RTE ve Merzifonlu Kara Mustafa-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Erdoğan Viyana konuşmasında ağzını açar açmaz, ‘Bizler (II. Viyana Kuşatması’nın padişahı) IV. Mehmet’in, (II. Viyana Kuşatması’nın sadrazamı, komutanı) Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın mirasçılarıyız dedi. Avusturyalıların ‘medeniyetler ittifakı eşbaşkanı’ olmakla övünen bir liderden duymak isteyecekleri son cümle herhalde bu olmalı. II. Viyana Kuşatması, ‘medeniyetler çatışmasının en baba milatlarından biridir, hâlâ travma olarak anılır ve yaşatılır” demiştim dün… 

Okurumuz Yavuz O. bu tespit için; “Yazınıza ilişkin bir hatıramı anlatırsam ViyanaKuşatması’nın ne derece iliklere işlediğini bir kere daha görürsünüz” diye ilave ediyor: 
Yıl 1956 ben tıfıl bir Türk genci güzel Viyana’ya üniversitesinde okumak üzere ilkdefa ayak basıyorum ve henüz Almanca sıfır olduğu için İngilizce ile kendime oda bulabilmek için komisyoncu bir şirkete müracaat ediyorum... Neyse derdimi anlattıktan sonra ismimi yazmakta güçlük çekiyor ve nereden geldiğimi soruyor ‘Türk’ deyince hemen anlıyor ve bir de ne göreyim isim kısmına bana hiçbir şey söylemeden ‘Kara Mustafa Pascha’ yazıyor ve parmağı ile Almanca konuşulan yerlerde kullanılan bizde ‘seni gidi seni’ye eş düşen bir işaret yapıyor. Benimitirazım üzerine güçlükle düzeltiyoruz ve ben o tıfıl halimle kızgınlıktan kıpkırmızı yüzümle odadan çıkıyorum. Yıl 2014 ve TC Başbakanı Viyana’da Kara Mustafa Paşa ile sükse yapacağını zannediyor. Allah akıl versin. 77 yaşında bir okuyucunuz…
Saygı karşılıklıdır 
Erdoğan Viyanalı ev sahiplerine büyük olasılıkla “Merzifonlu Kara Mustafa Paşa” ile caka satmak peşinde değildi. Sanıyorum amacı ezik gurbetçilere; “Bakın sizin burahalklarından bir eksiğiniz yok, fazlanız var. Siz vaktiyle buraları titreten Koca Mustafa’nın torunlarısınız!” diye gaz vererek gönül çelmek ve kendi adına sadece prim toplamaktı... 
Konuşmayı baştan sona okuduğunuzda, Erdoğan’ın baş gailesinin bu olduğunu; Avusturya mercilerine yer yer çiçek atmakla birlikte, konuşmanın yapıldığı ülke ortamını çok takmadığını/özünde sadece “Türk’e Türk propagandası” ile meşgul olduğunu görüyorsunuz. 
Avusturyalı Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz’u da çileden çıkaran tam da bu. 
Tam da bu yüzden… Avusturya kamuoyunu hesaba katmadığı ve kale almadığı için “Ev sahibine gösterilen saygı farklı olmalıydı” diye yakınan ve Erdoğan’a dolaylı yoldan “saygısız” imasında bulunan “28 yaşındaki tıfıl”(!) Kurz özetle; “Dün gördüğüm manzara (uyarılara rağmen!) Türkiye’deki seçim kampanyasının Avusturya’ya taşınmış olduğudur. Erdoğan huzursuzluk yarattı” diyor. 
Aynı zamanda “uyum bakanı” olan ve başbakanın “Viyana çıkarması” öncesinde ısrarla; “Benim Türk toplumu ile çok iyi ilişkilerim var. Üç yıldır uyum alanında çalışıyorum ve Türk kökenlilerin ülkemiz için büyük kazanım olduğunu düşünüyorum. Bu insanlar ülkemizin yabancı bir parçası değiller, toplumumuzaaitler ve saygı görmeliler. Ancak taraflar kışkırtıcı ifadelerden kaçınmalı” diye konuşan Kurz’un üstelediği kavram “saygı”... 
Saygı görmenin tek şartı karşı tarafa da saygı göstermekten geçer. 
Muhatabınıza ne ölçüde saygı gösterirseniz o ölçüde saygı görürsünüz. 
Kurz sonuçta, “Bize saygı göstermeyen, bizden saygı göremez. Kaybeden göçmenleriniz olur!” demeye getiriyor.
Kalan ‘Türkennot’ mirası 
Erdoğan yandaş ve karşıt gösterilerle; Avrupa’nın en düzenli şehirlerinden biri olan Viyana’da kasırga etkisi yaratmakla kalmıyor; resmi olmayan özel bir geziye çıkmasına rağmen, 200 bin yeniçeriyle zamanında Avusturya başkentini kuşatan Kara Mustafa Paşa misali dev refakatçi ordusuyla şehre dalıyor… 
Yetmezmiş gibi bir de Viyana konuşmasında “Kara Mustafa’nın mirasçılarıyız, Viyana ortasından geçen Tuna Nehri, tarih boyunca İstanbul’a akmıştır. Bugün de İstanbul Boğazı’na akar” minvalinde “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!” edebiyatı yapınca Avusturyalılar çileden çıkmış olmalı. 
Viyana’dan “Tuna’yı İstanbul Boğazı’na” akıtan başbakan; Avusturya’ya hareket etmeden önce keşke, Türkçeye de çevrilen büyük İtalyan yazarı Claudio Magris’inTuna kitabını okusaydı. 
Avrupa’nın sayılı “Orta Avrupa-Tuna” uzmanlarından olan Magris; II. Viyana Kuşatması’nı tasvir ettiği “Hilalin Dehşeti” adlı bir yazısında; “Başbakanın torunu olmakla övündüğü” Kara Mustafa’nın izini şöyle anlatır: 
Viyana’yı 200 bin kişiyle kuşatan Kara Mustafa’nın ordusu, sadece askerlerdenibaret değildi. Ordunun içinde aynı zamanda teknisyenler, artizanlar, hokkabazlar, şairler, sadrazamın 1500 cariyesi, cariyelerin teslim edildiği karaderili harem ağaları da bulunuyordu… 
60 günlük Viyana kuşatması, abartılı bu ayrıntılarıyla birlikte hâlâ bugüne ait bir olaymış gibi hatırlanır. Orta Avrupa tarihinin katmanları, aradan geçen yüzyıllara rağmen, hâlâ sonuçlanmamış çatışmaları ve açık yaralarıyla canlı kalan, bu haliyle eski büyük bir ağacın köklerinde ve dallarındaki yaşam damarlarını andırır. Almancada gerçekte tercüme edilmesi çok güç ‘Türkennot’ adında bir sözcükvardır. Sözcüğün anlamı acı, karşı konulmaz çaresizlik, bela ve Türk dehşeti demektir…” 
Viyana’ya porselen dükkânına giren bir fil gibi dalan Erdoğan; “Kara Mustafa” adını ağzına aldığı anda ardında, orada yaşayan göçmenlere, bu anıyla her gün baş edilecek bir “Türkennot” mirası bırakıyor.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Erdoğan’ın Viyana Çıkarması-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Erdoğan’ın Viyana kortejini, Avusturyalılar “YouTube”a koymuş… 
Başbakanın Roma’ya nasıl geldiğini önceki dönemlerde gördüğüm için merak edip baktım. 
Google”a, “motorcade of Turkish PM Erdoğan in Vienna” yazdığınızda önünüze geliyor… 
Sayın sayabildiğiniz kadar: 28 resmi araç, 3 motosiklet, 2 ambulans; insan afallıyor! 
Simsiyah arabalar arabalar… 

