4 Ekim 2016 Salı

Ayrımcı siyaset kanser hücresi...- ŞÜKRAN SONER

Yıllar önce, uzun yıllar Dünya Felsefe Birliği Başkanlığı’nı yapmış, ödünsüz insan hakları savunucusu olarak ülkemizin onuru olmuş Sevgili İoanna Kuçuradi ile yapmış olduğum söyleşide, içime sindire sindire, bilincime kazıya kazıya öğrendiğim gerçekleri, insan hakları savunuculuğunun olmazsa olmaz ilkelerini, yeri geldikçe okurla, söyleşi izleyicileri, dinleyicileri ile bıktırmayı göze alarak paylaşmayı görev bildim... 

İnsanlığın sömürgecilik düzeninden kurtarılması, en çok da yoksul güney dünyası halklarının insan haklarının kazandırılması süreçlerinde yaşanan sorunlar, doğaldır ki haklarını kazanmak, korumak, geliştirmek isteyen halkların yaşadıkları can yakan travmatik sorunlar, ödetilen ağır bedeller, dünyanın, insan hakları savunuculuğunu yapma sorumluluğu olan örgütlenmeleri bağlantılı insan hakları savunucularının en çok tartışmak zorunda kaldıkları gündemin odağında... Tarihte kalmış değil, dünün değil, bugünün de insanlığa yaşatılan en ağır bedellerin gerekçelendirilmesinin, insanlığın yok edilmesinde kullanılan silahların tetiğinin çekilebilmesinin tek aracı... 

“Bireyin özgürleşmesi” gibi pazarlanan, özünde bireyi birey yapan her türden alt kimliğine özgürce sahip çıkmasının sorgulanamaz, doğal, kutsal haklarının; özgürleşme adına, kirli, ayrımcı siyasetin, emperyal çıkarların aracı olarak kullanılması yoluyla, insanlığın, halkların haklarının yok edici, yaşam hakkının da ortadan kaldırılması, farklı alt kimlikler üzerinden halkların birbirlerine kırdırılması aracına dönüştürülmesi... Kirli, ayırımcı siyasetin tuzaklarıyla farklı alt kimliklerin sahibi insanların, halkların, belki de yüzyıllardır birlikte yaşanmış, paylaşılmış topraklarda birbirlerini yok etmeye koşullandırılmış farklı ırklar, inançlar üzerinden bir tür kanser hücresi gibi üreyen, gelişen hastalıklı hücrelere, halklara dönüştürülmeleriyle, insanlığı ölüme götüren kanser hücrelerinin işlevini yüklenmeleri...

***
İoanna Kuçuradi Hoca, insan hakları savunuculuğu ve çözüm üretme sorumluluğunda öncü örgütlerin başını çekmekle yükümlü Dünya Felsefe Birliği’nde yaşanan tartışmaları çok yalın, anlaşılır açıklıyor... En çok alt kimlikler ayrımcılığı kaosunda, kanlı, acımasız bedelleri ödeyen Afrikalı, yoksul güney dünyası ülkeleri felsefecileri, ülkelerini, halklarını yakan tuzağı görmekte zorlanmışlar. Sonuç olarak ırk ve inanç başta alt kimlikleri nedeniyle en ağır bedelleri ödeyenler, alt kimliklerine kavuşma savaşımında özgürlüklerinden yola çıkıp da, iç savaşlar bataklıklarına sürüklenmelerinin kaosunda paramparçalar... 
İnsanlık, yeniden dünyayı kasıp kavuran ölçeklerde, yoksul güney dünyasından zengin kuzey dünyasına da sıçrayan, son noktanın konulamadığı, insanca yaşama ulaşılamayan büyük tuzağın; ayrımcılığın kansere dönüşmüş hücrelerinin pençesinde... Oysa (özgürlük-ayrımcılık) incecik sınırlarının çizilmesindeki sır, insanlığın, sosyal bilimler gerçeğinin bilinmeyeni hiç değil... BM’nin temel hak ve özgürlüklere ilişkin metni yeni yazılmadı. 
Bireyin kutsal temel hakları, ırk ve inançlarına ilişkin alt kimliklerinin kutsal kullanım hakları, özel yaşam alanı için geçerli. Bir ırk ya da inancın bir başkasının ırk ve inancı ile çatışmamasının sihirli anahtarı da, özel yaşam alanına ilişkin ayrımcılığa hedef olmamak, kendi alt kimlik haklarını başkalarının hak ve özgürlüklerinde zorlayıcı araç olarak kullanmamakla sınırlı... Barış içinde birlikte yaşamın sihirli anahtarı da özel yaşam için kutsal olan alt kimlik haklarının kamu gücü alanına taşınmaması... Ayrımcı siyaset insanlığı, ülkeleri yakan en büyük suçların aracı... 

Ne ABD’nin iktidar erkleri, siyasi liderlerinin, ne de ülkemiz siyasal İktidarları, Liderlerinin işlenmesinde öncülük yaptıkları sayısız ayrımcılık suçlularının azmettirenleri olarak yatacakları yer yok gibi... Ülkemizde, bölgemizde barış içinde birlikte yaşam savaşımı, ortak dik duruş için de, en çok onlardan gelen oyunlara, ağırlıklarına göre savaşım vermek önceliğimiz olmalı... İç-dış odaklarıyla 15 Temmuz darbecileri, Fetöcüleri yıkma paravanasında, daha güçlü otoriterleşmenin, laik Cumuhriyeti, hukuk devleti düzenini dinamitleme fırsatçıları... Lozan’ı tanımayanları, yeni haritalar oluşturma adına Ortadoğu halklarını birbirlerine kırdıranları...

Şükran Soner
CUMHURİYET

Türkiye emperyalizmin laboratuvarı mı?-EROL MANİSALI

Türkiye’de sorunun temelinde iki neden var; 

1) İslamcı (cemaatçi ve tarikatçı) çevrelerin 
Batı’nın (Avrupa’nın) değerleri ile, çağdaş demokratik değerler ve yaşam tarzı ile sürekli kavgası, uyuşamaması. 
2) İktidarların (ve yönetimlerin) iktidardan gitmemek için küresel güç odaklarının taleplerine boyun eğerek ayakta durmaları. 
İlk bakışta birbirlerine karşıt gibi görünen bu iki faktör nasıl oluyor da, FETÖ örneğinde yaşandığı gibi birbirlerini tamamlıyor? 
Cemaatçilik ve tarikatçılık kullanılarak ulusal çıkarlar ve demokrasi ortadan kaldırılabiliyor. 
1.5 milyarlık İslamda dini odakların, örgütlerin ve devletlerin birbirlerine verdikleri zararlar, diğerlerinin verdiklerinden kat kat büyüktür. 
Çağdaş demokratik örgütlenmelerin yerine dinci örgütlenmeler siyaset, ekonomi ve güvenlik alanlarında, “fiili yönetim gücünü antidemokratik bir biçimde ele geçiriyorlar”.
Zeminde antidemokratik örgütlenmeler iktidara egemen olunca iki olumsuz gelişme, birbirlerini tamamlayarak ulusal çıkarlar, demokrasi ve çağdaş yaşam tarzı aleyhine birleşebiliyor; 
1) Küresel emperyalist güçler bu dinci örgütleri kolayca denetimleri altına alıyorlar. 
2) Aynı zamanda emperyalizmin hesapları ve kumpasları, daha kolay uygulanabiliyor. 
Türkiye’de kimi yöneticilerin “200 yıldır bizim ve Batı’nın talepleri ilk defa örtüştü” dedikleri gibi. “Dinci örgütler ve emperyalizm” en rahat örtüşen faktörler oluyor. Soğuk Savaş sonrasında Türkiye bu konuda, “adeta bir laboratuvar gibi çalıştırıldı”. Dinci doku ve örgütler, emperyalizmin stratejik ortakları haline geldiler. İş çok kolaydı: Dinci örgütlere hâkim bir iki adamı ayarlayınca, işler kolayca çözülüyor. 
Emperyalizm Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini bunun için yaptırdı. Bizim çocuklar bizim imamları üretir hale geldiler. Türkiye bir laboratuvar gibi çalıştırılarak, “çağdaş ve demokratik örgütlenmeler engellendi; yerine dinci örgütler geçirilmeye başlandı”. 
Yeni İslamcı Türkiye Cumhuriyeti bu amaçla emperyalizm tarafından desteklendi. Bunun için Atatürkçü, ulusalcı, laik ve çağdaş değerleri savunan yapı, kurumlar ve örgütler kumpaslarla birer birer yok edilmeye başlandı.

Atatürk neden düşman gösterildi? 
Onlar için Atatürk çok tehlikeli bir düşmandı; 
-En başta, kendi milletinin bir kahramanı, emperyalist güçlerin esiri olmuş, Sevr’le çökmüş bir milleti kurtardığı, Lozan’ı yaratabildiği için en büyük tehditti. 
Asya, Afrika ve Latin Amerika’da emperyalizmin ezdiği halklara örnek olduğu için tehlikeliydi.
-Üstelik Atatürkçülük ve Atatürk devrimleri Avrupa’nın kendi halkları için öngördüğü “hukuk düzenini, sanatı, bilimi, akılcılığı” esas aldığı için yok edilmesi gereken düşünce ve uygulamaları getirmişti. 
-Ulusal bağımsızlık, ilişkilerin dünyada karşılıklı çıkarlara göre kurulması; sömürgecilere karşı, mazlumların işbirliği yapması gibi emperyalizmin nefret ettiği şeyleri söylüyordu. 
-Laiklik, kadın-erkek eşitliği, ırk ve cinsiyet ayrımının olmaması, vatandaşlık düzeninin esas alınması gibi emperyalizmin sadece kendi içinde kendileri için uyguladıklarını uygulamaya başlamıştı. 

