Savaş uçağı almak sonuçta ülke savunması için iyi bir şey değil mi, neden bu kadar karşı çıkıyorsunuz?
İsterseniz bu soruyu Hürriyet gazetesine konuyla ilgili demeç vermiş olan emekli paşaların söyledikleriyle cevaplayalım. Korgeneral Erdoğan Karakuş ve Tümgeneral Güray Alpar uçakların yeni modernizasyon sayesinde menzil ve manevra kabiliyetinin artacağını söylüyor. Bu alışverişin yapılmaması durumunda ise Azerbaycan, Libya, Akdeniz’deki “haklarımızı” ve Suriye ile Irak’daki “çıkarlarımızı” savunamayacağımız iddia ediliyor. Dikkat ederseniz kimse ülke güvenliği, sınır güvenliği vb.'den bahsetmiyor. Varsa yoksa sınır ötesi “çıkarlar” ve “haklar”! Ülkemizdeki emekçiler sendikalı olduğu için işten atılırken, maaşı zamanında yattığı zaman şanslı hissederken, aldığı komik ücret enflasyon yüzünden günler içinde pul haline gelirken yurtdışındaki çıkar kimlerin dersiniz? Balkanlara, Ortadoğuya, Afrika’ya, Uzakdoğuya, Orta Asyaya sermaye ihraç edenler olmasın sakın? Elbette sınırlarımızı koruyacağız, yabancı işgaline karşı koyacağız ancak memleket içindeki işgalciler ne olacak? Bugün İncirlik Üssü'nün ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli üslerinden birisi olduğu Filistin-İsrail Savaşı'nda daha da belirgin haline gelmedi mi? Dolayısıyla burada meselenin vatan savunması olmadığı, tam aksine sınır dışına yaptığı sermaye ihracını, buralarda kaptığı pazar payını korumaya çalışan Türkiyeli patronların çıkarı olduğu aşikardır.
F-16 çok başarılı bir uçak değil mi, F-35 olmasa da olmaz mı?
Uzun adıyla General Dynamics F-16 Fighting Falcon uçağı ilk uçuşunu 1974 yılında yapmış bir platformdur. Askeri ve teknik anlamda başarılı olan uçak çok çeşitli ihtiyaçlar nedeniyle sürekli olarak güncellenmekte ve başta Türkiye olmak üzere çok sayıda ülke tarafından kullanılmaktadır. Ancak bu uçak kararlı ve güvenilir bir platform olmasına rağmen F-35 ile arasında teknolojik altyapı ve kabiliyet olarak büyük farklar vardır. Farklı görevler için özelleşseler ve bu anlamda karşılaştırmak doğru olmasa da F-35 teknik kabiliyetler açısından ayrı bir seviyededir.
Ancak amaç gerçekten ülkenin sınırlarını korumak, yabancı işgaline karşı caydırıcı bir güce sahip olmak ise bu sorunsal pekala farklı savunma sistemleri, teknolojik yeniliklerin sürdürülebilir şekilde takip edilerek gerçekten yerli çözümlerle beraber ele alınmasıyla çözülebilir. Ancak bunun için ilk olarak emperyalizmle tüm bağımlılık ilişkisi koparıp atılmalıdır.
Yunanistan'a son dönemde NATO yatırımları düşünüldüğünde F-35 satışı ve bu ülkenin silahlandırılmasının amacı nedir?
ABD Kongresi'nin Türkiye ve Yunanistan’a verdiği satış onaylarının içeriği manidardır. Yunanistan’a son teknoloji ürünü F-35 savaş uçakları verilirken, Türkiye F-16 ile yetinmiştir. İki ülke emekçileri için de karanlık bu senaryonun kazananı emperyalizmdir. Bu başlığa son dönemde Yunanistan’ın ABD tarafından silahlandırılması kapsamında bakıldığında kimi çevreler hedefte Türkiye’nin olduğunu belirtse de emperyalizmin genel olarak doğu cephesine/özel olarak da Karadeniz bölgesine yığınak yaptığı açıktır. Ukrayna Savaşı'nda Rusya’ya istediği şekilde öldürücü darbeyi vuramamış olan ABD’nin, Rusya’nın şimdiye kadar “cephe” haline gelmemiş olan Karadeniz bölgesini yeni saldırı merkezi haline getirmek istediğini söylemek abartı olmayacaktır.
