16 Haziran 2017 Cuma

‘Kalbur’a döndürülüyor! - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, delik deşik edilenin ne olduğuna, nasıl delik deşik edildiğine değinmeden önce, izninizle kısa bir açıklama yapmalıyım; evdeki gazetelikte biriken bir haftalık gazeteyi, her pazartesi sabahı alıp yeni haftaya yer açıyorum; bu hafta gazeteliği boşaltmadan önce, içlerinden bir tane alıp açtım, sağlı sollu iki sayfayı serdim; şimdi birlikte okuyalım diyorum. 
 
Sağ sayfanın ortasında, “İşte PKK’ya verilen silahların dökümü” başlığı altında, “Suriye’nin kuzeyine üç haftada toplam 218 TIR silah gittiği” belirtiliyor; ayrıca bunun “Trump’ın onaylamasıyla” yapıldığı, “bir de, yasadışı yollardan, CIA üzerinden PKK’ya verilen silahların” olduğu vurgulandı. 
 
Demek ki NATO kardeşimiz ABD hem “yasal”, hem de “yasadışı” yollarla ülkemizi delik deşik yapmak için çalışıyor...
Bu sayfanın altında, bu silahları kullanacak “30.000 PKKlı terörist de eğitilip donatılacak” haberi de ara başlıkla veriliyor.
Soldaki sayfaya geçersek dört sütunluk, “Millet şehitlerin derdinde, vekiller ek maaş peşinde” başlığı sayfanın en üstüne yerleşmiş; haber “Türkiye, Şırnak-Şenoba’da, 13 komutanın şehit olduğu gün, Meclis’e gelen ‘Üretim Reformu Paketi’ görüşülüyordu” diye başlıyor. 
 
Ve şöyle sürüyor, “Zeytinlik alanlarını talan edecek maddelerin de yer aldığı bu tasarının görüşmesi sırasında, AKP milletvekillerinin önergesi ile, milletvekillikleri sona eren akademisyen milletvekillerine, göreve döndüklerinde çifte maaş hakkı getirildi...” diyerek. 
 
Anımsanacağı gibi AKP milletvekillerinin bu girişimi tepkiyle karşılanmıştı; CHP milletvekillerinin: “Türkiye şehitlerine ağlarken, gece yarısı milletvekillerinin kendilerine böyle bir kıyakçılık yapmaları acaba ne kadar ahlaki bir davranış?” sorusuyla bu haber noktalanır. 
 
Ne dersiniz, özellikle bu tasarıyı gece yarısı komisyona getiren AKP milletvekilleri, çifte maaşlarını alırken anımsarlar mı bu oturumu, bu haberleri?
Ayrıca haberde, bu çifte maaş kıyağı dışında,“Özelleştirmeler sonucu kamu zararına yol açmış Bakanlar Kurulu üyelerine ve özelleştirme bürokratlarına geri ödetilecek paraların affedilmesi kararı -yani bir delik açılması- da korsan bir yasa maddesiyle, gece yarısı oturumunda sağlandığı” yer alır. 
 
Değerli dostlar, “çifte maaş kıyağı” belki anımsanır bir süre daha; ne var ki, özelleştirmeler sonucunda doğan -sözü edilen- zararlar, bir başka deyişle, “delik deşik oluşlar”, çoktaan unutuldu gitti, sanki böyle bir konu hiç olmadı gibi... 
 
Peki yine gazeteye, sayfaya dönelim; “Erdoğan’dan Rubin hakkında suç duyurusu” başlıklı habere bakalım, “FETÖ’ye yakınlığıyla bilinen; Erdoğan’ı idamla tehdit eden, eski bir Pentagon yetkilisi M. Rubin’den şikâyetçi olmuş Tayyib Erdoğan”la başlıyordu bu haber; Rubin’in, “Neden Türkiye’deki darbe, ümit anlamına gelebilir?” sorusu ve yorumuyla sürüyordu. Ve Rubin’in, TC Devleti’nin Cumhurbaşkanı’na yaptığı “akıl ve mantık dışı” suçlamaların yanında, “hakaret içeren paylaşımlarının da olduğu” alıntılarla da ortaya konuyordu. 
 
Rubin, bütün bunları nasıl yazabiliyordu?
“Bir ülkenin, bir devletin saygınlığı, onu yönetenlerin saygınlığına bağlıdır!” görüşü, geçerliliğini yitirdi mi yoksa?
Ya da kimi ülkeler için geçerli değil mi(?) diye sormaktan da insan kendini alamıyor.
 
Öte yanda, “3 Haziran” tarihli gazeteden yapılan yoğun alıntılara gelince, iki hafta önce basında yer alıp, okuduğumuz, TV’de izleyip dinlediğimiz, topu topu “iki haftalık” bu haberlerin kaçının aklınızda kaldığını birlikte gözlemleyelim dedim. 
 
Ne ki buna başta ben kendim karşı geliyorum; 14 gün içinde ülkemizin gündeminin günden güne değil, saatle değişen haberlerle oluştuğunu, üstelik bunların çoğunun “Saray” kaynaklı olmasının dayanılmazlığı da eklenince, bu denemeyi yapmak bayağı insafsızca... 

 
Sanırım bana katılırsınız her halde?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Gandhiji’nin yürüyüşü - CEYDA KARAN

Adaletsizlik almış başını yürümüşse, insan onuru kaçınılmaz olarak tetiklenir. Tabiatı icabıdır. İnsanlar; vicdan, merhametin dibe vurduğu, zorbalık, baskı ve zulümün arşa çıktığı koşullara ancak bir süre tahammül sergiler. Ancak bir süre korkutulup susturulabilirler. Dünyada zulüm ile ancak bir süre abad olunabilir. Hep böyle olmuştur, hep de böyle olacaktır. 

***

Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun hatalı bulduğum pek çok tasarrufunun ardından kendilerince ‘bıçağın kemiğe dayandığı’ tespitiyle başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’, kaçınılmaz olarak hepimizin aklına Hindistan’ın bağımsızlık lideri ve ‘kurucu babası’ Mohandas Karamchand Gandhi’yi getiriyor. Kılıçdaroğlu; bugüne dek -biraz tuhaf bir kıyaslasırf ‘yumuşak karakteri’ sebebiyetiyle benzetilegeldiği ‘Gandhi’ tipi bir irade ile başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’nü tamamlarsa eğer, haktan, adaletten umudunu kesmiş milyonlar için umut olacağı aşikâr.
Bu vesileyle Sanskritçe ‘yüce ruhlu’, ‘saygıdeğer’ manasına gelen ‘Mahatma’ yahut ‘Bapu’ (baba) gibi isimlerle anılan Gandhiji’yi anımsamakta fayda var. Zira Gandhi, tarihe salt ‘yumuşak ve ağırbaşlılığıyla’ değil çok daha mühim sebeplerle mal olmuş bir kişilik. En başta hakikat ve adalet arayışı tükenmeyen bir direnişçi olarak. 

***

1869’da Britanya sömürgesi olan Hindistan’da doğan Gandhiji’nin suikastla öldürüldüğü 1948’e uzanan yaşamöyküsünün tartışmalı pek çok detayı var elbette. Onun salt ‘pasifizm’le sembolleştirmesini ise öteden beri yadırgarım. Kaynağını Hinduizmin dini düşünce tarihinden alan hakikat arayışı (satya) ve pasif direnişi (ahimsa) içeren ahlak felsefesi, eylemci ruhunun özünü oluşturur. Ama şiddeti kategorik olarak reddetmez. Örneğin bir kişinin şiddete başvurmama konusunda kafi düzeyde aydınlanmamış ve iç disiplin içeren cesareti sergileyemeyecek olması halinde, şiddet kullanımını dışlamaz. Zayıflığı, en düşük insan kusuru görür. Birinci Dünya Savaşı sonrası 1920’deki makalesinde “Sadece korkaklıkla şiddet arasında bir tercih gerekiyorsa, şiddeti tavsiye ederim” demiştir. Misal Hinduların zayıflıklarından kurtulmak üzere Britanya saflarında savaşmasını desteklemiştir. Çıkış noktası bu deneyimin onlara ‘azim kazandıracağı’ olmuştur. 


***

Ama daha mühimi var. Gandhi, Londra’daki hukuk eğitimi ve sonra Güney Afrika yıllarındaki sivil haklar mücadelesiyle, şahsen deneyimlediği ırk ayrımcılığı karşısında aktif ama şiddeti dışlayan direniş felsefesini, yani ‘satyagraha’yı geliştirmiştir. Bu aktif direnişi insan iradesine mal eder. Satyagraha aynı zamanda ‘hakikatte ısrarcılık’ manasına gelir. Sessiz güçtür, eylemsizlik değil ama kararlı pasif direniş ve işbirliğini reddetme yolunu önerir.
1940’larda toprak ağalarına karşı köylülerin haksız vergilere isyanını eşi görülmemiş bir sivil itaatsizlikle örgütleyip önemli tavizler kopartılmasını sağlamıştır. Mart 1930’da tuz vergisine karşı başlattığı ünlü ‘Tuz Yürüyüşü’ satyagraha’sıyla efsaneleşmiştir. Ahmedabad’dan Dandi’ye binlerce insan eşliğinde 12 Mart’tan 6 Nisan’a kadar 400 kilometre yürümüştür. Sömürgeci Britanya askerlerine aldırmayan silahsız cesur erkek ve kadınlar Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin her safhasına damgasını vurmuştur.
***

Gandhiji’nin, mütevazı hayatı, çıkrıkta dokunmuş dhotisiyle, ‘üzerinde güneşin batmadığı’ Britanya İmparatorluğu’nun diz çökmesinde payı büyüktür. Dini çoğulculukta ısrarı ve Hindularla Müslümanlar arasındaki çatışmaları dindirmek için yaptığı uzun açlık grevleri, tam istediği sonuçları vermemiş olsa bile... Felsefesini idrak edemeyenlerin katkılarıyla Britanya ülkesini ve insanlarını bölerek çekip gitmiş olsa bile... 
 
Mirası dünyada kuşaklar boyu direnişleri etkiledi. Nuriye ve Semih de onun izinden gidenlerdendir. Ona göre kişinin en mühim savaşı kendi şeytanları, korku ve güvensizliklerine karşı verdiğiydi. “Bizi yok edecek şeyler: İlkesiz politikalar; bilinçsiz haz; çalışmaksızın servet; karaktersiz bilgi; ahlaksız iş yapmak; insanlıktan yoksun bilim ve fedakârlık içermeyen ibadettir” demiştir.
Gandhiji’nin yürüdüğü yollar hep aşındı. Nitekim yollar yürüyerek aşınır.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

15 Haziran 2017 Perşembe

AKP’ye karşı nasıl mücadele edilir ? - İLKER BELEK

AKP Büyük Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeyi hedefleyen emperyalist bir proje çerçevesinde iktidara oturtuldu.
Arap Baharı’nın başlangıcı AKP Türkiyesi'dir.
AKP tekelci sermayenin projesidir. Burada yerli/yabancı sermaye ayrımı yapmanın anlamı da yoktur.
Türkiye’nin AB üyelik sürecinin AKP döneminde hız kazanması, bu sürece bütün sermaye çevrelerinin, ABD’nin, AB’nin gaz vermesi bununla ilişkiliydi.

