11 Ekim 2016 Salı

Herkese ücretsiz, fakat hangi sağlık hizmeti? - AKİF AKALIN/ SOL

Tarihte egemen sınıfların tıbbı ve sağlığı kendi hizmetine koşmasıyla birlikte sağlık hizmetleri emekçiler için giderek erişilemez hale geldi. Emekçiler ve yoksullar binlerce yıl sağlık hizmetlerine erişebilmek için geleneksel iyileştiricilere, din kurumlarına mahkum edildi, çoğu kez şarlatanların eline düştü. Emekçilerin “ücretsiz sağlık” talebi halk şarkılarında dillendirildi, masallara konu oldu, ütopyalarda tartışıldı.

On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde sermayenin, Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi, hekimlik mesleğinin başındaki kutsal haleyi de alarak sağlık hizmetini ticaretin konusu haline getirmesiyle birlikte, geleneksel olarak yoksullara sağlık hizmeti sunan kiliseler ve yardım kuruluşları da giderek artan hizmet talebini karşılayamaz duruma düştüler. 
“Ücretsiz sağlık” talebi ilk kez 1848 Ayaklanmaları sonrasında sosyalistlerin programlarında yer aldı. Sosyalistler ilk kez Paris’te iktidara geldiklerinde toplumun ücretsiz sağlık talebine yanıt vermeye çalışsalar da, ücretsiz sağlık Ekim Devrimi ile tam olarak yaşama geçirildi.

FAKAT HANGİ SAĞLIK HİZMETİ?
Sosyalistlerin talep ettiği sağlık hizmeti, “farklı” bir sağlık hizmetiydi. Bunu ilk kez toplumcu tıbbın kurucularından Rudolf Virchow, “Yukarı Silezya Tifüs Salgını Raporu” başlıklı çalışmasında ifade etti. Sosyalistlerin talep ettiği sağlık hizmeti “önleyiciliğe” vurgu yapan, insanı biyolojiye indirgemeyen, insanı sosyal, ekonomik, fiziksel çevresi içinde değerlendiren bir sağlık hizmetiydi. Sovyetler Birliği’nin ilk Sağlık Bakanı Semaşko’nun “işçilerin sağlığı, işçilerin elinde olmalıdır” şeklinde tarif ettiği, bireyin edilgen bir alıcı olmadığı bir sağlık hizmeti, toplumcu sağlık hizmeti.

Toplumcu sağlık hizmeti, yalnızca hastalara sunulan bir hizmet değildi. Bütün insanlara, ana rahmine düştükleri andan mezara kadar, sağlıklı veya hasta olup olmadıklarına bakılmaksızın, sürekli ve düzenli olarak sunulan bir hizmet. İnsanların hastalıklarını tedavi etmeye değil, hastalanmalarını önlemeye “öncelik” veren bir hizmet. Sağlığın toplumsal belirleyicileri olan barınma, beslenme, eğitim gibi sosyal hizmetleri de kapsayan, bunları tıbbi hizmetlerle “bütünleştiren” bir sağlık hizmeti.
Sosyalistler Virchow’dan beri “toplumcu” sağlık hizmetinin herkese eşit ve ücretsiz sunulmasını istiyorlardı. Kapitalist ülkelerde sağlık hizmeti adı altında sunulan “bireyci” hizmetin değil!

TÜRKİYE’DE SOSYALİSTLER SAĞLIK HİZMETİNİ NASIL ANLADI?
Türkiye’de sosyalist partilerin programlarına bakıldığında, Osmanlı döneminde dahi meseleyi çok doğru kavradıkları görülür. Coğrafyamızdaki ilk sosyalist parti olarak kabul edebileceğimiz, 1910 yılında kurulmuş olan Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın Paris Şubesi’nin Islahat Programı’nda, “halk sağlığını koruyacak yasal düzenlemeler” önerilmiştir. Osmanlı Sosyalist Fırkası’ndan beri Türkiye’de örgütlenmiş sosyalist partiler, “herkese eşit ücretsiz sağlık” talep ederken, bunun “toplumcu” bir sağlık hizmeti olduğunu da tanımlamayı ihmal etmemişlerdir.

Ancak “pratiğe” baktığımızda Türkiye’de sosyalistlerin toplumun sağlık hakkının savunulması görevini geleneksel olarak sağlık alanında örgütlü meslek odaları ve sendikalara bırakmış olduklarını görürüz. Sosyalist partiler genellikle sağlık alanında örgütlü meslek odaları ve sendikaların mücadelesini desteklemekle yetinmiş, bir bakıma konuyu “uzmanlara” havale etmeyi tercih etmişlerdir.

Meslek odaları ve sendikalar da, söylemlerinde sağlıkta “önleyici” hizmetlere ağılık verilmesi gerektiğine yer verseler de, mücadelelerinde ağırlıklı olarak “herkese eşit, ücretsiz sağlık” sloganında somutlaşan, sağlık hizmetlerine “erişim hakkını” öne çıkartmışlardır. Zaman içinde, ideolojik mücadelenin gerilemesinin de etkisiyle, “erişim hakkı” iyice öne çıkmış, talep edilen sağlık hizmetinin “niteliği” gölgede kalmıştır. Bu durum birçok sosyalistin, “mevcut” sağlık hizmetlerine erişim mücadelesinin “sağlık hakkı” mücadelesi olduğu yanılsamasına düşmesine yol açmıştır.

SAĞLIK HİZMETİNİN ÜCRETSİZ OLMASI YETERLİ Mİ?
Kapitalist ülkeler İkinci Paylaşım Savaşı’na kadar emekçilere ücretsiz sağlık hizmeti sunmayı reddetmişlerdir. Bunun yerine kamusal veya özel sigortacılığı teşvik etmişler, emekçilere ödedikleri primler karşılığında hizmet sunmuşlardır. Bu ülkelerde varsıllar bedelini ödeyerek diledikleri sağlık hizmetini istedikleri kadar satın alabilirken, emekçiler sigorta paketleriyle sınırlı hizmetlere mahkum edilmiştir. Daha fazlasını isteyen veya gereksinimi olan, elini cebine atmak zorunda kalmıştır.

İkinci Paylaşım Savaşı’nda kapitalist dünyanın cephelerde Sovyet askerleriyle tanışma fırsatı bulan emekçileri, Sovyetler Birliği’nde sağlık hizmetlerinin devlet tarafından herkese eşit ve ücretsiz olarak sağlandığını öğrenmiş ve ülkelerine döndüklerinde sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim hakkı talep etmişlerdir.
  
Avrupa’da başta İngiltere olmak üzere işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi yüksek kapitalist ülkelerde sağlık hizmetleri sosyalist ülkelerde olduğu gibi sosyalleştirilmiş ve devlet tarafından sunulmaya başlamıştır. ABD gibi işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi göreli düşük kapitalist ülkelerde ise devlet yalnızca prim ödeme gücü olmayan en yoksulların sağlık hizmetlerini üstlenmek zorunda kalmıştır.

Türkiye’de de 1960’larda sağlık hizmetleri sosyalleştirilmek istenmiş, ilk birkaç yılda oldukça başarılı sonuçlar alınmasına karşın, 1970’li yıllarda yozlaştırılmış ve rafa kaldırılmış, 1980’lerde tamamen son verilmiştir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi tarihsel olarak emekçilerin gözünde sağlık alanındaki en büyük sorun, sağlık hizmetine “erişim” sorunudur. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında dünyanın büyük bir bölümünde sağlık hizmetlerine erişim sorunu şu veya bu ölçüde çözülmüş, fakat insanların sağlık sorunları azalmadığı gibi artmıştır. Sosyalleştirme uygulaması, sosyalist ülkelerde elde ettiği başarıyı kapitalist ülkelerde yineleyememiş, toplumun sağlık hizmetlerine erişimleri önündeki engellerin kaldırılması toplumları daha sağlıklı kılmamıştır.
Bunun nedeni kapitalist ülkelerdeki “bireyci” sağlık anlayışıdır. Sağlık sorunları “topluma” yönelik önleyici tedbirler alınarak çözülmek yerine, hastalanan bireyler tek tek iyileştirilmeye çalışılarak “çözülmek” istenmektedir. Sağlık hizmetleri buna göre örgütlenmiş, hekimler buna göre eğitilmiş, insanların sağlık hizmetinden beklentileri buna göre şekillendirilmiştir. Toplumun da “bireyci” hizmetlere ücretsiz erişimi sağlanmıştır. Oysa bu yaklaşımla hiçbir sağlık sorunu çözülemez, aksine daha da artar. O halde sağlık hizmetine ücretsiz erişim, sağlık sorunlarının çözümü için gerekli, fakat asla yeterli değildir.

SAĞLIK HAKKI MÜCADELESİNDE SOSYALİST TUTUM
Sosyalistler elbette Virchow’dan beri savunulan “herkese eşit, ücretsiz sağlık” talebini yükseltmeye devam etmelidir, fakat “nasıl” bir sağlık hizmeti olduğunu belirtmeyi ihmal etmeden!

Sağlık hakkı mücadelesinde sosyalist tutum aynı zamanda mevcut “bireyci” sağlık hizmetlerinin kapsamlı bir eleştirisini de içerir. Mevcut sağlık hizmetlerinin, bu hizmetlere ücretsiz erişim sağlansa bile sağlık sorunlarına ilaç olamayacağının, aksine bireyci sağlık hizmetinin bizzat kendisinin bir sağlık sorunu olduğunun altı çizilmelidir.  
Ancak bu noktada iki büyük handikap vardır: birincisi mevcut sağlık hizmetleri eleştirilirken, “bilimsel tıbbı” eleştirenlerin yanına düşme tehlikesi, ikincisi sağlıkçı dostlarımızın kendi gündelik pratiklerini eleştirmekte zorlanabilecek olmaları.