Korumalar korumalar… 
Yukarıda tur atan helikopterler… 
Polis ekiplerini şimşek hızıyla izleyen ambulanslar… 
Geçiyor geçiyor ve de bitmiyorlar… 
Viyana kortejinin bir benzerini, İtalyan başkentinde iki yıl önce yaşadım… 
Kentin kalbi olan Termini tren istasyonundan, TC büyükelçiliğine uzanan mesafe hepten felç olmuştu. 
Vespa’larıyla işe gidip gelen Romalılar, kavşaklarda geçişleri iptal eden trafik polislerine küfrediyordu. 
Keşmekeşe bir takside yakalandığım için taksi şoförünün isyanına doğrudan tanık oldum. 
Arabanın motorunu kapatıp “Kim bu?” diye söze başlayan şoför ardından; “Yoksapapa mı geçiyor?” demiş; “Ama… Papa geçse, bunca eziyet etmez!” diye eklemişti.
Roma, Mussolini’den bu yana belli ki bu kadar abartılı bir tantanaya sahne olmamıştı…
Korteji nam saldı 
O yılın eylülünden sonra Kırım’a, Yalta’ya gittim. 
Yalta’ya adım attığım an kentte bir telaş yaşandığını fark ettim. 
TC başbakanı meğer Yalta’da bir uluslararası konferansa katılacakmış… 
Yalta’nın bütün lüks otelleri hep birlikte seferber olmuş, “Acaba ne eder, nasıl eder; Erdoğan’a 80 oda birden bulabiliriz”i araştırıyordu. 
Uluslararası delegasyonlar içinde, lüks otellerde “80 oda” birden isteyen başka devlet, hükümet başkanı çıkmadığından tüm turizm camiası şaşırmıştı. 
Derken aynı kış yolum İspanya’ya düştü. 
İspanya’da yeni tanıdığım bir İspanyol diplomat, Türk olduğumu öğrenir öğrenmez, hemen kısa süre önce ayrıldığı Brezilya’da “Erdoğan olgusu” ile ilk nasıl tanıştığını anlattı: 
2010 Mayısı’nda Erdoğan Brezilya’ya geldi!” dedi: “O dönemde başbakanınız ile benim başbakanım Zapatero‘medeniyetler ittifakı eşbaşkanlarıydı’. İkisinin inişi havaalanında çakıştı. Alana gittiğimde ne göreyim? 50 arabalık devasa bir kortej, Erdoğan’ı bekliyor! Korumalar, ambulanslar… Şaştım. Bizim başbakanı bekleyen yalnız 5 araba vardı!” 
Niye? 
Eski İspanya sömürgelerinin bulunduğu Latin Amerika’ya Zapatero da şöyle “şanıyla” varmak istemez mi? 
Ama olmaz. Yakışık almaz. 
Demokratik bir Avrupa ülkesinde bu derece abartılı bir şatafat düşünemez. 
AB ülkelerinde, güvenliğin, refakatçilerin, korumaların bir bir hesabı tutulur. Böylesine, şişkin bir koruma ordusu ve güvenlik sistemine gerek var mı acaba diye en azından tartışılır; konuşulur. Vergi mükelleflerinin, bu yükün altına girmesinin maliyeti araştırılır. 
Dışarıdan bakanlar aslında Türkiye’deki rejimin ne olduğunu, Erdoğan’ın maiyet alaylarıyla yüz yüze gelince hemen şıp diye anlıyorlar ve aslında sadece TC başbakanına değil, bu aşırılığı doğal gören, kabullenen, içselleştiren hepimize, bu bağlamda not veriyorlar. Böyle aslında bir “not” verdikleri için zaten görüntüleri üşenmeden “YouTube”a taşıyorlar ve tanışır tanışmaz hayretler içinde “Aa Türk müsünüz?” diye tanık oldukları bu çok kalabalık güvenlik ordularını anlatıyorlar.
Merzifonlu ile övünmek 
Erdoğan’ın “Viyana çıkarmasının” çarpıcı olan tek yanı, “YouTube”a düşen kortej görüntülerinden ibaret değildi haliyle. 
Erdoğan, Viyana konuşmasında ağzını açar açmaz, “Bizler (II. Viyana Kuşatması’nın padişahı) IV. Mehmet’in, (II. Viyana Kuşatması’nın sadrazamı, komutanı) Merzifonlu Kara Musta Paşa’nın mirasçılarıyız!” dedi. 
Avusturyalıların, “medeniyetler ittifakı eşbaşkanı” olmakla övünen bir liderden duymak isteyecekleri son cümle herhalde bu olmalı... 
IV. Murat, Merzifonlu Kara Mustafa ve 11 Eylül 1683 tarihleriyle özdeşleşen II. Viyana Kuşatması çünkü hâlâ “medeniyetler çatışması” ile bire bir özdeş kabul edilen bir simge… 
Öyle ki üç asır sonra yaşanan “11 Eylül-İkiz Kuleler” terörünün bile tarihsel bir rastlantı olup olmadığı ve de “11 Eylül”ün, “II. Viyana Kuşatması’yla simgelenen o büyük medeniyetler savaşının miladına” özel bir gönderme olup olmadığı tartışılmıştı.
Bunu “Sağnak”ta vaktiyle uzun uzun anlatmıştım… 
Medeniyetler ittifakı”(!) liderliğine soyunan bir başbakanın, Viyana’ya şimdi “Ben Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın torunuyum!” diye girmesi en hafif deyimle hoş olmayan “gaf”tır. 
II. Viyana Kuşatması’nı” hâlâ bir travma olarak hatırlayan ve yaşatan Avusturyalılar için bunun ne kadar gereksiz ve itici bir vurgu olduğunu anlatmaya sözcükler yetmez… 
Ufaklık” ve “tıfıl” olarak Türk basınınca küçümsenen Avusturya Dışişleri BakanıSebastian Kurz’tan başbakan sonra bunun üstüne bir de; “AB üyelik sürecimizde Avusturya’nın daha aktif rol almasını istemiş!” 
Eh ne demişler? 
İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara, değil mi ama?  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Ekmeleddin Çelebi-MİNE KIRIKKANAT

