıkışın onuru hepimizindir.

Birinci Dünya Savaşına topçu subayı olarak katıldı Krippel. 1925 yılında yeni cumhuriyete heykeller yapması için Türkiye’ye davet edildi. 1938’e kadar on üç yıl Türkiye’de kaldı, pek çok Mustafa Kemal heykeli yaptı. Galiba geride bıraktığı son eser Sümerbank binasındaki “oturan” Mustafa Kemal heykeli oldu. 1938 yılında Viyana’ya döndü, İkinci Dünya Savaşı başlayınca Türkiye ile bağlantısı kesildi, 1945’te öldü.

Mücadelenin ateşi söndü, cumhuriyeti cami avlusuna bırakıp kaçtı burjuvazi. Haliyle şimdi Krippel’in anıtlarında birer put görüyorlar, bunlarla kurucunun tanrılaştırıldığını düşünüyorlar. Tanrılar varsa putları da olur. Putlar put oldukları için değil, tanrıları temsil ettiği için saygı görür. Ancak yozlaşma dönemlerinde put temsil ettiği tanrının yerine geçer, onu gölgeler. Böyle dönemlerde putları kırmak gerekmiştir. Put kırıcılığının dinler ve sosyal mücadeleler tarihinde yeri var. Putlaştırma gerçektir. Mustafa Kemal’in düşüncesini öldürdüler, sonra putlarını yerine geçirdiler. “Atatürkçülük” anti Kemalist bir putçuluktur. 

Ama her yerde put görmek de bir başka aşırılık. En aşırı hali cihatçılarla-Taliban, El Kaide vs.- baş gösterdi, sonra oradan bizim ılımlı cihatçılara sirayet etti. Heykel görünce kırmızı görmüş boğa gibi kuduruyorlar. Put sanıyorlar, puta tapındıklarını unutuyorlar. Putları yıkma girişimlerinin temsil ettiği inancı da yerle bir etmesi, o nedenle, imkân dahilindedir. Ortodoks Hristiyanlıkta İkonaların, İslam’da Hacerülesved-Kara taşın putların dönüşümü açısından öğretici bir tarihi var. Kaldı ki heykel zamanla inançtan ayrılmış bağımsız bir sanat dalına dönüşmüştür. Heykelde put görmek bir zorlamadır, yersizdir.

***

Peki bu heykellerde, bu sanatta bir sorun yok mu? İtirazlar var. Örneğin önemli ressamımız Orhan Taylan, “Sanat Emeği” dergisinin 1 Mart 1978 tarihli sayısındaki “Türkiye’deki Nazi Heykelciliği” başlıklı yazısıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan heykelleri faşizan ilan ediyor. Krippel’inkiler de buna dahildir. Haliyle büyük, siyah, gösterişli, pazılı kütlelerdir yaptıkları. Hiçbirinin Türklükle veya Atatürk’le bir ilişkisi yoktur. Taylan daha da ileri giderek bunların vücutlarının birer Alman veya birer Romalı olarak tasarlandığını, Mustafa Kemal’in başının o vücutlara sonradan eklendiğini iddia ediyor ki, mümkündür. Kaldı ki bu esintiler dönemin mimarisinde de izlenebilir. Her birine insan üstü devler için hazırlandığı izlenimini veren devasa kapılardan girersiniz. Yüksek tavanlar, geniş açıklıklar küçültür içine gireni. Ama tabii öznellik bu sanatın içinde hep var. Belki de amaç içeri gireni yükseltmek, yüceltmektir, kim bilebilir? 

Tabii cumhuriyet de, kuşkusuz, insana bu üstünlük duygusunu vermek istiyordu. Yeni bir halk ve yeni bir ulus icat ediyordu çünkü. Düşmüşü yükseltmeden, ezileni yüceltmeden bunu yapmanın imkânı yoktur. Unutulmasın, devrimci cumhuriyet sanatının eleştirileri artık oluşmuş bir şeyden, Türk halkı, söz ediyor. Halbuki cumhuriyetin ilk yıllarında bu sanat o şeyi oluşturmak için icra ediliyordu. Halkı, cumhuriyet icat etmiştir. Yükseltme veya yüceltme, bu icadın olmazsa olmazlarındandır. Zaman bakışımıza belirliyor. O heykellere ve mimariye 1978’de bakmak ile 2023’te bakmak arasında büyük fark var haliyle. Bizler çöken bir dönemin içinden bakıyoruz geçmişe. İnsanı ufaladılar, ezdiler, kullaştırdılar, birer yürüyen ölüye dönüştürdüler. Büyük kapılara da gösterişli insanlara da artık yer yoktur. 

İnsanı ufalama döneminin de mimarisi ve heykeli var. Beştepe sarayı mimari başyapıtıdır. Büyük kapılar, geniş açıklıklar yine var ama amacı sadece içindekini yüceltmek içindir. Heykeline gelince; bildiklerimiz, daha doğrusu muhatap olduklarımız var. Şanlıurfa’nın Harran İlçe Belediyesi tarafından yaptırılan Tayyip Erdoğan’ın tanka eliyle “dur” işareti yaptığı heykel bunlardan biri. Ankara’da Melih Gökçek'in yaptırdığı dinozor heykelleri, Dinocan, var. Diyarbakır kayyım Belediyesi tarafından havalimanı kavşağında yapılan karpuz içinde çocuk ve kadayıf tepsisi taşıyan adam heykelleri var. Samsun Vezirköprü’deki semaver heykeli, Çarşamba’daki yumurta topuk ayakkabı ve kasket heykeli, Bursa İnegöl’deki köfte heykeli, Kızılcahamam'daki bazlama heykeli, Amasya’daki “özçekim” yapan şehzade heykeli bu dönemin şaheserleri arasındadır. Hepsi tartışmasız yerli ve millidir ama sanat değildir. Hiçbirinde bir yükseltme veya yücelik bulamıyoruz, simidin, çayın, köftenin ne yüceliği olacak? Demek ki devrim ile karşıdevrim sanatı arasında kıyasla ulaşabileceğimiz bir yer yoktur. 