Özellikle son yıllarda post-modernist “kuramlar”, tıpta “gericilikle” kol kola girmiş, toplum içinde bilimsel tıbba “alternatifler” üretmeye başlamıştır. Sosyalistlerin toplumun sağlığını karlarını arttırabilmek için tehlikeye atan tıbbi – sanayi kompleksin pratiklerine (aşırı teşhis, tıbbileştirme, ilaçsallaştırma vb) eleştirileri her türden “alternatif” tıpçılar tarafından, kendi amaçları doğrultusunda kullanılmaktadır. Bu nedenle sosyalistlerin bu alanda “ikili” bir mücadeleyi, eşzamanlı olarak yürütmeleri ve tıbbi – sanayi kompleksin uygulamalarını eleştirirken, “alternatif” tıp adı altındaki şarlatanlıkları da teşhiri ihmal etmemeleri gerekir.
Diğer yandan özellikle “sağlıkçı” dostlarımızın sağlıkta sosyalist tutumu savunurken “inandırıcı” olabilmek için mesleki pratiklerini gözden geçirmelerine gereksinim vardır. Gündelik pratiğinde “bireyci” tıp uygularken, insanlara “toplumcu” tıp anlatabilmek gerçekten çok zordur. Bu zorluğun üstesinden gelebilmek için özellikle ideolojik mücadeleye daha fazla ağırlık verilmesi ve sağlık meslek örgütleri ile sağlık alanında örgütlü sendikalar içinde sosyalist propagandanın güçlendirilmesi gereklidir.

Kapitalizmin 2008 krizini atlatabilmek bir yana, her yıl daha da ağırlaşan yeni krizlerle derin bir girdaba girdiği sır değildir. Kapitalizm bu girdap içinde çırpındıkça batmakta, günü kurtarabilmek için insanların geleceklerini çalmakta, hatta dünyanın sonunu getirebilecek girişimlerden dahi kaçınmamaktadır.

Manevra alanı giderek daralan kapitalizm, karlarını koruyabilmek için “küresel” ölçekte başta sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere bütün sosyal alanlardan devleti hızla çekmekte, devleti “aslına”, salt ordu ve bürokrasiye yada “güvenliğe” sınırlamakta ve emekçileri yeniden on dokuzuncu yüzyıl barbarlığına mahkum etmektedir. Bu durum burjuva demokrasisinin meşruiyetini de aşındırmaktadır.

O halde emekçilerin önümüzdeki dönemde yeniden 1848’deki, 1871’deki ve 1917’deki talepleriyle meydanlarda olacağını görmek için kahin olmak gerekmez. Bu nedenle sosyalist partilerin de artık sağlık alanındaki mücadelede “geride” durmayı bırakmaları ve meslek örgütleri ile sendikalara verdikleri “vekaleti” gözden geçirmeleri, sağlık hakkı mücadelesini “bizzat” yürütmeye başlamaları zamanı gelmiştir. Aksi halde sağlık alanında yükselebilecek toplumsal muhalefet ya liberal eğilimler elinde yozlaştırılacak ya da dar mesleki çıkarlar uğruna feda edilecektir.  

AKİF AKALIN/SOL

Sandıktan ‘proje iktidarlar’ krizi...- ŞÜKRAN SONER

ABD başkanlık seçimine ay kala, yeni dünya düzeni sömürü çarklarının işleyişi jandarmalığında; hâlâ liderliğini ayakta tutması beklenen süper gücünün İktidar erklerinin yürütülebilmesi adına, medyatik, etkin siyasi ataklar peş peşe sahneye konuluyor.. Finale kalabileceğine bile şans tanınmayan, dünya çapında verebileceği zararlar kadar ülke için toplumsal dengeleri derin çatışmacılığa sürüklemesinden kaygı duyulan Trump’ın seçilememesi yolunda ABD’nin, rejiminin güvencesi sayılan kurumları, sivil örgütlenmelerinin, göreceli sol demokratik, sanatçı çıkışlarının boşa çıkması, ana akım medyasının güçlü kampanyalarının yetmeyeceği gerçeği panik atak etkisi yaratmışa benziyor.. 

İki adayın ikinci buluşmasının sonuçlarının da Clinton’un şansının yükseldiğini göstermesi yeterli güvence sayılamıyor. ABD seçimlerinde örneği görülmemiş biçimde kendi partisinin etkin siyasi liderleriyle de aleyhte kampanyalara, yıllardır vergilerini ödemediğinin şimdi kullanılması gibi seçmeni sarsacak kampanyalarla rejimin geleceği adına “kötünün iyisi” kabul edilen Clinton’un liderliği projesinin güvencesinin sağlanması yolunda yürünüyor. Olmadı Cumhuriyetçilerin son dakika operasyonu ile aday değiştirmesinden bile söz açılıyor. 
Trump’ın Cumhuriyetçilerin adayı olarak ABD İktidarları için bugüne kadar tehdit olarak algılanmayan her türden alt kimlik, ırk, din ayırımcılıkları, göçmen sorunları, ötekileştirme, yabancı düşmanlığı üzerinden elde etiği seçim kampanyası başarıları.. İnsanlığı, dünyayı, sandık oyunları başarılarına odaklanmış demokratik rejimlerin gelecekleri için fazlasıyla ürkütüyor.. Laf aramızda; “ABD’nin 11 Eylül’ü terör travması ile üretilmiş Bush projesinden, terörle savaşı kendi topraklarında yapma, yoksul güney dünyasına demokrasi ihracı..” tezlerinde uyanmak, paniğe kapılmak gerekiyordu. ABD’nin kendi iç denetim çarkları içinde, Obama projesi ile alternatif üretilmesi, dünyaya pazarlanması ile zaman kazanıldı..
***
Yoksul güney dünyasını diktatörlüklerden kurtarma adına, ırklar, dinler, mezhepler üzerinden iç savaşlar bataklığına sürükleme, seçim sandığının kullanıldığı çağın yeni otoriter rejimlerinin, diktatörlüklerinin yaratılmasına yol açan gelişmeler, yaşanan sıcak siyasal çatışmaların içinde atlandı.. Sovyetler’in, Çin’in diktatör ama ideolojide emekten yana paylaşımcı, Marksizmden esinlenmiş yönetim modellerinin içinden çıkan yeni otoriter devletler, rejimlerin sandığı getirmiş gibi vitrinleri, insan hakları, demokrasi, yeni otoriterleşme düzenleri, hele de paylaşımda götürdükleri algılanamadı.
 
Uluslararası küreselleşen çok uluslu şirket çıkarları adına en çok da dünya çapında milyarlarla emekçi, işçi sınıfı için kutsanan serbest rekabet adına sosyal damping kutsandı. Uluslararası insan hakları, hukuk devleti düzeni, ILO çalışma sözleşmeleri, sosyal devletin vazgeçilmezleri sendikal haklar, insandan, emekten yana tüm demokratik güç odağı örgütlenmelerin tüketilmesine önce yoksul güney sonra da zengin kuzey dünyasında seyirci kalındı.. Almanya’da Nazi kökenli büyük tersane işvereninin Türkiye’den alınmış ucuz işçilere, “sendikayı ne yapacaksınız size cami verelim..” önerisi alkışlandı. Çin, Rusya, İran, Pakistan, Hindistan, Güney Kore, Tayvan.. yeniden sanayileşmeler ile güçlenen ekonomileri de içinde, akıl almaz emek sömürüsü, sosyal damping kutsandı. Daha 1970-80’li yıllarda dünyanın güçlü sermayelerinin yeni dev sorununun, kutsanan serbest rekabet adına, dibe indirilen işçi çalışma yaşam koşullarında rüşvete ödenen payların, hem de DünyaBANKASI verileri ile işçiliğin 7.5 katına çıkmış olması umursanmadı. 

Yoksul güney dünyasını paramparça ırklar, dinler, mezhepler üzerinden kanlı iç savaşlar bataklığına çeken ötekileştirmeler, önceleri zengin kuzeyin eliyle yoksul güneyi dağıtmaya yönelik desteklenen terör örgütlenmelerinin güçlenerek tersine tepen silahlara dönüşmesini getirdi.. Kuralsız düzenin kuralsız savaşlarında zengin kuzey dünyası düzenlerini de ister otoriter, ister demokratik rejimler vitrinlerinde tehdit eden terör örgütlenmeleri, en altta kalanların patlamaları refleksinde pıtrak gibi üreyip dünyaya yayıldılar.. Şimdilerde arapsaçı sorunların çözüm arayışlarında, evrensel insan hakları, hukuk devleti düzenleri, demokrasi arayışları.. sil baştan yaşamsal değerlerde..

Şükran Soner
CUMHURİYET

Ulusallık, Atatürk ve sol üçgenindeki adam- EROL MANİSALI

Attilâ İlhan’ı 2005’te kaybettik. O Atatürkçülük, sol ve ulusallığı Türk kültürü hamurunda birleştiren bir düşünür ve şairdi. Yıldönümünde onu hasretle anıyoruz. 

Acaba 2016 Türkiye’sini yaşasa ne derdi? “Hangi”lerle başlayan o ünlü cümlelerinde olduğu gibi; Hangi Atatürk mü? Hangi demokrasi mi? Hangi cemaat mi ya da hangi Erdoğan mı? 
Ama o, emperyalizm için “hangi” sorusunu kesinlikle sormazdı; “Batı cephesinde yeni bir şey yok” der geçerdi, Paris hayranlığına karşın eleştirilerini sürdürürdü.
 
Aramızda 20 yılı aşkın süren sohbetlerde siyaset, kültür, ekonomi, sanat konuşmadığımız, tartışmadığımız alan kalmadı. Doğan Hızlan’ın ta 4 Ağustos 2001’de Hürriyet’teki köşesinde yazdığı gibi, sadece “Opera” meselesi değildi: Osmanlıcılıktan Köy Enstitülerine kadar uzanan derinlikler de vardı.
 
