26 Ağustos 2017 Cumartesi

O Türklere yazık olacak - ALİ SİRMEN

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel ile Adalet Bakanı Heiko Maas’ın ünlü Der Spiegel dergisi için ortaklaşa kaleme aldıkları makalenin özeti çarşamba günkü Cumhuriyet’te yayımlandı.
Siyaset yaşamında sık rastlanmayan içerikteki makaleyi mutlaka okumalı. “Erdoğan’ın kültür savaşına Almanya’da yer yok” başlıklı makalenin hükümet üyesi iki yazarı, “Türkiye’de vuku bulan din- devlet ayrılığının yavaş yavaş ortadan kalkması demokrasi için zehirdir; insanların insan hakları ve anayasa gibi ortak bir temel üzerinde birlikte yaşamasını, Erdoğan’ın din kökenli otoriter hâkimiyeti giderek silmektedir, Türkiye’de dini inançlar adına insan haklarının nasıl yıkıldığına tanıklık ediyoruz” diyerek, Türkiye’de demokrasinin yerini otoriter bir rejime bıraktığını söylemekle kalmıyor, bu durumun Almanya’ya bulaşması tehlikesi olduğu da ileri sürüyorlar. İki bakan bu bulaştırmanın belli camiler üzerinden yapıldığı iddiasını da eklemekten çekinmiyor ve “kökten bir değerler çatışmasını teşvik eden Erdoğan’ın provokasyonlarına izin verilmemesi gerektiğini” vurguluyorlar.

***

İki bakan, toplumlarının demokratik değerlerini ve iç barışını, Türkiye’deki kendi gerginliklerini Almanya’ya ihraç etmeye çabaladığını ileri sürdükleri Tayyip Erdoğan’a karşı, korumak amacıyla seferberlik çağrısı yapıyor ve Almanya’daki Türk camilerinin ve derneklerinin daha sıkı bir denetim altına sokulmalarını öneriyorlar.
Yazının altındaki imzalar, Alman Devleti’nin konuya nasıl yaklaştığı konusunda açık bir fikir vermeye yeter.
Almanya’da yalnızca siyasi güçlerin çoğunluğunun kanaatinin bu yönde olmakla kalmayıp, kamuoyundan da aynı yönde baskılar gelmekte olduğunu bilmeliyiz.
Siyasi gözlemciler, Merkel’in Erdoğan’a karşı son zamanlarda tutumunun olumsuzlaşmasının seçmenden yükselen taleplerin ürünü olduğunu belirtmektedirler.
Erdoğan Türkiyesi’ne karşı bu olumsuz yaklaşımın, yalnız Almanya’ya özgü olmadığı, başta Avusturya ve Hollanda olmak üzere, derece derece tüm Avrupa ülkeleri siyasetçileri ve daha da önemlisi kamuoyları tarafından paylaşıldığı herkesin malumudur.
Son zamanlarda çeşitli Avrupa ülkelerinde baş gösteren kökten dincilerin terör eylemleri de İslamofobiyi yükseltirken, laik demokratik düzen yerine baskıcı din devleti kurmakla suçladıkları Tayyip Erdoğan’a karşı duyulan tepkiyi daha da artıracaktır. 


***

Bu durumun Türkiye’nin AB ve Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini etkilememesi beklenemez. Son zamanlardaki gelişmeler, Avrupalı muhataplarımızın Türkiye’ye karşı, kendilerini demokrasilerinin meşru müdafaasını yürütür algısı içinde olduklarını gösteriyor.
Bu algı, böyle bir imkânları olmadığı için, onları Türkiye’yi güç kullanarak cezalandırma yaptırımına yöneltemeyecek ama kendi toprakları üzerinde yaşayan vatandaş olsun ya da olmasın, Türk kökenlilere karşı daha kuşkucu ve daha mesafeli davranmalarına, gerginlik arttıkça da onlar üzerinde toplumsal ve kamusal baskıların yoğunlaşmasına neden olacaktır.
Böyle bir sonucu engellemek için yapılması gereken şey, oradaki soydaşlarımızın bütün davranışlarıyla demokrasinin kurum ve kavramlarını özümseyip, sahip çıktıklarını, yılmadan sabırla göstermeye çalışmaları olacaktır.
Yapılması gereken budur. Yapılmaması gereken ise, orada kendi görüşlerinden olmayan partileri “düşman” ilan etmektir.
Zira ister parti, ister birey, ister dernek için olsun, demokraside kullanılması asla mümkün olmayan sıfat “düşman”dır.
Öyle bir sıfatın benimsenmesi demokrasinin de çürüme sürecinin başlangıcı olacaktır. 



İşler bu yöne doğru gelişirse, yurtdışında yaşayan, ekmeğini orada kazanan Türklere yazık olacaktır.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Komünistlerin lideri - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Erdoğan’ın komünizmle mücadelesi devam ediyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra komünizmden en çok bahseden siyasetçi olma ihtimali yüksek. Geçen hafta da mücadele bayrağını yükseltti ve komünistlere yüklendi:
Yanlarına havalimanı geliyor, bazıları ‘havalimanı istemezük’ dedi. Yıllarca havalimanı dendi, bunlar ‘İstemezük’ dedi. Kim bunlar? Komünistler, komünistler. Bu komünistler, bunlar hiçbir zaman vatansever değildir. Bu tür hizmetleri verdiğiniz zaman çılgına dönüyorlar.” 

 
Hürriyet gazetesinden İsmail Saymaz, Cumhurbaşkanı’nın kastettiğinin Artvin-Rize havalimanı inşaatı nedeniyle açılan taşocaklarına tepki gösteren ahali olduğunu yazdı. Gerçekten de Rize’nin Pazar ilçesine bağlı Yeşilköy sakinlerinin açtığı iki dava bulunuyor. Eylemleri medyada şöyle yer almış: “Tulum eşliğinde horon ve türkülerle tepkilerini dile getiren yöre sakinleri çalışmaların durdurulmasını istedi.” 
 
Rize’nin Pazar ilçesine bağlı Yeşilköy’deki komünist kalkışma tehlikesine dikkat çektiği için teşekkür etmek gerek. Yaklaşık 100 kişinin yaşadığı bir köyü bile takip eden sayın Cumhurbaşkanı’nın titizliğine ve ayrıntıcılığına da şapka çıkarmamak kadir kıymet bilmezlik olur.
Pekiyi, komünistler havalimanına karşı mı? Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde dağılmadan hemen önce, CIA’nın hazırladığı bir rapor, ülkede 7 bin 192 havalimanı olduğunu kaydetmiş. Kendi yolcu uçaklarını, savaş uçaklarını üreten, uzaya ilk uyduyu ve insanı gönderen komünistler elbette eleştirilebilir ancak komünizmin havalimanlarıyla bir derdi olduğunu söylemek güç. 
 
Diyelim ki Sovyet komünistleri inşaat sever insanlardır, fakat Türkiye’nin komünistleri vatansever olmadıkları için inşaatlara karşıdır. O vakit, bu komünistlerin memleketi kalkındıracak dev projeler konusundaki fikri önderini, manevi liderini tespit etmekte fayda var.
Mesela bu kişi, “Üçüncü köprü olayı bir intihardır. Bu bir cinayettir” diye feryat etmiş ve çevre bilincini en sert ve çarpıcı sözlerle ifade etmiş biri olabilir mi?
Şayet öyleyse, doğayı tahrip edecek yapılaşma karşıtı komünist yapılanma ta 1995 tarihinden bu yana faaliyette. Bu sözler ise o dönem İstanbul Belediye Başkanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a ait.
Zannederim Sayın Erdoğan bir süre liderliğini yaptığı komünistlerin içyüzünü görünce pişman olarak siyasi çizgisini değiştirmiş. Bir dönem içlerinde bulunduğu için de kendilerini çok iyi tanıyor ve en ufak girişimlerinde kamuoyunu onlara karşı uyarıyor. 
 
Bu inşaat karşıtı komünistler, sayın Cumhurbaşkanı’nı uzun süre kandıramadığı için şükretmeliyiz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Vatansever - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ben pek aldıran olmaz sanmıştım ama AKP Genel Başkanı’nın “komünistler vatansever değildir” lafına ciddi ciddi yanıtlar verildi bizim cenahtan. Bunca zamandır huyunu, suyunu, taktiğini bildiğimiz genel başkanın tuzağına düşüleceğini beklemezdim doğrusu.

Yine de yanıt verilmesine diyecek bir lafım yok ama bir komünist olarak, kendi adıma tabii,Erdoğan ile benzerleriyle “vatansever”lik yarışına girmeye niyetim yok. Bir komünistin işi bu değildir. Varsayalım ki böyle bir yarışa niyetlendik, o zaman da öncelikle Recep Bey’in “vatanseverlik” tanımında anlaşmamız lazım. Yani şununla : “Yıllarca havalimanı dendi, bunlar ‘istemezük’ dedi. Kim bunlar? Komünistler, komünistler. Bu sol zihniyet, bu komünistler hiçbir zaman vatansever değildir”.

Görüldüğü gibi kafasına göre yaptığı bir “vatanseverlik” tanımı var Recep Bey’in. Bizi bunu kabule davet ediyor. Bu tanımı otorite haline getirip ona boyun eğmemizi istiyor. Oysa, çok açık değil mi, AKP Genel Başkanı için “vatanseverlik” açıkça söylediği gibi “köprüyü sevmek”, “AVM’yi sevmek”, “ormandan geçen yolu sevmek”, “topçu kışlasını sevmek”, “havalimanını sevmek”, “HES’i sevmek” . Çünkü vatandan anladığı yine kendi ifadesiyle “köprü”, “AVM”,  “ormandan geçen yol”, “topçu kışlası”, “havalimanı”, “HES”. Ben, hepsi birer tahribat gerekçesi olduğu için elbette, bunların hiçbirini sevmiyorum. Bu nedenle benim “vatansever” olmadığımı söylemekte çok çok haklı Recep Tayyip Erdoğan. Bu nedenle bana düşen “vatansever” olduğumu anlatmaktan çok neden “vatansever” olmadığımı anlatmaktır. Belki belki Büyük Nazım’ın o malum şiirini mırıldanırım anlatırım bir de, o kadar. Çünkü Recep Bey’in vatan tanımında emek, alın teri, paylaşım yok, insanı, çevreyi hesaba katmayan “kalkınmacılık”a tapınma var. Bunların hepsi sermaye yararına bir “vatanseverlik” demek. Gölgesinde dinlenebilecek bir ağacı savunabilmek için Recep Bey’lerin karşısında “vatansevmez” olmaktan başka çaremiz kalmıyor. Çünkü sermayenin yararına olan ne varsa “vatanseverlik” olarak karşımıza çıkarıyorlar. Böyle yaptıkları sürece karşılarına geçip, “asıl vatansever biziz” demek, “o zaman köprüyü savun” demogojisiyle bir başka tuzağa çekilmek demek. Dileyen Erdoğan’ın minderine güreşsin.

Komünistler halkın, emekçinin yararına olacak girişime neden karşı olsun? 1969 yılında Deniz Gezmiş ile arkadaşlarının Hakkari’de kendi elleriyle köprü yaptıklarını Erdoğan da biliyor. Tek bir ağaç kesmeden, tek bir karınca ürkütmeden hem de. Kaldı ki Erdoğan’ın “vatanseverlik”i başka halklara kapalı, onlara muhabbet beslemeyen, “domuzdan post, gavurdan dost olmaz” diyen Hayrettin Karamanvari bir “vatanseverlik”. Benim vatanseverliğim ancak başka halklara kardeşlik duymakla mümkün olabilir.