Orhan Taylan, 1 Mayıslardan aşina olduğumuz pazılı işçi afişlerinin yaratıcılarındandır. Bunlardan birinde işçinin pazıları kafasından büyüktü. Sol ve emek düşmanı Murat Belge bu orantıya dikkat çekip dalga geçmişti o afişlerle. Nazilik de buldu mu, hatırlamıyorum. Pazıya takılmıyoruz, biliyoruz, yaratıcıları işçiyi yüceltmek, yükseltmek istemiştir. Başka türlüsünü düşünemeyiz. Murat Belge gibi bakmayız; pazılı veya pazısız, o afişlerde dönemin devrimci ruhu var. İyi veya kötü, eksik veya fazla Krippel’in heykellerinde de devrimci cumhuriyetin harcı var. Yerleri çok yükseklerdedir. 

***

Mimari de durum aşağı yukarı böyle. Yükseltmeye ve yüceltmeye açık bir itiraz var. Aziz Nesin'in oğlu Ali Nesin’e borçluyuz bu itirazlardan birini. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi binasıyla ilgili “Bu çirkin binayı yapan, yapmakla kalmayıp çok beğenip aydınlatan, en az dört bayrakla donatan, Atatürk’ün oldukça basit bir cümlesini üniversite duvarına kazımaya değer gören zihniyet elbette öğrenciler için bir masa, iki bank, üç güneşlik koymayı akıl edemezdi. Çünkü bu dalkavuk sefiller için genç ile davar arasında bir fark yoktur” dedi bir keresinde. Binayı beğenmemişti. DTCF binası, insana değer vermeyen “ceberut” devletin simgesidir demeye getiriyordu. Duvara kazınmış basit cümle dediği ise “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözüydü. Ali Nesin bunları yazdığında ilim çoktan tepelenmiş, yerine yeniden din oturtulmuştu. 

DTCF bu bilimsizliğin ilk belirtileri nedeniyle kazındı belleğimize. Cumhuriyet geriye kaçmıştı, ülkede antikomünizm rüzgârları esmekteydi. Krippel’in ölüp dünyadan çekilmesinden birkaç yıl sonra Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes fakülteden atıldı. Atılanların solcu olduklarından şüpheleniliyordu. Gericiler hedefi büyüttü sonra, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i, Rektör Şevket Aziz Kansu’yu da istemiyorlardı. DTCF hocalarının Ali Nesin’in beğenmediği o kapıdan dışarıya atıldığı tarihte cumhuriyet de bitmişti aslında. 

Cumhuriyet bitti bitmesine ama adı bile nefret üretmeye devam ediyor. Ali Nesin’in nefretinin sebebi de DTCF binasının cumhuriyetin kurucu ideolojisini ve bilimi simgelemesi. DTCF’nin mimarı Bruno Taut usta bir mimardı. Sosyalistti. Naziler iktidara gelince ülkesinden kaçmak zorunda kaldı, Türkiye’ye davet edildi.  1930’larda bir kısmı bugün de kullanılan örnek yapılar tasarlamıştı. DTCF projesini 1938’de çizmişti. Taut’un eserleri arasında Atatürk Lisesi, Trabzon Lisesi, İzmir Cumhuriyet Kız Enstitüsü ve Atatürk'ün katafalkı gibi yapılar var. Mimarisi gösterişli olmakla birlikte Nazi esintisi bulmamız imkansızdır. 1938’de öldü, İstanbul Edirnekapı Şehitliği’ne kabul edilip gömülen tek gayrimüslimdir. Kısacası, DTCF binası öyle kolayca bir tarafa atılacak bir yapı değil. Yolu o binadan geçenler bankların gölgelik arka bahçede olduğunu bilir ayrıca. Banksızlık güneşli protokol girişine hastır. “İlimsiz” tartışamayız!

“Adam matematikçi, ne anlar mimariden” demeyin. Ali Nesin’in Şirince’deki Nesin Matematik Köyü’nde, matematikle birlikte tasarım-mimarlık dersleri de veriliyor. Bir de Sevan Nişanyan faktörü var; kural tanımaz bir alaylı mimardır. Ali Nesin ondan matematik köyünün mimarı diye söz ediyor. Yalnız köyde herkes mimardır. İhtiyaç yoktur, anlamında kullanıyorum. Yine de tarihi bir bölgede mimarlık sanatını icra etmek için ilgili yerlerden izin almak gerektiğini herkes bilir. Kaçaktır, tek eylemi kaçak inşaat yapmak olan ilk siyasi suçlu olarak tanıyoruz.

Tabii DTCF mimarisi de sorunludur. Garip bir simetrisi vardır, kaplamaları savaş nedeniyle yarım kalmıştır. Nazi etkisi de bulunabilir aranırsa. 1930’lu yılların ikinci yarısında Nazi etkisi bütün Avrupa’da yaygınlaşmış, Mimari tarzlar birbirlerine yaklaşmıştı. Zamanın ruhudur bu. Tartışırız. Tabii tartışır derken, köy usulü bina yapan kaçak inşaatçıları bir yana bırakıyoruz. 

