11 Haziran 2017 Pazar

Nuriye ve Semih ölmesinler - NAZIM ALPMAN

Çıkıp anlatmayın “biz ne zulümler gördük” diye…
Ama kesin olarak ilerde anlatabilirsiniz:
-Biz ne zulümler yaptık!
Ağırlıklı olarak kendilerini “gazeteci” diye tanımlayanlara bu sözler… Zulme sessiz kalmak bir anlamda da ortak olmaktır.
İdeolojik olarak iktidar partisinin yanında olan, her yazılarında ülkenin yüksek menfaatleri açısından kalem oynatan “gazeteciler” acaba hiç gözünüze çarpmıyor mu, Nuriye Gülmen ile Semih Özakça’nın insanlığın en üst halini temsil eden mücadeleleri?
 
• • •

Bu iki değerli insan ülkenin aydınlık yüzü için direniyorlar.
Çalışma haklarının ellerinden alınmış olduğunu, bunun da haksız bir uygulama olduğunu dile getiriyorlar.
En temel insan hakkı, yaşama hakkıdır.
İkincisi sırada ise çalışma hakkı geliyor.
Nuriye ve Semih ikinci temel insan hakkı için, birincisinden vazgeçiyorlar. Yaşama haklarını demokrasi mücadelesi için feda ediyorlar.
İki aydın insanın okullarına dönüp, öğrencileriyle bir arada olmalarından ülkenin ne gibi bir zararı olabilir ki? Bu işi yıllardır yapıyorlardı. Hiçbir biçimde soruşturma konusu bile olmadılar.Üzerlerine atılı suçlamalar, iktidar partisinin eski “suç ortağı” olan dini bir cemaatin istihbarat, ordu, emniyet ve yargı mensupları arasındaki yüksek örgütlülük ve eylemlilik faaliyetleriyle irtibatlı olabilecekleri iddiaları üzerinedir.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın kısa yaşam öykülerine göz atan herhangi bir orta zekâlı birinin bile rahatlıkla anlayacağı üzere bu insanlar, solcudur, devrimcidir, demokrattır, pozitif bilimlerle dünya görüşlerini açıklamışlardır.
Din ve dincilikle hayatlarının herhangi bir dönemlerinde ilişkileri olmamıştır.
Hatta dini kullanan istismarcılara karşı da direnç göstermişlerdir. Bunların arısında dini cemaat ve onun yasadışı icraatlarına bulvarlar açan iktidar partisi de vardır.
Cemaat karşıtı duruş sergiledikleri için haklarından olmadık yalanlarla iddianameler oluşturup davalar açılan ve cezaevlerine doldurulan ülkenin aydınları için dönemin en yetkili ağzı, cemaat savcılarının safında durup da şöyle demişti:
-Ben bu davaların savcısıyım!
O savcılar bir süre sonra 17-25 Aralık 2013 tarihli soruşturmalar ve dava dosyalarıyla iktidarın içini dışına çıkartıp, kamuoyu önünde rezil ettiler.
Bütün bu siyasi travmaların açısını da iktidarı en net şekilde bu ilişkileri için eleştirenlerden çıkartıyorlar.
Oysa ders çıkartmaları gerekiyordu.
Akıllı karşıt, aptal yandaştan iyidir!

• • •

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça beyinleriyle, bedenleriyle, canlarıyla “demokrasi mücadelesi” veriyorlar. Eğer başarılı olurlarsa ülkenin de yüzünü ağartacaklar.
Şiddet içermeyen, en pasif eylemle sonuç almış olacaklar.
Bu duyarlılığa yanıt veren yargı ve yürütme da payına düşeni alacaktır.
Akıl dışılığa karşı, iktidarın yanında yer alan “gazeteciler” mesleğin ne kadar uzağında kaldıklarını görebilecekler mi?
“Aptal dostlar” olmaktan kendilerini kurtarabilecekler mi?
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, ülkedeki muhalefetsizlik batağında onurlu bir çıkış yolu açıyorlar.
Unutulmasın ki, iktidar her rejimde vardır. O rejimi iyi, doğru, kabul edilebilir hale getiren muhalefetin varlığıdır.
Türkiye’nin muhalefeti şu sıralarda Ankara’da cezaevinde ölümle pençeleşiyor. İki kişilik pasif direniş ölümle uzanan yoldan geri çevrilsin.
Bunun için basit bir şey gerekiyor:
-İşlerine iade edilsinler!
Sonraki yıllarda anılar anlatılarken iktidarda bulunanlar “biz birlikte demokrasi mücadelesi vermiştik” diyecekler:
-Siz çalışma hakkınız için ölüm yolculuklarına çıktınız, biz de sizi coplattık, hapislere attık, olmadık çileler çektirdik!
Benzerleri yapıldı ve yazıldı…
Artık olmasın bunlar…
OHAL kaldırılsın, KHK’lere son verilsin.
Ve hepsinden önemlisi:
-Nuriye ve Semih ölmesinler!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Bir eski Cumhuriyet için - Mine G. Kırıkkanat

Her insanın hayatı bir romandır, evet, ama bazılarının hayatıyla destan yazılabilir...
 

Cumhuriyet gazetesinin usta yazarı Ali Sirmen, ikincilerdendir.
Ali Sirmen’in dedesinin ünlü besteci Sadi Işılay olduğunu bilir misiniz? Ya bir üvey kardeşinin Elwis Presley’in sevgilisi olduğunu? 


Yokluğunda doğup büyüdüğü babası Samim Sirmen’le ilk kez 40 yaşındayken gittiği ABD yolculuğu sırasında karşılaştığını ve baba bir, anne ayrı beş Amerikalı kardeşiyle de böylece tanıştığını, bilir misiniz? 


Ziya Öztan’ın Cumhuriyet filminde Yunus Nadi, İkinci Bahar dizisinde “komiser” Ali Sirmen’in yaşamı, kâh güldürüp kâh ağlatan bir destan; ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti ile Cumhuriyet gazetesinin yarım yüzyıllık tarihidir. 


Atadan, dededen İstanbul’dur, İstanbul’un tarihidir, daha çoook yaşamasını dilediğimiz ömrüyle...
Kelaynak kuşları gibi tükenen kentsoylu türünün son örneklerinden Ali Sirmen, ciddi siyasal yorumlarına az çok yansıyan, ama yakınlarını kahkahadan kırıp geçiren bir nüktedanlık sahibidir.
Türkiye’nin kahırla keyif arası inip çıkan ve gülünç ile korkuncun hep iç içe olduğu çile yollarını kuşkusuz böyle, karamsarlığını delip geçen mizah yeteneğiyle aşabilmiştir. 


Değerli meslektaşım Ümit Aslanbay, Ali Sirmen’le yaptığı nehir söyleşiyi Bir Eski Cumhuriyet İçin / Ali Sirmen Anlatıyor başlığıyla kitaplaştırdı (İmge Kitabevi, 2017). 


Hiç çekincesiz, son yıllarda beni duygulandıran eserlerin başına koyduğum bu leziz anı kitabını, sizler de güle ağlaya okuyacak; kimi kez karşınıza çıkacak kişilerin hiç ihtimal vermediğiniz içyüzlerine, çok da şaşıracaksınız. 


Ümit Aslanbay, ülkemizin politika ve basın tarihine delici bir ışık tutan kitap için Ali Sirmen’in başlangıçta pek istekli olmadığını, Mine Sirmen’in ısrarıyla kabul ettiğini söylüyor.
Doğrudur.
Mine ve Ali Sirmen, henüz okul sıralarında başlayan büyük bir aşkın çocukları olup birbirlerini yetiştirmişlerdir.
Mine Sirmen Ali’nin, Ali de Mine Sirmen’in vazgeçilmez parçası, birisi olmasa ötekinin de yolunu kaybedeceği yaşamda, mihenk taşıdırlar birbirlerinin.
Siz bakmayın Ali’nin eşine takılmak için kitabı kutlayan dostlarına, “Mine Sirmen anlatıyor!” diye kıkırdamasına!
Ümit Aslanbay, kitapta Mine Sirmen’in uyarı, yorum ve anılarına geniş yer vermekle çok iyi etmiş. Tersi, eseri eksik ve topal kılardı.
Çünkü her cesur erkeğin arkasında kahraman bir kadın vardır.
Ama tersi, çok az görülür. 


Ali Sirmen anlatıyor:
Melih Cevdet Anday, Paris’te öğrenci ataşesiydi. Aslında kültür ataşesi ama, öğrenci işleri kontenjanından gitmişti. Bir gün Paris’te ufak bir kafeye oturmuş, yazı yazıyordu. Masaları küçüktür o kafelerin. Her zaman gittiği yer, her zamanki garson gelip, “Mösyö ne içersiniz?” diye sordu. Melih Cevdet, bir kahve ve su istedi. Onun hep içki içmesine alışık garson, şaşırdı, ama ses etmedi. Getirip koydu kahveyi, suyu masaya.
Melih Cevdet’in yazdıkça çoğalan kâğıt destesi, küçük masada yürüyüp sürahiyi devirdi. Sürahi düşüp kırıldı.
Garson koşup temizlemeye koyulurken, Melih Bey “Parasını ödeyeyim” dedi. Garson, “Olmaz Mösyö, siz müşterimizsiniz, ama görüyorsunuz, su size hiç yaramıyor!” demesin mi?
Melih Cevdet Bey, eşsiz, ince bir mizaha sahipti. 1980 ilkbaharında Paris’te buluştuk. Yer, Boulevard St. Michel üzerindeki Cafe Le Lutece.
Lutece, Paris’e Seine Nehri üzerindeki adalarda ilk kurulduğu zaman verilen isimdir. Julius Sezar, ordularıyla Paris’e girdiğinde kentin adı Lutece ya da Lutetia’ydı. Kahvenin adı da oradan geliyordu. Melih Cevdet Bey’in Ölümsüzler adlı tiyatro oyunu da orada geçer.
Oyunda ölümsüz Julius Sezar, günümüz Paris’inde, o kahvede Roma uzmanı bir tarihçiyle buluşur. Randevuya biraz geç gelen tarihçi, henüz kim olduğunu bilmediği Sezar’a, “Geleli çok oldu mu?” diye sorar. Sezar, “İlk ben geldim” der.
Ben de Melih Bey ile randevuma birkaç dakika gecikmiştim. Lutece’ten içeri girince, “Geleli çok oldu mu?” diye sordum, gülerek. Melih Cevdet, “İlk ben geldim” dedi.
Bir an için biz de ölümsüzleşmiştik sanki


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

10 Haziran 2017 Cumartesi

Diyalektik ramazanizm! - ORHAN GÖKDEMİR

Milattan önceki son yüzyıl içinde kuruldu. Akdeniz’in etrafına yayıldı. Böylece Akdeniz bir imparatorluk gölü haline geldi. Dünya nehir uygarlıklarından iç deniz uygarlıklarına geçiyordu. Kuruluşundan 500 yıl sonra Doğu ve Batı olarak bölündü. Batıda kalan bölüm German kavimlerinin saldırısına uğradı, bu saldırılarla yeniden şekillendi, bir Roma-German sentezine dönüştü. Doğuda kalan bölümünün ömrü daha uzun oldu. Fakat onlar da önce Slavların, sonra Moğollardan kaçan kavimlerin istilası uğradı, küçüldü ve yıkıldı.

Roma İmparatorluğunun 5. yüzyılda böylesine sert bir çöküş yaşamasının tarihsel nedenleri var. İmparatorluk köleci bir toplum düzenine dayanıyordu, fakat o temelin esası olan köleler ve serfler ayaktaydı. Barbar saldırıları geldi üzerine. İlkel komünal bir hayat süren barbarlar köleci toplumu dağılışına ebelik etti. Antikitenin ipini çekip Ortaçağ için yolu açmış oldu.