AKP rejiminin silahlanmaya bu kadar muazzam bir bütçe harcamasının ardında ne var?
AKP rejiminin sözcüleri, emekli askerler, yorumcular istedikleri kadar bu silah alışverişini olumlasınlar, ortada hiç konuşulmayan bir gerçek vardır; emperyalizme bağımlılık. Adlı adınca söyleyelim, AKP rejimi ve Türkiye burjuvazisi son dönemdeki “bağımsız” dış siyasetini, yurtdışı sermaye ihracını, ilan ettiği çeşitli renkte “vatanları” son kertede bir kenara ayırmış, her türlü yanlış anlaşılmayı telafi etmek için kapitalist ağabeylere ve emperyalist merkezlere bir kez daha bağlılık bildirilip, biat edilmiştir. Kendi varlıklarının ve çıkarlarının ne olursa olsun onlara bağlı olduğunun bilincinde, yeniden sadakatlerini bildirmişlerdir.
/././
MESEM hukuken de tartışmalı: ‘Yasal yükümlülüklerin etrafından dolaşmanın aracı’ (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-SOL/ÖZEL)
Geçtiğimiz dönemde en az altı çocuğu hayattan kopartan MESEM, hukuki olarak da tartışmalı. Eğitim-İş Genel Merkez avukatı Burak Sabuncu, MESEM’in hukuki boyutunu anlattı.AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “müjde” olarak duyurduğu Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) “çırak” ve “stajyer” adı altında çocukları sermaye için ucuz iş gücüne dönüştürdü.
Yüz binlerce lise öğrencisi iş ve maaş umuduyla Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri (MTAL) bünyesinde açılan bu programa geçerken, geçtiğimiz dönem en az altı öğrenci MESEM kapsamında çalışırken yaşamını yitirdi. Bu kapsamda çalışan kaç öğrencinin iş sırasında yaralandığı ise bilinmiyor.
16 yaşındaki Zekai Dikici, 17 yaşındaki Ulaş Dumlu, 15 yaşındaki Ömer Girgin, 17 yaşındaki Ömer Çakar, 14 yaşındaki Arda Tonbul ve 15 yaşındaki Erol Can Yavuz geçtiğimiz dönemde MESEM kapsamında çalışırken hayatını kaybeden çocuklar.
MESEM, etik olarak tartışılmasının yanı sıra hukuken de tartışmalı bir uygulama.
‘MESEM’ler açık bir anayasa ihlali’
Eğitim-İş Genel Merkez avukatı Burak Sabuncu, MESEM’in hukuki boyutuyla ilgili soL’a konuştu.
“MESEM’lerin yarattığı eğitim hakkı gaspının ölçüsünü, olması gereken hukuk tartışmasını bir kenara bırakarak, yürürlükteki hukuk bağlamında ele alsak dahi en temelde açık bir anayasa ihlalinin karşımıza çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.” diyen Sabuncu, MESEM’in açık bir anayasa ihlali olduğunu belirtti.
Sabuncu, AKP’nin MESEM kapsamında çocuk işçiliği yasallaştırmaya çalıştığını belirterek şunları kaydetti: “AKP’nin bir yönüyle sermaye karşısında yoksulluğa terk edilmiş halkın çocuklarının çocuk işçiliğini yasallaştırma, bir başka yönüyle de gericileştirme ve piyasalaştırma temelinde kurduğu sistemde eğitim hakkının gaspı projesi olduğunu da peşinen tarif etmek zorundayız.”