***

Krippel II. Dünya savaşının son yılında öldü. Viyana’daki gömütünün üzerine güzel bir anıt mezar yapıldı. Fakat kimsesizdi. Mezarı için gerekli ücret ödenmeyince anıt bulunduğu yerden kaldırıldı. Anısı silinmişti. Devreye Türk toplumu girdi, anıtını yeniden yaptırdı. Türk toplumu temsilcisi adına Prof. Birol Kılıç, Krippel’e olan saygılarını şöyle gerekçelendiriyor; “1920 yıllarında yaşayan milyonlarca Alman, Avusturyalı ve Macar vatandaşları gibi o da bir Atatürk hayranıydı. Çünkü Atatürk ülkesini işgal edenlere karşı Sevr Antlaşması’nı yırtarak Kurtuluş Savaşı vermişti ama Almanya, Avusturya ve Macaristan işgalini sadece izlemişlerdi.” Krippel’in Türkiye ve Atatürk’e olan sevgisinin nedeni de buydu. Gelip, laik Türkiye'nin kurulmasına sanatıyla katkıda bulunmuştu, Avusturya Türk Toplumu da Krippel’i bundan dolayı seviyordu. Yükselten yükselir, artık Krippel’in kimsesi Avusturya’da yaşayan cumhuriyetçilerdir. 

***

İnsanlığın da cumhuriyetin de bir güzergahı var. Güzergaha bakıp onur devşiriyoruz. Cumhuriyet insanı onurlandırmanın en yüce yollarından biridir. Cumhuriyetsiz insan düşünemiyoruz. 

O onurlu güzergahlarından birinde Giordano Bruno yürümüştür. Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde ateli taraftarları vardı artık. Kiliseye ve yaslandığı düzene savaş açmıştı. Yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna inanmaktaydı.

“Magnum miraculum est homo”… Yaşamıyla ve ölümüyle sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir. Yürüyüşüne bakıp onur devşiriyoruz, Cumhuriyetsiz insan düşünemiyoruz. 

Bruno’dan miras bir davamız var. İnsan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların mucizelerindendir. Yalnız bunun için insanın da cumhuriyetin de yüceltilmesi ve yükselmesi gerekir. Laik cumhuriyet o mucizeyi kuvveden fiile çıkarma girişimidir. Kutluyoruz, kutlu olsun.

Orhan Gökdemir / soL 


Cumhuriyet’in 100’ü Başkent’in yüzü - Tezcan Karakuş Candan* / 100. YILDA 100 YAZI-duvaR

 

Ulus devlet olma sürecinde bağımsızlığın ve bir aradalığın simgesi olacak Başkent, yeni rejimi temsil edecek şekilde özenle tasarlanır. O dönemde dünyada tasarlanan dört başkentten birisidir.

Cumhuriyet’in 100.yılı onu temsil eden Ankara’nın Başkent oluşunun da 100.yılı aynı zamanda. Cumhuriyet’in ilanından önce 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’nın resmi olarak başkent ilan edilmesi 16 gün sonra ilan edilecek Cumhuriyet’e verilen önemli referanslardan biriydi. Cumhuriyet’in 100.yılını karşılarken Başkent’in tarihteki uygarlıkları kucaklayan temsili, modern bir ülkenin çağdaş simgelerinin temsili ve Cumhuriyet ideolojisinin temsili ile Cumhuriyet’in yüzü Başkentin yüzü, çoklu temsillerle ifadesini bulur.

Kentin her bir noktasına nakış nakış işlenen Cumhuriyet ideolojisinin mekânsallığı, yaşadığı tahribatlar, aynı zamanda rejimle hesaplaşan iktidarların bir çatışma alanına dönüşmesinin sahnesi haline gelir. 100 yıllık Başkent hikâyesi aynı zamanda, hikâyesi olanlarla olmayanların, geçmişle gelecek arasında kurulacak köprünün şimdide ki mücadelesini de içerisinde barındırır.

HER KENTİN HİKÂYESİ VARDIR

Her kentin hikâyesi vardır, o hikâye yaşayanlarına geçer onunla birlikte vücut bulur. O yüzden tanışmalarda “nerelisin?” sorusu aynı zamanda bir referansa işarettir. Ankara, hikâyesinde Anadolu’nun ortasında bir bozkır kasabası olarak ifadelendirilse de çok kültürlü ve uygarlıklara ev sahipliği yapmış bir kültürler katmanıdır. Ankara katmanlı yapısı ve çok kültürlülüğü ile bir bozkır kasabası değil bilge bir kenttir. Tüm tarihsel katmanları kucaklayıcı ve üzerine eklenerek birbirini besleyerek Cumhuriyet’in başkenti olarak taçlanan direnişin kentidir. Her dönemde, her direnişte aldığı farklı isimler onun geçmişi ve birikimidir.

Bilinen en eski ismi, bazı uzmanların “gemi çapası” anlamına gelen Yunanca sözcükten türetmek istedikleri “Ankyra”dır. Hitit tabletlerinde, sık sık anılan Hitit şehri olan “Ankuwa” Haçlıların Ankara’yı “Ancras” şeklinde anması ile uyumlu bir şekilde değişir isimleri. Danişmendliler Zatü’lSelasil ve Enguriye olarak adlandırırlar. Selçuklular Enguriye ve Engure derler. 1343’e kadar Moğol yönetiminde şehrin ismi Enguriye’dir. 1360’a doğru Amadiye şehre Enguri der. Vergi kayıtlarında sadece Ankara isminin kullanıldığını söyleyen Evliya Çelebi gibi, Kâtip Çelebi’de 1648’e doğru Cihannüma eserinde şehre Ankara ve Engüri ismini verir. 1701’de Tournefort şehri Angora ya da Angori ismiyle anlatır ve Türklerin onu Engour olarak isimlendirdiklerini söyler. Avrupalılar şimdilerde Angora dedikleri şehre bir zamanlar Ancyre diyorlardı. Halk arasındaki ismi Enguru iken resmi dildeki ismi Angara idi. 1923'ten bu yana k harfinin yumuşak telaffuzuyla adı Ankara’dır.(1)