Attilâ İlhan’la sohbetlerimizi içeren dört kitap yazdım; Attilâ İlhan’la 1000 Saat,DüşüncelerAttilâ İlhan’la Siyaset Güncesi ve Attilâ İlhan’la Hayatın İçinden
İlk üçü hayattayken, sonuncusu vefatından sonra çıktı. “Midas’ın Kulakları”nda olduğu gibi Attilâ İlhan başkalarıyla tartışmadığı birçok düşüncesini benimle tartışırdı. Birbirimize haykırırcasına konuşurduk.(*) 
Attilâ İlhan Türkiye’deki en açık sözlü düşünürlerden biri olmasına karşın ketum, “araya mesafe koyan” bir yapıdaydı. Başkalarına söylemekten çekindiği düşüncelerini bana söylerdi. 
Kendisine, “Aramızdaki sohbetlerin yazılması, kamuoyuna aktarılması gerektiğine inanıyorum, sen mi yazmak istersin, yoksa bana mı bırakırsın” dediğimde, “Erol sen yaz, benden gençsin, senin aklında kalanlar daha fazladır” yanıtını verdi. Sevinmedim desem yalan olur.

Üçgenin karmaşası
 
1990’lı yıllardan 2005’e kadar konuştuk, tartıştık, sohbet ettik. Tartışmadığımız fikir, olay, insan kalmadı diyebilirim. 
Divan Pastanesi’nde, Gezi Pastanesi’nde, Marmara’da, eski TV 8’de, Bilgi Yayınevi’nin Beyoğlu’ndaki temsilciliğinde sürdü bütün bunlar. Kimi sohbetlerimize Özcan Köknel, Bülent Tanör, Necla Arat, Turan Yavuz, Banu Avar gibi dostlar da katıldılar.
 
Attilâ İlhan hep “birleştirici olmaya çalışıyordu”. Bir yandan Atatürkçülük, ulusçuluk ve sol üçgenini birleştirmeye çalışırken “sağ”ı ve İslamcı geleneği dışlamamaya özen gösteriyordu. Hatta Bilgi Yayınevi adına kendi yönettiği “Bir Millet Uyanıyor” dizisinde solcu ve Atatürkçü düşünürler yanında sağcı yazarlara da yer verdi. Kendisinin Türkiye’de çok geniş bir zeminden destek görmesinde, “bu geniş açının” da rolü olduğuna inanıyorum. 
Benim toplumcu şair yanımı ilk yazan Emre (Kongaroldu” derdi, ta Ankara günlerinde. Sultan Galiyev’den Atatürk’e kadar uzanan geniş bir açıda zemin tutmuş bir düşünür ve şairdir Attilâ İlhan.
 
11 yıl önce kaybettiğimiz yazar bugün sağ olsaydı ve onunla yine Gezi’de buluşup sohbet etseydik acaba “hangi Türkiye’yi” konuşurduk?
 
Seni Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde Ekim 2005’te uğurlarken yaptığım konuşmanın içinde “Büyük düşünürler yaşarken bin verir bir alır, ölünce ise bir verir bin alırlar” demiştim. (**) 
Türkiye nasıl mı dedin? Bir cümleyle sana özetleyeyim; hem içerde hem dışarıda savaş halindeyiz. Emperyalizm dincileri maşa gibi kullanıyor, hiçbir şey yokmuş gibi yaşayıp gidiyoruz. Senin Parislilerin “sıradan faşizm” dedikleri bu olsa gerek… 

EROL MANİSALI
Cumhuriyet




--------- 
(*) Özlem Arzu Azer; “Anılarda Gizli Kalan ,Bir Aydının Portresi” içinde 108-144 syf arası içinde- Derin Yayınları 2016. 
(**) Nejat Muallimoğlu, “Dünyayı Sarsan Konuşmalar”-Avcı ol Basın Yayın, 2007.

9 Ekim 2016 Pazar

Kadınlar yapar! - Mine G. Kırıkkanat

İspanya’nın 2008 yılında girdiği kriz; yaşadığımız günlerde Türkiye’yi de bekleyen büyük tehlike, inşaat sektörünün çöküşüyle başladı. İpotek karşılığı satın aldıkları mülkün kredi borcunu ödeyemeyen yüz binlerce insan evsiz, akıl dışı bir hızla çoğalan inşaatlar yarım, patronlar sermayesiz, işçiler işsiz kaldı. Borsa çöktü. Devlet, maaş ve emekli aylıklarını ödemekte zorlanmaya başladı. İşsizlere ve gençlere yapılan sosyal yardımlar kesildi. 
2010 yılına gelindiğinde kriz daha da ağırlaşmış ve İspanya halkları* hepsi yiyici, çıkarcı, güdük politikacılardan umudu kesmiş, hatta gına getirmişti. 
İspanya ayaktaydı. Hiçbiri krize çözüm üretemeyen, hatta sorunun kaynağı geleneksel partilere karşı müthiş bir öfke vardı. Diktatör Franko’nun ölümünden beri görülmemiş kalabalıklar sokağa dökülüyor, kızgınlıklarını haykırıyordu. 
İç savaş yaralarının hâlâ taze olduğu bu ülkede, toplumsal gazabın çığrından çıkması; kanlı bir isyana dönüşmesi işten değildi. 
Neyse ki İspanya 1978’de kavuştuğu demokrasiyi 1986’dan beri AB üyeliğiyle perçinlemiş ve sindirmişti. Başıbozuk bir isyan çıkmadı. 
Madrid’in tarihi meydanı Puerta del Sol’un 15 Mayıs’ta işgaliyle başlayan dev gösteriler tüm İspanya’ya yayıldıktan öteye “15M” diye anıldı; zaten aynı haksız ve çürümüş düzenle yönetilen dünyada yankı bulunca, bir fikir fırtınasına dönüştü.
***
Geleneksel partiler; belli bir ideolojiyi sahiplenmeden düzeni tersyüz etmeyi öneren ve geniş geneli birbirinden çok farklı düşüncede gençlerden oluşan hareketi,“Sıkıysa partileşip seçimlere girin!” kışkırtmasıyla siyasal arenaya çağırdı. 
Çünkü öfkelilerin birleşemeyeceğine, dolayısıyla örgütlenip parti kurmayı beceremeyeceklerine emindiler. 
Oysa hızla örgütlenen bu genç öfkeden, halkların kendi kaderlerine sahip çıkmalarını ve hoşnut olmadıkları sistemi tersyüz etmelerini öngören yenilikçi bir hareket, Podemos doğdu. 
“Podemos”, İspanyolca “yapabiliriz” demekti ve başlangıçta, kimse komut vermeden ileri atılmak için birbirine cesaret veren öndersiz çaylakların çığlığına benziyordu... 
Çaylaklar, 2014 yılında girdikleri ilk seçimde, Avrupa Parlamentosu’na 5 milletvekili göndererek beklenmedik bir zafer kazandılar. 
Artık ilginç fikirleri olan bir liderleri de vardı. 
Pablo İglesias, zaten burnundan soluyan ve başkaldırmaya hazır halklara, siyasal arenaya fırlayıp ortalığı dağıtacak bir sosyal çoğunluk oluşturmayı öneriyordu. 
Yeni fikrin esin kaynağı, neyin toplumun çıkarına olduğuna ve insanların neyi, nasıl düşünmesi gerektiğine tepedekilerin karar verdiği klasik sol ideolojiden farklı olmakla birlikte; İtalyan Komünist Partisi kurucularından Antonio Gramschi’nin kuramıydı.
***
Ömrünün son on yılını Mussolini’nin zindanlarında geçiren filozof Gramschi’ye göre siyasal mücadele ekonomik ve sosyal düzenin devrilmesi değildir. Sivil toplum, ortak çıkarı gözeten bir sağduyuyla donanıp ahlaki ve kültürel bir mücadele de yürütmek zorundadır. Ama toplumsal sağduyu da ideolojiler, dinler ve görenekler tarafından kirlendiğinden, önce o temizlenmelidir. Bu da “gerçekliğin doğrudan incelenmesi ve deneme yanılma yöntemi”yle mümkündür. Sonuçta “Bir insan kitlesi yaşadığı gerçekliği eleştirip sorgulayarak ortak bir fikre varabilir ve ortamın dayattığındanbaşka bir dünya görüşü geliştirebilir” der Gramschi. Podemos da gerçeklerden kopuk ve çürümüş bir siyasetçiliği alaşağı etmek için işte böyle, gerçekliği yerinde ve doğrudan okuyunca ortaya çıkacak toplumsal bir sağduyu ortaklığını hedefliyordu. 
AP seçimlerinde kazandığı zaferden sonra, “yapabiliriz” partisinin sloganı “Si, se puede!” oldu: “Evet, yapılabilir!” 
Hedef, 2015 yerel seçimleriydi.
***
İki kadın ortaya çıktı.

Barselona’dan adaylığını koyan Ada Colau“ipotek kurbanları” diye anılan evini barkını yitirmiş Katalanlar için verdiği yoğun mücadeleyle tanınan bir aktivistti. Felsefe okumuş, TV senaryoları yazmış, dizilerde oynamıştı. 42 yaşındaydı. 
Podemos’un desteğini alarak Katalanca “Guanyem Barcelona!” (Barcelona’yı kazanalım!) sloganıyla Barselona Belediye Başkanı seçildi. 
Yolu “ayrılıkçı” Katalonya başkenti açmıştı. 
İspanya başkenti Madrid, daha azını yapamazdı. 
Emekli yargıç Manuela Carmena, 73 yaşındaydı. Meslek yaşamı '62oyunca hukuk camiasında kadın-erkek ayrımcılığına karşı mücadele etmiş, ülke çapında saygınlık kazanmış, torun tosun sahibi bir feministti. 
Podemos, kendisine Madrid belediye başkanlığı adaylığı önerdiğinde önce ret, sonra kabul etti. 
Halen Madrid Belediye Başkanı. 
Yazdığı kitabı okuyorum. Başlığı, “Çünkü her şey farklı olabilir”. Manuela Carmena’nın fikirlerinden çok etkilendim. Devamı gelecek haftaya... 