Atatürk düşmanları, laiklikten kadın erkek eşitliğine, çağdaş ve uygar yaşam tarzından vatandaşlık hakkının esas alınmasına kadar her şeye düşmandırlar. 
Soğuk Savaş döneminde Batı emperyalizmi, “Yeşil Kuşak” adı altında İslamcılığı ve dinciliği bir maşa gibi kullandı. Soğuk Savaş bitince dinci yapı ve örgütler, emperyalizmin “çağdaş kumpaslarının maşaları haline geldiler”. 
Osmanlıcılık, Arapçılık, tarikatçılık, laiklik ve Atatürk düşmanlığı emperyalizmin Türkiye’de kullandığı silahlardır. Son 14 yıldır ülke adeta bir laboratuvar gibi kullanılmaktadır.
 
Sonuç mu? İşi Lozan’ın reddine kadar götürenler bile olabiliyor. Emperyalizm laboratuvarı iyi çalıştırmış olmalı.

Erol Manisalı
CUMHURİYET

3 Ekim 2016 Pazartesi

GDO'lu eğitim- İZZETTİN ÖNDER

Geçtiğimiz hafta sonunda AKP gençlik kollarında başbakanın gençlere hitabı vardı. Anladığım kadarı ile, gençlere bir eğitim programı uygulanmış, başbakan da konuşması ile kafalara yerleştirilenlere son noktayı koyuyordu. Demokrasi sözcüğünün de geçtiği bu konuşmada gençlerin “AKP mefkûresi” yolunda yürümeleri için oldukça ilginç öğüt ve direktifler verildiğini gördüm. Doğrusu üzüldüm ve FETÖ ile mücadelede böyle bir konuşmanın nerede durduğunu anlayamadım.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında üniversite kurulurken, daha doğrusu Osmanlı medrese sistemi çağdaş üniversite sistemine dönüştürülürken, yeni bölümlerin açılması ve olanların ileri düzeye taşınması amacı ile yurt dışına talebeler gönderilmişti. Yurt dışına giden talebeler eğitimlerini tamamlayarak yurda dönüp, kendilerine verilmiş görevleri hakkıyla yerine getirerek, üniversitelerin bugünlere gelmesinde büyük katkı yapmışlardır. Bugün aramızdan ayrılmış olan hemen hepsinin izlerinin silinmeye başlaması çok üzücüdür.

Üniversite topluma ışık saçan bir kurum mudur, yoksa alt-yapı üzerinde yükselen ideolojiyi kavramsallaştırıp, bilimsel görüntü altında kurumsallaştırarak topluma yayan bir organ mıdır, tartışmasında ikinci görüşün ağır bastığı gözlenmektedir. Üniversitelerin 1982 YÖK müdahalesi ile üç aşamada çökertilmeye çalışılması sürecin başlangıcı olmakla beraber, son dönemde uygulanan politikalarla süreç fevkalade iç karartıcı aşamaya gelmiş bulunmaktadır. YÖK müdahalesinin birinci aşaması 1402 sayılı yasa ile bazı hocaları tasfiyesi şeklinde gerçekleşti. Üniversite kurumuna ikinci aşama müdahale idari dokuda üstten atama ve yönetme mantığı ile anti-demokratik yapılanma ile gerçekleştirildi. Üçüncü aşama müdahale ise, uzun erimli olarak, üniversiteye finansal destek azaltılarak, proje-tabanlı çalışma ve özel kesimle yakın ilişkiye itme süreci ile gerçekleştirilerek, adeta YÖK’e bünyesel özellik kazandırıldı.

Günümüzde ise, bir yandan eğitimli işsizlik, diğer yandan devletin akıl almaz atama politikası ve öğretim üyelerine karşı bilinmez bir kin ve nefretle saldırması genç akademisyenleri ve akademiye girmeye çalışanları şiddetle dış dünyaya sıçratmaktadır. Kısacası, Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki gerçek anlamda üniversiteleşme ve hoca aktarma politikası karşısında günümüzdeki yandaş hoca yaratma ve yandaş olmayanları dışlama ya da kadrosuzlukla cezalandırma politikası, iki anlayış arasındaki farkı çok net ortaya koymaktadır.

Küreselleşme ve teknolojik atılım çağında yüksek eğitim kurumları ve üniversitelere reva görülen bu akıl almaz muamelenin bir sebebi olmak durumundadır. Evet, bu konuda çok ikna edici bir sebep vardır. Sebep olarak birinci aşamada tek-adam yönetiminin karşıt güç veya fikir görmek istememesi görülebilir. Ancak bu açıklama kısmîdir, tüm resmi göstermemektedir. Tüm resmi görebilmek için Türkiye’yi küresel olgu ve politikalar bağlamında ele almak durumundayız. Konuya böyle baktığımızda küreselleşme ve emperyalizm dokularının içine girdiğimizi görürüz. Emperyalizmin günümüzdeki tezahürü olan küreselleşme, doğal olarak, çevresel ekonomileri teknoloji üretim alanı değil, teknoloji uygulama alanı olarak görmek ister ve bunun için de iç politikalara müdahale etmekten de çekinmez. Nitelikli gençlerin yurt dışına gitme arzularını, emperyalist merkezler, kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirir ve yönlendirir.

Hükümetin politikalarına baktığımızda, yabancı yatırıma kucak açılırken, araştırma kurumlarına ve üniversitelere yan bakılması, malum ifadesi ile, “balık vermeyip, balık tutmayı öğretmek” ilkesi ile taban tabana zıttır. Küreselleşmede yabancı sermaye, kendi çıkarı doğrultusunda çevresel konumlu bir ekonomiye gidebilir. Kapitalizm politikaları açısından dahi buna söylenecek çok şey olmakla beraber, güçlünün dayattığı politikalar ve zayıfın içinde bulunduğu ihtiyaçlar açısından buna söyleyecek fazla bir şey olmayabilir. Ülkenin eğitim politikasını rasyonel olarak oturtup, gençlere istihdam olanakları sağlanmaz ise, yabancı sermayenin ülkeye gelişi, ancak sömürü yönünde çok şey ifade eder. Daha 1950’lerde Birleşmiş Milletler örgütünde görevli ekonomist olan Dr. Singer çevresel ekonomilerde yatırım yapan ileri ülke sanayilerinin o ülkenin değil, ileri ülkenin yararına olduğunu çok açık ifade etmiştir. Bu ifadeyi tedricen de olsa, yumuşatabilmek için teknoloji yoğun temel-bilim eğitimine öncelik vererek istihdam sağlamak yanında, üniversitelerdeki günümüzün olumsuz politikası olan yandaş atama anlayışına son vermek gerekir. Barış bildirisi kinini üzerinden bir türlü atamayan siyasi erk, OHAL’i dahi amacı dışında kullanmaktan çekinmemektedir. Ne var ki, baltanın sapı odun olunca, ağaçların işi zordur!

 İZZETTİN ÖNDER
 SOL

Baskı altında başarı...- ERDAL ATABEK

Türkiye’de laiklik neden tehdit altındadır? 
Neden ülkemizde eğitim kolayca dinsel alana kaymaktadır? 
Neden toplumumuz özgürlüklerden kolayca vazgeçmektedir? 
Bu hakları kolayca kazanmış olmasından mı? 
Bu haklar için mücadele etmemiş olmasından mı? 
Büyük ölçüde “evet”
Büyük olasılıkla nedeni bu olmuştur. 
Belki de asıl bilmemiz gereken budur.
***
Gerçek başarı, baskı altında kazanılan başarıdır. 
Çünkü kolay elde edilen başarı kolayca kaybedilir. 
Kişi örneğinde de toplum ölçeğinde de görülen budur. 
Bir futbol maçında da, girilen bir sınavda da, bir özgürlük arayışında da bu ilkenin doğru olduğu görülür. 

