19 Şubat 2017 Pazar

Özgürlük kavgası, darbeler ve üniversite’nin çilesi - TANER TİMUR

Kimse kötümserliğe kapılmasın. Çağdışı ve bu ülkenin kazanımlarına tamamen ters yöndeki bu niyetler yenilmeye mahkûmdur.
İlk “modern üniversite”, Almanya’da, özgür bir felsefi tartışma zemininde kuruldu. Kant’tan Hegel’e uzanan “Alman idealizmi”nin bilim ve özerklikle ilgili düşünceleri, 1810’da Berlin’de kurulan Humboldt Üniversitesi’ne temel teşkil ettiler: Modern üniversite, insanın kültürel inşasını (Bildung) ve “gerçek” kavgasını tartışma, hümanizm ve özerklik ilkeleri üzerine dayandıracaktı. Wilhelm Humboldt ve dava arkadaşları Ortaçağ’ın skolastik düşüncesine ve Kilise doğmalarına “Hayır!” diyorlardı.
Ne var ki proje gerçek olamayacak kadar güzeldi ve uygulanamadı.

•••

Uygulanamadı; çünkü yaşam ve özgürlük kavgası soyut düşüncelerle verilmiyor; ideal ilkeler kurumların varlıklarını sürdürmeleri için yeterli olmuyor; “bilim ve gerçek kavgası”, reel dünyanın “maddi çıkarlar kavgası” karşısında çoğu kez yenik düşüyor. En azından tarih şimdiye kadar böyle cereyan etti. Nitekim “modern üniversite” kurucusu Almanya’da da gelişmeler farklı olmadı. Yeni üniversitenin açılışından sadece otuz yıl kadar sonra, IV. Wilhelm’ın şahsında en gerici sınıflar iktidara geliyor ve Üniversite’de özgür düşünce yasaklanıyordu. Böylece, din ve laiklik bağlamında Alman idealizmi’ni “sivil toplum” açısından tartışmaya başlayan bilim adamları birer birer üniversiteden uzaklaştırıldılar. Önce ilk kez “din, kitlelerin afyonudur” diyen Bruno Bauer kovuldu; sonra Feuerbach bir taşra üniversitesine sürüldü; Marx ise artık asistan olmak için akademik kuruma müracaat etmeyi bile gereksiz buldu. Toplumsal formasyonlara asıl damgasını vuran sınıf kavgaları Akademi’de de başat olmuş, hükmünü icra etmeye başlamıştı. Ve sınıfsal hegemonyaya dayanan bir sistem içinde, ezilen çoğunluk iktidar olmadan, Üniversite’de Humboldt’un ideallerine yer yoktu.

•••

Yine de burjuva toplumuyla beraber üniversitelerin giderek halk sınıflarına açılması, sınıf kavgalarının Akademi’ye de yansımasına ve özgürlük alanının genişlemesine yol açmıştı. Oysa kriz, savaş ve soğuk savaş dönemlerinde baskılar artıyor, özgürlükler yine askıya alınıyordu. Amerika’da “siyasal düşünceleri yüzünden işini kaybeden ilk radikal öğretim üyesi”, 1915 yılında, “maden ocaklarında çocuk emeğinin kullanılmasına karşı çıktığı için” Pensilvanya Üniversitesi’nden atılan ekonomi profesörü Scott Nearing oldu. Bir yıl sonra da Bertrand Russel gibi liberal bir filozof, sırf “pasifist etkinlikleri” yüzünden Cambridge’den kovuluyor, üstelik altı ay da hapse mahkûm oluyordu. 1960’ların yükselen devrim koşullarında ise üniversiteler özgürlük kaleleri haline geliyorlardı. Kontrolü elden kaçırma korkusuna kapılan egemen sınıflar, ünlü profesörleri yetersiz kalınca, bu kez de kampüslere ajan provokatörlerini yolladılar.

•••

Osmanlı Devleti modern sınıflara dayanan bir burjuva toplumu yaratamadığı için modern bir üniversite de kuramadı. Aslında daha Tanzimat’ı izleyen yıllarda “medrese sistemi”nin yetersizliği anlaşılmış ve bir “Darülfünun” kurulması tasarlanmıştı. Hatta İtalyan mimar M. Fossati’ye bir de bina planı ısmarlanmıştı. 1869’da kabul edilen “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” ise Darülfünun’un kaç bölümden oluşacağını, öğrencilerini nasıl seçeceğini, ders programının ne olacağını ayrıntılı bir şekilde (79-128 maddeler) düzenliyordu. Ne var ki arkadan Rus savaşı ve onu izleyen istibdat dönemi geldi ve modern bilim ve özgürlük tartışmaları ancak II. Meşrutiyet yıllarında yapılabildiler.

Gerçekten de 1908’de “Hürriyet’in İlanı”nı izleyen yıllarda modern üniversitelere temel teşkil edecek tüm düşünceler Türkiye’de de gündeme geldiler. Skolastik düşünce, mektep-medrese uyumsuzluğu, üniversite özerkliği başlıca tartışma konularıydı. Ziya Gökalp, “Darülfünun emirlerle düzelmez; onu yapar ancak serbest bir ilim; bir mesleğe haricinden fer gelmez; bırakınız ilmi yapsın muallim!..” dizeleriyle adeta bu konuda izlenecek yolu gösterir gibiydi. Ne var ki, kendisinin de katkıda bulunduğu pantürkist akım, militarist eğilimler ve darbeci politika bunun için gerekli özgürlük ortamını yok etti ve sonuç da felaket oldu.

•••

Türkiye’de modern üniversite reformu, 1933 yılında “Darülfünun”u ortadan kaldıran reformist bir kanunla kuruldu. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip, 2252 sayılı kanunu, reformun da ötesinde bir devrim kanunu olarak sunuyordu: “Bugün kuruluşu başlayan İstanbul Üniversitesi’nin dünkü İstanbul Darülfünun’u ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır”. Ne var ki arkasında özgür bir araştırma geleneği bulunmayan “Darülfünun”un bir kanunla “modern (burjuva) üniversitesi”ne dönüşmesi de beklenemezdi. Bu boşluğu Nazi zulmünden kaçan ünlü Alman profesörler de dolduramazdı. Yine de 1933 Reformu bu yönde radikal bir adım oldu. Temeller atılmıştı.

•••
ozgurluk-kavgasi-darbeler-ve-universite-nin-cilesi-246896-1.
Türkiye çok partili rejime “soğuk savaş” koşulları içinde girdi. Sovyet tehdidi bağlamında ülkeyi saran anti-komünist histeri üniversiteyi de kuşatmış ve Ankara Üniversitesi’nin en değerli elemanları (Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif) Fakülte’lerinden uzaklaştırılmıştı. Bu dönemde CHP ve DP anti-komünizm konusunda bir birbirleriyle savaşıyor, güçlü bir komünist hareketin olmadığı ülkede “hayali komünistler” yaratıyorlardı. “Rus salatası”nın adının “Amerikan salatası” olarak değiştirildiği günlerde yaşıyorduk.

•••

Demokrat Parti, iktidara geldikten, özellikle de 1954 seçimlerinde baş döndürücü bir zafer kazandıktan sonra giderek hırçınlaştı ve hiçbir muhalefete tahammül edemez hale geldi. Menderes’in bu mutlak otorite tutkusundan tabii ki üniversite de nasibini aldı. 1956 yılında S.B.Fakültesi Dekanı Turhan Feyzioğlu öğrencilerine –Demirci Efe’ye gönderme yaparak- “bir ülke ya ilimle ya da zulümle idare edilir” dediği için vekâlet emrine alınıyor, izleyen yıllarda baskılar daha da artıyordu. Menderes artık Mülkiye’yi Konya’ya sürmekten, “Üniversite’nin çanına ot tıkamaktan” söz etmeye başlamıştı. O tarihte ülkede sadece üç üniversite vardı ve sesi çıkan da sadece Ankara Üniversitesi idi. Gerginliğin artmasının ve 27 Mayıs darbesinin önemli nedenlerinden biri de bu oldu. 27 Mayıs’la birlikte ülkede “darbeler dönemi” başlıyordu.

•••

1946 yılında çok partili hayata geçilmesinden bugüne kadar Türkiye’de (başarısız girişimler sayılmazsa) dört darbe yaşadık. Bunlardan sadece ikisi (27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbeleri) Parlamento’nun feshi, Anayasa’nın ilgası ve yeni bir Anayasa yapılması gibi uygulamalara gitti. Oysa bu iki darbe toplum tasavvurları, sınıfsal dayanakları ve uygulanış şekilleri itibariyle adeta birbirinin zıddı idiler. 27 Mayıs darbesi, ordunun hiyerarşik düzeni dışında, küçük bir subay gurubu tarafından gerçekleştirilmişti. Orta sınıf kökenli bu askerler, toplumda derin ideolojik bölünmelerin olmadığı bir dönemde, iktidarı DP’den alıp CHP’ye devreden darbeciler olarak tarihe geçmemek için kurumsal reformlar yapmağa kalkıştılar. Üniversite ile sıkı bir işbirliği içindeydiler ve yeni anayasa yapımını da bir kısmı daha sonra “sol Kemalist”, “küçük burjuva radikalleri” gibi sıfatlarla yaftalanacak olan hukukçu ve siyaset bilimcilere tevdi ettiler. Üniversite özerkliğini, Anayasa’ya sokan, işçilere özgür sendika ve grev hakkı tanıyan, Anayasa Mahkemesini kuran ve TRT’yi özerk bir kurum haline getirenler bunlardı. Ne var ki “radikal reformlar” uğruna üniversiteden sorgusuz sualsiz 147 öğretim üyesini atanlar da yine bunlar oldular. Askerlerin bu “reform”u Milli Birlik Komitesi’ne değil de, işbirliği yaptıkları bazı öğretim üyelerine mal etmeleri inandırıcı olmadı ve bu da “Ara rejim”in kısa sürede bitmesini sağladı.

1980 darbesi ise büyük burjuvaziye dayandı ve daha çok da 1961 Anayasası’nın sağladığı hak ve özgürlükleri genişletmeye çalışan devrimci gruplara karşı yapıldı. 1971 darbesi bir “prova” işlevi görmüş, 1961 Anayasasını yapanlardan bir kısmı ağır suçlar isnadıyla yargılanmış, hatta bazıları da mahkûm olmuştu. Bu arada hiyerarşi dışı girişimleri önlemek için TSK da “Silahlı Kuvvetler Birliği” adı altında gayrı-resmi bir “Vesayet Makamı” haline gelmişti. Hedefte üç düşman vardı: “Komünistler”, “Kürtçüler”, “mürteciler”. Ve askerler bunlara karşı egemen sınıflar ve resmi partilerle tam bir dayanışma içindeydiler. Aslında üç kategori de at iziyle it izinin birbirine karıştığı çok geniş tanımlar içinde hedef gösteriliyordu. Böylece ülke yönetimine “ilim”in değil “zulüm”ün egemen olduğu bu yıllarda elbette ki “üniversite” de “üniversite” olmaktan çıktı ve vahşi yöntemlerle bütün “zararlı” unsurlardan temizlenerek YÖK’ün vesayetine terk edildi.

•••

Bütün zulümler “Kemalizm” adına yapıldığı için, bu arada en çok itibar kaybına uğrayan doktrin de Kemalizm olmuştu. Böylece bir neslin haksızlığa ve zulme uğrayan çocuklarından bir kısmı, o konuda yazılmış onlarca kitabı ellerinin tersiyle iterek, Kenan Evren “Kemalizm”ini “Gerçek Kemalizm” olarak bellediler ve “ileri demokrasi” adına AKP’nin ve Erdoğan’ın peşine takılmakta bir sakınca görmediler. Oysa asıl yapılması gereken -ve gerçek devrimcilerin yaptığı- Kemalist hareketin devrimci kazanımlarını benimsemek ve günümüz koşulları içinde onu eleştiri süzgecinden geçirerek aşmanın kavgasını vermekti. Bunun yerine, “ileri demokrasi” sanrısı ile sırtını kârından başka bir şey düşünmeyen, ilkesiz bir burjuvaziye dayayanlar, bugün büyük bir düş kırıklığı içinde yaşıyorlar. Oysa takke çoktan düşmüş, kel görünmüş ve AKP iktidarı “Kemalizm”in çok gerisinde bir programı adım adım uygulamaya başlamıştı. Abdülhamid rejiminin açıkça övülerek örnek gösterildiği ve üniversitelerin de bu anlayışla muamele gördüğü günlerde yaşıyoruz. Varılan nokta budur. Geçen yıl İmam Hatiplilere hitap ederken, “Açık konuşuyorum”; diyordu Erdoğan; “Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır. Cumhuriyetle birlikte bunların toptan kaldırılması ise daha büyük bir kayba ve boşluğa neden olmuştur (...) İmam Hatipler, İlahiyat fakülteleri elbette çok önemli hizmetleri ifa ediyorlar, ama eğitim gücü ve derinliği bakımından bu kurumların medrese geleneğinin binlerce yıllık birikimine henüz yetişemediği de ortadadır”. İşte bugünkü iktidarın “üniversite” anlayışı budur ve iktidarı güçlendikçe bunu uygulamakta da hiçbir çekince de göstermeyecektir.

Yine de kimse kötümserliğe kapılmasın. Çağdışı ve bu ülkenin kazanımlarına tamamen ters yöndeki bu niyetler yenilmeye mahkûmdur. Bugün haksız ve vicdansız bir şekilde üniversiteden uzaklaştırılan değerli akademisyenler çok geçmeden onurlu bir şekilde yuvalarına döneceklerdir.