Anayasanın ülkede yaşayan her yurttaşın laik, demokratik, eşit, kamusal ve parasız eğitim alma hakkını koruduğunu söyleyen Sabuncu, bu hakkın MEB eliyle hayata geçirilmesi gerektiğinin yasal bir zorunluluk olduğunu belirtti.
‘MESEM’ler MEB için yükümlülüklerin etrafından dolanılmasının aracı’
Ayrıca devletin uluslararası sözleşmeler aracılığıyla da eğitim hakkını koruyacağını taahhüt ettiğini belirten Sabuncu, MESEM’lerin, okul olarak tanımlanmasından dolayı bu yasal zorunlulukların etrafından dolanmanın bir aracı haline geldiğini söyledi.
Burak Sabuncu, şunları kaydetti: “MESEM’ler tam da bu noktada Milli Eğitim Bakanlığı nazarında uluslararası sözleşmeler, anayasal ve yasal yükümlülüklerin etrafından dolanılmasının bir aracı haline getirilmiştir. MESEM’ler bir okul türü olarak tarif edildiğinden buradaki yüzbinlerce öğrencinin kâğıt üzerinde örgün eğitimin içerisinde değerlendirileceği bir sistem inşa edilmiş durumdadır.”
MESEM’lerde okuyan çocukların örgün eğitim aldığını iddia etmenin “kanuna karşı hile” olacağını söyleyen Sabuncu şunları belirtti: “Bu öğrencilerin gerçek anlamda bir örgün eğitimin parçası olduğunu ileri sürmeye olanak bulunmamaktadır. Haftada yalnızca bir gün okulda olan bir çocuğun, ortaöğretimden yararlandığını iddia etmek olsa olsa ‘kanuna karşı hile’ anlamına gelecek bir davranıştan öte olmayacaktır.”
Kanun işlemiyor, öğrenciler işlemeyen iş güvenliği sistemine bırakılıyor
Burak Sabuncu, “Mesleki Eğitim Kanunu’nda ve ilgili yönetmelikte şantiyelere, fabrikalara, atölyelere gönderilen öğrencilerin, usta öğreticilerin gözetiminde, tehlikeli olmayan işlerde eğitim alması gerektiği, bunun yanında okul öğretmenleri tarafından da belirli aralıklarla bu işyerlerinde denetlenmesi şeklinde bir mekanizma öngörülmüştür. Ancak öğretmenler tarafından yapılacak denetimin işletme üzerinde bir denetim olmadığını belirtmek gerekir. Mevzuatta öğretmenlerin buradaki yetkisi yalnızca öğrencinin orada olup olmadığının denetimi ile varsa bir sorununu anlatması esasından ibarettir” sözleriyle Mesleki Eğitim Kanunu’nun çalışmadığını, MESEM kapsamında öğrenci çalıştıran işyerlerinin tam anlamıyla denetlenemediğini söyledi.
Sabuncu, öğrencilerin, yetişkinleri koruyamayan iş güvenliği denetim sisteminin insafına kaldığını belirterek şunları kaydetti:
“Öğretmenin işyerindeki çalışma ortamına bir müdahalesi, işyeri güvenliği üzerine bir denetim ve yaptırım yetkisi de söz konusu değildir. Bu bakımdan öğrencilerin iş güvenliği, işletmenin tabi olduğu ve ülkedeki iş cinayetlerinin temel meselelerinden biri olan olağan iş güvenliği denetim sisteminin insafına kalmış durumdadır. Yetişkinlerin yaşamını koruyamayan iş güvenliği sisteminin, 14 yaşındaki çocukların güvenliğini sağlayabileceği öngörüsüyle, hayatın olağan akışına dahi aykırı bir sözde denetimin varlığından bahsetmiş oluyoruz.”