Koyunun olmadığı yerde, keçiye Abdurrahman Çelebi denilen bir zamanda yaşıyoruz. 
Yaşam kavgasında, işine gücüne koşmaktan siyasal abukluklar üzerine pek de düşünmeyen yurttaştan, işi siyasal abukluklar üzerine görüş belirtmek olan kamu yönderlerine kadar bu ülkenin hal ve gidişatından hoşnut olmayanlar, belki de tek bir konuda aynı fikri paylaşıyorlar: 
AKP iktidarı, 80. yılında devraldığı Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine tereyağına dalan bir kılıç gibi böyle dalabildiyse; laiklikten hukuka, ordudan eğitime, kuvvetler ayrılığından ifade özgürlüğüne tüm Cumhuriyet ilke, kurum ve kazanımlarını doğrayabildiyse böyle lime lime; karşısında direnecek güç, gerçek, ciddi ve kararlı bir muhalefet partisi olmadığı içindir. 
Meclis çatısı altında muhalefet etmesi gereken siyasal yapı, kimi beyinsel bir sefaletin, kimi işbirlikçi bir rezaletin, ama çoğu ilkesizliğin nedeni ya da sonucu olarak omurgasızlıktan mustarip. Kafayı bir türlü kaldıramıyorlar. Kafayı dik tutamayınca, beli de doğrultamıyorlar. Çapsız, ışıksız fikirlerin, edilgen tereddütlerin ardında, sürünüp duruyorlar.
***
BDP ile HDP’nin Kürtlerini ve Kürtçülerini saymıyorum. Onlar iktidara sırnaşmakla tehdit arasında, zaten etnik sütlük ayrımcı yollarında gidiyorlar.
CHP ve MHP’den söz ediyorum. Aslında MHP’yi de bir kenara koymak gerek. Çünkü bu parti, İslamlaştırma politikasını tümüyle onayladığı AKP iktidarına daima ve en can alıcı noktada stepne olmanın dışında, cart curt, ip top diye bağırıp çağırmaktan başka hiç bir muhalif duruş sergilemedi. 
Ama ya CHP? 
Muhalefet yapmaya çalışıyor, hatta bazı üyeleri cesurca yapmaya çalışıyor, ama hani parti belkemiği, hani aşılmaz ilke, hani kırmızı çizgi? Hangi kararlılıkla neyi savunuyor, belli mi? 
AKP’ye veryansın ediyor da, hangi karşı fikri ortaya koyuyor, neye göre ters düşüyor iktidarla, nasıl bir politika öneriyor, daha önemlisi, hangi değerlerini savunuyor Cumhuriyetin? 
İktidarı, devletin kırmızı çizgilerini çiğnetmekle eleştiriyor. Peki CHP’nin kırmızı çizgisi kaldı mı? 
Cumhuriyeti, halkçılığı, milliyetçiliği, laikliği, devletçiliği ve inkılapçılığı nasıl savunduysa, işte bugün, hepsinin ezilip geçildiği noktadayız.
***
Muhalefetin olmadığı yerde, iktidarda Abdurrahman Çelebi’ler oturur elbet. Oturmakla kalmaz, tepinir. Hem de 12 yıldan beri. 
Haydi MHP, zaten AKP’nin yedek lastiği. 
Peki CHP niçin muhalefet olamıyor? Sakın kimse, “Yüzde 26 oy oranıyla daha ne yapabilir” demeye kalkmasın. BDP ve HDP’nin oy oranı yüzde 6, ama Türkiye’nin başını yüzde 70 oranında ağrıtıyor! 
CHP hem muhalefet yapamıyor hem de iktidar alternatifi olamıyor, çünkü savunur göründüğü ilkelere göz göre göre ihanet ediyor, savunduğu fikirlerle çelişiyor. 
Ya da ilkesi kalmadı, yok! 
İşte size son, büyük, kabul edilemez son çelişkisi: Bir genel başkan düşünün ki inancı siyasal arenadan uzak tutmayı gerektiren laiklik adına, uzun süre Alevi olduğunu söylemedi, zaten şimdi de sık sık dile getirmiyor. İyi güzel. Ama Aleviliğini söylemeye çekinen bu “laik” başkan, şimdi tuttu, MHP ile ortak Cumhurbaşkanı adayı olarak ABD patentli, ABD’ye uyumlu şeriatın dünya çapındaki kuramcılarından biri,Fethullah Gülen cemaatinin öpüp başına koyacağı eski İslam Konseyi Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nu öneriyor. Hem de laik Cumhuriyetin kurtarıcısı olarak!

Ekmeleddin İhsanoğlu, kendi yaşam biçiminde inançlı bir Müslüman ve laik bir din bilgini olabilir. Ama eski bir İslam Konseyi Genel Sekreteri ya da din bilgini, laiklik vurgusu bekleyen bir Cumhuriyete başkan olamaz!
***
CHP’nin hesabı ne? AKP oylarının, taş çatlasa yarısını almak. Diyelim ki başardı. Bu da eder, yüzde 22. 
Peki CHP’nin önerdiği aday, laik cumhuriyetçileri temsil ve tatmin eder mi? Hayır! 
CHP, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisine oy veren yüzde 26’lık seçmenin yüzde 20’sini bu aday yüzünden kaybedip AKP’nin yüzde 22’sinin oyunu alsa ne yazar, almasa ne yazar, gözünüzü seveyim, bu mudur vizyon, bu mudur hesap? 
Çünkü artık yeter, ben CHP’nin kendi ilkelerine ihanetinden de, oportünizminden de pragmatizminden de, kısaca biçimden biçime giren yüzsüzlüğünden bıktım. 
İnanın, Sami Selçuk gibi bir ortak adayı kabullenmeye hazırdım. Ama ülkeme dayatılan İslamcılığı ılıtma projesinde, kolerayı vebaya tercih etmeyi kesinlikle reddediyorum. Bir de Ekmeleddin modeli laiklik çekemeyeceğim ve oy vermeyeceğim! 
Benim gibi düşünen de az değil.
“Şeytana tartışmak için taviz verirsen, seni diyalektik mantıkla yenip razı edeceğineemin olabilirsin.” 
LUCIAN BLAGA
GNOKTASI 
Sabah 
Gözümü açsam karanlık, Kapatsam karanlık. Yıldızlar, el ele tutuşup, Şarkılar söylemeyecek mi bana? Ve yârin dudaklarından Öpücük çiçekleri, Açmayacak mı? Eylül bahçelerinde, Nisan yağmurlarında. Gözlerimi kapattım. Güneş doğuyor, Hangi karanlık bedeni, Dilsiz geceyi aydınlatıyor? Camdan, perdeden, Tenimden geçiyor güneş. Sıcacık bir nefes Fısıldıyor kulağıma, sabah oluyor. 
REFİKA TORAMAN

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

Ortaçağ Zihniyeti ile Nasıl Savaşılır?-ÖZLEM YÜZÜAK

“Ne bakıyorsun işim yok diye; işi olan ne yapıyor? Tüm fitne, kadın fitne, çocukfitne, dünya olmuş fitne. Niye çalışayım boşa? İlk ve son Allah, ebedi olan Allah,dönüş Allah’a.. Çalış, ama Allah için çalış inşallah...” 
İŞİD‘in binlerce Türk militanından biri olan E.T.’nin sosyal paylaşım sitesi Facebook’taki profil bilgilerinde kendisi için yazdığı sözler bunlar. Cumhuriyet gazetesinden arkadaşımız Meltem Yılmaz’ın haberine göre E.T. Konya Ereğli doğumlu, evli ve iki çocuk babası.13 Haziran günü yaptığı bir paylaşımda İslam’a küfrettiği gerekçesiyle kafasını kestiği 30 yaşlarındaki bir erkeğin görüntülerini paylaşmış...