Batı uygarlığı “laiklik” ilkesine yüzyıllar süren din savaşları sonrasında ulaşmıştır. 
Eğitimde laik nitelik bilimlerin önyargıdan kurtuluşu ile kazanılmıştır. 
Özgürlük, uğrunda can vermeyi göze alanların hakkı olmuştur. 
Atatürk Türkiyesi bu hakları Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının çabası ile kazanmış, toplumsal mücadelesi sonradan gelmiştir. 
Toplum bu nedenledir ki, uğrunda mücadele etmediği hakların tehdit altına girmesine karşı yeterince tepki göstermemiştir. 
Oysa, hiçbir baskı başarıya engel olamaz. 
Tam tersine, baskılar başarı için daha güçlü irade yaratır. 
Baskı altında başarıya nasıl ulaşılır?
***
Baskı altında başarının ilk koşulu “dayanıklılık”tır. 
Kişi olsun, toplum olsun, baskıya karşı “dayanıklı” olmalıdır. 
Bu da, baskı öncesinde böyle bir zorlanmaya hazırlıklı olmayı gerektirir. 
Hazırlık, önce zihinsel, sonra da sosyal ve fiziksel olmalıdır. 
“Zorlanacağımı biliyorum. Çoğalıyorum. Güçleniyorum”
Hazırlığın kuralı budur. 
Bilinç, güç birliği, gücün artırılması. 
Kişi ölçeğinde de budur, toplum ölçeğinde de bu. 
Baskı altında ikinci adım, “baskıya direnme”dir. 
Direnme, kabul etmeme, razı olmama, alışmama ile gerçekleşir. 
Zihinsel direnme, sosyal direnme, fiziksel direnme. 
Kabul etmeyeceksin. 
Razı olmayacaksın. 
Alışmayacaksın. 
Asla. Hiçbir koşulda. Hiçbir zaman.
Gevşemeyeceksin. Yayılmayacaksın. Yorulmayacaksın. 
Üçüncü adım; ilkelerini unutmamaktır. 
Ne için, neler için mücadele ettiğini bilmek. Bunları hiç unutmamak. 
Mücadele ilkeleri senin savaşının anayasasıdır. 
Bunu bilmemek, bunu unutmak, bunu özümsememek başarısızlığın eşiğidir. 
Baskı altında başarı için artık hazırsın. 
Şimdi;
***
Şimdi karşı saldırıya geçeceksin. 
Şimdi sana gereken, güçleri birleştirmendir. 
Kişisel ölçekte bu güçler; aklın, iraden, cesaretindir. 
Aklını kullanacaksın, mücadeleyi sürdürme iradeni kullanacaksın, kazanmaya cesaret edeceksin. 
Unutma: kazanmak, kazanmaya cesaret edenlerin hakkıdır. 
Zaman baskısı, beklentiler baskısı, kazanamama korkusu engellerindir. 
Bu baskılara aklınla, iradenle, cesaretinle karşı duracaksın. 
Toplum ölçeğinde ise baskı altında başarının anahtarı; evrensel uygarlığın Aydınlanma kültürü olan idealindir. 
Özgür insan aklı, özgür insan iradesi, uygarca paylaşılan yaşam. 
Dayanıklılığın, direngenliğin paylaşılmış güç birliğiyle kazanılmıştır. 
Gücün, yüzyıllarca sınanmış uygarlığın kazandığı güçtür. 
Şimdi sen toplumunla bu gücün kazanması için savaşacaksın. 
İşte, kazanmayı böyle hak edeceksin. 
Gerçek başarı, baskı altında kazanılan başarıdır. 
Şimdi ve bu koşullarda kazanırsan gerçekte kazanmış olacaksın. 
Şimdiye kadar hazır bulduğun kazanımlarla yaşadın. 
Onları neden böyle kolayca kaybettiğini de pek anlayamadın. 
Oysa hazır bulmuştun onları. 
Sen almamıştın, sana verilmişti. 
Şimdi de eğer farkına varırsan, uğrunda mücadele edebilirsen, gerçekte senin hakların olacak ve hiç kimse onları geri almaya cesaret edemeyecek. 
Şimdi, senin sınavın bu. 
Ya baskı altında başarıp kazanacaksın. 
Ya da sızıldanıp duracaksın. 
Kimsenin de umuru olmayacak. 
Kavşaktasın. Karar vereceksin...

Erdal Atabek
CUMHURİYET

‘Fırıldaklar Festivali’ne hoş geldiniz!-AHMET CEMAL

Evet, bir Fırıldaklar Festivali’ne daha hoş geldiniz! Aslında “bu yılki…” diyecektim, ama epey uzun bir zamandan bu yana Fırıldaklar Festivalleri’nin her yıl, her ay, her hafta, hatta neredeyse her gün düzenlendiği gerçeğini hatırlayınca, “bu yılki” gibi anlamsız bir sınırlama kullanmaktan vazgeçtim. Şimdi benden haklı olarak böyle bir festivali ilk kez duyduğunuzu söyleyerek açıklama isteyeceksiniz.
Anlatayım.
İlk kez duyuyorsunuz, çünkü bu festivallerin baş aktörleri kendilerini fırıldak diye nitelendirmiyorlar. Onlar, içinde yaşadıkları toplumun saygın(!) üyeleri olarak kendilerini “gazeteci”, “sanatçı” ya da en azından “aydın” diye adlandırıyorlar. Ve aslında burada “içinde yaşadıkları toplum” demek de çok yanlış. Çünkü bu fırıldaklar, gerçekte “toplumun içinde” yaşamıyorlar. Kendilerini o toplumun dışında ve genellikle de çok üstünde görüyorlar. “Toplum”, onlar için sadece bir hammadde ya da kendi kafalarındaki sürüleri “dizayn” etmek için kullandıkları bir yumuşak çamur.

Fırıldak türlerine gelince…
Fırıldak, sözlüklerde “rüzgâr gücünden enerji elde edilmesini sağlayan düzenek”, “dönen kanatları olan çocuk oyuncağı”, “bacaların tütmesini önleyen döner külahlar” gibi karşılıklarla açıklanıyor. Ha, bir de mecazi anlamları var. Bu bağlamda dilimizde “fırıldak çevirmek”, “amacına varmak için hileli yollara başvurmak” demek oluyor.
Bu yazının konusunu oluşturan fırıldaklara en uyan tanım, sonuncusu. Ve böyle fırıldaklara en çok “yandaş basın” denilen gruba giren kalem sahipleri arasında rastlanıyor. Çünkü onların gerçek misyonu, gazeteciliğin varlık nedenini ve özünü oluşturan “doğru habercilik” değil, ama haberin doğru olup olmadığına bakmaksızın belli nabızlara göre şerbet vermek.Burada sözünü ettiğim fırıldakların dönmesini sağlayan rüzgârları sermayenin ya da iktidarların zirvesindeki nabızlar üretiyor. Fırıldakların kalitesini ise bu rüzgârlara uymaktaki esneklikleri belirliyor. Bu arada özellikle belirtelim ki, rüzgârlarlar yön değiştirdiklerinde bu değişikliği anında yakalamak, fırıldaklar için yaşamsal önem taşıyor. Bu bağlamda en el üstünde tutulan fırıldaklar elbette rüzgâr değişikliklerini en çabuk fark edebilen fırıldaklar oluyor.

Fırıldaklar da aldanır…
Özellikle son on yılda ülkemiz, dünya basın tarihinin en kusursuz fırıldaklarını üreten ortamlardan birine dönüştü. Öte yandan aynı dönemde en usta fırıldakların bile kimi zaman nasıl pusulayı şaşırabileceklerinin en ilginç örnekleri de yine bu topraklarda ortaya çıktı. Bu, yalakalık alanındaki üstün yeteneklerinden de yararlanarak, küplerini tıka basa doldurmayı başaran fırıldaklarımızın kendilerini böylesi bir zenginliğin rehavetine ve bu rehavetin beraberinde getirdiği dokunulmazlık yanılsamasına kaptırmalarından kaynaklandı.
Çünkü hemen hepsine dokunuldu! Kendilerini en dokunulmaz sayan fırıldakların pek çoğu onları döndüren rüzgârların çoktan yön değiştirdiğini fark edemeyip, kanatları yolunmuş bir halde iktidar kapılarının önüne konuldular. Bu bağlamda, yüzlerine hemen mağdur maskelerini geçirip aslında ne kadar muhalif olduklarını -çoğu zaman yeni sütunlardakanıtlamaya çalıştılarsa da bunu başaramadılar.
Çünkü hemen hepsi, tarih bilincinden ve bilgisinden yoksundu. Ve bu yoksunluk, onların tarihin asla aldatılamayacağı gerçeğini de görmelerini engelledi!

