Levent Kırca... - MUSTAFA BALBAY

Gazeteciliğimin ilk iki yılındaki haber çevresi oluşturma hızına yaşamımın sonraki dilimlerinde bir daha ulaşamadım. 11 Kasım 1980’de İzmir’de başladığım mesleğin ilk yıllarında adliyeden kültür sanata, üniversiteden siyasete, spordan çevreye kadar her alanda habercilik yaptım. O günlerde yardımcı doçent olan Prof. Ülkü Bayındır’dan Altay’ın kaptanı Mustafa Denizli’ye kadar, o dönem kurduğum ilişkilerin çoğu eski-meyen dostluğa dönüştü.
Uluslararası İzmir Fuarı ayrı bir hazineydi. Yıldız Kenter, Nejat Uygur, Metin Akpınar, Zeki Alasya, Erol Günaydın, Ferhan Şensoy, Abdullah Şahin, Hadi Çaman ve daha pek çok tiyatro sanatçısının haberini yapıp tanıştığım anlar hâlâ belleğimdedir.

***
Levent Kırca ile de o günlerde tanıştım.
Mesleğin ilerleyen yıllarında gazetedeki idari sorumluluklarım arttığı için Levent Kırca ile uzun süre yüz yüze gelemedik.
Taa ki Silivri günlerine dek...
Silivri yargılamalarıyla yaratılmak istenen korku imparatorluğuna karşı duran insanların, demir parmaklıkların ardındaki tutsaklara nasıl güç verdiğini tarif edemem. Filistin askısından daha ağır bir işkence havasında geçen yargılamalar sırasında kamuoyunun da yakından tanıdığı kişiler gelince tutukluların yüzünde bir gülümseme belirirdi. Sanki onlar bizi az sonra salondan alıp götürecek. Bir anda öylesine mutlu ve güçlü hissederdik kendimizi.
Onların başında Levent Kırca geliyordu.
Öyle usulen, “İşte geldim, gördünüz, sizi destekliyorum” görüntüsü vermek için 5 dakika kalıp giden bir yanı da yoktu. Tutuklanıp yanımıza gelmek dahil her şeyi göze almış, kararlılıkla zulme karşı duruyordu.
Sadece duruşmalara gelmekle kalmadı. Silivri’de yaşananları sanatın gücünü kullanarak tüm Türkiye’ye, hatta dünyaya duyurdu. Azınlık ve İçeridekiler oyunu sadece zulmü anlatmakla kalmaz, Kırca’nın duruşunu da ifade eder.
Toplumun Silivri gerçeğini görmesinde en büyük paylardan biri onundur.
***
Kırca ile duruşma salonunda çok güzel selamlaşmalarımız, birbirimizi güçlendirme söylemlerimiz oldu.
Ancak yazdığı-oynadığı oyunlarla ilgili benden kaynaklanan nedenlerle iyi bir iletişim kuramadık. Özgürlükte 5 dakikalık bir görüşme ile kurabileceğiniz iletişimi, hapiste ortalama 3 günde gerçekleştirebilirsiniz. İçeridekiler oyununun başlangıcı ve benim yazdığım Yargıtatör oyununun kitap olarak basımı, çocuklarımın okul sorunu yaşadığı günlere denk geldi. Ailecek benim tutukluluğum dahil her şey ikinci plana düşmüştü.
İletişim sorunu özgürlük sonrasında da devam etti. Sevgili Kırca’nın telefonuna ertesi gece yanıt vermek için aradım, ulaşamadım. Yeniden ulaşmak için ısrar etmem gerekirdi, son bir aydır 50’yi aşkın yerleşim yerinde konuşma yapma ve ziyaretlerde bulunma yoğunluğundan yapamadım.
Sevgili Kırca 12 Aralık Pazar günü her zamanki mertliği ve açık sözlülüğüyle benim bututumumu eleştiren bir yazı yazdı. Bu aşamadan sonra telefon yerine yazıyla sağlam ve herkese açık bir iletişim kurmanın daha sağlıklı olacağını düşündüm. Yeri gelmişken, pek çok dostumdan benzer sitem aldığımı, sadece zaman sorunundan kaynaklanan nedenlerle onlara ulaşamadığımı vurgulamak isterim. Ağırlaştırılmış sitem cezasına çarptırılmış durumdayım desem yeridir.
Hapiste Levent Kırca özgürlüğümüzdü, bugün de öyle...
Kırca ile yüz yüze gelemesek de hep gönül Gönüleyiz.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Kanlı Balta - CAN DÜNDAR

