Ağaçlar Ayakta Ölür - Şükran Soner.

Prof. Coşkun Özdemir Hoca, uzmanlık alanından gelen ayrıcalıkla sık sık hasta odasına giriyordu... Son ziyaretinin ardından yine gazeteye gelip tek tek önüne gelene ayrıntılı bilgi verirken elinde olmadan gülüyordu... Doktoru yanında, hastalığının gidişine ilişkin bilgi vermiş; uzun, özenli bir tedavi, en çok da çalışma temposunun düşürülmesi gereğinden söz etmiş. Oktay Ekinci’yi söz dinleyecek hasta kalıplarına sokmak, olağanüstü koşturma, çalışma temposundan uzaklaştırabilmek öyle kolay, olası bir iş değil... Doktoru odadan çıkar çıkmaz, Urfalı olan Coşkun Hoca’yı yakın günlerde Urfa’da yapılacak kültür mirası, mimarlık etkinliklerine birlikte gitmek üzere kandırmaya koyulmuş... Sevgili eşi Zehra Ekinci, çocuklarını kandırmak için geçerli bu yol için direnip durmuş... Hoca, “Ben yataktan çıkamazsın, Urfa’yı unut, ilerde başka zaman..” diyorum... O hastalığını yok sayıyor; “Koluma girersin birlikte uçağa biner gideriz. Bu toplantı çok önemli. Katılmam şart”diye diretiyor. Hastalığını yok sayıyor diye anlatıyor...
Sevgili eşi; “Beni aklına estikçe ara, ama ne olur ziyarete gelme. Gazeteden, işle ilgili birilerini gördükçe, yataktan çıkmaya kalkıyor. Hastanede zor tutuyoruz, zaptedemiyoruz” türünden bilgilendirmelerle, derdini dostları ile paylaşıyordu... Sosyal sorumlulukları üzerinden bu kadar işkolik, bedenini, sağlığını bu kadar çok zorlayan bir başka insanı galiba tanımadım... Gazetede fenalaşıp hastaneye kaldırıldığı gün arkadaşları saatlerce zorlamış... Kimselerin ayakta duramayacağı hallerde, “Şu raporu da bitireyim, şuraya telefon etmem lazım, şuraya da gitmeliyim..” diye diye uzun yıllardır çok ağrılı durumlar için aldığı güçlü ağrı kesicilerle, besbelli doktorların durumuna el koyacaklarını bildiği hastalık halinde ellerine düşmemek üzere hastaneye kaldırılmamaya saatler boyu direnmiş...
Kırk yılda bir, bir yol üstü durumla gazeteye en erken gelmiş olanlar da dahil, yazı işlerinden hiçbir gazeteci arkadaşın “Ben Oktay’dan önce gelmiştim..”diyebileceği örnek yoktur. En erken teşrif buyuranlardan çok önce, genellikle gün, doğru dürüst ağarmadan masa başına oturuşu görülmez, saatler sürmüş masa başından mimarlık, oda, kent korumacılığı, ulusal, başka kentler, uluslararası pek çok etkinliğin hazırlıkları, gazetecilik üzerinden o sabaha giren işler tamamlanıp dışarıdaki işler için çıkış yaptığı saatlerde ancak bizler teşrif buyurmuş oluruz... Bir de herkes gazeteden ayrılırken gelip masa başına çakıldığı akşam saatlerini ekleyin... Ben haftada birden fazla, ayda 5-10 kez başka kent ya da ülkede ilgi alanlarının tümüne giren toplantı, seminer çalışması diyeyim, siz üzerine ekleyin...
***
Soluksuz karayolu, havayolu yolculuklarından sonra evde, otellerde olunca sınırlı dinlendiğinizi sanırsınız değil mi? Birlikte başka kentlerde katıldığımız etkinliklerden tanığım... Bizim üzerimizden uçan sinekler kalkmamışken, o ayakta kim bilir hangi işler peşinde koşmuştur. Sabah kahvaltı saati öncesine en sınırlısı ile kent keşif turu, verilmiş özel iş randevuları girmiştir. Rehberlik yapmadığı konu, uzmanlık alanı yok gibidir. Kastamonu’nun tarihi mezarlarıyla ilgili bütün ayrıntılar, pazardan nereden organik tarım ürünü alınacağına kadar her ayrıntıda doğal rehberimizdir...
Anadolu Aydınlanması, uygarlığı üzerinden bilgeliği, tezleri benim için yılların Mimarlar Odası yöneticisi, anıtlar kurulu bilirkişiliği görevlerinden çok daha anlamlı, kalıcı... Anadolu’nun ne kadar çok kentinde, ne kadar çok kalıcı, korumacı çalışmalarda oynadığı çok büyük rolleri bildiğim halde bunu söylüyorum... Kim bilir kaç merkezde, kaç önemli rant uğruna yağmayı durduran iradenin en etkin kişilerinin başında rol almıştır. Kim bilir kaç yerleşim merkezinin kimliğinin keşif, korunmasında ne kadar anlamlı katkısı, emeği vardır. Sayılamayacağı için birkaç örnek vermek, kimliğine, emeğine haksızlık olacaktır. Kentleşmenin, daha doğrusu uygarlığın insandan yana, toplumsal işlevle, kültürel değerleriyle korunmasında gerçek önderlerden biri olduğu kuşku kaldırmaz...
Ama benim için Oktay Ekinci, tek tek arıdan daha çalışkan, inatçı kimliği ile söz konusu alanların tümünde birden yaptığı hizmetlerle önemli olmanın ötesinde, Anadolu Aydınlanması, uygarlığı üzerinden çok yalın, anlaşılır bize aktardıkları ile çok ama çok değerli... Anadolu Aydınlanması, uygarlığı, sentezinin bu topraklarda yaşamış, bu toprakları paylaşmış, geçmiş ve bugün yaşayanları ile bundan sonra yaşayacakların, farklı ırklar, dinler, uygarlıklar üzerinden yarattıkları değerlerin bir bütünü, sentezi olduğunu o kadar güzel anlatır ki... Cumhuriyet, Atatürk devrimleri ile işte bu sentezin odak yapılıp geleceğimizin, değerlerimizin çimentosu haline getirilişini öylesine anlaşılır dile getirir ki... Atatürk Anadolu uygarlığını anlatırken o tarihe kadar yapılmış bilimsel çalışmalar, kazıların geriye gidebildiği yıllara kadar iner. “İşte bütün bu uygarlıkların, kültürlerin bir sentezi” derdi... Ondan sonra yapılan bilimsel çalışmalarla Anadolu uygarlığının çok daha gerilere dayandığı ortaya çıktıkça,“Anadolu uygarlığı, kültürlerinin sentezi daha geniş bir tarihe oturuyor”derdi...
Şükran Soner.