Taner Timur / BİRGÜN

18 Şubat 2017 Cumartesi

Kabus kapıya dayandı! - ERHAN NALÇACI

Milliyet dün şöyle bir manşet atmış: “Kabus kapıya dayandı! Aşırı sağcılar önde.”

Haber şuna dayanıyor: Fransa’nın milliyetçi, sağcı siyasetçisi Le Pen, Nisan sonunda yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde %26 ile önde gidiyor. Hollanda’da 19 Martta yapılacak milletvekili seçimlerinde ise Geert Wilders liderliğindeki “aşırı sağcı” Özgürlük Partisi’nin en fazla sandalyeyi alacağı kesinleşiyor.

İyi de Milliyet bunu neden bir kabus olarak görüyor ki! Türkiye’de sanki “ılımlı” sağ iktidarda. Faşizan bir rejimin içinde yaşadığımızı ve Milliyet’in de bu rejime yandaş olduğunu biliyoruz.
Sorun Avrupa’da yükselen sağın İslam düşmanlığında mı? Bu kadar dehşete düştüklerine göre Avrupa’da ve Türkiye’deki “aşırı sağ”ın din faktörüne bağlı uyumsuzluğu onları korkutuyor olmalı.
Oysa hem Türkiye’de, hem de ABD ve Avrupa ülkelerinde sağın yükselişi emperyalizmin ve  sermaye sınıflarının siyasi tercihleriyle gerçekleşti.

Avrupa’da faşizm kendi kitlesini yaratmak için İslam düşmanlığını kullanıyor. Tıpkı Nazilerin 85 yıl önce iktidara gelmek için Yahudi düşmanlığını kullanması gibi. Oysa Nazizmin iktidara gelişine, ABD ve İngiliz emperyalizminin göz yumduğunu ve asıl amacın dünyanın ilk sosyalist ülkesi olan Sovyetler Birliği’ni yok etmek olduğunu o zaman da biliyorduk, şimdi de biliyoruz.
Daha önce de bu konuya değinmiştik, ama bir kez daha Batının emperyalist dünyasında faşizmin yükseliş nedenlerine bakalım.

Avrupa Birliği'nin (AB) en revaçta olduğu zamanlarda dahi bunun son derece hiyerarşik bir yapı olduğunu ve Alman emperyalizminin merkezinde durduğunu söylüyorduk. Buna Alman sermayesinin birikiminin yanı sıra İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizme karşı cephe ülkesi olması neden olmuştu.

ABD hegemonyasının ortasında sinsice yükselen bir dev ortaya çıktı. Bırakın dünyanın diğer kısımlarını AB’deki ülkelerin hemen tamamı Almanya’ya karşı ticari açık veriyorlar. 2015’te Almanya ile ticarette Fransa  40, İtalya 11, İspanya 12 milyar dolar  açık vermiş.
Üstelik Almanya sanayiye dayalı ticari üstünlüğünü siyasete mal etmeye çalışıyor. Alman emperyalizmi çok sayıda vakıf üzerinden sinsice ABD hegemonyası dışında kendine ait bir dünya kurmayı deniyor. Bu politikanın şampiyonlarından olan, Alman tekellerinin gözdesi ve Trump’ı “Nefret Vaizi” diye tanımlayan Frank-Walter Steinmeier çok yeni Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
Almanya karşısında sürekli gerileyen ülkelerde ise yükselen faşist hareket AB’ye, Avro’ya dolayısıyla Almanya egemenliğine karşı çıkıyorlar. Trump ekibinin Avro’nun 18 aya çökeceğini söylemesi de bu eğilimi yansıtıyor.

Öyle ya, Rusya Sovyetler Birliği değil, neden soğuk savaş düzenini Almanya’nın suistimal etmesine izin versinler.

Ama başka bir şey var, Batının emperyalist dünyasını tehdit eden Çin denizi etrafındaki sermaye birikimi. Başlıca Çin’deki sermaye değersizleştirilmeli veya ABD hegemonyasındaki Batıya boyun eğmeli.

Avrupa’daki faşizm son –ama gerçekten son olacak- bir Haçlı Seferi için emekçi sınıflardan asker toplamak üzere iktidara yerleşmeye çalışıyor.

Biz ise; eşitliğe dayalı uluslararası bir bütünleşmenin sosyalizmin bayrağı altında ve
faşizmin, gericiliğin kökünün kurumasının ancak tekellerin zenginliği emekçilere geçince mümkün olacağını, liberal/faşist çekişmesinin farklı emperyalist stratejilerin ürünü olduğunu
ve zamanın daraldığını çok iyi biliyoruz.

Herkes saflara!


Erhan Nalçacı / SOL

Başkanlık sisteminin Trump’la imtihanı - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Başkanlık Sisteminin Başarısızlığı” kitabında Juan Linz, bu yönetim tarzının özellikle kutuplaşmış toplumlarda hastalıklı sonuçlara yol açtığını anlatır.

 
Sistemin işleyişinin doğrudan “kutuplaşmayı bilediğini” belirten tanınmış siyaset bilimci bunun “başkanlığın sıfır toplam oyunu olmasından kaynaklandığını” söyler.
“Başkanlık sistemi” üzerinde yapılmış en ayrıntılı analizle tanınan Linz; “Çünkü başkanlıkta kazanan parsayı toplar” der ve ekler:
“Kutuplaşma bilenir ve (dolayısıyla) meşruiyet gölgelenir. Başkanın 4-5 yıl için seçildiğini düşünün. (Karşıt) tarafların tabanları arasındaki sertleşme ve gerilimi, bu dönemde düşürecek bir mekanizma yoktur. Yenilen taraf 4-5 yıl bekleyecektir. Gerilim tırmanır!” 
 
Trump’ın Beyaz Saray’da geçirdiği ilk üç hafta, Linz’in sözlerinin sağlaması gibi. Son seçimler, ABD’nin en gerilimli, en kutuplaşmış seçimi oldu.
Trump yandaşları mitinglerde Hillary’yi içeri tık!” diye bağırdı. Clinton da Trump Beyaz Saray’ının ABD için “badire/ apocalypse”le eşdeğer olacağını söyledi.
“Amerika Birleşik Devletleri”nin adı bu görülmemiş çekişme nedeniyle “Amerika Birleşmemiş Devletleri”ne çıktı.
 
Gerilimden beslenen liderlik
Trump’ın seçimi kazanmasıyla Beyaz Saray’a sahiden de hızla “badire” havası çöktü. Öyle ki “Beyaz Saray/Beyaz Ev” in adı göz açıp kapayana dek “Kaos Ev”e çevrildi.
Trump kampanyada vaat ettiği gibi Clinton’ı hapse atmadı ama onunla hesaplaşmasını sürdürüyor.
Çiçeği burnunda başkan, başından sonuna dek izlediğim “Kaos Ev”deki 1.5 saatlik ilk basın toplantısının önemli bölümünü hâlâ Clinton’la bitmeyen itişmesine ayırmıştı.
“Rusya ile ilişkilerim nedeniyle sürekli bana saldırılıyor” diyen Trump; “Rusya ile benim özel ilişkim yok. Ama asıl Clinton’ın var. Hillary Clinton (Dışişleri Bakanlığı döneminde) ABD’nin önemli uranyum kaynaklarının yüzde 20’sini Rusya’ya verdi!” dedi.
Tümüyle gerçek dışı bir iddiaya dayanan bu “düello”nun aslında bir tek amacı var: Bizim Türkiye’de çok iyi bildiğimiz bir taktikle “gerilimden beslenmek” ve “yüksek dozlu gerilimin” ardına gerçek gündemi saklamak.
Trump’ın gürültüye getirmek istediği gerçek gündem; Beyaz Saray’da 3. haftasını doldurmadan istifa etmek zorunda kalan ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn’in skandalı.
Başkanın dış politika, savunma, anti-terörizm stratejilerini tanımlayan kilit organ olan “Ulusal Güvenlik Konseyi”nin başındaki şahsın böyle ışık hızıyla “kellesinin düşmesi”, başkanın otoritesine bir darbe.
Trump, bu çok büyük yarayı şimdi gerilimle örtmeye çalışıyor. Sade eski rakibi Demokrat adaya değil, önüne gelen herkese, Flynn skandalını yazan medyayla beraber skandalı sızdıran istihbarat odaklarına ve “Müslüman yasağı”na taş koyan yargıçlara yaylım ateşi açıyor.
 
‘Hayır’ için yeterli neden
Beyaz Saray’daki ilk basın toplantısında Trump, bu nedenle “hodri meydan” dedi ve özellikle de basın organlarını birer birer yerden yere vurdu.
“New York Times”a “iflasın eşiğindeki gazete” dedi.
CNN’i “yalan haber yapmak”, “nefret, kin kusmakla” suçladı.
BBC muhabirine de “Siz de CNN gibisiniz” demeyi ihmal etmedi.
Soru yönelten gazetecilere çocukları okulda tahtaya kaldıran öğretmen edasında bir bir… “iyi soru”, “kötü soru” diye derecelendiren Trump’ın bu büyük şovu, tam “reality” kıvamındaydı.
Basın camiasını, hiçbir ABD başkanının yapmaya cesaret edemediği şekilde karşısına almaktan çekinmeyen Trump, “basının aracılığını ortadan kaldırarak Amerikan halkıyla doğrudan konuşmayı” hedefliyor ve bunu açıkça böyle söylüyor.
Bu yeni bir durum.
Şimdiye dek tüm başkanlar; kurumlara ne kadar tavır alırlarsa alsınlar, “kurallara” uymaya hep özen gösterdiler.
Trump, diğer başkanlardan farklı olarak, sırf kişilere ve kurumlara değil “kurallara” da meydan okuyor. “Kuralları” sil baştan, yalnız kendi çıkarları doğrultusunda, bildiği gibi tanımlamaya kararlı görülüyor.
“Gelişmiş” dediğimiz ABD sisteminin saplandığı bu çukur ve kaydettiği irtifa kaybı, başkanlık sistemine “Hayır” demek için başlı başına yeterli neden.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Anayasaya veda - ALİ SİRMEN

16 Nisan 2017’de yapılacak anayasa referandumu tarihimizin bu konudaki yedinci oylamasıdır. Bunlar içinde, birbirlerinin benzeri olanlar, 7 Kasım 1982 ile 16 Nisan 2017 oylamalarıdır.
Her iki oylamada da, bir anayasa metninin yanında, aynı zamanda fiilen işbaşında olan otokratların fiili egemenliklerinin onaylanması söz konusuydu. 



35 yıl arayla yapılan ve biri askeri, öbürü sivil darbenin fiili sonuçlarını anayasallaştırmak amacına yönelik olan oylamalar seçmenin oyuna sunulan metinlerin reddedilmeleri halinde bile uygulamada bir şeyin değişmemesi için iktidarın ayak sürüyecek olması bakımından birbirinin aynısıdır.
1982’de Kenan Evren’in yetkileri ile birlikte Cumhurbaşkanlığı da oylamaya sunulmuştu. 2017’de, daha önce Cumhurbaşkanı seçilmiş Recep Tayyip Erdoğan’ın yetkileri halkın oyuna sunulmakta.
7 Kasım 1982’de hayır çıkması halinde, o sırada resmi sıfatı devlet başkanı olan Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olamadan da devlet başkanı olarak fiilen, sultasının süreceği bizzat kendisi tarafından açıklanmıştı.

                                                                      ***
16 Nisan 2017 oylaması da, tıpkı 7 Kasım 1982 oylaması gibi sonucu ne olursa olsun fiili durumu değiştirmemek niyeti siyasi iktidarda ağır basmaktadır.
Şu anda zaten, AKP’nin fiili lideri olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yürütmenin de başıdır ve yasama ile yargı da eninde sonunda onun denetimindedir. 16 Nisan’da “evet” sonucu çıkması halinde, uygulamada bir değişiklik olmayacak, yalnızca fiili durum hukuken onaylanacaktır.
Tabii bu olguya bakarak, çok tehlikeli olan, “sonuç ne olursa olsun, fiili durum değişmeyeceğine göre, sandık başına gidip hayır demenin hiçbir kıymeti harbiyesi olmadığı” yanılgısına düşmemek gerekir. 


Demokrasinin “olmazsa olmaz”ı, kuvvetler ayrılığı ilkesini çiğnemeyi tescilleyen metne hayır denmesi, demokrasiden yana olanları güçlendirmesi, dolayısıyla demokrasi mücadelesinde zafere giden yolun ilk adımı olması açısından yaşamsal önem taşımaktadır.
1982 ve 2017 referandumları arasındaki benzerlikler bunlarla sınırlı değil. Her iki oylamada da, fiilen evet demek serbest, ama hayır demek yasaktı. 1982 oylaması sırasında “hayır” diyeceğini açıklamış olan Oktay Akbal hapse tıkılmıştı. 2017 oylamasında ise hayırdan yana olanlar, teröristlikle, FETÖ veya PKK yandaşı olmakla (hepsi aynı kapıya çıkıyor) suçlanıyorlar. Aradaki tek fark, 1982’de gazeteciler hapse atılıyorlardı, şimdi işten atılıyorlar.
Ama bu fark da, her iki halde de, evet demek ile hayır demenin eşit derecede özgür olmaması sonucunu değiştirmiyor.