Ahmet Cemal
CUMHURİYET

2 Ekim 2016 Pazar

Ne zaman muhtarları görse "kafada bir tuhaflık"-MEHMET BOZKURT

Biz “Uşi” diyoruz. İtalyanlar “Lozan” diyorlar. Uşi, İsviçre’nin Lozan kentinin bir mahallesi oluyor. Antlaşma burada imza altına alınıyor. Lozan Antlaşması ile karışmaması için biz buna Uşi Antlaşması diyoruz.
Antlaşmaların genellikle savaş sonrasında yapıldığı biliniyor ve Uşi, Trablusgarp topraklarında Osmanlı-İtalyan çatışması sonrasında imzalanan bir antlaşma (1912). Küçük bir özet geçmeye yeltenirsek şunları söyleyebiliriz: çok sayıda sorun ile boğuşan Babıali Trablusgarp’ı gözden çıkarmış ancak Enver, Mustafa Kemal, Kuşçubaşı Eşref, Çerkes Reşit gibi genç subaylar kolayına vazgeçici değil. Gizliden ve müstear adlarla çöle geçip gerilla savaşına tutuşuyorlar İtalyanlarla. Ne ki savaşın ortasında Balkanlar karışıp İstanbul bile tehlikeye girince Trablus’u terk etmek durumunda kalan gerillacılar Balkanlara geçiyorlar. Babıali antlaşma imzalıyor İtalyanlarla. Antlaşma denilmesine bakmayın esasında işgalin yolunu açıyorlar. Antlaşmaya göre Trablusgarp’a özerklik tanınırken Osmanlı, Rodos ve çevresindeki adalar ile Oniki Ada’yı Yunan işgalinden korumak için “geçici” olarak İtalyanlara terk ediyor. Güya “hülle” yapıyor Osmanlı. Gidiş o gidiş…
Aha İttihatçılar!
Değil… İttihatçıların çok toprak yitirdikleri doğru olmakla birlikte adaları ve Trablus’u kaptıran hükümet Mehmed Said Paşa hükümeti oluyor… Sonrasında imzalanan Londra Antlaşması var (1913). Bu antlaşma ile “Hülle” hülle olmaktan çıkıyor ve sahi oluyor. Adalarla birlikte Edirne ve Selanik elden çıkıyor. Antlaşmaya yeltenen ve tarihimizde “Büyük Kabine” olarak bilinen Kamil Paşa Hükümeti’ni Talat, Enver, Yakup Cemil üçlüsü Babıali’yi dalgündüz basarak deviriyor. Londra Antlaşması Mahmut Şevket kabinesi tarafından imzalanıyor. Özeti budur. 1912’de İtalya’ya “emaneten” verilen adaların kaderi Londra Antlaşması ile büyük devletlere teslim ediliyor. Bu gitti gider demektir ve gidiyor. Oniki Ada İtlaya’ya diğer Ege adaları Yunanistan’a terk ediliyor. Adaların kısa hikayesi bundan ibarettir.
Sonrasında Balkan ve Birinci Dünya Savaşı, devamında yenilgi ve Mondros (1918) var. Küçük bir hatırlatma ile devam etmek istiyorum, adalarla ilgilidir. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin (12 Ocak-18 Mart 1920) İngilizler tarafından basılıp dağıtıldığı biliniyor. Öncesi var; öncesinde Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen Misak-ı Milli var, bu bir. Misak-ı Milli’nin, Kuvvacıların meclis grubu olan Felah-ı Vatan Grubu’nun baskısıyla kabul edilmesi var, bu da iki. Bir de Osmanlı Mebusan Meclisi’nin yaptığı en hayırlı işin bu olduğuna ilişkin benim notum var bu da üç. Misak-ı Milli’nin esası şudur: Mondros Ateşkes’i imzalandığında Türk askerinin bulunduğu her yer Misak-ı Millidir. Bu noktada maalesef adaların sözü dahi edilemez. Çünkü adalar 1913’den bu yana Yunanistan ve İtalya’nın işgali altındadır. Yani adalarda, bırakın Türk askerini, ara ki Türk ahali  bulasın!
Uzayacak… Lozan’a gelelim. Musul ve Kerkük… İsmet Paşa’nın en çok boğuştuğu, bazen “sağıra yattığı" başlıklardan biri bu olmuştur. Sadece Lozan’da değil Meclis’te de büyük kavgalar patlamıştır Musul ve Kerkük için. Türk tarafı bu iki petrol yatağını bırakmak zorunda kalmıştır. Zira İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’na girme nedenlerinden biridir bu petrol sahaları ve buraları terk etmeleri için “zor” kullanılması kaçınılmazdır. Anadolu Savaşı’ndan zaferle ancak takatsiz çıkan Türkiye, ikinci bir savaşı göze alacak durumda değildir. Gayet gerçekçidir. Mustafa Kemal’den İsmet Paşa’ya, Ali Fuat’tan Fevzi Paşa ve Kazım Karabekir Paşa’ya bütün asker hatıratçıların o günkü savaş gücüne dair yazıp aktardıkları ve askeri kaynakların tespitleri; tarihçiler, Kadir Mısıroğlugiller ve reisicumhur hariç bu doğrultudadır. Buna rağmen günümüzde tartışılıyor olmasının bir sakıncası yoktur… Sonsuza kadar tartışılabilir. Tartışılsın… Sunduğunuz bütün verilere rağmen tartışma devam eder ve şuranıza kadar gelir bana soracağınız tutarsa vereceğiniz yanıt Süleyman Demirel’den ödünç, “verdiler de almadık mı?” olmalıdır.
Adalar başka… Hazır İzmir’i kurtarmışken adalara kadar uzansak denebilir miydi? Yüzerek gidilmeyecekse denemezdi. Ayrıca İstanbul, Trakya hala işgal altındayken orduyu yüzerek sayısı otuza varan adaya çıkarmanın pek akıl kârı olmadığına dair askeri erkanın almış olduğu karar, hadi bunu da sorun, madem sordunuz, söyleyelim, gayet isabetli olmuştur. Şaka bir yana, yahu bırakın gemiyi vapuru bizim kayığımız bile yoktu İzmir limanında.
Sonuna geldik sayılır… Lozan’da adalar uzun boylu tartışılmadı. İmzalanan antlaşmanın 12’inci ve 15’inci maddeleri ile adaların statüsü belirlenirken 1912 yılı esas alındı. Bu arada Türkiye Lozan masasından 1912’de kaybetmiş olduğu adalardan İmroz, Bozcaada ve Tavşan adalarını alarak kalktı.
İki ay önce, 24 Temmuz, Lozan’ın 93’üncü yıl dönümü idi. Lozan’ı selamladı reisicumhur, pek zarifti:
“Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslar arası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir. Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.”  
Güzel… Güzel de muhtarları ne yapmalı?
Reisicumhur kadınların “altın günü” gibi belirli aralıklarla biraraya geliyor muhtarlarla. Bir not düşebilir miyim; ve ben özüme eziyet etmek istediğimde bazen, muhtar oluyorum. Bu kadar. Devam ediyorum; bir hesaba göre otuz yedi bini köylerde olmak üzere elli üç bin muhtar varmış ülkemizde. Hesaba vursak ve kolaylık olsun diye de muhtarları aşağıya doğru yuvarlasak elli bin eder. Salon beş yüz kişilik olduğuna göre bu yüz seans demektir. Vur haftaya, yılda elli ikiden, hadi onu da yuvarlayalım, iki yıl eder. Aya vursak çok yıl eder. Yani muhtarlar şöyle ya da böyle yakayı kaptırmış vaziyetteler ve dinleyecekler beş yüzlük desteler halinde siyasi analizleri olmadı tarih derslerini. Tamam şimdiye kadar toplantıya katılan grupların neler çektiklerini kendi özümden tahmin edebildiğim gibi, katılacak olanların da neler çekeceklerini düşünüp, pek vicdani olmasa da elimde değil, kıs kıs gülüyorum! Bunu geçtim. Muhtarlar hangi günahlarının kefaretini ödüyorlardır kim bilir! Tamam da muhtarlar buluşmasından sonra söylediklerine bakar mısınız. Samimiyetle vah ki vah benim reisicumhurumu bu “altın günleri” ne hale getirmiş, gülsem mi yansam mı:
“… Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştı. İşte şu an Ege’yi görüyorsunuz değil mi…” Muhtarlar görmüyor tabi ama alkış tufanı kopuyor. Televizyondan izliyorum… Devam ediyor: “…Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’da verdik…”
Sizce bu söylenenler normal mi?
Sondan önceki muhtarlar buluşmasında da böyleydi. Alkışlara dayanamıyor. Ben buna “muhtar büyüsü” adını verdim… Kendinde değil gibi, bir dediği bir dediğini tutmuyor… “kafada bir tuhaflık!”

Milli Takım kaosu, gericilik ve paranın sefaleti-İsmail Sarp Aykurt

İlk zamanlarda ‘biz bitti demeden bitmez’ süreci ile başlayan ve İrlanda’nın golü ile kısa kesilen Türkiye’nin Avrupa Şampiyonası deneyimi, iddialı lafların yerini hazin bir sona terk etmişti. ‘Bitti mi’ sorusunun cevabını kimseye sormaya yeltenmemişti belki Milli Takım mağrurları, fakat kimsenin bunu Fatih Terim ve kliğine sorma gibi bir inisiyatifi de yoktu. Herhangi bir önemi de…
Ancak turnuvanın en büyük öykülerinden birisini, herhangi bir başarı elde edememesine ve belirsizlik içeren çarpık futbol oyununa karşın Türkiye yazabilmişti. Prim tartışmaları, kim ne kadar para kazanacak soruları, Burak Yılmaz’a bölüştürülmeyen 1 milyon 650 bin TL’lik prim ve bununla başlayan ‘aramızda bazı sıkıntılar yaşadık’ kavgaları gündemi belirlemişti.
Belki de bahsi geçen rakamlar, endüstriyel futbol içinde küçük rakamlardı ya da profesyoneller için devede kulaktı. Lakin yankıları büyük oldu, ülkenin ‘futbol coşkusunun’ paraya dayalı bir tür ticari işlem olduğu yeniden teyit edilmiş oldu.
Hatta, yeni üretilen formaların, geleneksel ve ‘milli’ olmadığı tartışmaları dahi, manşetlerde başa yazılıyordu.
Gericilik, amorf bir biçimsellik, para, sponsorlar, gösterişçi tüketim ve ek primler belirleyiciydi.
Liyakat, spor ya da kolektif kültürün ‘esame listesinde’ adı bulunmuyordu.