Ülkeyi, vatanı sevmeyi Erdoğanların çektiği zeminde göstermeye ya da kanıtlamaya çalışmak komünistlerin işi değildir. Varsın Erdoğan “vatansevmez” olduğumuzu söylesin. Aldırmayalım demiyorum, ama “biz de vatanseveriz” diyeceğimize beyefendinin “vatan”dan anladığının ne olduğunu anlatalım. Aslında vatan dediğinin 2015’de Balıkesir’de yaptığı konuşmada “anonim şirket” olduğunu anımsatalım; “ yeni Türkiye, sivil toplum örgütlerinin, iş adamlarının ellerinde yükselecek. Sizler bir iş adamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir”. Buydu söyledikleri.

Anonim şirket gibi yönetilen ülkede emeğe saygı yoktur. İşadamlarının ellerinde yükseleceğine inanılır şirketin ama alın teri hesaba katılmaz. Dolayısıyla işadamlarından, sermayeden oluşmuş “vatan”ın “sever”i değildir komünistler. Böyle bir “vatansever”lik tanımının karşısına “nasıl asıl vatansever biziz” denir ki? Bu tür bir “vatan”ı sevmeyi onlara bırakıyorum ben kendi adıma.
Ben bir komünistin anladığı anlamda bir “yurtseverim” kuşkusuz. Bundan ötürü de elbette bir yurtsever olarak asli görevlerimden biri ülkemi hükümet(ler)e karşı korumaktır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Livaneli yazarlık okulu - NAZIM ALPMAN

Zülfü Livaneli’nin sondan bir önceki kitabı “Huzursuzluk”u bitirdikten sonra onun sadık bir okuru olarak aklıma ilk olarak şu soru gelmişti:
-Ezidi trajedisinin üzerine çıkabilecek bir başka kitap daha nasıl ve ne zaman yazılabilir ki?
Ben daha o kitabın etkisinden kurtulamamışken Livaneli’den bir kitap daha geldi: Elia ile Yolculuk.
Zülfü Ağabey, -okurlarından daha hızlı idi- Elia Kazan ile olan dostluğunu New York’ta başlayıp Kayseri’de sona eren bir yolculuk içinde olağanüstü bir akıcılıkta, kütüphaneler dolusu bilgiyle harmanlayarak ve bir sonraki sayfada acaba ne var merakıyla soluksuz okuttuğu bir eseri daha sessizce kitapçı raflarına bıraktı.
Kitap temmuz ayının ilk günlerinde kitapçılara ulaştığında ne bir ilan ne de bir söyleşi çıkmıştı gazetelerde. Kitabı “bitmesin” isteğiyle taksitli olarak sadece sabah işe giderken otobüste okuma kararı almıştım ki, akşama kitap bitti!
                                                                              •••

Elia Kazan Kayserili bir Rum ailenin ABD’ye göç etmiş oğlu… Onun Anadolu’ya ait kökleri kitabın en başından itibaren kendini gösteriyor. Zülfü Livaneli New York’ta onu ziyarete gittiğinde, çalışma odasında Kazan’ı yüksek sesle klarnet kaseti dinlerken uyumuş halde buluyor!
İlerleyen bölümlerde ise daha ilgi çekici bilgiler veriyor:
“Elia’nın ‘Anadolu Gülüşü’ dediği ve halıcı babasından öğrendiği şey buydu işte: Sahte bir gülüş! Amerika Amerika adlı filminin ilk adı da Anadolu Gülüşü idi zaten…”
Kitap Elia ile yapılan yolculuğu anlatıyor anlatmasına ama o kadarla sınırlı değil. Bu yolculuğun içinde Zülfü Livaneli de var, Fatih Sultan Mehmet de, Stalin de…
Livaneli, Elia Kazan’ın 1950’li yıllarını anlatırken hikayenin yolu 1953 Amasya’sından geçiyor:
“Benim de küçük bir çocuk olarak yaşadığım bir Stalin anım vardı. İlkokul birinci sınıftayken bütün öğrencileri sokaklara çıkarmışlar, ‘Stalin Cehenneme!’ diye bağırtarak tören düzeni içinde yürütmüşlerdi! Akşama kadar bağırmaktan sesimiz kısılmıştı. Cehennem hakkında biraz bilgimiz olsa bile Stalin kelimesinin ne anlama geldiğine dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Çok sonra anlayacaktım, Stalin’in kim olduğunu ve öldüğünün açıklandığı gün bizi niye öyle yürüttüklerini…”
Peki ya Fatih Sultan Mehmet’in bu yolculuktaki yeri ne o zaman?
Sözü Livaneli’ye bırakmak en iyisi:
“1453’te Kostantinapol’ü Türkler aldığı zaman Roma medeniyeti sona ermedi. Sultan Mehmet, Yeni Roma İmparatoru oldu. Zaten resmi unvanı da Kayser-i Rum idi. Yani Roma Sezar’ı. Çok iyi Yunanca ve Latince biliyordu. Homeros’u okuduktan Truva’ya giderek Aşil’in mezarını ziyaret etmişti. Papa Pius’a Helenlere karşı Truva’nın ve Hektor’un intikamını alacağını yazmıştı. Kendisini yetiştiren üvey annesi Mara Brankokoviç ve karısı da Ortodoks idi. Hiçbir zaman İslam’a dönmemişlerdi.
Savaşırken elde kılıç ile ölen Kostantin Paleolog’un iki yeğeni –ki zamanı gelince Bizans İmparatoru olabilirlerdi- Sultan Mehmet tarafından vezir yapıldılar. Mehmet öldüğünde kendisini Büyük Kostantin Justinianos , Theodora, Zoe ve diğerlerinin yattığı yere gömdürdü. Hristiyan karısını da…”
Elia ile Yolculuk sırasında Livaneli bu bilgileri büyük arkadaşına anlatıyor. O da tam bir Anadolu içtenliğiyle teşekkür ediyor:
-Eee niye anlatıyorsun bunları bana? Ben tarihle ilgilenmem!

                                                                                •••

Kitapta bunlar gibi daha pek çok özel bilgiler yer alıyor. Kitapları yazıp-çizerek okuyanlardan olsanız bile yolculuk üzerinde sıklıkla mola yerlerine dönmeniz gerekir.
Kitabın sihrini bozmak istemem onun için tadımlık bir alıntı yapmakla yetiniyorum. Okurken aklıma hep şu geldi: Son yıllarda yaygınlık kazanan “Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri” adlı faydalı etkinliklerde Livaneli metinlerinden yeterince istifade ediliyor mu, bilmiyorum. Ama bu çalışmalara katılama imkanı olmayanlar fazla üzülmesinler. Zülfü Livaneli kitapları yazarlık hakkında çok fazla deney aktarıcı özelliğe sahip…
Her kitabında farklı bir kurgu ile okurlarının mutluluktan başını döndürüyor. Livaneli yüksek zirvelere sahip sıradağlara benziyor. Her kitap farklı bir zirve oluşturuyor.
Eğer, ulaşılabilir bir benzetme istiyorsanız, o zaman buraya buyurun:
-Zülfü Livaneli Yazarlık Okulu!..


Nazım Alpman / BİRGÜN

25 Ağustos 2017 Cuma

Kapitalizmin sonu: Nasıl? - KORKUT BORATAV

21. yüzyılın ilk çeyreğine yaklaşırken, sistem-karşıtı düşünürlerin bir bölümü “hükmetmiş”: Kapitalizmin geleceği yoktur!

Neden?
Nasıl?
Sonrası?
Yanıtlar farklılaşıyor; ama teşhis değişmiyor: Hastalık ölümcüldür…
Bugün, iki önemli düşünürün, Immanuel Wallerstein ve Samir Amin’in bu doğrultudaki son katkılarına değinmek istiyorum.


Immanuel Wallerstein: Kapitalist Sistemin Bunalımı
Immanuel Wallerstein,  bir dünya sistemi olarak kapitalizmi inceleyen sosyal tarih okulunun önde gelen temsilcisidir.  Bu özelliği, kapitalizme ilişkin öngörülerine önem kazandırır.
“Kapitalizmin Geleceği Var mı?” başlıklı, ortak imzalı kitabın (Metis, 2013) yazarlarından biridir. Bu soruyu, kitapta, “Yapısal Kriz” başlığı altında tartışıyor.
Wallerstein, ayrıca, ayda iki kere “Yorumlar” yayımlar. Bunlardan ikisi “kapitalizmin geleceği” teması üzerindedir. Birincisi “1945’ten Bugüne Küresel Sol, Küresel Sağa Karşı” başlığını taşıyor (15 Mayıs 2017). Diğeri de “Radikal Sol’un İkilemleri”dir (15 Ağustos 2017).
Wallerstein, uzun dönemlerin tarihçisidir. Temel önermesi “Yapısal Kriz” yazısının ilk cümlesinde yer alıyor: “Kapitalizm bir sistemdir ve tüm sistemlerin bir ömrü vardır; hiçbiri ebedi değildir.” Bu önermenin doğa sistemlerinden hareketle yapıldığı ve “orta ölçekli tarihsel toplumsal sistemleri” de kapsadığı ifade ediliyor (s.19).
Böylesine bir genelleme elbette sınırsız tartışmalara açılır. Günümüz kapitalizmine  nasıl taşınıyor? Asıl önemlisi budur.
Wallerstein’e göre, kapitalist dünya sisteminin iniş-çıkışları, iki farklı çevrim tarafından belirlenir: Teknolojik değişimlerin sürüklediği (kabaca ellişer yıllık) Kondratief çevrimleri ile çok daha uzun süreli hegemonya çevrimleri…

21. yüzyılın başında, son Kondratief çevriminin iniş aşaması, ABD hegemonyasının bunalımı ile üst üste gelmiştir. Bu eşleşme, kapitalizmin yapısal bir krizi ile de birleşmiştir.
Yapısal kriz, kâr hadlerinin kalıcı olarak düşmesi sonunda oluşmuştur ve  kapitalizmin belirleyici özelliği olan, sonsuz sermaye birikiminin sürdürülememesi ile sonuçlanacaktır.
Wallerstein’ın somut göstergelerle desteklenmeyen bu anlatımı, bence, ikna edici değildir. Kısa dönemli ekonomik çözümlemeler, Braudel okulunun bu parlak temsilcisinin güçlü yanı değildir.
İki çevrimin olumsuz aşamaları ile son yapısal krizin eş-zamanlı gerçekleşmesi, bir sistem bunalımı doğurmuştur: “Sonsuz sermaye birikimini rehber alan modern [kapitalist] dünya sistemi 500 yıl sürmüştür… Devam edemez, çünkü denge durumundan çok uzaklaştı ve artık kapitalistlerin sonsuz sermaye biriktirmesine müsaade etmiyor. Alt sınıflar da torunlarının bu dünyayı miras alacağına artık inanmıyor. Sonraki sisteme dair mücadelenin sürdüğü yapısal bir kriz içinde yaşıyoruz.” (s.21, 47).
“Cenazenin kalkacağı” tarih de 2040 ya da 2050 olarak öngörülüyor. (s.45).

Dünya Çapında Bir Sınıf Mücadelesi
Wallerstein,  kapitalizmin kendiliğinden yok olacağını düşünmüyor. Sistemin kaderini, Dünya solu ile Dünya sağı arasındaki çatışma belirlemektedir.