                                                                           *****

AKP bölgenin yeniden şekillendirilmesine yönelik bir projeydi ama bu işin alt yapısını iktisadi dinamikler oluşturuyordu.
Kapitalist üretim ilişkilerinin krizde olduğu bir ortamda bölgedeki emekçi sınıfların kontrol altına alınması şarttı.
Bu da iktisadi, siyasi, ideolojik ve askeri zor mekanizmalarının eş zamanlı olarak devreye sokulmasını gerektiriyordu.
Arap Baharı operasyonu bölgeye ABD’nin askeri ve siyasi olarak yerleşmesini amaçlıyordu. Tamamlayıcı bileşen ise emek hareketinin hem üretimle direkt bağlantılı sömürü mekanizmaları üzerinden hem de dinle baskılanması, parçalanmasıydı.

                                                                         *****

AKP bizde (ılımlı da denilse) dini açıkça kullanan bir parti olarak işçi sınıfını dinselleştirdi, uyuşturdu aynı anda da üretim ortamı içinde neoliberal politikalarla tam bir hakimiyet kurdu.
Bu süreçte orduya yönelttiği eleştiriler kendisini demokrat olarak takdim edebilmesi bakımından gerekli takiyye niteliğindeydi. Birinci Cumhuriyet’in bütün paradigma ve kurumlarını seçkincilikle,  diktatörlükle, darbecilikle suçlaması bundandı. Etkiliydi. Öylesine ki dinselleştirme operasyonunda kimi sol çevrelerin desteğini almayı bile başardı.

                                                                         *****

Bütün bunlara rağmen iki önemli kavşakta AKP ile kendisini iktidara getiren, destekleyen emperyalist güç odakları ve tekelci sermaye arasındaki ilişki zora girdi.
Bunlardan ilki Suriye’de AKP’nin kendisine çizilen hareket alanını ihlal etmeye çalıştığı 2011-2012 dönemidir. Bu kendini bilmezlik adım adım Suriye senaryosunun dışına sürülmesiyle sonuçlandı.
İkincisi ise Haziran 2013’te patlayan halk ayaklanmasıdır. Ayaklanmanın, AKP’nin kendisine tanınmış “ılımlı” İslam rolünü ihlal eden siyaset tarzına karşı gelişmiş olması, ilk maddede Suriye meselesiyle ilgili andığımız sorunu bir kez daha gündeme getirir: AKP sınırlarını aşıyor ve tekelci sermayenin orta ve uzun vadeli hedeflerini riske atacak işlere girişiyordu.
17-25 Aralık kayıtlarının servis edilmesi ile 15 Temmuz darbe girişimi emperyalist odakların AKP’ye ilişkin rahatsızlıklarının ne boyutlara ulaştığına ilişkin somut göstergelerdir.
Ancak iktidar partisi her ikisinden de sıyrılmayı becerdi. Darbeyi savuşturmasında Rusya’nın özel bir desteğinin bulunduğu anlaşılıyor.
Kısacası emperyalist sistemdeki hegemonya krizi AKP’nin iktidarını korumasına yardım etti, ama aynı anda da çok farklı güç odaklarına mahkumiyetini artırdı. Başlangıçta AKP’nin merkezi bir siyaset stratejisi vardı, giderek bu eksen dağıldı, elinde dinden başka bir şey kalmadı.
Sonuç olarak, Suriye stratejisinden vazgeçmek ve darbe sonrasında da sermayeye tarihte benzeri görülmemiş sömürü olanaklarını sunmak zorunda kaldı. Bu iki büyük badireden sonra AKP ile tekelci sermaye arasındaki ilişki farklı bir zeminde olsa bile nikah tazelemiş oldu.
Ama hep dediğimiz gibi: Kapitalizm iktisadi, emperyalizm ise hegemonya krizi içinde. Bu karmaşada kimse için istikrar mümkün değil. Kaos şüphesiz en çok AKP’yi etkiler. AB ülkelerinin hemen tamamıyla yaşanan ve halen devam eden siyasi sorunlarda ortaya çıktığı gibi.
Ve bu ortamda AKP için halen her şey ihtimal dahilindedir.

                                                                         *****

Dolayısıyla mesele ne tek başına Erdoğan ne de tek başına AKP’dir.
Karşımızda Türkiye’yi din üzerinden daha da muhafazakarlaştıran, işçi sınıfının gardını din ile düşüren, sömürü mekanizmalarını alabildiğine derinleştiren, siyasi aktörleriyle, ordusuyla, özel kuvvetleriyle, sermayesiyle bir bütünlük arz eden ve işçi sınıfına yıpranmış olan AKP’nin yerine yedek “seçenek”ler sunmak konusunda her şeyi yapabilecek bir mülkiyet rejimi var: Kapitalist emperyalizm.
Bütün bunlar nedeniyle AKP ile mücadele sermaye sınıfıyla, burjuvaziyle, sosyalizm için mücadeleyi gerektirir. Tek başına Erdoğan’ı, Saray’ı, AKP’yi hedefe yerleştiren bir anlayış yalnızca düzenin işine yarar.

İlker Belek / SOL

‘İmamın ordusu’ size de yâr olmaz - ALİ SİRMEN

Saygı Öztürk olayların can alıcı noktasını yakalayıp çok önemli ve ilginç haberleri ulaştırmakta mahir bir usta gazeteci. Son olarak patlattığı haber de Kırşehir Hoca Ahmet Yesevi İmam Hatip Lisesi ile ilgili. Bu imam hatip lisesi yeni öğretim yılında, öğrencilerin daha büyük ölçüde kendilerine yönelmesini sağlamak üzere şu müjdeyi veriyor:
- İmam hatip liseliler askeri yüksekokullar ve polis okullarına girişte tercihen ayrıcalıklara sahip olacaklardır. 
 
Son yıllarda sayıları hızla artmış olan imam hatip okulları “dindar ve kindar nesiller” yetiştirmek amacını iftiharla ilan eden AKP iktidarı tarafından kendi “arka bahçesi” olarak görülmekte ve laik eğitimi tasfiye edip hızla dinselleştirme yolunda bu okulların sıçrama tahtası olarak kullanıldığı gerçeği açıkça ilan edilmektedir.

 
Laik eğitimi Cumhuriyetin temeli olarak görenlerin imam hatip okullarının meslek lisesi işleviyle sınırlı kalmasını istemelerinin nedeni, bunların laik eğitimin tasfiyesinde kullanılacak arka bahçe konumlarına doğru tanı koymuş olmalarıydı. 
 
“Dindar ve kindar” nesiller aracılığıyla yalnız laik eğitimi tasfiye etmekle yetinmek niyetinde olmayan, buna bir de laik Cumhuriyetin laik ordusunu “imamın ordusu” haline getirmek hedefini ekleyen AKP iktidarı şimdi arka bahçe imam hatip okullarını bu hedefe ulaşmakta da bir araç olarak kullanmaya hazırlanmaktadır.
***
TSK, “imamın ordusu”na dönüştürülme tehlikesini görmüş, zamanında buna karşı tedbirler almıştı. Ama AKP’nin iktidar olmasıyla birlikte yürütmenin YAŞ içindeki etkisiyle bu önlemler geçersizleştirilmiş, “imamın ordusu”na giden yolun önü açılmış, Ergenekon ve Balyoz ile benzeri davalar yoluyla yapılan tasfiyelerin de eklenmesiyle, TSK’nin, içinde Fethullahçıların at oynatmalarının önündeki bütün engelleri kaldıracak şekilde, dizginleri ellerinde tuttukları örgüt haline gelmesi sağlanmıştır. 
 
TSK mensuplarının Mustafa Kemal’in askerleri olmalarından (oysa Mustafa Kemal’in askerleri o üniformalılardan çok, Cumhuriyetin sivil irfan ordusunun neferleri öğretmenlerdi) korkanlar, Mustafa Kemal’in askerlerinin önünü tıkıyoruz derken Fethullah Gülen’in askerlerinin, dolayısıyla da “imamın ordusu”nun yolunu açmışlardır. 
 
15 Temmuz girişimini sağlayan da bu gelişme olmuştur. 
 
Kimi kaynaklara göre şu anda bunca tasfiyeye rağmen FETÖ en etkin güç konumunda olup bunların temizlenmesi bir türlü mümkün olmamakta veya olamamaktadır. 
 
Burada tek tartışma konusu olan iktidarın bu tasfiyeyi, isteyerek mi yapmadığı, yoksa elinde olmadan mı yapamadığı hususudur. 
 
Aynı durumun yargı bünyesinde de geçerli olması, olayın TSK açısından önemini ortadan kaldırmıyor.
***

Prof. Dr. Süheyl Batum’un parlamento üyesiyken yaptığı “Meğerse ordu kâğıttan kaplanmış” saptamasını sevinçle karşılayanların öngöremedikleri husus ise “imamın ordusu” konumuna sokulmuş Silahlı Kuvvetler örgütünün kendilerine de yâr olmayacağıdır. 
 
Arkasındaki tetikleyiciler kim olursa olsun, 15 Temmuz girişimi “imamın ordusu”nun bütün iktidarlar gibi AKP iktidarı için de tehlike oluşturduğunu tereddüde yer bırakmayacak açıklıkla göstermiş bulunuyor. 
 
İşbaşında hangi iktidar olursa olsun, güvenliği için, Cumhuriyetin ordusuna ihtiyaç duyacaktır.
Bu gerçeği görmemekte ısrarla direnenleri şimdiden uyaralım:
- Her türlü maceracı etkiye açık “imamın ordusu” size de yâr olmaz.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Bana danışmanını söyle - ÖZGÜR MUMCU

Uganda Devlet Başkanı Yoweri Museveni’nin 98 danışmanı var. Maaşlarının senelik toplamı yaklaşık 2 milyon 300 bin dolara denk geliyor. Bunlara ek 77 bakan ve 22 daimi sekreter de başkan Museveni’nin emrinde. Uganda medyasında bu kadar çok danışmanın ne işe yaradığı sorgulanıyor. Danışmanların aldıkları parayı hak edip etmedikleri tartışılıyor. Şaşırmayın. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2017 Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Uganda, Türkiye’den 43 basamak yukarıda. Öyle olmasa bu bilgileri Uganda’nın önemli gazetelerinden Daily Monitor’dan öğrenmem mümkün olmazdı. 
 
Malawi medyasında, başkan Arthur Peter Mutharika’nın gereksiz sayıda danışmanı olduğuna ve bunların kamu kaynaklarından nemalandığına dair haberler yer aldı. Malawi hükümeti derhal bir basın açıklamasıyla vaziyete açıklık getirdi. Açıklama, başkan danışmanı sayısının da danışmanların maaşlarının da kamuya açık bilgiler olduğunun altını çiziyor. İddiaları çürütmek amacıyla danışmanların isimleri, dereceleri ve maaşları basın açıklamasına eklenmiş. Dileyen Malawi Haber Ajansı, Mana’dan konunun ayrıntısını öğrenebilir. Malawi, Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’den 85 basamak yukarıda. 
 
Güney Afrika’da başkan Jacob Zuma’nın danışman sayısı ve maaşları tartışma konusu olduğunda bir milletvekilinin talebi üzerine başkanlık ofisi danışman sayısını, kim olduklarını ve maaşlarını resmen açıkladı. Güney Afrika, Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’den 124 basamak yukarıda.
Güney Sudan Devlet Başkanı Salva Kiir, 2016’da 10 yeni danışman atadı. İnanır mısınız, Başkan Kiir’in eski başkan yardımcısı ve şimdiki rakibinin muhalefetteki Sudan Halk Özgürlük Hareketi’nden kimsenin danışman atanmaması eleştirildi. 2011’de bir iç savaştan sonra kurulmuş olan Güney Sudan, Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’den 10 basamak yukarıda. 
 
