21 Kasım 2024 Perşembe

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -21 Kasım 2024-

 Kanal İstanbul -Arif Nacaroğlu-

Muhteşem bir yıkım projesi. Tabii bu görüş yıkmak ve yapmaktan ne anladığınızla ilgili. Dünyanın en zengin ülkeleri sıralandı. Avrupa’nın 8 ülkesi ilk 10’da. Birinci Lüksemburg. Norveç 2. İrlanda 3.  Türkiye 57. sokak röportajlarında iktidarı desteklemek için tepinen, “Almanya’da ekmek 5 avro” palavrasıyla “Gelmeyin. Bizim işimizi bozmayın” telaşındaki yandaşın Hollanda’sı 9. Almanya’sı 13.

Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonunun basın açıklaması-Fotoğraf: Eylem Nazlıer / Evrensel

Bu en zengin ülkeler ile temel farkımız yaşam kalitesinin ilk şartı “kent ormanı” yoksunluğumuz. Kent ormanı deyince park değil, evden çıkıp 5 dakika yürüyerek el değmemiş, tesis yapılmamış, betonla, camla kirlenmemiş 50 yaşında, 100 yaşında ağaçların arasında olmayı hayal ediyor insan.

Güzel, bereketli ülkemin hangi kentinde kent ormanı var? 

Koca İstanbul’un Avrupa yakasını düşünüyorum, yok. Görkemli saray bahçesi Gülhane Park’ını bile asfaltla örttük. Çocukluğumuzda kuş avladığımız  Bakırköy ile Florya arasındaki sonsuz boşluk şimdi gökdelen çöplüğü oldu. Ormanına, tarlasına, bahçesine imar çıktı diye sevinen akıllı bir insan gördünüz mü oralarda? 

Dünyanın en zengin ülkelerinde hangi devletli çıkıp da Münih’in, Amsterdam’ın, Ljubljana’nın, Londra’nın göbeğinde, en değerli(?) yerde bulunan ormana, orman manzaralı(??) site kurmayı aklına getirebilir? 

Ama hem maddi hem manevi fakir olunca ne Kaz Dağları, ne Akbelen Ormanları, ne Belgrad Ormanları tepedekilerin umurunda. Yeşili, ormanı, dereleri, dağları gideceklerine inandıkları cennette görmek umuduyla dünyadaki cenneti kanal projeleriyle, peşkeş çektikleri maden projeleriyle, son kalan 3-5 ağacı kesip kışla numarasıyla yapacakları AVM projeleriyle yok etmenin telaşındalar.

“Ülkemizin sorunu fakirlerin açlık sorunundan çok zenginlerin doymama sorunu.” (Ekrem Açıkel)

Ya da atalarımızın dediği gibi, “Aç doyar, açgözlü doymaz.”

                                                       /././

Dersim’e maden operasyonu hazırlığı -Cemalettin Küçük-

Nadir toprak elementleri gündemimize yerleşti. Hangi elementler bunlar? Doğada seyrek olan, az bulunan tanımından alırsak konu basit sayılır. Oysa seyreklik, azlık ile el alınıp “Nasılsa çözülür” denilerek geçiştirilecek bir durum değil.

Daha önce nadir toprak elementlerinin yerküreden elde edilmesi çalışmalarının büyük ekolojik yıkımlara yol açacağını açıklamaya çalışmıştım. Nadir elementlerin elde edilmesi ekstraktif yöntemlerin uygulanmasıyla yapılmaktadır. Ekstraktif yöntemin temeli özünü almaya (liç işlemi) dayanır. Kayaçlarda bulunan ppm (milyonda bir) ölçeğinin ne kadar olduğuna göre nadir elementin miktarı belirlenir. Bu miktarlar bazen 0.1 (on milyonda bir) bile olsa ekstraktif yöntemle elde edilmesi girişimi yapılabilir.

Yerkürede milyarlarca ton kayaç yerinden çıkarılıp, kırılıp, öğütülüp (milimetre ya da mikrometre düzeyinde) milyarlarca ton suda, milyonlarca ton kimyasalla çözündürülerek, bu çözelti ile yıkanır ve özündeki element sökülüp alınır. Tahribatı boyutu anlaşılacağı için ayrıntıya girmeden işin ekonomi politiğine geçelim…

HER KARIŞ MADEN İŞLETMECİLİĞİNE AÇILIYOR

Güvenlik konsepti içerisinde savaş ekonomisi ve kapitalist biriktirmenin temel altyapısı dijital sistemler ve bağlı ekipmanlarının ham maddesi olarak temel elementler ile nadir toprak elementlerinin elde edilmesi önemli bir hedef haline gelmiştir. Nadir elementlerin nerede ve ne kadar olduğundan daha önemlisi şudur: Bunların işletilmesine kim izin vermektedir?

Türkiye’de artık her yer maden işletmecilerine açılmıştır. Hükümet tarafından şirketlere “Gelin nadir toprak elementleri için çalışın” diye çağrılar yapılıyor. Coğrafyamızı yerle bir eden maden şirketi temsilcileri ise 20-25 yıl önce de yaptıkları gibi uydurmaca “ekonomik” ve “teknolojik” söylemleri yeniden öne sürmeye başladılar. İşte birkaçı:

“3.5 trilyon dolarlık dev rezerv... Türkiye için olmazsa olmaz fırsat yerin altında yatıyor.”

“Madencilik sektörüne ilişkin uzmanlar Türkiye'nin 3.5 trilyon dolarlık yer altı maden rezervine sahip olduğunu bildirdi. Türkiye'nin 3.5 trilyon dolarlık dev rezervi hakkında konuşan uzmanlar, Türkiye'nin olmazsa olmazlarından birinin artık kritik mineraller olduğunu ve baz metaller üzerinde ciddi çalışmalar yapılması gerektiğini söyledi.” 1

2001’DEN BUGÜNE AYNI SÖYLEM

Kim bu uzmanlar? 

Uluslararası sermayenin Türkiye’de işlerini yapanlar. Uzman denilince tabii, doğru demiş gibi oluyor! Türkiye’de her ekonomik sıkıntının yaşandığı dönemde, coğrafyamız hedef haline getirilmiştir. 2001’deki ekonomik yıkım sonrası altın madenlerinin işletilmesi kurtuluş olarak gösterilmişti. O dönem uydurma birçok abartılı rakamla söylemler öne çıkarılmıştı. “Eğer altın madenlerimiz işletilir ise bütün dış borçlarımızı kapatabileceğiz” gibi abartılı söylemler ortaya atılıyordu.

Peki 2001’den bu yana işletilen ve yıkımları artık herkesçe bilinen altın ve kompleks madenlerden beyana göre çıkarılan 488 ton altın bu ülkeye ne kazandırdı?  Yine aynı şahıslar devrede. Bu kez altına ilave diğer elementler üzerinden de abartılar ilerlemektedir. Bunlar nadir toprak elementleri, “kritik elementler” denilerek büyük bir ekonomiden söz edilmektedir.

Bunca yaşanandan sonra ders alınmış mıdır? 

Toplumun bazı kesimlerince alındı. Ama hâlâ tekdüze bakan ve bunca yıldır basit olarak “Madenler olmaz ise yaşam olmaz” zorlamasına sokulan anlayış elbette bir ders alamadı.

Bu alanda büyük kârlar elde eden şirketlerin temsilcileri çevresel vurgularla toplumu yeniden kandırma peşinde. “Çevresel endişelerin onlar için de önemli olduğunu ama bunun sürdürülebilirlik ile aşılacağını” söylüyorlar. Başta ormanlar olmak üzere doğayı önlerindeki engellerin başında gören bu anlayış sadece minerallere odaklanmış durumda ve aslında yalnızca “para” diyor. Nerede, ne kadar nadir element olduğuna bakmadan madenlerin işletilmesi için önlerinin açılmasına gayret göstermekteler.

35 YIL SONRA GÖZLERİNİ YİNE DERSİM’E ÇEVİRDİLER

Örnekler artırılabilir ancak dikkat çekeceğimiz konu, nadir toprak elementleri için seçilen bölgelerden biri, Dersim… Bu bölgeyi önemle dikkatlere sunmak istiyorum. Bu bölgede 1990’lı yıllarda uluslararası şirketlerce çeşitli mineraller ile ilgili çalışmalar yapılmış, elde edilen bilgiler Avrupa’da pazarlanmış ve işletme için toplumsal direncin nasıl kırılacağı ön plana konulmuştur. Köylerin, meraların, yaylaların boşaltılması, bölge halkının yaşamsal kaynaklardan yoksun kılınarak bölgenin insansız bırakılması hedefine ulaşılmıştır. Kalan adımların altyapısı artık akademik alandan hazırlanacak prestijli projelerle gündeme gelmektedir. Temmuz ayında Munzur Üniversitesi de projenin içine alınarak “nadir toprak elementleri araştırma ve inovasyon merkezi” çalışmaları başlatıldı. Toplantının açılışı Sanayi ve Teknoloji Bakanlığınca yapıldı.

Neden Munzur Üniversitesi? 

Dersim endüstrinin dibinde bir kent mi? 

Neden Dersim’de tarımsal üretimi destekleyecek projeler değil de nadir toprak elementleri gündem oldu? 

Üniversite ileri teknolojik alanlarda metalik elementlerin kullanılması çalışmasında mı yer alacak, yoksa bu elementlerin çıkarılması için bir arka kaynak mı olacak? 

Elbet ikincisi. Yani 30-40 yıl öncesinde çalışmaları bitmiş ve dünya pazarına sunulmuş coğrafyamızda dağınık halde bulunan çeşitli elementlerin çıkarılıp dünya pazarına aktarılması girişiminin arka planı hazırlanıyor.

DİRENİŞİ KIRMAK İÇİN AKADEMİ DEVREYE SOKULUYOR

Maden işletmeciliğinin yaratacağı sorunlara karşı oluşacak direnişlerin kırılması için de akademik ünvanların kullanılması planlanıyor. Bu tip akademik anlayış, toplumdan kopuk kapalı uzmanlık olarak bilinen “bilimsel tekelliktir.” Bu nedenle nadir toprak elementleri araştırma merkezi kurmak üzere Munzur Üniversitesi seçilmiştir. Munzur Üniversitesi öncelikle Munzur ve çevre coğrafyanın nasıl korunacağı ve yaşamın bütün canlılar için geleceğe aktarılması konularındaki çalışma alanlarında öncü olmalıdır. Üniversitelerimiz toplum için bilimsel çalışmalar üretmeli, kaynaklarını şirketlerin projelerine aktarmamalıdır. Bugün ticari proje çalışmayan akademik kadro, yok denecek kadar az.

Bu konuyu tüm Dersim aydınları gündem yapmalı ve önemli mücadele alanı olarak önlerine koymalıdırlar. Dersim coğrafyasında kendi kendisini besleyecek yaşamsal koşulların yeniden kurulması için çalışmalar halk ile ortaklaşa yürütülmelidir. Asla “bilimsel tekeller” ve elit yapılara bırakılmamalıdır. Ancak bugün Dersim için tartıştığımız bu konu, Türkiye’nin diğer bölgeleri için de geçerlidir. Dersim’e mercek tutmamızın nedeni Munzur Üniversitesi üzerinden yürütülen operasyona dikkat çekmektir.

1) https://www.yirmidort.tv/ekonomi/35-trilyon-dolarlik-dev-rezerv-turkiye-icin-olmazsa-olmaz-firsat-yerin-altinda-yatiyor-207661

                                                                /././

Tutuculuğun bedeli -Mehmet Özyazanlar-

Montella’nın Karadağ yenilgisini berbat saha zeminine bağlayacağı belliydi. Bizim futbol kültürümüzde yenilgilerden ders çıkarmanın değil, yenilgilere mazeret üretmenin daha ön planda yer aldığını onun da öğrendiği anlaşılıyor. Zeminden şikayet etmek iyi hoş da Karadağ başka bir zeminde mi oynadı sanki? Ama Karadağ, futbolun gerçekliğini göz ardı etmeden mevcut koşullara uygun bir oyun anlayışıyla mücadele ettiği için sahadan istediğini elde ederek ayrıldı…

Futbolda bu tür sürpriz yenilgiler olabilir. Bu gayet doğal ve anlaşılabilir bir şey. Lakin skoru bir kenara bırakıp oyuna bakıldığında kayda değer bir şey bulmak o kadar zor ki…

İyi oynarsın, sağlı sollu ataklarla rakibini bunaltır pek çok pozisyona girersin, bunun yanında ceza sahası civarından atılan şutlarla rakip kaleyi yoklarsın ama yine de yenilebilirsin. Yani tatmin edici bir oyun sergilemene karşın öngörülemeyen pek çok sebepten ötürü sahadan eli boş ayrılabilirsin. Böyle bir yenilgi sürpriz sayılsa da anlaşılabilir.