Farklı dinlerin bir arada yaşam bulduğu Ankara hoşgörünün de başkentidir. Hıristiyanlığa geçiş döneminde özgür pagan düşüncenin canlı kaldığı bir merkez olduğu kadar, Hıristiyanlık döneminde de Hıristiyan teolojisinin ve felsefesinin en güçlü odaklarından biri olmayı sürdürür.(2) Ankara Kalesi’nden, Hacı Bayram Camisi ve Augustus Tapınağı’na kadar her dönemin izlerini taşıyan kesitleri Ankara’nın çok kültürlülüğünün ve hoşgörüsünün de kesitidir. Tarihsel ve kültürel zenginliği bir daha hiç değişmeyecek şekilde Ankara ismiyle kucaklayan Başkent, Cumhuriyetle birlikte bütün isimlerin ve kültürlerin sığındığı gemi çapası ile bu topraklara demirlenen kurtarıcı bir liman işlevi üstlenir.

FİİLİ BAŞKENTLİK’TEN HUKUKİ BAŞKENT'LİĞE

27 Aralık 1919’da Atatürk’ün Ankara’ya gelişi ve TBMM’nin açılışı ile Kurtuluş Savaşı’nda Mili Mücadelenin karargâhı haline gelen Ankara, Saltanata karşı direnişin, Kuvayı Milliye’nin karargâhı haline gelir. Atatürk’ün 27 Aralık’ta, Heyeti Temsiliye’nin idare merkezinin Ankara olacağını açıklaması ise Ankara’nın fiilen başkent ilan edilmesi anlamını taşır. Anadolu’nun ortasında, demiryolu bağlantısı, telgraf ağındaki konumu, stratejik ve coğrafi önemi ile Anadolu’ya yayılacak bir eşitliğin ve gelişmenin yer seçiminin de ifadesinde olarak Ankara 1919-1923 yılları arasında Kurtuluş Savaşı’nın fiili başkenti olur. O tarihlerde Atatürk yabancı bir gazete olan Le Temps'e verdiği röportajda “Siyasi başkentimiz Anadolu’nun ortasında olacaktır” diyerek Ankara’yı işaret eder. Ancak 1921 yılında TBMM’ye verilen 'Başkentin yerinin değiştirilmesi ve Ankara olması' önerisi çoğunlukla reddedilir. Bu durum henüz olgunlaşmamış mücadele sürecinde zaferin sonrasına bırakılarak 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’nın fiili başkentliği hukuki başkentliğe dönüşür. Başkent olma mücadelesi zaferle sonuçlanır. 

CUMHURİYETİN YÜZÜ ANKARA

Bu başkentlik politik bir gücün ifadesinin temsili ve aynı zamanda Cumhuriyet ile ona karşı olanların mücadelesinin başladığının da ifadesidir. 20.yy başlarında emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin sonunda şekillenen ulus devlet olma sürecinde bağımsızlığın ve bir aradalığın da simgesi olacak Başkent, yeni rejimi temsil edecek şekilde özenle tasarlanır. O dönemde dünyada tasarlanan dört başkentten birisi olarak tarih sayfasında yerini alır.

Ankara’nın Başkent olması ile İstanbul Ankara tartışmaları alevlenir. Ankara’nın geçici başkent olacağına inananların safına İstanbul’da bulunan elçiliklerin de taraf olması, Osmanlı döneminde başkentin Anadolu’ya taşınması tartışmasını açan devletlerin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte Anadolu’daki bir başkente direnç göstermeleri ile Ankara-İstanbul tartışması daha da büyür. Savaş bitmiş ama mücadele bitmemiştir. Vatanın kurtarılmasında rol oynayan kurtarıcılar ve onları bağrında büyüten direnişe mekân olan, karargâh olan, Başkent olan Ankara süreç içinde kalıcılığını ortaya koyar. Devlet hukuku açısından önemli bir sorun olan elçiliklerin Ankara’ya taşınmama dirençleri, Atatürk’ün notaları, diplomasi yolu ve Ankara’da verilen resepsiyonla çözme becerisi ile zaman içerisinde kırılır. Diplomatik süreçlerle verilen notalar yerini bulur ve tüm elçilikler direnişten vazgeçerek Ankara’ya taşınmak zorunda kalırlar.

Başkent’in “İstanbul mu Ankara mı?” olacağı tartışmalarından zaferle çıkan Ankara hummalı bir kurumsallaşma sürecine girer. Kamucu bir bakış açısıyla planlamasından, mekânsallığına sosyal hayatından kültürel yaşantısına, barınmasından, yeşil alanlarına, fabrikalarından, spor alanlarına, eğitim yapılarından, sağlık yapılarına, kamusal mekânlarından idari yönetim mekânlarına kadar, devrimin başkenti olan Ankara’da bir mekânsal devrim yaşanır. Her aşaması ayrı bir mücadele ile perçinlenen Başkent yeni kurulan ulus devletin şantiye sahası işlevini üstlenir.

BAŞKENTİN MEKÂNSAL KURUMSALLAŞMASI 1923-1950

1924 Lorcher ve 1932 Jansen Planları ile Ankara’da ana yerleşim aksı ve alanları belirlenir. Ulus Tarihi Kent Merkezi’nden, Çankaya’ya doğru uzanan yeni şehir merkezi ile özgürlükçü ve çağdaş bir yaşama uzanan, sağlıklı bir toplumun inşası başlar. Bu aynı zamanda Cumhuriyet ideolojisi ile Başkent’in mekânsal olarak kurumsallaşması mücadelesinin de kendisidir. 