Milli Takım: Cemaat ve Tarikat gericiliğinden AKP gericiliğine
Milli takımlar teknik direktörü, bir başka ifade ile yeni nesil ‘Futbol direktörü’ Fatih Terim, milli takımın içerisine düştüğü her dönemsel krizde aktör olarak yer aldı. Bunun adı ister jeep krizi, ister prim tartışması ister vitrin hesapları vb. olsun her karmaşık durumda oyuncular değişiyor, ancak başrol değişmiyordu.
Bunun başka ek rolleri de vardı. Bu roller en az Terim kadar etkili ve belirleyici idi. Hakan Şükür, tarikatçı ve gerici rolünü iyi oynuyor, gerici örgütlenmelerini milli takıma tahvil ediyordu. Kapitalist düzene içkin dışlamacı ve dedikoducu özelliklerini daha da geliştiren Şükür, “Takımda özel hayatına dikkat etmeyen Almancı oyuncular var” diyerek bazı futbolcuları hedef tahtasına yerleştirmeyi başarıyordu. Namaz kılmayan futbolcular listeye ekleniyor, özel imamlar talep ediliyor ve dışlanma ötesi bir durum yaşayan kimi futbolcular kadroya alınmıyordu. Terim bulunduğu süre zarfında süreci ‘izleyerek’ destek atmıştı.
‘Ağır ve büyücek abiler’ işbaşındaydı…
Bunun tüm yükünü ‘kendilerinden olmayan’ teknik direktörler de çekmişti. Bu isimler, bir yandan büyük paralar kazandılar, öte yandan karanlık ve gerici ortaklıklar kurup, tahta çıktılar. Yeri geldiğinde ‘o zaman bizden iyi oyun beklemeyin’ ile başlayan tehdit süreçleri, ‘onları istemiyoruz’ baskıları ile devam etmişti.
Bu baskı ve ikrah politikası, AKP- Cemaat ilişkilenmesinde ise doruk noktasına varmıştı, biri baskı kuruyor, diğeri ise onaylayıp gönderiyordu. Belirleyici olan gericilik ve kapitalist politikalardı.
Futbolun gerici ve piyasacı egemenleri, ne zaman ihtiyaçları varsa belli adamları yedek soyunduruyor, belli adamları sahaya sürüyordu.
Bugün yaşananların geçmişle hep bir organik bağı oldu, isimler değişse de, başlıklar ve saldırılar hiç değişmedi.
Hem gerici kardeşlikleri hem de aydınlanmacı, ilerici düşünceye karşı olan nefretleri birbirinden hiç ayrılmadı.

Şükür, Arda ya da Terim: Aynı gemideki piyasacılar
Şimdilerde devam eden milli takım kadro tartışmaları ise yine aynı organik ilişkilere ve gericiliğe yaslanmış durumda. Şeref, Türk milletinin onuru, Yenikapı ruhu vb. diyaloglarının ürediği yerler ise hala aynı kanallar…
Futbol ve genel olarak spor alanı, hiç olmadığı kadar gerici bir tahakküm altında ve aynı anlama gelmek üzere hiç olmadığı kadar da aydınlanmacı, siyasi ve ideolojik müdahaleye ihtiyaç duyar halde…
Bu tartışma, kimin kadroya alındığı tartışması değil, bu aynı gemide yer alan gerici/piyasacı futbol şovmenlerinin kendi aralarında sürdürdüğü bir rol kapma keşmekeşi.
Aynı gemide bulunmanın bize bir faydası yok, aynı kişileri ısrarla tartışmanın, bencil ve paragöz adamlardan ‘iyi’ kişiler çıkarmaya çalışmanın ya da birilerini sahiplenmenin de.
Artık aynı gemide olmadığımızın, koskoca bir deniz olduğumuzun farkına varmak, bizim için büyük bir önem teşkil ediyor…

İsmail Sarp Aykurt
SOL

Devletin intiharı!--Mine G. Kırıkkanat

İHL’lerde felsefe ve mantık okutulmadığı için ne Lozan’daki gibi müzakere yapabilecek, zaten ne de fikir çatışması nedir, nasıl kazanılır hiç mi hiç bilmedikleri ona buna “kandırıldık, aldatıldık” itiraflarından belli; hayatları üç verdim, beş aldımla sınırlı ticari pazarlıktan ibaret cahillere Lozan’da kazanılan kutsal davanın önemini anlatacak değilim.
Çünkü Türkiye’yi var iken yok edenler, yoktan var etmek ne demektir, kavrayamazlar.
Onların anlayacağı basitlikte olmasını umarak, yalnızca şunu söyleyeceğim:

Aldığınız, verdiğiniz üç beş milyon paralar gibi, üç beş milyon kelleyi de bir araya toplayıp biz devlet kurduk, dersiniz. Para basar, bayrak falan da dikersiniz. Ama kurduğunuz devleti uluslararası camia resmen tanımazsa, devlet olamazsınız. Dünya bankalarından bolca kullandığınız kredileri, borçları alamaz; borsaydı, finanstı, sıcak para akışıydı falan, hava alırsınız. Biçare Filistin gibi olur, onun bunun himayesine muhtaç kalır, sadakasına avuç açarsınız, kapiş?
***
Artık yıkımı durdurmak için çok geç olmakla birlikte, Türkiye’nin nasıl çöktürüldüğünü gören ve anlayanlara doğru sözlerle bir saptama yapmak içinse, şöyle söyleyebilirim:
Lozan Antlaşması, sizlerin bildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu akti; meşruiyeti dünya tarafından resmen tanınan devlet olabilme belgesidir. Devletin kurucu aktini hezimet gibi gösterip tartışmaya açmak, meşruiyetinin inkârıdır.
Meşruiyeti bizzat yönetenler tarafından inkâr edilen bir devlet de ya intihar ediyor ya da ettiriliyor, demektir! Dünyadan ve dost ellerimizden bir kuyrukluyıldız parlaklığıyla kayıp giden Memet Baydur, Türkçenin evrensel değerde tiyatro yazarlarından biriydi. Her eseri felsefi bir çağrıydı, son piyesi ise sanki bugünler için yazılmış bir kehanet olup “Lozan” başlığını taşıyordu.
***
Tiyatroları kapatanlardan, elbette Lozan piyesini görmüş, duymuş olmaları beklenemez. Oysa Memet Baydur, onların neler yapacağını öngörmüştür yazdığı oyunda...
Müzakerelerin ilk evresinde Türk delegasyonundan Numan ve Nadiryan beylere hitaben konuşturduğu İsmet Paşa’ya şöyle söyletir:
“Yıllarca sonra içimizde bile hâlâ Sevr’i savunan şaşkınlar, ebleh hainler olduğunu görüp kederleneceğiz. Ama şimdi buradayız. Çalışalım!
 Lozan piyesinde, dekorun en önemli öğesi devasa boyutlarda bir Sevr vazosudur.
Felsefe, mantık, edebiyat, tiyatro, resim, heykel cahilleri bilmezler, ama Lozan Antlaşması’nın iptal ettiği Sevr Antlaşması’nın işgal güçleri tarafından imzalandığı Sevres, dünyada en değerli porselenlerin imal edildiği bir Fransız kentidir ve Sevr vazoları, krallık tarihleri yazmıştır.
***
Lozan’ın ilk perdesinde bir kenarda duran Sevr vazosu, oyun ilerledikçe öne çıkar. İsmet Paşa, müzakereler sırasında Sevr vazosuna sanki Türkiye’yi parçalayan antlaşmayı sarsıyormuş gibi bir şaplak atıp çıkar sahneden.
Oyunun son perdesinde, vazo sahnenin tam ortasında, bir masanın üstünde durmaktadır.
İsmet Paşa, konuşur: “Bakın çocuklar, adamlar bizim bu anlaşmanın sonuçlarınalayık olacağımıza inanmıyorlar. Savaştan çıkmış, yanmış, yıkılmış bir ülke... Kısazamanda onlara avuç açacağımızı, burada bütün kazandığımızı birkaç yıl içinde yitireceğimizi sanıyorlar. Bizi uygar değil, ilkel görüyorlar.
Bizler, herkese bunun böyle olmayacağını kanıtlayacağız!
Bundan böyle... Kolay olmayacak. Hiç kolay olmayacak ama...olacak!
Haydi gidelim beyler. Memlekette yapılacak işlerimiz var.”
***
Türk delegasyonu sahneden çıkmaya başlar. İsmet Paşa, masanın üstündeki Sevr vazosuna bu kez okkalı bir şaplak indirir. Numan ve Nadiryan yetişemeden Sevr vazosu yere düşer, paramparça olur. Müzik artar, sahne kararır ve perde iner.
Ey cahiller!
Sevr vazosu, edebiyat, felsefe, tiyatro nedir, müzakere nasıl yapılır bilmeyen ve zaten devlet temsiliyetini görgüsüz şatafat, meşruiyetini de baskı, zulüm ve zorbalık sanan sizler; Türkiye’yi savaşmadan viran, insanlarını birbirine düşman, halkını esir düşmeden hapislere tutsak ettiniz.
Siz varken düşmana ihtiyaç yok.


Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET

‘Sevr’den ‘Lozan’a-Meriç Velidedeoğlu

“T.C. Devleti”nin başındaki Cumhurbaşkanı Erdoğan, “29 Eylül” günü yaptığı bir konuşma sırasında: “1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te bizi Lozan’a razı ettiler. Birileri de bize Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı!” dedi. Yazıya, Erdoğan’ın bu konuşmasının ilk tümcesinden söz ederek başlayalım; “göstermek”le, “kabul etmek” arasında büyük bir ayrım olduğunu Erdoğan’a anımsatmak gerekirse tarihte Roma İmparatorluğu’ndan sonra ikinci büyük imparatorluk olan Osmanlı Devleti’ni paramparça edip tarihten silen “Sevr Antlaşması”nı, Osmanlı sultanı ve dünya Müslümanlarının “Halife”si “Vahdettin”in nasıl kabul ettiğine kısaca değinmek gerekir.
“Birinci Dünya Savaşı”nı kazanan “Müttefik Devletleri”nin, “Osmanlı Devleti”ni yıkıma uğratmış olan “ahlak kötülüklerinden” ve “vurgunculuktan”da -bu antlaşmanın- “koruyacağını” da vurgulamışlardır... Osmanlı Devleti’ni, adeta bir paçavraya dönüştürecek olan bu antlaşmanın imzalanması için Vahdettin, “Yıldız Sarayı”nda bir “Saltanat şûrası” toplar (22.7.1920); konuşmalardan sonra, antlaşmayı kabul edenlerin “ayağa kalkması” istenir; başta Vahdettin, ardından Sadrazam Damat Ferit Paşa -ve bir kişi dışında- herkes ayağa kalkar; “49” onay vardır; bir kişi eksiktir; o kişi ayağa kalkmayan “Rıza Paşa”dır.