Ama daha önce oynadığı 5 grup maçında sadece bir gol atabilen ve hiç puanı olmayan bir takıma 3-1 yenilmek nedir?

Hadi, topu kullanmanın ve pozisyon yaratmanın ekstra efor gerektirdiği ağır bir sahada sadece bir gol atabildin, bunu anladık. Peki niye gol yiyorsun? Hem de üç tane…

Rakip gerek futbola yapılan ekonomik yatırım gerekse de oyuncu potansiyeli ve kalitesi açısından Türkiye’nin yanında çok çok mütevazı bir takım.

Böyle bir rakip karşısında sahadan en azından beraberlikle bile ayrılmayı beceremiyorsan, bundan sonrası için de işin hiç kolay değil demektir…

Futbolun en temel gerçekliği, oyunu mevcut koşullara uygun şekilde oynamaktır.

Şiddetli yağmur nedeniyle zemin ağırlaşmış ve dakikalar ilerledikçe daha da ağırlaşacağı çok açık. Bu koşulların gerçekliği ise oyunu mümkün olduğunca havadan uzun paslarla oynamaya çalışmaktır. Ağırlıklı olarak havadan uzun paslarla oynanan oyunda ise pivot santrforlu bir oyun planını tercih etmek gerekir. Gerektiğinde duvar olup verkaçlara kanal açacak, gerektiğinde topu saklayıp arkadaşlarına boş alan yaratacak, gerektiğinde ise kanatlardan yapılacak ortalarda rakip savunmayla boğuşacak, onların dengesini bozacak bir merkez santrfor. Böylesi bir zeminde ihtiyacı en çok hissedilen oyuncu…

Biz ise koşulların dayattığı gerçeklere adeta meydan okuyarak yerden kısa ya da araya atılan paslarla sonuca gitmeye çalıştık. Bunun dışında, yapılan ortalara kafa vurabilecek fiziğe sahip bir hücum oyuncumuz da sahada yoktu zaten. Bu oyun kurgusu ve oyuncu tercihleri, rakibin işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadı…

Montella, “Bugün fiziksel gücü yüksek oyuncular tercih etseydik oynayacağımız futbol alışılmışın dışında olurdu” diyor.

Hem zemini kastederek koşullar alışılmışın dışındaydı diye şikayet ediyorsun hem de alışılmışın dışına çıkmamak adına oyunu koşullara uygun şekilde oynamıyorsun.

Koşullar, fiziksel güce daha çok ihtiyaç duyulacak şekilde alışılmışın dışındaysa, o zaman senin de koşulların gerektirdiği değişiklikleri hayata geçirip fiziksel gücü yüksek oyuncuları tercih etmen ve alışılmışın dışına çıkman gerekirdi.

“Ben her türlü koşulda, oyun anlayışımdan asla ödün vermeden oynarım” diyorsan da o zaman zeminden yakınmaya ve “Bugün sahada futbol maçı yoktu” gibisinden boş laflar etmeye hakkın olmaz...

Bir takım, olağan dışı koşullar söz konusu olduğunda, bu duruma uyum sağlayabilecek farklı oyun anlayışlarını hayata geçirebilmeli. Güçlü takım olmak, taktiksel elastikiyete, strateji çeşitliliğine sahip olmayı gerektirir.

Farklı koşulların doğurduğu gerçeklikleri ve bu gerçeklikler doğrultusunda hayata geçirilmesi gereken değişiklikleri hiç umursamadan “Rakibin, havanın, sahanın durumu ne olursa olsun ben bildiğimi oynarım” demek, sadece tutucu bakış açısını yansıtmaz, aynı zamanda -Karadağ karşısında olduğu gibi- takımı sürpriz yenilgilere açık hale de getirir…

                                                     /././

Bakan Tekin ve arkasındakiler laikliğe cepheden savaş açan bir konumdadır!-İhsan Çaralan-

Son günlerde siyasi gündemin başlıca konularından birisi de Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in başlattığı laiklik tartışması. Laiklik aslında zaman zaman böyle bir tartışma yokmuş gibi geri çekilmiş görünse de çoğu zaman en öne çıkan tartışma olarak cumhuriyet tarihi boyunca siyasi gündemin en istikrarlı tartışma konusu olageldi.

AKP iktidarı ise laikliği bazen sureti haktan görünerek, hatta bazen “Asıl laikliği biz savunuyoruz” diyerek, bazen da cepheden laikliğe saldırarak laisizm ile en sistemli mücadele eden iktidar oldu. Önceki dönemlerden farklı olarak AKP 23 yıla dayanan iktidarında laikliğe karşı sadece laiklikle ilgili uygulamalardan şikayet etmekle yetinmedi, laikliğin uygulamalarına karşı tepkileri de organize etti. Laik eğitim temelli okulları çeşitli girişimlerle itibarsızlaştıran iktidar orta öğretimde imam hatip okullarını teşvik etti. Yetmedi, milli eğitim amaçlarını “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” olarak ilan etti. Diyanet de bu amaç için MEB’in “paydaşı” olarak devreye sokuldu. Yetmedi, tarikatlar ve cemaatler de milli eğitimin paydaşları olduğunu açıkça ifade etti.

Nitekim son gülerde laiklik karşıtlığı ile gündeme gelen Milli Eğitim Bakanı Tekin; 2023’ün aralık ayında 2024 bütçesi tartışılırken “ Bir sürü STK'yle protokol yaptık. Bunların içerisinde sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla 10 tane protokolümüz var” diyerek tarikat ve cemaatleri “sivil toplum kuruluşu” ilan ederken onlarla “paydaş” olarak protokol yaptığını itiraf etti.

Son aylarda MEB’in Ülkü Ocakları’yla da ya protokol yaptığına dair haberler çıktı. Bakanlık hayır böyle bir şey yok da demedi.

Kısacası AKP iktidarı “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme programıyla tek adam rejiminin sosyal dayanağı olan nesiller yetiştirmek için müfredatı hızla dinileştirmede hızlı ve önemli adımlar attı.

Öte yandan okul öncesi eğitimi dinileştirme girişimleri de yoğunlaştırıldı. Ki, pedagogların itirazlarına karşın Kur’an öğretimini 0-6 yaş gurubu çocuklara kadar indirmeyi gündeme getirdi.

Kısacası milli eğitimin en son getirildiği aşama “Çevreme duyarlıyım değerlerime sahip çıkıyorum” (ÇEDES) programıyla “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” hedefinde yeni bir adım atılmış oldu.

TEKİN’İN LAİKLİK ANLAYIŞININ LAİKLİKLE BİR İLGİSİ YOK!

Bakan Yusuf Tekin, işte bu tablo üstünden laiklik tartışması açtı. Batman’da partisinin bir toplantısında konuşan Tekin; “Bana diyorlar ki laik eğitim açısından senin söylediğin şey ters. Sizin anladığınız laiklik şu; 1940'lı yılları hatırlayın, camilerin kapısına kilit vurmak, camileri ahıra çevirmek, vatandaşın Kur'an-ı Kerim öğrenmesini yasaklamak… Sen Müslümanların inanç özgürlüğünün prangalar altına alınmasını, yasaklanmasını anlıyorsun. O zaman ikimizin laiklik anlayışı arasında fark var. Ben evrensel laiklikten yanayım, sen Türkiye'ye özgü kendi icat ettiğin laiklik kavramını bana dayatıyorsun' ” diyerek laiklikle hiçbir noktadan teğet bile olamayacak bir dinciliği “evrensel laiklik”  olarak tanımlıyor. Tabii bunu “yerli ve milli laiklik” olarak da tanımlayıp yeni bir icat olarak sunup “Herkes sonunda bizim laiklik anlayışımıza gelecek” de diyebilirdi. Ama anlaşılan oraya gelmek için biraz daha mesafe almayı bekliyorlar.

Bugün üstünde az çok birleşilebilen laiklik anlayışı yüzlerce yıl süren farklı dinler, mezhepler arasında süren çatışmalar, kanlı savaşalar, iç savaşlardan sonra bilimdeki gelişmeler ışığında çıkarılan dersler üstünden oluşmuştur. Bu açıdan baktığımızda laikliği “Dinin devletin işlerine devletin de dinin işlerine karışmadığı bir anlayış” biçiminde tarif edebiliriz.

Yani laik devlet dini konularda resmen tarafsızlığını, dolayısıyla herhangi bir dini ya da dinsizliği desteklemediğini ifade eden devlettir.

LAİK DEVLETTE DİN VE DEVLETİN ALANLARI AYRILIR

Başka bir söyleyişle laik devlet; dinsel özgürlükleri garanti eden, kamu olanaklarının herhangi bir dini grubun çıkarına kullanılmasını engelleyen, eğitimi dinsel görüşlerden bağımsız olarak oluşturan… devlettir.

Ülkemizdeki uygulamayı dikkate alırsak, laik bir ülkede devletin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi yurttaşların yaşamına dair fetvalar veren, hutbeler okutan bir kurumu olmaz. Laik devlet cemevi, kilise açmayacağı gibi cami de açamaz. Dede ya da papaz okulu açmadığı gibi imam ve vaiz yetiştiren imam hatipleri de açamaz. Her inanç grubu kendisi ihtiyaç duyduğu kadar yapar bunları. Dolayısıyla ülkemizde cumhuriyetin başından beri uygulanan laikliğin böyle sorunları vardır. Sadece bizde de değil laik sayılan Fransa, Almanya, ABD gibi pek çok ülkede de feodal dönemden kalan ve laiklikle çelişen kurumların, ritüellerin laiklikle çelişen uygulamaları var olmaya devam etmektedir.

Yusuf Tekin’in kişisel olarak dini görüşü, laikliği nasıl gördüğü ya da istismar ettiği bizi hiç ilgilendirmezdi. Ama Milli Eğitim Bakanı olarak Tekin partisinin ve savunucusu olduğu tek adam rejimine sosyal temel oluşturacak “Dindar ve kindar nesiller yetiştirime” programının milli eğitimdeki uygulayıcısı olarak laikliğe saldırmaktadır. Üstelik de bunu “evrensel laiklik” dediği kendi anlayışını dayatarak yapmaktadır!

Oysa Bakan Tekin’nin başında olduğu bakanlık eğitim müfredatını radikal dinci bir çizgiye çekme, okulları Diyanet İşleri Başkanlığının din görevlileri ile tarikat ve cemaatlerin militanlarının içinde cirit attığı mekanlara dönüştüren girişimlerle laikliğe cepheden savaş açan bir mevzide durmaktadır.

LAİKLİK MÜCADELESİ DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN ORTAK MÜCADELESİDİR

Bakan Tekin’in laiklik karşıtı açıklamaları ilerici demokrat siyasi çevreler ve laik eğitimi savunan her çevre tarafından yoğun tepkiyle karşılandı, Tekin istifaya çağrıldı. Cumhurbaşkanından Tekin’i görevden alması istendi.

Ama biliyoruz ki; yaptıkları sadece Tekin’in eseri değil. Tersine Tekin önceki yedi bakanın yaptıklarını bir adım daha ileriye götürmek için göreve getirilmiştir. Tekin kendisini göreve getirenlerin istediklerini yerine getirmektedir. Bu yüzden de ne istifa ne de görevden alma çağrıları sadece çağrı olarak kaldığı sürece karşılık bulmayacaktır.

Tekin bugün öncesini bir yana bıraksak bile 1960’lardan beri laik demokratik ve bilimsel eğitim mücadelesini ezmek isteyen laiklik karşıtı güçlerin bugünkü temsilcisi olarak kendisinden bekleneni yapmaktadır.

Ama işi kolay değil. Çünkü Türkiye’nin laiklik ve demokrasi yanlısı güçleri, laik ve demokratik eğitim mücadelesi veren gençliği; en gerici güçler seferber edilmiş olmasına karşın laiklik ve laik eğitim mücadelesi sürdürmüştür. Nitekim AKP iktidarı da devletin bütün olanaklarını kullanıp eğitimin dinileştirilmesi için tarikat, cemaatler ve Ülkü Ocakları gibi bütün yedek güçleri seferber etmesine karşın “Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” programını başarıya ulaştıramamıştır. Yapılan anketler AKP iktidarında doğan ve “Z kuşağı” olarak adlandırılan gençlik kuşağının önceki kuşaklara göre AKP karşıtlığı açısından en yüksek kuşak olduğunu göstermektedir.