                                                   Harita  1 : Lorcher Planı, Harita 2: Jansen Planı

1923 ile Atatürk’ün ölüm tarihi olan 1938 yılına kadar kentsel gelişimde Ankara’da plan üzerinden bir süreç, kontrollü şekilde de olsa devam eder. Atatürk’ün ölümünden bir ay sonra planın uygulanması sürecinde görev yapan Herman Jansen’in danışmanlığına son verilir. Herman Jansen, rant ilişkilerinden uzak durmuş ve gelen tüm baskıları göğüsleyerek planı uygulama kararlığı içerisinde olmuş, Atatürk de bunu sonuna kadar desteklemiştir. Atatürk’ün ölümü ile kent, planlı gelişim desteğinden yoksun kalır ve planlı gelişim sürecinde bir kırılma yaşanır. Ancak başlayan mekânsallaşma süreci, 1950 yılına kadar devam eder.

Bu dönemde kamu yapıları ile birlikte, Bahçelievler Yapı Kooperatifi, Cumhuriyetin ilk toplu konutu olan Saraçoğlu Mahallesi gibi devlet lojmanları, Merkez Bankası Evleri gibi kooperatif örgütlenmeleri ile de konut üretimi sağlanır. Bu dönem içerisinde Ankara Cumhuriyet’in uygulama laboratuvarına dönüşür. Banka binaları, müzeler, bakanlıklar, okullar, konservatuarlar, opera ve sergi binaları, kültür yapıları, spor yapıları, sağlık yapıları, parklar ile birlikte Cumhuriyet ideolojisini mekânlar aracılığı ile toplumla buluşturur. Başkent kimliği ve Cumhuriyet ideolojisi mekânların tanıklığında gelişir ve gelecek kuşaklara aktarılacak güçlü hafıza mekânları oluşturulur. Cumhuriyet’in ilanından 1,5 yıl sonra 5 Mayıs 1925 tarihinde Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluşu, modern bir Türkiye’nin bilimden sanata, tarımdan ekonomiye, sosyal yaşantıdan eğitime, barınmadan kültüre, üretimden paylaşıma kadar, Cumhuriyet’in özgürlükçü değerlerinin mekânsal ifadesi olarak hayata geçirilir. Her yönüyle bir halk üniversitesi işlevi gören Atatürk Orman Çiftliği, Cumhuriyet ideolojisinin kurucu mekânları arasında ilk sırada yer alır.

Türkiye’de 1933 yılında üniversite reformu gerçekleştirilir. Aynı yıllarda Almanya’da Hitler işbaşına gelir ve binlerce insan toplama kamplarında katledilirken bilim insanları da tutuklanır, haklarında soruşturmalar başlar. Atatürk’ün daveti ile mimarlık, şehir planlama, ekonomi, sağlık, hukuk, eğitim, kültür, fizik, kimya, biyoloji, müzik alanında bini aşkın Almanca konuşan bilim insanı Türkiye’ye gelir. Başkentin planlamasında, yapıların inşasında, Cumhuriyet’in hukuk, insan hakları, eğitim, kültür, sanat, sağlık ve birçok alanında mevzuatlardan, uygulamalara kadar, Hitler faşizminden kaçan ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni yurt edinen bilim insanlarının katkıları gerçekleşir. Cumhuriyet’in ve Başkentin harcına 1933-1945 yılları arasında, faşizmden kaçan bilim insanlarının direnişleri ve yaratıcılıkları karışır. Kültürler katmanı Ankara’ya, bu kez de faşizme karşı bilimin sürdürücüleri göçmenlerin katmanı eklenir.

Cumhuriyet’in Başkent’inde kurumsallaşma sürecinde, yapılarla birlikte içerisindeki tüm uygulamaların da alt yapısı kurulur.

Başkentin kurumsallaşması dönemine izler bırakan ve Cumhuriyet’in altyapısını oluşturan bu yerleşimler ve yapılar Cumhuriyet ideolojisi ve onun temsil mekânı olarak Başkentin hafıza alanlarına dönüşür: “1924-1928 Ankara Palas, 1925 Atatürk Orman Çiftliği yerleşkesi, 1925-1927 Etnografya Müzesi, 1926-1929 Ziraat Bankası, 1926 Gazi Eğitim Enstitüsü, 1926 Sağlık Bakanlığı, 1927 Hariciye Vekaleti, 1927-1929 Musiki Muallim Mektebi, 1927-1930 Halkevi Binası, 1927-1932 Hıfzıssıhha Enstitüsü, 1928 Tekel Binası, 1928-1933 Havagazı Fabrikası, 1928-1929 Kızılay Genel Merkezi, 1928-1930 II.Vakıf Apartmanı, 1929 İş Bankası, 1929-1930 Orduevi, 1929-1936 Çubuk 1 Barajı, 1930 İsmet Paşa Kız Enstitüsü, 1930 Sayıştay Binası, 1930-1932 Cumhurbaşkanlığı Köşkü, 1931-1933 Merkez Bankası, 1933-1934 Emlak Eytam Bankası, 1933-1934 Sergi Evi, 1933-1935 Yargıtay, 1935-1936 Etibank, 1935-1936 Su Süzgeci, 1935-1937 İller Bankası Binası ,1935-1937 Ankara Garı ve Gar Gazinosu, 1936 Gençlik Parkı, 1936-1938 19 Mayıs Stadyumu, 1936-1939 Adalet Bakanlığı, 1937-1938 Baraj Gazinosu, 1937-1938 Başbakanlık, 1937-1938 Sümerbank, 1937-1939 Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, 1938-1941 TCDD Binası, 1938 Cebeci Ortaokulu, 1938-1960 TBMM, 1941-1943 Fen Fakültesi, 1944-1946 Saraçoğlu Mahallesi, 1947-1950 Ankara Belediye Binası”(3)