6. yüzyılın başında German kabileleri bütün Avrupa’ya yayılmış durumdaydı. Vandallar Kuzey Afrika’daydı. Vizigotlar İspanya’ya, Ostragotlar İtalya’ya, Franklar Galia’ya, Anglar ve Saksonlar Britanya’ya yerleştiler. Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere böyle oluştu. Orta ve Doğu Avrupa’da Slav kavimleri ağırlıktaydı. Onlar da Germanlar gibi ilkel komünal bir hayat sürüyorlardı. Onların itişip kakışmaları Doğu Roma ile oldu. Rus, Bulgar, Sırp, Hırvat kimliği o itiş kakışmaların içinde şekillendi. Bu denkleme Urallardan göçüp gelen Macarların katılmasıyla Balkan sahnesi tarih için hazırlandı. Doğuda ve Batıda, hareket halindeki bütün barbar kavimler fethettikleri kültür tarafından fethedildiler, Hıristiyanlaştılar. Dini Batı Roma’yla ilişkilerinden öğrenen Batı Avrupalılar Katolik oldu. Doğu Roma etkisiyle Hıristiyan olan Slavlar Ortodokslukta karar kıldı. Bugün hala Doğu ile Batı arasındaki sınır Katoliklik ile Ortodoksluk arasındaki, bir başka deyişle Doğu Roma ile Batı Roma arasındaki sınırdır.

Ama önemli olan şey bu dinselleşmenin köleci toplumun yıkıldığı, yerine feodal ilişkilerin ikame edildiği bir dönemde gerçekleşmiş olması.
Tıpkı Germanların Batı Roma’nın köleci temelini yıkıp onu feodalizme zorlaması gibi, Slavlar da Bizans’a hücum ederek dayandığı toplumsal ilişkileri parçaladı. İmparatorluğun Balkan yarımadasındaki bütün topraklar hızla Slavların eline geçti. İmparatorluk Güneyden de barbar baskısı altındaydı. Suriye ve Mısır’ı ele geçiren Müslüman Araplar imparatorluk topraklarını hızla küçültüyordu. Böylece Bizans Küçük Asya ve Balkan Yarımadasının güney bölgesine sıkışıp kaldı. Bu istilaları takip eden iki yüzyılda Bizans’ta feodal ilişkiler sağlam bir şekilde yerleşti. Köle emeğinin verimsizliğine sihirli bir çözüm bulunmuştu…

                                                                              ***

Bugünkü Hıristiyanlığı şekillendiren şey kölecilikten feodalizme geçişin dinamikleridir. İmparator Konstantin tarafından Hıristiyanlığın bir devlet dini haline getirilmesinden, Katoliklik ve Ortodoksluğun ayrışmasına kadar o tarih tarafından biçimlendirildiler.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika bu dönüşümden azade değildi. Arap coğrafyası da köleci toplumdan feodalizme geçişin sancılarını yaşıyordu. Arapların feodalizme geçişine yeni bir dinin doğuşu eşlik etti. Kavimlerin birleştirilmesine, Bedevilerin boyun eğmesine yardım edecek yeni bir inanç gerekiyordu, İslam bunun için biçilmiş kaftandı. O da tıpkı Hıristiyanlık gibi sıradan insanlara itaati telkin ediyordu. Kölelere iyi davranmak erdemdi, mümkünse itaatkâr kölelere özgürlüğü verilmeliydi. Özel mülkiyet korunmalı, başkalarının malına mülküne göz dikilmemeliydi. İnsan ne kadar yoksul olursa olsun sabırlı olmalı ve tanrısının yardımı için dua etmeliydi. Olur da tanrı duasını duymazsa sabrı nedeniyle cennette rahat ve eğlenceli bir yaşam garantiydi. Bunlar, ilkel komünal ilişkilerin dağıldığına, yerine sınıfsal bir ilişkinin kurulduğuna delaletti. Yeni din marifetiyle Arap kabileleri birleşti, kısa zamanda bir devlete dönüştü.

Özeti şu: Germanlar, Slavlar, Araplar feodalizme ilkel komünal toplumdan geçti. Özel mülkiyetin, sınıfların ve devletin olmadığı bir halden çıkıp gelmişlerdi. Özel mülkiyetle tanıştılar, sınıflar oluştu ve devlet ortaya çıktı. Roma İmparatorluğunu oluşturan halklarsa feodalizme kölecilikten geçtiler. Sınıf ve devletle zaten tanışıktılar. Yaptıkları şey kârlı olmayan köle emeğini kaldırmak ve yerine üretken köylü emeğini geçirmekten ibaretti. Köle bir mal olmaktan çıkıyor, bağımlı bir hizmetkâra dönüşüyordu.

Hıristiyanlık ve İslam sınıfsal ilişkinin inceldiği bir dönemin inançlarıdır.

                                                                            ***

O nedenle her iki dinin çıkışında devlet var. Hıristiyanlığı bir din haline getiren Konstantin’dir. 325 yılında İznik Konsilini topladı. Konsilin temel tartışması Mesih İsa’nın gerçek tanrı olup olmadığıydı. Konsildekilerin çoğunluğu Konstantin’in isteği uyarınca İsa’nın tanrı olduğuna karar verdi. “İznik İnanç Bildirisi” aslında yepyeni bir dinin ve yeni bir tanrının doğuşunu müjdeliyordu.
Araplarda duruma müdahale edecek devlet yoktu, haliyle işler başka türlü halledildi. Ali’yi öldürerek iktidara sahip olan Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir şekilde bastırdı ve iç karışıklıklara son verdi. Zaten halifeliği de askeri birlikler tarafından ilan edilmişti. Böylece sadece sözde var olan bir kurumu, halifeliği, gerçek bir kurum haline dönüştürdü. Ardından yeni fetihlere girişti. Halifeliğin merkezini Mekke’den Şam’a taşıdı. Mekke karşısında Şam, iktidarın kaynağının artık din olmadığının, tam tersine dinin kaynağının devlet olduğunun bir sembolüydü. Din, devletin ihtiyacına göre Şam’da şekillendi. Yani İslam da tıpkı Hıristiyanlık gibi devlet marifetiyle örgütlü bir dine dönüştü. Nitekim Muaviye’nin ölümünün ardından çıkan iç karışıklıklar sırasında Yezid’in birlikleri Mekke’yi kuşatıp mancınıklarla taşa tuttu. Hacer-i Esved o çatışmada isabet alarak parçalandı ve Kâbe yıkıldı.

Bütün bu hayhuyun ezilenlere getirdiği yenilik şu: Kölelerin aksine bağımlı köylüler daha iyi çalışmak için bir takım saiklere sahipti. Kölelerin asla yapmayacaklarını yaptılar, daha fazla üretebilmek için toprağı ekip biçme yöntemlerini geliştirmeye çalıştılar, kullandıkları aletleri yetkinleştirdiler. Öyle ki birçok toprak sahibi toprağı azat ettiği kölelere kiralayıp mahsulden vergi almayı daha kazançlı görmeye başladı. Tek tanrılı dinler hem bu dönüşüm için altyapıyı hazırlıyor, hem de köle ile efendiyi, köylü ile toprak sahibini bir arada tutuyor, birleştiriyordu.

                                                                              ***

Agibalova ve Donskoy’un muhteşem “Ortaçağ Tarihi” ve benim “Din ve Devrim” kitabından özetledim. Bütün bunları hatırlatmamın nedeni, Haziran Direnişi ile birlikte ünlenen “antikapitalist müslüman” meselesine değinmek. Yeryüzü sofraları kuruyorlar her ramazanda. Bu sofraların varsayımı İslamda eşitlikçi bir damar olduğu yönünde. İşte tarih. Kölelere eziyet etmemede, hoş görmede, azat etmede bir eşitlik yoktur. Zalimin insafına kalmış, bırakılmış bir özgürlük, özgürlük değildir. Sadakada paylaşma yoktur. Bunlar aşırılıklarını törpülemek isteyen bir çağın biçare önlemleridir.

Acı çeken ruhların hızla çoğaldığı bir çağdayız hâlâ, evet. Ve din, kim bilir kaçıncı kez acılarını dindirme iddiasıyla yeniden kendisi etrafında toplanmaya çağırıyor ezilenleri. Oysa o ezilenler eski dini çağrılardan bakiye isimleri taşıyor. Musa ve İsa, Muhammet’in kendisi gibi mazlum olduğunu biliyor, bu yolla kurtuluşun imkânsız olduğunu hissediyor. Çok açık, ezilenler için devlet neyse din de odur. Her ikisinin varlık nedeni ezilenlerdir, her ikisi de ezilenler ezenlere isyan etmesin diye vardır.

Demem o ki dinin ezilenlerin acılarına son verme gücü yoktur. Ona ancak zulme karşı sabır telkin edebilir. Din dün kölecilikle ve feodalizmle bütünleştiği gibi bugün de kapitalizme, piyasa toplumuna uyum sağlamış, bütünleşmiştir. Daha dün dine dayanarak iktidar olan muktedir Ohal aracılığıyla grevleri önleyerek patronlara ne kadar büyük bir hizmet yaptığını anlatıyordu. Devletsiz olmaz din. Zalime, zorbaya itiraz etmez. Yani yeryüzü sofrasında yakalayabileceğimiz bir eşitlik ve özgürlük yoktur. Tek çaresi var bunun, derhal ayağa kalkmak…


Sevgili arkadaşım İlker Belek’in sözü ile bitireyim: Laiklik ve özgürlük için ayağa kalkan yer sofrasına çökmez.

Diyalektik ramazanizmin değil, diyalektik Marksizm’in sözüdür bu!

Orhan Gökdemir / SOL

Egzotik bir iktidar! - Ayşenur Arslan

Kabine amiri Binali Yıldırım, geçenlerde gazete ve televizyonların genel yayın yönetmenlerini iftarda ağırladı. Erdoğan’dan fırsat ve yer kalsa birkaç manşet çıkacak haber verdi. Ama benim aklımda, kala kala şu sözleri kaldı:
“İş basın mensubu, gazeteci olunca tabii daha egzotik oluyor.”
Yıldırım, hapisteki gazetecilere.. Ve özellikle Almanya’nın yakın takibe aldığı Deniz Yücel meselesine dair soruları yanıtlıyordu. Bu ifadeye yanıt derseniz!! Egzotik derken neyi kastettiğini anlarsanız!!
Sahiden de, ne kastetmiş olabilirdi Yıldırım?
Sözün gelişinden gidişine bakınca “cezaevindekiler gazeteciyse daha dikkat çekici oluyor” demek istediği anlaşılıyor. Yani, dilimize (aslında yanlış biçimde) “dikkat / ilgi çekici” diye geçen EGZANTRİK demeye çalışıyor.
Oysa beyni, ona bir oyun oynuyor. Kelime dağarcığından “tuhaf / yabancı” anlamındaki egzotik kelimesini seçiveriyor.
Doğrusunu isterseniz, bu beyin / dil sürçmesiyle (elbette istemeden) maksadını açığa vuruveriyor.
Nedir o?
EGZOTİK, yüzyıllar önce Batılıların yakın / orta / uzak doğuya dair korkularından kaynaklanıp ortaya çıkmış bir tanım. Hiç bilmedikleri adetler, dinler, diller, insanlar, giysiler.. Yani çok uzak, çok yabancı, çok tuhaf, hatta ürkütücü bir dünya.. Bu duygular toplanmış, Fransızca da egzotik sözcüğüne sığmış.Gazetecilerin içerde olmasıyla ilgisi olmayan bir ifade yani. Ama, dedim ya! Beyin/ dil sürçmesiyle ifade, tam da Türkiye’deki duruma uymuş.
Batılıların.. Daha doğru bir ifadeyle çağdaş herhangi bir ülkenin, toplumun, insanın kavrayamayacağı bir hal yaşıyoruz. Tuhaf, ürkütücü, günümüzden çağlar kadar uzak!
İki yazısı, bir tweeti yüzünden gazetecilere terörist, casus muamelesi yapılıyor. Meslek hayatı boyunca Gülen Cemaati ile mücadele etmiş gazeteciler, telefonlarında bir Bylock kullanıcısının adı kayıtlı diye FETÖCÜ oluyor. Cumhuriyet gazetesi yöneticileri “gazetenin çizgisini değiştirmekle” suçlanıyor.
Sahiden de egzotik bir durum, anlayacağınız!
İktidarın her eylemi, her adımı kadar egzotik!