Bilindiği gibi antlaşma, Fransa’nın ünlü porselenlerinin üretildiği, Paris yakınlarındaki “Sevr Porselen Fabrikası”nda imzalanır (10.8.1920). Böylece, Batı “Osmanlı Devleti”ni yok edecek belgenin imzalanmasında bile hakaretini sürdürür. Osmanlı’nın karşısında, başta İngiltere, Fransa, İtalya olmak üzere dönemin emperyalist ülkeleriyle -yeni yeni belirmeye başlayan- Doğu emperyalizminin öncüsü “Japonya”nın, dahası -bir temsilciyle olsa da- “Ermenistan”ın da içinde olduğu “on bir” devlet yer alır, “10 Ağustos 1920”de “Sevr Barış Antlaşması” imzalanır. Ne var ki, daha “Sevr” imzalanmadan, Osmanlı toprağı olan “Musul”, İngilizler tarafından işgal edilmiştir; ayrıca “İtilaf Devletleri”, “55” savaş gemisiyle -Çanakkale Savaşı’nda yüz binlerce şehit vererek korunan- “Çanakkale Boğazı”nı geçmiş, Marmara aşılarak, “Dolmabahçe Sarayı”nın önüne kadar gelip demir atmışlardı; Vahdettin, sabah kahvesini sarayının penceresinden bunları izleye izleye içiyordu...
“Sevr” ile “Yunanistan”, İstanbul’un bir ilçesi olan Büyükçekmece’ye dek gelmiş dayanmıştı; Boğazlar’ın ve Marmara’nın yönetimi, bayrağı, bütçesi olan, türlü kuruluşlara sahip küçük bir “devlet” olarak görülen “Boğazlar Komisyonu”na verilmişti; öyle ki Osmanlı Padişahi Vahdettin, Dolmabahçe Sarayı’nın rıhtımından elini suya soksa, başka bir devletin denizine daldırmış oluyordu. Ordu yok, donanma yok, denizlerimizde ulaşım hakkı yalnızca yabancı devletlere tanınmış. “Sevr” ile Anadolu’nun hangi bölümü, hangi devlete verileceği daha önce belirlendiği için “Sevr” haritasını çizmek çok kolay olur.

Yalnız, belirtilmesi gereken bir durum vardır; “19 Mayıs 1919”da “Atatürk’ün, Samsun’a çıkışı”yla başlayan “Anadolu Harekâtı” ile “23 Nisan 1920”de, Ankara’da kurulan “Ulusal Hükümet”, Sevr’i tanımadığını, “19 Ağustos 1920” günkü Meclis toplantısında açıklar. Atatürk’ün başkanlık ettiği oturumda, İstanbul’daki “Saltanat Şûrası”nda “Türkiye’nin varlığını söndüren bu zalim Antlaşma’nın, imza edilmesine karar veren ‘malûm kişilerin’ ve ‘imza edenlerin’, ‘vatan hainliği’ ile suçlanmasını, isimlerin her yerde lanetle yad edilmesinin ilan edip duyurulması” istenir. Değerli dostlar, bu çok sınırlı anımsatma bile Sevr’in Cumhurbaşkanı tarafından pervasızca söylendiği gibi, bir “göstermelik” değil, Osmanlı Devleti’nin Padişah’ın kabul ettiği ve böylece ülkenin “fiili” olarak işgal edilip parçalanması, Padişah’ın kendi sarayında bir “esir” olması değilse, başka nedir?
Osmanlı halkının, işgaller sırasında yaşadığı onca acı “göstermelik” olabilir mi? Ya onca “şehit”... Gerçi Cumhurbaşkanı Erdoğan için “şehit”ler “kelle”dir... Şehitlerimiz asla ne “kelle” ne de “göstermelik” olamazlar; Türk halkı bunu kesinlikle kabul etmez, reddeder... İnsanın yazarken bile içi titriyor... Evet, konuyu sürdürürsek, İstanbul Hükümeti her türlü ihaneti sürdüredursun; “Milli Mücadele” artık “Ulusal Kurtuluş Savaşı” olarak örgütlenip tüm Anadolu’yu kaplamış, önündeki engelleri yıkmış, aşmış; düşmanı önüne katmış yürümekte; böylece, “Ege” adım adım düşmandan temizlenmektedir.

“1922” yılının “2 Eylül” akşamı, Yunan ordusunun “Başkomutanı Trikopis” subaylarıyla birlikte esir alındığı, “barış”a gidecek yolun da başlangıcı görülür; barış görüşmeleri için “TBMM Hükümeti”, İzmir’i önerirse de, görüşmelerin “Lozan”da olacağı; “13 Kasım”da da başlayacağı duyurulur. Ne var ki, “İtilaf Devletleri” hem Ankara’ya hem de İstanbul’a çağrıda bulunma aymazlığını gösterirse de, Padişah’ın İngilizlere sığınıp kaçması, ardından Meclis’in, “Saltanat”ı kaldırılmasıyla sorun çözülür, bunun üzerine Meclis’te yapılan seçim sonunda, Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, “Başdelege” seçilir, oluşturulan bir heyetle “Lozan”a gönderilir.
“Müttefik Devletler”in başını çeken, İngiltere’nin başdelegesi de, dönemin ünlü “kurt politikacısı” denilen Dışişleri Bakan’ı Lord Curzon’dur; kendisi kadar ünlü bastonunun, toplantılarda masa üstünde yer alması doğal karşılanırdı.

Öteki ülkelerin temsilcileri de, genelde “elçilik” yapmış deneyimli politikacılardır, ama hepsi İngiliz delegesi Curzon’un peşine takılmışlardır. Yunan delegesi, Sevr Antlaşması’nı da imzalayan “Venizelos” daha ilk toplantıda, “Kuşkusuz, Yunanistan için askeri üstlerinin yüzlerce kilometre uzağında, Anadolu’nun içerisinde savaş sürdürmek bir budalalık olmuştur!” itirafını yapar. Bu “itiraf”tan söz edilince “Kıbrıs” sorununu anımsamamanın olanağı yok... Ne ki “Venizelos”, o “sıfatı” kullanmasına karşın yine de şöyle diyecektir:
“Anadolu’da neden ‘üç devlet’ kurulmasın? örneğin doğuda bir ‘Ermeni Devleti’, batıda ‘İzmir’i de içine alan bir ‘Rum Devleti’ kalan kısımda da bir ‘Türk Devleti’ pekâlâ oluşturulabilir ve yaşatılır!” İsmet Paşa, bu konuşmayı ciddiye almayıp yanıt verme gereğini bile duymaz... “İsmet İnönü”nün, Lozan’da daha ilk andan başlayarak, görüşmelerin oturacağı zemini belirlemek temel amacıydı, dolaysiyle konferansın tek taraflı değil, ikinci tarafın da varlığını, hem de eşit olarak varlığını gözler önüne koymaktı.

Görüşmeler sürecinde, İnönü bu eşitliğin korunmasına çok dikkat edecek, bozulmasında her türlü uyarıyı yapacaktır; örneğin Konferans’a takılan ad, “Doğu İşleri Konferansı” olamaz, “Lozan Konferansı” olması gerekir; konferans dili olarak, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ile birlikte Türkçeyi de kabul etmek gerekir; oluşturulan üç çalışma komisyonunun başkanları arasında Türk delege yok, birinin Türk olması gerekmez mi? Konferans Genel Sekreterliği’nin seçiminde Türkiye’den de bir aday gösterilmesi neden düşünülmüyor?
Bu bunaltıcı sorulardan, Curzon hiç hoşnut değildir; tartışma yeteneğinin üstün gücüne inanan Curzon’un canını sıkan, İsmet Paşa’nın hiç yumuşamaması, uyarıları kabul edecekmiş gibi dinleyip sonunda yine “reddetmesi”ydi. Curzon, İnönü’nün bu durumunu, Mısır’daki piramitlere benzetir; örneğin “Keops piramiti ile tartışmaya girmek herhalde bu tartışmalardan farksız olurdu!” der. Sonunda, İnönü’nün direnişlerine dayanamayan “Lord Curzon”, masadan kalkar; konferans salonundan hızla çıkıp, konferansın yapıldığı “OUCHY” şatosunu adeta uçarak terk eder; tıpkı R.T Erdoğan’ın, İsrail Cumhurbaşkanı’nın bastırması karşısında dayanamayarak, dosyalarını, kâğıtlarını toplayıp toplantıyı terk etmesi gibi...