BAŞKENT’İN KİMLİĞİNİN ÖRSELENMESİ 1950-1980

Ankara ve Anadolu’daki kentsel gelişim arasındaki farklılık ile nüfusun giderek arttığı, 1935 yılından itibaren gecekondulaşmanın yoğunlaştığı bir Ankara oluşur. Atatürk’ün vefatı ve Jansen’in görevden ayrılması ile planlı kentleşme süreci sekteye uğrar ama başlamış süreçler ve kurucu bakış açısı bir şekliyle devam eder. 1950 yılında ise Türkiye siyaseti bir dönüm noktası yaşar. Tek partili dönemden çok partili döneme geçilir. Türkiye NATO’ya girer ve dışa bağımlı bir ekonomik politika izleyen Demokrat Parti iktidarı hükümet olur.

1950'li yıllarda tarımda makineleşme, Marshall yardımları ile kentlere ilgi artar. Köyden büyük kentlere göçler başlar ve gecekondulaşma kentlerin en büyük sorunu haline gelir. Ankara'da da Altındağ bölgesinde yoğunlaşan gecekondulaşma giderek kentin bütün alanlarına yayılarak genişler. Başkent’e yerleşen gecekondularda yaşayan kesimler 1980’lere kadar Başkentin emek eksenli gelişiminde yeni bir sınıfsal katman olarak eklenirler. 1951 yılında başlayan kat artırımı artık Ankara'nın plansız kentleşmesinin kaçınılmaz süreci olarak devam eder. Rant ilişkileri üzerinden şekillenen imar süreçleri, bütüncül politikalarla planın ele alınmasının ihlali, o günlerden bugüne devam eden ve giderek plan hiyerarşisini ortada kaldıracak bir sürece evirilir.

O yıllarda çarpık bir şekilde büyüyen sağlıksız kentleşme politikalarına yönelik hükümete yardımcı olacak örgütlenmelerin kurulması adımları da atılır. 1953 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde (SBF) İskân ve Şehircilik Enstitüsü, 1954 yılında Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, 1956 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi, 1958 yılında Türkiye Orta Doğu Amme İdaresi Araştırma Enstitüsü'nün (TODAİE) kurulması dönemin kentsel politika arayışlarının hem mesleğin örgütlenmesi hem de eğitimi açısından ele alındığını gösteren önemli açılımlardır. 1957 yılında Yücel ve Uybadın tarafından yarışma sonucunda Ankara için yeni kent planı yapılır ancak o plan da rant baskısına dayanamaz.

1950-1980 arasında Ankara'da Cumhuriyet ideolojisi mekânsal olarak örselenir. Çarpık kentleşme ve rant ilişkileri ile kat artırımları yoğunlaşır. Gecekondulaşma ile kente eklenen emek eksenli yeni sınıfsal katmanın da belirleyiciliğinde, 1970'li yıllarda toplumcu belediyecilik anlayışını savunan belediye başkanları göreve gelir. Ancak toplumcu yerel yönetimlerin yenilikçi kentleşme yaklaşımlarına rağmen, bu mekânsal örselenme engellenemez. Cumhuriyet'in simge mekânı olan Kızılay Binası'nın yıkımının o dönemde engellenememiş olması, Cumhuriyetin temsil aksı üzerinde yer alan yapıların bugün yıkım tehdidi altında olmasının öncüsü haline gelir. Cumhuriyet ideolojisinin kurucu mekânı olan Atatürk Orman Çiftliği’nde Atatürk’ün ölümü ile başlayan satışların en yoğun olduğu ve tahribatın en yüksek olduğu dönem de yine 1950-1980 arasında gerçekleşir.

                           1979'da yıkılan Kızılay Binası, 1928-1929, Mimarı Robert Öerly (4)

NEOLİBERALİZM VE SİYASAL İSLAM KISKACINDA BAŞKENT (1980-...)

Mekân ve politikanın tarihsel olarak güçlü ilişkisi her dönemde siyasal ve ekonomik gelişmelerle birlikte kentleşme politikalarını yakından etkiler. 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının uygulanması için 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe ile Türkiye neoliberal politikalarla tanışır. Askeri darbe ve darbe sonrası kurulan Özal hükümeti ile neoliberal politikaların 1.kuşak yapısal değişikliklerinin kurumsal alt yapısı oluşturulur. Bu dönemde kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, dışa açılma, rekabetçi döviz kuru, ithalatın artması, gelir dağılımındaki dengesizliğin sürmesinin yanı sıra sendika karşıtı anti demokratik bir yapısal dönüşüm sağlanır. Uygulamalarla toplumda artan huzursuzluk ve ekonomik kriz 1989-1993 yılları arasında “demokratik” açılımlarla engellenmeye ve demokrat bir görüntü verilmeye çalışılır. Sonrasında Avrupa Birliği ve 1995 yılında imzalanan mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını içeren AB-GATS antlaşmalarıyla şekillenen yasal düzenlemelerle sürdürülür. Bu düzenlemeler, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve kentsel mekânın “pazar” olarak görülmesiyle birlikte, neoliberal politikaların ikinci kuşak yapısal dönüşümlerinin de altyapısını sağlar.