•••

En son örnek, Katar.
Katar krizi, Türkiye’nin ne kadar tuhaf, yabancı, ürkütücü bir dış politika izlediğini ortaya koydu.
Bu ülkenin gençlerinin Suriye topraklarında öldürüldüğü yetmedi... Şimdi Katar’a gönderilecekmiş. Katar, “Türkiye askeri bizi kurtaracak” diye bayram yapıyormuş.
Durun bir dakika! Biz (yani egzotik iktidarımız) Sünni blok için yola çıkmamış mıydı? Suudi Arabistan’la ortaklaşa İslam Ordusu falan kurulmuyor muydu? Hani daha dün, Beyaz Saray’da ABD ile canciğer kuzu sarması pozları verilmemiş miydi? Yine daha dün, İran’a çemkirmemiş miydik?
Şimdi küçücük Katar için her şeyi yıkıp, yerine yeni bir dünya mı kuruyorduk? Hatta, bunun için savaşı bile göze alacak hale mi gelmiştik?
Söz konusu Katar olunca, anlaşılan bütün bunlar geçerli.

•••

Peki, Katar’ın özelliği ne?
Yani Erdoğan ailesinin Katar Emiri ile pek yakın ilişkisinin dışında, ne gibi bir önemi var?
Yanıtı, muhtemelen vaktiyle Katar ilişkilerine de, dış politikadaki “inceliklere” de tanık olmuş bir köşeci veriyor: Akif Beki.
Aydın Doğan ne kadar farkında, bilmiyorum. Ama Akif Beki, egzotik iktidarımız gibi Katar’ı savunuyor. Savunurken de, gerekçeyi açık ediyor. Yazısında hep İHVAN diye ansa da, dünyanın MÜSLÜMAN KARDEŞLER diye bildiği örgüte sahip çıkıyor. İktidar açısından anlam ve önemini anlatıyor:
“Amaç, Katar’ı uslandırmak. Filistin ve Mısır’a zarar verdiği için, Hamas ve İhvan politikalarının değişmesi gerekiyormuş. Bunu başka türlü anlatamadıkları için çökmüşler üstüne.
Katar’a en yakın bölgesel politikayı kim izliyor? Türkiye.
Katar’la paslaşma içinde, Hamas ve İhvan’la en sıkı dayanışmayı kim sergiliyor? Türkiye.
Suriye’de, Katar’la birlikte kim hareket ediyor? Yine Türkiye.
Bu durumda sıranın bize gelmeyeceğinden nasıl mı emin olabiliriz?
Trump; güya teröre ve radikal ideolojilere finans desteğini kurutsunlar diye Suudilere yol verirken.... Radikallikte Vahhabilikle selefiliğin eline Müslüman Kardeşler’in su bile dökemeyeceğini bilmez mi?”

•••

Hüsnü Mahalli, Halk TV’deki MANİKİ DÜNYA programında az mı anlatmıştı. Müslüman Kardeşler, önce Mısır’dan kovuldu.. Geçen yıl da Katar’dan. Kendilerine kucak açan tek ülke de Türkiye oldu. Müslüman Kardeşler karargâhı İstanbul’a taşındı. Küresel eylem planlarını tartıştıkları toplantıları İstanbul’da yaptı.
Katar, onları topraklarından göndermek zorunda kalmıştı. Ama bilindiği kadarıyla finans desteğini kesmemişti. Türkiye-Katar ikilisi, Müslüman Kardeşler (İHVAN) örgütü için el ele vermişti.
Şaşıracak bir durum yok.
İnsanlar, hatta medyamız unutsa da arşiv unutmuyor.
İşte BirGün arşivinden bir alıntı:
“AKP’nin İhvan ile yakın ilişkileri, Türkiye’de iktidara gelmelerinden çok daha önceye dayanıyor. Öyle ki, Recep Tayyip Erdoğan, 1970’li yıllarda Müslüman Kardeşler’in uluslararası gençlik örgütü olan Dünya Müslüman Gençlik Teşkilatı’nın (WAMY) üyesiydi. Erdoğan, bu örgütün Suudi Arabistan’daki zirvesine de katılmıştı. AKP’nin 2005 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla kurduğu İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’ne WAMY’nin yanı sıra Türkiye’den MÜSİAD ve İHH gibi örgütler de üye olmuştu. AKP’nin İhvan ile ilişkisi o derece yakın ki, siyaset bilimci Fikret Başkaya, AKP’yi “Müslüman Kardeşler’in Türkiye versiyonu” olarak tanımlıyor.”

Ne kadar egzotik bir durum, değil mi!

Ayşenur Aslan / BİRGÜN

‘Haddini bil Tarkan zeytin senin neyine!’ - ALİ SİRMEN

Bizim topraklarımız zeytin ve zeytinyağının anavatanıdır, ama ne yazık ki bu nimetin kıymetini, hatta kimi bölgelerde hiç kullanılmadığı da düşünülürse, tadını bile yeterince bilmeyiz. Gerçekten kişi başına yıllık zeytinyağ tüketimi, Yunanistan da 24, İspanya ve İtalya’da 14, Portekiz Lübnan ve Suriye’de 8 litre olmasına karşın bizde ancak 2 litredir.
Yüzyılın bitkisi olarak nitelenen, kutsal kitaplarda yeri olan zeytinin yeterince değerini bilmeyen Türkiye’de son yıllarda, bin yıl ömrü olan bu ağacın önemi az da olsa kavranmış, 2000’lerin başında sayıları 100 milyon olan zeytin ağacı miktarı 169 milyona yükselmiştir.
Buna rağmen, hâlâ zeytin ve zeytinyağı tüketiminde, üretiminde, üretim verimliliğinde diğer Akdeniz ülkelerinin gerisindeyiz. 2013 -14 yılında İspanya 1 milyon 537 bin, İtalya’da 450 bin, küçücük Yunanistan’da 230 bin ton zeytinyağı üretilirken, Türkiye’de bu rakam 180 bin tonda kalmıştır. 

***

Türkiye’de zeytin ve zeytinyağ üretimindeki gerilik üretimin her aşamasını kapsamaktadır. Her şeyden önce, Türkiye’deki zeytin üretim alanlarının yüzde 90’ı sulanamamaktadır.
Ağaç başına verim, İtalya ve İspanya’nın üçte biri oranındadır. Modern zeytin toplama teknikleri bu ülkelerdeki kadar yaygınlaşmamıştır.
Üretimin kalitesi de düşüktür. Marka yaratılamamış olup, paçal mal satılmakta ve katma değer kaybına uğranmaktadır.
Zeytinyağın diğer nebati yağlarla paçal edilerek satılması kayıplara, talebin düşmesine yol açmaktadır.
Kısacası zeytin ve zeytinyağı tüketiminden, üretiminin ve işlenip, pazarlanmasının bütün aşamaları süresince çözüm bekleyen büyük sorunlarla karşı karşıyayız.
Oysa zeytincilik hem ülke ekonomisi, hem üretici açısından kârlı, nispeten az mihnetli gelişme potansiyeli büyük bir üründür.
Ülkede iktidarların konunun önemini kavrama temposunun kamuoyunun bu yöndeki bilinçlenme düzeyinin gerisinde kaldığından yakınılırken, bütün tarımı hoyratça talan eden AKP iktidarı, sanayi tesisi ve madencilik bahanesiyle, zeytinliklere göz diken ve zeytin üretim alanlarını azaltan girişimlerin önünü açmış bulunmaktadır.
Son olarak, yine zeytinliklere yönelik tasallutların önünü açan bir düzenleme, içinde yaşadığımız dönemin alışkanlığına uygun olarak bir torba yasa içine sokuşturularak hayata geçirilmeye çalışıldı.
Basın ve kamuoyu bu konuda övgüye değer bir duyarlılık gösterdi. Zeytine tasalluta gelen tepkiler sonunda, AKP tasarının görüşülmesinin ertelenmesine karar verdi.
Tepki gösterenlerden biri de pop - star Tarkan’dı.
Tarkan, “Dünya Çevre Günü” başlığıyla Eken Güven isimli kullanıcının Instagram’da yazdığı fotoğraf ve yazıyı paylaşırken, “zeytin ağaçları Anadolu’nun hazinesidir, belleğidir; rant için zeytinlere kıymayın!” demiş.
***

Bilim ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, Tarkan’ın tepkisine çok kızmış ve şu sert çıkışı yapmış:
- Tarkan’ın zeytinlikleri mi varmış, ne yapacakmış zeytinlikleri?
Ardından da eklemiş:
- Tarkan’ın şarkılarını seviyoruz. Tarkan şarkılarını söylesin!
Yani Sayın Bakan özetle Tarkan’a “Ey Tarkan haddini bil, zeytin senin neyine!” diyor.
Zavallı Tarkan bir an için vatandaşlığının, kendisini ülkesinin sahibi yaptığını zannetmiş ve bir sorun hakkında görüşünü açıklama hakkı olduğunu düşünmüş ki bunun da biat rejiminde hiç yeri yoktur.
Biat rejiminde, yazar zülf-ü yare dokunmadan kitabını yazar, gazeteci iktidarın istediği algıyı yaratacak haberi üretir, yorumcu yağcılığını yapar, futbolcu futbolunu oynar, madenci toprak altında can verir, asker vatan için şehit olur, ülke sorunları hakkında ne konuşulup nasıl çözüme varılacağına ise yalnızca iktidar karar verir.
Bu ortamda Tarkan’a düşen de şarkısını söyleyip, sonrasında haddini bilmektir ve Sayın Bakan’ın fırçası üzerine verilecek de bir tek cevabı kalmaktadır:
- Oynama şıkıdım, şıkıdım!..


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Vakti gelen sol dalga - ÖZGÜR MUMCU

Sene 1988. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Kraliçe Elizabeth’in resmi davetlisi olarak Birleşik Krallık ziyaretinde. Başbakan ise Margaret Thatcher. Askeri bir darbeyle iktidara gelmiş Evren için önemli bir ziyaret. Meşruiyetini uluslararası platformda iyice pekiştirmek niyetinde.
Cumhuriyet gazetesinin 2 Temmuz 1988 tarihli sayısında bu ziyaretle ilgili küçük bir haber:
Ana muhalefet İşçi Partisi Milletvekili Jeremy Corbyn tarafından hazırlanan ve ilk siyah kadın milletvekili Diane Abbott başta olmak üzere ilk aşamada 32 kişi tarafından imzalanan önergeye, en az 60 imza daha atılacağı sanılıyor. General Evren’in İngiltere’yi ziyaretini benimsemiyoruz; ziyaretin Türkiye’de demokrasi olduğu şeklinde yanlış bir kanı yaratacağı görüşündeyiz. Kendisinin 1980 askeri müdahalesini yaptığını, binlerce sendikacının hapsedilmesine neden olduğunu, Kürt halkına karşı bir savaş yürüttüğünü hatırlatıyoruz’ denen önergede, ayrıca bütün siyasal tutukluların serbest bırakılması ve Türk halkı için sendikal ve siyasal özgürlük garantisi verilmesi isteniyor.
Parti’nin sol kanadını temsil edenlerden o genç adam bugün İngiliz İşçi Partisi’nin lideri ve önceki günkü seçimlerde beklenmedik bir başarı gösterdi. Haberde adı geçen Diane Abbot ise partinin sağ kanadına rağmen, Corbyn’i parti başkanlığına aday gösterme cesaretine sahip 36 milletvekilinden biri. Bir süre Corbyn’in gölge kabinesinde içişleri bakanıydı. 