Kısacası laiklik olmadan özgürlük ve demokrasi de olmaz. Laik bilimsel ve demokratik eğitim olmadan laiklik sürdürülemezdir. Bu yüzden de bugün Milli Eğitim Bakanı Tekin’in laikliğe savaş açması, Bakan olarak laik eğitimi tasfiye etmek için önceki bakanlara göre daha agresif girişimler yapması, yaptıklarının teşhir edilmesi üsten istifaya çağrılması ve görevden alınmasının istenmesi elbette önemlidir. Ama laiklik mücadelesini, demokrasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak savunmak; laik, demokratik eğitim mücadelesinin demokrasi güçlerinin ortaklaştığı bir mücadele olarak ilerletilmesi önümüzdeki dönemin önemli bir görevidir.

                                                                /././

"Asgari" Sosyal Güvenlik -Deniz İpek-

2024 yılı asgari ücretini saptamak üzere Asgari Ücret Tespit Komisyonu görüşmeleri aralık ayında başlayacak. Gerek hükümetin Şimşek’i gerekse patron örgütleri neredeyse 2 aydır asgari ücrete dair açıklamalar yapıyor. Açıklamalarda yeni yıla ilişkin hedeflenen bir enflasyonla asgari ücreti; merkez bankasının hedefleri, IMF önerileri ve patronların arzularıyla, Erdoğan hükümetinin OVP’sine uygun olarak belirlemeye çalışıyor.

                                       Unkapanı Sosyal Güvenlik Kurumu önü | Fotoğraf: Murat Uysal/Evrensel

Asgari ücret, işçinin bir iş günü çalışması karşılığında ödenmesi belirlenen en düşük ücret. Bu ücret aslında işçinin kapitalist üretim sürecindeki yeri ve patronla giriştiği alışverişte; emek gücünün satışı veya kiralanmasında yapılan “resmi” ve “gayriresmi” sözleşmesinde belirleniyor. İşçinin emek-gücünün değeri olarak talep ettiği değer onun ertesi günü aynı dinçlikle işe başlaması için gerekli metaların değerine denk düşen bir ücret talebinin yanında çalışma koşullarını içeriyor.

Asgari ücret, işçinin ekonomik ve sosyal hayatlarını en iyi şekilde yaşayabilmelerini sağlayacak kadar olması gerekiyor. İlk kez 1890’da Avustralya ve Yeni Zelanda’da uygulanmaya başlanan, 1900’lü yılların başı itibarıyla da önce Avrupa’da, daha sonra da tüm dünyada uygulanmaya devam edildi. Türkiye’de ise ilk kez 1974’te yayımlanan yönetmelikle asgari ücret uygulaması başladı.

SOSYAL DEĞİL BİREYSEL GÜVENLİK

Sosyal güvenlik sistemi Türkiye’de, kayıtlı istihdam ve tahsil edilebilen sosyal güvenlik primi üzerine inşa ediliyor, kayıt dışılar yok. Prime dayalı bu sistemde sosyal güvenlik; toplumun sosyoekonomik gelişiminin koordine edileceği, sağlık sistemine halkın katılımının esas olacağı koşulsuz ve kapsayıcı işçi hakkı değil; işçinin ödediği prime endeksli, “sosyal” niteliğinden arındırılmış “bireysel güvenlik” ile ikame edilmeye çalışılıyor. Tüm yurttaşları kapsayan, eşleri birbirine ekonomik açıdan bağımlı olmaktan çıkaran ve kadın ve erkeği ayrı olarak hak sahibi kılan bir sosyal güvenlik sistemi de yok.

ÜCRETİ İKAME ETME

Sosyal güvenlik iki yönüyle işçinin sağlığını ve yaşamını doğrudan belirliyor. Birinci olarak sosyal güvenlik, işçinin hastalık, iş kazası veya meslek hastalığı, malullük, analık, işsizlik, yaşlılık, ölüm gibi nedenlerle geçici ya da sürekli olarak ücret geliri elde edemediği durumlarda, işçinin (Veya ölümü halinde ailesinin) hayatını idame ettirmesini sağlayacak geliri elde etmesinin temel dayanağı. Sosyal güvenliğin gelirsiz kalınan dönem için “Ücreti ikame etme” işlevi, geçimini ücret geliri ile sürdüren işçi için hayati. Sosyal güvenlik sistemi, gerek bu ikame gelire hak kazanma koşulları gerekse hak kazanılan gelirin düzeyi bakımından işçinin ve ailesinin sağlığını doğrudan etkiliyor. Hak kazanma koşulları zorlaştığı, hak kazanılan gelir düştüğü ölçüde; işçinin sağlığı ve bir bütün olarak yaşamı kötüleşiyor, zorlaşıyor, hatta tehlikeye giriyor.

AĞIR KOŞUL, DÜŞÜK GELİR KISKACINDA İŞÇİ SAĞLIĞI

Hastalık ve geçici iş göremezlik ödeneğine örnek üzerinden bakacak olursak: Asgari ücretli bir işçi iş kazası geçirir ya da meslek hastalığına yakalanır ve yüzde 50 oranında meslekte kazanma gücünü kaybederse, işçi son 3 aylık prime esas kazancının yüzde 35’i oranında sürekli iş göremezlik gelirine hak kazanır. Asgari ücretli bir işçiye bugün aylık ödenecek tutar yaklaşık 6 bin TL. Eğer işçi hastalık veya kazanın ardından işsiz kalırsa, ya bu tutarla hayatını idame ettirmek zorunda kalacak ya da sağlık durumu elverişli olsun olmasın yeni bir işte çalışmak durumunda. Yüzde 50 iş göremez bir işçinin bulabileceği işler sınırlı, bulduğu işlerin sağlığına elverişli olma ihtimali düşük, işçi, kötü ve sağlıksız çalışma koşullarına itiraz da edemiyor. İş kazası veya meslek hastalığı işçinin meslekte kazanma gücünü esaslı ölçüde azaltmış, ancak sosyal güvenlik sistemi işçinin yaşadığı gelir kaybının yarısını bile ikame etmiyor, tam da bu nedenle başka bir işte çalışmak zorunda kalan işçinin sağlığının daha da kötüleşmesi ve hatta işçinin bir işçi cinayetine kurban gitmesi ihtimali çok daha artıyor. İşçiye malullük aylığı bağlanabilmesi için, 1)İşçinin en az 10 yıldır sigortalı olması, 2) En az 1800 gün priminin ödenmiş olması, 3) Çalışma gücünü veya iş kazası veya meslek hastalığı neticesinde meslekte kazanma gücünü en az yüzde 60 oranında kaybetmiş olması, 4) Maluliyetin sigortalılıktan sonra ortaya çıkması, 5) Mevcut işinden ayrılarak SGK’ye başvurması gerekiyor. Bu koşullar nedeniyle 20 yaşında sigortalı çalışmaya başlayan bir işçi 30 yaşından önce trafik kazasında çalışma gücünün yüzde 100’ünü kaybetse bile maluliyet aylığı alamayacak; hem sağlığından hem gelirinden mahrum kalacak. Maluliyet aylığına hak kazanma koşulları ağır olduğu gibi, ödenecek aylık da yetersiz. Maluliyet aylığı bağlama oranı 2000 öncesi yüzde 70 iken, 2000’de yüzde 60’a, 2008’de yüzde 40’a düşürüldü. 1 Ekim 2008’de işe giren bir işçinin, 1 Ekim 2018 tarihinden sonra alabileceği maluliyet aylığı işçinin eline geçen net ücretin ancak yarısına ulaşıyor. Eğer bir de işçinin sigorta primi gerçek ücretinden değil daha düşük tutardan ödeniyorsa, işçinin yaşadığı gelir kaybı çok daha yüksek oluyor.

İÇ CEPHEDE PRİME ESAS YAŞAMLAR

‘İç cepheyi sağlamlaştırma’ siyasetinin örtmeye çalıştığı gerçeklerden biri de iş cinayetleri… Bu yılın ekim ayında 164'ü iş cinayetlerinde, İLO normlarına oranla da 984 işçi de meslek hastalıklarından hayatını kaybetti. Yılın ilk on ayında da en az 1540 iş cinayeti 9 bin 240 işçi meslek hastalıklarından hayatını kaybetti. AKP’li yıllarda da en az 33 bin işçinin iş cinayetlerinde öldüğü bilinirken bunun yanında 200 bin işçinin de AKP’li yıllarda meslek hastalığından hayatını kaybettiği İLO normlarında kabul ediliyor. Bu kadar işçi cinayetinin olduğu ülkede iş kazası ve meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünü yitirmiş ve iş görmezlik ödemesi alan veya alması gereken milyonları var. İşçi canın bu kadar ucuz olduğu ülkede asgari ücretin aslında çalıştığı için engelli ve çalışamaz hale gelen milyonlarca işçi için de ne kadar hayati bir mesele olduğunu gösteriyor. Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi; işçinin sigortalı çalışması ve prime esas kazancı üzerinden kurgulandığı için işçileri “prime esas yaşamlara” mahkum ediyor. Sosyal güvenlik alanında son dönemde yaşanan hak kayıpları, işçi sağlığını daha da tehlikeye atmaya devam ediyor. İşçi sağlığını, ücret ve sosyal güvenlik bağlamıyla da düşünmek ve tartışmak; işçi sağlığı ve hakları bakımından yürütülecek mücadelenin de asgari ücretten bağımsız olmadığını bilmek gerekiyor.

                                                            /././

Yerlikaya kadın cinayetlerinden kadınları sorumlu tuttu: "32 hanımefendi ikazımıza uymadı"

Yerlikaya, kadın cinayetlerine ilişkin sorulara şu yanıtı verdi: “Kadın şiddetle ilgili sıfır tolerans diyoruz. 2022'de 284, 2023'te 309, 2024'ün ilk 10 ayında 276 tane kadın cinayeti var. Elektronik kelepçeyle ilgili kapasite sorunuz yok. Bin 500 olan kapasiteyi 5 bine artırabiliriz hızlıca, bu konuda bir sorunumuz yok. Biz koruma kararı aldığımız kadına bir belge imzalatıyoruz. Koruma kararı aldıktan sonra belgedeki 11 maddeyi polisler okuyor. 'Seni korumaya aldık ama buna riayet et' diyor. Diyor ki mesela, 'Şüphelinin size yaklaşması halinde en yakın korunaklı yere geçerek kolluktan direkt yardım iste. Şüpheliyle sakın yüz yüze görüşme.' Çünkü tecrübe ile sabit. Bunların hepsini onlara okuyoruz. Haftada bir gün muhtara ‘buraya gelip giden var mı’ diye soruyoruz. İstihbarat artık ona takılıyor. İlk defa söylüyorum koruma kararı olmasına rağmen geçen sene 32 hanımefendi şuradaki ikazımıza uymadan, kapıya adam gelince açmış, içeride vurmuş onu."(https://www.evrensel.net/haber/534666)

                                                          ***

Özel hastane çetesi duruşmasında 4. gün | "Sağlık Bakanını hedef aldıkları için yargılanıyoruz"

Duruşma Esenyurt Belediye Başkanlığı Sağlık Hizmetlerinde çalışan Renas Kılıç'ın ifadesiyle sürüyor. Siyasetçilerin erken seçim umuduyla Sağlık Bakanını hedef aldığı için böyle bir suçla yargılandığını iddia eden Kılıç, "Ben iki depremde de deprem bölgesinde çalıştım, bir insan böyle harcanamaz" dedi. Telefonda Reyap Hastanesinden 'biz' olarak bahsetmesi sorulan Kılıç, "Benim konuşma şeklim biraz farklı. Benimsediğim için öyle dedim" dedi.  Kılıç'ın avukatları Fırat Sarı ile Rneas Kılıç'ın yalnızca 'sosyal bir ilişkisi olduğunu' söyleyerek Kılıç'ın tahliyesini talep etti. Duruşmaya ara verildi. (https://www.evrensel.net/haber/534670)

                                                           ***

Özel hastane çetesi duruşmasında 3.gün/ Yoğun bakım kameraları sökülmüş, kaşesi kullanılan doktor başka hastanede

İddianamede, Fırat Sarı ve İlker Gönen'in 10 kez "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "nitelikli dolandırıcılık" ve "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" suçlamalarıyla, 11 kez "resmi belgede sahtecilik" suçu ile cezalandırılması isteniyor. İki isim hakkında toplamda 177 yıl 6 aydan 582 yıl 9'ar aya kadar hapisle cezalandırılması talep ediliyor. 112 Ambulans Şoförü Gıyasettin Mert Özdemir hakkında "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "kişisel verilerin hukuka aykırı ele geçirilmesi", "kamu kurum ve kuruluşlarının zararına dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma" ve "resmi belgede sahtecilik" suçlarından 180 yıldan 589 yıl 9 aya kadar hapis cezası; 18 kişi hakkında da bebeklerin ölümüne ilişkin "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi" suçundan 10 ila 437 yıl 6 ay arasında hapis cezası isteniyor.(https://www.evrensel.net/haber/534538)