Neoliberal politikalar ve siyasal İslam'ın Cumhuriyetle hesaplaşması arzusu, Ankara’nın kentsel mekân olarak yeniden şekillenmesinde buluşur. Ankara kentsel değişimini bu iki kıskacın arasında yaşamaya başlar.(5)

Bu süreçte iki önemli kırılma yaşanır. İlki 1994 yılı yerel yönetim seçimlerinde Melih Gökçek'in Belediye Başkanı seçilmesi ve kesintisiz şekilde belediye başkanlığını 23,5 yıl sürdürmesidir. İkincisi ise 2002 yılında AKP'nin hükümet olması ve hala kesintisiz şekilde iktidarda kalmasıdır. Böylece Ankara'nın neoliberalizm ve siyasal İslam kıskacı arasında kalmasına yerel yönetimlerin ve merkezi iktidarın da eklenmesi, Cumhuriyet'le mekânsal hesaplaşmanın seyrini hızlandırır. Bu dönemde rant öncelikli neoliberal çılgın projeler ve siyasal İslamcı bakış açısıyla şekillenen yapılı çevre uygulamaları ile merkezi ve yerel yönetim, başkent kimliğinin içinin boşaltılması, küresel sermayenin kenti İstanbul’un öne çıkartılması politikalarını etkinleştirmiştir. Finans kuruluşlarının Ankara'dan taşınması kararları bu durumun en bariz örnekleridir.

YIKIMLAR

AKP’nin politikaları yaşam alanlarını ve Cumhuriyet'in temsil mekânlarını hedef haline getirirken bir yandan yüksek yoğunluklu yapılaşma ve kişiye özel imar hakları ile sermaye birikiminin sağlanması, öte yandan Cumhuriyet'i temsil eden mekânlar üzerinden bir yıkım politikası yürütülerek bir hesaplaşma sürecine girildi. Başkent Ankara’nın amblemi değiştirildi, bu başkent kimliğinin değişmesinin ilk adımıydı. Atatürk Orman Çiftliği’nde yaşanan tahribatlar, Atatürk’ün şartlı bağışı ve vasiyetine, hukuka aykırı olarak yapılan Kaçak Saray, İller Bankası Binası'nın, Havagazı Fabrikası'nın, Su Süzgeci Binası'nın, Etibank Binası’nın, Baraj Gazinosu’nun Marmara Köşkü’nün, 19 Mayıs Stadyumu’nun, Cebeci Stadyumu’nun yıkımı, Atatürk Kültür Merkezi alanlarının Millet Bahçesine dönüşmesi, Saraçoğlu Mahallesi’nin kamusal niteliğinin kaybedilmesi, Cumhuriyet değerleriyle hesaplaşmanın zirve alanları olarak öne çıktı.

Cumhuriyet’in temsil aksı olan Atatürk Bulvarı protokol yolu olmaktan çıkartıldı. Mevzuatlarda yapılan değişikliklerle, her adımda cami inşa edilecek bir düzenleme ile, mekansal olarak ihtiyaç olmadığı halde her yere simgesel camiler yapıldı. Atatürk Bulvarı üzerinde İller Bankası binası yıkılarak Ulus’a yapılan cami, Kumrular İkamet Sitesi yıkılarak yerine planlanan cami ve Anıtkabir’e 300 metre mesafede, eğitim alanının ibadet alanına dönüştürülmesiyle, okul yapılarında, adliye saraylarında, hükümet konaklarında ve TOKİ tarafından inşa edilen konutların mimarisinde siyasal İslam motifleri ve biçimleri kullanılarak yaşam mekanları değiştirildi. İmar mevzuatlarında yapılan değişikliklerle, yık yap kültürü ile Cumhuriyet’in köklü mahallelerinin kentsel dönüşüm ile tasfiye edilmesi gündeme getirildi. Cumhuriyet’in sağlık yapıları, köklü hastaneler boşaltılarak, şehir hastanelerine taşındı. Başta Mimarlar Odası Ankara Şubesi olmak üzere meslek örgütlerinin mücadelesi ile pek çok hafıza mekânı kazanılırken, Başkent’te pek çok kayıp ve tahribat ile yüksek yoğunluklu bir savaş ortamı yaşandı. Başkentin kentsel gelişimini 100 yıl geriye götürecek plansız bir kentleşme süreci işletildi. Kentsel mekânda sürdürülen bu durum 100 yıllık Başkent’i, neoliberal politikalarla hemhal olmuş siyasal İslamın Cumhuriyet rejimi ile hesaplaşmasının zirve mekânı haline getirdi. 

100.YILINDA CUMHURİYET İÇİN DE BAŞKENT İÇİN DE MÜCADELENİN KAÇINILMAZLIĞI

Cumhuriyet’in ilanı da Başkentin kentsel gelişimi de kesintisiz bir mücadele sürecinin kendisidir. Atatürk'ün ölümüyle birlikte bu mücadele daha da belirginleşmiştir.  Cumhuriyet'e aşkla bağlılığın biraz kimsesiz kalması ve adanmış kadroların eksikliği ile, kurulduğu günden bu yana Cumhuriyet’e karşı muhalif duruşlarını içlerinde büyütenlerin, rant ilişkileri içerisinde olanların, Atatürk’ün ölümüyle hareketlenerek, yavaş yavaş içerden hem Cumhuriyet'i hem de onun simge mekânlarını örselemeye çalıştığı bir süreç çıkıyor karşımıza. Cumhuriyet’in ve onun simge mekânı Başkent’in 100. yılında Ankara'nın devrimci kimliği, Cumhuriyet'in değerleri örseleniyor, zorluklarla mücadeleyle kurulan Cumhuriyet'in demokrasi ile taçlanmasını sağlayacak ilerici bir mücadele aksı ve Cumhuriyet değerlerinin ana aksında yaşanan kaymalarla politika geliştirilemiyor ve bu durum Cumhuriyet karşıtlarını daha da pervasızlaştırıyor. Cumhuriyet’in 100. yılı Başkent ve geleceğimiz için rant ilişkilerinden arındırılmış kesintisiz bir mücadeleyi zorunlu kılıyor. Kuruluş ideolojisinin gücü, 1930'lu yıllardaki atak gelişimi ve 1950'li yıllara kadar devam eden gelişimci süreci ile, her türlü örselenmeye karşı hala güçlü bir şekilde ayakta kalabilmeyi sağlayan Başkent ve Cumhuriyet ikinci yüzyılında da kesintisiz mücadeleyi zorunlu kılacaktır. Cumhuriyet ve Başkent daima… Nice yüzyıllara…