(*) İspanya 17 özerk bölgeden oluşan federal ve demokratik bir monarşidir.
Mine G. Kırıkkanat
/CUMHURİYET

AKP’nin demokrasi bayramı(1) - AKP’nin demokrasi balonu (2): Gerçekyalan fark etmeyince- Nilgün Cerrahoğlu

AKP’nin demokrasi bayramı(1)

Başarısız darbeden üç ay geçmesine rağmen OHAL kronik bir “hal” aldı. İnsanların aklına Türkiye dendiğinde bundan böyle gazetecilerin üçte birinin işsiz kaldığı, on binlerin pasaportuna el konulduğu, rejim muhaliflerinin yakınlarının bile seyahat özgürlüklerinin ellerinden alındığı, on binlerin gene adi suçlulardan boşaltılan cezaevlerine tıkıldığı ve işten atıldığı cehenemmi bir rejim geliyor. 
Hal böyle olunca uluslararası kamuoyu “Bu Türkiye o Türkiye mi” diye soruyor: “RTETürkiyesi zamanında hani demokratik reformları kucaklamıştı? Nasıl bu kadar değişti?” 
İsveç’ten Erik Meyersson adlı bir sosyal bilimci, işte Batı’da çok yaygın sorulan bu soruya mim koymuş: “One minute!” demiş: “Yoksa aslında öyle bir Türkiye hiç var olmadı mı?” 
Kadınlar sevdik hiç yoktular” hesabı… “AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştirmesi,yaygın paradigmanın aksine yoksa hiç gerçekleşmedi mi” sorusunu masaya yatırmış. 
Cumhuriyet okurlarına bu soru zaten absürt gelebilir. Ancak Gezi ve 17/25 Aralık’a dek Türkiye’de liberallerin de kucakladığı genel geçer söylem “AKP’nin baştamuhafazakâr demokrat ve reformcu” bir parti olduğu şeklindeydi. Ve bu söylem yurtdışında hiç sorgulanmaksızın kabul görüyordu.

Tarihi ve coğrafi gerileme
 
Bu varsayıma göre iktidara geldiği ilk on yılda AKP, Türkiye’yi AB ile üyelik müzakeresine oturtan onca “demokratik reforma” imza atmış ama sonrasında ne olduysa olmuş ve birdenbire “aa…şok… şok… şok…” reformlar rayından çıkmış, RTE Türkiye’si beklenmedik biçimde “başkalaşmıştı”. 
Liberaller hani hâlâ “Biz değişmedik. AKP ve Erdoğan değişti” diyorlar ya… 

Eloğlu Meyersson üşenmemiş, şimdi işte bu afaki söylemi matematiksel bir modelle incelemiş. İnternette isteyen Meyersson’un ilginç makalesinin tamamını okuyabilir. Ben kısa bir özet yapacağım. 
1. Meyersson Türkiye’de demokratikleşme sürecini, Menderes’ten bu yana öncelikle kendi tarihi içinde inceliyor. 
2. Ve de gene Türkiye’nin demokratikleşme iddiasını dünya 
ölçeğinde karşılaştırmalı merceğe alıyor. 
İsveçli yazarın iki kıstasla da vardığı değişmez sonuç, AKP’nin demokratikleşmeyi, iktidara geldiği ilk günden beri sistemli biçimde mayınladığı ve geri çektiği yolunda. 
Kronolojik olarak Türk demokrasisi en dip noktasına ’80’de ulaşmış. Ancak ’83-2002 arasında sistemli bir ilerleme kaydedilmiş. 
Bu konjonktürel ilerlemeyi dünyayla kıyaslamada da görebiliyoruz. 
2002 öncesinde Türkiye, Latin Amerika demokrasilerinin ve Avrupa ülkelerinin trendine yaklaşırken, 2002 sonrasında bu coğrafyalarla makas açılıyor, düşüşe geçilerek ters istikamette hareket eden Ortadoğu ülkelerine yaklaşılıyor. 
Yani AKP bir yandan demokrasi tarihinde ülkeyi 30 yıl öncesinin en geri noktasına savururken, dünyada da 3. lige düşürüyor. 
Kurumsal kayış (gerileme), Türkiye’yi Orta Afrika ülkeleri ile benzer seviyelere düşürüyor ve Asya-Ortadoğu’ya yaklaştırıyor” diyor Meyersson.


Liberaller RTE’den farksız

AKP’nin 50’lerden bu yana “Türkiye’de en hileli seçimleri” yapageldiğine dikkat çeken İsveçli araştırmacı, iktidar partisinin “demokrasiyi dilinden düşürmemesini” de bir kara mizah gibi öne çıkarıyor. 
AKP’nin gerçek doğası madem artık matematik modellerle böyle ak-kara kertesinde ortaya konuyor, eli kalem tutan bunca okumuş yazmış aydın…nasıl bu kadar uyudu? Küresel emperyalin hadi art niyeti vardı, Irak’a nasıl sözüm ona demokrasi getirmek adına girildiyse Türkiye’ye de AKP getirildi; ilk “rejim değişikliği” burada oldu falan… bunları biliyoruz. 
Aydınlar peki, bilimsel biçimde ortaya konan bu (asgari) “30 yıllık geri savruluşa” niye yalnız Gezi sonrasında uyandı? 
Niye bu sorunun hâlâ tatmin edici bir yanıtı yok? Neden hâlâ ciddi bir yüzleşme yapılmıyor? “FETÖ tarafından kandırıldım” diyen RTE ile “RTE ve AKP tarafından kandırıldık” diyen aydınlar ve liberaller arasında yoksa hiç mi fark yok? 

AKP’nin demokrasi balonu (2): Gerçekyalan fark etmeyince


“Yakupyan Apartmanı” adlı kitabıyla ünlenen Mısırlı yazar Ala As Asvani ile kısa süre önce yapılan bir söyleşi okudum. 
“Yakupyan Apartmanı”nda komşuları üzerinden ülkesinin gerçeğini anlatan yazar,“Mısır’da yerleşik bir yalan kültürü olduğundan” dem vuruyor ve bu kültürün doğasını rejim baskısına bağlıyor, Mısır’da özetle “gerçek ve yalan arasında fark gözetilmediğini” belirtiyordu. 
“Demokratik olmayan rejimlerde insanların sosyal medya alanı dışında düşünceleriniifade edebilecekleri bir yer yok” diyen Asvani ekliyordu: 
“Hükümetlerin bu nedenle inandırıcı söylem geliştirmeleri için hiçbir saik yok. İktidarne derse desin, nasılsa hesap soran/geri dönüş yapan olmuyor. Yurttaşların düşüncesine yalnız demokratik rejimlerde değer verilir. Demokratik olmayan sistemlerde gerçek ya da yalan arasında hiçbir fark yoktur.”

Ne kadar baskı o kadar yalan
 
Ne kadar ekmek o kadar köfte hesabı… Ne kadar baskı o kadar yalan...
Hep düşünürüm “Yalandan kim ölmüş” lafı nerden çıkmıştır diye… 
İşte tam bu mantıktan çıkmış olmalı… 
Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde baskıdan ölebilirsiniz ama yalandan ölmezsiniz. Rezil olmazsınız; itibarınızı, güvenilirliğinizi ve inandırıcılığını yitirmezsiniz. 
“Kandırılmışım!” der.. öte tarafa geçersiniz. 
Bu köşede geçen hafta “Economist”te irdelenen dünyanın yeni “post gerçek siyaseti/ post truth politics” akımını anlattım.

Uluslararası siyasette “yeni bir trend” olarak öne çıkan “post gerçek akımının”temsilcilerinin sivrilen isimleri arasında ABD’de Trump, İngiltere’de “Brexit”çi BorisJohnson, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan’dan söz ediliyor. 
Bu liderlerin ortak noktaları olarak nesnel gerçekle hiç yüzleşmemeleri, tüm güçlerini propagandadan almaları sıralanıyor... 
ABD, İngiltere gibi gelişmiş demokrasilerde “post gerçek liderlerin” peydah olması hiç kuşkusuz büyük haber niteliği taşıyan sarsıcı bir yenilik. 
Ama gerçekte ne bizler ne de Rusya için “post gerçek”le yaşamak bir yenilik sayılmaz. 
Ruslar Sovyet döneminde “post gerçeğin” şahikasını yaşadılar. 
Biz de geri dönüp baktığımızda esasen “post gerçek”ten başka şey görmedik ve yaşamadık. 
Refah’ın -mümkünse- en “takıyyeci” ekibiyle “Türkiye’yi demokratikleştirmede dünyamarkası yapacaklarını” iddia eden liberal entelektüellerden önce de bu ülkede mesela darbeye “darbe” denmezdi. 
Darbe olgusunun ağız dolusu lanetlenmesi için “anti darbe retoriğinin” siyasi iktidarlar tarafından sonuna dek araçsallaştırıldığı günler beklendi. 
Geçmişte başarılı darbelerin çok ağır sonuçlarına duçar olduğumuz dönemlerde, kerli ferli profesörler, yazarlar, gazeteciler “darbe” lafını ağzına almaz, yalnız Türkiye’de adını duyduğum ne idüğü belirsiz bir “ara rejim”den söz ederlerdi. 
O dönemin “post gerçek ezberi” doğrultusunda askerler Türkiye’de, dünyada benzerine rastlanmayan “demokratik geleneklere” sahip çıkardı. “Rejimi korumak”için müdahale yapsalar da yaygın söylemle yönetimi “demokratik güçlere”bırakırlardı.