Ve aynı Erdoğan, bugün Lozan’ı dile getirip, “O anlaşmada masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını veremediler!” diyebilmektedir. Kuşkusuz bu konuşma, iktidarın partisi “AKP”nin boğuşmak zorunda kaldığı, altından bir türlü çıkamadığı onca sorunu gündemden düşürmek için başvurduğu, bayatlamış taktiklerinden biridir. Sözü Atatürk’ün “Lozan” için söylediği, “Osmanlı tarihinde bir benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir!” ile noktalayalım.


Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

1 Ekim 2016 Cumartesi

Lozan…- Nilgün Cerrahoğlu

On beş gün önce bu köşede “Economist” de çıkan “post-gerçek siyaseti/post-truth politics” üzerinde bir araştırmadan söz etmiştim. 
Post gerçek siyaseti” ile gerçeklerin yerini algı operasyonlarının aldığı bir yeni siyaset tarzından bahsediliyor; ABD’de Trump ve İngiltere’de “Brexit”çi lider Boris Johnson başta olmak üzere, uluslararası arenanın bu tip siyasetçilerle dolduğu anlatılıyordu. 
Post gerçek üstadları” arasında bu meyanda Erdoğan ve Putin’in de adı sayılıyordu. 
Son dönemde okuduğum en çarpıcı değerlendirmelerden biri olan “Economist”in dosyasının ayrıntılarına giremeyeceğim. Mealen yazı siyasetin sağ-sol paradigmalardan çok giderek artık hep daha çok rasyonel-akılcı duruşla, usdışı-irrasyonel kesimlerin mücadelesine dönüştüğünü belirtiyor; buna somut örnek olarak da desteksiz palavralarla inşa edilen İngiltere’nin “Brexit” referandumu ile Trump’ın serbest atışlarından oluşan başkanlık sınavını işliyordu.

‘Biz ve onlar’ dinamiği 
Gerçekdışı “dediğim dedik, çaldığım düdük” savlar ortaya atan bu siyasetçilerin başvurdukları araçlar sırf “dezenformasyon”dan ibaret değildi. Farklı ülkelerin farklı şartlarda siyaset yapan bu politikacıların ortak özellikleri tüm siyasi söylemlerini “biz ve onlar” dinamiği üzerine kurmalarıydı. 
Biz halkız, biz kurbanız; onlar tuzu kuru elitler” gibi şematik, siyah-beyaz şartlanmalar ile yapılandırılan bu siyaset türünde sade “duygular” ve “önyargılar” devreye sokuluyor, “nesnel bilgi”, “veriler” tümü ile dışlanıyordu. 
Post gerçek siyasetinin” ustaları zaten bilgili seçmenleri muhatap almıyordu. “Rasyonel” kesimler, “bilgi, belgelerle”…“irrasyonel yana” meram anlatmaya kalktığında kendisini her durumda-bir deli kuyuya taş atmış on akıllı çıkartamamış hesabı- irrasyonel politikayla kuşatılmış buluyordu. 
Geçmişte siyasete “yalan” karıştığında, yalanın “gerçekle yüzleştirilmesinden” bir korku duyuluyordu. Geri planda bir “ispat” gayreti oluyordu. 
Bugün böyle bir gayrete gerek duyulmuyor çünkü somut gerçeğin ne olduğu, “post gerçek liderler” tarafından hiç kale alınmıyor. Başka deyişle gerçeğin bir değeri yok. Veriler ve tutarlılığın, bu irrasyonel siyasette yeri bulunmuyor. Bu siyasetin aktörleri konuyu bir kez “bizonlar” çerçevesine oturttu mu; akla gelen her şok/skandal önermeyi yapabiliyorlar... 
Bunu ardından Goebbelsvari bir “propaganda çarkı” işliyor. Yandaş medyalar, troller... Lidere kenetlenip yalan yanlış tezleri, modern teknolojinin imkânlarıyla sanal âlemde milyon kere tekrarlıyor. Tekerleme gibi tekrarlanan “post gerçek söylemler”sonra yalın gerçeğin yerine geçiyor...

Muhalefet boşluğu 
Lozan üzerindeki son fırtına tam işte bu “post gerçek siyasete” örnek. 
Bağırsan sesinin duyulacağı adaları Lozan’la verdik” diyor Erdoğan: “Hakkını veremedikleri anlaşmanın sıkıntısını biz yaşıyoruz”. 
Anlaşmanın hakkını veremeyenler”... “Onlar” yani “Kemalistler”. 
Sıkıntıyı yaşayanlar... “Biz / Reisçiler!” 
Bu kaçıncı “bizonlar” polemiğine şimdi siyaset bilimcileri, yazarlar, diplomatlar, muhalefet laf yetiştirmeye çalışıyor. 
İnönü’nün torunu Gülsüm Bilgehan, Erdoğan’ı “belgelere dayalı gerçek bir tarih kitabı okumaya davet” ediyor.

Baskın Oran tarihçe anlatıp, “Adalar Lozan’da değil 1913’te kaybedildi!” diyor. 
Yazar Taha Akyol konu sanki “tarih bilgisi” imişçesine “Cumhurbaşkanı yanlış bilgilendirilmiş” girizgâhları yapıyor... 

Eski Büyükelçiler Churchill’in Lozan zaferi için söylediklerini hatırlatıyor vs... 
Bu nesnel argümanların “post gerçek” siyasette ne yazık ki hiçbir karşılığı yok. 
Türkiye’de “cumhuriyetçi kesim”, bu gerçekleri zaten biliyor ve teslim ediyor. Bilmeyenler/bilmezden gelenler ise “onlar”. 
Onlar”la, güçlü bir muhalefet lideri olmaksızın iletişim kurmak imkânsız. 

ABD de -misal- hiç olmazsa Clinton başkanlık yarışında milyonların izlediği tartışma programında çıkıp “post gerçekçi” Trump’ın yüzüne gerçekleri haykırabiliyor. 
Türkiye’de Lozan gerçeğini Erdoğan’ın yüzüne eşit koşullarda haykırabilecek bir lider var mı? Tüm mesele burada.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Dışı Jön Türk içi Osmanlı!- ORHAN GÖKDEMİR

RedHack Milli Damat Berat Albayrak’ın elektronik postalarını ele geçirdi ve bir kısmını yayınladı. Postalardan iktidarın gazetecilerle tuhaf ilişkileri ortaya saçıldı. Bunların içinde güya muhalif Nuray Mert, Ahmet Hakan, Ruşen Çakır gibi şahsiyetler var. Postaların söylediği şu; muhalifi yandaşı, ortalıkta kim varsa bir şekilde hükumetle bağ kurmuş, brifing vermiş, himmet dilenmiş. E bu şartlarda iktidarın himmeti olmadan nasıl “gazetecilik” yapacaksın ki?

Deniz Zeyrek ile ilgili yazışmalar bunun en güzel örneği. Doğan Gurubu içindeki iktidar yanlısı klik Hürriyet Ankara Temsilcisi Deniz Zeyrek’in önünü kesmeye çalışıyor. Deniz Zeyrek de buna yine iktidardan aldığı destekle direniyor. Yani müthiş bir iktidara tutunma hikâyesi.

Ama asıl önemlisi, iktidar için asıl sorunun muhalifler değil, içlerindeki yandaş gazeteciler olduğunun ortaya çıkması. Her biri adeta saatleri ayarsız birer saatli bomba. Nerede ve kime patlayacağı bilinmez bir şekilde ortalıkta dolaşıp duruyorlar.

Cumhurbaşkanı başdanışmanı Mustafa Varank’ın, gazeteci kökenli diğer başdanışman Yiğit Bulut hakkında yazdıkları da işte bu kalemden. Varank, Berat Albayrak'a gönderdiği e-postada Yiğit Bulut için; "Adam saatli bomba. Ekran yasağı gelmeli” diyor. Bu haberlerin tartışıldığı günlerde Yiğit Bulut’u Türkiye’nin kredi notunu düşüren iki kredi derecelendirme kuruluşunu havuz kanallarından birinde ekrandan azarlarken gördüm. Gerçekten harcıâlem bir saatli bombadan söz ediyoruz. Varank yakınmakta pek haklı…

Önceki gün olağan bir muhtarlar toplantısında ortaya atılan Lozan tartışmasının esin kaynağının da yine bir iktidar yandaşı yazar olduğu ileri sürüldü. Sözünü ettiğimiz yazar Kadir Mısırlıoğlu. Başında fesle dolaşan, Mustafa Kemal düşmanı, hilafet yanlısı, Osmanlıcı bir tuhaf âdem. Lozan’ın zafer değil bir hezimet olduğu yönündeki tezi tarihe en büyük katkısı. Yalnız fesin ilk kılık kıyafet devriminin sembolü olduğunun farkında değil henüz. Laik bir kıyafettir fes, yönünü Batıya dönmüş Osmanlı aydınının kıyafetidir.

İktidarın “aydın” desteğinin ne kadar derme çatma olduğunun sıradan belirtileri bunlar. Egoları pek güçle ve ışıkları pek az. Başında fesle dolaşan ve Lozan’ın hezimet olduğunu söyleyen biri bir Batılı için bile oldukça fantastik bir doğu figürüdür. Taa okyanus ötesindeki kuruluşlara, TRT’den ayar vermeye çalışan birini ise hiçbir ölçüye sığdıramıyorum. O kesinlikle sui generistir.