(Evrensel)

                





GÜNDEM BAŞLIKLARI -21 Kasım 2024-

MHP'li üç vekilin istifa nedeninde "altın kaçakçılığı" iddiası -T24-

mhp'den istifa eden üç vekil

İstifası istenen üç milletvekilinin altın kaçakçılığına karıştıkları edildi. BirGün yazarı ve gazeteci Timur Soykan'ın işaret ettiği olaya göre istihbarat birimleri, 20 Eylül 2024 tarihinde İstanbul Havalimanı’nın VIP salonunda eski Gümrük ve Ticaret Bakan Yardımcısı, eski AKP Milletvekili Fatih Metin’in yanında VIP salonunu kullanan eski özel kalem müdürünün valizlerinde 60 kilo kaçak altın yakalandı. Soykan, VIP geçişi kullanarak altın kaçakçılığı yapan bazı milletvekillerinin de tespit edildiğinin öne sürüldüğünü ifade etti. Söz konusu milletvekilinin MHP'den istifa ettirilen Hasan Basri Sönmez, İsmail Akgül ve Mustafa Demir olduğu öne sürüldü. Bu isimlerin altın kaçakçılığına karıştığının anlaşılmasının ardından ise MHP yönetiminin istifalarını istediği iddia edildi. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, 3 milletvekilinin istifasının istendiğini sosyal medya hesabından ilan etti. Gerçekleşen istifalarla MHP'nin Meclis'teki sandalye sayısı 47'e düştü.(https://t24.com.tr/haber/mhp-li-vekillerin-istifa-sebebinde-altin-kacakciligi-iddiasi,1197906)

                                                               ***

Seferihisar'da ihbara giden polislere silahlı saldırı: 2'si ağır, 3 polis yaralandı!-Cumhuriyet-

İzmir'in Seferihisar ilçesinde kavga ihbarına giden polis ekiplerine yönelik gerçekleştirilen silahlı saldırıda 3 polis yaralandı. Polislerden 2'sinin durumunun ağır olduğu öğrenildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/seferihisarda-devriye-ekibine-silahli-saldiri-3-polis-yaralandi-2270923)              

                                                             ***
Yeraltında direniş var: 500 madencinin grevinde 24 saat geride kaldı -Birgün-

Ankara Nallıhan'da Çayırhan Termik Santrali’nde özelleştirme kararına tepki gösteren maden işçilerinin eylemde 24 saat geride kaldı. Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 işçi, dün (20 Kasım Çarşamba) sabah vardiyasıyla yer altına inerek başlattıkları protestoyu sürdürüyor. Gece hava sıcaklığının 5 derecenin altına düştüğü bölgede ateş yakarak ısınan yeryüzü işçileri de yer altında eylem yapan arkadaşlarına destek veriyor.(https://www.birgun.net/haber/yeraltinda-direnis-var-500-madencinin-grevinde-24-saat-geride-kaldi-577693)

                                                                   ***

Yerin 300 metre altında yağmaya direniş -Evrensel Manşet-

İktidar, yıllık 3.5 milyar liralık değer üretirken, bir de kamu kaynaklarıyla modernize ederek “Altın yumurtlayan tavuk” haline getirdiği Çayırhan Termik Santrali ve Linyit İşletmelerini, arazisi ve lojmanlarıyla sermayeye peşkeşe hazırlanıyor. Madenciler özelleştirme yağmasını durdurmak için direnişte.(https://www.evrensel.net/haber/534648)

                                                                        ***

T24 "KÖŞEBAŞI" -21 Kasım 2024-

Sermaye, işçilere açlık sınırının altında bir asgari ücreti layık görüyor!-Mustafa Durmuş-

MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur. Siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor.

Cumhurbaşkanı, “emeklimizi, memurumuzu, asgari ücretlimizi, toplumun hiçbir kesimini enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyor. Hazine ve Maliye Bakanı da hemen hemen aynı sözcüklerle, “halkı enflasyona ezdirmedik, bundan böyle de ezdirmeyeceğiz” diyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı ise, “bu yılın ilk altı ayında ekonominin yüzde 3,8 büyüdüğünü, dezenflasyonun işlediğini, seneye enflasyonun daha düşeceğini ve böylece emekçilerin rahatlayacağını” müjdeliyor.

Enflasyon canavarı (!)

“Enflasyonu halkı ezen bir canavar” olarak tanımlamak sadece bu ezme işinden sorumlu olanları gizlemeye hizmet eder. İktisadi bir olgu olan enflasyon vatandaşı ezmez, ezemez. Çünkü enflasyon tıpkı yoksulluk gibi, sadece bir sonuçtur,

Vatandaşı ezen; ücretli emek sömürüsüne dayalı bu adaletsiz kapitalist düzen ve bu düzenin temel siyasal aparatı olan devleti yöneten AKP’nin emek karşıtı ekonomi, maliye ve gelir politikalarıdır.

Kaldı ki madem vatandaşı ezdirmemek gibi bir niyet var, neden o halde sermaye ve siyasal iktidarın sözcüleri asgari ücrete yapılacak olan zammın “beklenen enflasyona göre” yapılması gerektiğini söylüyorlar?

MÜSİAD Başkanının ağzındaki bakla?

Nitekim Merkez Bankası Başkan Yardımcısı zammın beklenen enflasyona endekslenebileceğini (yani yüzde 21 civarında olabileceğini) söylerken, iktidarla hemhal olmuş iş ve sermaye çevrelerinin gözde örgütü olan MÜSİAD’ın Başkanı Mahmut Asmalı bir CNBC-e yayınında aşağıdaki gibi bir ara formül öneriyor:

“Beklenen enflasyon ile geçen yılın enflasyonu arasında bir korelasyonla asgari ücret bulunabilir. Bazı sosyal destekler de verilebilir. Türkiye’de maaşın yetmemesinin en büyük sebeplerinden biri kira. Hane halkının harcamalarının yüzde 50’den fazlası konut, enerji ve gıdadan oluşuyor. Buralarda tedbir almalıyız. Büyükşehirlerde şu anki asgari ücretle geçinmek mümkün değil. 1+1 daireye17 bin lira kira verince asgari ücretli bütün kazancını kiraya vermiş olacak. Bundan kaynaklı bölgesel asgari ücret uygulanabilir…” (1)

Daha önce IMF de benzer bir öneride bulunmuştu

Özetle Asmalı, gerçekleşen ve hedeflenen enflasyonun birlikte hesaba katılarak asgari ücrete yüzde 21 ile yüzde 45 arasında, yani kabaca yüzde 30’lar civarında bir zam yapılmasını, gerekirse işçilere sosyal yardım verilmesini öneriyor.

Bu aslında IMF’nin daha önce yaptığı öneriye çok benziyor. “Ücret zammını sınırlı tutalım, bunu devlet bütçesinden verilecek olan sosyal yardımlarla telafi edelim” diyor.

Asmalı, halkın içine düştüğü geçim sıkıntısının müsebbibinin ise ev sahipleri olduğunu ilan ediyor ve böylece üstü kapalı bir biçimde, patronlar olarak kendi yüksek kârlarının bir kısmından (daha düşük fiyatlar uygulayarak) vazgeçme niyetinde olmadıklarını açıklıyor.

Ayrıca “büyük şehirlerdeki yüksek konut kiralarının (gıda ve enerji harcamaları ile) asgari ücretlinin gelirinin yüzde 50’sinden fazlasını götürdüğünü” ileri sürerek bölgelere göre değişen asgari ücret uygulamasını da öneriyor. Yani örneğin Doğu ve Güney Doğu’daki asgari ücretin Batı’dakinden daha düşük olması gerektiğini savunuyor.

Diğer yandan işçilerin bu önerileri reddetmeleri için aşağıdaki gibi haklı nedenleri var:

Sosyal yardımlar iyidir ama…

Öncelikle, “sosyal yardımlar”, adı üstünde, düzenli olmayan-geçici olarak yapılan yardımlardır ve emekli maaşının ve kıdem tazminatının hesaplanmasında göz önüne alınmazlar. Ücret artışı yerine bu tür yardımların verilmesi işçiyi maddi olarak kayba uğratır.

Ayrıca sosyal yardımlar, “parayı işçinin bir cebinden vergi olarak alıp, diğerine yardım olarak koymak” anlamına gelir. Bu yardımlar halka dönük kamusal eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal harcamaların kesintiye uğratılmasına ya da devletin ortaya çıkacak bütçe açığını fonlamak için daha fazla borçlanmasına neden olur ki sonuçta bunun bedeli de işçilerden daha fazla vergi alınarak yine onlara ödettirilir.

Bölgesel asgari ücret mevcut sorunları derinleştirir!

İkinci olarak, bölgesel asgari ücret uygulaması, mevcut asgari ücret çıtasının çok daha altına inilmesine neden olacağı gibi, Anayasa’ya, eşitlik ve sosyal adalete de terstir.

Eşit yurttaşlığın bir türlü tesis edilemediği bir ülkede, asgari ücretin bölgelere göre farklılaştırılması bölgelerin halkları arasındaki yakıcı eşitsizlikleri, yoksulluğu ve bunların tetiklediği başta “Kürt sorunu” olmak üzere, birçok sosyal ve siyasal sorunu da derinleştirir.

Kiralar İstanbul’da yüksek de Van’da düşük mü?

Kaldı ki yaklaşık 50 yıl önce terk edilen bu uygulama metalaşma ve ticarileşmenin geldiği düzey olarak ülke gerçekleriyle de uyumlu değil. Örneğin 17 bin TL asgari ücretle İstanbul’da geçinilemeyeceği gibi, Van’da geçinmek de zordur. Kiralar örneğin Van Merkez’de İstanbul’un bazı semtlerinden daha yüksektir.

Özetle, yaşamakta olduğumuz sorun sadece enflasyonun ya da yaşam maliyetlerinin yüksekliğinden değil, aynı zamanda işçi ücretlerinin çok düşük olmasından ve gelir dağılımının son derece adaletsiz olmasından kaynaklanıyor. Kayıtlı 11 milyondan fazla, kayıt dışı 3 milyondan fazla işçinin (2), adına asgari ücret denilen 17 bin liralık açlık ücreti ile kendilerini ve ailelerini geçindirmeye zorlanması bunun en somut kanıtıdır.

İşçi ücretleri seneye de açlık sınırın altında kalabilir!

Daha da önemlisi Asmalı’nın gelecek yıl için önerdiği asgari ücret artışının işçi sınıfının en az yarısını açlık sınırının altında yaşamaya devam ettirme niyetinde olması.

2025 yılında gıda enflasyonunun, TÜİK tarafından resmi olarak öngörüldüğü gibi, aylık ortalama yaklaşık yüzde 1,8 ve yıllık yüzde 22,5 olarak tahmin edilmesinden yola çıkarak hazırladığımız aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, asgari ücretin seneye açlık sınırının altına düşmemesi için yüzde 55,29 oranında artırılması, yani 17 bin TL’nin 26,432 TL’ye yükseltilmesi gerekiyor.

Eğer iktidar çevrelerinde ve medyada en çok konuşulan oran olan yüzde 30’luk bir artış söz konusu olursa, asgari ücretin seneye şubat ayından itibaren açlık sınırının altına düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Sonuç

MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur.

Bir başka anlatımla, siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor. Örgütsüz, sınıf bilincinden uzak ve siyasal önderliğe de sahip bulunmayan, başta emekliler ve yoksul köylüler olmak üzere halkın diğer katmanlarını yanına alamayan bir işçi sınıfının bu savaşı kazanması çok zor görünüyor.

Ancak tersi de yani örgütlü mücadele ile bu savaşı kazanmak da mümkündür. Tarihte bunun sayısız örneği mevcuttur. Son örneği ise kendilerini yüzlerce metre yerin altında madene kapatan yüzlerce maden işçisinin başlattıkları mücadeledir. Onların bu mücadelesi işçi sınıfının bütününe örnek olmalıdır.

Dip notlar:

*https://www.haberler.com/ekonomi/musiad-dan-asgari-ucret-aciklamasi-18062701-haberi (19 Kasım 2024).