 
Tony Blair’in bir merkez sağ parti haline getirdiği İngiliz İşçi Partisi, bu seçim sonucuyla beraber yüzünü sola çevirmesine halktan da meşruiyet kazandı. Corbyn’i belki de Muhafazakâr Parti’den daha fazla zorlayan partisi içindeki “merkezciler” ile medyadaki kanaat önderleri de partinin yeni liderine vurmaya çalıştıkları “seçimde başarı kazanamaz” damgasının boşa gittiğini gördü.
İşçi Partisi, sosyalist bir seçim programı sundu. Programda kapsamlı kamulaştırma, enerjide kamusal mülkiyet esası, sosyal haklar da büyük ilerlemeler yer alıyor. Corbyn, Avrupa Birliği’nden çıkışta da sermayeyi değil, çalışan kesimi kollayacak bir plan öngörmekte. 
 
Hükümet kuramasa da seçimin galibi sol seçim programıyla İşçi Partisi. Parlamentoda kayba uğrayan ve hükümet kurması pamuk ipliğine bağlı Theresa May ise ava giderken avlanmış ve muhtemelen siyasi kariyerinin sonuna gelmiş biri.
 
Teknokrat, 90’ların ezberiyle hareket eden neoliberal ekonomi politikalarına isyan, yeni popülist hareketlerin tekelinde değil. Söz konusu hareketlerin son 30 senede kazanılmış toplumsal değerlerdeki ilerlemeye sekte vurmasının önündeki engel de sisteme soldan isyan etmek. 
 
ABD’de Bernie Sanders’ın, Birleşik Krallık’ta Corbyn’in, İspanya’da Podemos’un her şeye rağmen Yunanistan’da SYRIZA’nın gösterdiği, otoriter popülist sağ ile neoliberal “merkez” arasında sıkışmışlığa bir çare olduğu.
 
Bu çare aynı zamanda Türkiye’ye de çaredir. 1988’de tarihin doğru tarafında duran Corbyn, kuvvetle muhtemel ki bugün de tarihin doğru tarafında. 

Bizde de kendine ve halka güvenen bir sol dalganın vakti gelmedi mi?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Teneke Lady’ye Corbyn darbesi - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Tarihçi Garton Ash, Theresa May’i “teneke lady” olarak tanımlıyor; “Kendisini yeni demir lady diye dayatmaya çalışan May, ‘teneke lady’ çıktı!” diyor.
8 Haziran’da sandıkta boy ölçüsü alan İngiltere’nin “Brexit dönemi Başbakanı” May’i bundan iyi tanımlayan bir ifade olamaz. 



Geçen yıl Cameron’ın sürpriz biçimde kaybettiği “Brexit referandumu” sonucunda Başbakanlık koltuğuna paraşütle inen ve kamuoyu tarafından fazla tanınmayan May; geldiği yeni konumda kendisini bir “modern zamanlar Thatcher’ı” olarak formatlamıştı.
Brexit müzakerelerinde çok katı davranacağını ve Brüksel’e hiç taviz vermeyeceğini yaptığı her açıklamada vurgulayan İngiltere’nin “astığı astık kestiği kestik” havalardaki ikinci kadın başbakanı, blöf çıktı.
“Açık ara zafer” beklerken seçim öncesinde sahip olduğu 331 sandalyeden 12’sini yitiren ve parlamentoda “tek başına hükümet kurma” şansını kaybeden İngiltere’nin “çakma demir lady”si; seçim gecesi “yıkılmış” bir görünüm çizdi.
Başbakanı yakından izleyen gazeteciler, May’in seçim gecesi ağlamaktan kan çanağına dönüşen gözlerini saklamak için kameraların önüne çok ağır makyajla çıktığına dikkat çektiler. Ve muhafazakâr liderin sesinin fark edilir şekilde titrediğini not ettiler. 

‘Güç ihtirası’ cezalandırıldı
“Pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” lafı tam May için söylenmiş gibi.
Üç yıl daha koltuğunda rahat rahat oturabilecekken, bundan altı hafta önce şeytan dürtmüş gibi “baskın seçim” kararı alan İngiltere Başbakanı’nı bu kumara iten güdü sınırsız “güç ihtirası” oldu.
Parlamentoda sahip olduğu milletvekillerinin sayısını arttırarak sözde “Brexit pazarlığında” elini güçlendirmek istediğini belirten May, İşçi Partisi ile arasındaki 20 puanlık farka dikkat çeken kamuoyu yoklamalarına güvenerek bu kararı almıştı. Solda İşçi Partisi’nin krizinden yararlanmak istemiş, sağda Brexit sonrası baş aşağı giden (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) UKIP’çilerin ganimetine sahip çıkmayı öngörmüştü….
Ancak ne ki İngiliz lider tam bu yüzden, kendisini rakipsiz gördüğü için kampanyada hata üzerine hata yaptı. Gerçek bir demokraside asla hoşgörülmeyecek kendini beğenmişlikle örneğin, rakipleriyle TV’de “yüz yüze tartışmaya” çıkmaktan kaçındı… 

Bunaklık vergisi
May’in antipati yaratan bu üstten tavrının yanında birikimi olan yaşlıların ayrıca “sağlık harcamalarını ceplerinden karşılamaları” doğrultusundaki program önerisi ise gerçek bir şok yarattı.
Rakibi Corbyn tarafından derhal “bunaklık vergisi” olarak damgalanan bu şuursuz girişim, yaşlı seçmenlerde bir panik yarattı ve muhafazakâr partinin ayağına sıktığı kurşun olarak yorumlandı.
“Nasılsa oylarım çantada keklik” aymazlığıyla seçmenlerine adeta meydan okuyan May’in halka bu mesafeli ve duyarsız tavırları, “kemer sıkma devrinde” toleransla karşılanmadı.
Üst üste gelen cihatçı terör eylemleri de May’in “metal yorgunluğunu” arttırdı.
Muhafazakâr liderin terörle mücadele adına üstüne üstlük “insan hakları sözleşmesinden çekilebileceğinden” söz etmesi, bu yetmezmiş gibi Paris İklim Anlaşması’ndan çıkan “nefret objesi” Trump’a kalkan olması, “teneke lady”nin gözden düşmesine yardım eden faktörler oldu.
May’in bir buçuk aylık sürede meteor hızıyla gelen süratli düşüşüne Corbyn’in hiç umulmadık çıkışı eşlik etti. 
 
Kitlelerle iletişim kuramayan May’in aksine seçmenlere umut vermeyi başaran, topluluklarla sıcak diyalog içine giren İşçi Partisi lideri Corbyn’in coşku yaratan “kampanya”sı efsane oldu.
ABD’deki Bernie Sanders gibi gençler arasında inanılmaz popülarite kazanan Corbyn; partisine oyların yüzde 40’ını temin ederek İşçi Partisi’ne Blair yıllarından bu yana görülmemiş başarı sağladı.
Corbyn dersleri üzerinde söylenecek çok şey var. Onlar da gelecek yazıya.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

9 Haziran 2017 Cuma

Ismarlama kültür - RIFAT OKÇABOL

Geçenlerde Ensar Vakfının 38. Genel Kurulu’nda konuşma yapan AKP Genel Başkanı, “14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız, ama sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” demiş. Ne denir? AKP’nin sosyal ve kültürel iktidarı yok ki sıkıntısı olsun. Ayrıca böylesi bir iktidar beklentisi de gerçekçi değil tabii.
Beklentinin gerçekçi olmamasının da pek çok nedeni var. İlk neden, istenen kültürün tüm halkı kucaklayacak kültür olmamasıdır. O gün yapılan konuşmanın devamında, “Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum” denmesi, istenen kültürün, kendisi gibi düşünmeyenleri (ki bu kültür konusunda toplumun yarısından fazlasını) içermeyeceğini göstermektedir. İstenen kültürün, yalnız AKP’yi kucaklayacak bir kültür olmasıdır.
Konuşmanın devamında, yabancı zihniyette oldukları söylenen kişilerin yerine, “Bunları hizmete dönüştürecek adanmış kadrolar” getirilmesinin istenmesi de, beklentinin gerçekçi olmamasının ikinci nedenidir. Çünkü kültür, adanmış kadrolarla, emirle ve ısmarlamayla gelişecek bir oluşum değildir. Ayrıca bu açıklama, istenenin “biat” kültürü olduğunu gösterdiğinden, beklentinin gerçekçi olmadığının da kanıtıdır.

Esasında istenen kültürün AKP’yi kucaklaması bile zordur. Çünkü AKP, klasik anlamda bir parti değil ki, kendi siyasal kültürünü oluştursun; çeşitli alanlarda beklentileri olanların bir araya geldiği ve cemaat anlayışıyla yürütülen bir oluşum. Cemaat anlayışından kopan kurucu üyeler bile tasfiye edilmektedir ve yarın sıranın kime geleceği belli değildir. AKP’li üyelerin çoğu, yarınlarından korktuğu için itaatkar ve itaatkar olduğu kadar da korku içindedir. Dolayısıyla AKP’nin üreteceği kültür, olsa olsa, “biat” kültürü olur.

Beklentinin gerçekçi olmamasının üçüncü nedeni, AKP’nin kültür anlayışının “İslam kültürü” ile sınırlı olmasıdır. Halkının çoğunluğu Müslüman olan Katar, Libya’nın, Mısır’ın, Suriye’nin, Suudi Arabistan’ın,  Türkiye’nin, Yemen’in… aynı kültüre sahip olduklarının ve bu ülkelerde İslam kültürü dışında başka kültürlerin olmadığının sanılmasıdır.

Beklentinin gerçekçi olmamasının dördüncü nedeni, AKP’nin doğası gereği aydınlanmaya karşı olmasıdır. Son 300-400 yüzyılda oluşan ve gelişen kültürlerin aydınlanmanın  bir ürünü olduğunu yadsımasıdır. Osmanlıya ve Ortaçağ karanlığına dönerek kültür oluşturulacağını sanılmasıdır. 14 yıldır gerçekleştirilen dönüşümlerle varılacak sosyal kültür ortamın ne olacağının görülememesidir.
Çünkü dininin ve kininin davacısı olacak gençlik yetiştirilmesiyle elde edilebilecek kültür, ülkeyi düşmandan kurtaran, toplumu özgürleştiren, insanının yurttaş olmasını sağlayıp halk egemenliğini gerçekleştiren kadrolara öncülük eden kişiye her fırsatta hakaret eden bir kültür olur. Cumhuriyetle ilgili gelişimleri tu kaka ederken, padişahlara, II. Abdülhamit’e hayran bir kültür olur. Bu kültür Osmanlı kültürünün bile gerisinde kalır.

Çünkü  7’den 70’e ve anaokulundan yükseköğretime, okuldaki çocuktan sokaktaki yurttaşa kadar, Kuran kurslarını, din derslerini, din ağırlıklı değerler eğitimini ve Diyanet fetvalarını dayatırsanız; çocukları camiye gitme, Kuran okuma ve Umreye gitme yarışına sokarsanız,  elde edeceğiniz kültür, ancak aşağıda örneklenen kültürel davranışları üretir:
Eşi cehenneme gidecek kadınların, ölünce kiminle birlikte olacağı tartışılır! Allah’ın yüzükoyun yatanı sevmediği, karı ile koca pazartesi birleşirse doğacak bebeğin hafız-ı Kuran ve salı gecesi ana karnına düşen çocuğun ise, merhametli ve cömert olacağı sanılır! Parkta öpüşenler, etek-bluz giyenler, oruç tutmayanlar, camiye gitmeyenler tekmelenir! İlahiyatçı, prof da olsa, oruç tutmayanların dışarıda yemek yememesi gerektiğini söyledikten sonra, “O hayızlı (regl dönemindeki) kadınlar da biz tutmuyoruz diye sokakta bir şey yiyemezler. Dayak yerler ha bak” diyebilir; arkasından da dayak dönemi gelir.