Dünya Sağı, Kapitalizmin Altın Çağı içinde emek ve sermaye arasında gerçekleşen tarihsel uzlaşmayı 1980 sonrasında bozan; sömürüyü, eşitsizliği yoğunlaştıran; neoliberal “tek seçenek” programlarını yerleştiren, gezegenin en varlıklı yüzde 1’inden oluşmaktadır. Bu blok, Altın Çağ’ın liberal değerlerini de reddetmiş; Batı’daki “kültür savaşları” içinde aşırı, tutucu sağın  konumlarını benimsemiştir. Wallerstein, böylece, “popülist” yaftası altında saygınlaştırılan neo-faşist akımları da egemen bloka yerleştirmektedir.

Dünya Solu, ise, bu politikaların tüm mağdurlarından, dünya nüfusunun yüzde 80’inden oluşmaktadır.  Wallerstein, 1980 sonrası dönüşümlerin öyküsünü anlatırken, emekçilerin  ve Güney coğrafyalarının yaşadığı “mağduriyetleri” de sıralamaktadır. Ancak, Küresel Sol’un öğelerini, sınıflara, ülkelere göre değil, muhalefet akımlarına göre ayrıştırmaktadır.

Buna göre Küresel Sol üç akımdan beslenmiştir.

-Birincisi,  kapitalizmin altın çağı içinde dünyanın üçte ikisinde iktidarlarla tanışmış olan “Eski Sol”dur.
Komünist, sosyal demokrat partilerden ve Üçüncü Dünya’da ulusal kurtuluş hareketlerinden oluşmuştur. Sosyal demokrasinin sistem-dışı programları zamanla aşınmış; komünist rejimler çökmüş; “kalkınmacı devletler” tarihe karışmıştır. Wallerstein’in “Eski Sol” ile gönül bağı pek olmamıştır; bugünkü durumlarını da “marjinal” görmektedir. Ancak, izleri, kalıntıları, deneyimleri ile Küresel Sol içinde yeri vardır.

-İkinci akım (“Yeni Sol”) ise, Wallerstein’in 1968 Devrimi olarak adlandırdığı dalganın bugünkü uzantılarıdır.
1999 sonrasında küreselleşme karşıtı muhalefeti uluslararası alana taşımıştır. Son yıllarda iktidarlara uzanan Syriza, PODEMOS, Melenchon hareketleri tarafından da temsil edilmektedir.

Küresel Sol’un bugünkü bileşiminde, Eski Sol ve 1968 Ruhu, radikal solu oluşturuyor. Eski Sol, bu bileşkeye, dikey örgütlenme, iktidara el koymayı hedefleyen partiler, büyümeci, kalkınmacı programlar ile katılıyor.
Yeni Sol ise, merkezsiz, hiyerarşisiz, yatay örgütlenmeye öncelik veriyor; “göreli demokrasi ve göreli eşitliğe yol açacak toplumsal hedeflerin akılcı bir dengesini arıyor.” (s.46)

Wallerstein, cinsiyet, ırk, kimlik ayrımlarına karşı mücadeleleri oluşturan, çok-kültürlüğü, özgün halkları temsil eden   tüm  akımları da Dünya Solu’nun bir öğesi olarak öneriyor. (1945’ten Bugüne Küresel Sol, Küresel Sağa Karşı).
Sokak mücadeleleri mi?
Seçim mi?
Halkların çektiği acıları azaltacak sol iktidarlar küçümsenmemelidir. “Kısa dönemde hem sokak, hem seçim yolları denenmelidir. Zira, kısa dönem, sonraki hedeflerin denendiği alandır.” (Radikal Sol’un İkilemleri)
“Unutulmamalıdır ki hedef, kapitalizmin reformu değildir; onu izleyecek sistemdir. Kemer sıkmaya karşı çıkan güçler, çok-kültürlülük güçleri ile birlikte dünya nüfusunun  yüzde 80’idir. Bu algılanırsa zafer kazanılabilir. Zirvedeki yüzde 1’e karşı savaş açıp, gerideki yüzde 19’u kendi saflarına çekmeye çalışılmalıdır.  Sınıf mücadelesi de tamı tamına budur.”  (1945’ten Bugüne Küresel Sol, Küresel Sağa Karşı)


“Wall Street’i İşgal” hareketinin %99’a karşı %1 ayrışmasına dayalı bu sınıf mücadelesi çağrısı, elbette Marksist-Leninist geleneğin dışındadır. Wallerstein de “bizim takım”ın eleştirilerine âşinadır.
Sonuç ne olur?
Wallerstein, kehanetten uzak duruyor: “Mevcut sistemdeki temel özellikleri, hiyerarşiyi, sömürüyü ve kutuplaşmayı koruyan bir yeni sistem de mümkündür. Kapitalizm bu özelliklere sahip tek sistem değil ve yeni sistem kapitalizmden çok daha kötü olabilir… Alternatifi de görece demokratik ve görece eşitlikçi  bir sistem…”
“Tarih kimsenin yanında değil…Tercih ettiğimiz dünya sistemine ulaşma şansımız en iyi ihtimalle yarı yarıyadır.” Bu olasılık dahi küçümsenmemelidir (Yapısal Kriz, s. 47).

Samir Amin: Bir Yeni Enternasyonal Çağrısı
Samir Amin, 20. yüzyılda emperyalizm Marksist analizini geliştiren öncülerden biridir. Kapitalist dünya sistemine anti-emperyalist perspektifle bakarak bağımlılık okulu ile köprüler oluşturdu. Üçüncü Dünya için “metropollerden kopma” öneren kalkınma stratejilerini savundu. 1968 dalgasına ve SSCB-ÇKP ayrışmasına Maocu çizgi içinde katıldı.
Sosyalist konumunu hep koruduğu için (Wallerstein’in sınıflaması içinde) Eski Sol’u temsil eden bir düşünür olarak görülmelidir.
Samir Amin, bu yakınlarda “İşçi sınıfının ve dünya halklarının Enternasyonalini yeniden inşa etmek zorundayız” başlıklı bir çağrı yayımladı. Türkçe çevirisini bana Fikret Başkaya iletti. İngilizce metin ise, Defend Democracy Press’te (29 Temmuz 2017) yer aldı.

Samir Amin’in çağrısının ana mesajı şudur: Çağdaş emperyalist kapitalizm, sürdürülemeyecek özellikler kazanmıştır. Bugünkü sistem-karşıtı muhalefet yetersizdir. Kapitalizme karşı önce direnmek; sonra da ona son vermek için örgütlü, kolektif bir müdahale gerekmektedir. Bu örgütlenme İşçilerin ve Dünya Halklarının Enternasyonali biçiminde oluşmalıdır.

Emperyalist sistemin eleştirisi açısından Amin, Wallerstein’in tespitlerini ayrıntılarla zenginleştiriyor: Tekelleşme, sınıf tahakkümünün yoğunlaşması, kârların tırmanması, finans kapitalin denetim-dışı büyümesi, ekonomilerin durgunlaşması, temsilî demokrasinin fiilen tasfiyesi, totaliterleşme, artan askerî müdahalelerle Güney’i yeniden kolonileştirme eğilimleri…

Samir Amin’e göre metropolde tüm muhalif akımlar, egemen güçlerin denetimi altındadır. Avrupa’daki, Syriza, PODEMOS, Melenchon-türü “sol” muhalefet seçenekleri etkisiz kalmaya mahkumdur. Kültürel muhalefet türleri ise, kapitalizmle uzlaşma içindedir.

“Güney” coğrafyasına gelince, buralarda  kapitalizme muhalefet, bir boyutuyla dinci/gericiliği güçlendirmektedir. “Diğer Güney ülkelerinde geçtiğimiz yıllar içerisinde başarılı bir ekonomik büyüme ivmesi yakalanması da, ‘gelişmiş’ ulusal bir kapitalizmin inşa edilebileceği yanılgısını besliyor… Emperyal güçlerin, küçük ya da büyük hiçbir çevre ülkesinin bu boyunduruktan kendini kurtarmasına müsaade etmeye niyeti yoktur. Bu tür gelişimlere  karşı askeri saldırganlığı da içerecek [müdahaleler] kuvvetle muhtemeldir.”

Samir Amin, bu belirlemelerden hareketle, kapitalizme son vermeyi hedefleyen bilinçli, örgütlü bir müdahale gereksinimine ulaşıyor.
 “Şu an, kapitalizmin sonbaharı aşamasını yaşıyoruz. Krizlerle dolu kapitalizmi sonlandırmaya ihtiyaç var… Sosyalist atılımı gerçekleştirebilecek yeteneğe sahip uluslararası radikal solun yeniden canlandırılmasından başka seçenek yoktur. Emperyalist kapitalist sistem tarafından kandırılmış gerçek militanların asıl amacı işçiler ve halklardan oluşan yeni bir Enternasyonal yaratmak olmalıdır.”

Benzerlikler, Ayrılıklar
Wallerstein’in “kapitalizmin sonu” çözümlemesi ile Amin’in anti-kapitalist çağrısı arasındaki temel benzerlik gözden kaçmamalıdır: Kapitalizm, bir sınıf mücadelesi ile son bulacaktır.
Bu önemli bir benzerliktir. Zira, bilinçli bir müdahale olmaksızın, kapitalizmin kendiliğinden (bir anlamda kendi zıddına)  dönüşerek yok olacağını ileri süren düşünürler de vardır. Paul Mason, Wolfgang Streeck, ve Randall Collins’in Marksist öğeler içeren bu doğrultudaki katkılarını ileride tartışmak istiyorum.

Wallerstein ve Amin arasındaki belirleyici farklara da değinelim.

Wallerstein, kapitalizmin son bulacağı öngörüsünü nesnel bir çözümlemeye dayandırıyor. Amin ise, çağdaş kapitalizmin bozukluklarını sıralıyor; yargılıyor  ve hükmediyor: “Bu bozuk sistem son bulmalıdır…”
Umuyor ki bu “dilek”, bir “müdahale programı” (“Enternasyonal”) ile hayata geçirilsin.
Wallerstein’in “kapitalizmin sonu” öngörüsünün dayandığı ekonomik çözümleme, yukarıda değindiğim gibi, zayıftır; ikna edici değildir. Ancak, Amin’in aksine, en azından, “sistem çirkindir; o yüzden son bulmalıdır” türü bir dilekten öteye gitmektedir.

Kapitalizme son verecek toplumsal aktörler açısından, Samir Amin, tümüyle “Eski Sol”un (açıkçası, “bizim takımın”)  geleneklerine dönüş  çağrısı yapmaktadır. Devrimci teoriyi temsil eden “gerçek militanlar” davet ediliyor: İşçi sınıfı hareketini yeni bir Enternasyonal oluşturarak uluslararası platforma taşıyınız!

Enternasyonal’in “dünya halkları”nı da kucaklaması, ulusal bağımsızlık, kurtuluş hareketlerinin mirasına, bugünkü temsilcilerine dönüktür.

Wallerstein’ın algıladığı sınıf mücadelesinin  iki önemli aktörü olan Yeni Sol ve çok-kültürlülük muhalefeti, Samir Amin’e göre “aykırı” öğelerdir. Zira, sosyalizme, sınıfsız topluma  dönük örgütlerle  yürütülen mücadelelerin geleneksel mirası, “kapitalizmin sonu” açısından hâlâ önemlidir; korunmalıdır.

Ne var ki, “Eski Sol”un dünya çapında bugünkü gücünü, eleştirel bilançolarını  tartışmaktan da kaçınmaktadır. Çağrısının muhatap bulacağı, etkili olacağı şüphelidir. Wallerstein ise, bu hareketlerin eleştirel bilançosuna hep önem vermiştir.

Bizlere ise, kapitalizm karşıtlığının günümüzde bayraktarlığını yapan, bu iki usta düşünüre “devam edin ve saygılar…” mesajını iletmek düşer.