*TÜİK, İşgücü istatistikleri III. Çeyrek (Temmuz-Eylül 2024)

                                                                /././

Türkiye’de eğitimin durumu I: PISA 2022 sonuçlarının değerlendirilmesi -Ali Alpar-

Türkiye’de eğitimde fırsat eşitliğinin olmadığı PISA raporunda çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Akademik ve sosyoekonpmik durumları farklı olan 15 yaşındaki öğrencilerimiz birbirinden çok farklı okullarda ve okul türlerinde eğitim görüyor. PISA anketlerinde bizim çocuklarımızın yüzde 31’i okuldan önce kahvaltı yapmadıklarını, yüzde 2si akşam yemeği yemediklerini, yüzde 10’u haftada bir gün akşam yemeği yiyemediklerini, söylemişler. ‘Son 30 günde kaç kere paranız olmadığı için yemek yiyemediniz?’ sorusunu yüzde 19,2’si en az bir gün, yüzde 1,9’u ise neredeyse her gün diye cevaplamışlar. 15 yaş grubundaki öğrencilerimiz ortalama ekonomik, sosyal ve kültürel durum endeksinde bütün OECD ülkeleri arasında en son sırada yer alıyorlar. Okuldan memnuniyet seviyesi en düşük olan ülke Türkiye.

Önceki yazıda ahlâk ve mantık ilişkisinden söz etmiştim. Popülist, otoriter, totaliter rejimlerde iktidarın açıklama yapma hesap verme gereği ortadan kalktıkça ahlaki görünme gereğinin de ve giderek ahlâkın da rafa kalktığını, aynı zamanda akıl, mantık çerçevesinde açıklama yapma, gerekçe söyleme, tutarlı davranma gereğinin, yani mantığın kendisinin de iktidarlar tarafından gereksiz ve yok sayıldığını, akıl ve mantık çerçevesinde bir toplumsal uzlaşma ortamının yok edildiğini yazmıştım. Bu yazıda eğitim konularına döneceğim. Daha önceki yazılarda Maarif Modelinin akıl ve mantık temelinden yoksun, değerler adı altında tepeden inme niyetler empoze eden yapısını ele almıştık. Milli Eğitim Bakanı’nın son beyanlarıyla kendisinin laiklik algısı ve laikliğe karşı tutumu iyice ortaya çıktı. Maarif Modelinin nasıl, ne şekilde uygulanmaya başlandığı bir yana Millî Eğitim Bakanlığı öğrenci ve öğretmenlerin esenliğini, can güvenliğini, temizlik ve hijyen, beslenme, geçinebilme imkanlarını karşılamıyor. Böylece Bakan ve Bakanlık kanunun verdiği görevlerini yerine getirmiyor. Tabii bunun akla yakın, mantıki bir açıklaması da yok.

* * *

Biz yine konuya akıl ve mantıkla, gözlemler, kanıtlara dayanarak, analitik yaklaşalım. Bu yazı ve gelecek yazıda Türkiye’de eğitimin durumunu Eğitim Reformu Girişiminin (ERG) iki raporuyla ele alacağım. Bugünkü yazımın konusu OECD’nin 2022 PISA Raporu üzerinde ERG’nin Türkiye bağlamında ayrıntılı değerlendirmesi. Gelecek yazıda ise ERG’nin 2024 Eğitim İzleme Raporunu ele alacağım. Eğitim Reformu Girişimi 2003 yılında Sabancı Üniversitesi içinden, kurucu rektör Prof. Tosun Terzioğlu ve Prof. Üstün Ergüder’in inisiyatifi ile kurulan bir sivil toplum platformudur. Sabancı Üniversitesi ofis mekanını sağlayan ev sahibi ise de ERG’nin bütçesi birçok vakfın katkılarıyla sağlanır. ERG’nin güncel destekçileri Anne-Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV), Aydın Doğan Vakfı, Borusan-Kocabıyık Vakfı, Elginkan Vakfı, Ekol Vakfı, ENKA Vakfı, MV Holding, Tekfen Vakfı, Vehbi Koç Vakfı ve Yapı Merkezi’nden oluşmakta. ERG kuruluşundan beri Türkiye’de eğitimin durumunu izledi, raporladı; eğitimde iyi örnekleri öne çıkaran İyi Örnekler Konferansları ile ve Öğretmen Ağı ile öğretmenlere mesleki ve moral destek sağladı. İlkeleri yüzde 100 eğitim odağı, veri temelli analiz, siyasi ve ideolojik tarafsızlık, disiplinler arası çalışma, yapıcı görüş ve hayal gücü olarak ilân edilmiştir ve ERB tüm etkinliklerinde gerçekten, çalışmalarında bu ilkeleri somut örneklerle ortaya koyar. Bireysel inisiyatifleri teşvik ederken öğretmen meslek örgütleri ve sendikalarından TÜSİAD’a, eğitimle ilgili düşünce kuruluşlarına ve eğitimi destekleyen vakıflara uzanan birçok sivil toplum kuruluşu ile birlikte çalışır. ERG Milli Eğitim Bakanlığı ile de yıllar boyunca hem bakanlar hem de üst düzey bakanlık yöneticilerinden il ve ilçe Milli Eğitim ve okul müdürlerine her katmanda görevlilerle karşılıklı bilgi ve fikir alışverişi, danışmanlık, ortak projeler bazında, yer yer aksamalar olsa da genellikle iyi ilişkiler içinde çalıştı. Bu durum son dönemde bakanlığın tavrı nedeniyle değişti.

* * *

OECD ülkelerinde eğitimin durumunu tespit eden PISA raporları da elbette ERGnin takip çerçevesindedir. Son 2022 PISA Raporunun Türkiye ile ilgili bulguları üzerine Özgenur Korlu, Kayıhan Kesbiç, Ekin Gamze Gencer ve Helin Kotan’dan oluşan ERG ekibinin hazırladığı rapor 5 Eylûl 2024’te TÜSİAD’ın ev sahipliğinde düzenlenen “Geleceğin Dünyasına Hazırlanırken Eğitime Bakış: PISA 2022 Bulguları Işığında Türkiye’de Eğitimin Durumu Araştırması" başlıklı bir toplantıyla kamuoyuna sunuldu. Üç yılda bir düzenlenen PISA araştırmaları 15 yaşındaki öğrencilerin matematik, kendi dilinde okuma ve fen becerilerini ölçüyor. Araştırma örneklemi eğitim dışında olma, eğitimi terk ve okula devamsızlık nedenleriyle Türkiye’de 15 yaş grubunun sadece yüzde 74’ünü yansıtıyor. Bu oran OECD üyesi 37 ülke arasında 35. sırada, yani en düşük oranlı iki ülkeden biri Türkiye. Matematik, okuma ve fen becerilerinde Türkiye’nin sıralamadaki yeri yıllar içinde bir-iki basamak arttıysa da yine OECD ortalamasının epeyce altında ve sıralamanın en sonlarında yer alıyoruz.

* * *

Türkiye’de eğitimde fırsat eşitliğinin olmadığı PISA raporunda çarpıcı biçimde ortaya çıkıyor. Akademik ve sosyo ekonomik durumları farklı olan 15 yaşındaki öğrencilerimiz birbirinden çok farklı okullarda ve okul türlerinde eğitim görüyor. Akademik kapsayıcılık açısından Türkiye 37 OECD ülkesi arasında 35. sırada, sosyal kapsayıcılık açısından 32. sırada bulunuyor. Fen liseleri ile mesleki-teknik okullar arasındaki ortalama matematik puanı farkı, bir öğrencinin ancak 10 öğretim yılında kapatabileceği düşünülen düzeyde. OECD ülkeleri arasında Türkiye personel yeterliliği açısından devlet okulları ile özel okullar arasındaki farkın en büyük olduğu 4. ülke.

15 yaş grubundaki öğrencilerimiz ortalama ekonomik, sosyal ve kültürel durum endeksinde bütün OECD ülkeleri arasında en son sırada yer alıyorlar. Ebeveynin eğitim düzeyini, çalışma ve gelir durumunu , evde bulunan çeşitli eşyayı hesaba katan bu endekste Türkiye örneklemindeki öğrencilerin yüzde 33,2’si en düşük yüzde 20’lik dilimde. Anketlerde öğrencilerin ailelerinin sosyal ve ekonomik konumunu 1 en düşük, 10 en iyi olmak üzere değerlendirmeleri isteniyor. Türkiye’den katılan gençlerin yüzde 3’ü ailelerini en alt, 1. seviyede, yüzde 43’ü ise 5. seviye ve altında görüyor. Buna paralel olarak Avrupa İstatistik Kurumu Eurosat da 2022 yılında Türkiye’de 0-17 yaş arası çocukların yüzde 43,6’sının yoksulluk ve sosyal dışlanma riski altında olduğunu buluyor.

PISA anketlerinde bizim çocuklarımızın yüzde 31’i okuldan önce kahvaltı yapmadıklarını, yüzde 2’si akşam yemeği yemediklerini, yüzde 10’u haftada bir gün akşam yemeği yiyemediklerini söylemişler. ‘Son 30 günde kaç kere paranız olmadığı için yemek yiyemediniz?’ sorusunu yüzde 19,2’si en az bir gün, yüzde 1,9’u ise neredeyse her gün diye cevaplamışlar. Evinde düzenli yemek yiyemeyen çok çocuk var. Türkiye’de okul yemeği acil bir ihtiyaç.

* * *

Türk öğrencilerin PISA öğrenci anketleriyle ölçülen hayatından genel olarak memnun olma durumu da endişe verici. Memnuniyete en çok etki yapan faktör ebeveynle ilişkiler, ardından yakın aralıklarla okul hayatı ve sağlık durumu geliyor. 10 puan üzerinden yapılan değerlendirmede 6’dan küçük değerler hayatından memnun değil kabul ediliyor. OECD ortalaması 6,8. En yüksek memnuniyet 7,4 ile Finlandiya’da, en düşük memnuniyet ise 4,9’la Türkiye’de. Türkiye’deki çocukların yarısından fazlası okula devam etmenin mutluluğun belirleyicisi olduğunu düşünüyor. 15 yaş çocuklarının yüzde 4,6’sı ortaöğretimde üç aydan uzun süre okula gidememiş. Türkiye’de de OECD genelinde de devamsızlığın en önemli nedeni sağlık sebepleri.

Okulda güvenlik riskleri de büyük. PISA 2022’de Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 25’i son bir ay içinde okulda çeteler gördüklerini, yüzde 26’sı da silâh veya bıçak taşıyan öğrenciler gördüklerini söylemişler.

* * *

PISA sonuçlarına göre Türkiye’de 2022’de 15 yaşındaki öğrencilerin yüzde 14’ü haftada bir gün, yüzde 11’i ise her gün para kazanmak için çalışıyorlar. Bunlar öğrenci olanlar. MESEM uygulamaları ile haftada bir gün okula devam edip kalan günlerde çalışan meslek okulu öğrencileri bunun dışında. Bir de öğrenci olmayanlar var. Milli Eğitim Bakanlığı 2022-23 verilerine göre 14 yaşındaki çocukların yüzde 3,1’i, 15 yaşındakilerin yüzde 5,1’i, 16 yaşındakilerin yüzde 5,8’i ve 17 yaşındakilerin yüzde 8,2’si artık okula gitmiyor. Okuldan ayrılan kız çocukları ev işlerine yardım ediyor, ya da zorla veya erken yaşta evlendiriliyorlar, erkek çocukların çoğu da çalışıyorlar.

* * *

OECD standartların korunması ve işlerin daha iyiye gitmesini de ‘dayanıklılık’ adı altında ölçüyor. Akademik dayanıklılık ölçütü matematik ortalamasının OECD ortalamasının üstünde olması ve PISA 2018’den 2022’ye matematik performansının korunmuş olması. Sosyoekonomik dayanıklılık ölçütü sosyoekonomik adalet puanının yüksek olması ve dezavantajlı öğrencilerin performanslarının 2018 ile 2022 arasında sabit kalmasını veya iyileşmesi. Öğrenci refahına göre dayanıklılık ise okul aidiyeti düzeyinin OECD ortalamasının üstünde olmasını ve aidiyet endeksinde 2018’e göre artış olmasıyla ölçülüyor. Oysa Türkiye’de öğrencilerin okul aidiyeti düzeyi 2018’den 2022’ye ciddi oranda düşmüş. Türkiye bütün dayanıklılık ölçütlerinde kötü durumda. Eğitim sistemiz daha da kötüye gidiyor.

* * *

ERG Raporu PISA 2022 sonuçlarını Türkiye için ayrıntılı biçimde inceledikten sonra, “Türkiye’nin bu şartlar altında önceliği öğretim programları değişikliği mi olmalıydı?” sorusuyla bitiyor. Sonuç olarak sosyoekonomik durumun eğitime olumsuz etkilerini azaltmak için müdahale politikaları uygulanması ve eğitimde her politika değişikliğinin reform veya müdahalenin öncelikle öğrenci ve öğretmenlerin iyi olma hâlini merkeze alması öneriliyor.