                                                                             ***
İşin daha da ilginç yönü aslında, 2017 referandumundan “evet”lerin hâkim çıkması halinde de hedeflenen meşruiyetin elde edilemeyecek olmasıdır.
7 Kasım 1982’de sandıktan baskıyla çıkan yüzde 91.4 oranındaki “evet” oyu, “12 Eylül Anayasası”na meşruiyet kazandıramamıştır. 


Bu durumun nedenini “anayasaların ancak uzlaşmanın yaygınlığı ölçüsünde kalıcı ve meşruiyet kaygısına deva olabileceğini” söyleyerek açıklayan Anayasa Hukuku hocası ve Anayasa Mahkemesi eski üyesi, Prof. Dr. Fazıl Sağlam, “Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa yoktur” diyen 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. maddesine atıf yaparken, değişiklik metninde yargının bağımlı hale geldiğini, kuvvetler ayrılığının çiğnendiğini de vurguluyor. Prof. Sağlam, burada Kemal Gözler’in bir yazısının her şeyi anlatan şu veciz başlığına gönderme yapıyor:
“Elveda Kuvvetler Ayrılığı, Elveda Anayasa”
Görülüyor ki, tıpkı 7 Kasım 1982’de olduğu gibi, 16 Nisan 2017’de de, kuvvetler ayrılığını çiğneyen değişikliğe “evet” de “Reis Sistemi”ne meşruiyet kazandıramayacak, Prof. Sağlam’ın deyimiyle “anayasasızlaştırma ve hukuksuzlaştırma” süreci değişmeyip sürecektir.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Umre fotoğraflı referandum açılışı - ŞÜKRAN SONER

Yandaş medyanın hasları Cumhurbaşkanlığı sistemi referandum kampanyasının açılışını umre fotoğrafları ile süslediler. Halen hukuken geçerli olan laik Cumhuriyet düzeninde, dinin siyaset aracı olarak kullanılmasının, siyasal İslamcı kampanya yapılmasının bir belgesi daha demenin anlamı yok, abesle iştigal. İnançlı Müslümanların ibadetin değil siyasete, gösteriye araç edilmesinin ayıbın ötesinde günah olduğunu söylediklerine çok tanıklık etmişizdir. Medyada yer verilen kimi tartışmalarda, referandum seçim kampanyasının resmi başlangıcı ile çakışan özel izinli son gece saatlerindeki Mescid-i Haram ziyareti ile Kâbe umre tavafı ziyaretlerine dönük bize söz düşmez. İbadet anlarının en kutsalına dönük fotoğraf kareleri, Türk hacıların alkışlı destekleri, Genelkurmay Başkanı ile MİT Müsteşarı’nın katılımları... İnanç üzerinden siyaset yapanların tartışma gündemlerinde olmalı... 


Bizim öncelikli gündemimizde halen cumhurun başı, devletin başı kimliği ile Cumhurbaşkanı ve siyasal iktidarın Hükümetin başı kimliği ile Başbakan başta, tüm kamu kurumlarının başında görev yapan tarafsız olması gereken görevlilerin tüm kamu kaynakları, olanakları, hükümet icraatlarını basamak yaparak, bizim cebimizden çıkan vergilerle yapılan kamu harcamaları, hizmetlerini, hak ve hukuku ayaklar altına almış, suç işliyor olarak pervasız, izansız kullanabiliyor olmaları...
Evet terörü icraatlarında ipin ucu öylesine kaçmış ya da madalyonun öteki yüzüyle gönüllülük üzerinden alınabilecek oylara dönük öylesine kaygıları var ki... Toplumu daha da fazla germeden, cepheleştirmeden sonuç almada öylesine umutsuzluk söz konusu ki... Şeytanın aklına gelemeyecek her yol, yöntem, seçmende baskı, şantaj etkisi yapabilecek her türden adım çare sayılıyor... 


                                                                             ***
Akıl var mantık var... Gerçekten referanduma konu olan, “evet” oyu istenen, dünyada bir benzeri olmayan otoriterleşme, laik Cumhuriyeti ortadan kaldıracak rejim değişikliğinde; yasama, yürütme, yargı yetkilerini sınırsız tek kişide toplamış, Hükümet, Meclis’in işleyişlerini, devletin başı ile siyasi erkin başı bir kişiye teslim etmiş, sınırsız yetkilerle donatmış... Metnin içeriği üzerinden nasıl bir gerçek referandum kampanyası yürütülebilir ki...
Halkı “evet” oyu için içerik tartışmaları üzerinden inandırmak liderliğe en sadık AKP-MHP seçmenleri için dahi olanaksız gibi. Koca bir seçim kampanyasının bütünü içinde sadece güdümlü yandaş medya, siyaset sözcülerinin değil, en sevilen siyasal liderliklerin işleri her gün biraz daha zorlaşıyor. Doğal olarak daha ilk günlerden, içerik tartışmasından olabildiğince kaçmak, olabildiği kadar “Evetçi tehditlerle” polemik tartışmalara, kamuoyu güdüleme araçlarına başvurmak gerekiyor...
Seçmene rüşvet içerikli referandumla çakıştırılmış İktidarları icraatlarında dur durak bilinmiyor... Sabah gözlerimizin açıldığı saatlerden, gözlerimizi kapattığımız gecenin en geç saatlerine kadar... İsterseniz bir Cumhurbaşkanı, bir başbakan, bir yandaş görevlilerin ağzından hedef referandum, binbir çeşit gerekçeli etkinliklerin, açılışların, toplantıların canlı yayınları üzerinden günlük yayın saatlerini toplamaya kalkışın... Toplam 24 saatin yarısından azına düşebilir mi? “Şimdi hedef ilk etapta 16 Nisan oylarını halletmek...” 


Dudak uçuklatan kamu harcamaları ile sadece oy verecek kuşakların değil, çocuklarının borç hanesine, vergilerine dayatılmış yatırımlarla, diktatoryal otoriterleşmeye oy istenen referandum gündemiyle nasıl doğrudan bir ilişkisi kurulabilir? 15 yıllık hükümet icraatları sonunda son ayın verileriyle ülkemizde işsizlikte rekora koşulmuşken, seçmenler hâlâ seçim seferberliği sadaka rüşvetleriyle nasıl uyutulabilir, yaşayıp göreceğiz... Bu yüzden mi acımasızca hayır içerikli kampanyalara izansız saldırılar? Üniversitelerde son bir kalıntı, üniversiteleri hâlâ ayakta tutmaya çalışan, kendini bilime adamış, onurlu bilim insanları için son operasyonlardaki edepsiz, adapsız sınırtanımaz işten atılmalar listelerine bir bakın hele. Okudukları bölümleri tümden çökertecek bu operasyonlara karşı ses çıkarmak isteyen öğrenciler, öğretim üyelerine yine izansız polis gücü ile operasyonlar... Dipten gelen “yetti gayrı” diyen hayırcıların gücü mü?..


Şükran Soner / CUMHURİYET

94 YILLIK CUMHURİYETLE HESAPLAŞMA - ALİCAN ULUDAĞ





Anayasa değişikliği paketinin yürürlülük maddesinde yer alan bir çelişki, Cumhurbaşkanı’nın hem ‘partili’, hem de ‘tarafsız’ olmasına neden olacak. Buna göre anayasanın 101. maddesinde düzenlenen “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü, anayasa değişikliğinin 16 Nisan’daki referandumda kabul edilmesiyle yürürlükten kalkacak. Ancak Cumhurbaşkanı’na ilişkin ‘nitelikleri ve tarafsızlığı’ başlıklı 101. maddede yapılan diğer değişikliklerin yürürlülük tarihi ise 2019 olarak belirlendi. Bu durumda 101. maddenin ‘tarafsızlığı’ başlığı da yürürlükte olmaya devam edecek. Anayasa değişikliği paketi ile, Cumhurbaşkanı’na tek başına bütçe yapma yetkisi de verildi. Paketin 15. maddesiyle Cumhurbaşkanı, bütçe yasa teklifini mali yılbaşından en az 75 gün önce TBMM’ye sunacak. Bütçe teklifi Bütçe Komisyonu’nda görüşülecek ve komisyonun 55 gün içinde kabul edeceği metin Meclis Genel Kurulu’nda görüşülerek mali yılbaşına kadar karara bağlanacak. Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulamaması halinde, geçici bütçe kanunu çıkarılacak.


Seçimler 2019’da
17. madde ile anayasaya geçici 21. madde eklendi. Buna göre Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci Yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3 Kasım 2019 tarihinde birlikte yapılacak. Seçimin yapılacağı tarihe kadar TBMM üyeleri ve Cumhurbaşkanı’nın görevi devam edecek. Ancak Meclis’in seçim kararı alması halinde, 27’nci Yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılacak. Yani, 3 Kasım 2019 tarihinin öne çekilmesi, Meclis kararıyla olacak.

İçtüzüğü değişecek
Öte yandan paketin yayımı tarihinden itibaren en geç 6 ay içinde TBMM, bu yasayla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri yapacak. Bu tüzük değişikliğinde muhalefetin Meclis’te sesini kısacak maddelerin getirilmesi bekleniyor. Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği belirtilen değişiklikler ise Cumhurbaşkanı’nın göreve başlama tarihinden itibaren en geç 6 ay içinde Cumhurbaşkanı tarafından düzenlenecek.

Seçim kanunları
Geçici maddeye göre, anayasanın 67’nci maddesinin “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” hükmünün, bu yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonra birlikte yapılacak ilk milletvekili genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi bakımından uygulanmayacak. Bu da iktidarın, referandumdan sonra seçim kanunlarında değişiklik yapmayı düşündüğünü ortaya koydu.

Tarafsızlık çelişkisi
18’inci yani paketin son maddesi ile yürürlülük tarihi düzenlendi. Anayasa paketi ile getirilen düzenlemelerin büyük bölümü, birlikte yapılan TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanı’nın göreve başladığı tarihte yürürlüğe girecek. Cumhurbaşkanı’nın “adaylık ve seçimini” düzenleyen 101. maddesinin yürürlük tarihi ise Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin takvimin başladığı tarihte olacak. Ancak 101. maddenin son fıkrasında yer alan “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” ibaresi ise referandum sonuçlarının yayımı tarihinde yürürlükten kalkacak. Yani, mevcut anayasanın Cumhurbaşkanı’na ilişkin “nitelikleri ve tarafsızlığı” başlıklı 101. madde, “partili” bölümü dışındakiler 2019’a kadar yürürlükte olacak. Bu durumda anayasada Cumhurbaşkanı hem ‘tarafsız’, hem de ‘partili’ olacak.

Alican Uludağ / CUMHURİYET

17 Şubat 2017 Cuma

Darbe gecesi gizi, El Bab serüveni ve Hulusi Akar’a aykırı sorular! - ENVER AYSEVER

El Bab Operasyonu bitmiş, hayırlara vesile olsun! 15 Temmuz gecesi çeteci/darbecilerin eline rehin düşmüş Hulusi Akar açıklamış bu kararı. Ülkenin ve dünyanın çok sıkıntılı bir sürecinde görev yapmakta Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar ve yakın tarihin önemli tanığı hatta öznesi konumunda. Bugüne dek ses vermedi, açıklama yapmadı. “Askerin siyasete karışması doğru değildir” tezi, giderek hesap vermenin, denetimin de önünde engel olmakta. Oysa demokratik toplumlarda her kurum halka karşı sorumlu, hukuk önünde eşittir. Kamu adına görev yapan gazetecilerin de görevi sormaktır. Bakalım Sayın Akar yanıt verecek mi?