Tezcan Karakuş Candan / 100. YILDA 100 YAZI-duvaR


Tezcan Karakuş Candan

19502 sicil numarası ile Mimarlar Odası Ankara Şubesi üyesi. Manisa doğumlu, Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesinden 1989 yılında mezun oldu. 1990–1991 yılında ODTÜ bina bilgisinde yüksek lisansa devam etti. 2013 yılında Ankara Üniversitesi Latin Amerika Çalışmalarında yüksek lisansını tamamlayarak Latin Amerika Uzmanı oldu. Ankara Üniversitesi Kent ve Çevre Bilimlerinden, doktora dersleri aldı. Anadolu Üniversitesinde Radyo Televizyon programcılığı bölümüne devam ediyor.  Çankaya Belediyesi’nde teknik personel ve yönetici olarak görev yaptı.Çankaya Yerel Gündem 21 Genel Sekreterliği, Tarihi Kentler Birliği koordinatörlüğünde bulundu. Dünya Sağlık Örgütü, Çankaya Sağlıklı Kentler Proje ofisinde görev aldı.Çankaya Belediyesinde TÜBİTAK Bilim ve Toplum Projeleri kapsamında birlikte Küçük Kara Balık’la Bilim ve Sanata Yolculuk Projesini yürüttü. TÜBİTAK Sivil Mimari Bellek Projesinde araştırmacı olarak yer aldı. Çankaya Belediyesi Toplumsal Dayanışma Merkezleri sorumluluğunu üstlendiği dönemde çok sayıda proje üretti ve yürütücülüğünü üstlendi. Çankaya Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü kadrosunda çalışırken, Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin verdiği kent mücadelesinden kaynaklı, hukuka aykırı şekilde İçişleri Bakanlığı tarafından 6 Eylül 2022 tarihinde Devlet Memurluğundan ihraç edilmiştir. Atılım Üniversitesi Mimarlık ve Güzel Sanatlar Fakültesi Mimarlık Bölümünde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak “Kent ve Mimarlık, Çocuk ve Mimarlık, Mimarlıkta Çözümleme Yöntemleri, Mimarlıkta Deneyim ve Tasarım, Yapılı Çevrenin Oluşumunda Yerel Yönetimlerin Rolü” derslerini vermektedir. 1991 yılından bu yana çeşitli basın yayın gazete ve internet sitelerinde köşe yazarlığı yapmıştır. Şu anda Kısadalga.net adresinde köşe yazarlığı yapmaktadır. 

Yerel yönetimler, kentleşme, sosyal mimarlık, kamusal alanlar, kentsel toplumsal hareketler, yerel yönetim kampanyaları konusunda çalışmalar çok sayıda makale ve proje üretmiştir. Mimarlar Odasında Çocuk ve Mimarlık, kamu hizmetinde mimarlığa tanıklık projesi kapsamında yayınlanmış yayınları, birçok mecrada, yazı ve haberleri bulunmakla  birlikte Neoliberal Laboratuvar: Şili, Türkiye ile benzerlikler farklılıklar kıyaslar adlı kitabı bulunmaktadır. Atatürk Orman Çiftliği mücadelesinin anlatıldığı Kaçak Saray kitabının yazarlarındandır. Öğrencilik yıllarından bu yana Mimarlar Odası’nın genç örgütlenmesinde, birçok komite komisyon ve kurullarında görev almış,  Yönetim Kurulunda Sayman Üyelik, Sekreter Üyelik ve Şube Başkanlığı görevlerinde bulunmuş, Uluslararası Mimarlar Birliği Çocuk ve Mimarlık çalışmaları grubunun üyesidir. 

Candan , Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanlığı döneminde verilen kent mücadelesi kapsamında: “Meslek Başarı Ödülü” Kavaklıdere Rotary Kulübü- 2022, “Fatma Refet Angın Eğitim Ödülü”-Eskişehir Kadın Platformu-2022, “Yöresine Değer Katan Önder Kadın Ödülü”-Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği- 2021 “Şiddetsiz Mücadele Ödülü” -Şiddetsiz Toplum Derneği- “Sanat Kurumu Seçici Kurul Özel Ödülü” "Meslek Hizmet Ödülü” ( Koru Rotary Kulübü )-2017,“Eren Anısına Ankara’nın Sahibi Var Ödülü” (Yapıder)-2016, “Uğur Mumcu Mücadele Ödülü” (Eskişehir Gazeteciler Cemiyeti)-2015“Yaratıcı Eylemliliker Ödülü”- Halkevleri-2014,  “Başkente Hizmet Ödülü” -Ankara Kulubü-2014 ödüllerine layık görülmüştür.

Ayrıca 2022 yılında Mimarlar Odası Ankara Şubesi Uluslararası Şeffaflık Derneği tarafından kurum kategorisinde Şeffaflık Ödülü’ne layık görülmüştür.


NOTLAR:

(1) E. Mamboury, Ankara Gezi Rehberi, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2014

(2) E.Madran, v.d., Ankara/Altındağ Tarihi Kent Merkezi Mimarlık Rehberi , Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yayınları, Ankara 2011 

(3) TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bina Kimlikleri Envanteri arşivi

(4) TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Arşivi

(5) T. Karakuş Candan, A. Hakkan, G. Bolat, Kaçak Saray, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul,2015