Bir yerde okumuştum:
Kutup ayısı avcıları, delik post para etmediği için avlarını kurşunla vurmazmış.
Kurnaz bir yöntem keşfetmişler:
Karların içine bir balta yerleştirirlermiş.
Baltanın keskin tarafına kan sürerlermiş.
Ayı, kan kokusuna gelir ve yalamaya başlarmış.
İştahla yaladıkça baltanın demiri kendi dilini de kesermiş. Giderek kendi kanını yalamaya başlar, ama o, aldığı tattan ötürü bunu fark etmezmiş.
Bir süre sonra dildeki kesikten akan kan, ayının damarlarını kurutur ve onu cansız halde karlar üzerine serermiş.
Avcı da gelip derisini yüzermiş.
***
Doğadaki tüm canlılar için geçerlidir bu:
Kan kokusunun cazibesine kapılıp iştaha gelen, giderek kendi kanını dökmeye başlar.
Başkasının kanını emeyim derken, farkına bile varmadan kendi kanını kurutur.
Ve bir süre sonra, kendini ayaklar altında bir post olarak bulur.
***
İnsanoğlunun da başına gelenlerin çoğunda, bu kan hırsının, “Bana bir şey olmaz” özgüveniyle birleşmesinin rolü vardır.
Bana bir şey olmaz” özgüveninin arka yüzü, “Herkes bana karşı” korkusudur.
İkisi de megalomani işaretidir.
İnsan kendini fazla beğenmeye başladı mı, hiçbir hatasında suçu kendinde aramaz.
Suçlular, ona karşı çıkanlardır, onu çekemeyenlerdir:
Dış mihraklar, gizli odaklar, haşhaşçılar...
Sanki evlerdeki haram kutularını onlar dolarla doldurmuştur.
Sanki “paralel devlet”e bunca yıl onlar göz yummuştur.
Sanki günbegün gözler önüne serilen bu “rüşvet çarkı”nı onlar kurmuştur.
Ama çatışmadan beslenenler, bunları görmez.
Her eleştiriyi kişisel alır, üstüne düşünmez.
Oğlu rant pazarlığına aracılıkla mı suçlanıyor; tutup kolundan savcılığa teslim etmek yerine kişisel cezalandırma vaat eder; “Evlatlıktan reddederim” der.
Savcılar, yargıçlar üstüne mi geliyor; “Size en güzel adliye saraylarını yaptım, nankörler” diye tersler.
Yolsuzlukların üstüne mi gidiliyor; “Hedef benim” diye gürler.
***
Kendini beğenmişin gıdası, kitlelerin alkışıdır.
Sıkıştıkça meydanlara sığınır, alkışlardan güç alır.
Aldığı o güçle muhaliflerine saldırır.
Yolsuzluğu soruşturan savcıyı, evde haram kutularını bulan polisi, rüşvetçiye tutuklama kararı veren yargıcı, rant zincirini yazan gazeteciyi, biat etmeyen işadamını, itiraz eden bürokratı hedef alır.
Köşeye sıkıştıkça, en küçük itiraza bile tahammülü kalmaz.
“Medya yetmez, sanal ortam da emrime girsin, bütün yargıçlar bana biat etsin. Dünya beğenmiyorsa çeksin gitsin” diye meydan okur.
İktidar baltasının kan kokusunu almıştır bir kere...
O baltayı daha iştahla yalamaya başladıkça, giderek kendi kanını döktüğünü fark etmez olur.
Zamanla mecalsiz kalır, kurur.
***
O yüzden, varsa gerçekten memleketin kanını kurutmak isteyen avcılar, düşmanlar, yabancılar...
İçerde tam dişlerine göre avlar buldular.
Ortaya kanlı bir balta koymaları yetti.
Ötesini onlar aralarında halletti.
Birand ve Hrant
Birini dün andık, diğerini bugün anacağız.
İkisinin de ne kadar önemli işler yaptıklarını ve bu topluma neler kattıklarını bir kez daha hatırlayacağız.
Birand hakkında günlerdir yazılıp söylenenlere baktıkça gülümsüyorum. Oysa bugün normalleşen tabuların üzerine erken gitme cesareti yüzünden bu devlet ne çok eziyet etti ona...
Genelkurmay, “vatana ihanet”le suçladı.
İstihbarat, suikast emri çıkarttı.
Bürokrasi yolsuzluk dosyası açtı.
Asker, sahte andıç hazırlattı.
Meslektaşları bu yalanı manşete çıkardı.
Patronlar işten attı.
O, her seferinde kendi çabası, iradesi, yeteneğiyle ayağa kalktı.
Hrant’ta durum daha da ağır:
Onu düşman sayıp yıllarca tehdit ettiler, sonra da devletin işbirliğiyle katlettiler.
Hâlâ da bir hukuk komedisi içinde gerçek katillerini gizleyerek hayaletiyle savaşıyorlar.
Onları anarken onlara bunu yapanları unutmayalım.
Anılarını yaşatırken bari bu ikiyüzlülükten kurtulalım
- ki çektiklerine değsin.
Ve bu ülkeye yaşarken sundukları katkı, ölümlerinden sonra da devam etsin.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Siyaset İslamı Kirletiyor... - ŞÜKRAN SONER

Söylemek benim haddim değil... İktidarları sürecinde giderek daha etkin, şeyhülislamlık gibi yaşamın her alanına, olup bitene ilişkin fetva vermeyi alışkanlık haline getirmenin ötesinde yasal görevleri arasında sayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açıklaması... Geçen hafta iktidar ortaklığını on yıl başarılı paylaşmış Erdoğan-cemaat cephelerinin birbirini tasfiye savaşlarında ve birbirlerine karşı ağır suçlamalarla bir aydır sürdürdükleri sınır tanımaz operasyonlar karşısında yapmak gereğini duyduğu, satır arası haberler içinde kaynayan inanmış Müslümanlara yönelik bir uyarısından alınma... Diyeceksiniz ki son birkaç gündür Erdoğan yani fiili iktidarları cephesinin yargı, Emniyet içindeki soluksuz operasyonları ile zaten denge bozuldu. Cemaat cephesi en azından kısa dönemli yenik gözüküyor... İktidarlarının fetva makamı gibi çalışan, iktidar gücünün tüm kamu alanlarını ele geçirme, kadrolaşmasında geçiş yolu olarak kullanılan, kamu kaynakları, bütçesinden, dolayısıyla bizim vergilerimizden en büyük payların toplandığı Diyanet İşleri’nin zaten doğrudan iki taraf arasındaki bu kıyasıya, ölümüne savaşlara bulaşmak haddi değil... Diyanet’in, içerik anlamını bozmamaya çalıştığım, üç sözcükle başlığa taşıdığım, inanmış Müslümanlara yönelik uyarısı elbette çok dikkatli bir dille kaleme alınmış. Temiz, inanmış Müslümanların besbelli camilerde çok fazla tartışıyor, sorguluyor, belki de doğrudan Diyanet’e danışıyor olmaları bağlantılı dini değerlerinin sarsılmamasına yönelik bir uyarı... Dini bütün, inanmış Müslümanların iktidarları ile cemaat arasında yaşanan çatışmalar, suçlamalar,operasyonlar bağlantılı, inançlarından soğumamaları, sarsılmamaları, dinlerine olan bağlılıklarından kopmamaları isteniyor sadece...
Ülkemizin dinine bağlı inançlı Müslümanlarının bu çatışmadan nasıl bir ders çıkaracakları bilinmez ama ülkemizde ve dünyada dinin siyasette kullanılması, insan hakları, hukuk devleti düzenleri, demokrasi, laiklik ilkeleri çiğnenerek, değişik yorumlarla dinin siyasete alet edilmesi, din üzerinden siyaset yapılması üzerinden yaşananlar fazlası ile sarsıcı, ürkütücü... Başka dinler üzerinden yaşanan kanlı sonuçlar, din üzerinden siyasetin akıl almaz boyutlardaki kirliliğinin, yaşamı karabasana çeviren kirliliğinden alınan derslerle “laiklik” insan haklarının olmazsa olmazını oluşturmuştu. Gelin görün ki, bilimsel teknolojik devrim çağında öngörülemeyen bir geriye, uçuruma çekilişe, bataklığa sürükleniş sonucunu getiren siyasal İslam karabasanı yaşanıyor. Milyarlarla Müslüman dini değerlerinin kirlenmesinin çok ötesinde, ırklar-mezhepler üzerinden bataklıkta battıkça batılan kirli savaşları, siyasetin, dini inançlarının kirletilmesi sürecini kanıyla ödeyerek yaşıyorlar...