İşsizlik ve cehalet... Siyasal İslamın özellikle de köktendinci radikal İslamın itici gücü. Allah adına, din adına ölmeye hazır neferleri bulmak için beslendiği yegâne kaynak. Ve ne yazık ki bizim de içinde olduğumuz coğrafya onlarla kaynıyor. Hem de yıllardır. 
Hatırlarsınız; Nijerya’da radikal İslamcı Boko Haram, ülkeyi cehenneme çevirmiş durumda. Nisan ayında bir yatılı okulu basarak 200’e yakın kız öğrenciyi kaçırmıştı. Geçen hafta da 20 kadını silah zoruyla kamyona bindirip kaçırdıkları bilgisi geldi.“Batılı tarzda eğitim yasaktır” anlamına gelen Boko Haram, hükümeti devirip şeriata dayalı bir yönetim kurmak için savaşan bir terör örgütü. Özellikle son birkaç aydır düzenlediği saldırılarda, en az bin kişi hayatını kaybetti. 
Afganistan’da halk, ilk kez demokratik yollardan bir cumhurbaşkanı seçmek için sandık başına gitti. Ancak Taliban yine devreye girdi. Hem düzenlediği saldırılarda ülke genelinde onlarca insanı öldürdü hem de oy kullanan parmakları boyalı birçok seçmenin parmağını kesti. 
Para, petrol, din, siyaset, aşiret bulamacı içinde insan yaşamının sinekten bile daha değersiz olduğu bir coğrafya. Erkekler cihat için beslensin, kadınlar zaten birer mal. 
Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Musul’u ele geçirdiği zaman önce şeriat kurallarını açıkladı ve ilk madde kadınların zorunlu olmadıkça sokağa çıkmamaları oldu. 
Milyonlarca kadın ve kız çocuğu büyük tehdit altında: terör, cinayet, tecavüz, çocuk yaşta zorla evlilik, fuhuş... 
Hindistan’da Badaun bölgesinde ağaca asılı halde bulunan iki kızın yaşları 10 ve 15’ti. Önce toplu tecavüze uğramış, ardından da asılmışlardı. 
21. yüzyılda Ortaçağ’ı yaşamak başka türlü olamaz. Üstelik bu kez her şey çok daha acımasız. Üstelik vahşet, son teknoloji ile yan yana ilerliyor. İnfazlar, işkenceler, şiddet anında cep telefonları ile görüntüleniyor ve tüm dünya ile paylaşılıyor... 
Peki, gelelim asıl can alıcı soruya: Gözünü kırpmadan 1700 kişiyi öldürebilen bir zihniyet ile nasıl savaşılır? Allah için öldürdüğüne inanan, bununla gurur duyan bir zihniyetle? 
Batı her zamanki gibi seyirci. Özellikle de ABD... IŞİD’in bu hale gelmesi ABD’nin Irak politikalarının sonucu. Şimdi ise kendi oyduğu ve içini çıyanlarla doldurduğu cehennem çukurunda olup biteni seyrediyor. Avrupa, Rusya’nın Ukrayna ile başlayan yeni dış politikasına hâlâ kilitlenmiş vaziyette. Çin, doğu ve güney denizlerinde egemenlik sorunları ile uğraşıyor. 
Dolayısıyla Ortadoğu, kendi kaderi ile başbaşa gibi görünüyor. Bir kıvılcımla parlayan ve diğer ülkelere kolaylıkla sıçrayabilecek devasa bir cephanelik. Ve bu cephaneliğin bir ucunda tüm komşuları ile sorunlu bir Türkiye. AKP’nin akıllara ziyan dış politikası ile bugüne kadar bölgedeki bütün yangınlara körükle gittik. Bakalım, şimdi bu cehennemden nasıl çıkacağız?  

ÖZLEM YÜZÜAK
Cumhuriyet

Ekmeleddin İhsanoğlu: Kazanç mı Hata mı?-MELİSA TEKELİ/POLİTİKA DERGİSİ

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli görüşmeleri sonucunda dün yaptıkları açıklamayla muhalefetin çatı adayının Ekmeleddin İhsanoğlu olduğunu açıkladı. İki muhalefet partisi arasında yaratılan geç kalınmış bu fikir ortaklığı elbette umut verici. Ancak Ekmeleddin İhsanoğlu isminin yarattığı soru işaretleri de bu iş birliğine gölge düşürmüyor değil.

Soru işaretlerinin nedeni  çatı adayı destekleyenlerin gözünde İhsanoğlu'nun kişiliği olsa da neden bu değil. Öncelikle muhalefet partisinin milletvekillerinin bir kısmının çatı adayı bizlerle birlikte öğrenmiş olması sağlıksız bir durumdur. Halkın oy kullanacağı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde geniş çerçeveli bir çalışma yapılmadan, kamuoyu nabzı tutulmadan cumhurbaşkanı adayı belirlenmesi ne kadar büyük bir sorunsa;  aynı çalışmanın parti içinde de yapılmaması, parti meclisinde yer alan vekillerin bile adaydan haberdar olmaması  da oldukça büyük bir sorundur. Yani cumhurbaşkanlığı adaylığının açıklanmasının ilk adımını incelerken bile muhalefetin süregelen sorununa ulaşmış oluyoruz: İletişim eksikliği, birlik duygusunun yokluğu.
Ekmeleddin İhsanoğlu; Türk bilim tarihi profesörü, akademisyen, diplomat ve yazar. Azımsanamayacak derecede yüksek bir birikime ve kariyere sahip.  Tüm kariyerinde en çok dikkat çeken noktalardan biri İslam Konferansı Örgütü'nde 2005-2014 yılları arasında bulunduğu genel sekreterlik görevi. İslam Konferansı Örgütü'nün seçimle iş başına gelen ilk genel sekreteri ve bu görevi yerine getiren ilk Türk olması İhsanoğlu'nun İKÖ'deki görevinin önemini daha da arttırıyor. UNESCO ve Harvard Üniversitesi'ndeki görevleri, milli ve uluslararası bir çok bilim kurumunda bulunan üyeliği, bu kurumlardan bilim ve eğitim tarihine katkılarından dolayı aldığı ödüller, dünyanın farklı bölgelerindeki bir çok üniversiteden aldığı fahri doktora ve profesör unvanları İhsanoğlu'nun uluslararası alandaki saygınlığını gözler önüne koymaya yeterli derecede.

İhsanoğlu'nun AKP ile arasındaki iplerin kopmasıyla ilgili iki konu da Ortadoğu ile ilgili. Hükümetin aksine anlaşmazlıkların çözümü için uluslararası hukuk vurgusu yapan İhsanoğlu'nun Mısır'daki darbe konusunda hükümetten farklı bir bakış açısı dile getirmesi ve Suriye'de yine hükümetten farklı olarak Beşer Esad'ın içinde yer alacağı bir geçiş dönemi önermesi bilinen iki konu. Özellikle Mısır konusundaki farklı görüşler Bekir Bozdağ'ın görev süresinin dolmasına aylar kalmasına rağmen İhsanoğlu'nun istifasını istemesine ve Hüseyin Çelik'in sosyal medyada İhsanoğlu'nu ağır bir biçimde eleştirmesine neden oldu.  Dış politikanın seçimleri etkileyeceği göz önüne alınırsa; İslamcı terörün yükseldiği bu dönemde İhsanoğlu'nun Ortadoğu'yu içeriden tanıma ve bölgeye hakimlik niteliği oldukça büyük bir avantaja dönüşüyor.

Ancak ne yazık ki aynı hakimiyet iç siyaset alanında bir dezavantaja dönüşüyor. İhsanoğlu'nun Türkiye'de yeterince tanınmaması, iç siyaset ile ilgili Türk basınında ya da uluslararası basında çarpıcı çıkışlarının olmaması iç siyaset hakimiyetinin sorgulanmasına neden oluyor. Özellike Türkiye'de artan  insan hakları ihlallerinde göze çarpan bir açıklamasının bilinmemesi;  Türkiye'ye büyük bir dönüşüm yaşatan Gezi Direnişi gibi bir süreçte cumhurbaşkanlığı görevinde Ekmeleddin İhsanoğlu bulunsaydı çok farklı bir yol mu izlerdi diye düşündürüyor. Ekmeleddin İhsanoğlu'yla ilgili yeni bilgiler ulaştırmakta birbirleriyle yarışan gazete ve portallardan ulaşılabilen bilgiye göre ise İhsanoğlu verdiği röportajda Gezi Direnişi'nin çevrecilik yanını benimsediği kadar vandallık boyutuna karşı çıktığını ve tarihi eserlerin yeniden inşa edilmesinin önemli olduğunu da belirtiyor.