Geleceğin Dünyasına Hazırlanırken Eğitime Bakış: PISA 2022 Bulguları Işığında Türkiye’de Eğitimin Durumu Araştırması” toplantısı ERG raporunun sunuundan sonra akademisyenlerin, eğitim uzmanlarının katıldığı panel ve söyleşilerle devam etti. Katılanların hepsi çeşitli açılardan raporun bulgularını açtılar, durumu bir çok yönüyle tartıştılar. TÜSİAD temsilcilerinin de konuya verimlilik açısından değil, Türkiye’nin sorunlarının eğitim boyutu olarak bakmaları dikkat çekiciydi. Toplantının bütün seansları şurada bulunabilir.

Milli Eğitim Bakanı sadece protokol oturumuna geldi, konuşmaların hiç birini dinlemedi ama kendi politikalarını ve Maarif Modelini eleştirenlerin durumu incelemeden ideolojik sebeplerle kendilerine saldırdıkları iddiasını tekrarladı. Eğitimdeki durumu incelemeye ERG’nin 2024 Eğitim İzleme Raporu ile devam edeceğim.

                                                               /././

Saflar netleşiyor: Olmayan “çözüm” sürecinin yol haritası, “sansür” tutuklamaları ve işkence suçluları -Gökçer Tahincioğlu-

DEM Parti yöneticileri, olası bir süreçte rol almaya istekli olduklarını söylüyor. Ancak parti kulislerinde, sanılanın aksine, İmralı’da Öcalan’la görüşmesine izin verilen DEM Milletvekili Ömer Öcalan’ın kapsamlı bir mesajla dönmediği konuşuluyor. Gelen mesajın bir müzakere yürütüldüğüne ve yürütüleceğine dair ifadeler içermediği ifade ediliyor

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “öncü” rol alarak gündeme getirdiği, adına “çözüm süreci” denilmeyen süreç iktidara göre bir biçimde devam ediyor.

DEM Partililerin elini sıkarak başlattığı süreci, İmralı’daki Abdullah Öcalan’ın umut hakkından yararlandırılarak TBMM’ye gelmesi ve silah bırakıldığını açıklaması çağrısıyla boyutlandıran Bahçeli, son grup toplantısında da örtülü mesajlarını sürdürdü.

Bahçeli’nin iki açıklaması kritikti.

Birincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrılarından haberdar olmadığını iddia edenlere karşı yaptığı, “Cumhurbaşkanımızla yolculuğumuz ve bağımız sarsılmazdır. Cumhur ittifakında görüş ayrılığı yoktur. Cumhur ittifakının soluğu başkaları gibi kesik değildir. Öküz altında buzağı arayacaklarına gitsinler, kendilerine münasip kapak arasınlar” açıklaması.

İkincisi, MHP’nin sosyal medya kampanyasının da başlığı olan, “Vakit tamamdır, söz konusu vatandır” sözleri.

Şöyle devam etti Bahçeli:

“Makamda gözümüz yoktur. Koltuğa merakımız yoktur. Yeter ki Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milleti sonsuza kadar yaşasın dursun. Yeter ki haine, teröriste karşı bir olalım. Kürt kardeşlerime sesleniyorum. PKK Kürtleri temsil edemez. Dün terörist başının yoldaşı olanlar şimdi Amerika’nın uşağı olmuşlar. Biden’ın üvey evlatlarına Türk milletinin asil evlatlarını kurban edemeyiz. Gelin bir olalım, beraber olalım hep beraber Türkiye olalım."

Yeri gelmişken, MHP, Bahçeli’nin sözlerinin ne anlama geldiğini teşkilatlara da anlatıyor. “Hilal’e Doğru” adı verilen, teşkilat buluşmalarında MHP yöneticileri mutlaka bu konuya dayanıyor ve meselenin “iktidar” olmadığını ifade ediyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

* * *

Bahçeli’nin son mesajının artık DEM Parti, İmralı ya da Kandil’i değil, doğrudan Kürtleri odak aldığını söylemeye gerek yok. Neyin, neden yapılacağı uyarısı gibi de görülebilir.

Bu önceki çağrıların artık geçerli olmadığı anlamına da gelmiyor.

Ancak Kandil ve PKK’nın Suriye kolu YPG’den istenilen mesajların gelmediği ortada.

Ankara, özellikle Kandil’in Öcalan’ın çağrısı doğrultusunda hareket edebileceğini hesaplıyordu-hesaplıyor.

Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi’nin, “Öcalan’ı diri diri İmralı’la gömdüler” yazısını da bu paralelde okumak gerekiyor.

Ancak Kandil’den gelen mesajlara bakıldığında, Öcalan’dan tatmin edici bir açıklama gelmediğini düşündükleri, bir müzakere sürecinin kendileriyle ve İmralı’yla, önceki süreçler gibi paralel yürütülmesini bekledikleri anlaşılıyor.

DEM Parti’de ise bekleyiş hâkim. DEM Parti yöneticileri, olası bir süreçte rol almaya istekli olduklarını söylüyor. Ancak parti kulislerinde, sanılanın aksine, İmralı’da Öcalan’la görüşmesine izin verilen DEM Milletvekili Ömer Öcalan’ın kapsamlı bir mesajla dönmediği konuşuluyor. Gelen mesajın bir müzakere yürütüldüğüne ve yürütüleceğine dair ifadeler içermediği ifade ediliyor.

Abdullah Öcalan ve DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan

İktidarın ve özellikle MHP’nin beklentisi, DEM Parti’nin “silah bırakın” çağrısına katılması. Sohbetlerde bunu açıkça da ifade ediyorlar. Öcalan üzerinden yapılan çağrının öneminin kavranması gerektiğini düşünüyorlar.

DEM Parti ise kapsamlı bir müzakere süreci yürütülürse bu konuda açıkça sorumluluk üstlenebileceğini belirtiyor.

Düğüm, yöntemle ilgili kafa karışıklığında.

Ancak Bahçeli’nin de örtülü biçimde söylediği gibi, iktidarın, önceki gibi bir süreç yürütme düşüncesi yok.

Orta Doğu’nun yeniden şekilleneceğinin düşünüldüğü bir dönemde, Suriye’de güvenli bir hat oluşturma düşüncesi, bütün bu sürecin temelini oluşturuyor.

Mesajların ABD ve bir yandan Rusya odaklı olduğu buradan anlaşılabilir.

Buna paralel olarak iç politika, yeni anayasa ve Erdoğan’ın yeniden adaylığı başlıkları da bu plana ekleniyor.

Düğümün çözülmesi kolay değil… Bu nedenle kayyım politikaların sürdürüleceği ve Suriye’nin kuzeyine yönelik operasyon planlarının “etkinleştirilmek” isteneceği anlaşılıyor. 

Bu tartışmalar, harekete geçileceği güne kadar sürecek.

* * *

“Sansür” tutuklamaları

Dezenformasyon Yasası olarak nitelendirilen, gazetecilerin “sansür yasası” olarak andıkları düzenleme yasalaşırken, uygulamada bunun sonuçlarının ağır olacağı sıkça söylendi.

Elbette sonuçları iktidar ve iktidara “gönül verenler” için ağır olmuyor.

Buna rağmen AKP’liler, yasanın, düzenlemede sayılan bütün koşullar söz konusu olmadan uygulanmayacağı garantisi verdi.

Ancak düzenlemedeki, “Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” ifadesinin AKP’lilerin söylendiği gibi kullanılmayacağı ortadaydı.

Nitekim geçen seneden bu yana onlarca gazeteci, düzenlemedeki koşullar oluşmadan, sadece “yanıltıcı bilgiyi yaydıkları” iddiasıyla tutuklandı.

Bu listeye, geçen hafta, zaten bir sene önce de tutuklanıp itiraz üzerine serbest bırakılan gazeteci Furkan Karabay eklendi. Karabay, itirazı haklı bulan mahkeme tarafından bir hafta sonra serbest bırakıldı ama neden cezaevine konulduğu, neden buna gerek duyulduğu sorusuna yanıt veren yok.

Yanıtı biliyoruz elbette. “Peşinen cezalandırma” yeni bir yöntem değil.

Şimdi AKUT’tan tanıdığımız Nasuh Mahruki de X mesajları nedeniyle tutuklandı.

Yine “yanıltıcı bilgiyi yaydığı” iddiasıyla.

Nasuh Mahruki

Hangi bilginin yanıltıcı olduğu, bunun tutuklama gerektirip gerektirmediği sorularının yanıtları belli ama yanıt yok.

Sonra istediğiniz kadar ifade özgürlüğünden, yargı bağımsızlığından söz edin.

Bu yöntemlerle korkan da yok ürken de… Zira insanın endişe etmesi için gerçekten suç işlediğini düşünmesi gerekir. Tutuklanan gazeteciler, sivil toplum örgütü temsilcileri suç işlemediklerini biliyorlar. Mesele normalleştirilmek istenen bu uygulamalardan kurtulmak. Muhalefetin aday pazarlıklarını bitirip bu gerçeklerle mücadele etmesi gerekiyor.

Zira rafa kaldırılan “etki ajanlığı” bir biçimde yasalaştırıldığında bundan çok daha kötüsüyle karşılaşacağız.

* * *

İşkence suçları ve suçluları

12 Eylül darbecilerinin üzerinde en çok durduğu konuların başında cezaevleri ve “ıslah politikası” geliyordu.

Meraklıları, Kenan Evren’le ilgili “sahte” yargılamanın notlarına dönüp bakabilir.

Muazzez İlmiye Çığ’ın ölümünden sonra konu yeniden gündeme geldi.

Muazzez İlmiye Çığ

Çığ’ın bir dönem başkanlığını yaptığı HZİ Vakfı’nın, cezaevindeki mahkumlar üzerinde, büyük bölümü iradeleri dışında ilaç deneyleri yaptığı 80’li yıllardan bu yana biliniyor.

Bilmeyenler, “Neden ölümü beklendi?” diyorlar ancak Çığ, bu sorulara defalarca yanıt verdi, vakfın projeyi yürüten ekibi de öyle.

Mesele bunun normal görünmesi.

Çığ’ı savunmak isteyenler, yıllarca birlikte çalıştığı isimler ve “Atatürkçü” olarak kodladıkları bu ismin şimdi işkenceyle anılmasını hazmedemeyenler.

“12 Eylül darbesi döneminde ne yapılsın, istemeden yapmışlardır” diyebilenler bile var.

Mesele Çığ’ın akademik yeterliliği değil.

Mesele, darbe koşullarında Genelkurmay’ın da izni ve onayıyla yapılan bu çalışmaya vakfın gönüllü olması.

Ne savunma yapılırsa yapılsın, onlarca mahkûmun, “Bize ilaç verildi” beyanları, şikayetleri orada duruyor.

Ölümünden sonra bu konunun gündem olmasının da hiçbir garip tarafı yok.

Türkiye’de darbeciler gibi darbenin hiçbir boyutu da gerçek bir yargılamanın konusu olmadı.

Bırakın da en azından hesap sormasına izin verilmeyenler, yeri geldiğinde yaşadıklarını anlatabilsinler. Gerçek bir yargılamanın konusu yapılırsa bütün bir hakikati de öğreniriz.

Zira insanlık suçlarının zamanaşımı da yok…

Süslü cümlelerle asıl Atatürkçülüğün hedef alındığını söyleyenler, insanların işkenceye tepki göstererek de Atatürkçü olabileceklerini anlamayanlar da memleketin halinin, neden 22 yıldır AKP’nin iktidar olabildiğinin kısa ve hüzünlü özetinden ibarettir.

                                                                 /././

Çocuk vicdanı -Mine Söğüt-

Sistem, çocukları ihtiyacına göre şekillendirmek üzere eğitir ve o çocuklar büyüyüp sert gerçeklikle yüzleştiklerinde, çoktan kendilerinde dünyayı değiştirme isteği ve gücü bulamayacak kadar umutsuz hale gelmiştir.

Çocuğunuza nasıl bir dünyaya doğduğunu tüm gerçekliğiyle anlatmak ister miydiniz?

Mesela yediği etin sevdiği kuzu olduğunu biliyor mu çocuğunuz?

Ya da elini sıkı sıkı tutarak yanından geçtiğiniz dilenci çocukla aynı yaşta olduğunu?

Kendisi yatağında huzurla uyurken çok yakınlarda bir başka çocuğun açlıktan ve soğuktan tir tir titrediğinden haberi olabilir mi?