Korkut Boratav / SOL

'Az zamanda çok ve büyük işler…' - MESUT ODMAN

Pek kısa bir sürede büyük işlerin başarıldığını ileri süren bu sözlerin sahibini ve söylendiği yeri ayrıca belirtmeye gerek var mı, bilmem. Yine de şöyle diyebilirim: Bizim Hasip Akgül’ün kim bilir kimlerin bileşimi unutulmaz kahramanı Albayım’ın dilinden düşmeyen söyleyişle, “Büyük Kurtarıcı”ya aittir. Benim burada değineceğimse, kendi ülkesinin ve cumhuriyetinin çocukları olmakla birlikte, onun soyadını dile getirmekten bile imtina edenlerin başardıkları ya da, daha az iltimaslı bir anlatımla, başarmak için uğraştıkları…

Şu kendilerine ak demekle, daha baştan, izleyicileri olduklarının yapıp ettiklerini ve kendi yapıp edeceklerini ağartabileceklerini sananların, yola böyle çıkanların, neler deyip neler yaptıklarının sergilenmesine dikkat çekmek niyetindeyim.

Aslında, bu ikinciler, iktidar sürelerinin uzunluğu bakımından bir rekora imza atmak üzereler. Elim varmıyor ama, bu spor mpor işleriyle o kadar haşır neşir ediliyoruz ki, böyle pek sportif sözcüklerle yazmak bir yandan kolayıma gidiyor, bir yandan, sanki böyle yazarsam daha iyi anlaşılır ya da daha çok okunur sanıyorum. Öyle ya, el birliğiyle, ABD’nin en eski ve en ünlü üniversitelerinden Columbia diplomalı iktisat profesörü ve aynı zamanda tanınmış diktatör Salazar’ı haklı çıkarma uğraşındayız neredeyse.

Sık sık yaptığımız gibi, işin özüyle ilgili olsa bile, üsluba ilişkin görünen araya girişlerimizi bir yana bırakıp devam edelim; çünkü, bu tür ayraç ya da dip notlar, her ne kadar biçimsel olmadığını düşünsek de, yazıları sonlandırmak, hele makul uzunlukta sonlandırmak bakımından çoğu kez güçlük yaratabiliyor.

Gerçekten de “çok ve büyük” işler başardılar mı bu iktidar sahipleri, bu ne Meclis kararıyla verilmiş Atatürk adını, ne kurtarıcıyı, ne de benzerlerini dile getirmeyi içlerine sindirebilenler?

Başardılar elbet, daha ne olsun? Ne duble yollar, ne alttan üstten tüneller, ne Deli Dumrul köprüleri, ne doğayı katleden devasa hava limanları, ne göğü delen bakkal dükkânları yapmadılar mı, yapıp tamamına erdirmek için gece gündüz demeden uğraşmıyorlar mı? Hem yaptılar hem de hâlâ uğraşıp duruyorlar. Hani sırtlarında taş taşıyıp yapmadıysalar da, gâvur müslüman demeden iş bilen adamları bulup onlara yaptırmadılar mı? Elhak, yaptırdılar! Yaptırdılar da fukaralar, bir tek komünistlere beğendiremediler işte. Gerçi onlar da neyi beğenmişler ki bugüne kadar?


Çok değil, biraz daha ciddi olunduğunda, şunlar söylenebilir: Birkaç ay sonra yukarıda sözünü ettiğimiz hükümet etme rekorunu kırmaya hazırlanan, beyaz rengi ad olarak alınca edinilmiş edinilecek her türlü kirden pastan aklanabileceklerini sananların partisi, onca zamandır, neler söyledi, buna karşılık ve bununla birlikte, neler yaptı? Bunun az çok eksiksiz bir dökümü, hem çok şaşırtıcı olabilir hem de muazzam bir karartma ve şamata içinde gizlenenleri unutuşla sakatlanmış insan bellekleri için apaçık duruma getirebilir.

Getirebilir, en azından getirilmesine yardımcı olabilir de, böyle bir yazıda bunu yapmak mümkün değil. Dolayısıyla, bu işi güncel siyasal mücadelenin gündemine bırakmak, en iyisi.
Peki, hiç mi işaret edilemez? Son günlerde olup bitenlere bakılarak hiç mi örnek gösterilemez? Gösterilebilir kuşkusuz, neden olmasın!

Ama önce şu noktada bir en az açıklık gerekli: Verilebilecek hiçbir örnek, gösterilebilecek hiçbir kanıt, on beş yıla çok yaklaşmış bu iktidar dönemini, sanki yüce göklerin biz günahkâr kullarına gönderdiği ve daha önceki muktedirleri tertemiz kılan bir önlenemez afet, bir kutsal yazgı, her şey olağan akışında güzel güzel giderken birden ortaya çıkıvermiş kötü bir sapma olarak görüp göstermeye yol açmamalı; bu tür bir sanrının oluşmasını tetiklememeli.

Kendinden öncekileri birçok bakımdan aşmış bu iktidarın en son atılımlarından biri, hiç hoşlanmadığını açıkça dile getirdiği eşitliği sağlıyor. Ama kötülükte eşitliktir bu. Çok eskiden beri, sosyalizme karşı savaşan siyasetçiler ve ideologlar, uydurdukları sözde kanıtları, savsözleri, saldırı sözlerini kimileyin hep bir ağızdan kimileyin ayrı ayrı haykırırlardı. Haydi şu son sözcüğü değiştirelim, her zaman haykırmasalar bile, farklı tonlarda olmakla birlikte, yinelemekten hiç vazgeçmezlerdi. Bunlardan biri işte bu “eşitlik” kavramı ile ilgiliydi. “Sosyalizm eşitliği sağlar” diye başlarlar ve devam ederlerdi: “Ama bu sefalette eşitliktir.”

Şimdi ise kapitalizmin iktidar partisinin düzenin hizmetine sunduğu yeni bir önlem ile karşı karşıyayız. Karşı karşıya derken, düşünülüyor, tasarlanıyor anlamında değil, hazırlanıp kotarılmış ve uygulamaya konmuş durumda.

Daha 2015’in ilkbaharındaki bir torba yasa ile aralarında turizmin de bulunduğu bazı sektörlerle ilgili olarak, işçilerin gece çalışmasının 7.5 saati geçemeyeceği kuralına istisna getirilmişti. Turizmi öne çıkarıyorum; çünkü, acısını çektiğimiz bu uzun sürmüş iktidar döneminin başlıca iki dayanağından biri, öbürü inşaat olmak üzere, bu sektördür. Büyük ölçüde dış dünyadan gelen etkilerle daha süreceğe benzeyen krizler içindeki bu cıvıl cıvıl görünüşlü yağma ve bataklık üreticisi sektörün ayakta kalması, basbayağı “yaşamsal” denebilecek bir önem taşıyor. Bu nedenle, örnek olsun, her kutsal bayramın uzatılıp 9-10 günlük bir resmi tatile dönüştürülmesi, hükümetlerin son ana kadar düşünüp karar verdikleri bir konu olmaktan çıkmıştır artık. Bütün o karar çıktı çıkıyor, hükümette şu şu sakıncalar üzerinde duruluyor, bu kez olmayabilir, türünden haber ve söylentiler, işin oyun ve eğlence yanıdır sadece. Her iki bayram da önden arkadan hafta sonuna bağlanacak, süre 9 günlük bir tatile uygun hale getirilecek, yerli turistlerimiz sektöre yılda en az iki kez ek soluk aldıracaklar, o arada, bu kutsal işlevlerini yerine getirmek üzere maşallah yayla gibi yollarda gidip gelirken hakkın rahmetine kavuşma yarışına girişeceklerdir.

İşte her türlü destek ve korumayı hak eden bu güzide iktisadi sektörü özellikle ilgilendirecek yeni önlemle kadınlar da erkeklerle eşitleniyor ve onlar gibi süre sınırı olmaksızın gece çalışması yapabilir duruma getiriliyorlar. Zorla değil elbette, demokrasilerde zora başvurulur mu hiç! Getirilen düzenlemeye göre, patronun bunu yapabilmesi için işçinin yazılı onayını alması gerekiyor; demek, işsizlik korkusuna hiç aldırmayarak gece saatlerinde o kadar çalışmak istemeyen kahraman kadın işçi gerekli yazılı onayı vermeyecek ve patronu da tamam diyecek!

Bir kez daha yinelemekte sakınca yok: Türkiye kapitalizminin en son ürünü olmasının ve doğuşuyla da ayakta kalıp güçlenişiyle de eğrisi doğrusuna denk gelme sözünü doğrulamanın  ötesinde bir özgünlüğü bulunmayan AKP’nin söyledikleri ile yapıp ettiklerini bir bir değil, öylesi hem çok uzun sürer hem gereksizdir, ama derleyip toparlayıp anlamlı biçimde sınıflandırdıktan sonra sergilemek, kuşkusuz, çok yararlı olur. Onun bir sapma olmadığını, dolayısıyla kendinden öncekiler yahut benzerleriyle şu ya da bu biçimde yer değiştirilmesiyle bir yere varılamayacağını, daha doğrusu, emekçilerin kurtuluşu anlamına gelebilecek bir yere varılamayacağını eklemeyi hiç ihmal etmeden.
Sonuç olarak, birbiriyle bağlantılı iki sorudan ve onların işaret ettiği bir imkândan söz edilebilir.
Birincisi, ne kadar uzun sürmüş ve sancılı geçmiş olursa olsun, AKP’nin hükümranlığından kurtulmak, asıl sorunların hem en büyüğü hem temeli olan kapitalizmden kurtulmak anlamına  geliyor mu?

İkincisi, kapitalizm adını verdiğimiz, ne yazık hâlâ çağdaş, sömürü ve zorbalık düzeninin ezici egemenliğine son vermeden AKP’den kurtulmanın da çok zor olduğu, gittikçe anlaşılabilir olmaya başlamıyor mu?

Öyleyse, üçüncüsü, bu iki kurtuluşun nasıl birlikte gerçekleştirilebileceğine kafa yormak, ne hayalcilik demek oluyor ne de boşa kürek sallamak.                           

Mesut Odman / SOL

Bizde her kamu çalışanı biraz Bekçi Murtaza’dır - ÜNAL ÖZMEN

11 Ağustos tarihli Cumhuriyet'in manşeti “İşçiler sendikasız”dı. DİSK-AR verilerinden aktarıldığına göre Türkiye’deki işçilerin sadece yüzde 10’u sendikalı. Sendikalı işçilerin yarısının toplu iş sözleşmesi hakkı var.

Kamu çalışanlarında sendikalılık oranı yüzde 69,28. 2 milyon 431 bin 228 memurdan, 1 milyon 684 bin 323 sendikalı kamu çalışanının 1 milyonu hükümetin sendikası Memur-Sen’e üye. (Kamu-Sen 395 bin 250, KESK 167 bin 403, Birleşik Kamu İş 64 bin 248).
 
Gördüğünüz gibi işçiler sendikasızlaştırılırken memur çalışanlar sendikalılaştırılıyor. Bunda bir tuhaflık olmalı! Hükümetin 2018 ve 2019 için ortalama yüzde 4,5’lik ücret artışı teklifini, yüzde 17’lik (2018 için yüzde 16, 2019 için yüzde 18) taleple “kapalıyız” diyerek reddeden Memur Sen’in yüzde 6’lık artışla açılıp uzlaşmasını da bu tuhaflıkta aramak lazım.