Kendisi gibi olmayanlar dışlanır, hakaretlere ve saldırılara uğrar, suçlanır, tutuklanır! Türbansız kız/kadın kalmaz! Laikliği anlatmaya kalkışan gençler aylarca tutuklanırken,  kurucu kadrolara hakaret edenler üç günde çıkarılır!

Piyasacılığa, girişimciliğe ve rekabete- prim verirseniz, doğaya değil de, maden arayanlara ve rantiyecilere; alın teriyle kazanan emekçiye değil de, sermayedara önem verilir, insan emeğini ve doğayı yağma kültürü olur. Bu dünyaya değil, öbür dünyaya önem verilir.  Maden ocaklarındaki ve diğer iş kazalarındaki ölümler, “Kader” olur, “Şansızlık” olur, “Güzel ölümler” olur. Dindarlıkla ahlaksızlığın bağdaştırılabileceği sanılır. Hatta Diyanet bile, “Haram parayla hacca giden kişinin haccı sahih olup, üzerinden hac yükümlülüğü kalkmış olur” diyebilir

Kadınların 3-5 çocuk yapması istenerek, imam hatip eğitimi ve açıköğretim gibi kadını eve bağlayacak eğitim süreçleri öne çıkarılarak, toplumun en duyarlı ve en üretken kesimi saf dışı bırakılır. Üretilen kültür, ancak erkek kültürü olur. Altı yaşında kızla evlenmeye kalkışılır. Kuma üstüne kuma getirilir. Hatta Çocuk İstismarıyla Mücadele Derneği’nin, Şakran Çocuk Cezaevi raporu bile yasaklanır. Çocuk ve kadın istismarı artar, “bademleme” öne çıkar.

Böylesi davranışlar üretecek sosyal ve kültürel iktidar, kime yarar?

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

Katar, İran, IŞİD, Suud: İnancın iktidara yenilgisi - TAYFUN ATAY

1979’da gerçekleşen İran Devrimi’nin, bir parçası olduğu Ortadoğu coğrafyasına ve tüm İslam dünyasına vaadi İsrail’i haritadan silmekti.
O günleri yaşamış olanlar, birbirinden kopuşsuz kulakları çınlatan şu iki sloganı gayet iyi hatırlar: “Merg Ber Amerika, Merg Ber İsrail” (Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm).
O yıllarda İran’da Devrim Muhafızları’nın kurucusu Refik Dost, İran’ın baş ve kutsal hedefinin “İsrail’in tüm vücudunu ortadan kaldırmak ve Kudüs’ü kurtarmak” olduğunu söylüyordu (Cengiz Çandar, “Ortadoğu Çıkmazı”, Hil Yayın, 1983, s. 66).
Neredeyse 40 yıl sonra bugün, İran İslam Cumhuriyeti’nin hedef önceliği çok farklı. İsrail’in esamisi okunmuyor.
Şimdi baş düşman Suud!.. Aynı Devrim Muhafızları, IŞİD’in iki gün önce İran’daki ölümcül saldırılarının arkasında Suudi Arabistan olduğunu söyleyerek intikam yemini ettiler.
Belki yukarıdaki slogan da artık “Merg Ber Amerika, Merg Ber Suud” şekline dönüştürülür!.. 

***

Peki, tablodaki iç-karmaşayı görmemek mümkün mü, hayır.
Tamam, IŞİD için bel kemiğini İran’ın oluşturduğu Şiilik, sapkınlık, inkârcılık ya da dinden çıkma... O yüzden İslamın en kadim “iç-ötekileştirme” tabiri olan “Rafızi”, hem İran, Irak, Yemen ve Lübnan’daki Şiilere, hem Suriye’deki Nusayrilere, hem de bizim Alevi yurttaşlarımıza karşı nefretle seferber ediliyor IŞİD tarafından… Örgüt sözcüleri, dünyadaki 200 milyon Şii, eğer Sünniliğe dönmezse infaz edilecek demekten de çekinmiyor hiç.
Ama aynı IŞİD ya da El Kaide için Suudiler de çok farklı bir yerde değil. Haddizatında onlara göre ortada aslında Suudi Arabistan yok, “Suudi Amerika” var!..
Son Katar olayını tabloya dâhil edecek olursak çok daha içinden çıkılmaz bir denklem karşısında buluruz kendimizi.
Katar, onu ablukaya alanlar tarafından hem IŞİD’e, hem İran’a destek olmakla suçlandı, hatırlayın!..
Peki, şimdi İran’daki saldırıdan sonra Katar’ı nereye koyacağız? O İran’a mı yancı, IŞİD’e mi yancı bu hadisede?..
Ya Suudiler? Onlar, Katar’ı ablukaya alırken terörist dedikleri IŞİD’in neresinde acaba İran’daki saldırıda?..
Tahran’a, Devrim Muhafızları’na bakılırsa yanındalar IŞİD’in…
İran-IŞİD; IŞİD-Katar; Katar-İran; İran-Suud; Suud-IŞİD… Bulun bakalım kim kimin içinde ve dışında, kim kimin yanında ve karşısında?! 

***

İslamiyet’te “içerdeki öteki”, “dışardaki öteki”den hep çok daha “kötü” sayılmıştır.
Ben uzun yıllar önce, doktora çalışmamı sürdürürken bir Nakşibendi önde geleninden Vahhabiler için, “Onlar, Yahudilerden de kötüdür, münafıktır, ne camilerine gidin, ne de konuşun onlarla, bir sopa alın, kafalarını kırın” sözlerini duyduğumda dut yemiş bülbüle dönerek anlamıştım bu gerçeği…
İslam’da “içerdeki öteki”ne hışım, “dışardaki öteki”ne galebe çalar, çünkü “iktidar” faktörü, dışardaki değil içerdeki öteki ile bağlantılıdır.
Dışardakiler, yani Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler, Şintoistler, laikler, ateistler ve diğerleri, orada bir yerde size “İslam” olduğunuzu bildirmek üzere, kendi kimliğinizi onlardan hareketle inşa etmek üzere vardır.
Ama “içerdeki öteki”, aynı “Müslüman” kitleye hitap etme, öncülük etme ve hükmetme yolunda bir amansız rakip, dolayısıyla korkunç bir hasımdır. 

***

Bakın bizim “içerdeki öteki-dışardaki öteki” tabirlerimizle buluşurcasına bir “yakın düşman-uzak düşman” ayrımı yapan Ebu Musab ez-Zerkavi, yani IŞİD’e giden yolun Irak’ta önünü açan isim, Şiiliğe mensup herkesin kanının helâlliğini nasıl en öncelikli “amel” sayıyormuş:
“Zerkavi’ye göre ‘uzak düşman’ Amerika ortadaydı, açıktı, anlaşılırdı; ama ‘yakın düşman’ Rafıziler (Şiiler) sinsiydi, pusudaydı; yılan gibi yaklaşacak, akrep gibi sokacaktı! Zerkavi, ‘İran’dan beslenen Rafızilerin gün geçtikçe Irak’tan Suriye ve Lübnan’a kadar Rafızi devleti kurma ve Körfez ülkelerine yayılma umutları büyüyor. Amerika büyük düşman olsa da Rafıziler daha büyük bir tehlikedir ve onların zararı daha yıkıcıdır’ diyordu” (Fehim Taştekin, “Karanlık Çıktığında – IŞİD: Din Adına Şiddetin Dün ve Bugünü”, Doğan Kitap, 2016, s. 90).
O yüzden İran’ın da bugün ne Amerika, ne İsrail görecek hali var. “İçerdeki öteki” yahut “yakın düşman” Suud’u görüyor gözü onun!..
İşte böyle olduğu için “İslam birliği” hikâyedir. 



Böyle olduğu için, Diyanet Başkanı’nın da birkaç yıl önce belirttiği gibi, her yıl dünyada katledilen ortalama 1000 Müslümanın yüzde 90’ı bir başka Müslüman tarafından katledilmektedir.
Ve böyle olduğu içindir ki “Hilafet”in tarihsel gerçeğinde, “İttihad-ı İslam” değil, “İhtilaf-ı İslam” yazar.

Tyfun Atay / CUMHURİYET

‘Ümmet kültürü’ ve ‘ümmet hukuku’ mu? - Meriç Velidedeoğlu

İçte ve dışta toz dumandan göz gözü görmezken, Tayyib Erdoğan yürüyeceği yolu, izleyeceği yönü ilan ediverdi, ülkeyi, soluğunu büsbütün kesecek bir yapıya dönüştürmek için...
Mayıs ayının sonunda, “Ensar Vakfı Genel Kurulu”nun açılışına katılarak bir konuşma yaptı; konuşmasının bir yerinde, “Biz 14 yıldır, kesintisiz hamdolsun ‘siyasi iktidar’ız; ama hâlâ, ‘sosyal ve kültürel iktidar’ımız konusunda sıkıntılarımız var!” diye vurguladı.

 
“Sosyal ve kültürel iktidar”ı, bu iki bileşenine ayırarak dillendiriyor. Dilimizden tarihe, medyadan sinemaya, bilimden teknolojiye uzananı “kültürel iktidar” olarak; bize yabancı kaldığını belirttiği “hukuk”a göre düzenlenen alanı da, “sosyal iktidar” olarak.
Ve bu iki iktidarı, kendi “siyasi iktidar”larına uygun olmadığını belirterek, Osmanlı’nın “Meşrutiyet” döneminde çok tartışılan, “kültür”ü (hars) dile getirip temel (esas) olan “uygarlık” karşısına dahası “çağdaş uygarlık” karşısına dikmek üzere...
Bunun için de, “eğitim”in tümüyle “dinselleşmesi, dinselleştirilmesi”, uyulması gereken zorunlu koşul olduğunu ve bu bağlamda attıkları adımları bir bir sayıyor, Tayyib Erdoğan.
Gerçekten de, artık ilkokullar aşıldı, anaokullarda bile “Kuran-ı Kerim” okutulup, sureler ezberletiliyor. “Arapça” öğrenimi almış başını gidiyor; neredeyse anadilini yeni yeni sökmeye başlamış, “anaokul bebekleri”ne de “Arapça” öğretilecek...
Burada bir ayraç açarak, “Aydınlanma”nın, “Batı”da, “Kutsal Kitab”ın her ulusun “kendi diliyle” okunmasının ardından geldiğini anımsayalım!...
Ayracı kapatıp konuyu sürdürürsek, “namaz sureleri” ezberlettirilen bu anaokullularla, türlü gösteriler, TV izlenceleri yapılarak, aileler özendirilip yönlendiriliyor; geçenlerde sergilenen -bir bakıma içerik, “anlam” kaybına da neden olan-“Kâbe” (Hac) gösterisi gibi.
Ayrıca Erdoğan, günümüzde “din eğitimi”nin yeterli olmadığını, dolaysiyle bunun sonuncunun yarattığı “ahlak düşkünlüğü”nün, “2014”lerde okullara “uyuşturucu sokulmasının nedeni olduğunu” vurgular. 
 
“1912 Balkan Savaşı”nda, Osmanlı’nın yenilgisinin baş sorumlusunun, dönemin “ahlak düşkünlüğü” olduğu kabul edilmişti.(*)
Evet, “sosyal ve kültürel iktidar”ın, ikinci kolu olan “sosyal iktidar”da da, sıkıntıları olduğunu, bu alanı düzenleyen “hukuk”tan söz ederek, bu “hukuk”un milletine “yabancı” olduğunu, “pek çok alanda, hâlâ en ‘etkin’ yerlerde, ülkesine ve milletine ‘yabancı’, ‘yabancı zihniyet’teki kişilerin bulunduğunun” altını çizerek ortaya koyuyor Erdoğan. 
 