***
Umalım ders vericilikte gelecek için yararlı sonuçlarını görür, olmazsa olmaz laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması zorunluluğu üzerinden uyarılarımızı, derslerimizi almış oluruz... Müslümanların azınlıkta kaldıkları zengin Kuzey dünyasında insan hakları, demokrasi, hukuk, devleti düzeni, laiklik ilkeleri arasındaki bağlara göreceli özen gösteriliyor, sınırların aşılmaması bir biçimde sağlanıyor. Oralarda bile en yoksul,yoksun, bedel ödeyenler, ağırlıkla Müslümanlardan çıkıyor... Nedenlerini sorgulamayacak mıyız? Ama asıl sorgulamamız gereken milyarlarca Müslümanın çoğunlukta, yönetimlerde belirleyici oldukları yoksul Güney dünyalı damgasından kurtulamayan, üstüne üstlük enerji yatakları üzerinde yaşayan ülkeler olmalı değil mi? Emperyal düzenin çarklarının işleyişinin sahipleri onlardan önce radikal İslami örgütlenmeler, sonra da ılımlı İslam projeleri ile çok yararlandılar. Onlarsa giderek yoksullaşıp yoksunlaşmakla kalmayıp aynı dine ve peygambere bağlı olarak birbirlerine düşman, aralarında çıkar savaşları yaparak siyasi bataklığa battıkça battılar...
Geçen hafta, Irak ve Suriye’de mezhepler ve iç savaşlar bataklığında dünyada en çok insanın, Müslümanın birbirlerini öldürmesinin haberleri vardı... Dün bir gün içinde Irak’ta bir önceki günlerin taziye çadırına yapılan baskında onun üzerinde olmak üzere 50’nin üzerinde, Suriye’de 100’e yaklaşan karşılıklı çatışmada ölü sayısı haberleri verildi... Hem de sözde Esad’a karşı savaşanların içinden dışardan gelmiş radikalİslami cephe örgütleri ile Suriyeli muhalefet de bir diğerini hedef almış olarak. Çivisinin çivisi çıktı halleri başka nasıl olur?
Bizde ulusal kurtuluş savaşı, Cumhuriyet devrimleri, laiklik, en kötüsüyle de olsa demokrasi, laik hukuk devleti düzeni varlığı sayesinde durumlar bataklıktakiler kadar kanlı, iç karartıcı değilse de... Aynı mezhepten, dışardan desteklenmiş ılımlı siyasal İslamcı gelenek üzerinden on yıl boyunca iktidarları ortaklığını paylaşmış olanların, kavgaları üzerine çıkan tabloya bir bakın hele... Başbakan Erdoğan iki gün önce halka, dün dünya ülkelerinin elçilerine seslenişinde, iktidarlarının içine sızmış terör örgütü niteliğini kazanmış çetenin nasıl olabilirse, temizlenmesiyle sözü açıyor.. 

ŞÜKRAN SONER
CUMHURİYET

Artvin’deki Atatürk Heykeli - PERİHAN ERGUN

Tüm Anadolu’yla Trakya’yı görmeden yurt dışına çıkmama kararıyla, olasılıklar yaratarak ülkenin tüm incelikleriyle olmasa da her yerini görme amacına ulaşmışımdır. Bunun Trakya Ege ve Hatay’a kadar yörelerini, okullar yaz tatiline girerken genellikle lise son sınıfların bitirme sınavlarından sonra, hemen her yıl bazı öğretmenlerin de katılımıyla öğrencilerimizin de memleketlerini tanımalarının gereğine inanarak onlardan oluşan bir grupla yapmışımdır. Değerbilir birçok öğrencim ziyarete geldiklerinde, kendilerinde derslerinden daha etkin olanın bu gezideki izlenimler olduğunu söylerler.
Yurdun diğer yörelerini, genellikle özel gezi şirketleri veya ailece dolaşmalarımla tanıyabildim. Doğu ve Güneydoğu kentlerinin doğal yapıları ile toplumsal özelliklerinin kendilerine özgü yapılarını da oralara gittiğimde görüp öğrendim. Doğu Anadolu’nun en kendine özgü hayranlıkla izlenen coğrafi yapısı eşliğinde halkındaki Atatürk’le Cumhuriyet tutkusunu tüm izleriyle yansıtan Artvin, çok beğeniye değerdi. Geçen hafta içinde Ulusal Kanal’da Muharrem Yerlikaya’nın sunduğu “Gezelim Görelimprogramında gezginin yolu Artvin’e düşmüştü. Ekrana yansıyan görüntüde yurttaki en büyük Atatürk heykelinin tanıtımı vardı