Yeryüzündeki adaletsizlikten bahsedebilir misiniz küçücük çocuğunuza ya da fırsat eşitsizliğinin gerekçelerini açıklayabilir misiniz tüm detaylarıyla?

Bu sorulara evet deseniz bile iş fiile gelince muhakkak duraklarsınız. Çocuğunuzu vicdan azabı yükleyerek yetiştirmek istemezsiniz. Sorunlarla erkenden yüzleştirmekten kaçınırsınız. Dünyanın tüm yükü sırtına binmesin istersiniz.

“Bazı şeyleri de şimdiden bilmesin, zamanı gelince zaten öğrenecek her şeyi” der geçersiniz.

Ve ona da bu dünyaya da en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.

Sistem, çocukları ihtiyacına göre şekillendirmek üzere eğitir ve o çocuklar büyüyüp sert gerçeklikle yüzleştiklerinde, çoktan kendilerinde dünyayı değiştirme isteği ve gücü bulamayacak kadar umutsuz hale gelmiştir.

Sisteme göre şekillenmeye hazır çocuklar yetiştirmenin onları kötülüklerden korumak için en güvenli yol olduğunu zanneden ana babalar da aynı sistem tarafından şekillenmiş bir aklın ve vicdanın ürünü oldukları için, bu zincir hiç kopmadan nesillerden nesillere aktarılır. Dünya da nihayetinde bu kadar korkunç bir düzenin kanıksandığı kâbus gibi bir yer olur.

Çocukları da yetişkinleri de ve dünyayı da bu kısır döngüden çıkarıp kurtarmanın en etkili yollarından biri, çocuklara daha küçücükken “anlatılmaz” denilen hikayeleri anlatmaktan, “söylenmez” denilen gerçekleri söylemekten geçer.

Bu düzeni, yıkarsa vicdanı yetersizlik ve imkânsızlık bilgisiyle şekillenmeden önce sorumluluk güdüsüyle biçimlenen çocuklar yıkar ve eskisine hiç benzemeyen yeni bir dünyayı yine kurarsa ancak onlar kurar.

O yüzden çok az insan, çocuklar için büyüklerin onlara anlatmayı pek tercih etmedikleri hikayeler yazar.

Günlerdir masamın üzerinde, içinde kısacık ve ağır ve gerçek bir hikâye anlatılan bir çocuk kitabı duruyor.

Adı “Biri ve diğeri”, yazarı Tuğçe Tatari.

Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor.

“Yanına oyuncak bebeği ve hayallerinden başka hiçbir şey alamayan bir kız çocuğu… Güvende olmak için ailesiyle uzun bir yolculuğa çıkar. Yaşadığı belirsizliğe rağmen ümidini kaybetmez.

Hayatı hayalleriyle sımsıkı kucaklar.”

Kitabı açıp açıp Çizer Aysun Altındağ’ın elinden çıkan görsellere bakıyorum.

Yedi yaşında mülteci kız çocuğu, Maram, kapkaranlık bir dünyada elinde küçücük kırmızı bir bebekle ufacık bir nokta.

Ülkesinden kaçarken ve başka bir ülkeye yasadışı yollarla girerken yaşadığı gerçeklerle, o süreç içinde zihninde yarattığı hayaller arasına bize çocuksu bir iyimserlik ve ümit hikayesi anlatıyor. O bu hikâyeyi anlatırken yeryüzündeki tüm kötülükler en sert şekliyle gün yüzüne çıkıyor ve yüzümüze tokat gibi çarpıyor.

Hayatın farkına yeni varan küçücük çocuklar için yazılmış sadece 25 cümlelik kocaman bir hikâye. Bu hikâyeyi yetişkin biri olarak okuduğunuzda aklınızdan geçenlerle; aynı hikâyeyi bir çocuk okuduğunda ya da dinlediğinde onun aklından geçecekler arasında doğru bir bağ kurabilirseniz göreceksiniz.

Mülteci olmak, çocuk olmak, tehlikeli yolculuklarda kendini yeniden yaratmak ve varılan yerde içine düşülebilecek bir karanlığın tehdidiyle büyümek bir çocuk için ne kadar ağır bir hikayeyse, bir diğer çocuk için de bu gerçeklikten kopartılarak büyütülmek o kadar ağır bir hikâye aslında.

Kitabın ismi kanımca o yüzden “Biri ve diğerleri.”

Aslında bu çocuk kitabı çocuklar kadar yetişkinlere de yazılmış bir hikâye. Ebeveynlere “Çocuklarınızı, ayak altında ezilecekleri ya da başkalarını ayaklarının altında rahatlıkta ezebilecekleri bir dünyaya büyütmek istemiyorsanız, onlara vicdan bilincini erkenden ve gerçek hikayelerle verin” diyor.

Çocuklar üzülmesinler diye gerçekliğe dair yapılan her tasarrufun, büyüdüklerinde onları muhakkak üzecek olan bir dünyanın güçlenmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağını hatırlatıyor.

Küçük mülteci kız Maram’ın da söylediği gibi;

 “İşte böyle, hayat bazıları için hiç kolay değil.”

Ve herkesin bildiği gibi;

 “Çünkü hayat bazıları için çok kolay.”

                                                           /././

Rekabet Kurumu, 3 Aralık’ta Google'dan sözlü savunma alacak -Füsun Sarp Nebil-

Google dışı siteler, reklamın neye göre dağıtıldığını ve hatta kendi payına ne kadar düştüğünü bilmiyor. Google bu paylaşımın siteye yönelik yüzde 68 olduğunu söylüyor ama şeffaf bir hesap göremiyoruz. Google ne söylediyse o.

Rekabet Kurumu (RK), Google'ın reklam uygulamaları konusunda açtığı soruşturmanın uzantısında, 3 aralıkta sözlü savunma alacak (en altta açıklama var.) Bu sözlü savunma seansına şikayetçi ya da dinleyici olarak katılmak mümkün.

Google reklamcılık konusunda -kendisi kabul etmese de- tam bir tekele sahip. Bu nedenle halen ABD'de hem Adalet Bakanlığı (DOJ) tarafında, hem de eyaletlerde süren davalar var. Bakanlığın reklamcılık antitröst davasında geçtiğimiz birkaç ayda önemli gelişmeler yaşandı. Ekim ayında DOJ, Google'un bölünmesi gerektiğini  açıkladı. Trump'ın BigTech düşmanı FCC Başkan adayına bakınca da “bir şeyler olur mu?” diyoruz. Ama ABD'deki gelişmelere geçmeden önce Google'ın neden reklam konusunda rekabet sorunları ile soruşturulduğuna yakından bakalım;

Google reklam sistemi nasıl bir tekel oluşturuyor?

Reklam alanında kurguladığı iş modeli ile, online alanda reklam satın almak, satmak (diğer sitelere) ve hatta seyretmek son 10-15 yıldır tamamen Google'un kontrolünde.

Google’un reklam teknolojisi, reklam vermek isteyene sunduğu ortamda, fiyatlar anlık belirleniyor. Bu fiyatlarla verilen reklamın yayımlandığı Google dışı siteler, reklamın neye göre dağıtıldığını ve hatta kendi payına ne kadar düştüğünü bilmiyor. Google bu paylaşımın siteye yönelik yüzde 68 olduğunu söylüyor ama şeffaf bir hesap göremiyoruz. Google ne söylediyse o.

Diğer yandan tüketici / kullanıcı iseniz, Google milisaniyeler içinde, kim olduğunuzu ve neye baktığınızı analiz ediyor ve ona uygun reklamları gösteriyor. Dolayısıyla ekranınızda hangi reklamların gözükeceğini ve reklamverenin size bu reklamı göstermek için ne kadar ücret ödeyeceğini belirleyen hep Google oluyor.

Türk Rekabet Kurumu'nun önceki soruşturmalarından iki örnek

Rekabet Kurumu'nun 2017'de cihazlardaki tekel konusunda soruşturma açtığını hatırlatalım. 2019'daki diğer bir Rekabet Kurumu soruşturmasında ise, arama motorunu kullanarak, yerel hizmetlere karşı rekabeti ihlal ettiği (örneğin alışverişte daha ucuz ürün gibi servisler) konu edilmişti.

Dünya arama motoru pazarının yüzde 90'ını elinde tutan Google'un sadece ikinci çeyrekte, “Google Arama ve Diğer” kaleminde 48,5 milyar dolar gelir elde ettiğini ve bunun Alphabet’in toplam gelirinin yüzde 57′sini oluşturduğunu not edelim. Kalan yüzde 43 içinde ise, yukarıda bahsettiğimiz arama motorunun üzerinden diğer servislerin (mesela yerel hizmetlerin) üzerinde baskı uygulandığını da hatırlatalım.

Yani arama motorundaki tekel, bir yandan dijital reklamlar ve diğer yandan aramalar sayesinde neredeyse 300-400 milyar $'lık bir gelirin temelini oluşturuyor.

ABD'deki dava

ABD'de Adalet Bakanlığı ve eyaletler tarafından açılan davada mahkeme ekim ayında Google'ın arama ve reklamcılık pazarlarını tekeline alarak antitröst yasalarını ihlal ettiğine karar verdi. Ancak verilecek ceza bilahare belirlenecek. Bu arada Google'un bölünmesi de tartışılanlar arasında.

Google'ın antitröst davasından en şaşırtıcı veya çarpıcı noktalar şunlardı :

Varsayılan arama anlaşmaları: Google cep telefonu ve bilgisayar türü cihazlarda varsayılan arama motoru olmak için milyarlarca dolar ödüyormuş. Davada, Google'un örneğin Apple cihazlarda varsayılan arama motoru olmak için 2021 yılında 26,3 milyar $ ödediği ortaya çıktı. Bu da rekabet ihlalinin nerede olduğunu ve gelir kısmındaki beklentinin büyüklüğünü gösteriyor.

Yaygın etki: Mahkeme, Google'ın uygulamalarının rekabeti engellediğini ve daha yüksek reklam maliyetleri ve azaltılmış inovasyon yoluyla tüketicilere zarar verdiğini tespit etti.

Yeniliğe direnç: Dahili belgeler, Google'ın reklam yerleşimleri için rekabeti artırmayı amaçlayan bir teknoloji olan "başlık teklifi"ne karşı çıktığını ortaya koydu.

Olası çözümler: Önerilen önlemler arasında Google'ın işinin bazı bölümlerini bölmek veya dijital reklamcılık manzarasını büyük ölçüde değiştirebilecek münhasır sözleşmeleri sınırlamak yer alıyor.

Google'ın rekabet sorunları nelerdir?

Google reklam sistemi hem reklamverenleri hem de tüketicileri etkileyen çeşitli rekabet sorunlarıyla karşı karşıyadır:

Pazar hakimiyeti: Google, yaklaşık yüzde 90'ını kontrol ettiği küresel arama ve arama reklamcılığında tekel konumundadır. Bu hakimiyet, cihaz üreticileri ve tarayıcılarla yapılan özel anlaşmalardan kaynaklanmaktadır ve Google'ın varsayılan arama motoru olmaya devam etmesini sağlamaktadır. Bu tür düzenlemeler, rakipler için önemli engeller oluşturarak reklam pazarında yenilikçiliği ve çeşitliliği engellemektedir.

Üst düzeyde rekabetçi fiyatlandırma: Google'ın reklam platformları üzerindeki kontrolü, reklam yerleşimleri için rakip firmalardan daha yüksek ücretler talep etmesine olanak tanır, reklamverenler için seçenekleri sınırlar ve maliyetleri artırır.

Veri kontrolü: Google'ın ekosistemi genelindeki geniş veri toplaması bir dengesizlik yaratarak reklamları hedeflemede ona eşsiz bir avantaj sağlar. Bu, rakiplerinin benzer şekilde etkili hizmetler sunmasını zorlaştırır. (Bu aynı zamanda Kişisel Verilerin Korunması açısından sorunlu alan.)

Şeffaflık olmaması: Google Ads'de kullanılan açık artırma tabanlı sistem karmaşıktır ve genellikle şeffaflık eksikliği nedeniyle eleştirilir. Reklamverenler fiyatlandırma ve reklam yerleştirme kararlarının nasıl alındığını anlamakta zorluk çekebilir ve bu da platforma olan güveni azaltabilir.

Yeniliği kısıtlama: Daha küçük reklam platformları ve yayıncılar Google'ın hakimiyeti nedeniyle rekabet etmekte zorlanır ve bu da reklam pazarında yenilik ve seçenek eksikliğine yol açar.

Tüketiciler üzerindeki etki

Tüketicilere yansıyan daha yüksek maliyetler: Reklamverenler reklam yerleştirmeleri için daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya kaldığında, bu masraflar ürün ve hizmetler için artan fiyatlara dönüşebilir.