17 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Tarih, Kent ve Doğa, Bir Dost Yitirdiler - Emre Kongar.

Oktay Ekinci sadece bir mimar değildi…
Bir tarih dostuydu…
Bir kent dostuydu…
Bir doğa dostuydu…
Çünkü Oktay Ekinci, insanın ancak tarih, kent ve doğa bağlamında geliştiğini bilirdi!
Tarih, doğa ve kent, Ekinci’nin kafasında, insanı insan yapan değerlerin başında gelirdi.
***

Yaşamını, tarihin, insan odaklı kentsel yapının ve doğanın korunmasına adamıştı:
Bilgiliydi…
Kararlıydı…
Çalışkandı…
Dürüsttü…
Demokrattı…
Örgütçüydü…
Yaptığı işi ciddiye alırdı…
Eşi Zehra ile tam bir uyum içinde çalışırdı…
Ulusal Kanal’daki programını da, Cumhuriyet’teki yazılarını da çok özenle hazırlardı.
***

Onunla ne zaman nasıl tanıştığımı anımsamıyorum…
Ne kadar geriye gidersem gideyim, Oktay ve savunduğu tarihsel, kentsel, doğal değerler hep yanımda…
Zihnimde ve yüreğimde!
Sanki daima vardı…
Daima da var olacak!
Öldüğüne inanamıyorum…
Zaten onun gibi insanlar ölmez:
Sadece bedenleri aramızdan ayrılır!
***

Türkiye’nin Türkiye, medyanın medya, televizyonun televizyon olduğu zamanlar, Şakir Eczacıbaşı ve Oktay Ekinci ile birlikte NTV’de çok güzel programlar yaptık:
Kültür bilincini geliştiren, tarihi, kentsel dokuyu, doğayı korumaya yönelik programlardı onlar.
***

Kültür Bakanlığı Müsteşarlığım sırasında en büyük desteği ve yardımı ondan görmüştüm…
Türkiye’nin tarihini, doğasını ve yaşanabilir kent dokusunu korumak için yaptığı katkılar hâlâ efsane gibi anlatılıyor!
***

Müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra, Cumhuriyet’te yazmam için öncülük ve aracılık eden de Oktay’dı.
Kendimden bir parçayı yitirmiş gibiyim…
Nur içinde yatsın!
Emre Kongar.

17 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Hastanenin Boğaz Manzarası-Oktay Ekinci

Yatağımın ayakucundaki pencereden odaya dolan güneş gözümü kamaştırırken, Alman Hastanesi Nöroloji Kliniği’nin güler yüzlü şefi Uz. Dr.Melahat Değirmenci Eser dedi ki; “Dün sizi yoğun bakımdan buraya, Hastanenin en güzel, Boğaziçi manzaralı odasına aldık.”
“Sağ olun” dedim o güven veren gözlere bakarak ve ekledim; “Biliyor musunuz, bu manzaranın bozulmaması için ben bir ömür verdim.”
O an en az çeyrek yüzyıl geçiyordu gözümün önünden, neler neler... Örneğin 80’lerin sonu 90’ların başıydı galiba, şu medya denen şımarık gazetelerden biri fotoğrafımı sürmanşetine koyarak 8 sütuna “İşte Boğaziçi’ni mahveden adam!” manşetini atmış; altına da 2 satır… Önce adım ve manşetin nedeni: “Çivi çaktırmam dedi, kaçak yapılaşmayı azdırdı!..”
Meğer bizim, yani görev yaptığım koruma kurulunun sit kararlarını deldirmeme “kararlığımız”dan ötürü Boğaz’da kaçak yapı sayısı bilmem kaçtan, bilmem kaça çıkmış; rakamlar Büyükşehir Belediyesi Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden alınmışmış!..
Halka zulüm(!) etmişiz
Bir başka görüntü geliyor sisler içinden; yine o yıllarda yaşadığım evin sokağına (belli ki bana hitaben) asılan bez afiş: “SİT KARARLARI HALKA ZULÜMDÜR, ZALİMLER HESAP VERECEK.”
İmzasız afişin fotoğrafını çekip suç duyurusunda bulunmuştuk da muhtar bile haberim yok demişti... Aylar sonra emniyete davet ettiler ve kibar bir sohbet ortamında dediler ki; “Biz önlem aldık ama siz de yardım edin; dikkatli olun, çocuklar dahil her gün farklı yollar kulanın.”
Şimdi Alman Hastanesi’nin, işte o kıyılara baktığı için çok “güzel” denilen manzarasına baksam mı iyi, bakmasam mı?
Çünkü bütün bu anılar bile yorgun ve yaralı beynimi hırpalamaya yetiyor.
Beynimin daha çok zarar görmemesi için günlerdir ve belki daha kaç gün inanılmaz bir özveri, şefkat ve tam bir insanlık örneğiyle ellerinden gelen ve gelmeyen her şeyi yapan Nöroloji Kliniği doktorları ve sağlık personeli için acaba ne söylesem yeterli olabilir?
Türkçem, bu can dostların güzelliklerini, hastanenin adeta sevgi disipliniyle yoğrulmuş insani ve üstün başarılı meslek sevdasını anlatmaya yetmiyor.
Dr. Melahat Hanım’la mükemmel bir uyum içinde çalışan Dr. Bülent Neymen’e, fizyoterapistler Gizem Galioğlu ile Ferhat Yanç’a, her bakımdan mesleklerinde uzman hemşireler Yasemin Kul Sakızcı ve Seda Abal Öner ile yoğun bakımın emektarları Oğuz ÇavuşoğluKezban Aydınve Önder Sevimli’ye, dahiliyenin uzman kadrosu Özgür KorucuNihan YavuzNazan Gökçü ve Rabia Ayhan’a ve elbette ki tam bir hastabakıcı olan Konya Akşehirli Nuri Bey’e, beni ve beynimi hırpalayan hastalıkla baş başa kalmaktan kurtardıkları için teşekkür ötesi minnetlerimi Cumhuriyet Okurlarıyla paylaşmanın ötesinde ne yapabilirim?..
Hele beni bu güzel insanlara emanet eden, kas hastalıklarında duayen tabip hocamız Prof. Dr. Coşkun Özdemir ile öğrencisi ve sevgili doktorum Emel Gökmen’e de sevgiyle sarılmaktan başka...
Tabii ki hastanenin manzarasını korumaya devam etme sözünü de vererek…
OKTAY EKİNCİ

13 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Oktay Ekinci'yi sonsuzluğa uğurluyoruz - Cumhuriyet Portal

Gazetemiz yazarı Yüksek Mimar Oktay Ekinci dün akşam hayatını kaybetti. TMMOB Mimarlar Odası eski Genel Başkanı, mimar ve gazeteci Oktay Ekinci(61), için 17 Ekim 2013 Perşembe günü saat 14.00'de son anına kadar yazılarıyla kamuoyunu aydınlattığı gazetemiz Cumhuriyet'te tören düzenlenecek.