İhsanoğlu'nun çoğunluk tarafından yeterince tanınmayışı güçlü bir propaganda süreci ile üstesinden gelinebilecek bir sorun. Ancak bu propaganda sürecini sorgulamamak elde değil. Daha önce adı oldukça duyulmuş, insanların haklarında fikir sahibi olduğu siyasi veya akademik figürlerin bile propaganda süreciyle başarıya ulaşamadıklarını gördük. Bu propaganda süreçlerinin yeterince başarılı olamamasında partilerin etkisi oldukça büyük. Daha önceki seçimlerde siyasi kimlik olarak tabanlarının ve kendilerinin benimsedikleri uygun adaylar çıkarmalarına rağmen yeterince etkin bir propaganda yürütemeyen muhalefet partilerinin şimdi birbirleriyle sağlam bir iletişim içinde, düzenli bir eşgüdümle propaganda süreci yürütüp yürütemeyecekleri merak konusu. Partilerin bu eşgüdümde ve propagandada yaptıkları en ufak bir hata İhsanoğlu için çok büyük bir dezavantaja dönüşecektir dersek yanılmış olmayız. İktidar partisinden aday olarak kim çıkarsa çıksın; seçim kampanyasında, iç siyasette oy kullanacak büyük bir kitle üzerinde güçlü bir etki yaratmış Recep Tayyip Erdoğan'ın 'karizmatik liderliği'nin kullanılacağı iktidar partisinin şimdiye kadarki tüm seçim kampanyalarına bakıldığında oldukça net görülebilir. İhsanoğlu'nun günlük siyasi dilden uzaklığı ve tanınmaması bir seçim kampanyasıyla aşılabilir ama bu ancak; iktidar partisinin organizasyon yeteneği ve bilinen bir siyasi figürle yürüteceği güçlü seçim kampanyasıyla yarışacak düzeyde bir kampanyanın her anında iki muhalefet partisi arası eşgüdümün sağlanabilmesi ile mümkün. Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Halk tanıdıkça sevecek." açıklaması güçlü bir propaganda beklentisi doğuruyor, yine de bu beklentiyi karşılamak pek kolay görünmüyor.

Sayısal üstünlük konusunda kilit olarak görülen Kürt oylarının en azından ilk tur için bir değişim yaratmayacağı;  HDP'nin cumhurbaşkanlığı eş başkan adayları olarak Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ'ı açıklamasıyla kesinleşti. Muhalefet partilerinin ve iktidar partisinin 30 Mart yerel seçimlerindeki oy yüzdesi temel veri olarak alınırsa; çatı adayın %45,2'ye karşı %43 gibi küçük bir farkla geride olduğu görünüyor. 30 Mart yerel seçimlerinde %2'lik bir oy oranına sahip olan Saadet Partisi'nin henüz bir aday çıkarma ya da destekleme açıklaması yapmaması da Saadet Partisi tabanın cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki oylarının kritik olduğunu gösteriyor.

Ekmeleddin İhsanoğlu'nun tüm bu avantajları ve dezavantajları göz önünde tutulduğunda aşılması zor olsa da başarılamayacak derecede büyük bir dezavantaj görünmüyor. Ancak bu adaylığa tepki İhsanoğlu'nun kendisinden çok muhalefet partilerine. Milliyetçi Hareket Partisi tabanından milli kimliği daha ön planda bir aday olması gerektiğini düşünenlerin sayısı az değilse de asıl tepki Cumhuriyet Halk Partisi tabanından geliyor. Önümüzdeki Cumhuriyet Halk Partisi resmi; parti içindeki iletişimsizliği ve birlik olma duygusunu halka da yansıtan ve başka parti tabanlarından oy alabilmek için kendi parti tabanının sesine kulak vermeyen bir kitle. Cumhurbaşkanlığı seçimi elbette ki stratejik kararlar alınması gereken bir süreç ve elbette ki cumhurbaşkanı belli bir ideolojinin insanı olmaktan çok her ideolojinin kendini gerçekleştirme özgürlüğünü sağlayabilecek bir figür olmalı. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu taktikselliği tamamen parti ideolojisinin önüne koyması, her kesimden oy alabilmek için farklı siyasi figürleri bünyesinde bulundurması parti içinde bir huzursuzluk ortamı yaratıyor ve bu huzursuzluk muhalefet tabanında memnuniyetsizlik olarak kendini gösteriyor. Türk siyasetinde her kazanımın çaresi olarak İslamcılık'a tutunmanın görüldüğü çatı adayla bir kez daha anlaşılmış oldu ve ne yazık ki bazı çevreler de henüz anlamını bile bilmeden İslamcılık'a tutunmaya tepki gösterenleri İslamofobik olarak nitelendiriyor. Tepki gösterilen İslam değil siyasal İslam'dır, İslam'ın siyaset malzemesi haline getirilip insanların manevi değerleri üzerinden suistimal edilmesine izin vermektir, muhalefetin de anlık siyasi kaygılarla bunun bir parçası olmasıdır.

Ekmeleddin İhsanoğlu'nun iktidar partisinde bir rahatsızlık yarattığı adaylığının açıklanmasından itibaren başlayan açıklamalara bakılınca oldukça net görülüyor. Şimdiden İhsanoğlu'nun Müslümanlıkla bir ilgisi olmadığı, Pensilvanya projesi olduğu, paralel yapının işi olduğu gibi her seçim öncesi bir klasik haline gelen şehir efsaneleriyle aday yıpratma çalışmalarına başlandı. Tüm bunların her seferinde söylenen sözler olduğunu görmemek, İhsanoğlu'nun kişiliğine saldırmak ne kadar tehlikeliyse sadece iktidar partisini rahatsız ettiği için bir adayı desteklemek ve geri kalanını irdelememek de o kadar sığ bir bakıştır.

Seçimlere daha iki ay var, az gibi görünse de uzun bir zaman. Yaşanacak iç ve dış siyaset gelişmelerini ve seçim kampanyalarını bilemeyiz, ben de ancak herkes gibi kendi tahminlerimi yapabilirim. Şahsi fikrim tepkinin kişiye değil Cumhuriyet Halk Partisi'nin süregelen İslamcılık'a tutunma tavrına olduğu yönündedir. Belki bu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iktidar partisinin tabanı Ekmeleddin İhsanoğlu'na oy vermeyi düşünecek ve belki de önemli bir kesim oy verecek ama Cumhuriyet Halk Partisi  tabanı da oy vermemeyi düşünecek ve önemli bir kesim oy vermeyecek gibi görünüyor. İktidar partisinden aşındırılacak taban muhalefet tabanındaki sürekli kaybı karşılar mı bilemeyiz. Orhan Bursalı'nın bugünkü yazısında dediği gibi: "Acele etmeyin.. Politika yapıyoruz."
Naçizane önerim Ekmeleddin İhsanoğlu'nun İslamcılık kimliğini İKÖ'ye bağlayanların İslam Konferansı Örgütü'nü araştırmaları, İhsanoğlu'nun İslamcılık kimliğini Mısır ve Suriye'deki fikir ayrılıkları öncesi iktidar partisi ile yakın ilişkiler içinde olmasına bağlayanlara İslamofobik yakıştırması yapanların İslamofobi kavramını daha çok araştırmaları, parti ne yaparsa doğrudur diyip eleştiriden korkanların particilikten sıyrılıp biat kültürüne giden yolun başından geri dönmek için çaba sarf etmeleri, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun eşiyle fotoğraflarını gösterip eşinin türban veya baş örtüsü kullanmamasını laiklik belirtisi olarak gören ve gösterenlerin de şekilcilikten kati suretle kurtulmalarıdır. Seçimler biter, siyasi figürler değişir ancak halk her daim birlikte yaşamaya devam eder.
Melisa TEKELİ
melisa.tekeli@politikadergisi.com