Bu gurur verici eseri oranın yerlisi avukat ve noter sahibi Sıtkı Kahveci yaptırmış.Kendisinde bu yükümlülüğü gerektiren duygu ve düşünce, yıllar önce Avrupa’ya gittiğinde, her ülkenin kent meydanında kendilerine hizmet vermiş olan büyüklerinin heykel ve abidelerini gördüğünde gelişmiş. Kahveci, Mustafa Kemal Atatürk’e olan borçluluğunu, hiç değilse O’nun sayesinde doğup büyüdüğü, özgür yaşadığı için duyduğu borçluluğu az da olsa ödeyebilmek için Artvin’e heykelini dikmeye karar vermiş. Yurda dönünce en güzelini yaptırabilmek amacıyla yaptığı araştırmada, bu konuda en usta yontucuların Gürcüler olduğunu öğrenip onların en ustasını Artvin’e getirmiş. İlin en büyük alanının ortasına tüm birikimini harcayarak 22 metre yükseklikteki Atatürk heykelini ‘Ata’ tepeye diktirmiş. Gezginin sorularını cevaplarken görülüyordu ki O’na bu borçluluk ve bağlılık duygusu tüm Artvinlilerin yüreğinde vardır ve hep var olacaktır. Gençlerimizin anma günlerindeki törenlerde Atabar’ı oynarlarken ki coşkuları bu duyguların anlatımıdır. Ayrıca onlar babalarının Atatürk’le birlikte oynarken duyduğu coşku ve heyecanı da yaşarlar ve O’nu yaşatırlar.
Bu tek örnekte de görüldüğü gibi O’na ve devrimlerine karşı olanlar ne yaparlarsa yapsınlar Ulu Önderimizi bu milletin beyninden ve gönlünden çıkaramazlar.
***
17 Aralık 2013’te patlayan “Yolsuzluk ve Rüşvet” balonu O’nun bizlere miras olarak bıraktığı akıl ve bilimin eşliğindeki temiz ahlak ve doğruluk yolunda çağdaşlığa yürüyüşü engellemek isteyenlere Yaradan’ın verdiği en büyük derstir. Memleketimizi içerde ve dış ülkelerde utanılası duruma getiren bu olayların mutlaka hukuk yoluyla aydınlatılıp faillerinin açığa çıkarılması ön koşul olmalıdır. Hükümet erkânı, başta Başbakan olmak üzere adalet ve içişleri bakanları var güçleriyle, sorumlulukla bunu ön görev bilmelidirler.
Yazık ki tam tersine bunu ortaya çıkarmaya kalkan özellikle Emniyet görevlileriyle savcıların açığa alınmaları gibi yanlışlıkları da izliyoruz. Zaten uzun süredir bu yolsuzlukları, kötü yönetimi yazarak veya söylemleriyle anlatmaya çalışan yüzlerce komutan, gazeteci, yazar ve bilim insanı yapay davalarla gene yapay Silivri özel mahkemelerinde haksızca verilen cezalarla vicdanları sızlatıyorlar. İşte son günlerin canlı bir örneği; ölümcül durumu dört hastane raporuyla saptanmasına karşın, görmezden gelinerek Prof. Fatih Hilmioğlu’nun hâlâ Silivri zindanında tutulması,cinayete sebebiyet değil midir? Ne yapılırsa yapılsın Yaradan’ın şaşmaz adaleti gerekeni yerine getirecektir.
***
Her konuda borçluluk duyduğumuz Yüce Önderimizin bir büyük devrimi de Türk kadınını erkeklerle eş haklar vererek topluma da yararlı hale getirmesidir. İşte bu imkânlar ve memleket severliliğiyle ülke arkeolojisinin öncüsü, prehistorya anabilim dalının kurucusu ve de şair, mimar Nail Çakırhan’ın eşi övünç ve borçluluk duyduğumuz Prof. Dr. Halet Çambel’i de yitirdik. Yerinin cennet olacağına inanarak teselli oluyoruz.

PERİHAN ERGUN
Cumhuriyet  

Halet Çambel Akyaka'da toprağa verildi- CUMHURİYET PORTAL

Yücelen Hastanesi'ne getirilen Halet Çambel bugün Muğla Üniversitesi'nde saat 13.00'de başlayan törenin ardından konvoyla Akyaka'daki evlerinin önüne getirildi. Burada da komşuları, meslektaşları ve dostları arasında düzenlenen törenle Nail Çakırhan'ın yanında Akyaka Mezarlığı'nda toprağa verildi.

 
Muğla Üniversitesi'ndeki törende konuşan Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Gülay Barbarosoğlu; "Her zaman önder aldığım Halet Çambel ilklerin insanıydı. Hepimizin savunması gereken etik, insani ve demokratik değerlere dikkat eden doğal ve cesur bilim insanıydı. Savunduğu değerleri gençlere iletmek ve minnetle anmak görevimizdir." sözleriyle Türkiye'nin çok ciddi, önemli işler yapmış büyük bir bilim insanını yitirdiğini ifade etti.
Muğla Üniversitesi adına konuşan Arkeoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Adnan Dilen; "Hocamız arkeoloji bilimin nasıl yapılması gerektiğini göstermiş, büyük bir arkeoloji parkına dönüştürdüğü Karatepe'de kültür varlıklarının gelişmesi ve korunmasında örnek olmuştur." diyerek arkeologlar için her konuda önder olduğunu anlattı.
Akyakalı 35 yıllık dostları Hamdi Yücel Gürsoy da, "Halet abla Ulalı Nail Çakırhan'ın eşi yengemizdi. Artık Akyaka'da yanyana yatan bu iki büyük insan ömür boyu aralıksız üretmeye çalıştılar. Onları evlatlarımıza çok iyi anlatmamız, örnek almamız lazım" diyerek Muğlalılardan değerlere sahip çıkılmasını istedi.
Osmaniye Valisi Dr.Mehmet Oduncu'nun mesajını İl Kültür Müdürü Ahmet Tabur okudu.
Kardeşi Prof. .Dr. Ali Bülent Çambel ve evlatlarının yolladıkları mesajı ise, aile adına M. Melih Güneş okudu. Mesaj’da;
 
"Bir arkeoloğun kazısı ömrü boyunca sürer mi O da öyle yaptı.
 
Canımızın içi Halet Çambel'imizin vefatını öğrenmek bizlerde büyük bir keder ve üzüntüye yol açtı.
 
Kâh bir sözle, kâh bir tavırla, bir eylemle ya da düşünceyle, kâh şefkatle, özenle ya da incelikle onun hayatına dokunmuş olan herkese ayrı ayrı şükranlarımızı iletmek istiyoruz.
 
7 Temmuz 2010 tarihli Nature Journal'da yayınlandığı gibi "Onun Boğaz kıyısındaki tarihi ahşap, Kırmızı Yalı'sının rengi gibi belki soluyor fakat arkeolog Halet Çambel'in belleği 94 yaşında bile hâlâ pırıl pırıl ışımakta..." (şimdilerde neredeyse 98). Onun aydınlığı tüm pırıltısıyla ışıldamaya devam etsin!
 