Memur Sen, sendika adı altında bu günler için kuruldu ve TİS görüşmelerinde işveren (devlet) tarafına yakın durması kuruluş amacına aykırı bir durum değil. Problem, iki haneli olarak açıklanan yıllık enflasyon rakamına rağmen, bir milyon memurun, hükümetin enflasyon hedefine inanıyor gözükmesi. Ortalama lisans düzeyinde eğitim almış kamu çalışanları, geçmiş yılların kaybını telafi edecek artış peşine düşmenin bir faydasının olmayacağını düşünebilir; fakat önümüzdeki iki yılda enflasyonun yüzde 6’yı aşmayacağını söyleyen devlete inanacak kadar aptal olamaz! Bu bakımdan “Bu imzayı atan Memur Sen değil, Memur Sen'i yetkili yapan memurlardır.” tespitinde KESK haklı.

Peki, Yunanistan (genel olarak Batılı) kamu çalışanları aleyhlerine her ekonomik kararı parlamento binasına yürüyerek protesto ederken bizimkiler neden vatan, millet, Sakarya edebiyatçısı gibi hükümetlerin muhafız alayı oluyor? Çünkü bizde her kamu çalışanı biraz Bekçi Murtaza’dır. Murtazalar, adı sendika da olsa üyesi olduğu örgütün kurucusu değildir; örgüt kurulmuş ve o üye yazılmıştır.

Batı’da çalışanlar kendilerini işverenden korumak için örgütleniyor, Doğu’da ise işveren kendini korumak için çalışanları örgütlüyor. İşveren devlet olduğu için örgütleyen de devlet oluyor. Bizde sendikalılığın kamu çalışanları arasında artması bundandır. Batı’da partiler kadar sendikalar da demokrasinin vazgeçilmez unsurudur. Bu iki örgütlenme biçimi birbirini desteklerken aynı zamanda biri, diğerini denetler. Demokratikleşme sorunu yaşayan ülkelerde ise ne partiler ne sendikalar demokratikleşmeye hizmet etmiyor.

Fakat paradoksa bakın ki demokrasi sorunu yaşayan Türkiye’de kamu çalışanlarının katılımıyla sendikalaşma oranı (sigortalı çalışanlar üzerinden yapılan hesaplamayla) yüzde 21’le, yüzde 17 olan OECD ortalamasının üzerinde. Paradoksun paradoksu, sendikalaşma oranının düştüğü Batı'da sendikalar politik güçlerini kısmi kayıpla da olsa korurken benzer oranda örgütlü Doğu’daki sendikalar otoriterleşmeye hizmet ediyor. Nedeni açık; Avrupa'da sendikalar sınıf temelli örgütlenmelerdir; sınıf temelli örgütlenme sadece üyelerinin ekonomik sosyal hakları ile ilgilenmiyor, kamusal ve toplumsal bütün sorunlar sendikaların ilgi alanındadır.

Avrupa'da sendikalar siyasi partilerle arasına belli bir mesafe koyabiliyor. Doğu toplumlarında ise Asya tipi sendikacılık diye bir örgütlenme biçimi hâkim. Doğu’da otoriteye bağlılık, devletin devamını sağlamak; egemenin dini, milli, kültürel çıkarlarını gözeten ideolojiye tabi olmak esastır. Türkiye'deki Türk İş, Hak İş, Memur Sen ve benzerleri bu tip sendikalardır; devleti arkalarından çektin mi (hatta aidatını kestin mi) dayandıkları ideoloji de kendileri de çöker.

Eh, haliyle iki buçuk milyon kamu çalışanı ile iki milyon memur emeklisinin hakkını, memurların uzak durduğu KESK korumaya çalışıyor. KESK, “dilenen değil direnen kazanır sloganıyla sokağa çıkarken hakkını hukukunu savunduğu kitle öcü görmüş gibi kirişi kırıyor. Bazen insanın ‘size ne, ne halleri varsa görsünler’ diyesi geliyor ama diyemiyor. Çünkü KESK, sınıf sendikacılığının kamudaki örgütlenmesinin adı. Onun yaptığı sendikacılık sayıyla değil, ilkeyle yapılıyor.


Varsın Bekçi Murtaza rolünü gerçek hayata uyarlayanlar utansın…

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN
 

Yarın artık dündür! - TAYFUN ATAY

1980’lerin ortasında Cambridge Üniversitesi’nden doktora için Türkiye’ye gelmiş bir antropoloji öğrencisini Ankara’da gezdirirken Alevi bir arkadaşın evine uğramıştık. Biraz sohbetten sonra arkadaşım aldı sazını eline ve deyişleri patlatmaya başladı.
Pür dikkat izleyen İngiliz dostumuz soru faslını açtığında söz döndü dolaştı âşıklık geleneğine geldi.
Sözcüğün İngilizce tam karşılığını çıkaramıyorduk. “Folk singer” kesmiyordu. Bir köyden diğerine dolaşıp dünyalarına dâhil olduğu insanlara farklı diyarlardan getirdiği haberleri, anlattığı hikâyeleri sazına-türküsüne katık yapan karakteri karşılayacak sözcük o değildi.
Derken yabancı dostumuz birden parmağını şaklattı ve “minstrel” dedi. Ama devam da etti: “Onlar yok artık bizde. Asırlar öncesinde kaldılar.”
Daha sonra “minstrel”in anlamını sözlükte araştırdığımda da 15’inci yüzyıla kadar Avrupa’da elinde çalgısı köy köy dolaşıp hem şiirler okuyup hem şarkı söyleyen kişi tanımlamasını buldum.
Avrupa’da “âşıklık geleneği” addedilebilecek pratik o zamandan itibaren yok olmaya yüz tuttuğu halde bizde 20’nci yüzyılın sonuna kadar mevcuttu. Bugeleneğin bazı temsilcileri yakın zamanlara kadar da aramızdaydı: Âşık Mahzuni, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek... 

***
Fark edilecektir, 15’inci yüzyıl, Avrupa’da “matbaa”nın kitleselleşmeye başladığı zamandır. Bununla bağlantılı olarak “yazılı kültür” hayatın içinde öne çıkmış ve giderek sözustası “Âşık”ın yerini, kalem ustası “Yazar” almıştır.
Bu topraklarda ise yakın dönemlere kadar sözlü kültür, yazılı kültürle iç içe varlık sürdürdü. Üstelik birincinin memleket sathında yaygınlığı karşısında yazılı kültürün hayli cılız kaldığını eklemek gerekir.
Sonra 1990’lardan itibaren gör
sel (televizüel) kültür, 2000’ler
dönümünde de sibernetik kültür (internet) eklendi ve çok daha karmaşık bir gündelik hayat sosyolojisi çıktı karşımıza...
Ömrüm, böylesi bir “sosyoloji” içinde kavrulmuş geçti! Hayatımın ilk on yılında, Ankara’da oturduğumuz apartmandaki 20 küsur daireden sadece birinde bir tek telefon vardı; bir tek de televizyon...
Bugün bırakın her evi, her “elde” televizyonu, radyoyu, gazeteyi içine alacak vaziyette bir telefon var.
***
Dün Cumhuriyet’te Figen Atalay’ın “X kuşağı televizyon, Z kuşağı cep başında” başlıklı haberini okurken bir yandan yukarıda çerçevelemeye çalıştığım şekilde yarım asra kaç kuşak sığdırmış olabileceğimi düşündüm.
Diğer yandan da haberde kaydedilen kuşakların hiçbirine dâhil olamamanın hüzünlü efkârına gömüldüm.
İstanbul’da farklı yaş gruplarından 400 kişiyi kapsayan bir araştırma “X”, “Y” ve “Z” olarak nitelenen üç kuşakta medya kullanma alışkanlığını ortaya sermeyi hedeflemiş. Radyo, gazete, televizyon gibi “geleneksel” medya araçlarından bilgisayar ve akıllı telefon gibi “yeni medya” araçlarına açılan yelpazede...
Televizyonu tercih eden ve yüzde 65’i hâlâ düzenli gazete okuyan “X kuşağı”, 1965-79 yılları arasında doğanları kapsıyor. Az farkla dışındayız!..
Gazete-kitapla hepten ilişkisini kesmese de esas televizyon ve internete meyilli “Y kuşağı”, 1980-99 yılları arasında doğanlardan oluşmakta.
Hayatı adeta “cep telefonu” olarak yaşayan, sadece yüzde 9’u gazete okuyan “Z kuşağı” ise 2000’den sonra, yani “yeni milenyum”a doğanlar...
***
Demek bir ömre birkaç kuşak sığdırmış olsak da şu an yürürlükteki kuşakların (X, Y, Z) içinde “sığıntı” dahi olamıyoruz!
T kuşağı” denilebilir miyiz acaba?! Tarihe çoktan karışmış, yaşarken tarih olmuş kuşak!..
Bu bile zor, çünkü Gezi olaylarıyla birkaç yıl önce gündemdeki “Y kuşağı”nın bile eskidiği, neredeyse onun dahi “tarih olduğu” bir zaman akışı var!..
2008’de İstanbul’da dünya medya endüstrisini buluşturan bir toplantının başlığı “Geleceğin Kısa Tarihi” idi. Bu başlıktan esinle, ânı yaşarken sadece geçmişi değil, bugünü de değil, fakat geleceği bile “tarih” kılan bir teknohıza eriştiğimizi yazmıştım.
İşte bu doğrultuda, artık geleceğin bile tarihe gömülü sayılabileceği bir teknomedya patlaması içinde “Z kuşağı”ndayız. 
 
Sonrası kıyamet olsa gerek!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Kös’ - Meriç Velidedeoğlu

Erdoğan’ın cuma namazlarından sonra, gazetecilerin sorularına cami çıkışlarında yanıt verme -böylece bir taşla iki kuş vurma- yöntemini, Başbakan Yıldırım da uygulamaya başladı. 
 
Almanya Başbakanı A. Merkel’in, “ ‘Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncelleştirilmeyeceği’ni bildirmesi üzerine Başbakan Yıldırım, geçen cuma günü cami çıkışında gazetecilerin bu konudaki sorularını yanıtladı. Ve böyle bir soruya Başbakan: ‘Almanya, bütün Avrupa Birliği benden sorulur’ havasında “racon” kesiyor. Bu dayatma anlamına gelir!” yanıtını verdi (18.08.2017).
Böylece “racon” gündeme girecek, Erdoğan da bu “argo” sözcüğü, bir “fırsat” yaratıp (!) kullanacaktı. 
 
Pek beklemedi, iki gün sonra kullandı; lideri olduğu partinin (AKP), Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen “Genişletilmiş İl Danışma Meclisi Toplantısı”nda, üstelik keyifle, ama önce yine öfkelenerek... 
 
“Birilerinin şahsımın adına adeta racon kestiği, herkese ayar vermeye çalıştığı anlaşılıyor!” dedi; ardından da, “benim milletimle, partimle paylaşacağım bir hissiyatım varsa bunun yolları bellidir; kimsenin racon kesmesine de ihtiyacım yoktur. Eğer racon kesilecekse, bu raconu bizzat kendim keserim! Bu böyle bilinmeli!” (20.08.2017) 

 
Dört dörtlük bir “argo kültürü ve dili” örneği değil mi bu? Ne dersiniz? 
 
Üstelik pek haklı ve pek yerinde olarak “CHP”nin Parti Sözcüsü Bülent Tezcan’dan da benzer bir eleştiri geldi; “Racon’u mafya babası keser, devletin tepesinde racon kesilmez; “Racon Devleti” mi, “Hukuk Devleti” mi? diye sorarak... 
 