1- 15 Temmuz gecesiyle ilgili size soru sormakla yükümlü ‘TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na niçin gidip ifade vermediniz? Milli iradeyi tanımıyor musunuz?
2- Kalkışma günü/gecesi neredeydiniz, kimlerle görüştünüz? Ordunun istihbaratı size FETÖ hakkında hiç bilgi vermedi mi? Verdiyse neden ciddiye alıp gereğini yapmadınız?
3- Kardak ziyaretinizde yanı başınızda bulunan Yarbay Bilgehan Bülbül FETÖ’den tutuklandı. Nasıl oluyor da hâlâ FETÖ’cüler bunca yakınınızda yer alabiliyor? Bunca zafiyet içinde olan bir genelkurmay başkanı topluma nasıl güven verir?
4- Yok, eğer Yarbay Bilgehan Bülbül FETÖ’cü değilse, bu yeni kumpası kim kurdu? Kendinizi ve silah arkadaşlarınızı güvende sayıyor musunuz?
5- El-Bab operasyonu neden gerekliydi? TSK burada doğrudan sıcak temas içinde olmamak yönünde bir iradeyle yola koyulmuşken nasıl ve neden yalnız bırakıldı?
6- ÖSO denen yapının diğer selefi gruplardan/IŞİD’den farkı nedir? Neden silahlı kuvvetler düzenli yapısı/sorumluluğu olmayan bir toplulukla birlikte hareket etmiştir?
7- Bu bir operasyon muydu yoksa savaş mı? Bu kısa sürede bunca şehit vermemiz doğal mı yoksa askeri bir öngörü zaafı mı var?
8- IŞİD tarafından yakılarak katledildiği söylenen iki Mehmetçik için bir açıklama yapacak mısınız? Olayın gerçeği nedir?
9- Ruslar tarafından askerimizin bulunduğu yere yapılan saldırıyla ilgili gerçek nedir? Koordinat bilgilerinin yanlış verildiğini iddia eden Ruslara karşı yanıtınız nedir? Eğer verdiğiniz yanıt kabul görmediyse bu uluslararası bir suç değil midir? Koordinatları yanlış veren birileri varsa, bunları bulmak göreviniz değil mi?
10- Tüm dünya devletleri bölgedeki Kürt grupları IŞİD’e karşı savaş veren düzenli silahlı yapılar olarak kabul ederken, tek başına buna tepki gösteren TSK, ne tür bir mücadele verecektir, sonuçları hakkında öngörünüz nedir?
11- Eğer bu Kürt silahlı gruplar terörist idiyse, yakın zamana dek liderleri Salih Müslim’i ağırlayan devlet suç işlemiş değil midir? Ne değişmiştir, açıklamaya muhtaç bulur musunuz...
12- Yenikapı ruhuna destek için yer aldığınız mitingden sonra yaşanan siyasi kırılmalar ve başkanlık tartışmaları sizi de taraf konumuna getirmedi mi? Hakkınızda öne sürülen başkan yardımcısı olacağınız iddiası doğru mu? Doğruysa asker siyasete bulaşmış olmuyor mu? Bu tür bir görüşme yaptınız mı?
13- El Bab dönüş yolunun mayınlı ve tuzaklarla dolu olduğu bilgisi yayılmış durumda. Dönüş için önlem alındı mı? Askerlerimizin güvenliğine yönelik hazırlık ne durumdadır?
14- El Bab’tan TSK geri çekilirse bölgenin güvenliğini kim sağlayacaktır? Yeniden terör gruplarının oraya yerleşmesi söz konusuysa eğer, operasyon başarılı denebilir mi? Bölgede müttefikimiz görünen gruplara güveniyor musunuz?
15- Tüm bu süreç işlerken uluslararası müttefiklerimiz niçin taşın altına ellerini koymadı? Türkiye Cumhuriyeti kandırıldı mı? Eğer böyleyse müttefiklik ilişkisi sürdürülebilir mi?
16- Orduda halen kaç FETÖ’cü bulunmaktadır? Temizlik tamamlandı mı? Siz hayatınızın herhangi bir döneminde Gülen Cemaati ile bir temas içinde oldunuz mu?
17- MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın kalkışma gecesi nerede olduğu da gizini korumaktadır. TSK ve MİT ilişkisi ne durumdadır? Karşılıklı güven ilişkisi, bilgi akışı tesis edilmiş midir? Kurumlar arası güvensizlik terör örgütlerine uygun ortam hazırlamaz mı?
18- Farklı ülkelerin basın organlarında Türkiye’de darbe olasılığından söz edilmektedir, bu yönde bir sezginiz/bilginiz var mı? Varsa eğer önlem aldınız mı? Ülke böyle bir felaketi yaşarsa baş sorumlu olacağınızı düşünür müsünüz?
19- Askeri arazilerin imara açılması, askeri okulların boşaltılması ve yüzlerce öğrencinin terörist sayılması hakkında görüşünüz nedir? Eğer bunca öğrenci FETÖ kucağına düşmüşse, bunda dönemin Genelkurmay Başkanları da suçlu değil midir? Öğrencilerle birlikte onların da ve elbette sizin de yargılanmanız gerekmez mi?
20- Hakkınızda bunca eleştiri ve tartışma varken, toplumu rahatlatmak adına bir basın toplantısı yapmayı ya da istifa etmeyi düşünür müsünüz?

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Sanat, edebiyat neye yarar? - ZEYNEP ORAL

Toplumun yüzde 49’u hiçbir zaman sinemaya gitmiyor. Toplumun yüzde 39’u hiç kitap okumuyor.
Toplumun yüzde 66’sı konser, tiyatro ya da opera gibi herhangi bir etkinliğe katılmamış...
Toplumun yüzde 81’i hiçbir enstrüman çalmıyor; yüzde 57’si video, VCD, DVD, internetten film, dizi izlemiyor; yüzde 47’si hiç dergi okumuyor; yüzde 86’sı hiçbir hobi kursuna gitmemiş.
En sık yapılan aktivite ise yüzde 85’le televizyon izlemek... 



***
Bu gerçekler, “Türkiye’yi Anlama Kılavuzu”ndan... Bunu bana yeniden anımsatan İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) kültür politikaları çalışmaları kapsamında yayımlanan “Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar” başlıklı yeni raporu.
Okudukça sadece içinizi acıtan gerçeklerle değil, önerilerle, olumlu ve olumsuz örneklerle, yapılması gerekenlerle yüz yüze geliyorsunuz. Emek veren Ayça İnce, Ceren Yartan, Rumeysa Kiger’e teşekkürler!
Türkiye’de kültür-sanat hayatına katılma ve katılmama nedenlerini inceliyor rapor. “Kullanıcılarının” kimler olduğunu anlamaya çalışıyor. Daha çok insanın kültür-sanat etkinliklerine katılmasının sağlanması için Türkiye ve dünyadan iyi uygulamalar, işbirliği modelleri ve yenilikçi yaklaşımlar sunuyor. Bu yol gösterici raporu burada bir minicik köşeye sığdırmam olanaksız. Meraklılar raporun tümünü iksv.org adresinden okuyabilir.
 
Topluma katkıda bulunmak
 
Milletin derdi sonsuz, savaşta ölenler, işten atılmalar, hapisteki yazarlar... Bunlar varken sanat manat neye yarar, kültür sanata katılmışım, katılmamışım kime ne...
Böyle düşünenlerin, eğitim müfredatından sanat, kültür, felsefe derslerini sıfırlayanların, sanatçıları düşman belleyenlerin, tiyatromuzun eğitim kalesi Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ni işlevsiz hale getirenlerin, bu raporu dikkatle okumaları, ders almaları gerekir.
Çünkü özetin özeti şu: Sanattan, edebiyattan, tiyatrodan, nitelikli müzikten uzak düşen bireylerin ve yığınların, topluma katkıda bulunması olanaksız...
 
Katkı ve güven duygusu
 
Küresel sorunların üstesinden ancak kolektif şekilde gelinebileceği fikrinden yola çıkan“İyi Ülkeler Endeksi” de raporda yer alıyor. Bu endekse göre Türkiye dünya düzenine katkıda 163 ülke arasında 126. sırada. Dünyanın ortak geleceğine katkı sağlamada yetersiziz!
Ülke içinde milli çıkarlarımızın ne denli korunduğundan kuşkumuz varken dünyaya katkımızdan bana ne diyenler çıkabilir... Ama işte durum pek öyle değil...
Önemli bir gerçek: Dünyaya katkımız ve kültürel alanlara, toplumsal hayata katılım yükseldikçe, topluma duyulan aidiyet ve güven duygusu güçleniyor.
Türkiye’de sendika üyeliği oranı yüzde 6; spor kulübü, kültürel derneklere üyelik oranı yüzde 6. (İkisinde de sondan ikinciyiz.). Araştırmaya katılanlar arasında bireylerin birbirlerine karşı en güvensiz olduğu ülkeyiz.
Türkiye’deki katılımcıların ancak yüzde 14’ü diğer insanlara güvenilebileceğini düşünüyor.
 
Referandumda tavrımız
 
Özetle, rapor, kültür-sanat alanının tüm aktörlerini güncel ihtiyaçlara cevap veren yeni yaklaşımları benimsemeye, bütüncül bakmaya çağırıyor. Katılımcılık kavramını daha geniş bir kitleyle buluşturmayı hedefleyip yol gösteriyor.
Hayır elbette raporda, referandumdan söz edilmiyor. Onu ben ekledim.
Sanat etkinliklerine katılım, edebiyat neye yarar sorusuna yanıtımı artık genişlettim:
Baktığını görmeye, işittiğini kavramaya, yorumlamaya, tartışmaya, değerlendirmeye... Yalanla gerçeği; dindarla dinciyi, hainlikle dürüstlüğü, korkaklıkla çıkarcılığı birbirinden ayırmaya... Sizi geri zekâlı yerine koyup kandırmaya çalışanları püskürtmeye... Hangi partiye yakın olursanız olun, (Cumhurbaşkanı’na âşık bile olsanız) referandumda doğru karar vermenize, HAYIR demenize yarar.

Zeynep Oral / Cumhuriyet

‘TBMM’ mi ‘Pranga’? - Meriç Velidedeoğlu

Bugün, “Misakı Milli”nin (Ulusal Ant) kabulünün “97. yılı”. Özellikle şu günlerde anmanın, ayrıca bağlantılı olarak kimi konuları da anımsamanın zamanı. O günlere dönüp şöyle bir baksak diyorum.
“Kurtuluş Savaşı”nın başlangıç döneminin adımlarından olan “Erzurum ve Sivas Kongreleri”nde saptanan ilkeler, “Osmanlı Mebusan Meclisi”nde görüşülüp pekiştirilerek “Misakı Milli” adı altında özetlenip, “17 Şubat 1920”de kabul edilir. 

 
Altı maddeden oluşan “Misakı Milli”nin temeli, “yurdun bütünlüğünün ve ulusun bağımsızlığının” sağlanmasıydı. 
 
Bu ilkeler, “Büyük Millet Meclisi”nce de kabul edilecekti. Meclis’te, bu temel koşulları sağlayacak bir “barış”ın elde edilmesine doğru yapılan çalışmalar, oldukça “birlik” içinde hızla yürütülür.
Ne var ki, zamanla durum değişir, gelinen -daha doğrusu- oluşturulan bu süreci “Atatürk” “Söylev”de (Nutuk) şöyle: “Zaman geçtikçe Meclis’te birlik olarak çalışmanın sağlanıp düzenlenmesinde güçlükler doğmaya başladı. En önemsiz konularda bile, oylar dağılıyor, Meclis’ten iş çıkamıyordu. Kimi üyeler buna bir çıkar yol bulmak için ‘1920’ yılı ortalarında birtakım örgütler kurmaya kalkıştılar” diyerek ortaya koyar; bunların belli başlılarının adlarını da verir: “Tenasüt Grubu, İstiklal Grubu, Müdafaai Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, Islahat Grubu” gibi. Üstelik bunların dışında, adsız olarak oluşturulmuş birçok küçük örgüt de Meclis’tedir. 
 
Çoğunlukla yapay gruplaştırmalarla, mini örgütlerle, kimi üyelerce Meclis’te oluşturulmak istenen ortamı Atatürk: “Sayıları çok üyeleri az olan bu gruplar (...) birbirlerini dinlememek yüzünden, Meclis’te neredeyse bir kargaşa nedeni olmaya başlamışlardı; bu tutumları toplantılara katılmalarını da zorlaştırıyordu” der. 
 
Meclis’teki durum kısaca böyle; Meclis dışına, ülkenin durumuna şöyle bir değinilirse, ilk söylenecek olan savaşın sürdüğüdür, üstelik kanlı “Anzavur, Delibaş İsyanları” gibi türlü başkaldırılarla birlikte... Ayrıca bu isyanların, “Yunan” savaş cephesinden çekip gönderilen askeri birliklerle bastırıldığı da anımsanmalı. 
 
Dahası, “Padişah”ın askerliği kaldırdığını bildiren, böylece ordu erlerini ayartan, silahlarını bırakıp köyüne, evine dönmesi için çalışan kuruluşlar da türemişti; iyi amaçlarla kurulup sonradan yön değiştiren “Yeşil Ordu” bunlardan biriydi. 
 
Bu örgüte, “Çerkez Etem Kardeşler”de girecek ve bu üçlünün buyurucu istekleri yerine getirilmeyince, onlar da ordu birliklerine “Yunan’la birleşip” saldırıya geçerlerse de gereken yanıt verilir, tabana kuvvet kaçarlarken takip edilirler; işte tam bu sıralarda Meclis’te yapılan “gizli” oturumda, Atatürk -kimi milletvekillerince- inceden inceye “sorgu”ya çekilmektedir, “Etem Kardeşler”in “üzerine gidilmesiyle” ilgili olarak... 
 
Ne dersiniz bunlara? Nasıl bir Meclis bu? Atatürk niye kapatmaz (!) ki? Hadi kapatmadı, hiç olmazsa sesini, soluğunu kesse ya... 
 
Değerli dostlar bunlar bir yana, bu gizli oturumun ardından yapılan toplantıda, Atatürk olan biteni bir bir anlatırken, “Etem, Tevfik ve Reşit Beyler” dediğinde, milletvekilleri: “Artık ‘Bey’ demeyiniz! ‘Hain’ deyiniz!” uyarısında bulununca, milletvekillerine: “Ben, ‘Etem ve Tevfik hainleri’ diyeceğim ama, ‘Büyük Millet Meclisi’nin üyesi kimliği taşıyan ‘Reşit Bey’ için bu sözü kullanmak zorundayım” der; “Bey” demesini böyle vurguladıktan sonra da, “Meclis’e duyduğum saygıdan dolayı!” diyerekte nedenini ortaya koyar. 
 
Bilmem ki ne söylemeli değerli dostlar?
 
Önderliğinde yaratılan “TC Devleti”nin, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda bugün oturmakta olanın, “TBMM”yi, “ha var, ha yok” çizgisine indirgemesine, şaştığı ve kızdığı denli kızmazdı, “a..y..ş” demesine... 
 