Onun hayata karşı duruşundaki azmi süre gitsin, çalışmaları ve değerli hatırası, onurunu ve yüceliğini baki kılsın!” diyerek aile herkese teşekkür ediyor.
 
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün çelenk, eski Kültür ve Turizm  Bakanı Ertuğrul Günay'ın mesaj gönderdiği Muğla’daki törenlere; Muğla Üniversitesi Rektör Yardımcısı Mustafa Işıloğlu, Muğla Vali Yardımcısı Mestan Yayman, önceki Bayındırlık ve İskan  Bakanı Erman Şahin, gazeteci Ünal Türkeş, yayıncı, arkeolog Nezih Başgelen, asistanı Murat Akman, Gürsoy ailesi, Akyaka Belediye Başkanı Ahmet Çalca, Bozüyük Belediye  Başkanı Yaşar Gencel, Karatepe Kilim Kooperatifi Başkanı Cengiz Cafri, Akyaka, Karatepe ve İstanbul'dan yakın dostları, komşuları ve çok sayıda öğretim üyesi katıldı.

CUMHURİYET PORTAL

Suç ve Gerçek - MİNE KIRIKKANAT

“Dünyanın hiçbir ülkesinde hem ülkenin silahlı kuvvetlerinin komutanı, hem de bir silahlı terör örgütünün yöneticisi olan Genelkurmay Başkanı görülmemiştir. Ancak, maalesef 2012’nin Türkiyesi’nde bu durum da yaşanmıştır.

Akıl almaz, mantık dışı, vicdanların asla kabul etmeyeceği ve hukuk açısından da ibretlik olan bir iddianameyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin 26. Genelkurmay Başkanı terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçlanmıştır. Bu da olmuştur. Bu suçlama hiçbir zaman kişisel bir suçlama olarak görülemez.
Aziz milletim!
Senin evlatlarından oluşan Türk ordusunun bir terör örgütü olduğu ileri sürülmektedir. Bizler ise devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü hedef alan terörist faaliyetlere karşı hayatımızı tehlikeye atmaktan çekinmeyerek mücadele eden kişileriz. Ortada çok vahim, kabul edilemez bir durum bulunmaktadır. Bu durum, insanlarımızın vicdanını hiç rahatsız etmiyor mu?
***
2007 yılında Türkiye büyük boyutlarda, baskın şeklinde aramalarla, gözaltılarla ve tutuklamalarla tanıştı. İlk günlerden itibaren büyük bir yanlışlığın içine girildi. İddia edilen suçlamaların ciddiyetinin, tutarlılığının kamuoyuna sunulması ve tartışılmasından ziyade, kişilerin tutuklanıp tutuklanmadıkları gündemin ana maddesini oluşturdu. Öyle bir izlenim yaratıldı ki, tutukluluk varsa suç da var, tutukluluk yoksa suç şüphesi de yok. Aslında üzerinde durulması gereken nokta, kimliği belirsiz ve imzasız ihbar mektuplarına, birçoğu suça bulaşmış gizli tanık ifadelerine ve sahte dijital belgelere dayanarak insanların nasıl suçlandığı olmalıydı. İşte bu noktada, Özel Yetkili Mahkemeler’in bu uygulamaları ile Türkiye’de yargı sistemi çökmeye başladı. Yargılamada elbette tutuklama esas olmamalıdır. Tutuklama istisnai olmalıdır düşüncesi, tüm söylemlere rağmen kâğıt üzerinde kaldı. Daha sonra görüldü ki tutuklamalar cezaya dönüşüyor. Bu durumların ne zamana kadar süreceği de belirsiz.
***
3. yargı paketi Meclis’te kabul edildi. Bu paket ile büyük bir sorun olan tutukluluk durumu’na belirli ölçülerde çözüm getirilmesi hedeflendi. Yasama, yargıya şöyle diyordu:
Kuvvetli suç şüphesi, tutuklama nedenlerinin varlığını ve tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu, kararlarında somut olgularla açıkla.
13. Ağır Ceza Mahkemesi ise 27 Temmuz 2012 tarihinde aldığı kararla yasamaya şu cevabı verdi:
Tutuklama gerekçelerini çok ayrıntılı, somut olarak ve delillerin tartışılması suretiyle açıklarsam, ihsası rey itirazlarına neden olabilirim.
Birçok değerli hukukçuya göre, mahkemenin bu tavrı, 3. yargı paketindeki hükümlere ve AİHM’nin tutukluluk gerekçesinin açıklanmasının ihsası rey olmayacağı görüşüne aykırıdır. Yani hukuka aykırıdır. Zira tutuklama kuvvetli şüpheye, mahkûmiyet kararı ise kesin delile dayandırılır. Mahkûmiyet gerekçesi ile tutuklama gerekçesi aynı şey değildir. Henüz tanıkların dinlenmesi safhasında olan yargılamada, mahkemenin bu durumu bu şekilde değerlendirmesi karşısında bu mahkemeden bağımsız, adil ve tarafsız uygulama yapması nasıl beklenebilir?”*
*İLKER BAŞBUĞ’un Suçlamalara Karşı Gerçekler (Kaynak Yayınları, 2013)kitabından alıntıdır.
***
TSK’ye yargı/polis kumpasında kurulan komplonun kurbanlarından, eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un hapiste yazdığı bu satırların üzerinden bir buçuk yıl geçti.
Türkiye, Başbakan’ın oğlunun yargıdan kaçıp babasına sığınırken, hukukun da Başbakan’dan korkup kaçtığına bile tanık olduDevleti bir iktidar silahı olarak kullanmak isteyen taraflar, halen hukuksuzlukla hukuksuzluğu çarpıştırıyorlar. Oysa hukuksuzluğun galibi olmaz.
Başsağlığı bile dileyemiyorum, çünkü bu savaştan kimsenin başı sağ çıkmaz!
Ne devletin, ne de milletin…
G NOKTASI
İŞKENCEDEN MEKTUPAnne
cebimdeki sigara paketinde hepsi yazıyor
bir elinize geçseburada adamların suratınainsan yakan fırınların karası sinmişdolana dolana çıkıyor merdivenleriıslıkları dilleri eksik
yılanlardan aklıma geldi
her şeyi soruyorlar
sana süt getiren küçük Ali’yi bilekulağıma vurdular burnum kanıyorböyle yaşatamayız diyor iri yarı olanı
başımıza iş açar
bunlar beni böyle yaşatmazlarperdeleri çekiyorlar sürüklüyorlar ayaklarımdançocukken gördüğüm korku flimlerindeki
vampirler olmalılarbirden devrimci arkadaşlarım yürüyor gözlerimeeski günlerdeki kadar haykırıyoruz gene marşlarımızı
zalimlerin yüzüne yüzüne
kırılırken yedinci katın camlarıAnne
cebimdeki sigara paketinde hepsi yazıyorbir elinize geçse.
A. KADRİ ERGİN
► “Devlet güçlüyse, bizi ezer. Zayıfsa, ölürüz.” PAUL VALERY 