‘Olası kasıtla insan öldürme olarak değerlendirilmeli’
“Tüm bunlar dikkate alındığında, çocukların maruz kaldığı ölümleri, yaralanmaları, kötü muameleleri artık bir münferit ‘kaza’ başlığı altında değerlendirmek mümkün değildir.” diyen Sabuncu, Türk Ceza Kanunu’ndaki karşılığıyla bu tür olayların “olası kasıtla insan öldürmek” olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyledi:
“Bu denli daha en baştan mevcut haliyle ölümlere sebep olacağı açıkça belli olan sistemin sorumluları, bu sonuçları öngörmekte ve bunu da umursamamakta, sonuçlara razı olmaktadırlar. Türk Ceza Kanunu anlamında bunların karşılığını da kasten öldürmeye yakın bir nitelendirme seviyesinde, ‘olası kasıtla insan öldürmek’ olarak değerlendirmek gerekmektedir.”
Burak Sabuncu, mevcut kanunlardan örnekler vererek, sorumluların ortada bırakıldığını söyleyerek şunları kaydetti:
“Peki yaşanacak bu durumlardan kimin sorumlu olduğuna gelecek olursak, Mesleki Eğitim Kanunu’nun 25. maddesinde ‘Aday çırak, çırak ve öğrencinin eğitimi sırasında işyerinin kusuru halinde meydana gelecek iş kazaları ve meslek hastalıklarından işveren sorumludur.’ şeklindeki düzenlemeyle kusur esası gözetilerek işyeri sahibine bir sorumluluk atfedildiğini görmekteyiz.
Bununla birlikte, aynı kanunda denetleme ve ceza başlığı altında gördüğümüz 41. maddede ‘Bu kanun hükümlerine göre Bakanlığa bağlı eğitim kurumlarının dışında kamu ve özel kurum ve kuruluşlarında yapılan aday çırak, çırak ve kalfaların eğitimi ile işletmelerde yapılan mesleki eğitim, öğrencilerin bu eğitiminden sorumlu işletmelerin bağlı olduğu oda veya birliklerin temsilcilerinin katılımı ile Bakanlıkça; iş ortamı, sosyal güvenlik, iş güvenliği ve sağlık şartları bakımından ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca denetlenir. Denetimle ilgili raporlar valiliğe verilir. Raporlarda belirtilen hususlar valilikçe değerlendirilir ve gereği yapılır.’ düzenlemesinde ise yine sorumluluğun ortada bırakıldığı görülmektedir.”
‘Çocukları sermayenin insafına terk edenler suçlarıyla yüzleşmek zorundadır’
Sorumluların belirsiz olduğu bu senaryoda yıllarca süren mahkemeler izlemeye devam edeceğimizi söyleyen Sabuncu, son söz olarak şunları kaydetti:
“Son söz olarak, ‘ahilik kültürüyle’ harmanlanmış nitelikli işgücü yaratmak iddiasını, 14 yaşında fabrikada çalışırken bir çocuk ölmemiş gibi, bir atölyede vücudunun yüzde 80’i yanmış bir kız çocuğu yokmuş gibi hâlâ pervasızca savunanlar, çocukları sermayenin insafına terk edenler; denetlemeyen, hesap sormayanlar, hukuk önünde de tarih önünde bu suçlarıyla yüzleşmek zorundadır.”
/././
İntihal kavgasından yükselen sesler: 'Hadi bakalım Demet Akalın' (ERKAN YILDIZ-SOL/KÜLTÜR)
Tartışmanın her iki tarafı da kopardıkları gürültüde geçmişte parçası oldukları hegemonyanın ayrıcalıklarını arıyorlar. Bulamazlar.Sanırım pek çoğumuzun, önceki güne kadar Mine G. Kırıkkanat ile Elif Şafak arasında bir intihal davası olduğundan haberi yoktu. Ta ki mahkeme, Elif Şafak’a ait “Bit Palas” isimli romanının, ilk baskısı 1990 yılında yapılmış ve Mine G. Kırıkkanat’ın ilk romanı olan “Sinek Sarayı” isimli kitaptan intihal edildiğine karar verene, daha doğrusu bu karar sosyal medyada duyurulana kadar.