Beyin kanaması nedeniyle bir süredir yoğun bakımda tedavi gördüğü Alman Hastanesi'nde dün  vefat eden Cumhuriyet Gazetesi yazarı, Y.Mimar Oktay Ekinci 17 Ekim 2013 Perşembe günü sonsuzluğa uğurlanacak. Ekinci için ilk tören 1998-2002 ve 2004-2006 yılları arasında Genel Başkanı olarak görev yaptığı Mimarlar Odası'nın Karaköy'deki İstanbul Büyükkent Şubesi'nin merkezinde düzenlenecek. Buradaki törenin ardından ikinci tören, 1980'lerden bu yana köşe yazarı olarak sürekli yazılar yazdığı gazetemiz Cumhuriyet'in Şişli'deki merkezinde saat 14.00'de olacak. Oktay Ekinci'nin naaşı Şişli Cami'inde ikindi vakti kılınacak namazın ardından Kanlıca Mezarlığı'nda toprağa verilecek.


Cumhuriyet Portal

Koyun Sürüsü Millet - ORHAN ERİNÇ

“Ulu hakan” sanını, padişahların adına ekleme modası İkinci Abdülhamid’le son bulmuştu.
Atatürk’ü küçümsetmek için uyduruk belgelere yorumlarını eklemeyi iş edinerek son dönemde ortaya dökülen yeni Osmanlıcı yazarlar, bu sanıVahdettin için de piyasaya sürdüler.
Oysa Türk milletini yücelten Atatürk’e karşın İngilizlere sığınan Vahdettin öyle biri değildi.
***
İstanbul’un işgal edildiği gün, Meclis’i temsil etmekle görevlendirilen Meclis İkinci Reisi Abdülaziz Mecdi Efendi, Mehmet Vehbi Efendi ve Hamidiye Kahramanı Rauf (Orbay) Bey, saraya gittiler ve bekletilmeden huzura alındılar.
Kabul sırasında yaşananların bir bölümünü Rauf Bey’in ağzından aktaralım: (1)
“Fakat Vahdettin bu heyecan ve ümit ummanından nasipsizdi. Gözleri yarı kapalı, aynı şeyi tekrar ediyordu. Korku yüreğinde yer etmişti.
- Tekrar ediyorum akıl için yol birdir. Vaziyet meydandadır. İsterlerse yarın Ankara’ya girerler.. dedi.
Bu adamın endişelerini yenmenin ve ıslahın (düzeltmenin) mümkün olmadığını bilmekle beraber kendimi tutamadım.
- Müsaade buyurun, dedim. Misaki Milli ile tespit edildiği veçhile hilafet ve saltanat makamı ile memleketin kurtarılması mücadelesi yapılmaktadır. Eğer bizleri milletin mümessilleri addediyorsanız, milletin sizden istediği, Meclis kararı olmadan herhangi bir milletlerarası vesikayı imzalamamanızdır. Aksi takdirde istikbali (geleceği) çok karanlık görüyoruz. O kadar ki akıbetin ne olacağı şimdiden kestirilemez.
Vahdettin bu sözlerin üzerine sinirlendiğini açıkça belli eden bir tavırla oturduğu yerden kalkıp bakışlarını üzerime dikti:
Rauf Bey... dedi. Bir millet var koyun sürüsü... Buna bir çoban lazım. O da benim.
Bu ibret tablosu önünde gayri ihtiyari dudaklarımda hazin bir tebessümün dolaştığını hissettim. Bu adam bana bu sözleri Bahriye Nazırı olarak bulunduğum son İzzet Paşa kabinesini, Ahmet Rıza Beyle beraber tazyik ettikleri (baskı yaptıkları) zaman, tuttukları yolun, kabinenin istifası ile memleketi yeni bir krize sürüklemekten başka netice vermeyeceğini söylemek için Sadrazam İzzet Paşa ile beraber geldiğimiz zaman bir daha söylemişti. Demek ki Vahdettin’e göre millet koyun sürüsü idi, kendisi de sürünün çobanı.
***
Ulu hakanları bu kafada olduğuna göre, Bandırma Vapuru’nu neredeyse transatlantik yapan, Atatürk’ü vatanı kurtarmak için binlerce altın vererek Anadolu’ya gönderdiğini yazarak Vahdettin’i temize çıkarmaya çalışanlara da şaşmamak lazım.
“Andımız”ın kaldırılmasında da bu kafaların çabaları ve katkıları var.
***
Atatürk de, Vahdettin’le Yıldız Sarayı’ndaki son görüşmesini şöyle değerlendiriyor: (2)
“Memleketi kurtarmak gerekiyor, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim. Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanağımız İstanbul’a egemen olanların siyasetine uymaktır. Benim görevim onların yakındıkları sorunları çözmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam Vahdettin’in isteklerini yerine getirmiş olacaktım.”
***

Görüyorsunuz. Türkiye’ye karşı düzenlenen dolapların 100 yıla yakın bir geçmişi var. Ama bir türlü yıkamıyorlar, yıkamayacaklar.