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet 

Birinci Dünya Savaşı’nın Yüzüncü Yılı - ERİNÇ YELDAN

Bu yıl Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümünü anacağız. Yüz yıl önce bir haziran sabahı Avusturya Dükü Franz Ferdinand’ın Sarajevo’da bir suikast sonucu yaşamını yitirmesiyle kıvılcımlanan Avrupa coğrafyası, dört yıl boyunca süren savaş sonrasında geride 40 milyon ölü, yıkılmış, tahrip olmuş bir kıta ve on yıllarca sürecek olan ekonomik-sosyal sorunlar dizisi bırakacaktı. 1914’e öncelik eden koşulları anımsayalım. Dönem İngiltere İmparatorluğu’nun himayesinde yürütülen altın standardına dayalı serbest ticaret dönemiyle çizilmiştir. Avrupa’nın yeni sanayileşmekte olan merkez ülkeleri, Afrika ve Orta ve Uzakdoğu Asya’da yeni sömürgeler elde etmek ve var olan hükümranlık bölgelerini korumak için birbirleriyle kıyasıya bir mücadeleye girmiş durumdadır. Bir yandan da 1900’ün ilk on yılı 19. yüzyılın son (ya da 20. yüzyılın ilk) küreselleşme dalgası olarak anılacaktırBurada söz konusu olan “serbest” ticaret ilkesinin aslında bir yanılsama amaçladığını ve esasen gelişmiş Batı dünyasının kendi sanayilerini koruma duvarları altında geliştirirken sömürgelerini “ticarette serbestleştirmeye” zorlamakta olduğunu vurgulayalım. On dokuzuncu yüzyıl küreselleşmesinin bir başka ayırt edici özelliği ise cari işlemler açığının finanse edilmesiyle ilgilidir. Küresel ekonominin mantığı açısından bakıldığında İngiltere hegemonik merkez ekonomisi olarak küresel piyasalara likit para sunmak yükümlülüğünde idi.
Dolayısıyla
 İngiltere dışarıdan daha fazla ithalat yapmak (cari açık vermek) ve küresel piyasalara “sterlin” sağlamak zorundaydı. Aynı şimdilerde ABD’nin, kapitalizmin merkez ekonomisi olarak dolar sunmak için dış açık vermek zorunda olması gibi. İngiltere ise sömürgelerinden serbest ticaret yoluyla elde ettiği fonlar aracılığıyla diğer merkez ekonomileri ile olan dış açıklarını finanse edebilmekteydi.
Dolayısıyla, sömürgecilik üzerinde sağlanan fonlar küresel finans sisteminin gereksinim duyduğu likit paranın yaratılmasında ve İngiltere’nin cari işlemler açıklarının finanse edilmesinde önemli bir işlev görmekteydi. Ne zaman ki gezegenimizin sömürge “kaynakları” tükendi, dünyamız emperyalistler arasında sömürgelerin yeniden paylaşımının amaçlandığı bir dünya savaşına sürüklendi. Bu dönemi yüzyılın başında LeninRosa LuxemburgHilferding gibi sosyal bilimciler can çekişen kapitalizm ve emperyalizm sözcükleriyle betimledi. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı, küresel kapitalizmin bir sistem olarak kendini yeniden üretebilmek çabasıyla yaratmış olduğu şiddet ortamının kaçınılmaz sonucuydu.


***
Günümüzde elbette artık geleneksel on dokuzuncu yüzyıl “sömürge” paylaşım savaşları geride kaldı. Ancak, gelişmiş metropoller kapitalizmin dayattığı küresel kaynakları artık “yeni emperyalizm” üzerinden, bizlere sanki bir teknoloji ve insan hakları projesi gibi sunulmaya çalışılan “yirmi birinci yüzyılın küreselleşmesi” kavramı aracılığıyla yaratma savaşımı içindedir.
Küreselleşmenin yeni emperyalizm aşamasında gelişmiş kapitalist metropoller, ulus ötesi şirketler ve uluslararası finans kapital, bir kolektif güç olarak, üçüncü dünyanın az gelişmiş ekonomilerini tahakkümü altına alma savaşımı içinde gözükmektedir. Bu süreç, Samir Amin ve Prabhat Patnaik gibi iktisatçılar tarafından “kolektif emperyalizm” diye tanımlanmaktadır. Mevcut küresel kriz ise bu sürecin artık iktisadi sınırlarına ulaşılmasının doğrudan yansımasıdır.
Günümüzde Irak müdahaleleri, Arap Baharları, Somali, Libya ve Suriye’de tezgâhlanan iç savaşlarla yürütülen bu savaş ve şiddet konjonktürünü mevcut kriz dalgasının patlak verdiği ilk günlerde Milliyet gazetesinde Devrim Sevimay ile gerçekleştirdiğimiz söyleşilerde (10 Ekim 2008 ve 7 Haziran 2010) düzeltici savaş deyimiyle açıklamaya çalışmış idik. O günlerdeki söyleşilerde şu cümleleri vurgulamışız:“Bir iktisadi kriz konjonktürü çoğunlukla sosyal ve siyasi krizleri de beraberinde getirir. İnsanlar sistemi sorgulamak yerine, bağlı bulundukları kökenler üzerinden durumlarını açıklamaya çalışır. İşsiz kalmış, dışlanmış, umudunu yitirmiş yığınların yaşadıkları çözümsüzlüklerin sisteme karşı sınıfsal bir tepkiye dönüşmesini engellemek için işbaşında olan siyasiler gerekirse hayali bir düşman yaratırlar. Düzeltici savaşlar, yaşanan krizlerin gerçek nedenlerini saptırmak ve toplumsal tepkileri din, etnik köken ve benzeri başka alanlara çekmek üzere yaratılır.”Kapitalizm, gezegenimiz kaynaklarını yönetebilmek için sürekli olarak şiddet ve savaş ortamı yaratmak zorundadır.