Bakanlığın gericilik oyunları!-Rıfat Okçabol/ SOL

Bakanlığın her karar ve uygulamasının altından gericilik çıkıyor.
652 sayılı kanun hükmünde kararname ile meslek okulları tek bir genel müdürlük altında birleştiriliyor. Anayasal olarak meslek okulu olan imam hatipler ise bu genel müdürlüğe bağlanmıyor. Aynı Bakanlık 1 Mayıs 2014 günü yayımladığı bir genelgeyle, mesleki-teknik alanda faaliyet gösteren okulların, “Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi” ile “Çok Programlı Anadolu Lisesi” adı altında toplanacağını duyuruyor. Ayrıca, çok programlı Anadolu liseleri bünyesinde, Anadolu meslek programı, Anadolu teknik programı, Anadolu lisesi ve/ ya da Anadolu imam hatip lisesi açılacağını belirtiyor.
Ortaöğretim genel müdürlüğüne bağlı olan Anadolu liseleri ile din öğretimi genel müdürlüğüne bağlı olan imam hatip liselerinin çok programlı Anadolu liseleri bünyesinde olunca mesleki teknik eğitim genel müdürlüğüne bağlı olması gibi garip bir uygulama ortaya çıkıyor. Bütün yolların imam hatibe çıkması için, böylesi garipliğin önemi olmuyor.
Biliyorsunuz, adında Anadolu sıfatı bulunan okullar öğrencilerini sınav sonuçlarına göre alıyor. Geçen öğretim yılı başında genel liseler kapatılmıştı. Yukarıda değinilen genelgeyle mesleki ve teknik liseler Anadolu lisesi türüne dönüştürülüyor. Bakanlığın bu kararıyla yalnız imam hatip liseleri ile açık lise sınavsız öğrenci alacak! Bakanlık böylece, zorunlu eğitim sürecinde, sınavı kazanamayan öğrenciye imam hatip ya da açık lise seçeneğini bırakmış oluyor. Açık liseden üniversiteye geçiş neredeyse imkansız olduğundan, sınav kazanamayan çocuklara, gidebilecekleri tek okul kalıyor: imam hatipler!
Yine bilindiği gibi sınavlarda genellikle nitelikli özel okullarda okuyan ve özel hocalardan ders alan varsıl aile çocukları daha başarılı oluyor. Dolayısıyla Bakanlık, imam hatipleri yoksulların kaderi haline getirmiş bulunuyor.
1 Mayıs genelgesine göre ayrıca, valilikler, mesleki ve teknik orta öğretim kurumlarını “karma” ve “yalnızca kız öğrencilerin öğrenim görebileceği” okullar olarak düzenleyebilecek! Ancak, yalnız kız öğrencilerinin okuyacağı liselere, "… kız lisesi” denmeyecek!
Bakanlık “karma eğitimi”, bazı bölgelerde kız çocuklarının okullaşmasındaki engellerden biri olarak görüyor! Oysa Bakanlık da biliyor ki, bazı bölgelerde kız çocuklarının okullaşmasının önündeki engel, karma eğitim değil, o bölgelerdeki kimi ailelerin kız çocuklarının okumasını istememeleridir! Çünkü o aileler için kız çocuk, “çocuk” değildir. “Kaç çocuğun var?” sorusuna o aileler genelde erkek çocuk sayısıyla yanıt verirler. Yanıt sonrasında, “Kaçı kız” derseniz, örneğin 2-3 de kız var derler. Çünkü o ailelerde kız, hem ailenin emek gücü hem de ailenin geleceğidir! O aileler genelde çocuklarını çocuk yaşta ve bir bedel karşılığında yaşlı başlı insanlara ve bazen de, ikinci, üçüncü, dördüncü eş olarak verirler. Okuyan kız, doğal olarak kolay kolay bu tongaya düşmediğinden kızlarını her türlü öğrenmeden uzak tutmaya çalışırlar.
Bu arada binlerce kişi okulunun imam hatibe dönüştürülmesine itiraz ediyor; Bakanlık aldırmıyor ve bildiğini okuyor! Milyonlarca Alevi zorunlu olan din kültürü ve ahlak bilgisi dersini almamak için çırpınıyor. Yerel mahkemeler dava açan Alevilerin lehine karar veriyor. Bakanlık bana mısın demiyor; bu dersi Alevilere dayatmaya devam ediyor! Milyonlarca yurttaş genel liselerin kapatılmamasını istiyor: Bakanlık aldırmayıp bu liseleri kapatıyor; çocuklara imam hatip seçeneğini neredeyse zorla dayatıyor. Konu “karma eğitime” bağlanınca, bakanlık balıklama atlıyor! Çünkü Bakanlığın son yıllarda aldığı karar ve uygulamalar, “karma eğitime” bazı ailelerin değil, esasında bakanlığın karşı olduğunu gösteriyor!
Gelişmiş ülkelerde, devlet çocuklara göz-kulak oluyor. İstismara uğrayan çocuğu aileden uzaklaştırıp koruma altına alıyor. Türkiye’de ise AKP iktidarında, çocuk istismarının artması yanında, kayıp çocuk sayısı da artıyor, cinsel suçlar da, kadın cinayetleri de. Bizim Bakanlık bu konularda eğitsel açıdan önlemler alacağına, çocuğun özellikle kız çocukların özgürleşmemesi, kendilerini geliştirmemeleri ve aileye ya da kocaya bağımlı olmalarını sağlayacak önlemler peşinde koşuyor. Kızların ve gençlerin normal eğitim görüp özgürleşmesi yerine imam hatipleri ve açık liseyi zorunlu eğitim içine alıyor, ortaöğretim yönetmeliğini değiştirip o çağdaki öğrencilerin evlenmesine izin veriyor!
Bakanlık, esas işinin bazı kesimlerin toplumun bağnaz isteklerine prim vermek değil, onlara eğitim yoluyla bağnazlıklarını aşma yolunda yardım etmek olduğunu yadsıyor.
Bakanlık, liseye geçişte yeni düzenlemeler getirirken bile, daha çok öğrencinin imam hatibe geçmesini sağlayacak karmaşık düzenlemeleri yeğliyor!
Bakanlık, her adımıyla gericiliğin pekişmesine çalışıyor.
Rıfat Okçabol/ SOL

Davutoğlu’nun Düş Politikası!-CAN DÜNDAR

İçinde bulunduğumuz durum şöyle de özetlenebilir; kılavuzu Davutoğlu olanın başı dertten kurtulmaz. Daha bakanlık koltuğuna oturmadan, Başbakanlık danışmanlığı yaptığı dönemlerde de dış politikanın belirleyicilerinden olan Davutoğlu’nun başlıca hedefi, kendince geçmiş 100 yıllık parantezi kapatmak ve son 100 yılın daha gerisindeki düşlere dayalı yeni bir dönem başlatmaktı. Bu zaman dilimine başta Mustafa Kemal Atatürk dönemi olmak üzere, İkinci Meşrutiyet’ten sıcak ve Soğuk Savaş dönemlerinin politikalarına kadar her şey giriyor.Gidiş gösteriyor ki, o parantez Davutoğlu’nun üzerine kapanacak. Zira,baş kılavuzluğunu kendisinin üstlendiği tüm temel dış politika konularında batağa saplandık. Davutoğlu’nun konuşmalarında da yazılarında da sık kullandığı iki söz var; aktif ve atak...
Ona göre tüm bölge politikalarını geçmişteki temkinli dönemlerin aksine daha atak belirlemek gerekiyor.
Kendileri bunca ataklığın başına kocaman bir “B” harfi eklediler.
Bataklıkta ataklığın neler getirdiğini birazcık yaşam deneyimi olanlar bilir...