ABD’de başkan danışmanları önemli bir konu. Danışmanlar Kongre ve Senato’nun denetimi altında.
Bütün bunları bana yazdıran Cumhuriyet gazetesi muhabirinin Cumhurbaşkanlığı Halkla İlişkiler Başkanlığı’na Bilgi Edinme Kanunu kapsamında sorduğu soruya aldığı yanıt. Soru basit: “Kaç danışman var ve maaşları ne kadar.”  
Yanıt daha da basit “Sana ne”.
Haksızlık ettim yanıt şöyle: “Kurum ve kuruluşların, kamuoyunu ilgilendirmeyen ve sadece kendi personeli ile kurum içi uygulamalarına ilişkin düzenlemeler hakkındaki bilgi veya belgeler, bilgi edinme hakkının kapsamı dışındadır.”


Yani Türk kamuoyunun Uganda, Malawi, Güney Afrika hatta neredeyse Güney Sudan kamuoyu kadar değeri yok. 
 
“Milletin adamı”nın Halkla İlişkiler Başkanlığı milletten neden kaçmaktadır? Ne gizlenmektedir?
Uganda ve Malawi’de açıklanmasında sakınca olmayan bilgiler bizde neden devlet sırrı gibi saklanmaktadır? 
 
Danışmanlarınız kim ve ne kadar maaş alıyorlar? 
 
Malawili ve Ugandalı başkan danışmanlarının kimliğini ve maaşını bilip ülkemizdekini bilemememiz bir hayli tuhaf değil mi? 
 
Türkiye’nin itibarını çiğneyen bu yanıtı veren Cumhurbaşkanlığı Halkla İlişkiler Başkanlığı’nın amacı milletten bilgi saklamak ve ülkemizi Üçüncü Dünya diktatörlüklerinden aşağı seviyede göstermek midir? 

Sayın cumhurbaşkanı herhalde bu konuya bir açıklık getirecektir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Artık sahnede Kaddafi var - MUSTAFA K. ERDEMOL

Uğruna uçak da kaçırılmıştı. Hava korsanlarının şartlarından biri Libya Lideri Muammer Kaddafi’nin 2011’den beri gözaltında bulunan oğlu Seyfülislam Kaddafi’nin serbest bırakılmasıydı.

Otorite boşluğunun olduğu, çift başlılığın hüküm sürdüğü ülkede korsanların taleplerini dikkate alacak bir merci yoktu elbette. Eylem herhangi bir sonuç alınamadan sona erdi. Hava korsanlarının Libya’da Kaddafi yanlısı küçük bir grup olan El Fetih El Cedid üyeleri olmaları da pek konuşulmadı.

Bu hareketin Libya’daki durumu nedir, pek bilgimiz yok. Ancak Kaddafi yanlısı hareketlerin, Kaddafi’nin vahşice öldürülmesinden sonra da varlıklarını sürdürdüğünü, yok edilemediğini biliyoruz. Yok edilmek bir yana neredeyse idam edilecek olan Seyfülislam Kaddafi’nin serbest bırakılmasını sağlayacak bir güce eriştiğini anlayabiliyoruz bu hareketlerin. Kaddafi yanlıları artık gerçek bir silahlı güç durumundalar. Bir Amerikan yetiştirmesi  olan General Halife Hafter’in silahlı gücünün önemli bir bölümünü Kaddafi yanlıları oluşturuyor. Hafter ile Kaddaficiler hem İslamcılara karşıtlıkta hem de tek Libya’yı kurma konusunda ortaklar. Bunun dışında Kaddaficilerin neredeyse tamamı Hafter’den hazzetmiyor. Ancak onunla hareket etmenin belki de IŞİD’e karşı mücadelelerinde ABD desteğini sağlayacağını düşünüyorlar.

Büyük bir emperyal çullanmayla parçalanan Libya’da İslamcılar sanıldığı kadar başarı göstermiş değiller. Kaddafi sonrası yapılan seçimlerde iktidara gelen İslamcılar uzun süre yönetimde kalamadılar. Bir sonraki seçimlerde batı yanlılarının, liberallerin oluşturduğu bir hükümet kuruldu. İslamcıların muhalefetinin şiddetlenmesinin nedenlerinden biri de budur. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Trablus hükümetinde işte bu İslamcılar hakim. Ancak dünyada resmi olarak tanınan hükümet Tobruk’da kurulu olan hükümet.

Muammer Kaddafi’nin Libya’da asla küçümsenemeyecek bir etkisi var, hala. Ölümünden sonra da buna tanık olundu. Fizan’da, Kaddafi’ye karşı ayaklanan Bingazi ile Misrata’da bile azımsanmayacak bir Kaddafi taraftarı mevcut. Bu son zamanlarda ortaya çıkan bir gerçek değil. 2012’de de ciddi bir gücü vardı Kaddaficilerin. Bir ara Muammer Kaddafi yanlısı Libya Ulusal Halk Hareketi (LUHH) seçimlerde aday bile çıkardı ancak batılı güçler ile ülkedeki işbirliklerince engellendi bu girişim.

Libya Ulusal Halk Hareketi’nin kurucuları Kaddafi döneminde bile özel sermayeye karşı oluşlarıyla bilinen “millici” figürler. Kaddafi’nin öncülüğünü yaptığı 1969 Libya Devrimini’nin ilkelerine, ideallerine son derece bağlılar. Dolayısıyla Seyfülislam Kaddafi bu hareket için özel bir anlam taşıyor. Hafter güçlerinin içinde yer alan LUHH’un oğul Kaddafi’nin serbest bırakılması için çaba sarfetmesi şaşırtıcı değil.

Libya’nın doğusunda kurulu Tobruk hükümetinin kararı uyarınca oğul Kaddafi’nin serbest bırakılması Kaddaficilerin siyasette de iyice denge unusuru haline geldiğini gösteriyor. Ne tür pazarlıklar oldu kimbilir. Yakında anlarız.

Dünyanın resmi olarak tanıdığı Tobruk hükümetinin bu kararı, Türkiye’nin de desteklediği islamcı Trablus hükümetinin de yenilgisi bir anlamda. Bu karar aynı zamanda “tanınmış Libya Hükümeti”nin kararı olduğu için dünya kamuoyundan da olumsuz bir tepki görmeyecektir. Tam tersine 44 yaşındaki Seyfülislam Kaddafi, Batı tarafından toparlayıcı bir ad olarak öne sürülebilir de. Çünkü babasının zamanında bile Batı’yla ilişkilerin geliştirilmesine çaba göstermişti, hatta babasını ülkede reformlar yapma konusunda ikna ettiği de söylenir. Şimdi gittikçe derinleşen bir kaosun içine yuvarlanan Libya’da durumun ülkeyi bu hale getirenler açısından da kontrol edilemez noktaya gelmesi yeni arayışları tetikledi. Hafter’e karşı bir ABD desteğinin olduğu sır değil. Hafter’in ordusunda Kaddafi yanlıları çoğunlukta ancak Hafter Kaddafi yanlısı tüm kesimlerin bütünüyle güveninizi kazanamadı. Ancak ükede İslamcılara karşı en örgütlü güç oluşu Kaddafi yanlılarının Hafter’le birlikte olmalarını gerektiriyor. Hafter açısından ise ülkede birliği sağlayacak güç olarak görünmek önemli, o nedenle ülkenin önde gelen aşiretlerinin Kaddafi’ye hala süren bağlılıklarından yararlanmak durumunda.
Seyfülislam Kaddafi’nin, hem de hakkında uluslararası ceza yasaları uyarınca mahkumiyet kararı da varken serbest bırakılması yeni ittifakların gelişeceğinin işareti. Oğul Kaddafi, belki hemen değil ama çok yakın bir sure sonar Libya’da çok önemli bir aktör olarak karşımıza çıkabilir.

Emperyal güçlerin devirdikleri Kaddafi’nin oğluna muhtaç oldukları anlamına gelir bu.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Nuriye ve Semih açlıkla savaşırken kurulan sofra - ENVER AYSEVER

AKM’yi yıkmaya kararlılar, üstelik bunu “medeniyet” adına yapacaklar… Çok zamandır terk ettiğimiz şehrin merkezi zehirlenecek… Anımsıyorum da: Suna Kan’ı orada dinlemiştim, Güher Süher Pekinel kardeşleri, İdil Biret’i… Rumen şef Galati aileden gibi olduydu… Dünyanın en güzel eserlerini, üstelik bir cep harçlığı fiyatına dinlerdik… Verdi, Puccini orada kazındı belleğimize ilkin… Sonra… Çehov izledik, Shakespeare… Dev oyuncular en güzel tiratlarını söylediler sahnesinden… AKM’yi önce çürümeye terk ettiler, şimdi de yıkacak, yok edecekler… Niyetleri belleğimizi yok etmek, cumhuriyetten iz bırakmamak… Çoğumuz bir konser sonrası ya da oyun… Gezi’ye gidip soluk almadık mı, düşlere dalmadık mı?





Semih ve Nuriye artık Kızılay’a yakın bir yerde değil… Ayakaltından(!) kaldırıldılar… Eh vicdan kanıyor, sorgu başlıyordu onları gördükçe… Nasıl bir açlıktır ki bu, bir türlü sonlanmaz, nasıl bir suçtur ki bu mahkeme zamanı bir türlü gelmez… Ölüme terk edildiler, sosyal medyada isyan eden, inadına bu acıyı yüreğinde taşıyan üç beş kişi dışında gündemden düşmesi yakındır… Şehir meydanları sadece iktidarın dilini konuşanlara terk edilecek demek… Kim  bilir, belki artık onulmaz yaraları iyice derinleşti Nuriye ve Semih’in… Belki zaman çoktan sonlandı… Eğer yarın tabuta konurlarsa, ardından ses vermeye hakkı olmayacak çoğumuzun… Ey halk, ey bu sayıyla ölçülemez kalabalık… Bu açlık karşısında sözün yok mu?

Ramazan geldi ya… Nefsini terbiye etmek için oruca duracak ahali… Bu çağda, illa bir acıyı tanımamız, sancıyı hissetmemiz için tecrübe etmek zorundaysak eğer yandı gülüm keten helva… İbadetin görünmesi meğer asıl mesele… Bilmiyor değilim de, hiç bunca gösterişe indirgendiğine tanık olmadım. Ankara’nın göbeğinde ekmeği için direnenlere kör ol, pes doğrusu… Bir de ‘oh’ olsun diyenler var ya… İktidarın kayığında sallanmanın bedeli vardır… Günü gelir… AKP genel başkanı iftar vermiş, koşturarak gitmiş, yaldızlı koltuklarda, sanki o güne dek bir lokma ekmek yememiş gibi saldırmışlar sofraya…

Denize nazır saltanat sofrasından, kendine güç devşirmek için fotoğrafa girmeye çabalayanların çoğunu tanıyoruz… Topçu, popçu, oyuncu, manken… Yüzlerine baktım, ellerini kaldırmış Tanrıya yakarıyorlar… Suratlarda bir kova boya… Tanrı görmez mi o riyayı… Her elini açana inanır mı Tanrı… Eğer inanıyorsa sizin bu kepaze hallerinize, çoktan istifa etmeli Tanrı, çoktan… Yaradan utanmıştır bu hallerinizden de, ben mi yarattım bu alçaklığı, diye esef etmiştir… Cehennem burası… Bir lokma için saatlerce fabrikalarda canıyla kanıyla çalışanların, fetva ile kıdem tazminatının gasp edildiği sofraların kurulduğu yerdir… Göçmen çocukların ekmek dilendiği sokaklardır… Cehennem burası değil de, neresi?..