Bu olanı biteni TV’de izlerken, gazetemizde okurken, Cumhuriyet’in yarım yüzyıllık yazarı -dün de doğum günü olan-Hıfzı Veldet Hoca’nın, tam “37 yıl” önceki, “KÖS” başlıklı yazısını anımsamaktan kendimi alamadım; üstelik bir de sizlerle paylaşmak istedim değerli dostlar!
Şöyle başlıyor Velidedeoğlu: “Hiçbir sese, hiçbir eleştiriye, hiçbir öneri ve uyarıya kulak asmayan, dahası yüzüne (...) yağmur yağdı sanan kişiler de yaşar bu ülkede. Bunları anlatmak için, kös dinlemek’ten daha başka, daha güzel deyimler de var Türkçemizde.
Rahmetli İsmet Paşa, Meclis’teki bir tartışma sırasında, böyle bazı politikacılar için: ‘Yüzleri kösele kaplı!’ deyimini kullanmıştı. Utanması olmayan, ‘bugün söylediğini yarın yadsıyan’ kişiler için kullanılır böyle laflar...
Böylelerinin (...) bu tutumu, kendinin de bulunduğu bir yerde ortaya dökülse yüzlerinde hiçbir ‘utanma’ belirtisi görülmez. Suçlamada bulunanların sözlerini, bir punduna getirip (...) hiçbir şey olmamış gibi karşısındakini suçlu çıkarmak isterler.
(...) Bir ülkede, özellikle politika ortamında, böyle kişilerin etkin görevler başına gelmesi o ülke için felakettir!” 
 
Burada araya girip, bu “felaket” uyarısının, “37” yıl sonra bugünkü boyutta, kapsamda ortaya çıkmasının temel nedenlerinden birine de değindiğine dikkat çekelim. Tanımladığı kişilerin- haklı olarak-“kişiliklerini oluşturan yapının”, sağlık durumundan da söz eder; “felakettir” uyarısından sonra şöyle sürdürür: “Çünkü -organik olsun, ahlaksal olsun- hastalıklar çoğunlukla bulaşıcı oldukları halde sağlık bulaşıcı değildir. Bu nedenle bu tür kişi, kişiler, toplumdaki bireylerin bir bölümünü de türlü yollarla arsız ederler.
Özellikle demokrasilerde bunun önemi çok büyüktür. ‘Ahlaksal’ bakımdan ‘sağlıklı’ olan kişiler kolay kolay baş edemez bu gibilerle...” (27.1.1980) 
 
H.V. Velidedeoğlu’na günümüzde de katılmamak olanaksız; ne var ki, bu gibilerle, bunlarla savaşımı (mücadeleyi) kesinlikle sürdürmek zorundayız; sürdüreceğiz, sonuç alıncaya dek! 
 
“Adalet Yürüyüşü”nde olduğu gibi, yarın da “Adalet Kurultayı”nda buluşmaya var mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

24 Ağustos 2017 Perşembe

Mürtecinin şapşalı... - ALİ SİRMEN

Son günlerde, Atatürk heykellerine saldırılar yine arttı. 30 Temmuz’da Şanlıurfa Siverek’te, ardından ağustos ayında Zonguldak’taki Atatürk heykelleri saldırıya uğradı. 

 
Zonguldak’ta heykele saldıran kişinin hâlâ bulunmamış olmasına karşın, Siverek’teki heykele elinde keski ve çekiçle saldıran Mehmet Malbora eylem halinde yakalanmış, ardından da çıkarıldığı mahkeme tarafından, Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı ve 31 Temmuz 1951 tarihli yasa gereğince tutuklanmıştır. 
 
Yakın geçmişe şöyle bir göz attığımızda görürüz ki, Atatürk heykellerine saldırı çok partili rejim ile birlikte toplumsal yaşamımıza girmiştir. 
 
1950 yılında iktidara gelir gelmez ilk girişimlerden biri olarak Arapça ezan yasağını kaldırarak, Türkçe ezan uygulamasına son veren DP’nin icraatından cesaret alan Pilavoğlu önderliğindeki “Ticani”ler, Atatürk büst ve heykellerine saldırmaya başlamışlardı. Bu eylemlerin ilki 27 Şubat 1951 yılı Kırşehir’de olmuş, oradaki Atatürk büstünün parçalanmasının ardından da bunu 20 yeni girişim izlemişti. 
 
Bu olay o sıralarda bir zamanlar Atatürk’ün başbakanı olduğunu henüz unutmamış olan Celal Bayar’ı çok rahatsız etmiş ve Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak bilinen ünlü 5 maddelik 5816 sayılı kanun çıkarılmıştır.
***
Evet, kimilerinin sandığının aksine Atatürk’ü Koruma Kanunu CHP iktidarı sırasında değil, DP döneminde Celal Bayar’ın girişimiyle çıkarılmıştır. Neden böyle olduğu da açıktır. Çünkü Atatürk’e ve heykellerine saldırı, icraatıyla, heveslilerinde artık böyle girişimlerin zamanının geldiği kanısı uyanmasına yol açan DP döneminde olmuştur da ondan. 
 
Bu tür girişimlerden içten içe pek memnun olanlar, Prof. Hirsh’ten mütalaa alınmasını fırsat bilerek “bir Yahudi tarafından hazırlandığı”nı ileri sürdükleri bu yasaya çok kızmaktadırlar.
Doğrusu, çok garip olan bu yasanın kaldırılması gerektiğini ben de düşünüyorum. 
 
Aslında Atatürk’ün heykellerine saldıranlar, onun simgesi olduğu laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olmayı amaçlayan Cumhuriyet’in düşmanlarıdırlar ve asıl hedef de heykeller değil laik Cumhuriyet’tir. 
 
Laik demokrasiyi korumak için ise başta anayasa olmak üzere yasalar ve kurullar ile kurumlar da var.
Onlar aracılığıyla demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve laikliği korumak varken, onları görmezden gelip, aklını heykelle bozmuş mürtecinin şapşalına saldırmak, son zamanlarda laiklik karşıtı kesimlerde de moda olan deyimiyle trajikomik bir durum oluyor. 
 
Çünkü her şeyden önce, elinde keski ve çekiçle heykel kırarak laikliği yıkmaya kalkışan adamın hali komiktir. Bu komikliği ciddiye alarak, laikliğe devletin bütün olanaklarıyla donatılmış olarak damardan saldıranları görmezden gelirken, heykel yıkıcılarla uğraşmak da aynı derecede komiktir.
Sırtı pek mürtecinin onartacağı yalanıyla, kamusal olduğunu ileri sürdüğü yetkiyi kullanarak, hiçbir yaptırımla karşılaşmaksızın, tümüyle kaldırma olanağına sahip olduğu bir heykele çekiç ve keskiyle saldırıp zarar verdiği için mürtecinin şapşalının 1 ila 5 yıl hapis yatması adalet duygusu açısından trajiktir de aynı zamanda. 
 
Eskiler “Davacının şaşkını derdini mübaşire anlatırmış” derlerdi, onun gibi, mürtecinin şapşalı da öfkesini heykelden çıkartmaya çalışır. 
 
Ve 5816 sayılı yasa gereğince de kamu, mürtecinin şapşalının yakasına yapışır. 
 
Oysa o sırada, o heykellerin simgelediği laik Cumhuriyet’in bütün kurul ve kurumları mürtecinin kurnazının yönettiği topyekün saldırının hedefi olmakta, bunları savunmaktan başka günahları olmayanlar hapislerde çürütülmekte, laik Cumhuriyet’in bütün kalelerine girilmiş, bütün kurumları işgal edilmiş bulunmaktadır. 
 
Bundan daha trajikomik bir şey olabilir mi?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

AKP çaresizliğini direniş diye pazarlıyor - İLKER BELEK

Yandaş basın hummalı bir faaliyet içinde.
Söyledikleri şu: Dünyanın düzeni değişiyor. Batının hegemonyası sona eriyor. ABD artık belirleyici güç değil. NATO önemini yitiriyor.
Buna karşılık Rusya ve Çin ekseninde yeni bir blok gelişiyor.
Türkiye AKP’nin öncülüğünde büyüyor. Bölgesel ölçekte müdahalelerde bulunabilecek önemli potansiyele sahip bulunuyor. Yıldızı parlayan ülke olarak öne çıkıyor.
AB ve ABD’nin AKP’ye yönelik eleştirileri, ekonomik yaptırımları, Erdoğan’la ilgili takıntıları hep bu nedenle. Türkiye’nin gelişmesini, güçlenmesini istemiyorlar.
Arap Baharı’nın amacı bölgeyi Amerikan hegemonyasına almaktı. Şimdi Suriye’yi parçalıyorlar. Sonra sıra Türkiye’ye gelecek. ABD’nin YPG’ye büyük desteği bu nedenle.
AKP Türkiye’yi büyük güçlerin bu oyunlarına karşı koruyacak tek aktör. Bunu bildikleri için 15 Temmuz’da darbe tezgahladılar.

Türkiye sahip olduğu potansiyelin kıymetini bilmeli, daha aktif davranmalı, bölgesel inisiyatif almalı, Rojava’yı, Afrin’i istila etmeli, Suriye sahnesinden kopmamalı, batıdan uzaklaşarak Rusya-Çin eksenine yaklaşmalı.
                                                                          *****

Bunları söyleyenler hem hangi dünyada yaşadıklarını hiç bilmiyorlar hem gerçeklerle ilişkileri tamamen kopmuş durumda hem de yalan söylüyorlar.

                                                                           *****

AKP ABD tarafından iktidara getirildi ve çok uzun süre desteklendi. Devlet yöneticisi sıfatı olmadığı halde AKP’nin kuruluşunun hemen sonrasında Beyaz Saray’da kabul edilen kişi Erdoğan’dı.

                                                                           *****

Arap Baharı’nın başlangıcı Tunus’ta bir işportacının kendisini yakmasıyla patlayan kitlesel olaylar değil, 2002’de AKP’nin iktidara yerleştirilmesiydi.
AKP büyük İslam coğrafyasını içeriden ele geçirmek üzere yaratıldı. Kendisi bu role dünden razıydı ve o zaman gündeminde emperyalizm gibi madde de yoktu.
Bugün Arap Baharı’nı Türkiye’nin üzerinde oynanan oyunların miladı olarak anan İslamcı yazarlar, o günlerde o Amerikancı projeyi halk devrimi diye kutluyorlar ve dönemin dış işleri bakanı da bavulla Libya’daki cihatçı çetelere Dolar taşıyordu.
                                                                            *****

Plan Suriye’ye kadar tıkır tıkır işledi. O zaman AKP kalemşörleri Suriye’de emperyalizmin başlattığı iç savaşı Esad’ı devirme, Şam’da namaz kılma fırsatı olarak görüyorlar, Amerika’nın kara ordusu olarak Suriye’ye girme hesapları yapıyorlardı.
                                                                             *****

Suriye direndi, ama tam olarak kazanamadı, toprak bütünlüğünü yitirdi.
Rusya ile ABD bu konuda uzlaştılar. ABD’nin Suriye planının en önemli bileşeni orada Kürt kimlikli bir Amerikan eyaleti kurmaktı, istediğini alıyor.
Bunu AKP’liler hiç anlayamadılar. “Çözüm” süreciyle, Kürtleri bir şey vermeden kafalayabileceklerini zannederken de hiçbir şeyin farkında değildiler.
“Çözüm” sürecinin tutmaması ABD’yi strateji değiştirmeye ve Kürt sorununu Suriye’de çözmeye yöneltti. AKP’liler olan biteni ancak o zaman fark edebildiler ve ABD Türkiye’yi bölmek istiyor diye işte o zaman mırıldanmaya başladılar. Ancak o zaman bile Amerikan uçaklarının Rojava’ya mühimmat indirmesine, Barzani askerlerinin topraklarımız üzerinden Kobani’ye intikal ettirilmesine gık diyemediler. Karşılarında beyzbol sopasıyla poz veren Obama vardı.
Gerçek şuydu: Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Türkiye coğrafyası emperyalizme büyük geliyordu. “Çözüm” süreci karşılıklı ikna ve rıza yoluyla gevşeterek uygun büyüklüğe indirme operasyonuydu. Olmayınca Rojava planı devreye sokuldu.
Komşu bir ülkenin devlet başkanını devirmek için emperyalizmle birlikte her tür kirli işi tezgahlayacaksın, sıra sana geldiğinde Amerika Türkiye’yi bölmeye çalışıyor diye sızlanacaksın.
Türkiye’yi dış müdahalelere açık hale getiren süreci BOP eş başkanlığını kabul ettiği anda AKP başlattı.
                                                                          *****