1) Bilinmeyen Tarihimiz / Cemal Kutay
2) Atatürk’ün İstanbul Günleri / Niyazi Ahmet Banoğlu.
ORHAN ERİNÇ
14 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Halikarnas'tan 'Sefalet Sokağı'na...- AHMET CEMAL

Dün, kendi yazımın başına oturmazdan önce Cumhuriyet’in kültür sayfasını açıyorum ki…
Halikarnas Balıkçısı öleli kırk yıl olmuş!
Hani şu gençliğinde mahkeme kararıyla Bodrum’a sürgün edilen ve sürgününün ilk sabahında, kalacağı evin denize bakan kapısını açmasıyla birlikte: “Heyy! Açılan kapı birdenbire gözlerime ve gönlüme açık denizleri, kıyı ve adaları verdi. Batı göğünde günün ufka veda edişi turuncu ve kıpkırmızı çizgiler çekmişti. Onların üstünde Bodrum Kalesi kapkara bir siluet kesinliğinde yükseliyordu. Kıyıda beyaz evler pembeleşmiş, denizin mavisi de koyu menekşe olmuştu. Dalgalar eve doğru gelirken tepeleriyle güneşin son ışığını kapıyorlar, uçlarından kırmızı kırmızı kıvılcımlar savurarak kapının iki adım ötesini pembe köpükleriyle yalıyorlardı. Köpükle kapının arasında kum ve gümüş teller gibi parıldayan kuru yosunlar vardı…” (Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün).
Sürgün evinden denize kanatlanan ilk bakışları ile birlikte sürgüne gönderilmiş olan Cevat Şakir de bir dönüşümü yaşayacaktır. Oxford mezunu Cevat Şakir, Ege Denizi’nin bu ilk renk cümbüşü ile birlikte Cevat Şakir’liğini, Venüs’ün bembeyaz köpüklerden doğması gibi, bundan böyle Halikarnas Balıkçısı’nın kimliğinde eritecektir. Denizin uçsuz bucaksız maviliği, akşam saatlerinin mavi-kara yakamoz şölenleri ve nihayet erken sabah saatlerinin bir günü bin gün edebilen bereketi, Cevat Şakir’in hamurundan Ege’nin ve antikçağın büyük tarihçisi Halikarnas Balıkçısı’nı yoğuracaktır. Balıkçı, Bodrum’un ilk adı “Halikarnas”ı boşuna adının bir parçası kılmamıştır. Sonradan hayatı boyunca savunacağı ve bilge öğrencileri Sabahattin Eyuboğlu ile Azra Erhat’ın da mayalarına katacağı bir tarih tezi, artık hızla şekillenecektir. Halikarnas, bir zamanların Cevat Şakir’i için tarihin sürekliliğinin, bir başka deyişle bu toprakların tarihinin sadece Cumhuriyet’le, Osmanlı’yla, Selçuklu’yla veya Bizans’la sınırlanamayacağının, fakat ancak antikçağ ve daha da öncesinden başlayıp bugüne uzanan bir bütün olarak ele alındığında gerçekçi bir tarih yazımı olabileceğinin güçlü simgesidir.
Böyle geniş yelpazeye yayılmış bir tarih görüşü, elbette ‘İliada’ ve ‘Odysseia’yı da Bizans’ı da, onlardan çok öncesini ve bütün sonrasını da bizim tarihimiz kılar. Ve ancak yine böyle bir tarih anlayışı, o geçmişin ardından “dindar gençlik” hedefine kilitlenmiş bir iktidarda demir atmış oluşumuzun hesabını bütün acımasızlığı ile önümüze somutlaştırabilir.
Vergilius’un Ölümü”nün hemen başında, imparatorluk filosundan kölelerin taşıdığı bir tahtırevan ile Brundisium kıyılarına indirilen hasta şairVergilius’un saraya uzanan yolu, romanın yazarı Hermann Broch’un “Sefalet Sokağı” diye adlandırdığı uzun bir sokaktan geçer. Bu, dış dünyaya karşı artık görkeminin doruğuna varmış Roma İmparatorluğu’nun içe dönük yüzünü umarsız bir biçimde kirleten bütün kötülüklerini sergileyen bir sokaktır ve Halikarnas’tan Cevat Şakir’in Bodrum’una, oradan da Balıkçı’nın ardından bugünün kalıntılarına uzanan bir metafor olarak da kullanılabilir!
AHMET CEMAL


14 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Hades’in üç başlı köpeği-Cumhuriyet Portal

Denizli'de Hierapolis antik kentinde, mitolojide ölülere hükmeden yeraltı tanrısı Hades'in bekçisi üç başlı köpek Kerberos ve yılan heykelleri ortaya çıkarıldı.






Pamukkale ören yerinde bulunan antik Hierapolis kentinde, Cehennem Kapısı olarak adlandırılan alanda yapılan kazı çalışmalarında, ölülere hükmeden yeraltı tanrısı Hades’in bekçisi olarak bilinen üç başlı köpek Kerberos’un 130 santimetre yüksekliğinde
mermer heykeli ve yılan heykelleri ortaya çıkarıldı. MS 1. yüzyıla ait olduğu tespit edilen heykeller Pamukkale Arkeoloji Müzesi’nde koruma altına alındı.
Cumhuriyet Portal
13 Ekim 2013