***
Perşembe günü Çağlayan Adliyesindeydik. Sabah Enver Aysever’in yargılandığı davanın karar duruşması vardı. Enver, Kabataş yalanına ortak olan iktidar yanlısı gazetecilere “yalancı” diyerek ağır bir suç işledi. Halime Gökçe bu suçu yargıya taşıdı, çünkü bu yolla kendine de hakaret edildiği iddiasındaydı. Enver’in son sözü “yalancıya yalancı denir” oldu. Bunun üzerine şikâyetçinin avukatı söz alarak Enver’in dava konusu olan suçu mahkeme önünde tekrarladığını söyledi. Ona göre yalancıya yalancı demek suçtu. Ancak, hâkim yalancıya yalancı demenin suç olmadığına karar verdi, Enver beraat etti.

Arada Orhan Aydın’la sohbet ettik. Cebinden bir tomar mahkeme celbi çıkardı. Hepsi iktidar yanlısı değerli şahsiyetlerin şikâyeti üzerine açılmış davalar, soruşturmalar…
Öğleden sonra Avukat Özgür Murat Büyük ile basın savcılığının kapısını çaldık. Kapılarına Ohal gereğince kilit vurulan Hayatın Sesi TV’den arkadaşlar bizden önce gelmişler, kalabalık bir gurup olarak bekliyorlardı. Rica ettik, öne geçtik. Bizimki onlarınki gibi kalabalık bir suç değil, iki kelimelik. Nurettin Yıldırım’a “pedofil” dediğimiz için ifade vereceğiz.

Girdik odaya, görevli savcı “ne diyorsun” dedi. “Pedofil diyorum” dedim. Ne diyeyim? Pedofili, psikoseksüel bir hastalık. Ergen veya henüz ergen olmamış çocuklara cinsel yönelim demek. Ama pek saygıdeğer beyefendi, 5-6 yaşındaki kız çocuklarına evlenebilir fetvası veriyor. Cinsiyeti henüz şekillenmemiş bebelerden söz ediyoruz yani. Şüyuu vukuundan beter, konuşulması yapılmasından daha berbat bir durum bu.
Avukat Özgür Murat Büyük’le bu ikinci adliye seferimiz. Birincisinin kahramanı Ahmet Mahmut Ünlü, nam-ı diğer Cübbeli Ahmet Hoca. Adının sanın yer almadığı bir twitter paylaşımından dolayı kendisine hakaret ettiğimiz kanısına varmış, şikâyetçi olmuş. Olaya kendisini dâhil etmesinin tek nedeni cümle içinde “cübbeli” kelimesinin geçmesi. Savcılık da bu şikâyeti kayda değer bulmuş. Bilmem, küçük bir araştırma yaptım kimdir-necidir diye. Tuhaf, o da Kadir Mısırlıoğlu gibi fes giymeyi seviyor. Dışarıdan baksan hepsini hevesli birer Jön Türk sanabilirsin!

***
Hem okuyarak, hem davalar vesilesiyle yüzgöz olarak iktidarın aydın desteğinin ne kadar renkli olduğuna bizzat şahit oluyoruz. Gerçi liberal cenahın bertaraf edilmesiyle bilgi-görgü zafiyeti oluşmuş bir parça ama bunu 15 Temmuz’dan sonra baş gösteren özgüven patlamasıyla telafi etmişler. Yalnız pek alınganlar. Her yerde yazabilmelerine, bütün ekranlara çıkabilmelerine, ekstra olanaklara sahip olmalarına rağmen her eleştiriyi mahkemeye taşıyarak muhataplarına gözdağı vermeye meyilliler. Bence bunda mahkemelerin de idarenin bir parçası olduğuna yönelik geliştirdikleri güçlü inanç etkili. Hep kazanacaklarını ve hiç kaybetmeyeceklerini düşünüyorlar.
Hâlbuki bunun böyle olmayacağını çok güçlü bir biçimde gösteren günlerden geçiyoruz. Cemaatin kudretli, burnundan kıl aldırmayan aydın tayfası içeride gün sayıyor mesela. İtirafçı olmalarına bile izin verilmedi üstelik. Her biri birer çuval patates gibi kulaklarından tutulup içeri tıkıldı. Arkasından ağlayan bir kişi yok.

***
Ergenekon ve Balyoz türü davalar eski düzeni tasfiye etmenin yanında, iddianameler ile yeni bir resmi tarih yazma girişimiydi. Esası laikliğe ve cumhuriyete karşı duyulan sınırsız öfke ve kindi. Bu davaların iddianamelerinin ruhu budur.

O davalarla birlikte yeni bir resmi tarih oluşturma girişimi de çöktü. Bu girişime lojistik destek sağlayan liberal cemaat paramparça oldu. Ayakta kalanlar sığınmak için yeni bir güç odağı aramakla meşgul. Nuray Mert bunun en temsili örneği.

Şimdi iktidar 15 Temmuz sonrası elde kalanlarla bir yeni tarih oluşturmaya, yazmaya çalışıyor. “Aydın” dememiz sözün gelimi. Hangi kalıba giriyorlarsa, elde kalanlar bu yazıda adı geçenler işte. Yakın tarihte gördüğümüz en komik ve en dramatik girişim bu. Ne tarihi, bu kadroyla üçüncü sınıf bir komedi filmi senaryosu bile yazamazsınız.

Aydın yetmezliği iktidarlar için öldürücü bir hastalıktır. Şimdiden geçmiş olsun!

Orhan Gökdemir
SOL

30 Eylül 2016 Cuma

Her durumda patronlar kazanıyorsa…- ALPASLAN SAVAŞ

Patron bu, eşeği hep sağlam kazığa bağlamak ister.
Kârını riske atan babası olsa tanımaz.

Öte yandan kârını garanti eden kim olursa onunla aynı kaptan yemekten geri durmaz.
Şu sıralar hükümetle sermaye arasındaki ilişki hilafsız böyle yürüyor. Başında bin belayla AKP, patronların canını sıkacak onca gelişmeyi elinde ne varsa onların hizmetine sunarak dengelemeye çalışıyor. Patronlar da kendisine sunulanı asla geri çevirmiyor.
Geri çevirmiyor ama başkalarıyla birlikte yemek yenecek başka kaplar olduğu da sır olmasa gerek. Darbe gecesi “üretimi durduralım mı Sayın Valim?” diye telefona sarılan genel müdürün, darbe girişimi başarılı olsaydı İl Jandarma Komutanlığı’nı arayıp “sokağa çıkma yasağına uyup tüm vardiyaları iptal ettik komutanım” diyeceğinden kimsenin şüphe duyacağını sanmıyorum.

Sermaye ile siyasi temsilcisi arasındaki ilişkide makbul olan sadakat değil, çıkarcılıktır.
Bu olayı “genel müdürün işgüzarlığı” diye düşünen varsa, o zaman Aydın Doğan ile Erdoğan’ın ilişkisine bakmalı. AKP’nin POAŞ’ı Doğan’a neredeyse bedava vermesiyle, Erdoğan’la ipler gerildikten sonra kendisine 4,8 milyar lira vergi borcu çıkması arasında herhangi bir tutarsızlık bulunmuyor. Aynı Aydın Doğan’ın, darbe girişimi sonrasında Erdoğan’ı sermaye sınıfı adına yönetme misyonuyla hareket etmesi de bu sürekliliğin parçası.

Türkiye’de bugüne kadar hangi darbe girişimi sermaye sınıfını karşısına alarak gerçekleşti ki? Ya da hangi darbenin tasfiye ettiği burjuva siyasetçisi sermaye ile kapışmıştı? En fazlası hizmette edilen kusurdur.
Sermayenin sağlam kazık arayışı sadece siyasi temsiliyetle sınırlı değil. Eşek bir de sömürünün merkezinde, işyerlerinde sağlam bağlanmalıdır. Sömürünün sürekliliği her şeyden önce gerçekleştiği yerde güvenceye alınmalıdır.
İşte o genel müdürün fabrikasındaki işçi, montaj bandı önünden geçip gidinceye kadar her tarafından ter damlayarak arabanın kapısını yerine takacak ki, taş çatlasın dört ikramiye dahil 2500 lirayı hak edebilsin! Azıcık temposunu yükseltip on saniye kazanacak ki, birkaç adım ötesindeki sebile koşarak bir bardak su içebilsin, sonra kalan tüm zamanını üretim için kullanabilsin. Patronun aradığı süreklilik tam da budur, o bandın ucundan her 57 saniyede bir otomobil çıkmasıdır.

İşçinin biat etmesi işte bu yüzden istenir. Biat, kimi zaman şükürle kimi zaman milliyetçilikle, bir bakmışsın üzerinde önlük ustabaşı, bir bakmışsın boynunda kravat sendikacı kılığında kapıya bağlı bir bekçi köpeğiyle sağlanır.

Sonuç?
Sonuçta hep patronlar kazanıyor. Memlekette darbe oluyor patronlar kazanıyor. Darbe başarısız oluyor yine patronlar kazanıyor. Onlar kazandıkça emekçiler kaybediyor.
AKP ülkeyi felaketin eşiğine getirdi, Erdoğan’ın ihtirasları kontrolden çıktı… Hepsi tamam.
Peki ya patronlar?

En derin kaosta bile hep kazanıp hiç ortalıkta görünmemek…
Bu işte bir terslik yok mu?
Onlarla mücadele etmeden AKP ile mücadele edilemez.
Patronların partisiyle mücadele patronlarla mücadele edilmeden yapılamaz.

Alpaslan Savaş
SOL