AKP emperyalizme kafa tutmuyor. Buna gücü yok, kaynakları buna yetmez, kapitalist Türkiye ayakta kalabilmek için emperyalist korumaya muhtaç, kapitalist Türkiye kendi başına, bağımsız yaşayamaz, kapitalist Türkiye emperyalizmin sömürgesidir, racon kesmek bu gerçekleri değiştirmeye de gizlemeye de yetmez.
Olan şu: AKP, kalemşörlerinin de verdiği gazla işi abarttı. Suriye’de kafasına göre takılmaya, sonra İslamcı siyasetini batıya taşımaya, mülteciler üzerinden batıya şantaj yapmaya kalktı, çok yakın zamana kadar cihatçılara açık destek verdi.
Sonuçta batı istemeye istemeye AKP’nin üzerini çizdi, Suriye’de oyunun dışına sürdü, ekonomik yaptırımları gündeme aldı, şimdilerde Erdoğan ve yakınlarının mal varlıklarına el konulması gerektiğini bile konuşmaya başladı, Erdoğan batılı parlamenterler tarafından savaş mahkemelerine şikayet edildi.
AKP’nin Rusya’ya yanaşması işte bu süreçte gerçekleşti. Bu Rusya için bulunmaz fırsattı. Rusya’nın derdi NATO ve ABD’nin zayıf noktalarını kaşımaktı. AKP bunun için iyi bir araçtı.
Rusya AKP için mecburiyettir, AKP Rusya’da sığıntıdır.

                                                                            *****

Evet emperyalizmin Türkiye üzerinde kötü niyetleri var. Ama Türkiye NATO’ya üye olurken, bu kanlı örgütle ortak askeri operasyonlar düzenlerken, Amerikan nükleer silahlarını depolarken, Türkiye’nin AB üyelik süreci bizzat ABD tarafından desteklenirken, Trump Erdoğan’a övgüler düzerken yok muydu?
Mesele şu: Emperyalizm AKP’yi bu haliyle istemiyor. Bunu açıkça belli de ediyor.
Türkiye ile batının ilişkileri öyle geriledi ki, bizde bir yönetim değişikliği gerçekleşmediği taktirde onarılması imkansız hal aldı.
Bu imkansızlık objektif bir vakıadır ve aynı zamanda AKP’nin çaresizliğidir. AKP’nin yaptığı her şey ipleri biraz daha geriyor ve AKP biraz da tabanı konsolide edebilmek için çaresizliğin mecburiyetiyle ipleri bilinçli olarak geriyor.

Dik duruş, direnmek dedikleri işte bu.

İlker Belek /SOL

CHP’nin Adalet Kurultayı - FİKRİ SAĞLAR

AKP önce, CHP’ye gözdağı vermek için yeni kumpas hazırlığı içinde olduğunu ilan eden bazı asılsız haberler sızdırmaya başladı…
Sonra AKP Genel Başkanı, taşıdığı ikinci sıfatı unutarak, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu karalayan kampanyaya yol verdi...

Havuz medyası aldığı talimat sonrası koro halinde, Kemal Kılıçdaroğlu’nu cezaevinde bulunan İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu üzerinden ‘casusluk’ yaftasıyla korkutmaya çalıştı!..

                                                                              •••

Giderek azgınlaşan saldırı;
Sıra sana geliyor!..”
“Ansızın sen de kendini cezaevinde bulabilirsin!” diyerek final yaptı!..
Havalarda uçuşan bu tehditler ne yazık ki Anayasasında ‘hukuk devleti olduğu’ yazılan bir ülkede yapılıyordu!..
Üstelik; ahlaka, hukuka, siyasete ve asıl önemlisi insanlığa sığmayan bu asılsız sözleri söyleyen kişi; Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyordu!..
Kısaca; elinde hiçbir belgesi olmayan bir kişi, bir başka kişiyi suçluyordu.
Sadece suçlamakla kalmıyor. Yargısız infazda bulunuyordu.
Çünkü suçlayanın makamı vardı. Bu makamın arkasına saklanmıştı…

                                                                               •••

CHP ve Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, bu iftiralara pabuç bırakmayacağını, gereken cevabı misliyle vereceğini açıklayınca, bu kez, edepsiz koro; “Kılıçdaroğlu tutuklanarak kahraman olmak istiyor” yaygarasına başladı!..
                                                                               •••
Yazık!
Ülke, hukuk devletine yakışmayan trajikomik bir durum yaşıyor!..Devletin çivisini çıkmış!..
Geldiğimiz konuma bakın, içler acısı!..
                                                                               •••

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı RTE insanlara iftira atıyor!..
Kin ve nefreti artıracak beyanlarda bulunuyor!..
Yurttaşların Anayasal haklarını çiğniyor!..
Kimse bir şey demiyor!..
Bu ülkede hukuka inanmış, yalnızca vicdanına hesap veren dürüst ve cesur tek bir SAVCI yok mu? Anayasa ve yasalara bağlı bir tek YARGIÇ bulunmuyor mu ki?
Yurttaşlara karşı atılan iftiralar, yapılan hakaretler, uygulanan baskı ve gasp edilen haklar adına işlediği suçlar için RTE’yi yargıya taşıyacak kimse yok mu?!..

                                                                              •••

Bu ülkede yargının tarafsız ve bağımsız olmadığını sağır sultan öğrendi!..
Tamam!..
Ancak anayasa da değişti!..
Cumhurbaşkanı aynı zamanda AKP’nin Genel Başkanı.
Haksızlığa karşı çıkanlar Cumhurbaşkanına hakaretten tutuklanıyor!..
Neden o zaman sadece Cumhurbaşkanlığı şapkası görülüyor.
O kişi aynı zamanda parti başkanı!..
Çünkü İl başkanını atıyor…
Metal yorgunluğu diye partisini düzenliyor!..
CHP genel Başkanı kendisine iftira atan RTE’ye aynı üslupla seslendiği anda “böyle konuşamazsın O Cumhurbaşkanı” diyorlar! Kaosa bakın!.
Bu durum Anayasanın eşitlik ilkesini çoktan bozmakta!..
Böyle bir skandala yol açan iktidara sözüm var; “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun haklarını yok eden, itibarına gölge düşürmeye çalışan, asılsız iddialarda bulunarak tehdit eden Recep Tayyip Erdoğan’a ne yapılacağı ile ilgili bir yol gösterin!..”
RTE’nin işlediği suçların görülmediği bu düzen böyle mi gidecek?..
Hakaret eden kişi makamından dolayı yargı önüne taşınmazken, hakarete uğrayan yurttaş makamsız olduğu için mi yargılanacak?!..
Bu nasıl ülke?..
                                                                               •••

İktidar, evrensel hukuk kurallarına ve dünya insan hakları sözleşmelerine bağlı olan bir yönetim sergilemiyor!..
Aksine ‘adil yargılama yapmayacağını ve doğrudan insan haklarını askıya aldığını’ ilan ediyor.
OHAL ve KHK’lerle ülkeyi keyfi bir şekilde yönetiyor!.
Halkın yönetime katıldığı TBMM işlevsiz bırakıldı..
Devletin tüm görevlileri, kurum ve kuruluşları tek bir kişiye bağlandı...
Halkın doğru haber alma hakkı yok edildi. Yandaş ve yarı yandaş medya ile doğru bilgiler karartıldı. Baskı ve işkence 12 Eylül’ü aratmayan bir düzeyde sürüyor…
Yani Türkiye artık nefes alamaz duruma getirildi!..
Çünkü Türkiye hukuk devleti olmaktan çıktı!.
Devlet artık yalnızca AKP’nin devleti!
                                                                             •••

Böyle bir düzende hak, hukuk ve adalet oluşamaz!..
Nitekim artık ADALET ortadan kalkmıştır!..
Adaletin olmadığı yerde insan ve yaşam olamaz!..
Adaletsizlik bir zaman sonra insanların hak ve özgürlüklerini elinden alır, sonrasında da can ve mallarını!..
Bu nedenle her şeyden önce ‘yaşamak için hemen ADALETE’ ihtiyaç vardır!..

                                                                            •••

Bu gerçeklikten hareketle CHP, laik demokratik Cumhuriyete sahip çıkan bir parti olarak temel ihtiyaç olan adaletin oluşmasıyla ilgili ‘Adalet Kurultayı’ düzenliyor!..
26-29 Ağustos tarihleri arasında Çanakkale’de yapılacak Adalet Kurultayı siyaset yelpazesinin farklı renklerini bir araya getirecek.
Yaklaşık 700 kişinin konuşacağı çeşitli aktiviteler yapılacak.

                                                                             •••

Adalet Kurultayı’nda 8 ana başlıkta büyük paneller düzenlenecek!..
Başlıklar şöyle;
Mahkemede, devlette, seçimde, geçimde, inançta, eğitimde, yaşamda ve medyada adalet!..’
Bu ana başlıkların altında ayrıca yaklaşık 60 ayrı alt başlıkta toplantılar yapılacak.

                                                                              •••

Kurultay’da CHP’nin yanı sıra, AKP ile yolları ayrılmış eski bakanlar, MHP’de siyaset yapmış isimler, HDP ve Emek Partili siyasetçiler ile çok sayıda bağımsız ismin yer alacağı açıklandı…

                                                                               •••

Adalet Kurultayı’nı her ne kadar CHP düzenliyorsa da CHP bayrakları alanda bulunmayacak.
Ancak Kurultay kapsamında ele alınacak tüm konularda farklı siyasi parti, oluşum ve derneklerden isimlere çağrılar yapılmış.
                                                                               •••

CHP, Adalet Kurultayı’nı düzenleyerek Türkiye’ye müthiş bir katkı sunuyor!..
Bu eylem, toplumunun içinde bulunduğu insanlık dışı düzenin daha iyi görülebilmesine fırsat vereceği için büyük önem taşıyor.
Umuyorum ki bu Kurultay yurttaşlarımızı bilinçlendirecek.
Ve ‘hukuk devletinin ülkenin varlığı adına yaşamsal bir gerek’ olduğu gerçeği insanlarımıza çok iyi anlatılacak!
                                                                                •••

Belki bu Kurultay CHP kimliğiyle, 30 Ağustos ‘Büyük Zafer Bayramının’ anlamına uygun bir şekilde aynı tarihlerde Afyon/Kocatepe’de yapılabilirdi. Böylece bir kez daha ‘laik Demokratik Türkiye Cumhuriyetine CHP’nin sahip çıktığı’ AKP ile birlikte yedi düvele anlatılırdı.
Ancak Çanakkale’de de olsa CHP Adalet Kurultayı’nı düzenleyerek önemli bir atılım yapıyor!..
Böylece “Hak, Hukuk, Adalet” sözleri bir slogan olmaktan çıkıp Türkiye’nin çağdaş geleceğinin lokomotifi haline dönüşüyor!..