Ama -sistem, sistem diyerek-“TBMM”yi, halkı temsil eden “140 yıllık” temel kurumu “Pranga” olarak dile getirmesine, “ne derdi ne yapardı?” diye sormaya gerek yok sanırım; çünkü Atatürk halkına inanırdı; günümüzde yanıt, “16 Nisan”da, “Hayır!”larla verilecek... Öyle değil mi?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Mülkiye’de hayat bulan şiir - ÇİĞDEM TOKER

Aslında bambaşka bir konu yazacaktım bugün. Birbiriyle ilgisiz konuları bir araya getiren -kim bilir kaçıncı- son torba kanundan söz edecek, yabancı uyruklulara tanınacak büyük vergi istisnasını anlatacaktım. 

 
Dövizle ödeme yapmak koşuluyla, Türkiye’de yerleşik olmayan yabancıların yeni bir konut veya işyerinin ilk sahibi olmaları halinde, kendilerinden, yüzde 18 KDV alınmayacağına dair düzenlemeden. 
 
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’ndan çarşamba gecesi tartışmalarla geçen bu “torba”nın, pek yakında Genel Kurul’da da kabul edileceğinden emin olabilirsiniz.
Muhalefet milletvekillerinin, maddeyle Türk vatandaşları aleyhine eşitsizlik yaratıldığını, yabancının alıp kısa süre sonra bir Türk’e satması gibi hülleli muvazaalı işlemlerin önüne geçmenin mümkünü olmayacağını hatta daha ileriye giderek kapitülasyonlara yol açtığına dair eleştirilerini dikkate alacak değil ya iktidar. 
 
Fazlasıyla aceleleri var belli ki, bütün torbalarda olduğu gibi.
Bu kez referandum öncesi piyasaların dövizle canlandırılması gerekiyor. Gelin görün ki, yabancılara 2016 yılında satılan 18 bin 189 adet konut sayısının, bu düzenlemeyle kaç adete çıkarılacağı belirtilmiyor. 
 
Plan Bütçe Komisyonu’ndaki tartışmalara bakılırsa, isim verilmemesine karşı anlı şanlı büyük konut firmalarının zaten bloklar halinde bir miktar lüks konut ayırdığını, bu rezervasyonun da çoğunlukla Araplara satış için yapıldığı, KDV ayrıcalığının da lüks konut rezervasyonları için yapıldığı anlaşılıyor. 
 
Sonra sürdüreceğim konuya, burada ara verip paylaşmak istediğim asıl konuya geleyim. 

***
Bu satırları SBF’de, tarihsel bir tanıklıktan sonra yazıyorum. Namıdiğer Mülkiye’nin, genetik kodlarında yer alan, haksızlıklara karşı direniş geleneğini izledikten sonra. “Yavuz Sabuncu’nun 10. Yıldönümü Anısına Anayasa Sempozyumu” vesilesiyle oradaydım... 
 
Haftalar önce Doç. Dr. Murat Sevinç etkinlik için davet ettiğinde telefondaki ilk cümlesi şuydu: “Eğer başımıza bir şey gelmez ise...”
Sevinç’in ses tonu hiç de şaka yapar gibi değildi doğrusu. “O şey” SBF’de Murat Sevinç ile birlikte, tümü ayrı ayrı değerli toplam 23 akademisyenin başına geldi. 686 sayılı o OHAL KHK’si ile toplamda 330 öğretim üyesi görevlisi daha ihraç edildi. 
 
Saat 10’da başlayacak sempozyumun, yazılı bir belge gösterilemeden, ama sanki yazılı bir belge varmışçasına katılımcı ve davetlileri dışında kapatıldığını, izlemek isteyenlerin alınmadığını, bundan dolayı çıkan krizin, katılımcı CHP milletvekili İlhan Cihaner’in girişimiyle çözüldüğü duyuruldu.
Siyaset ve Sosyal Bilimler Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ayhan Yalçınkaya bu duyuruyu yaparken, haklı insanlara özgü öfkesi henüz geçmemişti. Yalçınkaya, başkanlıktan istifa ettiğini de kürsüden kayda geçiren bu duyuruyu yaparken, o gayri yasal engelleme nedeniyle yarısı boş olan Aziz Köklü Salonu tek koltuk kalmamacasına doluyordu. 
 
Yalçınkaya, Mülkiyeli Ece Ayhan’ın “Karşındakinin adam olup olmadığını âşıkken değil ayrılırken anlarsın” dizesini andı. Bir şiirin hayata geçişini izledik bizde. “Kalanlar” ile emekli hocalar kendi cüppelerini, tek tek ihraç edilen hocalara giydirdi. 
 
Medyada, akademyada, siyasette, yargıda korkunun insanlık değerlerini alabildiğine ezmek istediği bu dönemde, bilime, geleneklerine, hocalarına bu kadar etkileyici biçimde sahip çıkan bir fakültenin varlığı insanda umudu ve cesareti çoğaltıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

94 YILLIK CUMHURİYETLE HESAPLAŞMA- ALİCAN ULUDAĞ

Anayasa değişikliğinde neler değişiyor: OHAL’de ‘Hitler yetkileri’

Cumhurbaşkanı’nın OHAL’de çıkardığı kararnamelere karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacak.
Anayasa değişikliği ile yürütmenin başına getirilen Cumhurbaşkanı’na tek başına olağanüstü hal ilan etme yetkisi verildi. Üstelik Cumhurbaşkanı; OHAL dönemlerinde temel hak ve hürriyetler ile siyasi haklar ve ödevleri sınırlandıran Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilecek. Cumhurbaşkanı’nın OHAL’de çıkardığı kararnamelere karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacak.
Türkiye, OHAL şartları altında referanduma giderken, burada oylanacak anayasa değişikliğinde olağanüstü hal şartlarını daha da ağırlaştıracak düzenlemeler yer aldı. Paketin 12. maddesi ile anayasanın 119’uncu maddesinde “olağanüstü hal yönetimi” yeniden düzenlendi. Değişiklikle, Bakanlar Kurulu’na verilen OHAL çıkarma yetkisi, yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı’na devredildi. Mevcut anayasa hükümlerinde OHAL, Milli Güvenlik Kurulu’nun görüşü alınarak, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılıyordu. Anayasa paketinde Bakanlar Kurulu yürürlükten kaldırıldığı için, bu yetki tek başına Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacak ve MGK’nin görüşünün alınmasına ihtiyaç duyulmayacak. Cumhurbaşkanı süresi 6 ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilecek.

Meclis onayı şart
OHAL, verildiği gün Resmî Gazete’de yayımlanacak ve aynı gün TBMM’nin onayına sunulacak. Meclis gerekli gördüğü takdirde olağanüstü halin süresini kısaltabilecek, uzatabilecek veya olağanüstü hali kaldırabilecek. Meclis, bu süreyi Cumhurbaşkanı’nın talebiyle her defasında 4 ayı geçmemek üzere uzatabilecek. Savaş hallerinde ise bu 4 aylık süre aranmayacak.

Temel hakları kısıtlayacak
Olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanı, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, 104’ üncü maddenin 17’inci fıkrasının ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalara tabi olmaksızın Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilecek. Kanun hükmündeki bu kararnameler Resmî Gazete’de yayımlanacak, aynı gün Meclis onayına sunulacak. 119. maddede OHAL durumlarında getirilen düzenleme ile Cumhurbaşkanı, OHAL dönemlerinde temel hak ve özgürlükleri sınırlandıran kararname çıkarabilecek. Örneğin basın, dernek kurma, toplantı ve gösteri yürüyüşü, mülkiyet, yerleşme- seyahat, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı ile “vatandaşlık”, seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma, parti kurma, partilere girme ve partilerden ayrılma, dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakları ile vergi ödevi ve vatan hizmeti ödevleri sınırlandırılabilecek.
Olağanüstü hal sırasında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri 3 ay içinde TBMM’de görüşülecek ve karara bağlanacak. Aksi halde olağanüstü hallerde çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi kendiliğinden yürürlükten kalkacak.

2019’dan sonra
Öte yandan madde Cumhurbaşkanı’na OHAL yetkisi veren anayasanın 114. maddesi, birlikte yapılan Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının göreve başladığı tarihte yürürlüğe girecek. Paketteki geçici maddeye göre, bu kapsamda ilk seçim 3 Kasım 2019’da yapılacak.

Sıkıyönetim yok
Öte yandan paketle mevcut anayasanın “sıkıyönetim” ilan edilmesini düzenleyen 122. madde ile diğer maddelerdeki tüm sıkıyönetim ifadeleri yürürlükten kaldırıldı.

HER DEDİĞİ KANUN OLACAK
Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, paketteki maddelerin ülkeyi tek adam yönetimine dönüştürdüğünü belirterek, cumhurbaşkanına karşı denge ve denetim olmadan olağanüstü yetkiler verildiğini kaydetti.
Kanadoğlu,
Cumhurbaşkanı’na verilen OHAL yetkisi konusunda ise “Zaten pakette temel hak ve özgürlükler gözardı edilmiş. Bunları daha da iyileştirmek için hiçbir düzenleme yok” dedi.
Eski İstanbul Barosu Başkanı, Avukat Turgut Kazan, Cumhurbaşkanı’nın çıkardığı OHAL kararnamelerine karşı Anayasa Mahkemesi’nde dava açılamayacağına, AYM’nin son kararıyla bunun yolunu kapattığına dikkat çekti. Kazan, “Cumhurbakanı derse o kanun olacak. Kimse milleti aldatmaya kalkmasın. Cumhurbaşkanı’na verilen böyle bir yetki Hitler’e verilmiş yetki olacak” dedi.

Alican Uludağ / CUMHURİYET
 

16 Şubat 2017 Perşembe

94 YILLIK CUMHURİYETLE HESAPLAŞMA- ALİCAN ULUDAĞ

 Anayasa değişikliği ile ne değişiyor?

Anayasa değişikliği hayata geçerse, HSYK üyeliği seçiminde “pazarlık”, “ittifak” dönemi bitecek ve doğrudan “tek adam” konumuna gelen Cumhurbaşkanı’nın etkili olacağı bir sistem oluşacak. Anayasada “bağımsız ve tarafsız” olacağı belirtilen yargı, tarafsız olmayan Cumhurbaşkanı’nın güdümüne girecek.

16 Nisan’da yapılacak anayasa değişikliği referandumundan “evet” çıkarsa, Türkiye Cumhuriyeti’nden önce yargının “yönetim şekli” değişecek. Paketle, HSYK’nin mevcut üyeleri referandumun hemen ertesi günü tasfiye olacak; yerlerine 30 gün içinde bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın belirleyeceği yeni üyeler atanacak. Üstelik Erdoğan’ın atamalardan önce anayasal “tarafsızlığı” sona erecek ve “partili Cumhurbaşkanı” sıfatını kazanacak. Partili Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, yeni HSYK’yi oluşturacak. “Bağımsız” ve “tarafsız” olması gereken Yargıtay ve Danıştay üyeleri, TBMM’nin seçeceği üyelikler için parti koridorlarında “kulis” yapacak. 30. günün sonunda yargının “siyasallaşıp”, Saray’a bağlandığı yeni bir dönem başlayacak.
Türkiye; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin birçok maddesinin ihlal edildiği Olağanüstü Hal (OHAL) koşulları altında 16 Nisan’da anayasayı değiştirmek için sandık başına gidiyor. İktidara muhalif kesimlerin susturulduğu bir ortamda; onlarca gazeteci, yazar, akademisyen, siyasetçi cezaevinde... Birçok muhalif gazete ve televizyona el konuldu, onlarca gazeteci işsiz... Sokağa çıkıp eylem yapmak yasak... Doların 4 TL’ye dayandığı, işsizliğin rekor düzeye ulaştığı ekonomik kriz koşullarında, Cumhuriyet’in köklü kurumları Varlık Fonu ile yağmalanmakta... Artık rutine binen bombalı saldırılarla onlarca insan yaşamını yitirirken, güvenlik sorunu had safhada. Fırat Kalkanı Harekatı’nda şehit sayısı 70’e yaklaşırken, Türkiye’nin Suriye bataklığından ne zaman çıkacağı belirsiz...

15 yıldır tek başına ülkeyi yöneten AKP, her istediğini yapabilecek çoğunlukta olmasına karşın neden anayasayı değiştirerek Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmek istiyor? Üstelik; Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “90 yıllık parantezi kapatıyoruz”, Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan’ın “90 yıllık enkazı kaldırdık”, AKP milletvekili Tülay Babuşçu’nun “90 yıllık reklam arası bitti” dediği bir dönemde...
Türkiye’yi tek adam rejimine götüreceği eleştirilerine neden olan anayasa değişikliğindeki maddeler; birbirinden bağımsız olması gereken yasama, yürütme ve yargıyı nasıl Saray’ın vesayeti altına sokacak? Cumhuriyet olarak hazırladığımız dizide, birbiriyle ilintili maddeleri gruplandırarak inceledik. Bugünkü dizide, ilk olarak yargının nasıl sil baştan değiştiğini ele aldık. Paketin 1. maddesi ile anayasanın 9. maddesinde yer alan “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır” hükmündeki, “bağımsız” ifadesinden sonra “ve tarafsız” ilkesi eklendi.
Paketin 14. maddesinde HSYK’ye ilişkin getirilen değişiklikler; 1. maddede bu “olumlu” adımı neredeyse etkisiz hale getirilecek nitelikte. 14. madde ile HSYK üyelerinin seçim yöntemi değiştirilerek, yürütmenin tek başına lideri olan Cumhurbaşkanı’na geniş yetkiler verildi. Özetle yargının “bağımsızlık” ve “tarafsızlığı” ilkelerinin içi HSYK değişikliği ile boşaltıldı.