***
Güncel ve acil durum, elbette Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı terör örgütünün elinde bulunan tüm rehinelerin sağlıklı bir şekilde kurtarılmasıdır. Bunun için Türkiye toplam gücünü kullanmalı, sorunu en kısa sürede çözmelidir.
Ne var ki, hükümet hâlâ bu havada değil. Böyle bir ortamda bile iki ana hedefi var; birincisi muhalefete saldırmak, ikincisi bu krizin parti lehine kullanılmasının zeminini oluşturmak.
Her iki politika da yabancısı olduğumuz konu değil; bir AKP klasiği.
AKP’nin tam ve yarı resmi yayın organları, rehineler konusunda içinde bulunduğumuz çaresizliği şöyle tarif ettiler:Sabırla çözülecek!
İç, dış hiçbir konuda sabrı selameti bilmeyen AKP, terör örgütüne karşı sabredecek!Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “Irak’ta kaos var gibi yansıtılıyor” değerlendirmesi ise bu gidişle önümüzdeki günlerde yaşayacaklarımızın habercisi. Davutoğlu’na sormak gerekir:
Musul’da yönetimin tam olarak kimin elinde olduğu belli değil, çevrede büyük bir iç göç hareketi var. Bölgeyle ilgili tüm dış güçler olağanüstü hal ilan edip önlem almış. Türkiye’nin konsolosluğu basılıp 49 kişi rehin alınmış. Bu kaos değilse, kaos nedir?
***
Bir başka pencereden bakınca Davutoğlu’nun ne söylemek istediği açık; IŞİD ve benzeri örgütler AKP için zaman zaman ittifak kurulabilecek, militanlarına gerekli eğitimi vermek için yardım edilebilecek doğal müttefikler.Ortadoğu’da bölgenin doğal gidişinin parçası olan böylesi örgütlerle al takke ver külah ilişkiye giren iktidar, Batı’yla diyalog ararken de onlara demokrasi dersi vermeyi ihmal etmiyor.
Mısır politikasında yaşanan hüsran... Suriye’de Esad’a, “günlerin sayılı” diye başlayıp yıllara yayılan kriz... Irak’ta Kuzey’le petrolden inşaata ballı işler yapmak sevdasıyla Bağdat’ı devre dışı bırakma densizliği...
Geldiğimiz nokta ortada...
Bütün bunlardan sonra Davutoğlu “daha atak” ne yapabiliriz araştıradursun, biz böyle durumlarda akla gelen bir fıkrayı paylaşalım...
Keçi ile kartal uçağa binmiş. Havalandıktan hemen sonra kartal hostes düğmesine basmış. Hostes gelince, “hiiç, iş olsun diye bastım” deyip gülmüş. Benzerini keçi de yapmış, aynı yanıtı vermiş. Oyun ikisinin de hoşuna gitmiş. Fıkra bu ya, bir süre sonra pilot, ikisini de dışarı atın demiş.
Kapıda kartal keçiye sormuş:
- Sen uçmasını biliyor musun? Bilmiyorum, karşılığını alınca çıkışmış:
- Madem uçmasını bilmiyorsun, havada bu oyunu niye oynadın?  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Tereyağından Kıl Çeker Gibi…- Nilgün Cerrahoğlu

İktidar ülkeyi ne kadar sıkıntıya sokarsa soksun “oy makinesi” çalışıyor! 
Tüm oyun buna endeksli. 
Son yazımda da yazdım… 
Obama yıllarının ilk dışişleri bakanı ve “müstakbel başkan adayı” Clinton da Türkiye’nin “istikametini belirsizliğe götüren” lider olarak gördüğü TC Başbakanı’nın.. mahzurlarını sayıp döktükten sonra özetle şunu söylemiyor mu: “Yolsuzluklar ve artanotoriterleşmesine rağmen Erdoğan’ın desteği sağlam yerinde duruyor!” 
Ülkenin üzerinde hangi bela dolaşırsa dolaşsın, oylarda fark yaratacak oynama olmuyor… 
Türkiye, İran ve Çin’den daha çok gazeteciyi hapse gönderdiği için “en basındüşmanı ülke” ilan ediliyor ve Başbakan’ın popüleritesi eksilmiyor… 
Gezi’deki polis devleti istibdadı, iktidarın maskesini hepten düşürüyor ve “ılımlı İslamdemokrasisi”, “Türk modeli” markaları çöpe gidiyor; Erdoğan’ın etrafında yandaşlar“yedirtmeyiz” edebiyatıyla kenetleniyor…

Cumhuriyetin en “aile boyu” yolsuzluk skandalı patlıyor, tapeler tespih taneleri gibi saçılıyor; destek “kefen” kertesine vardırılıyor. Soma oluyor…
301 can yerin altına gömülüyor, bu da yetmiyor… Üstüne öfke protestolarındaki“tekmeli müşavir” ve Başbakan’ın “İsrail dölü” küfürleri, “markette şamar” görüntüleri belgeleniyor… 
Ama RTE’nin popüleritesinde zırnık oynama olmuyor… 
Öyle ki AKP lideri tam gaz kendinden emin cumhurbaşkanlığına oynuyor.

IŞİD hasarı 
Bunlar Türkiye’nin, dünyadaki imajını çok ama çok yaralıyor. 
Türkiye’nin yarısının bu profilde bir lidere nasıl olup da sahip çıktığı ve oy verdiği dıştan anlaşılmasa da… “Erdoğan’ın sırtı ne olursa olsun yere gelmez!” tablosu netlik kazanıyor. 
Seçim hilesiydi, AKP seçmenlerine bahşedilen menfaat ve kolaylıktı, sanayicisinden gazetecisine, işçisine uzanan yoğun baskıydı, “Alo Fatih” medyasıydı, muhalefeti her şart altında dövmek, seçmeni kutuplaştırıp saflaştırmaktı derken oy kaybının hep önüne geçiliyor ve iktidar bilakis krizlerden büsbütün bilenerek ve kibir çıtasını yükselterek çıkıyor. 
Korkarım bu kez de aynı şey olacak. 
Gezi-yolsuzluk-Soma faciası ve ardından uluslararası medyada yer bulan tekmetokat görüntüleriyle Musul’da IŞİD’in gerçekleştirdiği konsolosluk baskını, başta Erdoğan olmak üzere, AKP iktidarının -ve bu meyanda maalesef Türkiye’nin!- imajına dev bir darbe daha indirdi.
‘Rüzgâr eken fırtına biçer!’ 
Çizmenin “derin” Ortadoğu uzmanlarından Gian Micalessin örneğin Berlusconiailesinin gazetesi Il Giornale’de önceki gün; “Rüzgâr eken fırtına biçer!” diye yazdı: 
“RTE için de olan bu. Erdoğan bakalım kendisini bu fırtınadan koruyacak birsığınak bulabilecek mi? Bölgede Osmanlı gücünün yeniden doğuşunu düşleyen, bu gücün başında yeni sultan olmayı hayal eden Erdoğan şimdi (yurttaşlarına)içerde geçmişte neden IŞİD’i desteklediğini izah etmek; uluslararası planda da gene benzer şekilde NATO üyesi bir ülkenin başbakanı sıfatıyla nasıl bu ölçüde ilkesiz olabildiğini anlatmakla yükümlü. Erdoğan’ın bu ufak oyunları aslında CIA ve Washington tarafından tabii ziyadesiyle biliniyordu ama Esad karşıtı cephenin mensubu olarak (Türk Başbakanı) hoşgörülüyordu. Ancak şimdi durum değişti.Musul badiresinin ardından Erdoğan, Irak’ı kaderine terk etmekle suçlanan Obamayönetiminin ‘açığını’ kapatmak için kullanılan elverişli bir günah keçisine dönüşebilir!” 
IŞİD’in geçmişte “MİT desteğine sahip olduğunu” anlatan yazı, yukardaki nedenlerden ötürü “rehine krizinin” Erdoğan için bir turnusola dönüşeceğini anlatıyor. 
Sol gösterip sağ vuran Obama’nın “Musul badiresi” üzerine henüz ne yapacağı belli değil ama şimdiye dek olanlara bakıldığında, Erdoğan’ın “içerde” sanıldığı gibi çok fazla zorlanmayacağını söyleyebiliriz. 
Bu yazıya oturduğumda Erdoğan her zaman yaptığını yapıyor, kürsüden kıyasıya muhalefeti dövüyordu: 
“Muhalefet dengeyi yitirdi” diyordu: “Yağmur yağsa hükümet sorumlu, çok yağarsa yine hükümet sorumlu. Ellerine diken batsa(!) bizden biliyorlar!” 
“Rüzgâr ekip fırtına biçmenin sorumluluğunu” üstüne almak şöyle dursun; “siyasi sorumluluktan” bahsedene; “O siyasi sorumluluğun cevabını 30 Mart’ta milletimverdi” diye yanıt veriyordu. 
Yüzde 43, önceki tüm büyük siyasi-sosyal olaylarda olduğu gibi, “siyasi sorumluluğu”ortadan kaldırmaya yettiği gibi; bir de üstüne soru sormaya yeltenen “ana muhalefetifırçalamak” yetkisi veriyor… 
Başımıza ne gelirse gelsin, kartları hep ters yüz ediyor Başbakan. 
Dünyanın gözlerinin içine bakarak baksanıza CHP’ye “Sen katillerle el tutuyorsun, biz ise katillere karşı(!) duruyoruz” diyor! 
Durumdan -bire bir kendi sözleriyle!- “tereyağından kıl çeker gibi” sıyrılma hesapları yapıyor. 
Başbakan’da her badireyi böyle oya dönüştürmek potansiyeli olduğu sürece“tereyağından kıl çeker gibi” o her şeyden sıyrılır ve ekilen fırtına şimdiye dek olduğu gibi -heyhat!- bu ülkenin yurttaşlarına kalır.  