‘Cehalet iktidardır’ dünyası
 
“Post gerçek siyaset” bizde genlere işlemiş. 
Orwell’in “çifte düşünce/double think” diye adlandırdığı, eşyanın tabiatına kökten aykırı birbirine zıt düşünceleri savlamak bizde öylesine doğal, köklü ve yaygın bir şey ki; ne askerin vaktiyle dayattığı “ara rejim masalları”, ne de RTE’nin “ileri demokrasi savları” alerji yaratıyor. 
“Post gerçeğin” a-b-c’si denebilecek Orwell’in “1984” kitabında anlattığı üzere öteden beri aslında Türkiye’de hep “savaş barıştır”, “özgürlük tutsaklıktır” ve “cehaletiktidardır” dünyasında yaşanıyor. 
Ülkenin “en antidemokratik ekibini” yıllar boyu aydın geçinen liberallerin “Bize demokrasi getiriyorlar” diye desteklemelerine bu nedenle şaşmamak gerek. 
Gene de şaşıyoruz. Çünkü ömürler geçiyor. İnsan fasit dairenin kırıldığı günü görmek istiyor.

Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Ev sahibi Albayrak'ın enerji sırları- ÇİĞDEM TOKER

Ülkemiz okuru, petrol taşıma şirketi Powertrans ile Tolga Tanış’ın “Potus ve Beyefendi” kitabı sayesinde tanıştı. Tanış’ın, Singapur köklerinden başlayarak sorguladığı Powertrans ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Enerji Bakanı Berat Albayrak arasındaki bağlar, siber âlemden saçılan e-postalar ile farklı boyuta taşındı.
Şirketin “de facto” tek karar vericisi gibi görünen Albayrak, gazetemizin geçen hafta manşete taşıdığı soruları yanıtsız bıraktı. Bunun iki nedeni olabilir: Ya, Başbakan’ın öğretmen alım mülakatındaki “Reis” sorusuna cevabındaki gibi “konuşulur konuşulur unutulur” diye düşünüyor. Ki, iktidar baskısını, medya sahipliğini ve “gazetecilik” alanının nasıl daraldığı hatırlarnırsa kendi içinde tutarlı. (!) Veya bugün, Cumhurbaşkanlığı himayesi ve bakanlığının ev sahipliğinde başlayacak olan Dünya Enerji Kongresi’ne (WEC) gölge düşürmek istemiyor. “De facto” karar verici dedik çünkü Albayrak’ın adı zaten şirket kayıtlarında yer almıyor. En son 26 Ağustos 2016 tarihli Ticaret Sicili’nde yayımlanan şirket kararına baktığımızda imza yetkilerinin güncellendiğini görüyoruz. A Grubu imza yetkilileri yönetim kurulu başkanı Şevket Açar, Cem Osman Sokullu, B grubu imza yetkilisi ise Muhsin Nezir olarak belirlendi. Kuzey Irak petrollerini Türkiye’ye taşımak gibi büyük ölçekli bir işi yapan
Powertrans’ın ilginç bir özelliği var. Şirketin küresel trendlere aykırı biçimde aktif Web sitesi bulunmuyor. Önemli işlerini internetten tanıtmaya ihtiyaç duymadan sürdürüyor olmalı. Ama bugün başlayacak WEC’e katılacak şirketler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Listeye bakarsanız hepsi kendini internette tanıtıyor.

WEC operasyonu

WEC, üç yılda bir dünyanın farklı kentlerinde yapılan ve geride bıraktığı 22 kongreyle köklü bir gelenek. Türkiye’de 40 yıl aradan sonra ikinci kez bugün Erdoğan’ın himayesi, Albayrak’ın ev sahipliğinde toplanıyor. İstanbul 9-14 Ekim tarih aralığında dünyanın dört bir yanından gelen enerji aktörlerini ağırlayacak. AKP iktidarı için bu kongre öylesine önemliydi ki, iki yıl öncesine kadar mütevazı bütçeli ancak saygın bir dernek olan Dünya Enerji Kongresi Türk Milli Komitesi’ni (DEKTMK) bürokratik bir operasyonla ele geçirdi. Derneğin tüzel kişi üyelerinden biri olan Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) itirazına karşın, Mart 2014 kongresinde tüzüğe aykırı biçimde 465 memur bir günde derneğe üye yapıldı. EMO Yönetimi’nin iki yıl önceki “Bu operasyonun amacı kongreye ev sahipliği yapmak” iddiası doğrulandı. Komite başkanı eski AKP milletvekili Murat Mercan, ev sahibi ülke sıfatıyla Dünya Enerji Konseyi yönetimine de girmiş oldu. Bundan iki buçuk yıl önce hafta içi, Bakanlık binasında ve mesai saatleri içinde yapılan bir operasyonla yönetimi ve yapısı yeniden şekillendirilen dernek, bugün AKP’nin iktidarını tahkim ettiği bir platform aracına dönüştü.

Nereden nereye Numan Bey

“Hayırlı uğurlu olsun” dedi Numan Kurtulmuş. Daha fazla işsiz ve gözaltında işkence (de) demek olan OHAL’in üç ay uzaltılması haberini, evet aynen bu sözle duyurdu Hükümet Sözcüsü. Bir düğünü kutlar, bir terfii, bir işyeri açılışını tebrik eder gibi adeta: Hayırlı uğurlu olsun. O gün 12 TV kanalı 11 radyo kapatılmış, yüzlerce gazeteci işsiz kalmış, bunun kadar önemlisi, haber alma, gerçeği öğrenme hakkı mühürlenmişti.
Saray’ın toplantı salonundaki meslektaşlar bu konuda soru sormadı. Şüphesiz ki Numan Bey ürkütücü bir karaktere bir psikolojiye sahip olduğu için değil. Bilakis yumuşak ve diyaloğa açık yapısıyla tanınan Kurtulmuş’a soru sordurtamayan, büyük olasılıkla meslektaş açısından soru konusunun akıbetine uğrama riskiydi.
Ankara’da daha farklı: Akreditasyon iptali, soruların önceden alındığı WhatsApp grubundan çıkarılma vs. Kurtulmuş, sol retorikten slogan, müzik devşirdiği ilk ve tek Kongresi’ne şu şarkı sözleri eşliğinde gelmişti: “Zalimlerin ensesinde yoksulların nefesi Kursaklarında kalacak Karunların meyvesi Gün güne eklenecek umudu büyütecek Yeri göğü inletecek halkın sesi” O dönemde sık sık gazete bürolarını ziyaret eden, adının daha görünür olması için röportaj verme dileğini küçük tirajlı gazetelere bile ileten Kurtulmuş, ne kadar çok “Nereden nereye Numan Bey” denilse yeterli gelmez.

OHAL VE 3. HAVALİMANI

“Nasıl bir bağı var?” diyorsunuzdur; aktarayım: Malum CHP lideri Kılıçdaroğlu, OHAL mağduriyetlerine itirazı nedeniyle Yenikapı ruhunu bozmakla suçlanıyor. Ankara Temsilcimiz Erdem Gül’ün konuyu irdeleyen analizinde, CHP’den eski Başbakan Mesut Yılmaz’a dönük bir değerlendirme, dikkat çekiciydi. Yılmaz’ın darbe girişimini ABD’de anlattığı ancak iktidara tek bir eleştiri olmadığı belirtilip “AKP içindeki isimlerden beklemiyoruz ama bir eski başbakan mağduriyetler konusunda iktidara tek satır laf söylemiyorsa, üzerinde durulmalı” deniliyor. Yılmaz’ın oğulları Mehmet Yavuz ile Emir Hasan ticaretle uğraşıyor.
Şirketleri CFS İstanbul Yatırım AŞ. önce gıda, restoran işiyle meşguldü. Sektör bekleneni verememiş olmalı ki, 3. Havalimanı’nın hafriyat işine girdiler. 20 Nisan 2015 tarihli Ticaret Sicil gazetesinde ana sözleşmeye, “dinamitleme, kayaların kaldırılması, drenaj, hafriyat” eklendi. Hürriyet’ten Sefer Levent “10’a yakın şirketin 1 milyar Avro’luk işi paylaştığını” geçen yıl yazmıştı. Biz de buradan önce 3. Havalimanı’nı yapan 5’liyi anımsatalım: Limak-Kolin-Cengiz-Mapa ve Kalyon. Sonra da bugün AKP rejiminin gözdesi olan şirketlerin gerçekte ANAP iktidarı döneminde kalkındığını not düşelim. Hafriyat denilip geçilmese iyi olur.

Huzur hakkı

Yaptıkları işin profiline, hacmine, önemine baktığınızda, kendisini internette tanıtmasını beklediğiniz şirketlerin bir Web sitesi olmaması hakikaten enteresan. Herhalde bir bildikleri vardır. BMZ Group Denizcilik ve İnşaat Sanayi Anonim Şirketi de onlardan biri. Necmeddin Bilal Erdoğan’ın ortakları arasında yer aldığı 3 milyon TL sermayeli şirket 31 Ağustos 2016’da genel kurul toplantısı yapmış. 19 Eylül 2016 tarihli Ticaret Sicili gazetesine göre toplantıda 2015 yılı faaliyetleri ibra edilmiş. Sonra da Necmeddin Bilal Erdoğan’a aylık net 10 bin TL huzur hakkı verilmesine karar verilmiş. Anılan kararda diğer yönetim kurulu üyelerine huzur hakkının verilmeyeceği de zapta bağlanıyor.