HSYK’ye Saray imzası
14. madde ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun adındaki “yüksek” ifadesi çıkarıldı ve kurum Hâkimler ve Savcılar Kurulu olarak anayasada yer alacak. HSYK’nin 3 olan daire sayısı, 2’ye indirildi. 22 olan üye sayısı da 13’e düşürüldü. Adalet Bakanı’nın konumu başkan olarak devam edecek ve müsteşarı da “doğal üye” olarak HSYK’de yer alacak.
Kurulun kalan 11 üyesi ise atama yoluyla belirlenecek. 4 üye, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Cumhurbaşkanı, bunlardan 3’ünü adli yargı hâkim ve savcıları arasından, birini ise idari yargıdan seçecek. 7 üye TBMM tarafından seçilecek. Bu 7 üyeden 3’ü Yargıtay, 1’i Danıştay, 3’ü ise hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar arasından belirlenecek.
Mevcut HSYK’nin yapısı 22 asıl üyeden oluşuyor. Cumhurbaşkanı, mevcut sistemde adli ve idari yargıdan değil, hukukçu öğretim üyeleri ve avukatlar arasından 4 üyeyi seçiyordu. 3 asıl üyeyi Yargıtay, 2 asıl üyeyi Danıştay, 1 asıl üyeyi de Türkiye Adalet Akademisi Genel Kurulu belirliyordu. 10 asıl üye ise adliyelerde kurulan sandıkla, hâkim ve savcılar tarafından seçiliyordu. Anayasa değişikliğinde ise Yargıtay, Danıştay, Türkiye Adalet Akademisi ile adli ve idari yargının HSYK’de “kendi temsicilerini” seçme hakkı kaldırıldı. Buna karşılık artık yargıyı yönetecek olan HSYK’de sadece Cumhurbaşkanı ve TBMM’nin seçeceği üyeler görev yapacak.
Anayasa değişikliği hayata geçerse, HSYK üyeliği seçiminde “pazarlık”, “ittifak” dönemi bitecek ve doğrudan “tek adam” konumuna gelen Cumhurbaşkanı’nın etkili olacağı bir sistem oluşacak. Çünkü, 13 üyeden 4’ünü Cumhurbaşkanı atayacak. Paketle, Adalet Bakanı ve Müsteşarı da doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atandığı için, HSYK’deki gücü 6’ya ulaşacak. Cumhurbaşkanlığı ile TBMM seçimlerinin aynı günde yapılacak olması nedeniyle Meclis’in iradesi Saray çerçevesinde şekillenecek. Cumhurbaşkanı’nın “hâkim” olacağı HSYK, çıkaracağı kararnamelerle tüm yargıya hükmedecek. Anayasada “bağımsız ve tarafsız” olacağı belirtilen yargı, tarafsız olmayan Cumhurbaşkanı’nın güdümüne girecek... Referandumda “evet” çıkarsa Erdoğan, resmi sonuçların Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla partili Cumhurbaşkanı olma hakkı kazanacak.

HSYK’de büyük tasfiye
Bu aşamadan itibaren yargının “yönetim şekli” sil baştan değiştirilecek. Paketin, 17. maddesi ile mevcut HSYK’nin 22 üyesinin görevi sona erecek. Üstelik, bu üyelerin çoğunluğu hükümete yakın Yargıda Birlik Platformu içinde yer alıyor. Yeni sistemle, en geç 30 gün içinde Adalet Bakanı ve Müsteşar dışındaki 11 üye seçilecek. Meclis’in seçeceği 7 üye için adaylar, başvurularını TBMM Başkanlığı’na yapacak ve bunun için Karma Komisyon kurulacak. Komisyonun belirleyeceği adaylar, TBMM Genel Kurulu tarafından seçilecek. Yargıtay, Danıştay üyeleri, HSYK’ye seçilmek için Meclis’e ve AKP Genel Merkezi’ne giderek kulis yapmak zorunda kalacak, yargının siyasallaştığı dönem başlayacak.

40. gün yeni HSYK
Yeni üyeler, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonraki 40. günü takip eden iş günü görevlerine başlayacak. Görevi sona eren ve yeniden seçilemeyen üyeler, talep etmeleri halinde Yargıtay ve Danıştay üyesi olarak atanacak. Oluşacak yeni HSYK’nin ilk kararnamesinin, haziranda çıkması bekleniyor. Saray’ın yeni oluşacak HSYK ile, yargıya yeniden dizayn edeceği ifade ediliyor.
HSYK’nin şu anki üyelerinin Saray’a yakın çalışması ve FETÖ operasyonlarını yürütmesine karşılık anayasa değişikliği ile tasfiye edilmesi soru işaretlerine neden oldu. Paketin kabul edilmesiyle birlikte bu üyelerin görevine andında son verilmesi, Saray’ın bu üyelere dahi “güvenmediğini” gösterdi. Yargı kulislerinde Saray’ın; özellikle bu HSYK’nin “AKPcemaat ortaklığı”nı soruşturmasından endişelendiği dile getiriliyor. Saray’ın bunun yanında özellikle HSYK’nin milliyetçi üyelerini tasfiye etmek istediği konuşuluyor. Bu üyelerin, MHP’deki olağanüstü kongre sürecinde Devlet Bahçeli’nin karşısında yer alıp, Meral Akşener’i desteklemesi bunun gerekçesi olarak gösteriliyor. Saray’ın 11 HSYK üyesini, daha “güvenilir” isimlerden belirleyeceği konuşuluyor.

‘Pazarlama faaliyeti’
Paketin yargı ile ilgili bölümlerini değerlendiren Ankara Adliyesi’nde yargıç olarak görev yapan, Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ, anayasanın 9. maddesine yapılan yargının bağımsızlığı ilkesine, “tarafsızlığı”nın da eklenmesinin tamamıyla pazarlamaya yönelik olduğunu kaydetti, “Bağımsızlık, tarafsızlık gibi ilkeler evrensel hukuk ilkeleridir ve bunu içselleştirmek önemlidir” dedi. Yargıçların, savcıların beğenilmeyen karar ve işlemleri nedeniyle her an ve kendisine sorulmadan görev yerlerinin değiştirildiği, soruşturmaların açıldığını anımsatan Karadağ, “Siz yasayla yargıçların işine son veriyorsunuz, sonra tarafsız mahkemelerden bahsetmeye kalkıyorsunuz. Gerçekten çok komik ve bir o kadar trajik” ifadesini kullandı.

HSYK’deki ayrıntı
9. maddede mahkemelerin “tarafsızlığı”nın metne konulduğu, buna karşılık anayasanın 159. maddesindeki “HSYK mahkemelerin bağımsızlığı ilkelerine göre görev yapar” ifadesinin yanına “tarafsızlığı” ilkesinin eklenmediğini dikkat çeken Karadağ, “Bu kadar ayrıntıya dikkat edildiğine göre demek ki HSYK’nin tarafsız olmasına gerek duyulmuyor. Çünkü HSYK’yi bizzat siyasi iktidarın yönetmeye gönüllü olduğunu hepimiz biliyoruz, onlar da biliyor ve istiyor” değerlendirmesini yaptı.
Karadağ, değişiklikler gerçekleşirse, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i fesdebileceğini, Meclis’te görev yapacak milletvekillerini belirleyeceğini, üst düzey yöneticileri atayacağını anımsatarak, Cumhurbaşkanı’nın HSYK’ye seçeceği 4 üyenin aslında birer üst düzey yönetici atama işlemi olduğunu vurguladı.
Karadağ, “7 üye ise parti başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen, başka bir deyişle atanan milletvekillerinin çoğunluğunu oluşturduğu TBMM tarafından seçilecek. Şimdi, yeniden sormak lazım, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından belirlenen ve gelecek dönem adaylık hakkı da onun elinde duran milletvekillerinin Cumhurbaşkanı’na rağmen bir tasarrufta bulunması mümkün müdür?” dedi.

‘Partili HSYK dönemi’
İkinci olarak “Yeniden HSYK üyeliğine seçilme hakkı bulunan üyelerin, bir daha seçilememeyi göze alarak kendisini atayan Cumhurbaşkanı’na hayır diyebilmesi mümkün müdür?” sorusunu yönelten Karadağ, yapılmak istenilen değişikliğin başka bir sonucunun ise HSYK üyeliğine aday olmak isteyenlerin; siyasi parti gruplarında kulis yapmak zorunda kalmaları olduğunu kaydetti. Karadağ, şunları kaydetti:
“Bu değişiklik gerçekleşirse artık HSYK üyesi olan yargıç, savcı, avukat ve akademisyenler parti gruplarının önünden ayrılmayacak, siyasi parti mensubu milletvekilleri kendi politik duruşlarına karşı çıkabilecek bir kişiyi seçmeyeceklerine göre partili HSYK dönemine de geçmiş olacağız. Sonuç olarak bu düzenleme doğrudan Cumhurbaşkanı’na, yani tek adama bağlı, partili bir HSYK oluşumunun önünü açacaktır. Bundan böyle Cumhurbaşkanı’nın talimat ve himayesinde çalışacak olan HSYK, elbet onun istediklerine hayır demeyecektir. Seçimler 2019’da yenileneceğine göre en büyük tehlike ve risk ise seçim hâkimlerine ilişkin HSYK’nin iktidar yanlı tasarrufta bulunmasıdır, umarım böyle bir şey olmaz.”
Mustafa Karadağ, Türkiye’nin mevcut anayasa değişikliği referandumu ile çok tehlikeli mecralara sürüklendiğini belirterek, “Bir an önce bu denetimsiz, sınırı olmayan tek adam yönetimi rejimine geçme isteğinden vazgeçilmelidir. Yargı yok, yasama yok, sadece tek adam var ve propaganda ve çalışmalar da bir rejimin iyilik ve kötülüğünün tartışılması üzerinden değil, bir kişi işaret edilerek yapılıyor. Hakkımızda hayırlısı olsun” diye konuştu.

Yetkisiz Meclis

Yetkileri tek elde toplayan partili Cumhurbaşkanı, çıkaracağı kararnameler ile TBMM’ye hesap vermeden ülkeyi yönetecek.
 
Türkiye’yi Cumhurbaşkanlığı sistemine götürecek olan anayasa paketi ile yetkileri tırpanlanan TBMM, “yürütmenin başı” olacak Saray’ın icraatlarını “denetleyemeyecek” hale getirildi. Paketle, Meclis’in “Bakanlar ve Bakanlar Kurulu’nu denetleme”, haklarında “gensoru” verme yetkileri kaldırıldı.

Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlar hakkında Meclis soruşturulması açılmasının şartları ise zorlaştırıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Meclis seçimleri de aynı günde yapılacak. Böylece Meclis’in Saray’ın iradesi dışında oluşmasının önüne geçildi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, paketin bu maddelerini, “Amaç tek adam rejimi kurmak. TBMM’nin tasfiyesi mantığına göre hazırlanmış.

Etkisiz, yetkisiz Meclis yaratılarak fiilen Meclis tasfiye ediliyor” dedi. Anayasa değişikliği paketinin 2, 3, 4, 5 ve 6. maddeleri ile; halkın iradesinin yansıdığı TBMM’ye Saray ayarı verildi. Anayasa paketinin 2. maddesi ile 550 olan milletvekili sayısı 600’e çıkarıldı. 3. maddeyle de milletvekili seçilme yaşı, 25’ten 18’e indirildi. Yani henüz askerliğini yapmamış, üniversite okumamış 18 yaşındaki gençler, artık vekil olarak Meclis’e girebilecek. Bunun uygulamada ne kadar gerçekleşeceği, soru işaretlerine neden oldu. Paketin 3. maddesiyle de anayasanın 77. maddesinde değişiklik yapıldı. Buna göre “TBMM’nin seçim dönemi” başlıklı madde, “TBMM ve Cumhurbaşkanının seçim dönemi” olarak değiştirildi. Değişiklikle, artık Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin beş yılda bir “aynı günde” yapılması öngörüldü. Yürütmenin başına geçecek ve partili sıfatını kazanacak olan Cumhurbaşkanı adayı, partisinin milletvekili aday listelerini tek başına belirleyecek. Seçimlerde Cumhurbaşkanını seçen halk, Meclis’te de onun partisini çoğunluğa taşıyacak. Böylece Meclis çoğunluğu, yetkileri tel elde toplayan Cumhurbaşkanının iradesine göre oluşacak. Bunun sonucu olarak Meclis’in Cumhurbaşkanı’nın aleyhinde yasa çıkarması, karar almasının önüne geçilecek. 4 yılda bir yapılması gereken seçimler, 5 yılda bir yapılacak. Anayasa paketinin 5. ve 6. maddeleriyle ise Meclis’in yürütmeyi denetleme yetkileri büyük oranda kısıtlandı. Anayasanın 87. maddesinde düzenlenen “TBMM’nin görev ve yetkileri” arasındaki “Bakanlar Kurulu’nu ve bakanları denetlemek; Bakanlar Kurulu’na belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek” bölümleri anayasa metninden çıkarıldı.