Kamu Alanının Fethi - Nilgün Cerrahoğlu

Değerli okurum Dinçay Tüfenk“Çarşaf Demokrasisi” isimli yazım üzerineİlhan Selçuk’un günümüze ışık tutan yazılarından birini göndermiş:
“Arşiv fareliğine soyununca” diyor Tüfenk; “İlhan Ağabeyimizin 30.12. 2006 günkü yazısında, ilkini 2004’te yayımladığı, ‘Tüyler Ürpertici Bir Belge’yi yorum yapmadan sunuşu geldi aklıma. Ben (Selçuk’un yazısının) başlıkları ile yetineyim:
“21 Ağustos 2001 günü gazetelerin birinci sayfalarında Erdoğan’ın bir konuşması yayımlandı...
Recep Tayyip’in söyledikleri ilginç!..
Madde madde diyor ki:
1)“Laiklik tabii elden gidecek..”
2) “Laik ve Müslüman olunmaz..”
3) “Egemenlik Allah’ındır..”
4) “AB’ye girmeyeceğiz..”
5) “Anayasayı sarhoşlar hazırladı..”
6) “Ümmetçilik tutar..”
7) “Terör Meclis’te..”
8) “Doğumları kadın yaptıracak..”
9) “Hazmettirerek geliyoruz..”
10) “Kıyam başlayacak..”
‘Senaryoyu değiştirmeye 
geliyoruz!’
İlhan Selçuk yukardaki belgeyi, “ajanda”nın “açık ilanı” olarak besbelli mimlemiş ki farklı vesilelerde iki kez yayımlamış...
Orijinalini bulduğum yazının 9. maddesi bilhassa önemli:
“.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip!..”diyor bu bölümde Tayyip Erdoğan: 
“Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız, bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.”
Yazısının sonunu Selçuk şöyle bağlıyor:
“Başbakan Erdoğan’ın 1996’da yaptığı bu konuşma, 2001’de tüm gazetelerde yayımlandı; harfi harfine kanıtlanmış bir gerçek belgedir.
Peki, Erdoğan değişti mi? Yoksa takıyye mi yapıyor?...
Başbakan Recep Tayyip adına kimseye güvence verebilecek konumda değilim; bunu yalakaları yapıyorlar...
Ancak şu söylenebilir:
Erdoğan hiçbir zaman bir özeleştiri yaparak değiştiğini açıklamadı.”
‘Taşı gediğine koyma’ dönemi
Erdoğan’ın baştan göstere göstere ilan ettiği “ajanda”nın, “temel atma”dönemi geride bırakılarak bundan böyle anlaşılan “davanın taşını gediğine koyma” dönemine girilmiş bulunuyor!
AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bizzat başvurduğu terimlerle buna; “(AKP’nin ilk on yılını kapsayan) ‘tasviye’ sürecinden… (ikinci on yılına yayılacak) ‘inşa’ dönemine” geçiş de diyebiliriz.
“Geçmişin tasviye edilip yeni Türkiye senaryosunun” vizyona sokulduğu geçiş döneminde şimdi işte “kamu alanın fethi” yaşamsal önem kazanıyor.
Selçuk’un yazısını hatırlatan “arşiv faresi” okurumuz Tüfenk; iletisinin başına bu sebeple “Kamu Alanını Fetih Savaşı” başlığını koymuş. Yanına, bu ifadenin de benim aslında 21.10.2010 tarihli yazımdan alınmış olduğu notunu düşmüş…
“Kamu Alanını Ele Geçirme Savaşı ve Riya” başlıklı o yazıda, Suudi Arabistan ve İran gibi içi başka-dışı başka yaşamların hüküm sürdüğü ülkelerde; kamu alanı ile özel yaşam arasındaki uçurumlara dikkat çekmiştim.
“İran’da da Suudi Arabistan gibi yaşam maskeli balo gibi” demiştim: “Kapı eşiğinin dışında kara çarşaf ve tesettür. İçerde frapan giysiler, dekolteler, kadın-erkekli parti/yemekler ve.. su gibi akan içkiler…
“Şeriat rejimlerinin hali bu olduğuna göre; dava demek yüce inanç uğruna korunup/kollanan bir alkol yasağı değil. Mesele inanç olsa; (İran Devrim Muhafızları) ‘Pasdaran’ (doğrudan doğruya yönettiği) içki karaborsasına girmez. Suudi Arabistan’ın din polisi, ‘sıradan kul’ ile (ev partilerinde her özgürlüğüne göz yumduğu) ‘prens’ ayrımı yapmaz.
Bu örnekler bize, en iddialı şeriat ülkelerinin dahi içki yasaklarını; ‘kamu alanına hükmetmek’ adına yürüttüğünü gösteriyor.
Suudi Arabistan’la İran’ın uygulamalarından kapalı kapılar ardında savsaklanan ‘içki yasaklarının’, sadece bir ‘güç / iktidar aracı’ olarak kullanıldığını açıkça görebiliyoruz.
İçki yasağı; kamu alanını kimin kontrol ettiğini tayin eden bir güç gösterisinden ibaret.
Türkiye’de de seferberlik halindeki baskı yalnız bunun için, ‘kamu alanını ele geçirmek / kamu alanına el koymak’ adına yapılıyor…
Artık bu ‘mahalle baskısı’ değil sevgili okurlar. ‘Mahalle baskısı’ dört koldan girişilen bu büyük seferberliği tanımlamakta yetersiz kalıyor. Bu düpedüz ‘kamu alanını fetih’ savaşı!”
***

Şimdi işte bu savaşa bir cephe daha eklendi: Kamu alanını, içkinin yanı sıra“dekolte kadınlardan” da arındırmak cihadı!
Üstüne bir de Gezi’ye “cami-kışla” ikilisi dikilebildi mi; “fetih” tamamlanmış olacak.
Nilgün Cerrahoğlu