Çiğdem Toker
CUMHURİYET

8 Ekim 2016 Cumartesi

Ohal’e övgü - ORHAN GÖKDEMİR

Küçük küçük TV’lerin fişini çektiler, kapılarına kilit vurdular. Kayyuma verdiler elde kalan mallarını. Kilit vurdukları TV’lerde çalışanların basın kartlarını da iptal ettiler ki bir daha haber kovalamasınlar.
Küçük küçük radyoların fişini çektiler. Birine kapısını kırarak daldılar, içeridekileri saçlarından tutup sürüklediler. Türkü çalan Yön Radyo'yu da tutup attılar uydularından. Çünkü ortalıkta sadece “bön radyo, bön TV” kalsın istiyorlar. Çünkü babalarının malları olduğunu düşünüyorlar devletin, uydusunun, copunun, tabancasının. Basın tarihinde ilktir bunlar. Abdülhamit döneminde bile eşi benzeri görülmemiştir.

***

Damadın e-postalarını kırıp basına açıkladı RedHack. Onlar da çaresiz gidip yıllar önce derdest ettikleri zanlıları topladı tekrar. Ellerinde tek bir kanıt yok ama olağanüstü halleri var. 12 gün tuttular zanlıları hiç yoktan. İttiler, kaktılar, eziyet ettiler. Sonra pardon deyip salıverdiler mahkeme kapısından.
Tek parti rejiminden, onun dine baskısından yakına yakına iktidar oldular. Tek parti rejimine ve her türlü baskıya rahmet okutuyorlar şimdi. Hukuksuz işinden ediyorlar insanları, yargısız içeri atıyorlar. Olağanüstü hallerine dayanarak dün kapattıkları kurumların mallarını bugün başkasına devrediyorlar. Moğol ordularının ruhu dolaşıyor ülkenin üzerinde. Esir aldıklarının malı mülkü onların, canları doğrudan cehenneme.
Artık AKP yönetimi bir olağanüstü haldir. İçeride, dışarıda baş gösteren sıra dışı, tuhaf haller de o halin belirtisidir. Bakın son günlerdeki tartışmalara, atışmalara. Hepsinde olağanüstü bir yan, olağanüstü bir hal göreceksiniz.

***

Dubai merkezli Rotana Televizyonu'na konuşan R. T. Erdoğan, TSK’nın Irak topraklarına girişini değerlendi. "Musul Musulluların, Telafer Telaferlilerindir. Hiç kimsenin buralara gelip girmeye hakkı yok. Musul'un DAEŞ'ten kurtarılmasından sonra da burada sadece Sünni Araplar, Türkmenler ve Sünni Kürtler kalmalıdır" dedi. Evet evet, kelimesi kelimesine böyle söyledi…
Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, öğretmen adaylarına “Reis deyince aklınıza ne geliyor” sorusu yöneltildiği iddiaları ile ilgili olarak "Böyle bir soru bizim soru havuzumuzda yok. Diyelim ki bir tanesi sordu: Reis hakkında ne düşünüyorsun? diye. Bu mülakatı haksız yere mi düşürür? Kişi onun hakkında ne düşündüğünü söyler, sever sevmez, beğenir beğenmez. Turgut Reis der, Piri Reis der veya başka bir reis der, onun hakkında da fikrini söylesin bunun ne zararı var?" dedi. Dedi, evet…
Bolu Valiliği, 15 Temmuz darbe girişiminde ölenlerin aileleri için başlatılan yardım kampanyasına destek olunması için kamu kurum ve kuruluşlara yazı gönderdi. Valiliğin yazısını alan ve emir telakki eden Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi rektörü yazıya ek yaptı, açıklık getirdi. Güvenlik ve temizlik personelinin 5, idari personelin 50, akademik personelin en az 100 lira bağış yapmasını istedi. Zorlama olup olmadığı sorulunca “Beklentilerimizi belirttik. Yoksa zorunlu, mecburi, yaptırımvari bir talep yok. Yardım gönüllülük esasına dayalı bir şey sonuçta” dedi.
AKP vekili ve TBMM Cezaevi Alt Komisyonu Başkanı Mehmet Metiner, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra cezaevlerinden gelen kötü muamele ve işkence iddialarıyla ilgili inceleme yapmayacaklarını söyledi. Fren tutturamadı sonra. "Asla onlara işkence yapılmadı. Yakalanma esnasındaki yediği tekme tokatlarla ben ilgili değilim. Ben olsaydım aynısını yapardım. Fazlasıyla yapardım. Darbecilere karşı o gece elimde silah olsaydı alnının çatısından vururdum" dedi. Dediler bunları…
Yasaya, kararnameye gerek yok. Başkasının toprağına girip işgalci olmayan, insan hakları komisyonu başkanlığı yapıp hak tanımayan, eğitim bakanlığı yapıp kural bilmeyen, üniversite yönetip hukuk tanımayanların iktidar olduğu bir hal zaten olağanüstü bir haldir.

***

Halk ısrarcı ama kötü bir çevirmendir. Revizyonisttir, metinleri çıkarlarına göre eğip bükerler. Oportünisttir, ifade edecek kelimeleri seçerken kendi faydalarını düşünürler. Dinler tarihi halkın hışmına uğramış, zorla halkın diline çevrilmiş kutsal metinlerle doludur. Musa’nın kitabının bugün yazılı olduğu gibi olduğunu mu sanıyorsunuz? Ya İsa’nın kitabının? O metinleri kayda geçiren Levililer de, havariler de halkın adamlarıydı. Büyük patron ne derse desin, kalabalıkları rahatsız edecek şeyleri kitaba almayacak kadar akıllılardı.
Kutsal kitaplara bu muameleyi yapan halk aynı şeyi “demokrasi”ye neden yapmasın? Yaptı nitekim. Koydu bütün ağırlığını ve rejime kendi rengini verdi. Düşünsenize, 1960’lı yıllarda ülkenin en parlak hocalarının el birliğiyle yapılan anayasadan, Burhan Kuzu’nun tek tüfek yazdığı anayasa yapması aşamasına geldik. Çünkü halk aradan geçen süre içinde yönetimi sadeleştirdi, basitleştirdi. Al kahveden birini yap dış işleri bakanı, sırıtmaz artık!
Devletin sine-i millete dönüp kendisini ilga etmesidir bu aynı zamanda. Yönetilen ile yöneten arasındaki bütün farkın silinmesidir. Bakmayın idiokrasi diye manidar göndermeler yapılmasına, tersinden demokrasidir.
Tekmeleri soruyorsanız onlar işin cilvesi. Halkımız demokrasiyle ilk karşılaşmasında ona “demir kırat” adını verip ileride atacağı çifteleri muştulamıştı zaten. Seçkin seçkin konuşursan yersin tekmeyi.

***

Uzatmışlar olağanüstü hali. Uzatırlar. Burhan Kuzu’nun anayasa yazdığı, Mehmet Metiner’in insan hakları kovaladığı bir hal zaten olağanüstü haldir. 

Orhan Gökdemir
SOL

Sünni - Şii savaşlarının ipleri...- ŞÜKRAN SONER

Aradan yıllar geçince, Irak ve İran halklarından kayıtlara geçirilme, anımsanmaya gerek görülmeyen yüz binlerin ölümüne, çok ağır yaralı, mal kaybına da yol açan bedelleri insanlık gündemi, belleğinden bile silinmiş gibi geliyor. Sahi bu büyük ülkeler arası Sünni-Şii mezhep çatışmasında başrol, suçlunun ABD olduğu hâlâ söylense de, ipleri ellerinde tutanların sahneledikleri oyunların ayrıntıları, daha doğrusu asıl gerçeklerini merak eden bile yok...

Çok yakın tarihli, ABD’nin 11 Eylül’ü travmalı, terör örgütleri ile yatağında savaşmak gerekçeli işgal projeleri kapsamında, Irak işgalinde yine Sünni-Şii güç dengeleri odaklı hesapları hangi boyutları ile anımsıyoruz? Yayımlanmış resmi raporlar, uzman görüşlerinden belleklere kazılanlara göre, dünya kamuoylarına dönük kampanyalarda Saddam dikkatörlüğünün nükleer tehdidi, diktatörlüğüne son verme gerekçeleri ön plandaydı. Sonrasında itiraf edilenlere göre nükleer tehdit savları gerçek çıkmamış, yanlış bilgilendirmeler için güya bir tür özür dilenmişti.. Saddam’ın Suudilere savaş ilanı önce, işgal girişimi öne çıkamadan ana gerekçeler arasında yer almıştı..

Ancak ABD’de siyaseten Bush projesinden vazgeçilip, Obama projesine geçiş süreci ile, Irak işgalindeki askeri gücün geri çekilmesinin ana gerekçesi, ABD’ye asker cenazesi “tabut” göndermeme stratejisine oturtulmuştu. Asıl uzmanlık, düşünce kuruluşları raporlarında Irak içi dengelerde, en çok petrol üretim kaynakları üzerinden, Irak halkının kuzeyde Kürtler, orta ve güneyde Sünni-Şii Araplar üçlü parçalanmış dengelere oturtulmasının başarılamadığı itirafları yer almış, giderek büyüyen iç savaş ırklar-mezhepler çatışmalarında ortaya çıkan kaosun, sonu alınamayan rafineri yangınlarının ürünü, kanlı petrolün önlenemez yükselişi ile zengin kuzey dünyasını da kasıp kavuran büyük ekonomik krizle, kaostan çıkılamaması kitlelerin, dünya kamuoyunun dikkatini çekemeyen ana nedeni oluşturmuştu.