Anayasadaki geçen “Bakanlar Kurulu” ibareleri, “Cumhurbaşkanı” ifadesiyle değiştirildi. Bakanlar Kurulu’nun yetkilerinin önemli bölümü, tek başına Cumhurbaşkanı’na verilmiş oldu. TBMM’nin, Cumhurbaşkanını denetleme yetkisi de kaldırılmış oldu. Artık Meclis, Bakanlar Kurulu’na yani Cumhurbaşkanına kararname çıkarma yetkisi veremeyecek. Paketle Cumhurbaşkanı, bu yetkiye doğrudan sahip oldu. Meclis, çıkarılan kararnameleri de denetleyemeyecek, buna sınır çizemeyecek. Sadece bu kararnamelere karşı iktidar ve anamuhalefetin Anayasa Mahkemesi’nde dava açma hakkı bulunuyor. Cumhurbaşkanı, kararnamelerle ülkeyi istediği gibi yönetecek.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bilgi edinme ve denetim yolları” başlıklı 98. maddede benzer ayıklamalar yapıldı. Bakanlar hakkında “gensoru” verme yetkisi kaldrıldı. Gensoru olmadığı için, muhalefetin Bakanlar Kurulu’nu veya bir bakanı düşürme imkânı da ortadan kalktı. Soru önergeleri artık bakanların yanı sıra Cumhurbaşkanı yardımcılarına da sorulabilecek. Yazılı soru, en geç 15 gün içinde yanıtlanacak. 98. maddede Meclis’in, soru önergesinin yanı sıra Meclis araştırması, soruşturması gibi sınırlı yetkileri kaldı. Meclis araştırması, belli bir konuda bilgi edinmek için yapılan incelemeden ibaret olacak.

Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında Meclis soruşturması açılabilecek. Ancak, mevcut sisteme göre soruşturma açılma şartları zorlaştırıldı. Mevcut sistemde bir bakan için Meclis soruşturulması açılması talebi TBMM üye tamsayısının en az onda birinin (110) vereceği önerge ile oluyor. Anayasa değişikliği ile bakan veya Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılması ise, Meclis salt çoğunluğunun oyuna, yani 301 vekil şartına bağlandı. Yürürlükte olan anayasada, bakanları Yüce Divan’a göndermek için üye tam sayısının salt çoğunluğu, yani 276 oya ihtiyaç var. Pakette ise soruşturma açılması kararı (üye tam sayısının 5’te 3’ü) 360 oyla çıkacak. Anayasa değişikliğinde bir bakanı veya Cumhurbaşkanı yardımcısını Yüce Divan’a gönderme kararı için ancak 400 vekilin oyu gerekli.

'Etkisiz Meclis yaratılıyor’
CHP’de Hukuk ve Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Aydın Milletvekili Bülent Tezcan, Meclis’in yetkilerini yeniden düzenleyen maddeleri değerlendirdi. Seçilme yaşının 18’e indirilmesi konusunda “Gençlerin seçme ve seçilme hakkında prensipte itiraz etmeyiz” diyen Tezcan, buradaki temel problemin, paketin “parlamentoyu işsevsiz hale getirmesi” olduğunu kaydetti. Söz konusu düzenlemelerin Meclis’i Cumhurbaşkanının emrine soktuğunu kaydeden Tezcan, “Etkisiz, yetkisiz bir Meclis yaratılırken, vekil yaşını düşürülmesinin bir anlamı yok. Bu tuzak bir madde” dedi.

‘600 vekil ne iş yapacak’
Vekil sayısının 600’e çıkarılmasını da eleştiren Bülent Tezcan, “Yetkisiz bir Meclis yaratırken, bir de sayıyı niye arttırıyorsunuz” diye sordu. Yeni gelen 50 vekilin sadece 5 yıl için devlete getireceği ek yükün en az 187 milyon TL olduğuna dikkat çeken Tezcan, “Bu para da vatandaşın cebinden çıkacak. Bu belli ki bir milletvekili pazarlığının pakete yansımasıdır. Muhtemelen MHP ile yapılan pazarlıktır” değerlendirmesinde bulundu. 18 yaş ve 660 vekil maddelerini paketin “cilası” olarak nitelendiren Tezcan, diğer maddelerde ise Meclis’i etkisizleştiren, doğrudan yürütmenin emrine sokan düzenleme ile karşı karşıya olduklarının altını çizdi. Tezcan, “Zaten, paketin tümü tek bir hedefe yönelmiş, tek adam rejimi kurmak. Hem yargıyı, hem yasamayı, hem de yürütmeyi tek bir kişinin elinde toplamayı hedefleyen bir paket. dolayısıyla 4 ve 6. maddeler TBMM’nin tasfiyesi mantığına göre hazırlanmış. Fiilen Meclis tasfiye ediliyor” diye konuştu.

‘ABD’de sistem farklı’
Tezcan, gerçek anlamda demokratik başkanlık sisteminde, örneğin ABD’de tam kuvvetler ayrılığı olduğunu kaydetti. Meclis’in tamamen yürütmeden bağımsız olduğunu, başkanın kontrolünde olmayacak şekilde dizayn edildiğini anımsatan Tezcan, “Burada 4. maddede getirilen birlikte seçim ise, işin başında Meclis’i başkanın emrine nasıl sokarız diye planlanmış, bunun için de aynı anda seçim yapması hükmü getirilmiştir” dedi.
Seçim birlikte yapıldığı zaman başkan, hangi partiden ise Meclis’in de o partinin çoğunluğu tarafından şekilleneceğine dikkat çeken CHP Genel Başkan Yardımcısı Tezcan, şunları kaydetti: “Ülke yönetimi için bu bir diktatörlük rejimi yaratır. Amerika’da başkanlık seçimi ile Senato Temsilciler meclisi seçimleri ayrı tarihlerde yapılıyor. Bunun sebebi, başkanı seçen irade ile Meclis’i seçen iradenin farklı tecelli etmesini istemeleridir. Yani başkanı denetleyecek bir meclis oluşturulmasıdır. İkincisi halk başkanı seçtikten sonra eğer onun uygulamalarından hoşnut değilse bunu sandıkta başkana uyarı olarak göstermesidir sandıkta. Birlikte seçim aynı zamanda partili cumhurbaşkanı modeli ile birleştiğinde tam anlamıyla başkanın parlamentoda hâkim olmasını sağlayacak bir sistem kurgulandığığını gösterir. Çünkü bizde disiplinli parti sistemi vardır. Partinin genel başkanı aynı zamanda vekil listelerini düzenler. Bu demektir ki başkanın, partisi Meclis çoğunluğunu da sağlayacak partidir. Bu daha işin başında denetleyebilme ve ayrı hareket etme hareketinden kabiliyetinden sakat bir Meclis yaratma planıdır.”

Anayasa paketi ile TBMM’nin denetim yollarını düzenleyen gensoru ve güven oylamasının kaldırıldığını belirten Tezcan, teklif sahipleri bunun gerekçesini başkanlık sistemine bağladıklarını, ancak başkanlık sistemlerinde başka denetim yolları olduğunu kaydetti. Örneğin Amerika’da bakanların, önce senatonun komitelerinde sorgulandığını, orada sınıfı geçerse senatonun atamasını onayladığını anlatan Tezcan, şöyle devam etti: “Senatonun onaylamadığı bakanlar görev yapamaz. Bu güven oyunun başkanlık sistemindeki yöntemidir. Bu sistemde bu da getirilmemiş. Bu fiilen Meclis’in denetim görevinin ortadan kaldırılmasıdır. Bakanlar sadece Cumhurbaşkanına karşı sorumlu. Yasamanın yürütmeyi hiçbir şekilde denetleyebilme olanağı yoktur bu sistemde.”

MECLİS’İN YASAMA TEKELİ KALKIYOR
CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan, aynı zamanda sistemin Meclis’in yasama tekelini de ortadan kaldırdığını ifade etti. Halk egemenliğin belirgin özelliğinin yasama tekelinin mecliste olması olduğuna vurgu yapan Tezcan, şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu sistemde Cumhurbaşkanı kararname çıkararak Meclis’in yasama alanına ortak olacak ve her türlü düzenleme çıkarabilecek. Eğer Meclis bir konuda kanun çıkarmasını istemiyorsa onu bloke etme yetkisi de verilmiştir. Başkan bir kanunu veto ederse meclis salt çoğunlukla yani yasayı, 301 ile çıkaracak. Yani kanun çıkarmak zorlaştırılmış. Başkan istemediği kanunları engelleyecek, kanun hükmünde kararname çıkaracak. Hele de partili başkanlık ve birlikte seçimle meclis çoğunluğu yapacak. Başkanın istemediği yasa çıkmayacak.

Anayasa değişikliği neler getiriyor: OHAL bitse de yetkileri kalıcı

Referandumda ‘evet’ çıkarsa Bakanlar Kurulu’nun tüm yetkilerini elinde toplayacak Cumhurbaşkanı, aynı anda ‘parti genel başkanı’, ‘yürütmenin başı’, ‘devlet başkanı’ ve ‘başkomutan’ sıfatlarını kullanacak.
 
16 Nisan’da referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketi ile Cumhurbaşkanı olağanüstü yetkilere sahip olacak. “Tarafsızlığı”na son verilen Cumhurbaşkanı; aynı anda “parti genel başkanı”, “yürütmenin başı”, “devlet başkanı” ve “başkomutan” sıfatlarını kullanacak. Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda istediği gibi Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkararak, ülkeyi tek başına yönetecek. Cumhurbaşkanı, Devlet Denetleme Kurulu vasıtasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ni denetleyebilecek. Tüm bunlara karşılık Cumhurbaşkanı denetlenemez olacak. Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, tek başına Cumhurbaşkanı’na bu kadar yetki verilmesiyle kişisel anlamda, “diktatörlüğe açık bir sistem” kurulduğunu belirterek, “yarı diktatörlüğe bağlı sistemin temelleri atılmış oluyor” uyarısında bulundu.
16 Nisan’da referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketinin 7. ve 8. maddeleri Cumhurbaşkanı’nı ülke yönetiminde “tek adam” haline getirecek nitelikte. 7. madde ile Cumhurbaşkanı’nın “Nitelikleri ve tarafsızlığı” başlıklı 101. maddesinin başlığı, “Adaylık ve seçimi” şeklinde değiştirildi. Başlıktaki, Cumhurbaşkanı’nın “tarafsızlığı” vurgusu kaldırıldı. Bu maddedeki, “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü, anayasadan çıkarıldı. Düzenleme, 16 Nisan’da kabul edildiği anda yürürlüğe girecek ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, hemen isterse AKP üyeliğine ve ilk kongrede de AKP Genel Başkanlığı’na dönebilecek.

Yeni seçilme şartları
Maddeye göre Cumhurbaşkanı, 40 yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşları arasından, doğrudan halk tarafından seçilecek. Cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıl olacak. Bir kişi en fazla iki kez cumhurbaşkanı seçilebilecek. Teklifle, mevcut anayasadaki cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesinde 20 milletvekilinin yazılı teklifini arayan hüküm de kaldırılıyor. Ayrıca en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde 10’u geçen siyasi partilerin ortak aday gösterebilmesi hükmü de değiştiriliyor. Cumhurbaşkanlığına, siyasi parti grupları, en son yapılan genel seçimlerde toplam geçerli oyların tek başına veya birlikte en az yüzde 5’ini alan partiler ile en az 100 bin seçmen aday gösterebilecek.

Olağanüstü yetkiler
Paketin 8. maddeyle anayasanın 104. maddesinde düzenlenen Cumhurbaşkanı’nın “görev ve yetkileri” değiştirilerek, Saray olağanüstü yetkilerle donatıldı. Erdoğan’ı “tek adam” yapacağı eleştirilerinin büyük bölümü de bu maddeye dayandı. Değişiklikle, “devletin başı” olan cumhurbaşkanına, “devlet başkanı” sıfatı getirildi. Ayrıca cumhurbaşkanına, “yürütme yetkisi” de verildi.

Anayasa değişikliğine göre TBMM ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri aynı günde yapılacak. “Partili” olacak aday, Cumhurbaşkanı seçimlerini kazanıp, TBMM seçimlerinde çoğunluğu elde edemezse ironik bir durum ortaya çıkacak. Cumhurbaşkanı’nın partisi, Meclis’te resmen “muhalefet lideri” konumuna düşecek. Muhalefet lideri olacak Cumhurbaşkanı’nın yürütme görevini nasıl yerine getireceği soru işaretine neden oldu. Bu durumda Meclis’te çoğunluğu elde eden parti ile Cumhurbaşkanı arasında kriz yaşanacak. Meclis, Cumhurbaşkanı kararnamelerini kanun çıkararak, etkisiz hale getirebilecek. Cumhurbaşkanı ise, kendini bu durumdan kurtarmak için erken seçim kararı alıp TBMM ile birlikte kendisini seçime götürebilecek.

Tek başına kabine
104. maddede belirtilen “anayasadaki diğer görev ve yetkileri kullanır” hükmünün ayrıntısı ise paketin 16. maddesinde yer aldı. Anayasada Bakanlar Kurulu’nu düzenleyen maddeler yürürlükten kaldırıldı. Bakanlar Kurulu ve Başbakan’a verilen yetkiler, doğrudan Cumhurbaşkanı’na devredildi.

Ucube bir sistem
Eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, yürütme ile ilgili tüm görevlerin Cumhurbaşkanı’na devrilmesini eleştirirken, Bakanlar Kurulu’nun kaldırıldığını anımsattı. Kabine üyelerinin siyasi sorumluluğu olmayan, Cumhurbaşkanı’nın sekreteri haline getirildiğini aktaran Şener, “Bir sekretarya ile devleti idare eden Cumhurbaşkanı ortaya çıkıyor. Tüm yetkiler, tek başına Cumhurbaşkanı tarafından yerine getiriliyor. Tüm devlet örgütünü, üst bürokratları tek başına atıyor. Başkanlık sisteminde bile bunun sınırları vardır. ABD’de bazı atamalar Senato’nun onayına bağlıdır. Bu yüzden, getirilen sistem ucube bir sistemdir” görüşünü kaydetti.