Azaltılmış seçim ve kalite: Google'ın hakimiyeti rekabeti azaltır ve bu da Google'ın arama ve reklam hizmetlerinin kalitesini iyileştirmesi için daha az teşvike yol açabilir. Berkley Üniversitesinin 2690 internet kullanıcı ile yaptığı araştırma, Google'ın arama motorunda, tüketicilerin tercih edeceği sonuçlar yerine kendi içeriğini görüntülemek için stratejik bir tercih yaptığını gösteriyor.

Gizlilik endişeleri: Reklam hedefleme için kapsamlı veri toplama, kullanıcıların verilerinin nasıl kullanıldığı konusunda genellikle çok az kontrole sahip olması nedeniyle tüketici gizliliğiyle ilgili sorunları gündeme getirir.

Bilgide olası önyargı: Google, öncelikle bir arama motoru olarak bilinse de giderek daha fazla kendi içeriğini diğer web sitelerinden gelen sonuçlara nazaran daha fazla geliştirip tanıtıyor. Google içeriğini arama sorgularına yanıt olarak belirgin bir şekilde görüntüleyerek, Google aramadaki hakimiyetini kullanarak bu içerik için müşteri kazanabilmektedir. Google'ın dahili içeriğini tanıtmak için aramadaki hakimiyetini kullanarak, tüketicilere daha düşük kaliteli sonuçlar ve daha kötü eşleşmeler bırakarak sosyal refahı azalttığına dair araştırmalar var.

Rekabet kurumu sözlü savunmaya şikayetçi ya da dinleyici olarak katılım olanağı veriyor

Rekabet Kurumu'ndan yapılan konuyla ilgili açıklama şu şekilde;

"Google Reklamcılık ve Pazarlama Ltd. Şti., Google International LLC, Google LLC, Google Ireland Limited ve Alphabet Inc.'ten Oluşan Ekonomik Bütünlük Hakkında Yürütülen Soruşturmanın Sözlü Savunma Toplantısı 03.12.2024 Tarihinde Yapılacaktır. (11.11.2024)

Rekabet Kurulunun 18.05.2023 tarihli ve 23-23/432-M sayılı kararı uyarınca Google Reklamcılık ve Pazarlama Ltd. Şti., Google International LLC, Google LLC, Google Ireland Limited ve Alphabet Inc.'ten oluşan ekonomik bütünlük hakkında çevrim içi görüntülü reklamcılık ve reklam teknolojileri hizmetleri faaliyetlerine ilişkin olarak bağlama ve kendini kayırma davranışlarıyla 4054 sayılı Kanun'un 6. maddesini ihlal ettiği iddiası üzerine yürütülen soruşturmada sözlü savunma aşamasına gelinmiştir. Bahse konu sözlü savunma toplantısı, 03.12.2024 tarihinde saat 10.30’da yapılacaktır.

Toplantıya söz almak üzere katılmak isteyen şikâyetçi ve üçüncü kişilerin, Rekabet Kurulu Nezdinde Yapılan Sözlü Savunma Toplantıları Hakkında Tebliğ” uyarınca, toplantı konusu ile ilgili menfaat ilişkilerini ortaya koyan bilgileri ve belgeleri içeren dilekçeyle 26.11.2024 günü mesai saati sonuna kadar Rekabet Kurumuna başvurmaları gerekmektedir."

Sözlü savunma toplantısına dinleyici olarak katılmak isteyenler, toplantıyı çevrim içi olarak takip edebilecekler. Bunun için linkten kayıt olmaları gerekiyor.

                                                              /././

Bahçeli, 'açılım' sürprizini Ufuk Uras'a böyle açıkladı: Erdoğan 'Bu işi başkalarını karıştırmadan biz çözelim' deyince gidip DEM Partililerle el sıkıştım -Candan Yıldız-

Bahçeli Uras’a “Niye biz şimdi görüşüyoruz, çünkü siz Soros çocuğu değilsiniz” demiş

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Ufuk Uras

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Türkiye’yi şok eden Öcalan çıkışının ne anlama geldiğini herkes çözmeye çalışıyor. Bahçeli 2 Ekim’den bu yana grup konuşmalarında sözlerinin arkasında olduğunu ısrarla söylüyor.

Ancak Kürt meselesinin çözümünün nasıl olacağı, iktidarın bir yol haritasının olup olmadığı belli değil.

Zira DEM’in de vurguladığı gibi ve çatışma çözümleri teorisinde de yer alan güven artırıcı önlemler, adımlar yok.

Bakınız kayyımlar, bakınız hakkında soruşturma açılan DEM’li belediye başkanları…

2013-2015 yılları arasında denenen Çözüm Süreci’ne ilişkin bir akıl varsa onlar şimdi Beştepe’de… Mehmet Uçum ve Ayhan Ogan… Akil İnsanlar Heyeti’nde yer almışlardı.

Uzun zamandır Kürt meselesi üzerine çalışan isimlerden biri olan, HDP’den önceki partide BDP’den milletvekili seçilen, ÖDP’nin kurucuları arasında yer alan Ufuk Uras’ın Bahçeli’nin ana aktör olarak öne çıktığı sürece ilişkin MHP lideriyle görüşmesi kamuoyu açısından da sürpriz oldu.

Bahçeli ile MHP Genel Merkezi’nde görüşen Ufuk Uras’a görüşmenin içeriğine ilişkin sorular sordum.

Uras’ın yanıtlarına geçmeden önce şu notu da düşeyim: Ufuk Uras, Bahçeli ile görüşmeden önce DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan ve parti sözcüsü Ayşegül Doğan’la görüştü. Bahçeli’den sonra da, MHP liderinin önemsediği isimlerden biri olan Ahmet Türk’le konuştu. Bu görüşmelerden iki tarafın da haberi olmuş.

Şimdi gelelim Uras’ın Bahçeli ile yaptığı görüşmenin detaylarına…

Görüşme yarım saat sürmüş. Görüşme talebi Ufuk Uras’tan gelmiş.  Bahçeli’nin yaptığı çağrının kıymetli olduğunu vurgulayan Uras şunları söyledi:

“Çağrının kıymetli olduğunu, önemli olduğunu düşündüğüm bir konuda her türlü desteğe, katkıya hazır olduğumuzu ifade ettim. O da memnuniyetini dile getirdi.”

Uras, bugünlerde sıkça dile getirilen Erdoğan-Bahçeli gerilimi söylentilerini boşa çıkaracak çok önemli bir ayrıntının da Bahçeli tarafından kendisiyle paylaşıldığını aktardı. Buna göre bizzat Erdoğan geçen ay başında Bahçeli’ye “bu meseleyi başkalarını karıştırmadan kendi kendimize çözme” teklifiyle gitmiş.

Ufuk Uras’tan dinleyelim: “Sayın Bahçeli, Erdoğan’ın geçen ayın başında kendisine ‘Bu işi kendi başımıza, kendi kendimize çözelim, bu sorunlara başkalarını karıştırmadan’ teklifiyle geldiğini aktardı. Sayın Bahçeli bunun üzerine ‘Peki bunu kim yapacak? Gittim gruba (DEM) el sıktım, başsağlığı diledim. Öcalan da hiçbir telkin olmadan kendi görüşünü ifade etsin bu konularda diye o çıkışı yaptım’ dedi.”

Erdoğan’ın “bu işi kendi kendimize çözelim, başkaları olmadan” dediği şeyin tam olarak ne anlama geldiğini altını çizdiğimde Uras’ın yorumu şu oldu:

“Türkiye’nin iç dinamikleriyle çözülsün, buna işaret ediliyor. Bu daha önce denendi ve başarılı olmadı.

Denenmiş bir şeyi bir daha deneyelim demeleri zor” yanıtını veren Uras, burada Çözüm Süreci öncesi Oslo görüşmelerini hatırlattı.

Bahçeli’nin çıkışıyla ilgili “olduğu yerde durduğu” izlenimini edindiğini belirten Ufuk Uras, “Tarihsel ortak ‘biz’de buluşmanın önemli olduğunu söyledim. Sosyalist kimliğe sahip bir insanla milliyetçi bir liderin görüşmesi, bu toplumun bütün renklerini katacak bir şekilde ortak mutabakatta buluşmasına katkı sağlıyorsa bunun simgesel bir önemi olduğunu dile getirdim” diye konuştu.

Görüşmenin içeriğinin kamuoyuyla paylaşılması konusunda Bahçeli’nin de onayı olduğunu vurgulayan Uras, Bahçeli’nin “1967’li yıllardan beri buradan bir yere varmak mümkün değil. Bütün enerjimizi tükettik dedi. O yüzden buradan bir yere varılamayacağını herkesin görmesi gerekir. O yüzden ortak bir yerde buluşmak lazım. El uzatmak da simgesel olarak zaten bunu ifade ediyor” dediğini aktardı.

Bahçeli’nin kendisine “şiddetin olmadığı bir zeminde herkesin siyaseten kendisini ifade etmesi” konusundaki düşüncelerini aktardığını belirten Uras, “Ben de bunu yeni bir sayfa açmak olarak değerlendirdim. Ama yeni bir dil oluşturmak gerektiğini ifade ettim” diye konuştu.

Uras, Bahçeli’nin Kürt meselesindeki çıkışıyla ilgili “İnsan kaybı, ekonomik maliyet, buradan bir yere varamıyoruz, bu hep küresel güçlerin işlerine yarıyor” değerlendirmesinde bulunduğunu söyledi.

MHP liderinin öne çıktığı sürecin Suriye’deki gelişmelerle ilişkisi var mı diye sorduğumda da Uras şu yanıtı verdi: “Olmaz olur mu! Süreç, Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesiyle ancak olabilecek bir şey. Zaten PKK kendini lağvetsin meselesi… Açılım sürecinde böyle değildi. Bu ancak dönüşsün diyerek olabilir. Düşünsenize Suriye’desiniz. 100 bine yakın insan var, haydi kendimizi lağvettik. Bu nasıl olacak? Bir model gerekli, oradaki yapı Suriye merkezi hükümetine tabii mi olacak? Bütün bunlar, üzerine çalışılması gereken konular.”

Bahçeli ne yapmaya çalışıyor sorumu ise Uras şöyle cevapladı: “Bahçeli ile sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Erdoğan’ın da dahil olduğu bir süreç. Üzerine çalışılmış bir konu olduğunu düşünüyorum. Tabii bunun detaylarını bizimle paylaşmıyorlar. 40 yıldır hayatım barış mücadelesiyle geçti. Kendi adıma bir lüksümüz olmadığını düşünüyorum. Yeter ki somutlaşsın. Bir yol haritası çıksın. Ama bunun olgunlaşmasını mı bekliyorlar nasıl bir süreç olacak, onları bilemiyorum. Ama niyet okumak yerine ya da kime yarar diye bakmak yerine memleketin çocuklarına yarar diye baktığım için bu meselelere önemsedim.”

Bahçeli’nin neden kendisinin görüşme talebini kabul ettiğini sorduğumda da Uras’ın yanıtı şöyle oldu:

“Niye biz şimdi görüşüyoruz, çünkü siz Soros çocuğu değilsiniz dedi. Siz hocasınız, Meclis’te siyaset yapsınlar diye gruba katkıda bulundunuz, sizi televizyonlardan izliyorum, kendinizi anlatmanıza gerek yok. Bu meseledeki tutumunuzu olumlu buluyorum dedi.”

Kayyım meselesini hatırlattığımda ise “Bu gel-git’leri olan zor bir süreç” yorumunu yaptı. Bu arada kayyımlar meselesi görüşmede gündeme gelmemiş.

Bahçeli aydınların, sanatçıların, sivil toplumun bu süreci desteklemesinin, katkıda bulunmasının önemli olduğunu da belirtmiş. Uras Bahçeli’nin “Bir diyalog, bir mutabakat olacaksa bu kesimlerle de görüşmenin gerekli olduğunu” dile getirdiğini belirtti. Uras “Devletin bekası denilen şey toplumun bekasıyla birleştiği zaman anlam taşıyor” yorumunu yaptı.

Bahçeli-Erdoğan arasında bir ikilik olduğu izlenimi almadığını belirten Uras “Öcalan’la sizin görüşmeye gitmeniz gibi bir konu gündeme geldi mi” soruma “O detay, teknik bir şey ama biz her zaman katkı sunmaya, elimizi taşın altına koymaya hazırız dedim” yanıtını verdi.

Uras giderken de Türkmen soyundan gelen Bahçeli’ye “The Country Of Turkmens” kitabını götürdüğünü aktardı.

                                                       /././

(T-24)