Bu “yabancılık”, “yabancı zihniyet”, ülkemizin “toplumsal yaşamı”nı düzenlemesi gereken (?) “dinsel hukuk” (fıkıh) yerine, “1923 Atatürk Devrimi”nin ürünü olan “çağdaş laik hukuk”un geçmesinden bunun da “anayasasında yer almasından”, kaynaklandığı açıkça vurgulanıyor. “90 yıllık”, “çağdaş laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin, bugün başında bulunan tarafından...
Yine ayrıca Tayyib Erdoğan, bu “hukuk”a “karşı oluşu”nu başka bağlamlarda da yıllardır ortaya koyuyor; konuşmalarında topluma seslenirken, “Yurttaşlarım!” ya da “Vatandaşlarım!” yerine “Kardeşlerim!” diyor her gün “TV”lerden duyuyoruz bir kez değil birçok kez; daha sıcak bir sesleniş algısı verse de, bir “ulus”a, bireylerine sesleniş değil bu, bir “ümmet”e, bu topluluğu oluşturan “din kardeşleri”ne sesleniştir... 
 
Değerli dostlar, “24 Temmuz” günü, gazetemiz “Cumhuriyet”in yöneticileri, yazarları, görevlileri olan A. Atalay, M. Sabuncu, K. Gürsel, G.Öz, H. Kara, T. Günay, M. Kart, Ö. Çelik, B. Utku, M.K. Güngör’ün duruşmasında bulunmak, A. Şık, Y.E. İper ve O. Güven’in de yanı başında olmak için “Silivri”de olalım! Eksiksiz! 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) Türkiye’de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes.

Konutta kuralsızlık çağı - ÇİĞDEM TOKER

Toplu Konut İdaresi’nin “arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı” modeli, AKP için bir yandan devasa rantların paylaşım araç ve zeminini oluştururken, diğer yandan kentlerin kimliklerini ve belleklerini çaldı. Müteahhidin devlete yüklü bir gelir ödemesi karşılığında Hazine arazisi üstüne konut yapıp satmasına dayalı bu modelde “deniz”in tam bitirilmesinin önü açıldı. 

 
Devlet eliyle başlatılan yeni kuralsızlık çağı bu.
İnanmayan dünkü Resmi Gazete’ye bakabilir.
TOKİ, arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı ihalelerinde, bundan 11 yıl önce koyduğu kuralları kendi eliyle darmadağın eden bir değişiklik yaptı.
Yönetmeliğin adı şu:
“Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, Satış, Devir, İntikal Kiraya Verme, Trampa, Sınırlı Ayni Hak Tesisi ve Arsa Satışı Karşılığı Gelir Paylaşımı İhale Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik.”
Getirilen ilk değişiklik, TOKİ’nin isteklide (yani müteahhitlerde) aradığı çok temel bir koşulu düzenleyen maddeyi metinden çıkarmak olmuş. O madde şu:
“Arsa satışı karşılığı gelir paylaşımı ihalelerinde, isteklilerden ihale konusu işe ilişkin proje, maliyet cetveli finansal analiz istenir.”
Bu ifadenin yönetmelikten çıkarılmasının anlamına tersinden bakalım:
Örneğin X müteahhidi İstanbul’un göbeğindeki bir Hazine arazisine “Ben şu kadar konut yapacağım” diyecek. Ama bu konut projesinin kaça, ne kadara mal olacağını, nasıl finanse edileceğine dair, devlete hiçbir veri sunmayacak.
Bu kadar temel bir kuralın artık geçerli olmamasının anlamı şu olabilir:
Belli ki AKP rejimi “bazı” müteahhitlere, bazı Hazine arazileri için söz vermiş. İki taraf için de ihtiyaç büyük. Yapılacak ve satılacak konutların piyasaları döndürmesi lazım. Hükümetin de gelire. Devlet “Analiz filan istemem ben” diyor. Gelir için zaman kaybına tahammül yok. 

***

TOKİ’nin yönetmelikte yaptığı kural daha doğrusu kuralsızlık değişikliği bununla sınırlı değil. TOKİ artık kendisiyle iş yapacak müteahhitlerde iş deneyimi açısından aradığı belgelerin niteliklerinde de hafifleten değişikliklere gitmiş.
Düne kadar, şöyle bir kural vardı mesela:
“İsteklinin ihale konusu iş veya benzer işlerde; son on beş yıl içinde kamu veya özel sektörde o işe ait sözleşme bedelinin en az yüzde 70’i oranında gerçekleştirdiği veya yüzde 50’si oranında denetlediği veyahut yönettiği idarece kusursuz kabul edilen benzeri işlerle ilgili deneyimini gösteren belgeler.”
Yani bir müteahhit Hazine arazisine gelir paylaşımlı bir proje yapacaksa, son 15 yılda yaptığı işleri, en az yüzde 70’ini bitirdiğini, kusursuz yaptığına dair raporlarla birlikte belgelemesi gerekiyordu. Bu madde yönetmelikten uçmuş. 
 
Gelir paylaşımı için başvuracak müteahhitler ortaklık biçiminde olması halinde de bankalardan getirilecek mali durum belgeleri için bir şirketin koşulları sağlamış olması, TOKİ tarafından yeterli bulunacak. Yani falanca Hazine arazisine birlikte konut yapmaya talip olan iki ortaktan birisi kredi alabiliyorsa TOKİ onlarla anlaşma yapacak. Diğer firmanın bankalar tarafından “kara liste”de olması TOKİ için sorun yaratmayacak.
 
Getirilen yeni bir “kolaylaştırıcı” kural daha var:
Müteahhit şirketlerin TOKİ’ye vereceği iş deneyimi belgelerinde Elektronik Kamu Alımları Platformu kaydı aranmayacak.
Eskisiyle yeni türeyenleriyle, yerlisiyle Körfezlisiyle “ak” müteahhitlerin TOKİ’nin dün itibarıyla açtığı yeni kuralsız sahada oynatacağı daha çok at, yapacağı daha çok beton kule var. 

Söylenecek tek şey: Kuralların, bizatihi o kuralları var eden devlet aygıtları marifetiyle iskambil destesi gibi dağıtılmasının, bir gün hepimizi altında bırakabileceğidir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

8 Haziran 2017 Perşembe

Besim Üstünel’in ardından - Prof. Dr. ERGUN TÜRKCAN

Hocayla ilk, 1958’de SBF birinci sınıf iktisat sınavında karşılaştım. Sözlü yapılan sınavlarda Dr. Attila Karaosmanoğlu ile dehşetli bir sınav ekibiydi; bizim fakülteye yeni gelmişti. Prof. Dr. Üstünel, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden 1946’da mezun olup Prof. Şükrü Baban’ın kürsüsüne girdikten sonra, doktorasını yine aynı yerde verip, Londra’da London School of Economics’de, LSE, Dış Ticaret kuramcılarından Prof. Meade’in yanında doktora-ötesi çalışmalar yapıp dönerek doçent olmuş, ancak İstanbul Darülfünun’a mahsus malum akademik çekemezlikler yüzünden, ayrılıp SBF öğretim camiasına katılmıştı. Onun gelişi ve dersleriyle modern iktisat teorilerini tüm Türkiye ve kısa süre sonra, 1960’ta kurulacak DPT yani Devlet Planlama Teşkilatı uzmanları da öğrenip uygulayacaklardı. 

Planlı yıllar
Bu cümleleri, çok sevdiğim bir hocamın ardından, ona borçlu olduğum için yazmıyorum. Benim yaşımdaki meslektaşlarımın da kabul edeceği gibi, ilk ciddi Modern Para Teorileri, Dış Ticaret Teorisi ve Kalkınma İktisadının, sosyal bilimlere, “transferi” bu derslerle gerçekleşti.
Sadece teorik dersler değil, uygulamada da bu bilgileri Türk ekonomisine katan, kendinden önceki (Dr. Karaosmanoğlu ve Dr. Attila Sönmez) İktisadi Planlama Dairesi, İPD, başkanlarından sonra üçüncü başkan olarak DPT’nin üçüncü Müsteşarı Ziya Müezzinoğlu ile çalışmaya başladı ve 1964, 1965 programlarını yapıp, İkinci Planın çatısını kurduktan sonra buradan da ayrıldı. O yıllar “Planlı Yıllardı” ve 24 Ocak 1980 kararlarına kadar da öyle kalacaktı. Özellikle İPD Başkanlığı, bir anlamda başbakanlarla eşit bir etki konumundaydı, tüm iktisatçı takımı için burası bir meslek zirvesi sayılırdı.
Ziya Bey Maliye kökenli bir bürokrattı. Maliye-DPT çatışmaları siyasi-iktisadi hayatımıza damga vurmuş, etkileri hissedilmiştir. Bu bürokratik tecrübeden sonra Besim Üstünel’in siyaseti denemesi de kaçınılmazdı. Ziya Müezzinoğlu Bonn’a Büyükelçi atanınca yerine gelen Memduh Aytür daha da fanatik bir Maliye bürokratı çıkınca, Besim Üstünel, İsmet İnönü’nün isteğiyle, 1965’te, CHP Genel Sekreter Yardımcısı oldu, ama tüm taleplere karşı Meclis’e yani aktif siyasete girmedi, tekrar üniversiteye döndü. Sadece derslerinde değil, tüm yaşamında güler yüzlü hocamıza biz Mülkiye’de Besim Mütebessim adını takmıştık. Onun kısa süren aktif siyasi hayatı 1970’lerde yaptığı senatörlüktür.


Akademik geziler
Mülkiye’de, daha sonra Mülkiye Juntası diye anılacak bir grup akademisyeni, Deniz Baykal’ı, Turan Güneş’i, Ahmet Naki Yücekök ve diğerlerini, 12 Mart 1971 yarı-darbesinden sonra örgütleyip, yeni Genel Başkan Bülent Ecevit’i destekleyen ve CHP’yi bir koalisyonla da olsa iktidara taşıyan mekanizmanın kurulmasına yardım etti. Hocamın hepsi akademik amaçlı, İsveç, Japonya ve ABD gezilerinde yazdığı, ufuk açıcı, özgün makalelerini dikkatle okurdum, o gerçek uluslararası bir iktisatçıydı. Ancak, hiçbir zaman diğer plancılar gibi, uluslararası kurumlara girmedi; kendisi bir tür bağımsız bir kurumdu. Sadece, 1975 yılında çok kısa bir süre dışarıdan Maliye Bakanlığı yapmıştı, siyasetten de çok hoşlanmamıştı. Şimdi baktığımda onun haklı olduğunu düşünüyorum. 

Medyatik olmadı
Bu kadar bilgi-teori yüklü biri neden diğerleri gibi çok ünlü, çok medyatik bir iktisatçı olmadı? Bence iki cami arasında bînamaz kalmasından da olabilir yani İktisat Fakülteliler onu Mülkiyeli, Mülkiyeliler İktisat Fakülteli saymıştır. Ama bence kendisi istememiştir. Son yıllarda, Galatasaray Üniversitesi’ndeki odasında görüşürdüm. Bu arada, sanırım, onun kısa fakat kendi ağzından tek biyografisini yazıp basmaya imkân buldum.2 Aslında kendisinin geniş, akademik bir biyografisini hazırlamamı çok istedi ama ben Ankara’da o Boğaz’da bu işi bir türlü gerçekleştiremedik. Yine de gençlere bir şeyler dikte ettiğini ve bir “hayat kitabı” hazırladığını biliyorum.
Hocamla, yollarımız sadece öğrencilikle kesişmemiş, konuşmalarından onun Gaziantep’te, şimdi yerinde betonlar yükselen, o güzelim avlusuyla, bahçeleriyle ünlü Dayı Ahmet Ağa İlkokulu’ndan mezun olduğunu öğrenmiştim. Besim Hocam, tüm dünyayı birkaç kez gezmesine rağmen her zaman Gaziantepliydi ve öyle de kaldı, Türkiye’ye hep yeni bir şeyler verme aşkı hiç sönmedi. Nurlar içinde yatsın “Tebessümler Diyarına” doğru seyretsin. 

Prof. Dr. ERGUN TÜRKCAN  / CUMHURİYET

1) Hocanın SBF’den öğrencisi, aynı kurumdan emekli öğretim üyesi.
2) Türkcan (editör), Türkiye’de Planlamanın Yükselişi ve Çöküşü, 1960-1980, Bilgi Üniversitesi; 2010, ss. 318-23 

Besim Üstünel’in ardından - Nilgün Cerrahoğlu

Bazı insanlar vardır... en yakın akrabanız, arkadaşınız değildir; ama hayattan göçüp gittiklerinde yaşamınızda ne önemli yer tuttuklarını fark edersiniz.
Karaoğlan yıllarının eski Maliye Bakanı Besim Üstünel onlardan biriydi.



Kaybettiğimizi öğrendiğimde önce inanamadım….
O kadar canlı, diri, yaşama sıkı sıkıya bağlı bir insan, artık nasıl yaşamıyor olabilirdi?
Üstünel’in takvim yaşı gerçi tabii 80’i aşmıştı. Ama biyolojik yaşı öyle dinçti ki!
Derviş’i o getirmişti…
Siyasi sohbetlerden acayip hoşlanırdı. Bu köşeyi sürekli okur; beğendiği yazılar için heyecanla arayıp yorumlar yapar ve özel anılarını aktarırdı. Kemal Derviş’i Türkiye’ye ilk onun getirdiğini, yaptığımız bu özel sohbetlerde öğrenmiştim…
Kendisini düzenli olarak yazları Büyükada’da görürdüm…
Eşi Gülen Hanım’la birlikte disiplinli bir yaşamı vardı.
Karıkoca sabahları hiç aksatmadan her gün yüzer, ama güneş kızmadan plajdan saat kurmuş gibi 11’den önce mutlaka ayrılırlardı…
Besim Bey’in sıcak kanlı, “güneyli” (Gaziantepli!) profiliyle; bu fevkalade dakik İskandinav disiplini beni hem çok etkiler, hem de şaşırtırdı.
Üstünel’in kadirşinas, sıkı, çok yakın insan ilişkileri vardı. İkram yapmaya bayılır, arar, sorar, çevresiyle her tür ilgilenir; muhabbetini esirgemezdi.
Ama bunun yanı sıra dünya duruşu açısından Türkiye’de benzerine çok rastlamadığım tarzda “kuzeyli” bir sosyal demokrattı…
Yalın ve gösterişe kaçmadan yaşar; imkânlarını ihtiyacı olan gençleri okutmak için kullanırdı.
Kültüre, dayanışmaya, eğitime, takım kurmaya ve bir takım yaratmaya sonuna dek inanan Besim Bey’in okuttuğu öğrencilerin sayısının yılda 20’yi bulduğunu Teşvikiye Camisi’ndeki cenazede öğrendim.
Çiçeklerle donatılan tabutuna Besim Bey’in yardım ettiği Deniz adındaki bir öğrencinin özel veda mektubu iliştirilmişti:
Daha size anlatmak istediğim hayallerim ve sizden dinleyeceğim onca hikâye varken…” diye başlayan mektup; “Çok şanslıyım ki sizi tanıdım. Anlattıklarınızla öğrendim, ilham buldum. Yetiştirdiğiniz nice gençten biri olarak sizi hasretle anıyorum Hocam” diyordu…
 
‘Eski Türkiye’nin değeri
Hoca”nın dört yıl önce keşfettiği Gaziantepli başka bir genç müzik yeteneğinin öyküsünü, cami avlusunda gene yakın dostum Sabri Kurdoğlu aktardı…
Hoca’nın babası da biliyorsun terziydi” diye söze girdi Sabri: “Besim Hoca böyle kendi babası gibi, babası Gaziantep’te bir terzi olan Alican Süner isimli çok yetenekli bir çocuk keşfediyor. Çocuğa ilk değerli kemanı o alıyor ve 4 yıldır bu genç müzisyenin sponsorluğunu yapıyor. Çocuk en son İtalya’da bir yarışmada birinci olduğunu Hoca’ya bildirmek için telefon açtığında, Besim Üstünel’in yaşamını yitirdiğini öğreniyor…
Eşi ve kendi adına biri Gayrettepe’de, diğeri Silivri’de yapılan iki anaokulu bulunduğunu ve Üstüneller’in Galatasaray Vakfı’nın en büyük bağışçılarından olduğunu gene tesadüfen cenazede öğrendim.
Besim Hoca bunların reklamını hiç yapmazdı.
Üstünel’i uğurlarken Türkan Saylan gibi bir “eski Türkiye” “değerimizin” eksildiğini ve bir dönemin bir daha geri gelmemecesine kapandığını iliklerime dek hissettim.
Bıraktığı boşluk o yüzden çok büyük....
Onu son olarak, yokluklar döneminde her zamanki esprili üslubuyla, dönemin Başbakanı Ecevit’e yaptığı bir uyarıyla analım:


Eğer güçlüyseniz yasaları delebilirsiniz. Biraz daha güçlüyseniz belki anayasayı bile delersiniz. Ama ekonomi yasalarını hiçbir şekilde çiğneyemezsiniz!
Her dönemin güçlülerinin her şart altında hatırlaması gereken altın bir kural bu!
Ama bu hatırlatmaları yapabilecek Üstünel’ler artık yok.
Işıklar içinde uyusun…

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Erdal İnönü…- FİKRİ SAĞLAR

Bilgi çağını yaşıyoruz!.
Bilime yatırım yapan ülkeler bugün dünyayı acımasızca kendi çıkarları için yönetiyorlar!..
Gelişim hızı ile değişim hızı geometrik olarak arttıkça dünya egemenlerin eline aynı hızla geçiyor.
Bilgiye ulaşmak artık çok kolay!..
Sınıf farkı aranmaksızın bilgi sahibi olabilmek mümkün…
Yani her sınıf, kolayca ihtiyaç duyduğu bilgiye erişebiliyor. Ancak erişimdeki maliyet sınıflar arasındaki farkı daha da açıyor…
Bilgi, yeni düşünceleri, yeni düşünceler yeni taraftarları, yeni taraftarlar da yeni siyasetleri oluşturuyor!..
İnsanlar ve kültürleri birbirilerini etkiledikçe siyaset yapma biçimi de değişmek zorunda kalıyor!..

• • •

Türkiye’deki “Rejim değişikliği ile ortaya çıkan tek adam uygulaması” dünyadaki değişimi yakalayamayan siyasetçilerin ülkemize yaptıkları en büyük kötülük!..

• • •

Bugünkü değişim/gelişim gerçeğini anlayamayan, giderek dünya değerlerinden uzaklaşıyor.
Siyaset, yapma biçimini geliştirecek yerde daha da gerileştirmeye çabalıyor!..

• • •

Siyaset hamaset kaldırır gibi görünse de halk, gerçekçi olan düşüncelere, güven veren ağızlara ve yetkinliği bilinen politikacılara inanır!..
Onların peşinden gitmeye çalışır. Güvendiği insanları sonsuza dek yaşatır...
Çıkan sonuç şu ki; samimiyetle iyi işler yapmaya çalışanları halk hiçbir zaman unutmuyor!..

• • •

Bunları neden yazıyorum?
6 Haziran Erdal İnönü’nün doğum günüydü!..
Her yıl olduğu gibi onu sevdikleriyle birlikte andık…
Mevcutları gördükçe, onun değerinin ne denli büyük olduğunu bir kez daha anladık…
O; bilim insanı, geleceği gören siyasetçi, demokrasiyle özdeşleşmiş, sanat düşkünü, insanlara saygılı, kendisiyle barışık, sevecen, alçak gönüllü, arkadaş, dost yani insan gibi insandı!.. 


• • •

Erdal İnönü, 12 Eylül faşist darbesi sonrasında Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli rol alan bir siyasetçidir.
İnönü’yle birlikte çalışmak bana müthiş bir öğreti ve deneyim kazandırmıştır!..
O yıllarda Erdal İnönü, faşist yönetimin karşısına SHP’nin genç bir kadrosuyla çıkmıştı.
SHP sol bir partiydi.
İnönü SHP’yle, Türkiye’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletiyle yönetilmesi için mücadele ediyordu!..
Ülkemizi, insana saygılı, emeğin en yüce değer olarak kabul edildiği bir yer haline getirmeye çalışıyordu...
Genel sekreterliğim döneminde Erdal İnönü’nün liderliğinde SHP, insan hakları, eşitlik ve özgürlük konusunda çok önemli adımlar attı...
İşkence, baskı, hak ihlalleri ve sömürü düzenine yoğun bir şekilde karşı çıktı...
Dışlanmış büyük çoğunluğun partisi olmak üzere örgütlendi...
Kürtleri, Alevileri, devrimcileri ve yurtseverleri korudu...
Onlarla birlikte yol aldı...
Halkın temel haklarının yılmaz savunuculuğunu yaptı...
Ekonomik kalkınmadan, kültürel gelişmeden ve adil paylaşımdan yana projeler üretti...
Adil paylaşım için çaba gösterdi…

• • •

Erdal İnönü’nün bu ülkeye bizlerle birlikte belki de en büyük hizmeti, Kürt halkının varlığını egemenlere kabul ettirmek oldu!..
1989 Kürt Raporlarıyla başlayan kararlı çalışma ve etkili eylemler sayesinde yüzyıllardır süren “İnkârcı politikalar” kırılmaya başlandı...

• • •

O dönemde “Faşist cunta” insan doğasına aykırı yasalar çıkarıyordu...
Bunlardan en vahimi “ana dil Türkçedir” kanunuydu(!)..
Düşünün, “çocuk doğduktan sonra anası hangi dili bilirse bilsin önemli değil, Türkçe konuşmaya mecburdu!..”
İnönü’nün ilk yaptığı işlerden biri bu yasayı yok saydırmak olmuştu..
Başta İnönü olmak üzere tüm SHP milletvekilleri “resmi dil Türkçedir” yasasının çıkmasını sağladı. Böylece Kürt varlığı, diliyle, kültürüyle ülkenin en önemli parçası olduğu belirlendi.

• • •

1991 seçimlerinde kurulan Kürt partisi HEP’le birlikte SHP’nin parlamentoya girişi, bugün bile iyice anlaşılamayan tarihi bir devrimdir...
Bu cesur karar, büyük engellemelere rağmen ülke çıkarı adına Erdal İnönüve kadrosuyla alınmıştı...
Bu karar o kadar önemlidir ki, Süleyman Demirel gibi inkârcı politikaların etkin yandaşı olan bir siyasetçiye “Kürt realitesini tanıyorum!” dedirtmiştir.

• • •

İnönü’nün başında olduğu SHP, kuruluşunun hemen sonrasında 1987 yılında önce, “yasakların kaldırılması” referandumunun öncüsü olarak siyasi yasakların kalkmasını sağlayan önemli güç oldu.
Sonra, “Limon Kampanyası”yla 1987 genel seçiminde ana muhalefet partisi,1989 yerel seçimlerinde başta bütün büyükşehirler olmak üzere kentlerin 2/3’ünde belediye başkanlıklarını alarak yerel iktidar partisi haline gelmişti...
Erdal İnönü liderliğindeki SHP 1991 seçimlerinde DYP ile koalisyon hükümetini kurdu.
Böylece 5 yıllık bir parti olan SHP, İnönü ve kadrosu ile hem yerel iktidar hem de hükümet ortağı olarak tarihe geçti.