Nilgün Cerrahoğlu
Cumhuriyet

‘Ben Yazmıştım’ Sendromu-Mine G. Kırıkkanat

Atlas Okyanusu, dalgalarıyla kimi zaman sevip okşadığı, kimi zaman evire çeviredövdüğü kıyılarında yaşayan insanları yaşatır ya da öldürür.
Gelgitleriyle ünlü, sert bir ummandır Atlantik ve kucağında salladığı denizci kavimlerin karakterini de cefaya dayanıklı biçimler. Fransız Brötonlar, onları besleyen ya da aç bırakan okyanus gibi sevecen ve haşin, bilge ve cesur bir halktır.
Büyük Britanya adasından gelen Kelt’lere dayanır soyları. Özgün bir dilleri vardır: Brezhoneg. İsa’dan sonraki 200’lü yıllardan öteye Fransa’nın batıya uzanan en ucuna yerleşmiş, hatta bir ara bağımsız krallık bile kurmuşlar ama uzun sürmemiştir.Fransa’nın “tek dil, tek bayrak” altında birleşme tarihinde, en çok direnen, dolayısıyla en ezilenler olmuşlardır.
***
Bugün Fransız Brötonlar, cumhuriyete derinden inançlı, çoğunluğu sol geleneğe bağlı,dindarlığı da törpülenmiş bir toplum oluşturuyor. Bölgenin özelliği, hemen hepsi denize açıldı mı aylarca gelmeyen, hatta epeycesi denizde ölen erkeklerin yokluğunda, “kara komutanlığı”nın kadınlara geçmesi.
Yüzyıllardır kadınların çekip çevirdiği Brötanya, elbette parlamentoya en çok kadınmilletvekili gönderen bölge. Kadınlar belediye başkanı, okul müdürü, polis müdürü vb. değilse, en azından evin reisi, beyin ağası! Zaten bu ağa hanımlar da saltanatdüşkünlüklerini, kıs kıs gülerek, “Bröton kadınları biraz zorludur!” diye açıklıyorlar.Tahmin edebileceğiniz gibi, ayağımın okyanus köpüğüyle Brötanya’dan geliyorum,dostlar. Fransa’nın ilk kez gittiğim bu görkemli köşesinde, Quimper’de bir kitap fuarına katıldım. Dünyanın dört bir yanından 65 gerilim romanı yazarının davet edildiği fuarda, söyleşi yaptım, Türkiye’yi temsil ettim. Çok başarılı geçti fuar. Etkileyici yerler gördüm, yazar dostlar edindim, inanılmaz insan öyküleri dinledim, sizlere aktaracağım yazı projeleriyle döndüm.
***
Bir de ne göreyim? Hepi topu yirmi gün uzak kaldığım cinnet ülkemiz, yine yirmi ülkenin yirmi yılda görmediği kadar bela açmış başına; gündemi yine ateşten gömlek, geleceği yine fitili tutuşmuş barut fıçısı üstüne oturtulmuş!
Mesleğini dürüst yapan yorumcuların, başka bir deyişle kalemi satılık olmayan yazarların başarılı sayılanları, “ben yazmıştım” sendromundan mustariptirler. Çünkü yorum yaparlar, doğru yorumlar onları doğru öngörülere ulaştırır. Öngöremeyenlerin gözünü açmak için bıkmadan, usanmadan uyarırlar, tabii ki hiçbir işe yaramaz…Sonunda öngördükleri ve feryat figan uyarmaya çalıştıkları felaket gerçekleşir. Ama bu doğrulanma, zavallı yazara ne güven verir, ne mutluluk. Buruktur. “Ben yazmıştım!”der. İçinden bir kırgınlık geçer. Bilip bildiremediği, görüp önleyemediği acıya, ortakolmaktan başka çaresi yoktur.
***
İşte bu yazarlar arasında “yazmıştım” sendromu en vahim boyutlarda olan, en kırgın, en yılgın kalem, belki de benimki, sevgili okurlar. Çünkü yorum yazarlığıylayetinmemiş, Türkiye’yi bekleyen “son” kurguyu, iki romana dökmüşüm.
Şimdi tek korkum, büyük ürküntüm, 2006 yılında yayımlanan Destina’da anlattığım“haritadan silinmiş Türkiye”nin, 2003 yılında yayımlanan “Bir Gün Gece”depreminden bile önce gerçekleşmesi. Gerçek, hayallerimin ötesine geçti geçecek. Kurguladığım iki çöküş senaryosu, sankiaralarında hangimiz öne geçecek diye yarışıyor. Marmara’da depremin eli havada, önünde beklediği kapımızı; Ortadoğu’daki başıbozukların kanlı savaşı vurmaya başladı bile.
Destina’nın kurgusundaki yok olmuş Türkiye, 2026 yılına denk gelir. Bu yurt, bu gidişle“tek dil, tek bayrak” altında 2026 yılına kadar dayanacak mı, emin değilim…
Görünen köy kılavuz istemez, derler. Ama kör olmamak koşuluyla.
Bizim ellerde görünen köyü görmeyenler, hem kör olduklarını kabul etmiyor, hem de kılavuza kulak asmıyorlar.
Yeni Osmanlıyız, diye böbürlenenlerin babalarını hiç tanımadığı artık belli. Türkiye’yi, Osmanlı’nın boğulduğu Ortadoğu bataklığına yeniden sokmak, ancak muazzam bir cehaletin eseri olabilirdi, oldu.
Üstünde yaşadığımız coğrafyanın, cehaletle elde tutulamayacak kadar stratejikolduğunu da “ben yazmıştım!”...



G N O K T A S I
Haziran ve Yaz
Uzun günlere açılır
yağmurların vurduğu sabahlar
sardunyaların haberi olmadan
geçer balkonlardan baharkimsesizliğinle döner dolaşırHaziran’a çıkarsın
Kuşlar da korkar sessiz sokaklardan
Yalnızlıklar da
geceyarısı şehrin orta yerinde
senfonilerin bitmeyen düellosu başlar
hasretlerle özlemler silah çekerler kırlangıçlar hayatayıldızlar ölüme adanır
kuzey güneydoğu batı
bütün yönler ayrılıkları gösterir bütün ayrılıklarTemmuz denizlerine çıkar
sağında solunda kimseler kalmaz
sıkma canınıneler atlattın sen
artık önümüz yaz.
A. KADRİ ERGİN
► “Herkes kendi açısından haklı olabilir ama herkesin yanılması da imkânsız değildir.” MAHATMA GANDHİ  

Mine G. Kırıkkanat
Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...