***
Yükselişi önlenemeyen Çin ekonomisinin dünya üzerindeki etkileri, petrolün yükselişi ile Rusya ve İran’ın öngörülemeyen ölçeklerde toparlanıp dünya güç dengelerinde yer değiştirmeleri.. Demokrasi ithali projelerinin İslam dünyası, Ortadoğu odaklı fiyasko sonuçları.. Sahi zengin kuzey dünyasının ötekileri arasında da filizlenen, Rusya’nın savaştığı Çeçenler başta, ABD siyasetlerinin de katkıları ile Afganistan- Pakistan, en çok Ortadoğu Sünni İslam ülkelerinden beslenen, en kanlı radikal Sünni İslamcı terör örgütlerinin yaratıcılığında şampiyonluk hangi ellerde?

Arap baharları fiyaskolarının hemen ardından, paramparça, yangın yerlerine dönüşen ülkelerin tümünün iç savaş bataklıkları, kaoslarında öncelik mezhepçilik savaşlarında. Kuşkusuz aşiretler, ırklar üzerinden de korkunç bir kaosun sarmalı kanser hücreleri kadar hızlı yükseldi durdu. Birçok Afrika ülkesi şimdilik zengin kuzey dünyasına yakıp yıkmada etkisiz kaldıkları için fazlaca önemsenmiyor. Libya’ya bile kolayca toparlanamayacak, devlet olamayacak, dolayısıyla da büyük tehdit sayılamayacak gözüyle bakılıyor. Ama Irak’tan sonra en ağırı Suriye yangını, IŞİD’in simgesel görünen tehdidi oluşturmasıyla, doğrusu daha çarpıcısı göçlerin zengin kuzey dünyası halklarını, ekonomilerini sallamasıyla en çok Sünni-Şii mezhep çatışmaları dengelerinin bozulması, ırkçılık çelişkileri üzerinden de ipleri ellerinde tuttuklarına inananların, ortaya çıkan sonuçlarla başları fazlasıyla belaya girmiş gözüküyor..

Hâlâ iç savaşlar kaosunda kaç Sünni Şii, Arap-Kürt.. öldüğü çok da umurları değil..
İplerin kontrolünün ellerinden kayması, aralarındaki çıkar dengelerinin bozulması, dünya çapında ekonomilerle at başı, insanlığın tepetaklak oluşu ile rejimlerin de sallanması artık kaygı verici, korkutucu boyutlara varmış bulunuyor.. Son günlerin gelişmelerinin haberlerinde pek çoğu gerçek bilgiye dayalı satır aralarının insana akıldışı gelmesi bundan.. Bağdat yönetimi, daha bir yumuşak çıkışla ABD yönetimi de, Türkiye’yi Irak’ta işgalci ilan ederken Barzani yönetimi sahip çıkıyor. Türkiye, Erdoğan liderliği yönetimi onların bilgisi, onayı kapsamında ne zamandır oralarda olduğunu, geri dönmeyeceğini söylüyor. Bölgeye yönelik ABDRusya bir uzlaşık bir çatışır rollerde, İran- Rusya-Türkiye konumları her gün değişken.. ABD’nin İslam dünyası içindeki derin Sünni ittifakı stratejik ortaklığından köklü dönüş mü var?..
 Şükran Soner  CUMHURİYET

Ha FETÖ, ha M. Metiner- ALİ SİRMEN

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin cezaevlerinde kötü muamele ve işkence uygulamalarına karşı, bu konuları araştırmayla yetkili bir Cezaevleri Alt Komisyonu var. Bu komisyonun başkanı ise, iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden, eski gazeteci Mehmet Metiner. Metiner, geçen gün, FETÖ üyeleriyle ilgili kötü muamele ve işkence iddiaları konusunda inceleme yapmayacaklarını, bunları cezaevlerinde ziyaret de etmeyeceklerini açıkladı, arkasından da ekledi:
 
- Darbe gecesi benim insanımı yanı başımda öldürecek. Ben yakaladığım yüzbaşıya iki tokat attım diye kötü muamele yapmış sayılacağım öyle mi? Gözünün altı niye morarmış, diye soruyorlar. Ben kafasını patlatırım o anda. Orada savaş hukuku var. 
Mehmet Metiner, bu beyanıyla kimi çevrelere şu mesajı vermiş olmuyor mu: 
- Haydi koçum, haydi aslanım, kötü muamele ve işkenceyi dilediğince yap! Atış serbest korkma, arkanda ben varım! 

Bu sözlerin neresinden başlamalı bilmem ki? 
Bir kere orada savaş hukuku yok. Kaldı ki, savaş hukukunda bile yönetimlerin cezaevlerindekilerin kafalarını patlatmak hakkı yoktur. 
Çağdaş dünyada, ister tutuklu ister hükümlü sıfatıyla, hangi suçlamadan ya da karardan olursa olsun, cezaevine düşenin de kimi hakları ve güvenceleri vardır, tıpkı çağdaş insan topluluklarında isterse hain olsun, bütün insanların öldükten sonra gömülme haklarının olması gibi. 
Ama Mehmet Metiner kafası bunu kabul etmez.


***
Bakın Mehmet Metiner kafasının yansımaları nerelere kadar varıyor: 
Darbe girişimi sırasında ilk çatışmayı başlatan ve yöneten, o sırada da, Astsubay Kıdemli Başçavuş Ömer Halisdemir tarafıdan alnından vurulan (o sırada Halisdemir de darbeciler tarafından şehit edilmiştir) Tuğgeneral Semih Terzi’ye memleketi Erzincan’ın belediyesi tarafından gömülmek üzere mezar yeri verilmiyor. Gerekçe Terzi’nin hain olmasıdır. 
Aynı kafa yarın öbür gün, bir başkasını, bir başka gerekçeyle hain olarak ilan edip gömdürmeyebilir. 
Demokrasilerden bahsetmiyorum, çağcıl diktalarda bile insanların gömülmesini engelleyen uygulama yoktur. Cenazesini gömdürmeme diye bir yaptırıma diktalarda bile yer yok. 
Nefretin bu kadar büyüğü, bir toplum için en ağır cehennem ateşinden bile beterdir. 
İşte Erzincan Belediyesi’nin bu uygulaması Mehmet Metiner kafasının nerelere kadar varabileceğinin en güzel göstergesi. 
Aynı kafanın örneğini, Kasım 2015’te Trabzon Kapalı Cezaevi’nde intihar eden 14 yaşındaki, Emirhan Nas’ın annesi Semra Omak’ın, “Çocuğum ölürken neredeydiniz? Hepinizden şikâyetçiyim” demesi üzerine kendisine yanıt veren devletin savcısının şu sözlerinde buluyoruz: 
- Senin çocuğunu ben mi gözeteceğim? Sen çocuğuna niye sahip çıkmadın? Sen orayı park mı zannettin? Orası eğlence yeri değil, cezaevine girmişse cezasını çekecek. 

Bu sayın savcıya, devletin 14 yaşındayken hangi nedenle olursa olsun, alıp içeri tıktığı çocuğun yaşamından sorumlu olduğunu, insanların cezaevlerinde, yargı hükmünü bekler ya da aldığı cezayı çekerken, kötü muamele ve işkenceye tabi tutulamayacağını, tutuklu ve hükümlülerin de, hakları ve güvenceleri bulunduğunu, bunların uygulanmasının da devletin sorumluluğunda olduğunu kim anlatabilecek?

***
İşte Mehmet Metiner kafasının bizi nerelere kadar vardırabileceğinin örnekleri. 
Görüyorsunuz ki, FETÖ kafası ile Mehmet Metiner kafasının arasında hiçbir fark yok. 
Toplumsal yaşam, demokrasi, hukukun üstünlüğü, adalet, nefret söylemi ve eyleminden kaçınma konularında, ha FETÖ kafası ha Mehmet Metiner kafası. 
Türkiye, Mehmet Metiner’in AKP milletvekili olarak görev yaptığı, 15 Temmuz 2016 gecesi FETÖ’nün darbe girişimini atlattı. 
Şimdi bunlardan biri hapiste, öbürü ise iktidarda. 
Her ikisinin de kafası aynı olunca, hangisinin iktidarda, hangisinin hapiste olduğu neyi değiştirir ki?

Ali Sirmen
CUMHURİYET

Necip Fazıl’ın okulları- ÖZGÜR MUMCU

İktidar kadrolarına hâkim unsur, Necip Fazıl’ın “dininin ve kininin davacısı gençlik” diye tanımladıklarından oluşmakta. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın 2014 senesinde Necip Fazıl’ın anısına düzenlenen bir ödül töreninde yaptığı konuşmayı hatırlayalım: 


Üstada karşı sorumluluğumuz ve borcumuz çok büyüktür. Aynı zamanda bu borcuödeyebildiğimizi söyleyemeyeceğim (...) doğrusu bu ihmalde veya gecikmede enbüyük payı Milli Eğitim Bakanlığı’nın aldığını düşünmeden edemedim.” 
Fakat artık belli ki gecikmeye tahammül kalmamıştı. Şöyle devam etmiş konuşmasına Avcı: “İnşallah 10 yıldır özellikle sosyal bilimler liselerimizde, imam-hatip liselerimizde üstadın beklediği, özlediği gençliğin mayasının tutmakta olduğunu ama bunun da kâfi olmadığını, bütün eğitim sistemimizin üstadın özlediği Türkiye’ye yakışan gençleri yetiştirmeye vâkıf olması gerektiğini bilerek çalıştığımızı bilmenizi isterim.” 


Entelektüel ve yumuşak karakteriyle tanınan Avcı’nın 4+4+4 düzenlemesinin geçtiği komisyonda, CHP’li milletvekillerinin dövülmesini neden mütebessim bir şekilde izlediği herhalde şimdi anlaşılmıştır. 

Dün Emre Kongar köşesinde özetledi. Orhan Bursalı da ısrarla üzerinde duruyor. Artık imam hatip olmayan ya da imam hatipleştirilmemiş bir devlet okulu bulmak gittikçe güçleşiyor. Köklü devlet okullarının öğretmenleri “proje okul” bahanesiyle sürgüne gönderiliyor. Geçen eğitim öğretim yılının sonunda sisteme itiraz eden lise öğrencileri, bugün öğretmenlerini omuzlarına almış uğurluyorlar. 