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

AKP Andımız'dan Ne İstiyor?- Ataol Behramoğlu

İlkokul çağlarımızdan bugünlere, hemen hepimizin aklında Andımız’dan bir şeyler kalmıştır.
Belleğimi yokladım, eksiksiz orada duruyor…
Peki, çocukluğumuzda her okul sabahı bu sözleri yinelerken anlamlarını düşünür müydük?
Sanmıyorum.
Buna karşılık o erken sabah saatlerinde bir ağızdan haykırırcasına seslendirdiğimiz bu sözlerde, anlamlarından çok, onları birlikte söylüyor olmamızın coşkusunu duyumsardık.
Sonrasında da bir anda havalanan bir kuş sürüsü gibi sınıflara dağılır, derslerimize canlılıkla başlardık.
AKP yönetimi şimdi çocuklarımızın elinden bu yaşama sevincini, birlikte olma coşkusunu çekip alıyor.
Tıpkı giysi özgürlüğü gibi, herkes ne istiyorsa, olanakları neye yetiyorsa onu giyinsin, kendi andı neyse içinden onu söylesin demeye getiriyor…
Tabii bu sözde özgürlükçü, aslında yasakçı yönetimin, bununla yetinip burada duracağına inanıyorsak… 
***
Andımız “Türküm” diye başlıyor. 
Ben hiçbir çocukluk arkadaşımın bu sözcüğü söylemekten tedirginlik duyduğunu anımsamıyorum.
Çünkü bir ağızdan söylediğimiz bu sözcükte, tıpkı siyah okul önlüklerimiz, beyaz yakalarımız gibi, yoksuluyla varsılıyla, hepimizi birleştirici, eşitleyici bir şey vardı…
AKP yönetimi önce giysi özgürlüğü görüntüsü arkasında, bu birlikteliği, bu eşitliği kaldırma yönünde bir adım attı.
Asıl amaç ise, birkaç gün önceki türban özgürlüğü yasası ile daha iyi anlaşılıyor, belli ki dinsel anlam taşıyan giyim kuşamı ilkokullara kadar yaygınlaştırmak…
Andımız’ın ortadan kaldırılmasıyla da bir boşluk oluştu.
Bu boşluk da, kuşkumuz olmasın (akıl sahibi herkes bunu zaten görüyor), dinsel içerikli sözlerle, dualarla doldurulmak istenecektir.
En azından amaç budur.
İlkokullardan başlayarak bütün okullarımızın imam giysili din dersi öğretmenlerinin hutbeleri ve öğrencilerce de tekrarlanacak dua ve öğütleriyle açılacağı, bunların her gün tekrarlanacağı günler de uzakta değildir.
Gelmiş geçmiş en büyük demagog, bunu da “Cumhuriyetin esasına dönüş”olarak adlandıracaktır.
Tıpkı ihanet ettiği hocasının, pervasızca ve utanmazca, Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi demesi gibi… 
***
Çok sever göründükleri Âkif’in ürünü İstiklal Marşımızda, Andımız’dakinden çok daha fazla tartışılacak sözler vardır. 
İlle de herkesin dindar ve Tanrı tanır olmadığı, olmak zorunda da bulunmadığı günümüz Türkiye’sinde, “Hakk’a tapmak” kavramı kuşkusuz ki herkesçe benimsenmeyecektir.
“Kahraman ırk” sözü de böyle bir şeydir. Irk kavramı ulus kavramıyla bağdaşmadığı gibi, aynı ırktan bile olsalar (ne demekse bu?) kahramanlık kavramıyla söz konusu ırkı yan yana getirmek istemeyecekler de olabilecektir.
Fakat herkes bilir ki İstiklal Marşımız çok özel koşulların ürünüdür.
Onu bir ağızdan söylerken, tıpkı Andımız’ı bir ağızdan söyleyen çocuklar gibi, sözcüklerin anlamlarını irdelemekten çok, bir ulusa ait olmanın, omuz omuza birlikteliğin coşkusunu duyumsarız…
Bu nedenle AKP (daha doğrusu buyruk verme konumundakiler), Andımız gibi, eninde sonunda, İstiklal Marşı’na da el atacaklardır.
Çünkü içerik konusu bir yana, onun bütünündeki ve birlikte söylenişindeki ulusal birlik duygusuna ve coşkusuna da yabancı ve düşmandırlar…
Özetle, bu siyasal iktidar için önemli olan Türkiye’nin ulusal birliği değil, İslam ümmetinin bir parçası olmasıdır.
Biricik amaçları, ulusu ümmetleştirmektir… 
***
Bu nedenle bu konudaki sorun, ulusal andın sözlerinin şu ya da bu yana çekilerek yorumlanıp eleştirilebilecek olması değil, AKP’nin onu hangi amaçla, neden kaldırdığıdır. 
Bugünkü siyasal iktidar tarafından ulusal andın kaldırılmasını, andın şu ya da bu yönden içeriğine takıldıkları için alkışlayan ya da bunda sakınca görmeyenler, ya bu iktidarın her anlamda ve her alanda ülkeyi bölüp parçalama amacının yeterince farkında değiller, ya da bunda da bir sakınca görmüyorlar demektir…
ATAOL BEHRAMOĞLU

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Frankfurt'tan Notlar - Deniz Kavukçuoğlu

Kitap fuarı nedeniyle Frankfurt’tayım. Yaklaşık yedi bin yayıncı ve sektör kuruluşunun katıldığı fuarın bu yılki konuk ülkesinin Brezilya olduğuna, Türkiye pavyonunda sergilenen, TEDA aracılığıyla yabancı dillere çevrilmiş Türk yazarlarının kitaplarının büyük ilgi gördüğüne ilişkin haberleri okumuşsunuzdur.
TÜYAP ve Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı açısından ise bu fuar yeni kurulacak ilişkiler açısından önem taşıyor. Bilindiği gibi Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı kapsamında üç yıldır uygulanan bir “uluslararası alan” projesi var. Bu proje her yıl ayrı bir “konuk ülke” belirlenmesini ve uluslararası ilişkiler ağının genişletilmesini, dolayısıyla çok sayıda ülkenin, yabancı yayınevlerinin, telif ajanslarının artan sayıda katılımlarının sağlanmasını öngörüyor. Bu projenin hayata geçirildiği yıldan bu yana İspanya, Mısır ve Hollanda konuk ülke olarak fuarda yer aldılar. Bu yılın konuk ülkesi ise Çin Halk Cumhuriyeti.
Önümüzdeki yıl Kore’yi, daha sonraki yıl da Almanya’yı konuk ülke olarak ağırlamak doğrultusunda görüşmeler yapıyoruz.
Bunlar hoş gelişmeler. 
***

Bir de Türkiye adına madalyonun hiç hoş olmayan öbür yüzü var. Gezi olayları Alman aydınlarını etkilemiş; konuştuğum insanlar Türk hükümetinin Gezi olayları sırasında başvurduğu orantısız şiddeti demokrasinin yara alması, kişi temel hak ve özgürlüklerine darbe vurulması olarak değerlendiriyorlar. Hükümetin ters yönde yaptığı açıklamaları inandırıcı bulmuyorlar.
Başbakan tarafından açıklanan “demokrasi paketi” ise Alevilerin cemevlerinin ibadethane olarak kabulü, anadilinde eğitim, Ruhban Okulu’nun açılması gibi temel talepler dikkate alınmadığı sürece bir “oyalama taktiği” olarak değerlendiriliyor.
Frankfurt’ta görüştüğüm çeşitli ülkelerden aydınlar eğer gerçekten bir darbe girişimi söz konusu olmuşsa faillerin mutlaka yargılanıp cezalandırılması düşüncesini paylaşıyorlar. Bununla birlikte Balyoz davasında savcıların mahkemeye sundukları “kanıtların” büyük bölümünün düzmece olduğu uluslararası kurumlar tarafından da saptanmış dijital veriler olduğunu, bunların nasıl olup da Yargıtay tarafından ciddiye alındığını, bu “sözde kanıtlara” dayanarak onca insanın nasıl mahkûm edilebildiğini anlamakta zorlanıyorlar.
AKP sözcülerince dile getirilen ve bir sunucunun kovulmasına neden olan“ekranda dekolte” olayı ise Alman kamuoyunda ülkemizi küçük düşüren bir alay konusu! Basında, “İşte Türk demokrasisinin sınırı!” türünden alaycı sözler ve karikatürler yer alıyor. 
***