Emeği geçenleri kutluyorum…

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Vatanseverlik - L. DOĞAN TILIÇ

Erdoğan’ın muhtarlara söylediklerini canlı olarak dinlemek okumaktan farklıydı: “Yıllarca havalimanı dendi, bunlar ‘istemezük’ dedi. Kim bunlar? Komünistler, komünistler! Bu komünistler, bu sol görüşlüler hiçbir zaman vatansever değildir. Bu tür hizmetleri verdiğiniz zaman çılgına dönüyorlar.

Bu sözlerde yeni bir şey yok. Yıllardır Türk sağının sola dair tekrarlayıp durduğu klişe. Peki, dinlemek neden farklıydı? “Komünistler, komünistler…” derken ses tonu sağ politikacıların epey eskide kaldığını sandığım ses tonlarına kattıkları öfke ve nefret yüklüydü.

Vatanseverlik, dünyanın hemen her yerinde, hangi siyasi eğilimin, hangi ideolojinin savunucusu olursanız olun paylaşılamaz bir kavram. Ulusal “bütünlük” içindeki toplumlarda, siyasetin olağan demokratik akışı içinde insanlar birbirlerinin vatanseverliğini kolaylıkla/alenen sorgulamazlar.
Vatanseverlik bir anlamda ideolojiler üstüdür; birbirine taban tabana zıt ideolojilerin sahipleri de vatanlarını severler!

Buna karşın sıklıkla kötüye kullanılmış bir kavram. Dr. Johnson olarak tanınan İngiliz yazar, şair, filozof Samuel Johnson’un daha 1700’lerde “Vatanseverlik bir alçağın son sığınağıdır” demesi bu kötüye kullanıma; çalmanın çırpmanın bayrakla vatanla gizlenmesine işarettir.

Kendimi bildim bileli solcuyumdur ama “Hiçbir sağcı vatansever değildir, hiçbir zaman vatansever değillerdir” demem!

Erdoğan’ın “komünistler” derken ki ses tonuyla bazı şiirleri okurken ki ses tonunu birlikte duysanız, kurduğu ilişkinin ne kadar çelişik olduğunu görürdünüz!


Sondan başlarsak, misal 15 Temmuz törenlerinde okuduğu şiirden. “Bakınız şairimiz ne diyor” diyerek, şiirin ve şairin adını vermeden okumuştu:
Bu vatana nasıl kıydılar? / 
İnsan olan vatanını satar mı? / 
Suyun içip ekmeğini yediniz. / 
Dünyada vatandan aziz şey var mı? / 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız? … Günü gelir çarh düzüne çevrilir, 
/ günü gelir hesabınız görülür. 
/ Günü gelir sualiniz sorulur: / 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Şiirin adı “Bu vatana nasıl kıydınız?”, şairi de komünistliği tescilli Nâzım Hikmet!

O şiir Menderes ve Demokrat Parti iktidarı için yazılmıştı. Erdoğan’ın okumadan atladığı iki kıtadan birinde de
Eli kolu zincirlere vurulmuş, / 
vatan çırılçıplak yere serilmiş. / 
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş. / 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” deniyordu.

23 Nisan’da değişik ülkelerden gelen çocuklara da Nâzım’ın dizeleriyle seslenmişti Cumhurbaşkanı:
“Çalıyorum kapınızı, /
teyze, amca, bir imza ver. /
Çocuklar öldürülmesin /
şeker de yiyebilsinler.”
8 yıl önce, İstanbul’a davet ettiği Ortadoğulu liderlerin eşlerine Gazze’ye yardım için seslenirken aynı şiirle gözyaşlarını akıtıp; “Çocukların ölümü, masumiyetin ölümüdür. Masumiyetin ölümü ise insanlığın çöküşüdür” demişti Emine Hanım.
Komünist Nâzım!

Bazen Başbakan Yıldırım partisinin Evet kampanyasını başlattı onunla;
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne / 
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar / 
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında.
Bazen de Erdoğan muhalefete yüklendi;
Sen yanmasan / 
Ben yanmasam / 
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.

Pek sevdiler “Yaşamak bir ağaç gibi…” demeyi. Bir Nevruz’u onunla kutladı Erdoğan: “Bir ağaç gibi benliğimize sahip çıkıp, bir orman gibi kardeşçesine yaşamayı öğrendiğimiz vakit bütün kalbimle inanıyorum ki millet olarak hiçbir erozyona uğramayacak, hiçbir yangına teslim olmayacağız.

Kurtuluş Savaşı Destanı”nda vatanseverliğin de destanını yazdı Nâzım.
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / 
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim. / 
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / 
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, / 
Bu cehennem, bu cennet bizim” derken de “Davet”i vatanseverliğeydi.

Sonra, vatanseverliğin Dr. Johnson’un o ünlü sözünden beri nasıl kullanıldığını görünce dayanamadı: “Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurthainiyim, ben vatan hainiyim.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN


DEV-GENÇ’li Bülent - NAZIM ALPMAN

Türkiye Devriminin önemli isimleri arasında bulunan Bülent Uluer, 1970’li yıllarda ismi çok bilinen politik bir şahsiyet idi. Bu geniş çerçeveli tanımlamaya bakarak O’nun siyasi parti lideri olduğu düşünülebilir, ama öyle değil… Bülent Uluer İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğrencisi ve öğrenciler arasında örgütlü dernek yöneticisiydi.
Kamuoyunda tanınır olmasının nedeniyse gazetelerde sıklıkla haber olurdu. O yıllarda yapılan büyük protesto toplantılarında, işgal eylemlerinde ve en çok da cenaze törenlerinde Bülent Uluer konuşurdu. Çok iyi bir hatipti. Metinsiz konuşmasına karşın, yüksel bir ajitasyon gücüne sahipti. Farklı siyasetlerin ortaklaşa eylemlerinde (ki bunların çoğunluğu cenazeler olurdu) yine Bülent’in konuşma yapması üzerine mutabakat sağlanırdı. Sadece kendi siyasetin belgileri, sloganlarıyla konuşmaz daha kapsayıcı bir dille kitlelere seslenirdi. Zaten bu yüzden de farklı siyasetler Uluer üzerinde kolayca anlaşma sağlayabilirlerdi.
Bülent Uluer’i 1970’lerden beri tanımama karşın, ilk kez bir araya gelmemiz ancak 2014’te mümkün olabildi. Artı 1 TV için hazırladığım Zaman Mekan İnsan kuşağında onun hayatını kendi anlatımıyla belgeselleştirmiştik.
Bülent Uluer 1952 yılında Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. Babası Bahattin Uluer asker olduğu için ilkokulun her sınıfını bir başka yerleşimde okumak zorunda kaldı. Birinci sınıfı Karadeniz Ereğli’de, ikinci sınıfı İnebolu’da, üçüncü sınıfı Çankırı’da dördüncü ve beşinci sınıfı İstanbul Tuzla’da okudu ve mezun oldu. Ortaokula Edirne Uzunköprü’de başladı, Mardin Kızıltepe’de bitirdi. Liseye de Mardin’de başladı ama bitirmek kısmet  olamadı. Kendi anlatımıyla “huysuz bir öğrenciydim, itiraz ediyordum her şeye, sonunda atıldım” diye anlatıyor o günleri. Bunun üzerine İnebolu’ya anneannesinin yanına gönderilip İnebolu Lisesi’nden diplomasını alabiliyor.
İnebolu’da futbola da başlıyor Bülent Uluer. İneboluspor 1968-69 ve 1969-70 sezonlarında Kastamonu şampiyonu olan takımın yıldız oyuncusu olmuştur. İyi bir futbolcu olduğunu kendisi de söylüyor.
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni kazanıp büyük şehre geliyor. İlk örgütlü olarak çalıştığı yer ise Kastamonulular Derneği oluyor. Hatta 17 yaşında dernek başkanı seçiliyor. 12 Mart 1971 Muhtırası Bülent’in uzağından geçiyor. Ama bir süre sonra hemşehri derneği de sıkıyönetime tosluyor ve kapatılıyor.
1974 Affı’yla birlikte hayat hızlanmaya başlıyor. Eczacılık ikinci sınıfta okuyan Bülent sadece merkez binada olmak için yeniden sınava girip iktisat fakültesini kazanıyor:
-Artık okuyup eczacı olmak gibi bir fikrim yoktu. Sadece merkez binada olmak için iktisat fakültesini yazmıştım. Ama birinci ve ikinci sınıflar merkez binasının dışındaymış, bilseydim hukuk falan yazardım. Kazanırdım da…
Bülent Uluer bu yıllarda İstanbul Üniversitesinin siyasi liderlerinden biri haline gelmiştir.
Pek çok öğrenci derneği kurulup, bölünüyor; yeni yapılar ortaya çıkıyor, Türkiye son hızla 12 Eylül’e doğru gidiyordu.
Bülent Uluer’in genel sekreteri olduğu DEV-GENÇ de kendi içinde ayrışmalar yaşıyor. Devrimci Yol’dan (DEV-YOL) ayrılan İstanbul kanadı Devrimci Sol (DEV-SOL) adını alıyor.
Bülent Uluer İstanbul kanadında olmasına karşın DEV-SOL’un önderleri arasında yoktur. Zaten üzerine atılı suçlar nedeniyle de arama kararları çıkmıştır. 12 Eylül 1980 Darbesi yapıldığında Bülent Uluer de Suriye üzerinden Filistin’e geçmektedir.
İki yıl çok sıkı gerilla eğitiminden sonra 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında gelişmiş silahlarla donatılmış İsrail ordusuna karşı savaşan Filistinli gerillalar arasında Bülent Uluer de vardır. Hem de ön saflarda…
Bu büyük çatışmalar sırasında İsrailli bir keskin nişancı Bülent’i hedef seçer ve onu tam belinden vurur. Bu halde canını kurtarır. Hastaneye götürülür. Ama kurşun çıkarılamaz. Çünkü felç olma riski çok yüksektir. Kurşun orada bırakılır.
Bülent Uluer belgesel sırasında bu bölümün kurgu dışı bırakılmasını istedi. İsrail istihbaratı bu türden bilgileri değerlendirip, mutlaka bir öç alma-cezalandırma eylemi yapıyormuş.
Şimdi ilk kez yazıyorum. Çünkü Bülent Uluer 22 Ağustos 2017 günü akşamüstü İstanbul Kozyatağı Acıbadem Hastanesinde akciğer embolisi tedavisi görünken hayatını kaybetti.
Bülent Uluer 1960’larda ve 1970’lerde devrimci gençlerde var olan “fedai” ruhuna sahip olanlardandı. Ülkeleri için kendilerini feda etmekten asla çekinmeyen bir kuşak. Sadece ülkeleri için değil. Dünyanın neresinde olursa olsun baskı gören, ezilen, haksızlığa uğrayan halkların yanında olmayı görev olarak kabul etmişlerdi.
Bülent Uluer o kuşağın bu özellikleri taşıyan yiğit bir temsilcisi olarak yaşadı ve mücadele etti. Çizgisi hiç değişmedi. Her zaman emperyalizme karşı ezilen halkların yanında yer aldı.
Uzun sürgün yıllarından sonra döndüğü Türkiye’de özgürlük yönünde yürüdü. Halkların Demokratik Kongresi Danışma Kurulu üyesi olarak gözlerini kapadı.
O bugün Karacaahmet’teki cenaze töreninden sonra toprağın altında olmayacak. Bir özgürlük rüzgârı olarak Türkiye’nin üzerinde esmeye devam edecek, ilk gençlik yıllarındaki adıyla:
DEV-GENÇ’li Bülent!

Nazım Alpman / BİRGÜN