AKP genel başkanı haklı olarak isyanda: “İktidar olduk her yerde, kültür sanatta nafile, olamadık” diyor… E olamazsın… Karşındaki kalabalığa bak… Bunlardan hangisi bir tek satır yazabilir? Şiiri nerede o toplanan güruhun… Bunların söylediği şarkıdan, türküden ne olur ki… Eğer her davet ettiğinde RTE, elinde tuzla koşturan bu bol boyalı, şatafat düşkünü kimselerden bir kültür yaratırsan, sen de boğulur, düşkünleşirsin, demiyor mu danışmanlar mesela… Üstelik sarayın tüm odalarını dolduracak kadar bollar, ne işe yararlar… Eğer ki halkı açken iktidar sofrasında caka satıyorsa biri, ona sanatçı denir mi… Bak dün Dolmabahçe’ye geldilerdi, hani Kürt sorununu çözmeye… Sonra koştular Yenikapı’ya, birbirlerini ezerek… Şimdi de o sofraya iliştiler…


Eğer biri kalkıp: “AKM kimsenin babasının malı değildir, halkındır yıkamazsın!” diyemiyors eğer…

Biri: “Nuriye ve Semih açlıktan can verirken, biz bu sofrada ne yapıyoruz, adaletsizlik karşısında susan dilsiz şeytandır” diye haykıramıyorsa gözlerinin içine bakarak…

Kimden ne bekliyorum ben…

Saf değilim ya, neyse…

Sahi o gün Tanrıyı mı, kendinizi mi, halkı mı kandırdığınızı sanıyorsunuz?

Burası cehennemdir. AKM çürümeye bırakıldı sanıyorsanız, yanıldınız…

Çürüyen, pis kokan insanlığımızdır insanlığımız…

Eli kalem tutanlar sizi de yazıyor, yazacaklar …

Enver Aysever / BİRGÜN

14 Haziran 2017 Çarşamba

“Nesin Vakfı” Ensar’ların panzehiridir buna göre davran oğul Ali! - ENVER AYSEVER

Tarık Akan hayattaydı, o gece neşemiz yerindeydi, bakıyorum fotoğrafımıza… “Nesin Vakfı” gecesinden bir anı… Etrafımızda çocuklar, gençler, neşemizin sebebi onlar; kimse memnun değil memleketin halinden… Duvara Aziz Nesin’i ve vakfı anlatan bir görüntü yansıyor… İzliyoruz sevinçle… Hepimiz Aziz Dede’nin dostu değil miyiz? O gece sahnede ben de vardım, karınca kararınca katkı yaptık… Kısacık bir konuşma yapmıştım ve Ali Nesin de ardından yanıt vermişti. O gün ne dediysem aynı yerdeyim ben…
Bu yazı bir borçtur…
Büyük adamların/kadınların çocuğu olmak zordur. Kimi babasının, anasının mirasına konarak büyüyor, kimi bir yük, bir kambur olarak sırtında taşıyor bir ömür o adı! Güç, bilemeyiz nasıl bir dert, sorumluluk bu. Ne bekler insan peki bu kimselerden? Hiç değilse büyük hata yapmasın isteriz… Kolay değil herkese babalık, analık, önderlik etmiş insanların soyundan gelmek…

Anne babaların faturasını evlatlara çıkarmak aptalca kuşkusuz! Lâkin elde olmadan; “Yahu bir anana/babana bak, bir de şu haline!” dendiği oluyor… Oysa yaşam biricik ve herkes kendi öyküsünden sorumlu…
Konu Ali Nesin… Neye tekabül ediyor bu adam? Bize borcu nedir? Bunu düşündüm uzunca. İlkin öfkeyle verdiğim tepkiye, bir de serinkanlı bakayım, dedim. Aziz Nesin’in akıllı bulduğu için ayrı tuttuğu çocuğu Ali. Büyük adam olmasını bekliyor ondan. Kaldı ki oluyor da: Matematik Profesörü Ali Nesin oluyor! Bize borcu nedir peki?
Aziz Nesin gibi bir adam, yazdıklarını kenara koyun, salt yaşamıyla bile ilgi çekici. Kaldı ki Aziz Nesin eylemci biri, gözünü budaktan sakınmadan gericilikle vuruşmaya girişmiş, bedel ödemiş bir aydın. Çocukları onun gibi olmak zorunda mı? Değil. Peki, çocuklarının yükümlülüğü nerde başlar, nereye dek uzanır? İşte bu iyi ve değerli bir soru…


Aziz Nesin ödünsüz, kavgacı, sözünü esirgemeyen zor bir adamdı. Örnek bir aydınlanmacı ve sosyalistti. Kimsenin cesaret edemeyeceği konularda yazan, yeri geldiğinde şeytanın avukatlığını yapan, bedel ödemekten kaçınmayan bir aydın. Toplumcu bir yazar olmanın sorumluluğu neyse yerine getirdi. Siyasal yanılgıya düştüğüne ben rastlamadım. Keskin biçimde gericilerle, yobazlarla yollarını ayırmış bir yazardı Nesin. Ateist olduğunu gizlemedi. Üç cilt yaşamöyküsünü okuyanlar tanık olacaktır tüm bunlara…

Aziz Nesin yokluktan ama her tür yoksullukla birlikte sürülen bir yaşamdan geçerek kendini inşa etmiş biri. Bu ülkenin çocuklarına duyduğu sevgi ve sorumlulukla “Nesin Vakfı”nı kurdu. Çocukları ona: “Aziz Dede” dediler. O bahçeye gömülmek istedi ve yaşamının en büyük armağanının çıplak çocuk ayakları altında huzurla uyumak olduğunu söyledi. Gerici bir çevreden güçlükle çıkıp, askeri okula girdikten sonra; oradan da kovulup, devrimci olan bu adam, tüm memleketin yazgısını önümüze serdi. Ya çocuklar kurtulacaktı ya hepimiz bu felaket uçurumuna yuvarlanacaktık…

Oğul Ali Nesin kendi payına liberal ya da sol-liberal olma hakkına sahip. Öngörüsüz davranıp, örneğin Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi kumpas davalarının vesayetin ortadan kalkması için açıldığı yanılgısına düşebilir.
RTE gibi Cemaat’in samimi bir eğitim seferberliğine giriştiğini, demokrat olduğunu sanıp “kandırıldım” da diyebilir. 2010’da yapılan halkoylamasının nasıl büyük bir üçkâğıt olduğunu görmeyip, onca matematik birikimine karşın “yetmez ama evet” demek ahmaklığını da kendine layık görüp, bunda hâlâ ısrar da edebilir. Belki arkadaş çevresi bozuktur, o yüzden Mustafa Kemal’i yanlış tanımış da olabilir. Mustafa Kemal ortadan kalkınca boşluğu siyasal İslamcıların doldurduğunu göremiyor da olabilir (Başta Tarık abiden bilerek söz açtım, Mustafa Kemal sevdalısıdır). Ya da tercihen kördür belki… Peki, ne olmaz biliyor musunuz?..

Oğul Ali, babasından aldığı gücü kötüye kullanamaz. Kendi edinmediği bir şöhreti, siyasi etkiyi çarpıtamaz. O halde gayet basittir mesele. “Nesin Vakfı” cemaatlerin panzehridir, Ensar’lara karşı direniştir. “Kindar Nesil” isteyenlere karşı, aydınlanmacı, devrimci çocuklar yetiştirmenin yoludur. Oğul Nesin basında konu olan her sözüyle bu vakfa zarar veriyor. Aziz Nesin dostları, hayranları üzülüyor, düş kırıklığı yaşıyor. Belki farkında olmadan soğuyor vakıftan. Oğul Ali bu vakıfla bağı olmadığını açıklamalı, varsa kesmelidir. Aziz Nesin’le aynı yolda yürüyen insanlara emanet etmelidir. Hem böylece liberal safsatalarını daha rahat dile getirir hem de hakkı olmayan bir iktidarı kullanmaz!

Oğul Nesin’e sesleniyorum: Orası babanın malı değil hepimizin!

ENVER AYSEVER / BİRGÜN

Katar gibi olmak… - L. DOĞAN TILIÇ

Dünyanın en son model otomobillerini görebilirsiniz Katar yollarında. Klimalarla soğutulan “yok yok” mağazalarını… Bu liste uzar, ama kişi başına milli geliri 130 bin dolara yaklaşan Katar’ın dünyanın en zengin ülkesi olduğunu söyleyip geçelim.

İşte o hesaba bakıp, Katar gibi olmak için can atan çok insan vardır. O Katar, yaptırımlarla karşılaşınca, klimalı muhteşem marketleri bomboş kaldı. Türkiye, İran sebze-meyve, mercimek-nohut göndererek imdadına yetişmese, açlıktan ölebilir kişi başı 130 bin dolar gelirli Katarlılar.

Bugün köşe boş da kalabilirdi; “Hafta sonunda bedenen çalışma sonucu eli kolu tutmaz hale gelen yazarınız yazısını yazamamıştır” notuyla... Küçücük bahçemin otlarını yolmaktan; domateslerin, biberlerin, patlıcanların, salatalıkların dibini çapalamaktan; alabaşları seyreltip söktüklerimi başka yerlere dikmekten; karalahanaların yapraklarını haşlayıp dondurmak için toplamaktan bedenen çalışmaya alışık olmayan bendenizin ağrımayan yeri kalmadı.

Dün CHP Milletvekili Orhan Sarıbal’ın BirGün’deki “Tarım ülkesi Türkiye nasıl dışa bağımlı hale getirildi?” yazısını okuyunca, köşeyi boş bırakmak tarlaları boş bırakmayı düşündürdü, yazdım.
“Türkiye, dünyanın kendi kendine yetebilen yedi ülkesinden biridir” diye ezberlediğimiz, yerli malı haftaları kutladığımız yılların üzerinden çok zaman geçti. O arada “Zeytin mi önemli, tesis mi?” kafalarıyla yönetilirken, bir taraftan en zor zamanlarda kurulan sanayi tesislerini satıp mirasyedi gibi savuran; öte yandan kendine yetmek şöyle dursun, aç kalmasın diye Katar’a gönderdiği bulguru, nohudu da dışarıdan alan bir ülke olduk.

Oysa Katar gibi çölün ortasında oturmuyoruz. Sarıbal’ın giriş cümlesinde dediği gibi; “Coğrafya ve iklim bakımından çok elverişli konumda bulunan ve çeşitlilik gösteren ekolojik bölgelere sahip olan Türkiye bitki çeşitliliği bakımından oldukça zengindir.”
Emperyalizme karşı savaşla kurulmuş bu “zengin” ülke, II. Dünya Savaşı sonrasında Marshall Planı ile tarımını emperyalizmin en azgın saldırısına açtı. Ege’nin zeytinyağını, Orta ve Doğu Anadolu’nun tereyağını yiyen insanlara margarinler dayatıldı. Sümerbank’ın kendi pamuğumuzdan ürettiği basma aşağılandı.