Türkiye’deki gelişmeler Almanya’da yaşayan Ortadoğulu yabancıları da kaygılandırıyor. Nadir, Frankfurt’ta bir taksi şoförü; Afganistan’da tıp öğrenimini Taliban dehşetinden yarıda bırakıp Almanya’ya sığınmış. Konuşuyoruz; Türk olduğumu öğrenince “Yazık” diyor, “siz Mustafa Kemal Atatürk’ün değerini bilmiyorsunuz.”
Susuyorum.
Benzer sözleri aynı gün, iki saat sonra bindiğim taksinin İranlı şoförüReza’dan duyuyorum. “Atatürk’ün çizdiği yolun tersine attığınız her adım sizi, bizim yıllardır içinde çırpındığımız bataklığa biraz daha yaklaştırıyor” diyor. Sonra 35 yıldır dönemediği kendi ülkesi İran’ı, Irak’ı, Mısır’ı, Suriye’yi sayıyor.
Yine susuyorum.
Ne diyebilirim ki?
Deniz Kavukçuoğlu

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Özakman'ın Kronolojisi-Mustafa Balbay

Tam, yoksa “Yılgın Türkler” miyiz diye düşündüğümüz anda yazdığı “Şu Çılgın Türkler” romanıyla Cumhuriyet ruhunun 21. yüzyıla taşınmasında en etkili rolü oynayan Turgut Özakman’ın ilk hedefi şuydu:
Gençlere ulaşmak.
Bunu her fırsatta yineliyordu.
Yeni kuşakların tarihi fazla bilmemesinden yakınıyor, bu açığı kapatmanın mutlak bir yolunu bulmak gerektiğini düşünüyordu.
Birlikte konuşmacı olduğumuz bir panelde anlatmıştı. Öğrencilerle söyleşirken sormuş:
- Aranızda, fırsatını bulursam hemen yurtdışına giderim, diyenler parmağını kaldırsın; kaç kişi, merak ediyorum.
Özakman, kaldıranları değil, kaldırmayanları saymak durumunda kalmıştı.
Çünkü sadece üç kişinin elleri masanın üzerindeymiş. Özakman’a göre bir ülke için en büyük felaket gençlerin geleceği yurtdışında aramasıydı. Bunda da temel etken tarih bilincinden yoksun oluştu. Şu Çılgın Türkler’in bu yöndeki rolü yadsınamaz.
***

Özakman’ın onlarca eserinden sadece birini yanına alabilirsin, seç deseler,“1881-1938 Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Kronolojisi”ni yeğlerim.
Atatürk’ün doğumundan ölümüne gün gün yaşadığı önemli olayların sıralandığı kitapta, o dönemi etkileyen öteki konular da birkaç cümle ile özetlenmiş. Bunlar o kadar güzel özetler ki, koca bir makalenin damıtımı desem yeridir. Böyle bir çalışma, işini bilen, alana hâkim 8-10 kişilik bir ekiple yapılabilir. Oysa Özakman adeta tek kişilik bir üniversite gibi çalıştı. Acı haberin ardından Silivri’den Sincan’a zorlukla getirebildiğim 150 kadar kitabın arasında yer alan kronolojiyi elime alıp sayfaları arasında gezindim. Kimi bölümlerde durdum. Kalemsiz okuyamam. Yanına uzun çizgi çektiğim tarihlerden bazılarını paylaşmak isterim.
27 Ekim 1913: Atatürk’ün Sofya Ataşemiliterliği’ne, Fethi Okyar’ın Sofya elçiliğine atanması. (Kazım Özalp özetle şöyle yazıyor: [“Mustafa Kemal Sofya’ya giderken bana İstanbul’da, ‘Bu hanedandan memlekete hayır yoktur. Diktatörlük milletleri mesut ve müreffeh kılmaz. Devletin esasını Cumhuriyet prensiplerine göre hazırlamak lazım’ dedi.”]
20 Ocak 1921: İlk anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) TBMM’de kabulü. [23 maddeden oluşmaktadır. 1. maddesi şöyledir: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” Bu adı konmaksızın Cumhuriyet demektir.]
18 Ekim 1924: TBMM’nin yeni binaya taşınması. (Mimar Vedat Tek) [Bahçesi halka açıktır. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası bahçede halka açık konserler verir. Şimdi Cumhuriyet Müzesi.]
15 Ekim 1927: Atatürk’ün CHP 2. Kurultayı’nda Nutuk’u okuması. [CHP Sivas Kongresi’ni 1. Kurultayı kabul etmektedir. Nutuk’un okunuşu 6 gün sürmüş, 20 Ekim’de sona ermiştir...]
12 Nisan 1930: Atatürk’ün gece Şehir Tiyatrosu sanatçılarını kabul etmesi. [Muhsin Ertuğrul anlatıyor: “Atatürk sordu, ‘Ne istersiniz benden?’ diye... Kendilerine, ‘Bir tiyatro okulu açalım onu istiyoruz’ dedim ve aradan çok geçmeden tiyatro okulu, Devlet Konservatuarı açıldı.”
Sanatçılar ayrılırken Dr. Reşit Galip, “Elinizi öpmek istiyorlar” deyince, Atatürk şöyle konuşur: “Hayır, el öpemezler. Biz hepimiz mebus oluruz, vekil oluruz, hatta reisicumhur olabiliriz ama hiçbirimiz sanatkâr olamayız. Sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür...”]
19 Şubat 1932: Halkevlerinin kuruluşu. [Çok yönlü, çok yararlı, Türkiye’ye özgü kültür merkezleri. Pek çok sanatçı bu ocaklarda yetişmiştir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, 8 Ağustos 1951’de kapatıldı. Kapatıldığı zaman 474 Halkevi, 4.306 Halkodası vardı...]
18 Eylül 1938: C. Bayar’ın Atatürk’e İkinci Dört Yıllık Plan hakkında bilgi sunması. [Bu tarihte nüfus yaklaşık 17 milyon, bütçe artık açık değil, gelir fazlası veriyor...]
***

Bir Afrika atasözü şöyle der:
Bir bilim insanı öldüğünde bir kütüphane kapanmış demektir.
Turgut Özakman, kütüphaneler doğuran bir kütüphaneydi.
Bugün yüz binlerce evde Turgut Özakman kitabı olduğuna göre...
Onu toprağa değil, raflara verdik...
Mustafa Balbay

7 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Devrimci Muhammet ve Sosyalist(!) Tayyip- IŞIL ÖZGENTÜRK