İşin aslı yine bu davadan haberimiz olana kadar ben dahil pek çoğumuzun Mine G. Kırıkkanat’ın söz konusu romanından ve edebiyatçı kimliğinden de haberimiz yoktu. Dolayısıyla Mine G. Kırıkkanat hakkında şöyle iyi/kötü yazar, “intihal yapacak kimse mi kalmadı?” gibi yorumlar yapacak donanımdan yoksunuz. En azından ben öyleyim. Diğer taraftan Mine G. Kırıkkanat’ın dünyaya baktığı yere, bakış açısına, bakma biçimine ilişkin bir bilgim var. Kendisinin süzme bir anti-komünist olduğunu biliyor, mültecilerle, yoksullarla ve Kürtlerle ilgili düşüncelerinin yeni ırkçı, Fatih Yaşlı’nın deyişiyle atarici, zombi kuşağının düşünceleriyle örtüştüğünü görüyoruz.
Elif Şafak için de üç aşağı beş yukarı benzer bir pozisyona sahip olduğumuzu söyleyebilirim. Belki edebiyatçılığıyla ilgili fazladan şöyle bir cümle kurabilir: Elif Şafak’ın edebiyatçılığının ve edebiyat yoluyla sahip olduğu ünün öyle “edebiyatın temel değerleri” ile filan ilgili olmadığı, doğru zamanda, doğru ilişki ağlarının kurulması ve gerekli “pr” çalışmalarının sonucunda elde edildiği sır değil. Kendisinin yıllar süren AKP destekçiliği ve yine tüm bu yıllar boyunca Fethullahçılarla kıvamında muhabbeti bulunan bir liberal olduğu ise açık bir bilgi.
Bu ikilinin yollarının daha önce solu düzen içi bir aparata dönüştürme gayretinin bir ürünü olan Radikal Gazetesi’nde kesiştiğini de yine hatırlatalım.
Neyse. Söz konusu davada karar açıklandı ve kıyamet koptu. Ülkemizde siyaset hangi sahte ikiliklere sıkıştırılıp, gerçeklikten kaçırılıyorsa burada da bir benzeri yaşandı. Öyle bir vaveyla koptu ki sormayın gitsin.
Mine G. Kırıkkanat ve çevresinin zafer çığlıklarına ilk etapta edebiyatı bir din gibi yaşayıp, dokunulmaz olduğunu düşünenler eklendi. AKP’nin 20 yıldır yaşattığı sansürü, buna doğrudan ya da dolaylı destek olanları, yazarın boyun eğişinin temsili oto-sansürün varlığını pas geçen bu cenah, “intihalin bilirkişisi mi olur?” diye başlayıp, davadaki intihal gerekçelerini de sarakaya alarak meselenin sansürü olağanlaştıracağına kadar bir dizi argüman sıraladılar.
Bu arada, Mine G. Kırıkkanat’ın yayınevinden yükselen “Aslı varken taklidine gerek yok. Orjinal bir roman okumak isteyenlere tavsiyemizdir” çıkışı meselenin salı pazarında iç çamaşırı satan tezgahların rekabetine döndüğünü hepimize göstermiş oldu. Vasat bile sayılmayacak bir üslup, bir tür şirretlik edebiyat piyasasını da teslim almış görünüyor.
Elif Şafak ve taraftarlarının buna “Demet Akalın hadi bakalım” diye karşılık vermemesine bir parça şaşırdığımı söylemeliyim. Ancak “Ümit Özdağ’ın kimi desteklediğine bakarsak Elif Şafak’ın haklı olduğunu görürüz” savunmasıyla bu şaşkınlığım kısmen sona ermiş oldu. Zira Ümit Özdağ’ı da siyasetin Demet Akalın’ı gibi görmek mümkün.