“Zeytinyağlı yiyemem aman /
basma da fistan giyemem aman. /
Senin gibi cahile, /
ben efendim diyemem aman ” türküleri eşliğinde, sağ politikalarla yağmalanan “tesisler” ve “tarım alanları” bizi “zeytin mi, tesis mi” diye sorulan bugünlere getirdi.

Tesis yapanların nasıl tesis yaptıkları belli! Memleketin 23,9 milyon tarımsal üretim yapılan arazisinden yalnızca 6,2 milyon hektarı sulanıyor!
Sulama da “tesis” gerektiriyor ama “zeytin mi tesis mi” aklı, onları tesisten saymıyor. “1991-2002 arasındaki 12 yıllık dönemde 714 bin hektar arazinin sulamaya açılmış olmasına karşılık, 2003-2014 yıllarını kapsayan AKP döneminde ancak 595 bin hektar alan sulamaya açılabilmiş”; yani “AKP döneminde yılda ortalama 50 bin hektar arazi sulamaya açılırken; AKP’den önceki dönemde yılda 60 bin hektar alan sulamaya açılmış.”

Sonuç, doyuracak boğaz sayımız artarken tarımsal üretimimiz düşüyor. 1988’de kişi başına 380 kg buğday üreten Türkiye bugün 290 kg üretebiliyor.

Pahalı girdilerle beli bükülen çiftçiyi; eti, sütü, nohudu, fasulyeyi ucuzlatmak adına ithalatla terbiye etmeye çalışan iktidarlar, sonunda tarlalarını ekmekten vazgeçen, köylerini bırakıp ne iş olsa yapmak için şehirlere göçen kitleler yaratıyorlar.

Dünyanın kendine yeten yedi ülkesinden biri, şimdi buğdayı, nohudu, fasulyeyi, mısırı dışarıdan alıyor. “2002 yılında 1,5 milyon ton olan bakliyat üretimi 2016 yılında 1,1 milyon tona düşmüş”, yani AKP iktidarında yüzde 28 oranında gerilemiş!

Şimdi, zeytin ağaçlarını hedef alan “tesis mi, zeytin mi” anlayışına karşı göğsünü siper edenleri de “dışardan komutayla memleketi karıştırmaya çalışan Geziciler” olarak damgalayan bir iktidar aklı var.

Bu akılla varılacak yer Katar gibi olmaktır; kişi başına milli gelir açısından değil, tarımsal üretim açısından!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Sadece damatlar mı vatandaş? - ÖZGÜR MUMCU

Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırıyı hele iddianamesi çıktıktan sonra iktidar medyasında dahi bir iki meczup haricinde savunabilen kalmadı. Davaya ilişkin her yeni gelişme yakın bir gelecekte bu davayı savunanların fena halde rezil olacağını gösteriyor. Cumhuriyetçileri tutuklatan savcının “FETÖ” üyeliği sebebiyle ağırlaştırılmış müebbetle yargılanmasından tutun, bilirkişi diye atanan kişinin vasıfsızlığına kadar sapır sapır dökülen bir süreç. 

Hele iddianamedeki iddialar? Parke döşetmişsin, parkecinin oğlu “FETÖ”cü şirketle iş yapmış. IMC TV’de çalışan meslektaşına 600 lira göndermişsin. Otel ayırtmak için turizm acentasını aramışsın, telefonlarında ByLock varmış. O haberi neden yaptın, şu manşeti niye attın? Böylesi bir iddianame ya buna mecbur bırakıldıkları için ağlayarak ya da yaptıklarının tuhaflığının zevkini çıkararak kahkahalarla kaleme alınmış olabilir.

İddianamedeki sözüm ona en önemli iddialardan biri ByLock bulunan telefonlarla “irtibat” halinde olmak. En dikkat çeken ise gazetecilik kariyeri Gülen cemaatine karşı uyarı ve eleştirilerle dolu olan Kadri Gürsel’in irtibatları. Az buz değil 92 ByLock kullanıcısıyla irtibatta olduğu ileri sürülüyor.
Tabii bu öyle bir iddianame ki, irtibattan ne kastedildiği belirsiz. Lehte ve aleyhte delilleri toplamak yükümlülüğü bulunan savcılık makamının söz konusu belirsizliği bilerek yarattığı ortada. Savcılığın yapması gerekeni Kadri Gürsel yaptı ve “irtibat”ın iç yüzünü açıkladı. 

Operasyon mağduru polis yakını” oldukları gerekçesiyle iki kişi Gürsel’i aramış. Gürsel aramalara cevap vermemiş. Sonrasında 27 Temmuz -1 Ağustos tarihleri arasında beş gün boyunca 79 kişi Kadri Gürsel’i sms bombardımanına tutmuş. 

Mesajların hiçbirine cevap verilmemiş. Geri kalanlar ise kamuoyunda cemaatçi oldukları bilinen ve zamanında AKP’nin el üstünde tuttuğu gazetecilerle, meslek icabı yapılan görüşmeler. 

Gülen cemaatiyle mücadele adı altında yürütülen Cumhuriyet davası gibi mesnetsiz davalar, cemaate müthiş bir imkân sağlıyor. Cemaatle uzaktan yakından ilgisi olmayan kişilerin hapse atılması, özellikle yurtdışında cemaatin mağduriyet kartını rahatlıkla kullanmasına yol açıyor. İşin siyasetteki önemli isimlerine dokunulmayıp cemaatin alt kademesindeki darbe girişiminden bihaber binlerce insanın hakikaten mağdur edilmesi de cabası. 

Bugün yurtdışında telefonlarında ByLock bulunan kişiler benim ya da sizin telefonunuzu aramaya başlasa, sms ’lerle bombardımana tutsa tutuklanmak işten değil. Bu kadar basit. Hukuk devleti yıkılmış, hukuki güvenlik ilkesi yerle bir. Cemaat mensuplarının hukuksuzluğu iyice pekiştirmek için ya da düşerken sizi de yanına çekmek için yapması gereken sadece bu. Telefonunuzu bulup sizi aramak. 

Onlara bu imkânı sunan ise işlemeyen adalet mekanizması. İddia olmayan iddialarla iddianame hazırlayanlar, bu anlamsız metinlere hukuki bir belge muamelesi yapanlar. İnsan, Cumhuriyet davasının ortalığı toza dumana bulayıp cemaati korumak için açılıp açılmadığını merak ediyor. Özellikle süreci başlatan savcının “FETÖ” sanığı olduğu göz önünde bulundurulursa.
Tekrar edelim. Bu iddianamede ilaç için bir adet bile iddiaya benzer bir iddia bulunmamaktadır. Siyasi kumpas davalarına alışık yargımız için dahi fantastik bir örnektir Cumhuriyet iddianamesi.
ByLock’çuların dilediğini arayarak hapse attırabildiği bir anlayış adalete değil cemaat çetesine hizmet eder. 
Tutuksuz yargılanmak için damat değil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın yettiği bir ülke istemek, herhalde aşırı bir talep değil.


Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Rabia lapsusu - TAYFUN ATAY

Başbakan Binali Yıldırım’ın yüzünü Allah hep güldürsün!..
Çünkü o, bizim yüzümüzü hep güldürdü ve güldürmeye de devam ediyor.
Yıldırım, 2000’ler Türkiye’sinin gidişatına genelde trajik bir damga vuran siyasal dinbazlığın yer yer komedi formatında da karşımızda belirmesini mümkün kılan bir şahsiyet olarak ayırt edilebilir.
Onun “15 Temmuz” dehşetini açıklama yolunda sarf ettiği ve siyasal tarihimizin belki de en kâbus hadisesinden bile adeta mizah türettiği sözünü unutmak mümkün mü?!
Biz, darbeden öte “Dâbbe” demiştik yaşanan/ yaşatılan dehşeti açıklamak için… O ise “Yahu kasmayın bu kadar” dercesine nasıl “veciz” yorumlamıştı olan biteni, hatırlayın:
“Cuntacılar conta yakmıştır.”
***

Sayın Başbakan önceki gün de benzer şekilde temaşa sanatından bir başka eşsiz örnek verircesine yüzümüzü güldüren bir lâf etti.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin parti tüzüğüne eklenen “Rabia” işaretine yönelik eleştirisini yanıtlarken, “Dörtleme”nin sırasını “yine” tutturamaması vesile oldu buna.
Yine” diyoruz, çünkü kendisi de teslim ediyor ki sıralamayı bir türlü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sular seller gibi döktürdüğü şekilde doğru zikredemiyor.
Bu çerçevede şöyle esprili bir dille yakınmış bu beceri eksikliğinden:
“Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan… Yine sıralamayı karıştırdım! Cumhurbaşkanımız sürekli bana diyor, ‘Şunun hâlâ sıralamasını doğru yapamadın’. Kafaya, hafızaya bir kere yanlış kaydoldu. Şimdi doğrusunu söyleyelim: Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. MB, Merkez Bankası; VD, Vergi Dairesi.”
***

Müthiş değil mi?! Başbakanımız “Rabia”yı zihnine öyle bir “kodlama eğilimi” içinde ki vatan, millet, bayrak ve dahi devlet gibi “ulvî”, “manevî” ve “kutsî” addedilen değerler, “banka”, “vergi”, yani amiyane deyişle “para-pul” gibi maddi mi maddi, süfli mi süfli unsurlar üzerinden ancak yerli yerine oturtulabiliyor.
İşte tam da bu yüzden diyoruz ki bu iktidar için “dindar” değil “dinbaz” nitelemesi çok daha uygun ve yerinde.
Evet, karşımızda imanı-ameli tam, itikadıibadeti yerinde, dini bilen bir siyasi kadro var.
Gel gelelim bu “yetkinlik”, dine sahip olmak (“dindarlık”) değil, dünyaya (“masiva”) sahip olmak yolunda kullanılıyor, seferber ediliyor, işlerliğe sokuluyor.
O yüzden bilinciniz “millet-bayrak-vatan-
devlet” gibi dinen de yüceltilen değerlerin sıralamasını, belli ki bilinçaltınıza hâkim, orada aslîleşmiş maddi-dünyevi değerler ve onların hayatın içindeki kurumsal karşılıkları desteğiyle ancak yapabiliyor!..
Sözde yaygın “vatan-millet-bayrak”, özde etkin “banka-vergi-para” vasıtasıyla doğru sıralanıp dillendirilebiliyor.
Freud’ün ruhu şâd olsun!..
***

Bu fakir ve onun gibi pek çoklarına ilkokulda “Sağa dön, sola dön” komutları verilirken şaşırmayalım diye annelerimiz “Solum soğan, sağım sarımsak” şeklinde kodlamayı öğretmişti bize, onu da hatırladım bu arada…
Fakir fukaranın kodlaması öyleyse zengin egemenin kodlaması da böyle işte: “Merkez Bankası, Vergi Dairesi”!.. 

***
Ne diyelim, Allah önünüzü açık etsin, “Rabia”nız mübarek olsun!..
Olsun da…
Alimallah, ya kodlamada da devreleri karıştırıp;
“Tek Merkez, tek Banka, tek Vergi, tek Daire” derseniz;
Nice olur halimiz?!
***

(“Lapsus”, Freudyen psikolojide bir kişinin konuşmasında ya da yazdıklarında bilinçaltı motif, itki, arzu ve tutumları açığa çıkardığı düşünülen ifadeleri, ifade yanlışları ya da sapmalarını anlatmak üzere kullanılan terim.)