Necip Fazıl’ın kindar gençliği Cumhuriyetin okullarından intikam alıyor. Devlet okullarına alternatif bir okul ağı kuran Gülen cemaati de Necip Fazıl’ı pek sever. Hatta öyle ki Gülen’in Necip Fazıl şiirlerine nazire yapan şiirleri vardır. Cemaat yayınları da kendisini bol bol alıntılardı. Onun da amacı malum “altın nesil”. 

Neticede memleketin siyasal İslamcı kadroları, Necip Fazıl etkisinde, dinbaz iki eğitim modeli sundu. Biri “kindar ve dindar nesil” diğeri “altın nesil” yetiştirme derdinde. 

Cemaatin tasfiye olmasıyla beraber işler değişecek mi? Hayır. Onu da dün Cumhuriyet’te yayımlanan Sinan Tartanoğlu’nun haberinde görüyoruz. Nakşibendi Şeyhi Mahmud Esad Coşan’a bağlı özel ASFA okulları 3 yaşındaki çocuklara Kuran, 4 yaşındakilere ise hafızlık dersi veriyor. Özel kurumların din eğitimi vermesi anayasaya aykırı. Ancak bu açık anayasaya aykırılık kimsenin umurunda değil. Öyle ki İstanbul İl Eğitim Müdürü, okulun verdiği yemekte ASFA’yı bir yıldız olarak değerlendiriyor ve onunla gurur duyduğunu söylüyor. Okulun velileri arasındaErdoğan’ın avukatı ve bir Yargıtay üyesi de var. Pekiyi ne diyor okulun “hocaefendisi” Nakşıbendi Şeyhi Mahmud Esad Coşan? 
Çocuklarınızı bu güzide okullara yazdırınız. Politik güçlenme ve galibiyet, askeri üstünlük ve zaferin de kaynağı budur.” 

Yani nihayetinde Fethullah gidiyor Methullah geliyor. Kamunun imkânları ise Necip Fazıl’ın siyasi fantezilerine uygun bir eğitim için aktarılıyor. Öğretmen adaylarına yapılan mülakatlarda Gezi hakkındaki fikirleri ve “Reis” hakkındaki görüşleri soruluyor. Bu ise Milli Eğitim Bakanı tarafından doğal karşılanıyor.
 
Kamu eğitimi Necip Fazılcı dinbazların elinde, özel eğitim ise çeşit çeşit cemaatin. 
Daha bunun TÜRGEV’i var, Ensar’ı var. Maarif Vakfı var. 

Yazık ki memleketin eğitim dünyasını en büyük siyasi projesi “başyücelik” diye bir diktatörlük olan buhranlı bir şahsın fikirleri belirliyor. 

Memlekette bu gidişata dur diyecek olanların sosyal hayatta hızla örgütlenmeleri şart. Neden cemaatin zamanında iktidarı da arkasına alarak ÇYDD’ye saldırdığı herhalde daha iyi anlaşılıyordur.

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

7 Ekim 2016 Cuma

Bıktıran güzelleme - MESUT ODMAN/SOL

Muhalif, muhalif duruş, hele hele “muhalif kimlik”…

Yok mu bunlara ilişkin, çok eskiden beri gündemden düşürülmeyen bir güzelleme? Kimse olmadığını söyleyemez. Hem de başlıkta vurgulandığı gibi bıktıracak ölçüde…
Öyleyse, muhalif kimlikti şuydu buydu derken,  işin ucu nerelere varabilir, çok da uzatmadan, şöyle bir harmanlayalım bakalım.
Arapçadaki muhalefet sözcüğünden geldiğini ve karşı çıkan, aykırılık içinde olan, uymayan, uygunluk göstermeyen anlamlarını taşıdığını biliyoruz.
İyi de, bu niye kendi başına bir olumluluk taşısın, bir erdem olarak görülsün, yere göğe konulamasın?

Şuradan başlayalım ki, öfkemiz biraz daha katmerlensin: Bu güzelleme de bir ucundan demokrasiye bağlanır; şu hep ortalıkta dolanan, düşünmeyi de yol almayı da hatta kıpırdamayı da güçleştiren “kutsal ineğe”… Aşağı yukarı aynı sözcüklerle sık sık yinelenir durur: “İktidar her rejimde var, muhalefet ise yalnız demokraside bulunur.”
Böylece, muhalefetin varlığını umutla, kederler içinde yahut boş vermişlikle seyrederek, hatta dilerseniz ve imkân, güç, ruhsat, istek, cesaret bulursanız, muhalif oldukları söylenenlere  katılmaya bile yeltenebileceğiniz bir düzen içinde yaşayıp gidersiniz. Yaşayıp değil de yuvarlanıp gidersiniz, demek daha doğrudur. Bütün pislikler aynı kalır, hatta çoğu kez dayanılmaz ölçülerde birikir; ama siz muhalif konumlanışınızla pisliğe bulaşmadığınızı sanarak gül gibi, o kadar olmasa bile, basbayağı geçinir gidersiniz.
Ayrıca, emperyalist dünyanın çok yaşamış, çok da kötülük etmiş en berbat kişiliklerinden Winston Churcill’in yaptığına benzer cin fikirli muziplikler de sergileyebilirsiniz: “Demokrasi en kötü yönetim biçimidir; bugüne kadar zaman zaman denenmiş bütün öteki yönetim biçimlerini saymazsak.”

Bir soruyla devam edelim: “Muhalif” her zaman ya da genellikle olumlu tip midir?
Bana sorulursa, hayır derim. Özellikle de müzmin muhalif, olumlu ne söz, birlikte bulunulması, hele hele ortak iş yapılması düpedüz ömür törpüsü, argo deyişle, gıcık bir tiptir. Bunu müzmin muhaliflerin en zararsızından en katlanılmazına kadar her türü ile bir arada olmak, dahası iş yapmak zorunda kalmış biri olarak söylüyorum.

Bu tipin bazı örneklerinde görülen bir özelliğe de değinmeden geçmemeli. Bu özellik, işi yokuşa sürme, her zaman olurunu değil olmazını öne çıkarıp savsaklama ve kaytarma, biçiminde özetlenebilir. Kendi yaşantılarım içinde bu tipin çarpıcı bir örneğinin bulunduğunu söyleyebilecek ve iki cümle ile anlatabilecek durumdayım. Çoktandır aramızdan göçük, çok eski bir arkadaşımızdı. Birçok sevimli yanı olan bir insandı; bununla birlikte, ondan söz ederken, “bir işin nasıl yapılmayacağının kırk tane yolunu bulup söyler” derdik.

Öte yandan, müzmin muhalifin, muhalefet etmeyi hemen hemen her durum ve koşulda vazgeçilmez bir alışkanlık edinmiş kişinin, örgüte de bir hayrı yoktur; hangi tipte örgüt olursa olsun. Daha açıkçası, muhalifliğini süreğenleştirmiş bir kimsenin, örgüt insanı olması hemen hemen imkânsızdır. Denebilirse, o, örgütlenmeye de muhaliftir. Başlıca iki nedenle böyledir: Birincisi, örgüt, esas olarak, muhalefet için değil iktidar içindir ve, genellikle, muhalif kimliğin gözünde “iktidar” en uzak durulması gereken kavram ve iddiadır. İkincisi, müzmin muhalif, örgüt açısından, en iyimser deyişle, yavaşlatıcı bir öğedir; eğer tümüyle durdurucu değilse. Bunun yanı sıra, onun, aykırı ve ayrıksı özelliklerini her durumda öne çıkararak, örgütün farklı nitelik ve büyüklükteki kitlelerle bağ kurmasında güçleştirici bir rol oynayabileceği de unutulmamalıdır.

Bunları yazıp giderken, bir de, sık sık duyduğumuz bir söz aklıma takılıyor. Biraz bağlamın dışında görünse de değinilebilir.
“Sanat muhaliftir” denilir. Kimileyin cümlenin öznesi “sanatçı” ya da “sanat ve sanatçı” biçiminde değiştirilerek ve “her zaman” vurgusuyla pekiştirilerek söylendiği de olur.
Öyle midir gerçekten?

Eskilerin deyişiyle “zaman ve zemin” bağlamından kopartılmış bu saptamada bir geçerlilik ve yol göstericilik aramak boşunadır. İster gerçekliği kavramanın ve yeniden yaratmanın bir yolu olarak ister tarihin belli bir döneminde piyasanın koşullarına ve istemlerine yanıt veren bir kültürel üretim alanı olarak isterse başka biçimlerde anlaşılsın, sanatın muhalifliğinden söz etmek anlamsızdır. Sözgelimi, kapitalizm koşulları altında muhalif bir konumda bulunmak genel olarak sanat ve sanatçılar için değil, ancak onların bir bölümü için söz konusu edilebilir ve bu konumun kökten değişmiş toplumsal-ekonomik koşullarda değişmeksizin korunacağını öne sürmek saçmalıktır.

Neyse… Oldukça farklı boyutları bulunan bu başlık altında sözü uzatmamakta yarar var. Değinip geçmiş olduk.

Pek de uygun olmayan koşullarda yazmaya çalışırken, muhalif ve muhalefet güzellemesinden gına geldi, saptamasından yola çıktık; gide gide, muhalifi ve muhalefeti yerin dibine batıran bir noktaya mı ulaştık yoksa?

Öyle değil aslında.

Bütün sorun ya da sorulması gereken asıl soru şu: Bir, neye ya da kime ve neden karşısın; iki, karşı olup da ne yapıyorsun?

Mesut Odman
SOL