ERİNÇ YELDAN
Cumhuriyet

Güdümlü Medyada Güdümlü Algılama - ŞÜKRAN SONER

İktidarlarının en sadık medyasında dünün “günün haberi” bir araştırma, anket üzerindendi... Milletimiz paralel tuzağın farkındaydı... Ankete katılanların yüzde 73’ü operasyonun cemaatle ilgisine evet yanıtı vermişti... Yüzde 73.9’u cemaate paralel devlet kurulduğuna inanıyordu. Yüzde 70.6’sı operasyonlarda dış güçlerin etkisine“Var” yanıtı veriyordu. Amacın Türkiye’nin önünü kesmek olduğuna inananlar yüzde 63.3 gibi yüksek bir orandaydılar. Ve de Cemaat-CHP ittifakına oy verir misiniz sorusuna “Hayır” yanıtını verenler yüzde 94 gibi rekor bir orandaydılar...
İktidarlarına, Başbakan’a, AKP kadrolarına güven, biat... tastamam, İktidarlarının tasfiye kararlılığında operasyon yürüttüğü cemaatin işinin bitirilmesinde de istenen yol alınmıştı... Onlarla yılı aşmış, on yılın üstü de İktidarlarının kusursuz çıkar, kadrolaşma paylaşımında yürütülmüş ortaklığının, cemaat cephesi aleyhine tasfiyesinde, deyimin tam karşılığıyla “ölümüne” yürütülmesinde, bir ayda yaşanan operasyonlar, kıyasıya savaşlardan Erdoğan cephesi zaferle çıkmıştı... Dünyada bir örneği, benzeri yaşanmışsa ben bilmiyorum... Güdümlü medyayla güdümlü algılamanın bir araştırmayla kanıtlanması oluyorsa ancak bu kadarı olur...
“Ne kadarı ile gerçeği yansıtıyor” sorusuna gerçekten yanıt arıyorsak... Medya çağında, medyatik güdüleme sanatında böylesi bir sorunun yanıtı yoktur. Gerçek aranmadığı için de çok da anlamlı değildir. Amaçlanan olabildiğince çok insanın istenen biçimde düşünebilmesini sağlamak yolunda sonuç almak, insanları olabildiğince çok sayılarda etkilemek, güdülemek olduğuna göre, gerçek kimin umurunda?.. Dünün zaman dilimiyle “Nerede kalmıştık” sorusunun yanıtı, cemaat cephesi eksenli işleme konulmuş yargılama operasyonlarında... İktidarları cephesi kadrolarını, hem de “babalı- oğullu”, somut, kirli kuralsız ilişkiler, işler üzerinden suçüstü yakalamış... Kimlikli, isimli, görüntülü, ayakkabı kutuları, kasalar içindeki paralarla ortaya konulmuş olsa da, ortada hukuken yürüyen, sonuna kadar gidileceği izlenimi verilen yolsuzluk soruşturmaları buharlaşıyor, gündemden bir bir düşüyorlar...
***
Karşı operasyonlarda Erdoğan Hükümeti adına İktidarları cephesi, gün gün, saat saat katlanan sayılarla yargı gücünün kullanıldığı en kilit noktalardaki yargıçlar, savcılar,HSYK, hele de adli kolluk görevlerinde en kilit görevlerde galiba sayıları yüzlerden binlere tırmanan üst görev polis, müdürlerin temizlenmesinde, yerlerine sadık görevliler getirilmesinde öylesine noktalara gelindi ki... “Bu iş; cemaat kadrolarının kilit temizliği bitti” denmekle yetinilmiyor... Hukuk düzeni içinde tam temizlik yapılamayan yerler için, başta HSYK, üst yargı görevlileri olmak üzere, devreye sokulan torba yasalar, Meclis komisyonlarında muhalefetle hukuk devleti için uzlaşma arayışlarını unutun... İtirazlara karşı kaba güç görüntüleri dünya medyasına bile tekme-tokat sahneleri ile taşınıyor..Stratejik ortaklık, Türkiye’yi İktidarları üzerinden kullanma stratejileri ön planda, gelişmekte olan ülkeler için zaten hukuk devleti düzeni, demokrasi ilkelerinde çok duyarlı olmayan zengin kuzey dünyası, ABD-AB, bu çok çıplak hak-hukuk adalet terazisinin kırılması ihlalleri karşısında, çok sık, günlük uyarılar yapmak zorunda kalıyorlar. AKP iktidara geldiği günlerden bu yana sadece zikzaklı dış politikası üzerinden değil, Türkiye’deki hukuk devleti düzeni, hak ihlalleri, insan hakları-demokrasi ile çatışan yeni icraatları, her alana dönük operasyonları üzerinden de uyarı üzerine uyarı alıyor... Satır araları doğru okunsa aslında aldırılmazmış gibi pazarlanan medyatik vitrinde, dış politikada hızlı çark edişlerle Irak-Suriye, dünya politikalarında istenenler bir bir yapılıyor. İçeride ise İktidarlarının henüz ayakta kaldığı, devamında düzen adına yarar olduğu izlenimi korunmaya çalışılıyor...
Yaklaşan seçimler bağlantılı güven krizini aşmaya yönelik anketler, medyatik algılama, hele de seçmen güdülenmesi kuşkusuz yaşamsal önem taşıyorlar... İktidarlarının kolay kolay gitmeyeceği imajı kadar önemli, daha da yaşamsal olanı yeni öngörülemeyen operasyonlar, toplumsal patlamaların önlenebileceği... Elde kalan en etkili, belki de tek araç; iktidar gücünün sonuna kadar gözü kara kullanılacağı... Güvenle, sevgiyle, gönüllülükle olabilmesi artık söz konusu olamayacağına göre de,korku, cezalandırma yöntemleri giderek ağırlık kazanıyor... En güçlü tehdit piyasalar düzeni üzerinden, siyasi istikrar, iktidar krizinin piyasalar düzeni için slogan yapılmış,kutsanmış olumsuz etkileri... Sadece sermaye değil, seçmen bile en çok ekonomik krizle tehdit ediliyor... Asıl güçlü gizli, medyatik belgelenmesi değil de duyulması, gizli gizli algılanması, beyinlere kazınması istenen tehdit...
Bu yıl vergi cezalarında kırıldığı söylenen rekor, gerçekten gelir artırımı, kaçağın yakalanması mı, yoksa yandaşlık yapmayanların cezalandırılmaları mı? Seçmen çoğunluk, sadece iş dünyasında değil, kredi, kredi kartı üzerinden boğazına kadar borçlu... Kaçınılmaz olabileceklerin paniğinin ötesinde, özel cezalandırmalardan da çok korkuyorlar... 