21. yüzyılda, özellikle İslam dini ve önerdiği tek kitap olan Kuran, ne ekonomik hayatı ne de sosyal hayatı düzenlenmeye yettiğinden, İslam peygamberi Muhammet’e “devrimci” sıfatını yakıştırmak günümüzde bir zorunluluk haline geldi. Oysa dinler tarihini şöyle bir okuyan biri bile, Muhammet’in, o dönemde İpek Yolu’nu ellerinde tutan İsrailoğulları tarafından kendilerine zorluk çıkaran çeşitli Arap kabilelerini, belli bir düzene sokması için bizzat Arap kabileler içinden aranıp bulunduğunu, Muhammet’in çeşitli kitaplarda belirtildiği gibi cahil biri olmadığını, iyi bir tüccar ve bilgili biri olduğunu bilir.
Daha sonra Muhammet, Arap kabileler arasında birliği oluşturur ve kendi oluşturduğu bu topluluk için savaşmaya başlar. Kısaca tüm olanlar, o bölgedeki ticareti elinde tutmak içindir. Dinler tarihi, hiçbir zaman ekonominin temel kurallarından ayrı gelişmez.
Bu bilgiyi verdikten sonra, gelelim neden 21. yüzyılda, artık Hz. Muhammet olan birinin adının başına “devrimci” sözcüğünün getirilmesine. Çünkü“devrim” ve “devrimci” sözcükleri dünyanın tüm iyi yanlarını kapsayan sözcüklerdir. Mazlumların başkaldırısını simgeler. Daha iyi bir gelecekten söz eder. Radikal İslamcıların, insanlık dışı olaylarının tüm dünyada korku uyandırdığı bir zamanda, İslamın “devrimci” sözcüğüne şiddetle ihtiyacı vardır.
Ama işte ironi burada, ne İslam devrimcidir ne de onun peygamberi. Devrim her dönemde mazlumların sözcüğü olmuştur. Komşuları aç yatarken, muhteşem sofralarda kendilerine ziyafet çeken ama yemeğe başlamadan önce dualar okutan bir topluluğun, bunu her türlü “kul hakkı yemeye”dönüştürebilirsiniz, “devrim” sözcüğünü ağızlarına almaya hakları yoktur!
Savaş esirlerinin, “Allahu Ekber” nidaları arasında baltayla kafalarını uçuran ve yüreklerini çiğ çiğ yiyenlerin, kızlara, kadınlara “Allah bize izin verdi”diyerek tecavüz edenlerin devrimci bir peygamberi olamaz. Bu böyle biline!
Şimdi biraz eğlenelim. Tayyip Bey’in başdanışmanı Yiğit Bulut, buyurmuş:“Asıl sosyalist Erdoğan’dır!” Yiğit Bey’in kafası iyi miydi bilmiyorum ama güzel buyurmuş ve bir durumu çok net bir biçimde ortaya koymuş. Bu iktidar sayesinde demokrat, liberal gibi sözcükler öylesine bir düşüş ivmesi gösterdiler ki, Başbakan’ı övmek için geriye bir tek “sosyalist” sözcüğü kaldı. İşin püf noktası burada, dünyada gücünü yitirmeyen ender sözcüklerden biri“sosyalist” sözcüğüdür. Bu sözcük de tıpkı devrim gibi, dünyanın tüm iyi yanlarını temsil eder. En güçlü yanlarını!
Demek ki başdanışman Yiğit Bulut, Tayyip Bey’in giderek aşağılara doğru çekildiğini görmüş ve “asıl sosyalist Erdoğan’dır” cümlesini bastırmış ki, biraz yukarı çekilsin. Teşekkürler Yiğit Bulut, sosyalist olmanın değerini anladığınız için. Ama örneğiniz umutsuz vaka.
Bu arada yeri gelmişken, Tayyip Bey’e bir çift sözüm var, lütfen şu valilerine, bakanlarına ve belediye başkanlarına tweet atmayı yasaklasın. Suyu çıktı diye bir söz vardır ya, iş ona döndü. Öncelikle ben “Bakın ben de varım, ben de gencim” duygusuyla Cumhurbaşkanı’nın tweet atmasını yadırgıyorum. Makamlara karşıyım ama madem bir makam var, insan o makama göre davranmalı. Cumhurbaşkanı öyle zırt pırt tweet atmaz, atarsa bu önemli bir şey olmalıdır.
Valilere, rektörlere, belediye başkanlarına gelince; tweet atmaları bir bakıma iyi oluyor, çünkü kabak gibi cahillikleri, iktidara bağlılıkları ve perişanlıkları ortaya çıkıyor. Ancak ülke lise son sınıfa döndü. “Ben seni yerim!”, “Kına yak!”... Daha ne olsun?
Bütün bunlar olup biterken, çocuklara ve velilere yaşatılan bir eziyetten özellikle söz etmek istiyorum. Çevremdeki genç veliler, ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Çünkü evlerine bir kâğıt geliyor ve doldurmaları isteniyor: “Çocuğunuzun din dersi almasını istiyor musunuz?” Velilerde bir korku, çünkü kâğıt resmi bir kâğıt, bir çeşit belge. Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Henüz ilkokul çağında olan çocuklarının, ne yazık ki, sadece Sünni İslam kurallarının söz konusu olduğu din derslerine girmelerini istemiyorlar. Onların birer birey olduğunu ve ilerde kendi özgür seçimiyle hareket etmesini istiyorlar. Öte yandan, “hayır” dediklerinde çocuklarının mimleneceklerinden, aşağılanacaklarından korkuyorlar. Başbakan’ın“Komşularınızı ihbar edin” dediği bir ülkede resmi kâğıtlar insanlara korku yayıyor.
Ve bu durum Hitler dönemi Almanyası’nı akla getiriyor. Yahudilerin sarı yıldızla damgalandıkları Almanya’yı.
Bırakın, bırakın artık, bu ülkeye yazık oluyor!
Not: Bir küçük tavsiye, geçenlerde bir yaşını dolduran SOL gazetesinin okuyucuları arasındayım. Bir durum dikkatimi çekiyor, gazete adeta bir erkek yazarlar egemenliğinde. Doğrusu ben, Gezi’de ve hayatın her alanında cabbarca dövüşen kadınların, kadın yazarların düşüncelerini de çok merak ediyorum. “Bacı muhabbetini aştık” diyen bir gazetede hiç kadın yazar olmaması biraz garip değil mi? Biraz da neşe, biraz da hayat! Çok ciddisiniz kardeşim!
IŞIL ÖZGENTÜRK

6 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...