İki gün devam eden bu tartışma, kayıkçı dövüşü artık biter diye düşünüyorduk ki 130 yazarın (130 diye duyurulmasına karşın gerçekte 124 yazarın imzası var) “Elif Şafak’ın linç edilmesi” ile ilgili kaygılarını beyan ettikleri bildiri önümüze düşüverdi. Bu 124 yazar özetle diyorlar ki “Davanın içeriğinden bağımsız olarak, bütün edebiyatçılara ve yazar dostlarımıza çağrımız şudur: Hiçbir edebiyatçının -iktidarın da sıklıkla kullandığı- bu tarz yöntemlerle linç edilmesine izin vermeyelim. Edebiyatın temel değerlerine sadık kalalım.”
'Edebiyatın temel değerleri…'
Adı intihal meseleleriyle de anılan iki isim imzacılar arasında dikkatimizi çekiyor. Birisi Beyaz Kale romanının neredeyse tamamını “Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati” isimli eserden aparttığı yıllardır konuşulan Orhan Pamuk. Diğer isim ise geçen yıl Vildan Külahlı’yı, komik ve gerçeklikten uzak iddialarla intihalle suçlayan İlay Bilgili. “Edebiyatın temel değerleri…” bu hikâyede nerede duruyor?
Yine imzacılardan bir kısmının uzun yıllar boyunca AKP destekçisi yazarlar olduğunu biliyoruz. Demokrasiyi getirecek bir parti diyerek AKP'nin ve inşa ettiği rejimin toplumda meşruiyet edinmesi için bu yazarlar bir hayli çaba gösterdiler. Tüm bu yıllar boyunca milyonlarca insan iktidarın hak gasplarına maruz kaldı. Sadece sosyal medyada başlayıp bitmeyen, sokaklarda süren linçlere, tehditlere şahit olduk. Bu yıllar boyunca yine yüzlerce insan çeşitli vesilelerle katledildi. İktidar bu katliamların bir kısmına iş kazası, tren kazası, “takdir-i ilahi” derken, Suruç, Gar, Reyhanlı katliamlarını müstehzi bir gülümseyişle seyretti.
Söz konusu yazarlar tüm bunlar yaşanırken bir araya gelip “edebiyatın temel değerleri”nin insanlıkla ilişkisini bir kez olsun iktidara hatırlatamadılar. İktidarın şiddetinin kendilerine yönelmesinden korktular ya da bu politikalarda bir sorun görmeyip “bunların edebiyatla ne ilgisi var canım” deyiverdiler.
E iyi de daha edebiyat içre bir sorun olan, ülkenin en büyük şairi Nâzım'ın, ülkenin en varlıklı ailesine ait YKY tarafından sansürlendiği ortaya çıktığında da sessiz kaldılar. İşe bakın. Bunca meselede akla gelmeyen “edebiyatın temel değerleri” Elif Şafak söz konusu olduğunda nasıl da şıp diye akıllara geliverdi? Üstelik “Elif Şafak’ı hedef alan linç kampanyası” gibi abartılı, uydurma ve aynı zamanda siyasi göndermesi olan bir gerekçeyle… Hiç şaşırtıcı değil. Sonuçta “network” adamına sahip çıkıyor.
Bu sahip çıkışı “edebiyatın temel değerleri” gibi nerede başlayıp nerede bittiği ve ne olduğu açıkça belli olmayan bir ifadeyle taçlandırmaları da oldukça manidar. Bu ifadede -iktidarın sıklıkla kullandığı- ve AKP yargısının elinde gericiliğin saldırı aracına dönüşen “toplumun değerleri” ifadesine yakınlık seziyorum. Bu yakınlığı, şimdilerde muhalif gözükseler de geçmişte AKP destekçiliği yapmış yazarların dillerinde ve düşüncelerinde meydana gelmiş hasarın sonucu olarak görüyorum.
Tartışmanın her iki tarafı da kopardıkları gürültüde geçmişte parçası oldukları hegemonyanın ayrıcalıklarını arıyorlar. Bulamazlar. Hem edebi hem siyasi olarak bir süredir kayıp olduklarını ve artık geri dönemeyeceklerini ilan edebiliriz.
(soL)