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet
 

İki Cumhurbaşkanı - 2 - ALİ SİRMEN

Öyle görünüyor ki, HSYK’yi, dolayısıyla yargıyı, şimdi olduğundan da daha büyük ölçüde yürütmenin vesayetine bırakmayı öngören teklif, Tayyip Bey’in direktifiyle, tekme, sille tokat, en kısa sürede yasamadan geçecektir.
Zaten girişimin Adalet Bakanlığı tasarısı olarak değil de teklif olarak getirilmesinin nedeni de süreyi kısaltmaktır.
Gelişmelerin TBMM’den sonraki durağı ise Çankaya’dır. Bu “teklif” olduğu gibi geçince, onay için Sayın Gül’ün önüne gidecektir.
Tabii ondan sonra bir de Anayasa Mahkemesi safhası var, ama onun pratikte bir kıymeti harbiyesi yok. Çünkü Anayasa Mahkemesi kararları geriye işlemediğinden, yasa pek büyük bir ihtimalle anayasaya aykırı bulunsa bile, HSYK’nin AKP yanlısı kadrosu oluşturulmuş olacak ve ona dokunulamayacaktır. Zaten politikalarının yürütülmesinde hep kamuoyunun saflığına güvenen Başbakan’ın da “CHP isterse HSYK’yi Anayasa Mahkemesi’ne götürsün. Zaten demokrasinin güzelliği de budur”demesi de bu yüzdendir.
Belki de zaten AYM de bu yüzden, yani nasıl olsa pratikte bir sonuç doğurmayacağından, sureti haktan görünmek için iptal kararı verecektir.
Ama bu da tıpkı nafile namazı gibi, “nafile iptal” olacaktır.
***
Bu durumda, Cumhurbaşkanı’nın tavrı daha da önem kazanmaktadır.
11.01.2014 Cumartesi günü bu köşede, “İki Cumhurbaşkanı” başlıklı yazıda, karşı karşıya olduğumuz büyük devlet krizinde, Cumhurbaşkanı’na anayasanın 104. maddesinin görevler yüklediğini söylemiş, ama Sayın Gül’ün, Deniz Baykal’a verdiği cevaptan, kendisinin bu görevleri yerine getirmeye hevesli olmadığının belli olduğunu yazmış, oysa 67 yıl önce, daha çok partili rejime geçişin ilk adımlarının atıldığı bir sırada, o zamanlar Çankaya’da oturan İsmet İnönü’nün, muhalefet ile iktidar arasındaki güven bunalımından doğan devlet krizini, Cumhurbaşkanı sıfatıyla inisiyatif alarak ve temsilcisi olduğu devletin ikisi arasındaki tarafsızlığının garantisini vererek, çözdüğünü hatırlatmıştım.
Bu görüşe karşılık, belki şu sav ileri sürülebilir:
- 1947’nin Cumhurbaşkanı İnönü ile 1982 Anayasası’na tabi cumhurbaşkanlarının yetki, etki ve tavırları aynı olabilir mi?
Bu görüşün geçerli olduğunu bir an düşünelim ve ikisi de yetkilerini 1982 Anayasası’nın 104. maddesinden alan, halef selef iki cumhurbaşkanı, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’e bakmak üzere geçmişe gidelim.

***
Takvimler 2000 yılını göstermektedir, mayıs ayından beri Çankaya’da eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer oturmaktadır. 2000’in yazında iktidarda bulunan Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümeti, terör, bölücülük ve irtica tehdidi gerekçeleriyle, devlet memurlarının ve hâkim ile savcıların, yargı yolu açık olmak üzere müfettiş raporlarıyla işten çıkarılmalarını kolaylaştıran bir kanun hükmünde kararname hazırlar. Ne var ki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunu iade eder, böylelikle 9 Ağustos 2000’de hükümet ile Ahmet Necdet Sezer arasında ilk görüş ayrılığı patlak verir.
Ecevit bu kararı şaşkınlıkla karşıladığını söylerken bir kez daha irtica, terör ve bölücülük tehlikelerine vurgu yapıyordu. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı’ndan şu açıklama yayımlanır:
“Sayın Cumhurbaşkanı hiçbir düşünce ve görüşün Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesive ulusuyla bölünmez bütünlüğü ile Atatürk ilke ve devrimleri karşısında koruma göremeyeceğinin bilincindedir ve kendisini bu yüksek değerleri koruyup kollamakla yükümlü saymaktadır. ...Sayın Cumhurbaşkanı’nın kanun hükmünde kararname taslağını geri göndermesinin nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerinden olan ve yine koruyup kollamaya ant içtiği hukuk devleti ilkesi konusundaki duyarlılığıdır.” (İlhan Taşcı arşivi)
2000 yılı ağustosunda Ahmet Necdet Sezer’in tavrı bu olmuştu.
Bakalım 2014 yılı ocağında Sayın Abdullah Gül’ün tavrı ne olacak? 

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet 

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...