Yarı diktatörlük
Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda partili olduğuna işaret eden Şener, “Bir partinin başkanı nasıl devleti temsil eder? Adeta ortaya tek bir kişi ihdas edilmiştir. Burada mutlak anlamda söylemesek de kişisel anlamda, diktatürlüğe açık bir sistem kuruluyor. Yarı diktatörlüğe bağlı sistemin temelleri atılmış oluyor. Bunun iyi görülmesi gerekiyor” dedi.

Erdoğan'a 15 yıllık saltanat imkanı

Cumhurbaşkanı ikinci döneminde seçimlerin yenilenmesine karar verirse bir defa daha aday olarak 5 yıl daha görev yapabilecek.

 Türkiye’de rejim değişikliği endişesi yaratan anayasa paketinde yer alan bir düzenleme, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a 2034 yılına kadar Saray’da oturma imkânı verdi. Anayasa değişikliğine göre 5+5 yıl olmak üzere iki defa seçilme hakkı bulunan partili cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilecek. Bu durumda cumhurbaşkanının görev süresi yaklaşık 5 yıl daha uzayacak. Bu sistem 2019’da yürürlüğe girecek. İki dönem cumhurbaşkanı seçildikten sonra Meclis tarafından seçim kararı alınırsa Erdoğan, toplam 15 yıla kadar, yani 2034’e kadar cumhurbaşkanlığı yapabilecek.

Anayasa paketi ile olağanüstü yetkiler verilen Cumhurbaşkanı’nın yargılanması şartları değiştirildi. Mevcut anayasanın 105. maddesine göre, Cumhurbaşkanı vatana ihanet dışında yargılanamıyor. Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, TBMM üye tamsayısının en az üçte birinin (184) teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün (413 oy) vereceği kararla suçlanıyor. Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’nın vatana ihanet dışındaki suçlardan yargılanmasının da önü açıldı. Ancak bu konuda TBMM tarafından soruşturma açılması istenmesi için, üye tam sayısının salt çoğunluğu yani, 301 vekilin oyu gerekecek. Meclis, önergeyi en geç bir ay içinde görüşecek ve üye tamsayısının beşte üçünün (360 oy) gizli oyuyla soruşturma açılmasına karar verebilecek.
Siyasi partilerden gösterilen adaylar arasından her siyasi parti için ayrı ayrı ad çekme yoluyla 15 kişilik komisyon kurulacak. Bu komisyon cumhurbaşkanı hakkındaki soruşturmayı yürütecek. Komisyon, soruşturma sonucunu belirten raporunu 2 ay içinde Meclis Başkanlığı’na sunacak. Soruşturmanın bu sürede bitirilememesi halinde, komisyona bir aylık yeni süre verilecek. Komisyonun raporu, daha sonra Genel Kurul’da görüşülecek. Cumhurbaşkanını Yüce Divan’a sevk etmek için ise TBMM üyesi tam sayısının üçte ikisinin, yani 400 vekilin oyu gerecek. Cumhurbaşkanının Yüce Divan yargılaması 3 ay içinde tamamlanacak. Bu sürede tamamlanamazsa bir defaya mahsus olmak üzere üç aylık ek süre verilecek. Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen cumhurbaşkanı, seçim kararı alamayacak. Yüce Divan’da seçilmeye engel bir suçtan mahkûm edilen cumhurbaşkanının görevi sona erecek.

Seçim kararı
Paketin 11. maddesi ile anayasanın 116’ıncı maddesi, “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin yenilenmesi” başlığı altında düzenlendi. Buna göre TBMM, üye tamsayısının beşte üç (360) çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilecek. Bu durumda, TBMM genel seçimi ile cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılacak. Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde de TBMM seçimi ile cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılacak.
Söz konusu maddeye göre cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilecek. Bu durum da 5+5 yıl şeklinde iki defa görev yapacak Cumhurbaşkanı’nın +5 yıl daha Saray’da kalmasını sağlayacak.

Meclis Başkanı hükümsüz kalacak
Cumhurbaşkanının hastalık ve yurtdışına çıkma gibi sebeplerle geçici olarak görevinden ayrılması hallerinde, cumhurbaşkanı yardımcısı cumhurbaşkanına vekâlet edecek ve cumhurbaşkanına ait yetkileri kullanacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olanlar arasından cumhurbaşkanı tarafından atanacak ve görevden alınacak.
Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, milletvekilleri gibi TBMM önünde and içecek. Vekiller, cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakan olarak atanırlarsa üyelikleri sona erecek. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, cumhurbaşkanına karşı sorumlu olacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla yargılanmaları, cumhurbaşkanı gibi olacak. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, görevleriyle ilgili olmayan suçlarda yasama dokunulmazlığına ilişkin hükümlerden yararlanacak.
10. maddede, “Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri ve yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulmasının cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği” hükmü de yer aldı.

Alican Uludağ / CUMHURİYET


 

13 Şubat 2017 Pazartesi

Geçiş mi, bitiş mi? - İZZETTİN ÖNDER

İçinden geçtiğimiz hazin günlerin “geçiş” i mi, yoksa “bitiş” i mi ifade ediyor, doğrusu meçhul. Bugünlerde sıkça kullanılan ifade ile, freni patlamış bir ağır vasıtanın yokuş aşağı hızla inmesine benzer bir politik ortamda kestiremediğimiz konu şu ki, acaba iniş bitti de çıkışa geçeme zamanı geldi mi, yoksa hâlâ iniş devam ediyor mu? Siyasi erkin “kötü polis – iyi polis” güdülemesi ile iradi olarak uyguladığı politikanın gidişatı, şimdilik her geçtiğimiz kâbus tünelinin bir diğerine geçiş olduğu şeklinde olduğu anlaşılıyor. Böyle düşünmemin ana nedeni son iki seçim arasında uygulanan politikanın semeresinin(!) alınması ve bu bilginin öğrenilmiş yöntem olarak siyasi arenada içselleştirilmesidir. Sürecin bu şekilde gelişeceğinin en son kanıtını da Taksim’de uzun süredir yapılması planlanan cami inşaatının referandum tarihinin açıklanması ile aynı günde başlatılmış olmasıdır.

Öğrenilmiş sürecin, tedhiş ile tabanı tahkim etme mantığına dayandığı bilinmektedir. Batı literatüründe bu yaklaşım bir tür popülizm olarak tanımlanır. Ünlü Princeton üniversitesi profesörlerinden Jan Werner Müller’in, örnek olarak Türkiye’den de figürlerin kullanıldığı, Popülizm Nedir başlıklı kitabında tedhiş ve politik baskılamanın nasıl popülizme dönüştürülerek tabanın yönetildiği anlatılmaktadır. Ona göre, herhangi bir nedenle toplumsal oylamaya gidileceği dönemler öncesinde uygulanan şiddet politikası toplumu korku ve telaşa sürükleyerek, toplumun bir kesiminin bu politikayı uygulayan politikacının yanında toplanmasına yol açabilmektedir. Emperyalizmin gölgesinde seyreden ve onun direktifleri ile şekillenen bir ülkede başat emperyalist ülke psikologlarının ve/veya sosyologlarının teorik kurallarının başarı ile uygulanması hiç de rastlantısal olarak görülemez. CIA başkanının ülkemizi ziyaretinde sol cephe dostlarımızın protestoları bu bakımdan anlamlı ve manidardır.

Günümüzde yaşadığımız tedhiş olayının en vahimi hiç kuşku yok ki, akademiye yapılan saldırıdır. Hukuki bir temele dayandırılmayan ve makul gerekçe ile savunulamaz bu saldırının tek açıklaması, Jan Werner Müller’in bilimsel açıklamasına uygun şekilde sahnelenmiş olan referandum öncesi şiddet ve tedhiş olabilir. Netice alabilmek amacıyla tedhiş o boyutlara vardırılabilir ki, sonuçların “hayır” çıkması durumunda da, yinelenen son seçime giderken yaşanan acılara benzeyen senaryoların sahnelenebileceği dahi düşünülebilir. Çünkü popülizm, çoğunlukla düşünüldüğü gibi, ne bir uçta halk dalkavukluğudur, ne de diğer uçta halk kesimi ile siyasi kadro arasında kurulmuş uygun yönetişim yoluyla güçlendirilmiş demokrasidir. Müller anlatımı ve zamanımıza uyan popülizm despotizme oldukça yakın bir siyasi manevradır.

Barış imzacısı akademisyenlerin ceste ceste akademiden ihracı, genel görüntüsü ile anlık olduğu kadar, ileriye yönelik olası etkisiyle de Türkiye’nin tedricen cehalet batağına gömülmesidir. Bir zamanların yükseköğretim mekânı olan Almanya, 1933 yılında çıkarılan yasa ile üniversitelerinin çökertilmesi sonucunda, aradan elli yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ kendisini tam olarak toparlayamadı. Alman hükümeti nitelikli yükseköğretim kurumları oluşturabilmek amacı ile bazı kurumlara 2006 yılından itibaren özel mali destek sağlamış olmasına rağmen, kurumların ayağa kalkışı çok cılız gelişmektedir. Türkiye’de akademi, Hitler’den kaçan Alman profesörlerin de çok büyük desteği ile lisans düzeyinde oldukça olumlu seviyeye gelmiş ve daha ileri aşamalara yönelme hamlesinde iken, bu kez de Barış İmzacıları bahanesi ile tırpanlanmış ve hâlâ da tırpanlanmaktadır. Türkiye ne zaman bir hamle yapsa kıskananların ayağımıza çelme taktığı savını ileri sürenler, bir an olsun hiç düşünmez mi ki, bu kez kim ya da kimler ülkemizin yılların birikimi olan bilim ve sanat gibi ana damarlarını keserek ayağına çelme takmakta ve ülkeyi telafisi fevkalade zor geriliğe itmektedir?

Emperyalist güç yöneteceği ülkede aklı çalışan, düşünen akademist ve ülkesinin aleyhinde gelişen konu ve politikalara itiraz edebilen halk kesimi değil, siyaset patronuna biat ve itaat eden insan yığını ister. Her ülkede siyaset akademi ile çatışmalıdır, ancak Türkiye’de günümüzde genelde eğitime özelde de akademiye vurulan darbenin, kapitalizmin küresel çöküşü ve Ortadoğu politikaları bağlamında özel bir önemi vardır. İzlenen politikalarla yaşanan yoğun beyin göçü tabiatıyla göç edenler üzerinde derin tahribat yaratmakla beraber, asıl etki, maalesef, uzun dönemde ülkede akademik yaşamın, dolayısıyla ülkenin geleceği üzerinde yapacağı tahribattır.

Akademinin uğradığı saldırının en acı tarafı da, bizzat akademinin yandaş cenahının bu saldırı da hem kurmay hem de kumanda mevkiinde yer alıyor olmasıdır. Cahil kesimden gelen tahribat bir nedene bağlanabilir ve hatta anlaşılabilir de, akademisyen diye makamlar işgal eden insancıklardan gelen tahribat anlaşılamaz ve bu vicdansız davranışı ülke halkı affetmeyecek ve yıllar boyunca unutmayacaktır. Akademiye saldırı listelerinde söz ve yetki sahibi olan mevki ve makam sahibi akademisyen görüntülü mahlûklar salt ülkenin değil, bizzat kendi geleceklerini karartmışlardır. Başta YÖK yöneticileri olmak üzere, üniversitelerdeki makam sahiplerinin ülke ve bilim adına hiç mi vicdanları sızlamaz ki, bir araya gelip siyasi erke durumu anlatıp, makul bir sonuca ulaşmayı düşünmeden emir-kumanda zincirine tabi oldular. Çok yazık! Son kıyım üzerine, listeleri kimlerin yaptığı konusunda suçu birbiri üzerine atan, başta YÖK yöneticileri olmak üzere tüm camia mensupları yarın halkın karşısına nasıl çıkacak? Denebilir ki, yarını düşünecek kadar basiret ve fazilet sahibi olanlar, zaten bugün bu işlere girişmezdi!

Eğitim bir ülkenin varlığıdır. Neron’un Roma’yı yakması maddi hasar oluşturdu, telafisi kısa sürede oldu ve olay unutuldu. Ancak 1933 yasası ile Almanya’da akademinin çökertilmesi böyle bir şey değildi; ne unutuldu, ne de telafi edilebildi. Hitler’e bazı filozoflar, akademisyenler, hatta sanatçılar da biat etti. Sonuçta, hepsi birden tarihin derinliklerine göçtü ve bugün de nefret ve insanlık dışı suç işlemiş olarak lanetle unutulmaya çalışılıyorlar. Tarihin insanlığa en büyük hizmeti, zaman içinde biriktirerek taşıdığı olumlu ve olumsuz büyük zenginliği insanlığın hizmetine sunmasıdır. Defalarca yazdığım gibi, bir kez daha zikretmeme lütfen izin veriniz; eğitim profesörü Apple’ın veciz ifadesi ile, cahil olan cehaletini idrak edemez. Toplum vüsatında giderek yaygınlaşan cehalet idraksizliği de beraberinde taşır. Buna rağmen umalım ki, süreç bitmiş olsun!


İzzettin Önder / SOL