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Uyumlu’ avukat projesi - ÇİĞDEM TOKER

İki talimat iki haber:
- TBMM, İçtüzük değiştirilmeden tatile girmeyecek.
- AKM yıkılacak.
İki haberi aynı ortak paydada birleştiren özellik ise;
OHAL rejimi altında yapılan ve yasaya aykırı sonuçlandırılmış referandumun ardından yürürlüğe giren Partili Cumhurbaşkanlığı’nın karakterini güçlü temsil etmesi.
İçtüzük, “TBMM’nin Anayasası” diye nitelenen kurallar seti.
Değişikliğin amacı, TBMM’yi referandumda oylanmış anayasaya uygun biçimde şekillendirmek. Türkiye’de toplumsal hayat sanki bahar havasında, demokrasi içinde akıyor gibi, “her partinin kendi içtüzük değişikliğini getireceği” gibi samimiyetsiz çağrılar eşliğinde iktidar kurallarının dayatılacağı ve geçirileceği bir değişiklik.
Bir başka deyişle, dokunulmazlıkların kaldırılması projesine “Anayasaya aykırı ama evet” denildiğinden bu yana hükmü zayıflayan TBMM’yi büsbütün etkisiz kılacak bir hamleden söz ediyoruz aslında.

Avukat hâkimin memuru olamaz
Gazetecilerine, akademisyenlerine, yargıçlarına, savcılarına, öğretmenlerine, on binlerce kamu görevlisine, insafsızlık ötesi haksızlık hukuksuzluk yaşatılan, hukuk devletinin kâğıt üzerinde kaldığı bu ülkede, şimdi de avukatlar “uslu” hale getirilmek isteniyor. 

 
Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”, Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğü’nün web sitesinde görüşe açıldı. 
 
Bu taslağın ilgili maddesi ile hâkime, gördüğü bir davada, davanın avukatını salondan ve bütün davadan uzaklaştırma yetkisi veriyor. Maddede sözüm ona bu yetkinin çerçevesi çizilmiş ve belli koşullar sıralanmış. Özetleyecek olursak; avukatın bir disiplin suçu işleyerek duruşmanın ertelenmesine yol açması, sonraki duruşmalarda da yeniden benzer fiili işlemesinden söz ediliyor. Böyle bir halde -ki, o hali tanımlayacak olan kişi de hâkimavukat salon dışına çıkarılacak, o dava da savunmasız devam ettirilecek. 
 
Ankara Barosu, tutumunu hemen belirledi. Zaman yitirmeden ve net biçimde. Amaçlananın “uyumlu avukatlık” olduğunu, bu düzenlemenin avukatı memurlaştıracağını bildirdi. Kimin memuru diye sormaya gerek var mı? Baro değerlendirmesinde, aynı yasanın bir başka maddesine göre avukatın duruşmadan dahi çıkarılmasının mümkün olmadığı, bu konuda açık hüküm bulunduğunu vurgulanıyor. 
 
Ankara Barosu, kurulmak istenen avukatlık modelini kesinlikle reddediyor. Diğer baroların nasıl ses vereceği, önümüzdeki günlerde izlemeye değer konulardan biri olacak.
 
Taslak maddenin bu şekliyle yasalaşması, savunma hakkının cendere altına alarak avukatsız yargılamanın önünü açacaktır. Mevcut ortamda bu ihtimalin gerçekleşmesi imkânsız değil. Taslağın TBMM’ye taşınma süreci ile TBMM’nin İçtüzük değişikliği üzerinden etkisizleşmesi sürecinin iç içe geçecek olması, konuyu daha yaşamsal kılıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

13 Haziran 2017 Salı

Televole cemaati! - ORHAN GÖKDEMİR

Olayın çıkış noktası son zamanlarda “Işıkçı” TGRT kaynaklı olarak yapılan ısrarlı Diyanet İşleri Başkanlığı eleştirisi. Son nokta koyan da yine TGRT Televizyonu. Esasını kısaca not edelim. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Camiler sadece namaz kılma mekânı değil, sosyal ve kültürel paylaşım alanları olmalıdır. Camiye gelen çocuklar ister oynasın, ister koşuştursun. Onların hafızasında kötü iz bırakan müdahale kabul edilemez” demişti. Diyanet, bunun üzerine camileri çocuklara sevdirmek adı altında bir proje başlattı. Bu projeye göre, camilerde çocuklara oyun alanları oluşturulacaktı. Pilot bölge de Samsun olarak belirlenmişti.

Diyanet’in bu projesi Siyasal İslamcı cenahta tuhaf bir tartışmanın fitilini ateşledi. TGRT canlı yayınında projeyi sert bir biçimde eleştiren Osman Ünlü adlı kıymeti kendinden menkul düşünür, “Senin etkinliğin batsın. Bu yaptığın yarın camiyi kerhane haline getirmektir…” dedi.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e “kutlu doğum haftası” tartışması vesilesiyle başlayan hücumların sonuncusu bu. TGRT’ye göre Diyanet bir FETÖ icadı olan “kutlu doğum haftasını” kaldırmamakta ısrar ederek FETÖ’cü olduğunu ele vermiş oluyor. Diyanet reddetti gerçi ama tartışma sürüyor nihayetinde. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, "Çocuklarımızın zihninde cami, namaz ve cemaatle ilgili yanlış bir iz bırakacak şekilde ona kötü davranacaksanız teravihinizi evinizde kılın" falan dedi ama nafile. Bu “kerhane” benzetmesine yanıt olmaktan çok, “Bari cevapsız bırakmayalım” tadında bir karşılık. Diyanet belli ki bu tartışmalardan mümkün olduğu kadar uzak durmak istiyor.
Boyun Eğme okurları biliyor, bu sayfalarda “din ve ahlak” ilişkisi veya ilişkisizliği üzerine pek çok yazı yer aldı. Diyanet’in de bu yönde kaygı belirtilen raporları ve araştırmaları var. Din ile ahlak arasında bağın tamamen koptuğu, haram para ile cami yapmanın, hacca gitmenin mubah sayıldığı yeni bir din icat edildi sanki. Ama her ne olursa olsun camiye kerhaneye benzediği suçlaması yöneltilmesi bütün bunların ötesinde yepyeni bir durum.

                                                                          ***

“Kubbeler miğfeeer, minareler süngüüü” tiradından buraya geldiler 15 yılda. Dini para, güç ve iktidar hırsının bir aracına dönüştürdüler. Camiler hırsı sınırsız adamların arka bahçesi. Bu iklimde Siyasal İslam, kültürel İslamı yerle bir ederek ilerliyor.
Elbette hangi sebeple olursa olsun bir ibadethaneyi kerhaneye benzetmenin hoş görülebilir bir yanı yok. Ama son yıllarda cami cemaatinin ülkenin toplumsal yapısına paralel bir dönüşüm yaşadığı gerçek. Ahlaksızlık ve “haram”ı hoş gördüğü sıklıkla dile getirilen bir cemaatten söz ediyoruz artık. Haliyle içinde mekân olarak caminin işaret edildiği tuhaf haberler düşüyor basına.
Mesela 2016 yılında Gaziantep'te 3 yaşındaki erkek çocuğuna camide tecavüz edilmesi böyle bir haber. Gaziantep Göllüce Mahallesi'nde bir caminin mescidi içinde 3 yaşındaki erkek çocuğuna tecavüz etmeye çalışan 4 şahıs, çocuğun annesi tarafından suçüstü yakalandı. Annenin yardım çığlıklarını çevredekilerin duymasından korkan caniler kaçarak kayıplara karıştı. Olay sonrası ayaklanan Göllüce Mahallesi sakinleri binlerce kişi ile İpek Yolu’nu trafiğe kapatarak, “Tecavüze son” sloganları attı. Kalabalık, TOMA ve akreplerin gelmesi ile dağıldı.


Konya Selçuklu'da uzun yıllar imamlık yaptıktan sonra emekli olan Y.Y.'nin gönüllü müezzinlik yaptığı camide yardıma muhtaç kadınlarla para karşılığında ilişkiye girdiği iddia edildi. Habere göre, biri resmi nikâhlı iki eşi ve 6 çocuğu olan 60 yaşındaki Y.Y.'nin yardıma muhtaç kadınlara para karşılığında cami içinde ilişkiye giriyordu. Cemaat kuran kursuna giden çocukların ihbarıyla durumdan haberdar oldu. Bazı cemaat üyeleri müezzini, kadınları camiye alırken cep telefonlarıyla görüntüleyip müftülüğe bildirdi. Müftülük fuhuş yaptığı iddia edilen Y.Y.'nin müezzinlik yapmasını engelledi. Camiden uzaklaştırıldığını kabul eden Y.Y. ise "Bir şey söylemek istemiyorum. Uzaklaştırıldım, 1 aydır camiye girmiyorum. Şimdi Umre'ye gideceğim, bunlarla kafamı meşgul etmek istemiyorum" demekle yetindi.

Dini pop-kültürün bir parçası haline getirmede son hamleyi ise ramazan ayı boyunca “Kuran-ı Kerim'i Güzel Okuma Yarışması” düzenleyen TRT yaptı. Her gün yapılan yarışmada, Kuran okuyan yarışmacılar stüdyodaki seyircilerden ve jüriden yüksek puan almaya çalışıyor. Beyanlarına göre yarışmanın finali Kadir Gecesi’nde yapılacak. Yarışmacıların finale Selatin Cami imamları rehberliğinde hazırlanacağı da duyuruldu. Programın sunucusu Diyanet İşleri Başkanlığı Radyosu Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Cihat Kılıç. Yani yarışma Diyanet onaylı. Yarışmada tüm katılımcılara 1 tam altın; gün birincilerine 3 tam altın; hafta birincilerine 5 tam altın hediye edilecek olan yarışmanın final gününde ise yarışmanın 3.’süne 10 tam altın, 2.’sine 20 tam altın ve 1.’sine ise 50 tam altın ödül verilecek.

Yarışma bir tartışmanın daha açığa çıkmasına vesile oldu. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Kuran ses yarışmalarının güftesi olarak kullanılacak bir kitap değildir” diyerek sunucusu ve jüri üyeleri Diyanetçi olan yarışmaya tepki gösterdi.

Fakat durum bundan biraz daha vahim. Her gün TV ekranlarında boy gösteren ilahiyatçılar toplumu birbirine düşürecek kuran yorumları yapmayı sürdürüyor mesela. Alaylı İslam ahlaksızlığı, mektepli İslam kuralsızlığı meşru kabul ediyor. “Kerhane” eleştirisi işte bu nedenle toplumda tuhaf bir şekilde yankılandı. Başka şartlarda büyük bir ayaklanmaya dönüşebilecek o söz inanan ve inanmayanların yüzünde müstehzi bir gülümse ile geçiştirildi. Toplumu devlet eliyle dinselleştirme politikasının tahribatının en çok dini yaraladığının işaretlerinden biri de bu olmalı…

                                                                         ***

Farkındayım biraz “Televole” tadında gidiyor yazı ama eldeki malzeme böyle. Devam edelim: Cami cemaatinin bu rahat tavırları sokaktaki dinsel baskıyı bir nebze bile eksiltmiş değil. Dolayısıyla bu ramazan da önceki ramazanlarla benzer görüntülerle başladı. TCDD trenlerinde, ramazan boyunca ekonomi bölümündeki yemekli vagon servise kapatıldı. Kurum bütün yolcularının Müslüman olduğunu ve oruç tuttuğunu varsayıyor, onlar adına böyle bir uygulamaya gidiyordu. TCDD trenlerinde daha önce de içki satışları yasaklanmıştı.

Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü'nde bulunan İletişim Fakültesi'ne ülkücü bir grup saldırdı. Gerilimin gün içerisinde grubun öğrencileri “Ramazanda burada yemek yiyemezsiniz” tehdidiyle başladığı öğrenildi. Saldırganlar, yemekhanede bulunan öğrencilere de saldırdı.

Son olay ise İzmir mahreçliydi. Namazı gelen bir meczup aracını olduğu yere bırakıp tramvay yolunda namaza durmuştu. Haliyle tramvay ve yolcuları meczup namazını kılıp kalkana kadar araç içinde bekledi. Bazı yandaş gazeteciler böylesine bir olayı bile “namaz kılmış işte ne olmuş yani” lakaytlığında yaklaştı.

“Şeriat kalabalıklar içindir” sözü Sufilikten bakiye. Gerçek oldu bugünlerde. Diyanette, tarikatlarda, sarayda vur patlasın, çal oynasın bir iklim hüküm sürüyor. Aşağıda ramazanda yemek yedi, kısa giyindi, içki içti diye kan gövdeyi götürüyor.

Şeriat böyle. Hakikat ise bambaşka şeyler söylüyor: Miğfer devrildi, kubbe cemaatin üzerine yıkıldı yıkılacak. İçerisi kerhaneye dışarısı tımarhaneye dönmüş bir ülke yarattılar az zamanda.

Siyasal İslamcılara kutlu olsun!

Orhan Gökdemir / SOL

*Bu yazı Boyun Eğme dergisinin 78. Sayısında yayınlanmıştır

Dunning-Kruger kâbusu - EMRE KONGAR

Değerli okurlarım, Türkiye Parlamenter Demokrasi’ye “paydos” deyip, Tek Adam Rejimi’ne geçeli beri bir kâbus’tan kurtulamıyorum:
Ya başımıza Dunning-Kruger sapmasına sahip bir yönetici gelirse ne yaparız!
 
Daha önce de bu sütunda sözünü ettiğim “Dunning–Kruger sapması”, Justin Kruger ve David Dunning adlı iki psikolog tarafından tanımlanan bir algı ve davranış sapması, yani bir tür psikolojik hastalıktır: Bu hastalıkta, kişinin cehaleti ve niteliksizliği ne kadar büyükse kendine güveni de o derece yüksek olur:
***
Bu hastalığa yakalanan niteliksiz ve cahil insanların özellikleri şöyledir:
Dogmatiktirler, kendi inandıklarından başka bir gerçeği kabul etmezler.
Her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini iddia ederler.
Kendilerini ve kendi yaptıklarını her zaman överler.
Her makamı kendilerine hak olarak görürler.
Ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler. Yani “neyi bilmediklerini de bilmezler.
Kendileri gibi düşünmeyen herkesi azarlar, dışlarlar.
Nitelikli insanların niteliklerini de göremez ve anlayamazlar.
Bilgiyi, eğitimi, aşağılarlar.
Çok bağırır, çok konuşur, çok övünür, her işe karışır, çok çalışıyor havası estirirler.
Her kararı kendileri vermek, her şeyi kendileri halletmek isterler. Her ihtimali hesaplamış ve her şeye hazırlıklıymış gibi davranırlar.
Üstlerine saygılı, hatta dalkavuk, astlarına baskıcı hatta zalimdirler.
Bir gün “ak” dediklerine ertesi gün “kara” der, ama demediklerini iddia eder, karşı çıkanları suçlarlar.
Herkesin gördüğü, tanık olduğu bir olayı inkâr edebilir, sizi kendi doğrularına inandırmaya çalışır, karşı çıkanları yalancılıkla, gerçeği saptırmakla, hatta ihanetle suçlarlar.
Başarısızlığı asla kabul etmezler.
Başarısız olmaları halinde, ya farklı yorumlarla başarılı olduklarını öne sürer, ya da başarısızlığı başkasının üzerine atarlar. 

***

Türkiye’yi Tek Adam Rejimi’ne mahkûm eden, meşruiyeti ve yasallığı tartışmalı 16 Nisan 2017 halkoylamasının bir büyük sakıncası da, başımıza böyle Dunning-Kruger sapmasına sahip bir yöneticinin gelebilme olasılığına karşı toplumu savunmasız bırakmasıdır!
Yukardaki özellikleri düşününce “Allah muhafaza, ya başımıza böyle bir yönetici gelirse” diye korkuyorum; haksız mıyım?



“Yok bu devirde, bu rejimde öyle şey olmaz, bizim başımıza böyle bir şey gelmez” demeyin, tarih, böyle diyen ve Tek Adam Rejimi pençesine düşen ülkelerin yaşadığı trajedilerle doludur.
Bu nedenle, Tek Adam Rejimi’nin sakıncalarına karşı, yasama, yürütme ve yargıda, denetleme ve denge mekanizmalarına sahip olan güvenceli rejimler için: DİREN DEMOKRASİ!

Emre Kongar / CUMHURİYET

12 Haziran 2017 Pazartesi

Kir demokrasilerinde yeni cepheler - OSMAN ÇUTSAY

Sonunda Federal Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel Ankara’nın ayağına geldi ve Alman askerlerinin, bu arada Tornado uçaklarının İncirlik’ten çekilmek zorunda kalacağını, “bir parlamento ordusu olduklarını”, bunun normal karşılanması gerektiğini bildirdi. Tabii Ankara ile iyi ilişkilerin bozulmayacağını ekleyerek. Bu, bir uzlaşma aslında.

Başka nasıl uzlaşacaktı Berlin ile Ankara? İncirlik’te Alman vekiller Alman askerlerini ziyaret edebilseydi, karşılığında Almanya’ya sığınma başvurusu yapan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, bunlar arasında da özellikle Ankara’nın “FETÖ’cü” olduklarını iddia ettiği rütbeli NATO subaylarının, hemen Ankara’ya teslimi mi gerçekleşecekti? Olacak şey değil.

Sorunun, bir askeri üsteki Alman askerlerinin Alman parlamenterlerce ziyaret edilmesi falan olmadığını taraflar çok iyi biliyor. Alman ordusunun “demokrat bir parlamento ordusu” olduğu yolundaki açıklamalar, genel seçimlere üç buçuk ay kala Alman seçmenlerin gazını almak ve Alman siyaset sınıfını, bir zamanlar kendi yarattığı ve şimdi nefret nesnesine dönüştürdüğü “Erdoğan öcüsüne“ karşı yeniden birleştirmek dışında bir anlam taşımıyor. Olay fazla büyütülmeden de ziyaret sorunu çözülebilirdi. Ama Türkiye ile “Alman demokrasisi” arasındaki fark bu sayede bir kez daha gösterilmiş oldu. Batılı değerler hep gündemdeydi ve “despot Erdoğan rejimine” Avrupa demokrasisi adına “lider” Berlin kafa tutuyordu. Fakat Ankara ile ipleri de koparmıyordu. Böyle bir mesaj. Çok sayıda mesajdan sadece biri.

Mesele, önce şu: Her arzusu yerine getirilen ve rakipsiz bir “üst akıl” falan yok emperyalist sistem içinde. Tersine, büyük güçlerin birbirinin ayağına basmaksızın, hatta savaşmaksızın küçüklerin kanını ememediği gerçeği var. Yani, sürekli ve hep derinleşen bir “üst kriz” var, bağımlı ülkeleri (zayıf halkaları) ezen, hatta perişan eden. Hep kırılan ve yeniden kurulan bir “suni denge” bu. Emperyalist sistem kendisini böyle sürdürebiliyor. Ancak üst katlardaki sürtüşmelerin sonuçları Türkiye ile özellikle ekonomik alanda epeydir rakipsiz efendisi Almanya arasındaki ilişkileri de sarsıyor. Yugoslavya’dan bu yana açıkça bölgede yerleşik tüm yapıları altüst etmeye (“parçacıklar siyaseti”) mecbur emperyalist sistemin ağababaları, kendi aralarında ortak bir yol haritasında anlaşamıyorlar. Emperyalist mekanizmalar, uzlaşmayı önlüyor. Kriz derinleşiyor. Sistem, krizin finansmanını mevcut siyasal birimleri, yani büyücek ülkeleri küçülterek, endüstrisizleştirerek, etnikleştirerek, mezhep çekişmelerine sahne yaparak ve mafya tarzı birer ticari  depoya dönüştürerek sağlamaya çalışıyor. Bunun Türkiye’ye yansıması, diğer “küçümen” ülkelerden çok farklıdır.


İki sağcı başkent de kendi kitlesini ve siyaset sınıflarını kavileştirmek için karşılıklı güç gösterisine muhtaç. Komşudaki “solcu Syriza” da benzer şeyleri yapmıyor mu? Türkiye’deki kamuoyunun gazını alabilmek için, bundan böyle Kürt kartına oynayacağını açık eden Berlin’e kafa tutmak gerekiyordu. En azından göstermelik bir tepki masaya konuldu. İncirlik’ten uçak çekme operasyonu da Berlin’in yanıtı oldu.

Bu sürtüşmelerden birkaç erken sonuç çıkarabiliriz.

Birincisi: İncirlik’ten çekilecek personelin Ürdün’de de ilelebet kalacağını kimse iddia edemez. Erbil veya bir başka yeni Kürt devleti, ki emperyalizmin çekmecelerinde en az üç yeni Kürt devleti kartı olduğu anlaşılıyor, yeni ev sahipleri onlar da olabilir.

İkincisi: Berlin ile İslamcı Ankara’nın bu son sürtüşmelerden kazançlı çıkacaklarına inandıkları söylenebilir. “Antidemokratik Türkiye”ye hiçbir mali yaptırım uygulanmayacak olması biraz da bununla bağlantılıdır.

Üçüncüsü: Erdoğan Türkiyesi, Almanya’nın bir iç politika sorunudur. Ankara’nın İslamcıları bunu çabuk fark etti. Şantaj dahil tüm oyunları bu denge veya dengesizlik üzerine kurmaya başladı. Türkiye kökenli 3 milyonu aşkın bir nüfusun, Almanya’nın dengelerini bozacak bir hareketlenme yaşayabileceğinden korkuyor Berlin. Ancak aynı Berlin, son aylarda Almanya’da tuhaf bir Erdoğan nefretinin yayıldığını da gördü. Alman seçmenlerin ezici çoğunluğunun Erdoğan’ın despotik yöntemlerinden nefreti, Berlin için bir tür yakıt. Çünkü sadece ana akım medya ve kaşarlanmış siyaset sınıfı değil, sıradan milyonlarca seçmen de böyle düşünüyor. Berlin, giderek yayılan bu tepkiyi kullanmak istiyor. Fakat Ankara da benzer bir “iğrentiyi” Türkiye’de Berlin’e karşı yayma peşinde. İpler koparılmadan bu istikrarsız denge (“suni denge”) korunmaya çalışılıyor.