• • •

SHP Türkiye’nin demokratikleşmesinde tarihi görev yapmıştır.
Emperyalist ülkelerin Körfez Savaşı, çekiç güç, Ortadoğu’da bir Kürdistan devleti kurulması ve BOP’un harekete geçmesi için attığı adımların yarattığı kaos ortamında kurulan koalisyon hükümeti, müthiş bir kıskaç içinde olmasına rağmen sağduyulu hareket ederek ülkenin daha büyük sorunlarla karşılaşmasını engelledi.
Ancak 1993 yılında Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle başlayan, suikastlar, faili meçhul siyasal cinayetler, bombalar ve katliamlar sonrasında devletin yapısı değişti.
Özal vefat etti. Demirel Cumhurbaşkanı oldu. Çiller DYP’nin başına geçti. Yeni yeni kaoslar ortaya çıktı…
“Derin devletin emperyalist güçlerle yaptığı işbirliği” sonrasında Türkiye tarihinde demokratikleşme, eşitlik, haklar ve özgürlükleri genişletebilecek, Kürt ve Alevi sorununu çözebilecek ilk ve belki de tek olacak bir siyasal yönetim olan SHP/DYP koalisyonu 1995’te yapılan erken seçimde sona erdi.

• • •

İnönü dünyadaki değişimi takip eden, bilgiye inanan, hatta yeni bilgilerin oluşmasına katkı sunan bir siyasetçiydi. O yıllar öncesinden Türkiye’nin içine düşebileceği durumun farkındaydı!..
Gelişimi izlerken geleceği oluşturma doğrultusunda düşünceler ortaya koyardı.
Bize, bugünden daha çok gelecekle ilgilenmemizi salık verirdi!.
Çünkü biliyordu ki gelecek, bugünden kurulur!..

• • •

Şayet siz dünden bugünü planlamamışsanız ,bugün, “bugünü kurtarmanız” mümkün değildir!..
• • •

İnönü demokrattı. Parti içi haklara, hukuka ve tabanın önerilerine saygılıydı...
Örgüte değer verir, demokratik kuralları sonuna kadar işletirdi.
Kimseye tuzak kurmazdı. Kimsenin önünü kesmezdi!
Özgüveni vardı!.. Bir bilim insanı olmanın getirdiği sağduyu ile herkesi kucaklardı.
Korkusu, kompleksi, gizli düşünceleri yoktu!.
Göründüğü gibi olan biriydi!..
Genel Başkan olarak herkes gibi çekinmeden “tüm üyelerle yapılan önseçime” bile girdi...

• • •

Kısaca Erdal İnönü bir liderdi!..
Yerinin doldurulması zor!..
Erdal İnönü bugün hâlâ Türkiye’nin her yerinde özlemle anılıyor ve aranıyor!..

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Katar, nereye kadar? - Ergin Yıldızoğlu

Realite, AKP rejimini bir kez daha darp etti. AKP Türkiye’sinin “yakın dostu” Suudi rejimi yanına Mısır, Bahreyn, Birleşik Arap Emirliği’ni de alarak AKP Türkiye’sinin, “nefes borusu” (Yusuf Kaplan) Katar’ı ekonomik ve siyasi ablukaya aldı. AKP Türkiye’sinin payına da stratejik derinlikte boğulma riski kaldı. 

Fantezi ve gerçek
Siyasal İslamın liderliğinin fantezisine göre, Osmanlı mirası, AKP Türkiye’sine, Sünni Müslüman dünyaya liderlik etme, 900 milyon mazlumu temsil etme, böylece dünyada söz sahibi olma olanağı veren bir stratejik derinlik anlamına geliyor. 
 
Gerçekteyse, Sünni Arap dünyası, Osmanlı deyince, talan, baskı, şiddet, aşağılanma, İngiliz emperyalizmiyle iş birliği yaparak isyan ettiği bir yönetim anımsıyor. Dahası, Sünni Arap dünyasında, gerçekten stratejik derinliğe sahip bir başka ülkenin, Suudi Arabistan’ın kendi hegemonya projesi var. 
 
Suudi Arabistan’ın stratejik derinliği, petrol ve gazdan, ABD ve İngiltere ile çok sıkı ilişkilerinden, İslamın Vahhabi yorumunun üzerindeki tekelinden, Osmanlı’nın aksine Arap dünyasının parçası olmasından kaynaklanıyor. 
 
Dahası Suudi rejimi kritik bir dönüm noktasında. Ekonomik geleceği enerji piyasalarındaki gelişmelerden, genç deneyimsiz bir liderin başlattığı ekonomik reformların toplumsal etkilerinden kaynaklanan risklerle karşı karşıya. Batı’ya açılmaya başlayan, Suriye ve Irak’ta etkisini arttıran Şii İran’ı ve Vahhabi düşüncenin ürettiği El Kaide, IŞİD gibi canavarlar da siyasi geleceğini tehdit ediyor. Avrupa’da, IŞİD’in sıklaşan saldırıları, dikkatleri, İslamcı terörizmin ideolojisi, İslamın Vahhabi yorumunun kaynağı Suudiler üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu koşullarda Suudi rejimi, Sünni Arap dünyasında bir hegemonya kuramazsa kendini koruyamayacağını düşünüyor.
 
Hegemonya hareketleri
Suudi rejimi, bu hegemonya atılımında, Katar rejiminin, hemen her cephede karşısına çıktığını görüyor; Asharq Al Awat’ta, Salman Al Dossary’nin deyimiyle Katar’ın “Körfez ülkelerinin, bölgenin güvenliği ve istikrarı pahasına, bölgesel güç olmaya çalıştığını” düşünüyor. Suudi rejimi, Katar’ın İran’la askeri- diplomatik ilişkilerinden, Vahhabi ideolojisinin İslam dünyasındaki etkisini tehdit eden Müslüman Kardeşleri, Hamas’ı korumasından, El Cezire gibi yayınların Suudi rejimini İsral ile işbirliği yapmakla suçlamasından, Suriye’de Kuzey Afrika’daki El-Kaide türü örgütlerle ilişkisinden son derecede rahatsız. Katar rejiminin, Irak’ta avlanırken tutsak alınan bir kraliyet ailesi grubunu El Kaide’nin, İran’lı milislerin aracılığıyla kurtarmak için toplam 1 miyar (!) dolar fidye ödemesi bardağı taşıran son damla olmuş (Financial Times, 05/06/2017). 
 
Foreign Policy’den Simon Handerson’a göre, Suudi rejiminin Katar’a sınırlarını, hava sahasını, denizden transit geçiş yolunu kapatması bir bölgesel büyük savaş için mükemmel bir casus belli yaratıyor. Katar Emiri’nin Suudi hanedanına hakaret eden sözlerine ilişkin “Fake news”, “Hacking” iddiaları Rusya’yı bu fırtınanın içine çekiyor. İran meclisine, Humeyni’nin mezarı civarındakilere yönelik saldırılar, Katar krizinin tırmanmaya devam ettiğini düşündürüyor. 
 
Siyasal İslamı (Müslüman Kardeşler, Hamas), cihatçı çeteleri desteklemesi, hem ABD hem İran’la iyi geçinmeye çalışması, dev bir ABD askeri üssüne ev sahipliği yapması, Katar’ın da Türkiye gibi bütün iskemlelere birden oturmaya çalıştığını, boyunu çok aşan liderlik hevesleri olduğunu gösteriyordu. Bu hevesler, bölgede çok daha büyük kaynaklara, uluslararası ilişkilere sahip Suudi rejiminin yaşamsal gördüğü çıkarlara çarpınca sönmeye başladı. 
 
Bu gelişmeler, AKP Türkiye’sinin dış politikasını bir kez daha mercek altına aldı; AKP rejiminin iktidarsızlığını, artmakta olan tehlikeli yalnızlığını da gözler önüne serdi. Şimdi, panik, paranoya: “Katar giderse, Türkiye gider” filan...


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

İETT Şoförleri ve Yolcuları - Feyzi Açıkalın

Farkındaysanız, ülkemizdeki sosyal çatışma iyice daralmış bir alanda, İETT şoförü ile yolcusu arasında yoğunlaştı. Gün geçmiyor ki yolcusuna saldıran, kafası kızdığı için araçtaki yolcuyu boşaltan ya da tam tersi, son olayda olduğu gibi şoföre tabanca doğrultan insan haberlerine rastlamayalım. Bir kere şoför deyip geçmeyelim, adı bile afilidir… İsterseniz bu konuda bir yazı kaleme alın, bakın bakalım, kaç kez o kelimeyi yanlış yazacak ve doğru yazımı konusunda akıllısayarınız(!) tarafından uyarılacaksınız…


İyi kötü seyahat etmiş her Türk insanı bilir, otobüs şoförü ayrıcalıklıdır. O, genelde kendisine ait olmayan devasa aracın tek patronudur. Bunu yolcusuna, kah muavinine uyguladığı buyurgan tavır ile, kah mola verilen lokantadaki yüksek hizmet beklentisi ile bir şekilde hissettirir. Saygı beklentisi, mesleği aracılığıyla aslında kendisinedir. Belediye toplu ulaşım araçlarının sürücüleri biraz daha farklıdır. Onlar, “en öndeki ablaya uzun seyahat sürecinde göz kulak olma” modundan daha farklı bir hizmet sunumundadır. Bu tür hizmette yolculuk süresi daha kısadır ve de şoförün aynı yolcularla karşılaşma oranı daha fazladır. Bir de tabii ki, özellikle kullanıcıya büyük bir gerginlik ve yorgunluk olarak dönecek, şehir içi trafiği söz konusudur. Başlık, İstanbul ulaşımı ile bilerek sınırlandı.

Diyelim ki, bir turistik şehir olan Alanya merkezinde toplu ulaşım kullanırsanız, çok daha farklı bir portföy ile karşılaşırsınız. Doğuda Vladivostok’tan batıda Moskova’ya kadar büyük bir çeşitlilik içeren Rus turistin yanında, yolu kazara düşmüş(!) Batı Avrupalı; yerleşik Avrupalı; büyükşehirlerden, kendisini zor bela sakin yaşama attığını zanneden Anadolu emeklisi ve de bin bir çeşit Alanya yerlisi birlikte seyahat ederler. Böyle bir farklılık herkes için bir azınlık içerdiğinden, otobüs şoförü ile tartışmaya girildiğinde yeterli desteği sağlayamaz. İstanbul ise çok farklıdır.

Hele, son durağı daha varoş semtler olan ama şehrin kalbinin attığı merkezlerden geçerek oraya giden araçlarda durum çok değişiktir. Çünkü bu araçlarda, bir ülke gerçeği olarak yüzde ellilikler birlikte seyahat etmektedir. İnip binenler ve oturduğu yeri ısıtarak son durakta inenler iki ayrı Türkiye’dir. İlginç olan, her türlü olumsuzluğun karşılıklı saygı içinde çözülmesidir. Ama şoförle ilişkinin boyutu farklıdır. Bir kere şoför, ister istemez, “İETT” dendiğinde anılan kişi ile özdeşleştirilir. Hem sosyal sınıf hem de kurum olarak bu çağrışımlar, bence haksız olarak şoför hakkında ön fikir oluşturur. Böylece, siyasi iktidarca ötekileştirildiği varsayımında olan yüzdelikler, rejimin uzantısı, sokaktaki temsilcisi saydığı şoförden her fırsatta hıncını, ona kötü davranarak almaya çalışır. Şoför ise, eğer bağlı bulunduğu kurumdaki müdürlerince cesaretlendiriliyor; daha önce başına o tür olaylar gelmiş meslektaşlarınca dolduruluyor ve inancı gereği karşıt gördüğü kitlelerden böyle intikam alacağını var sayıyorsa, tavrını belli eder. O daracık, kendi hükümdarlığındaki alanda, ona bahşedilen “had bildirme operasyonuna” çekinmeden girişir.

Oysa tam tersine, daha akıllı bir kentlinin, birisiyle özdeş olduğuna inandığı insanı kazanacağı yer o sınırlı alan olmalı. Adı üstüne, “Şoför mahalli” ndeki insana daha saygılı ve anlayışlı davranıldığında, kaba yanıt gelme olasılığı düşer. Gemi ile verilen örneğin, otobüs için de geçerli olduğunu, akşam evine gittiğinde düşünmesini sağlamak gerekir: Otobüs devrildiğinde beraber öleceklerdir…

Feyzi Açıkalın / Cumhuriyet