Dördüncü mesele, üçüncünün bir sonucu veya nedeni: AKP, bir iç politika unsuru gibi sarsmaya başladığı Almanya’ya bir tür AfD (Almanya için Alternatif) olarak müdahale edebileceğini anladı. Dışsal bir sağ popülist bir hareket ve biz buna “AfD (Dış)” diyebiliriz. Alman ana akım siyaset sınıfının Erdoğan ve partisini Alman seçmene bir tür AfD gibi sunmaya başladığı, ama böyle bir etiketten kaçındığı gözleniyor.

Bedelini emekçi halkımızın ödeyeceği çok kirli bir oyun, bir anda büyük çatışmalara da dönüşebilecek bir kayıkçı dövüşü şu sahnedeki.

Şimdilik.

Osman Çutsay / SOL
________________
(*) Bu yazı Boyun Eğme dergisinin 78’inci sayısında yayınlanmıştır.

‘Özgür damatlar politikası’nın anlamı ve Gül - ORHAN BURSALI

İki özgür damat olayı yaşadık... Bu bize ne anlatıyor? Biraz analiz edelim..

 
Bir yandan FETÖ ile zerre ilişkisi olmayanları içeri atan iktidar kafası... diğer yandan FETÖ örgütüyle ilişkileri nedeniyle haklarında dava açılan biri Topbaş’ın diğer Arınç’ın iki damadı serbest bıraktırıyor. 
 
Gerekçe: adresleri belli, karakola imza koyduk, dışarıya da kaçamazlar, o halde tutuklu yargılanmaları için neden yok.
 
FETÖ ilişkileri sıfır insanlara, Cumhuriyetçilere, dünyanın hiçbir yerinde suç olamayacak 50 vuruşluk bir tvitten ise 10 yıllık bir ceza çıkarılabiliyor ve onlar içeride tutulabiliyor. 
 
Milyonlarca insanın, bu durum karşısında, sizin adaletinizin içine... diyen haykırışları kulaklarınızın içine kasırga uğultusu ile doluşuyor mu bilemem, ama benim kulaklarım yakında çalışamaz duruma gelebilir... Yapısal bir bozukluğa uğrayabilirler. 
 
Hukukla, adaletle, hakkaniyetle, vicdanla zerre ilişkisi olmayan bu ikili standardın arka planında siyasi tercihin olduğunu herkes biliyor. Bu iktidarı yıkacak olan da budur.. 

Türkiye’nin yarısını yönetenin damadı
İki özgür damattan biri, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’ın damadıdır.
Topbaş ki kaç dönem İstanbul’u yönetiyor.. (Ve muhalefetin bütünü de, geleceğe yönelik en ufak bir görüş alanı olmadığı ve kör olduğu için İstanbul’u kaptıracak kadar aptaldır!)
O İstanbul ki, bu iktidarın arka bahçesidir, dünyanın en büyük rant bölgesidir. Türkiye’nin yarısından büyüğüdür. İktidar ve milyonlarca ahalisinin en büyük finans kaynağıdır.. 
 
Bu kadar basit. 
 
Topbaş önemli bir mevkide oturuyor. Tabii yanı başı da iktidarın siyasi vb. komiserleriyle de sarılmıştır. 
 
Topbaş’a bir şey olmaz, yapamazlar, damadını da içeri alamazlar, dava sonunda da serbest bırakırlar.
O Büyükşehir ki, FETÖ örgütüne çekmediği kıyak yoktur! 
 
Ama bu kıyak aynı zamanda iktidara ortaklığın payı ve iktidar tarafından da sağlanmış bir kıyaktır, bunu da unutmayalım. 
 
Böyle büyük işlerin açık seçik mahkûmiyetli davası falan olmaz, kimse salak olmasın... 

İkinci damat
Arınç’ın damadına gelince.. Bir damadı serbest bırakacaksın, ikinci damadı tutacaksın. Olmaz böyle şey.
İşte burada şüphesiz çok özel uygulamalar olabilir, ama çifte standardın, düşmana uygulanan cinsinden olması mümkün değil.
 
Arınç, AKP’nin kurucusu. Tamam, RTE’ye çok aykırı düştü, bana sorarsan, Cemaat ile de az oynaşmadı. Fakat iktidar ahalisinden kim Cemaat ile az oynaştı ki! Derseniz ki, darbe girişimine kadar olan uzun süre boyunca, RTE ile ayrılıkları sürdü.. 
 
Hatta diyebilirsiniz ki, yer yer dik durdu, ama irili ufaklı darbelerle beli sık sık büküldü, eyvallah derim! Parti yönetiminden de iktidar olanaklarından da uzaklaştırıldı.. Sadece Arınç değil, bir sürüsü..
Öyle ki, topu birden FETÖ ile kanka olmakla suçlandı.. Bir şey demek istemem şu aşamada! 

Özgür damatlar politikası ve Gül
Bu “topu birden”, ılımlı kalıp savaş açmadıkları sürece, iktidarbaşının büyük gadrine uğramayacaklardır. İktidar için “tehdit” olmaktan, FETÖ’cülük suçlamalarıyla da iyice uzaklaştırıldıktan sonra, parti çevresinde tutulmaları her zaman için akıllı politikadır.
Şimdi iktidarbaşının bu politikası devrededir.
 
Özgür damatlar politikası bunun sonucu olsa gerek.
Ayrıca RTE ile Gül arasındaki ilişkilere de dikkatinizi çekerim.
İkisi, Gül’ün gelininin de diploma aldığı İstanbul Üniversitesi töreninde buluştu. Sahnedeydiler. RTE, Gül ailesinin mutluluğunu paylaştı ve sahnede alkışladı ve aile resmi verdiler. 
 
İki hafta sonra da bu kez Kayseri’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Abdullah Gül, Hulusi Akar, bugün Kayseri’de Büyükşehir Belediyesi tarafından 1’inci Komando Tugayı’nda verilen ve şehit yakınları ile gazilerin de yer aldığı iftara katıldı.”
 
Rastlantı demeyin. “Planlanmış rastlantı” derseniz komik kaçar.
 
FETÖ falan yok, muhalefet ve kanka Bahçeli siyasi ayak” diye çırpınsın. 
 
Hayır, her şeyi paylaşmış kurucuları FETÖ ile ilişkilendirmek, iktidarın işine gelir, ama o kadar. 
 
Savcı ve mahkemeler de hadlerini bilecekler.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Thatcher - Corbyn - ERGİN YILDIZOĞLU

Varoufakis, 2015’te Corbyn ile Thatcher arasında analoji kurarken haklıydı. Thatcher ekonomide, siyasette ve popüler kültürde başlayan yeni dönemi temsil ediyordu. Corbyn de öyle olabilir. 

Blair dönemi bitti
Muhafazakâr Parti seçim kampanyasına İşçi Partisi’nin (İP) 20 puan önünde başladı. Yandaş basın, hatta siyasi yelpazenin solunda yer alan The Independent, The Guardian, Theresa May’in bu seçimlerde Corbyn’in siyasi hayatını bitireceğini, İşçi Partisi’ni hezimete uğratacağını söylüyordu. Partinin, Blairci, neoli- beralizm kalıntısı üyeleri de her fırsatta Corbyn’i sabote etmekten çekinmediler. Seçimlerde Muhafazakâr Parti meclis çoğunluğunu kaybetti, İşçi Partisi oyunu, meclis iskemle sayısını arttırdı. Corbyn’in değil Theresa May’in siyasi yaşamı duvara çarptı. The Economist, “Blair dönemi 8 Haziran’da bitti” diyordu. 

 
Gerçekten de, İP’nin seçim manifestosuna bakınca, yaklaşık 38 yıl önce toplumu yeniden şekillendirmeye, vatandaşların aklına yeni “tartışılmaz doğruları” yerleştirmeye başlayan neo-liberal, postmodern söylemlerin, bu seçimde yıkılmaya başladığını görüyoruz.
Birincisi, İP’nin manifestosu, özelleştirmeye karşı olmanın ötesinde, taşımacılık, enerji tedariki gibi kamu hizmeti veren sektörlerin yeniden devlet mülkiyetine ya da denetimi altına alacağını, gelir dağılımı piramidinin en üst yüzde 20’sinin ve büyük şirketlerin vergilerini artırarak elde edeceği kaynakları, sağlık, eğitim, toplu konut gibi hizmetlere aktaracağını, orta, küçük işletmeleri destekleyecek bir kamu bankası kuracağını, emekçilerin üzerinde bir yük olan KDV oranını düşüreceğini, üniversite harçlarını kaldıracağını söylüyordu.
Halkın bu talepleri benimsenmeye başlaması, neo-liberalizmini zihinlere yerleştirdiği varsayımların dağılmaya, bastırılan sınıf reflekslerinin geri gelmeye başladığını gösteriyordu. 

Yeniden vatandaşlık ve sınıf
İkincisi, İP, göçmenliği, denetleyen ama sınırlamayan, ortak pazarda kalmaya kararlı bir “yumuşak Brexit” savunurken, Muhafazakâr Parti “ne olursa olsun katı Brexit” iddiasındaydı; böylece işçi sınıfı içindeki, “eski-yeni”, “yaşlı genç” farkından yararlanmayı amaçlıyordu. Ancak, geçmişte milliyetçi, yabancı düşmanı duyarlılıklarla, UKIP’yi, İşkoçya’da, Galler’de ulusal partileri, referandumda da, “Brexit”i destekleyen “eski işçi sınıfının” önemli bir bölümü, bu kez İP’ye, ortak vatandaşlık, sınıf kimliklerine dönmeye başladılar. Londra’nın, “yeni işçi sınıfı”, Brexit karşıtı seçmeni de, Kensington’da bile Brexit karşıtı liberal partiye değil, İP’ye oy verdi. 
 
Üçüncüsü, Corbyn’e gelene kadar İP neo-liberalizmi benimseyen bir görüntü sunduğundan, siyasete ilgi göstermeyen, sandığa gitmeyen gençlerin, bu kez 72’si İP’ye oy vermek üzere sandığa gittiler. Seçim sonuçları belli olduktan sonra da, çok “haklı olarak bunu biz yaptık” duygusunu sosyal medyada gururla sergilediler. 
 
Dördüncüsü, Corbyn ilkeli bir sol liderlik sergiledi, halkın içinde büyük meydan toplantıları düzenleyerek, seçmenle diyalog kurmaktan çekinmeden kampanya yaptı. Geçmişte IRA’yı, Hamas’ı desteklediğine ilişkin suçlamaları, sakin mantıklı açıklamalarla etkisizleştiren, “düğmeye” (nükleer silahların) basar mısınız sorusuna, tüm suçlamalara karşın, olumlu cevap vermeyerek, terörizm tehlikesiyle İngiltere’nin dış politikası arasında bağlantı kurarak, Corbyn samimi, dürüst bir lider örneği sergiledi. 
 
Bir söyleşide “sen ne biçim lidersin, taleplerinin yalnızca bir kısmı seçim manifestosuna girebildi” eleştirisine verdiği, “Ben liderim, diktatör değil. Benim görevim, dayatmak değil, ikna etmek, parti meclisinin hazırladığı manifestoyu savunmaktır” cevabı, bu farkı çok güzel sergiliyordu.
 
Corbyn işçi sınıfının hem yeni gelişen kuşağını kazanmış, hem de neo-liberalizmden en çok etkilenmiş geleneksel kesimini kazanmaya başlamış görünüyor. 
Bu eğilimi konsolide edebilirse, o da Thatcher gibi, TINA (Başka seçenek yok) sloganıyla toplumun yapısını değiştirmeye başlayabilir...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET