29 Ağustos 2017 Salı

2019 seçimleri adil ve eşit mi geçecek? - ÇİĞDEM TOKER

Önce “kitabın ortasından” iki soru:


2019 seçimlerinin adil ve eşit yapılacağına inanıyor musunuz? 
Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) güveniyor musunuz? 
İki soruya cevabınız “hayır” ise otoriter tek adam rejiminin oylandığı referandum günü, ne olduğunu da hatırlıyorsunuz demektir.
YSK, 16 Nisan’da hepimizin hayatlarına, çocuklarımızın geleceğine doğrudan etki eden bir karar aldı. Seçimlerin adil, eşit güvenli gerçekleştirilmesinin yegâne sorumlusu olan bu anayasal kurum “mühürsüz pusulaların geçerli olduğunu” duyurdu. “Duyuru” diye özellikle altını çiziyorum.
Karar alındı denilmesine rağmen, ortada karar falan yoktu çünkü. Karar arkadan geldi.
Oylarına sahip çıkmak için her türlü önlemi aldığını düşünen kişi ve kurumların hiç beklemediği bir durumdu bu.
Sandıkların kapanmasına iki üç saat kala, mühürsüz oyların geçerli sayılması kimin aklına gelebilirdi ki?
İşte bu kanuna aykırılık soğukkanlılıkla işlendi.
YSK mühürsüz oyları geçerli sayarak, otoriter tek adamlığı getiren halkoylamasını şaibeli kılmış olmadı sadece. Kurumsal olarak da kendisini imha etti.
Bugün YSK, güvenilir bir kurum olmanın çok uzağında. Temel nedeni, 16 Nisan’da “hayır” oylarının önde çıkacağının görüldüğü saatlerde, sonucu tersine çevirecek bu kararı alması için müdahale edildiğinin düşünülmesidir.
Kimsenin çıkarıp belgesini koyamadığı, ancak “hayır” diyen 24 milyona yakın yurttaşa hâkim bir kanaatten söz ediyoruz.
YSK’ye dair bu kanaatte, o karara “evet” demiş mevcut Kurul kompozisyonunun birinci derecede önem taşıdığı kuşkusuzdur. Başka bir anlatımla, mevcut komposizyon görev başında olduğu sürece yapılacak hiçbir seçimin, adil, eşit ve güvenilir geçmeyeceği yönündeki inancın yaygın bir karşılığı bulunmaktadır.
Bu kadar hatırlatmayı yaptım. Çünkü sanki parlamenter bir rejim altında yaşıyormuşuz, OHAL yokmuş, güçler ayrılığı düzgün çalışıyor gibi 2019 seçimlerinin alt ihtimaller üzerinden ferahfeza makamında tartışılmasını tuhaf buluyordum. 
 
Bu tuhaflık hissinde yalnız olmadığımı Adalet Kurultayı’ndaki çalıştaylarda fark ettim.
Çalıştaylarda belirlenen konularda, o alanın uzman ve emek vermiş kişilerini bir araya getirip özgür bir tartışma zemini amaçlanmış. Biri katılımcı (İhale, Teşvik ve İzinlerde Adalet) diğeri izleyici olarak yer aldığım iki çalıştayda bu amacın gerçekleştiği söylenebilir. 
 
2019’a normal olmayan koşullar ve OHAL altında gittiğimizin farkında olunması ve bu dönemin karakterine uygun talep ve önceliklere odaklanmanın zorunlu olduğu işte bu çalıştayda tartışıldı.
İzmir milletvekili Murat Bakan’ın yönettiği “Siyasi Parti ve Seçim Sistemleri” başlıklı çalıştaya davet edilen akademisyenler; Murat Sevinç, Fatih Yaşlı, Burak Cop, Faruk Şen, Tanju Tosun, Kürşad Soylu işte bu ve seçimlerin güvenliğini ilgilendiren diğer birkaç başlıkta, dikkat çekici ve yaşamsal önem taşıyan görüşler paylaştı. 
 
Muhatabı, bütün muhalefet cephesi diye nitelenebilecek aktörler olan bu öneri ve değerlendirmelerin birkaçı şöyle:
Öncelikle OHAL’in sona erdirilmesine yönelik kampanya, OHAL KHK’lerinin iptali, YSK yapısında hukuki reform, eşit, adil bir seçimin koşulları sağlanamazsa seçimi boykot.
(Bu listenin şüphesiz gerisi var.) Bu çalıştayda; seçimlerde adalet, eşitlik ve güvenliğin sağlanmadığı ortamda, sandığa gitme oranında dramatik düşüş yaşanma ihtimali de konuşuldu. 
 
Evet, yakın gelecekte bir seçim gerçeği mevcut. İçinde bulunduğumuz iklimde, önceliğin 2019’da yarışacak adayları çıkarmaya mı yoksa, bu seçimin gerçekleşeceği -şu an son derece kaygan ve riskli görünen- zemini sağlamlaştırmaya mı verilmesi gerektiğinin cevabı ise ortada.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Her yerde korku - ERGİN YILDIZOĞLU

Televizyonsuz, bilgisayarsız bir ta­tilden sonra hızlı bir medya tara­masıyla dünyanın hallerine ba­kınca bana bir haftada içinde bile kor­kunun düzeyi artmış gibi geldi.


Trump ve nükleer silahlar
Trump’ın, Charlotesville olaylarının ertesinde yaptığı, önce ırkçıları kayıran sonra eleştiren, sonra yine kayıran açık­lamaları, ırkçılık üzerinden insan hakları­nı ihlal etmekten yargılanan, Arizona şe­rifi Arpaio’yu, başkanlık yetkisini kulla­narak affetmesi, ABD’de kimi yorumcu­lara göre, “böyle Dr. Jekyl ve Mr. Hide halleri”, kafaları karıştırıyor; ülke yöneti­mine güveni sarsıyor. Bu ortamda kimi­leri Trump’ın etrafını saran generallere, kimileri de sokaklara umut bağlıyor.
Trump’ın dış politikası da karmakarı­şık. Bir “U” dünüşle, Afganistan’da sü­resiz kalmaya karar veriyor. Kuzey Kore sorununu alevlendirecek konuşmalar ya­pıyor. Foreign Policy’de bir analist, “Eğer Trump’ın aklına aniden nükleer silahları kullanmak gelirse, bunu kim önleyebilir” diye soruyor. Nükleer silah kullanma sü­recinin çok hızlı bir tempoya göre düzen­lenmiş olmasına atıfla korkutucu bir so­nuç çıkarıyor. Monterey’den nükleer si­lahlar uzmanı, Jeffery Lewis, Washing­ton Post’taki yorumunda, “Trump’ın baş­kanlığı benim kişisel kâbusumdur” diyor.
 
Çin-Hindistan-Pakistan
Trump, Afganistan’da süresiz kal­maya ilişkin açıklamasını yaparken, Pakistan’ı, hem ABD’den milyarlarca dolar yardım alıp hem de teröristlere ev sahipliği yapmakla suçladı. Bu suçlama da korkutucu gelişmelere işaret ediyor. Birincisi, bu suçlama, Afganistan ilişki­lerini, Hindistan karşısında “stratejik bir derinlik” olarak gören, Hindistan’ın Af­ganistan üzerinden ülkesini destabilize etmesinden korkan Pakistan iç siyase­tini etkiliyor. Bu açıklama, ABD’nin “te­rörizmle” savaşına, IHA saldırılarına kar­şı çıkmasıyla bilinen siyasi lider İmran Khan’ı daha da güçlendirecek. İkinci­si, ABD ile Pakistan arasındaki stratejik işbirliğini olumsuz etkileyecek. Böylece Çin’e yeni manevra alanları açabilecek.
Nükleer bir güç olan Pakistan’ın bir başka nükleer güç Hindistan’la tarih­sel, bir türlü çözülemeyen siyasi ve as­keri sorunları var. Bu sorunlara ilişkin denklem, “Yeni İpekyolu” projesi için­de Çin’in Pakistan’la ilişkilerinin derin­leştirmesiyle daha da karmaşıklaşıyor. ABD’de dış politika çevreleri, bu geliş­melerin, hem Hindistan hem de ABD açısından, öncelikle Afganistan’da yeni sorunlar yaratmasından korkuyor.
Bu korkunun bir nedeni de, Çin ve Hindistan arasında, zaman zaman sert­leşen bir sınır anlaşmazlığı yaşanıyor ol­ması. Hindistan, Çin’in “Yeni İpek Yolu” projesinden ve bunun kapsadığı alanda­ki kaynaklar üzerindeki etkilerden dışlan­maktan, bu projenin Çin’e sağlayacağı askeri olanaklardan kaynaklanacak jeo­politik kayıplar yaşamaktan korkuyor.
 
Ve Ortadoğu
Ortadoğu’da gittikçe yayılma eğilimi gösteren dağılma süreci korkuları artı­rıyor. Katar’ın, üzerindeki tüm baskıla­ra karşın İran’la diplomatik ilişkilerini ye­niden canlandırması, Suudi toprakların­daki Şii nüfus içinde artan huzursuzluk­lar, Yemen’de savaşın çıkmaza girmesi de Suudilerin korkularını artırıyor.
İsrail, İran’ın Suriye’ye kalıcı bir biçim­de yerleşmesinden, Hizbullah’a denge bozucu silahlar transfer edecek konu­ma gelmesinde, Golan Tepeleri’nin ku­zeyinde bir askeri, üs kurmasından kor­kuyor. Birçok gözlemci, Suriye’nin yanı sıra, Lübnan ve Ürdün’ün bütünlüğünün de hızla zayıflamakta olduğunu düşü­nerek tüm bölgenin entegre bir yangın yerine dönmesinden korkuyor. Türkiye Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan ederek Irak’tan kopmasından kor­kuyor. Petrol şirketleri de, bu bağımsız­lık ilanının piyasalarda yaratacağı sar­sıntılardan...
Bu ortam da beni de, “Almanya’nın dünyada saygınlığı yüksek (rıza, yumu­şak güç-E.Y). Amerika zayıflar, otori­ter güçler yükselirken, askeri alanda­ki (şiddet- sert güç- E.Y) isteksizliği­ni terk ederek, Avrupa’nın liderliğini (rıza+şiddet=Hegmonya) üstlenmesi ge­rekir” (Spiegel, 23/08/2017) türünden yorumlar, dünyanın durumunun giderek 20. yüzyılın başındaki yılları anımsatıyor olması korkutuyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Metal yorgunluğu değil haramın ağırlığı - ERDAL ATABEK

Haram, taşınması ağır bir yüktür.
Dinin yasakladığı işler ya da nesneler haram sayılır.
İnançlı kişinin de haram olan işlerden,
nesnelerden uzak durması gerekir.
Böyle midir? Böyledir.
Peki, yalan söylemek haram mıdır?
Haramdır?
Kul hakkı yemek haram mıdır? Haramdır.
Birine iftira etmek haram mıdır? Haramdır.
Başkasının malını çalmak haram mıdır? Haramdır?
Başkasının malına el koymak haram mıdır? Haramdır?
Eğer böyleyse, eğer gerçekten böyleyse, nasıl oluyor da siz yıllardır bu memleketi, yalanla, haramla yönetiyorsunuz?
Bugün bir şey söylüyor, yarın aksini söylüyorsunuz.
Bugün bir şey yapıyor, yarın “Bizi aldatmışlar” diyorsunuz.
Arkadan “Biz ne aldandık, ne aldattık” diyorsunuz.
Hangisi doğru, hangisi yalan belli değil.
Ne söylense inansınlar istiyorsunuz.
Ne söyleseniz inandılar, doğru.
Ayakkabı kutularında dolarlarla yakalandınız.
Komplo dediniz, inandılar.
Bu FETÖ ne güzel işler yapıyor dediniz, inandılar.
Bu FETÖ terörist dediniz, inandılar.
Ama yoruldular işte, yorgun düştüler.
İnanmaktan bitap hale geldiler.
Metal yorgunluğu” diyorsunuz. Değil.
Haram ağırlığıdır bu.
Haram artık taşınamaz hale geldi.
Bu da sonunuz demektir.
Haram taşınamıyorsa eğer,
Artık omuzlardan ineceksiniz.
Korkunuz budur
ve korktuğunuz kapınızın eşiğindedir.

***

Yalanın sonu yoktur.
Ama yalana inanmanın sonu vardır.
Haramın sonu yoktur.
Ama harama ortak olmanın sonu vardır.
Talanın sonu yoktur.
Ama talana seyirci kalmanın sonu vardır.
Neden bilir misiniz?
Çünkü, insanda vicdan diye bir şey vardır.
Kimi zaman susturulan vicdan.
Kimi zaman avutulan vicdan.
Kimi zaman dinlenmeyen vicdan.
Ama vicdan susmaz.
Vicdan yorulmaz.
Vicdan bıkmaz.
Oradadır ve sahibini dürter durur.
İki insan açlık grevinde ölüyorsa vicdan dürter durur.
Yüz binlerce insan işlerinden atılıp aç bırakılıyorsa vicdan sızlanır durur.
Masum insanlar hapislerde tutuluyorsa vicdan sesini yükseltir.
Topraklar parası olana peşkeş çekiliyorsa vicdan ‘Ne oluyor’ diye sorar.
Adalet iktidarın sopası olmuşsa, ekonomi fakirin sefaletine dönmüşse, eğitim tarikatların medresesine teslimse yaşamak dürüst insanlara haram edilmişse siz orada sefa süremezsiniz.
Toprak altınızdan kayar, gökyüzü fırtınalarla sarsılır, denizler öfkesini dalgalarına yükler, sizler de ne olduğunuzu anlamadan yıkılır gidersiniz.
Metal yorgunluğu mu dediniz?
Haramın ağırlığıdır bu.
Anlamıyor musunuz?
Bu iktidar size haram oluyor...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

Laiklik, inançta adalet demektir! - TAYFUN ATAY

Dünkü yazımda bahsettiğim üzere 2013 yılında Diyanet’in etnik ve dinsel temelli farklılıklar karşısında, özellikle Güneydoğu (Kürtlük, Şafiîlik, Alevilik) bağlamında nasıl bir yaklaşım geliştirmesinin tartışıldığı çalıştayda katılımcıydım.
Çalıştayın tartışma gündemi kaçınılmaz olarak Diyanet’in farklı inançlar karşısındaki pozisyonu meselesine doğru daha genel bir çerçeveye genişledi.
Toplumun tüm farklılık ve çeşitliliğini kuşatabilecek, böylece herkes tarafından kabul görebilecek bir Diyanet mümkün müydü?
Diyanet, “adil” bir din kurumu olabilir miydi? 


***

Belki” diyerek şu iyi niyetli “antropolojik” öneride bulundum:
Madem ki “Sünni-Hanefi” anlayışın hâkim olduğu bir Diyanet’in inanca eşit ve tarafsız, yani adil yaklaşabilmesine yönelik kuşkular var. Ağırlıklı olarak Alevi, bunun yanı sıra Alevi olmayan “seküler” kültürel dokulu yurttaşlardan, keza gayri- Müslim azınlıklar ve diğer irili- ufaklı inanç pratisyenlerinden de yükselen kuşkular...
Öyleyse Diyanet’i (bizde hiç olmayan) “karşılaştırmalı din çalışmaları” itkisiyle hareket edip bir “kültürel-evrensel” olarak her zaman-zeminde karşımıza çıkan “kutsal”ın farklı tezahürlerini yansıtan bir platform olarak düzenleyelim...
Dedim!..
Bunu dedikten sonra da Avustralya Yerlileri’nin “totemizm” inancından bahsettim. Fransız sosyolog Durkheim’in bu hususta hâlâ çığır açıcı niteliğini koruyan eserinden (“Dinsel Yaşamın İlksel Biçimleri”) ve onun totemizm örneği temelinde dinin başlangıcını “kutsal” arayışı ile ilişkilendiren yaklaşımından dem vurdum.
Ve Diyanet bünyesinde totemizmi dahi “değer”lendiren bir bakış açısı ve çalışma stratejisinin hayata geçirilmesi “hayal”ini ortaya attım.

***

Hemen kararlı bir rahatsızlık kendini gösterdi. “Din uleması” hüviyetine de sahip Diyanet yetkilileri, “Biz bunu kabul edemeyiz, çünkü bu putperestliktir” dediler.
Totemizm, akla İslam-öncesi “Cahiliye” dönemi Arap putperestliğini, daha “antropolojik” deyişle çoktanrıcılığı (“politeizm”) getirmişti.
Evet, uç bir örnek vermiştim, ama deşmek istediğim, “kutsal” tasarımının ve inanç pratiğinin her türlüsüne ne ölçüde açık olunup olunamayacağıydı.
Sonuç olumsuzdu. Ve eğer “Biz bunu kabul edemeyiz” deniyorsa inançta adaleti bu kurum bünyesinde hayata geçirme imkânı da yoktu.
Çünkü İslam temelli bu reddiye doğrultusunda Avustralya totemizminden Arap putperestliğine (çoktanrıcılığa), Zerdüşt Mecusiliğine, Arap, Türk ve Kürt Aleviliğine, nihayet Süryanilik ve Ezidiliğine açılan yelpazedeki her inanç, sadece derece farkı ile birbirinden ayrılmaktaydı. İslam karşısında mahiyetleri farksızdı.
Hak din, dolayısıyla yegâne “gerçek” inanç, İslam’dı.
O zaman, inançta adaleti, farklı din ve inanç sistemlerine eşit ve tarafsız yaklaşımı Diyanet marifetiyle sağlamanın olanağı yoktur. Zaten kurumun mevcut “mevzuat”ı da buna el vermemekte. 


***

Dolayısıyla inançta adaletin yolu ancak laiklikten, daha doğrusu “çoğul toplum laikliği”nden geçer.
Çünkü laiklik, kökene gidildiğinde siyasete sirayet etmiş din ve mezhep temelli adaletsizliklerin üstesinden gelme, inanç çeşitliliği karşısında tarafsızlığı koruma, böylece sosyal barışı mümkün kılma yolunda bir çözüm olarak önerilmiştir.
Din ve inanç, çeşitlenir. Bir din ya da inanç, kendi içinde de çeşitlenir; mezhepler, cemaatler, tarikatler vs. olarak...
Bir ulus-devlet coğrafyasında kendisini gösteren din ve inanç temelli bu çeşitlilikler, eğer devletin bir inanç önceliği varsa, bu doğrultuda bir resmi kurumsallaşma da olmuşsa inançta adalet imkânsızlaşacaktır.
Dahası kendisini devletle aynı dini “meşrep”ten sayan bir dolu oluşum, tarikat, cemaat, çevre arasında, aynen bugün bu memlekette hepimizin gözü önünde olduğu gibi rekabet ve çatışmalar da yoğunlaşıp derinleşecektir. 


Bundan tek kaçış ve çıkış yolu laikliktir.


Bir devletin inançlar karşısında eşit ve tarafsız davranma hususunda zafiyetini giderebilecek tek ilaç laikliktir.


İnançta adaletin imkânı, laikliktir.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

İstanbul her seferinde bizi neden şaşırtıyor? - MURAT NAĞIŞ / Aktüel Arkeoloji Dergisi

Beşiktaş’ta ortaya çıkan bulgular bizi neden bu kadar şaşırtıyor? Şans eseri yapılan bu keşifler aslında bizi şaşırtmamalıdır, çünkü bunların varlığı aslında bilinmekte ancak acımasızca gelişen kentleşmeden fırsat bulunup araştırılamamaktadır. 


Nereden bakarsanız bakın bu, zoru başarmaktır. Bizi mutlu eden de daha çok budur aslında. İstanbul Arkeoloji Müzeleri yöneticileri ve arazide emek harcayan tüm çalışanlarının önünde saygı ile eğilmek gerekir. Yenikapı ve Pendik’ten sonra İstanbul’un tarihine Beşiktaş’ı da eklemek salt arkeolojik bir gelişme olarak görülmemelidir. Bu aslında, bir kentin kimliğinin ve tarihinin tümden değiştirilmesi çabasına karşı kentin kendini korumak için her seferinde yepyeni bir kalıntı ile çıkagelme öyküsüdür. Beşiktaş’taki kalıntılar bu nedenle önemlidir.

İstanbul’un güçlü bir tarih öncesi kültürü olduğu aslında yaklaşık yüz yıldan fazladır bilinmektedir. 1908 yılında Pendik’te yürütülen demiryolu çalışmaları, İstanbul’un önemli höyüklerinden biri olan Temenye Höyük’ün üzerinden geçer ve ilk kazı çalışmaları dönemin Müze Müdürlüğü tarafından yürütülür. Aradan geçen 53 yılın ardından yeniden yapılan demiryolu çalışmaları sırasında Temenye Höyük’ün bir kısmı tahrip edilir. Bu sırada açığa çıkan  kalıntılar incelendiğinde önemli Neolitik bulgular ortaya çıkar. Aynı dönemlerde İstanbul’un birçok yerinden Neolitik Dönem kalıntıları çıkmaya başlamıştır. En önemlileri bugün tamamen yok edilmiş olan Fikirtepe Kültürü adlı Neolitik Dönem kalıntılarıdır. Fikirtepe’deki bulgular, İstanbul Üniversitesi'nden K. Bittel ve Prof. Dr. Halet Çambel tarafından 1942 yılında gerçekleştirilen yüzey araştırmaları ve 1952-54 yılları arasında yapılan kazılarla ortaya çıkmıştır. Bugün Fikirtepe’de ne olduğu belirsiz onlarca bina yükselmeye devam etmektedir. 

Fenerbahçe, Tuzla, Göztepe gibi İstanbul’un erken kültürlerinin köşe taşlarını oluşturacak kalıntıların ele geçtiği yerler yalnızca isim olarak kayıtlara geçer. Böylece aradan geçen bir 50 yılın ardından Pendik’teki Temenye Höyük hâlâ yok edilmeye devam edilmektedir. 2013 yılında hızlı tren projesi ile genişletilen demiryolu çalışmalarında bir kez daha İstanbul’un erken kültürlerine ve Neolitik Dönem'ine ilişkin çok önemli kalıntılara ulaşılır. Yine kurtarma kazısı başlar, hızlıca belgelenir, haberleri yapılır ve kaldırılır. Pendik Temenye Höyük’te yapılan son kazılar, İstanbul’un erken kültürleri ve Neolitik Dönem kültürü açısından ilginç bulgular sunar. Tarımcı bir toplum ile balıkçılıkla geçinen bir toplumun birlikte yaşadığı bir Neolitik köydür burası. Alanda birçok Neolitik Dönem mezarı keşfedilir ve çok sayıda arkeolojik eser ele geçer. Dönemin İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili, İstanbul’un tarihinin binlerce yıl geriye gitmesinin büyük bir sevince neden olduğunu, Neolitik Dönem için yeni bir müze ihtiyacı doğduğunu söyler. Bugün geriye dönüp baktığımızda ne Pendik’ten ne de kalıntılardan bahsedilmektedir.

Marmaray projesine bağlı Yenikapı İstasyonu'nun inşası sırasında İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü ve İstanbul Üniversitesi işbirliğinde toplam 58 bin metrekarelik alan üzerinde gerçekleştirilen kazılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden, Marmara Denizi’nin göl konumunda olduğu Neolitik Döneme kadar birçok kültür katmanını ortaya çıkarır. Yaklaşık 12 metre kalınlığındaki dolgu içinde sürdürülen kazılarda sayısız organik ve inorganik buluntular ile birlikte Erken ve Orta Bizans Dönemi'ne (Doğu Roma İmparatorluğu) tarihlenen dünyanın en büyük batık gemi kalıntıları açığa çıkar. MS 5 ile 10. yüzyıllar arasındaki zaman dilimine tarihlenen 40’a yakın batık gemi  kalıntısı belki de son yüzyılın en önemli arkeolojik keşif ve kazılarından biri olarak kayıtlara geçer.

İtalya dahil olmak üzere dünyanın hiçbir yerinde bu denli zengin bir batık gemi kazısı yapılmamıştır. Sonuçlar göz kamaştırıcıdır. Bugün hâlâ İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Sayın Kadir Topbaş, Yenikapı’da bir müze kurulması için yarışma başlatmış, yapılacak müzenin tanıtımını bir basın toplantısı ile kamuoyuna duyurmuştur. Bugün aradan yıllar geçmesine rağmen, geriye dönüp baktığımızda ortada ne bir müze ne de üzerine konuştuğumuz bir Yenikapı olduğunu görüyoruz.

Ulaşılan bilgiler tarihe ışık tutuyor
Yenikapı’daki Neolitik kalıntılar ise arkeoloji bilimi açısından sansasyoneldir. 12 metrelik dolgunun en altında havasız bir ortam sağlayan balçık bir tabaka içerisinde ele geçen kalıntılar, yalnızca bir kentin tarihini değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda arkeoloji bilimine de sayısız yenilik katmıştır. Yenikapı’daki Neolitik kalıntıları bu kadar değerli kılan, bu havasız ortamda bozulmadan günümüze kadar ulaşan ahşap (yani organik) kalıntılardır. Bir mezarda ele geçen kano kürekleri, Yenikapı’nın Neolitik Dönem sakinlerinin deniz yolculuğu yaptığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Bir diğer Neolitik mezarda ise ölünün hem alt hem de üst tarafından ahşap koruyucular ile kapatıldığı keşfedilmiştir. Bu, benzeri olmayan bir gelenektir. Yine bu tabakada ortaya çıkan Neolitik Döneme ait ayak izleri, Yenikapı’nın Neolitik sakinlerinin deriden yapılmış ayakkabılar giyiyor olmasını göstermesi açısından son derece önemli buluntulardır. Böylesine önemli bir arkeolojik kazının ve ortaya çıkardığı kalıntıların İstanbul’un kent kimliğine ne gibi geri dönüşleri olduğu henüz belirsizdir. Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, “Merkezi ve yerel otorite, sunduğu tüm bu imkânlara rağmen Yenikapı’da üretilen bilginin kente kazandırılması ve onunla bütünleştirilmesi yönünde hiçbir plan ve programa sahip değil” diyerek önemli bir eleştiri getirir. Bu eleştirinin hâlâ geçerli olmadığını söyleyebilir miyiz?

İstanbul’daki erken kültürlerin varlığını Pendik, Fikirtepe ve Yenikapı’dan biliyor olmamıza rağmen, bugün Beşiktaş’ta ortaya çıkan bulgular bizi neden bu kadar şaşırtıyor? Yenikapı bizi zaten yeterince heyecanlandırmamış mıydı? İstanbul’un tarihini çok daha gerilere götürmemiş miydi? Neden her yeni arkeolojik keşifte, bu sanki ilkmiş gibi şaşırıp, sonra unutup kaderine terk ediyoruz? Beşiktaş’ın kaderi Pendik’ten, Fikirtepe’den, Yenikapı’dan farklı mı olacak? Bekleyip göreceğiz... Ama öncesinde erken kültürler ve Neolitik Dönem açısından İstanbul’a bakmakta ve Beşiktaş’ı bir yere oturtmakta fayda var.


Neolitik kültür, en basit tanımı ile tarımcı bir toplumdur. Üretim biçimi, toprağın ekilip, ekinin toplanması üzerine kurulmuştur. Yakındoğu ve Anadolu coğrafyasında tarımın sistematik olarak ilk kez, günümüzden yaklaşık 10 ile 9 bin yıl öncesinde başladığı kabul edilir. Kuzey Afrika, Yakındoğu ve Anadolu coğrafyasında kurulan ilk köy yerleşmeleri, artan nüfus, yetersiz besin, kuraklık gibi farklı nedenler ile göçler yaşanır. Neolitik kültür bu göçler ile birlikte batıya doğru yayılır. Yanlarına aldıkları tohumlar ile birlikte göç eden topluluklar, hem birbiri ile etkileşimli hem de bağımsız farklı Neolitik kültürlerin ortaya çıkmasını sağlar.

Özellikle son yıllarda Neolitik topluluklar üzerine yapılan antik DNA çalışmaları ile Avrupalı ilk köylülerin Anadolu, Mezopotamya ve Yakındoğu halkları ile akraba oldukları ve köklerinin buralardan geldiği anlaşılmıştır. İstanbul, neredeyse tüm çağlarda göçlerin en önemli geçiş güzergahıdır. Çünkü göçler ya Karadeniz’in kuzeyinden ya da bu bölgeler hala soğuk olduğu için deniz yolu ile ilerlemek zorundadır. Dolayısıyla göç için en kolay yol iki kıtayı birleştiren İstanbul’dur. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda İstanbul’un erken kültürlerin göç hareketini ve yerleşikliğini anlamamız açısından mükemmel bir arkeolojik birikim sunması gerektiğini anlıyoruz. Ancak ne yazık ki, acımasızca gelişen kentleşme buna izin vermemektedir. İstanbul’un etrafındaki diğer kentlerde, örneğin Bursa Aktopraklık ve Barcın Höyük’te, Kırklareli’ndeki höyük kazılarında ve Edirne Hoca Çeşme’de bu kültürleri ve arkeolojik kalıntılarını görmek mümkündür. Peki bu kalıntılara neden İstanbul’da rastlamıyoruz? Bunun en büyük nedeni kentleşme ve kentin yöneticilerinin arkeolojiyi bir ayak bağı ve engel olarak görmesidir.

Acımasız kentleşme
Pendik, Fenerbahçe, Fikirtepe, Yenikapı ve son olarak Beşiktaş, İstanbul’un erken kültürel hareketliliğinin birer göstergesi ve uygarlık tarihinin önemli kilit taşlarıdır. Çünkü tüm bu kalıntılar bize Anadolu ile Batı'nın ilk uygarlıkları arasındaki ipuçlarını sunar. İstanbul’daki erken kültürlerin kalıntılarının Balkan kültürleri ile benzerlik gösterdiğini söyleyen Prof. Dr. Mehmet Özdoğan hocamızın bu saptamaları son derece önemlidir. İstanbul, erken kültürler  için çok önemli bir geçiş, durak ve yerleşim noktasıdır. Beşiktaş’ta ortaya çıkan kalıntılar da işte böyle bir süreci aydınlatacak olması bakımından önemlidir. Yuvarlak planlı yapıların benzerlerinin Trakya ve Balkanlar’daki yerleşimlerde de görülmesi kültürel devamlılık ve göçün Anadolu ile ilişkisini ve İstanbul’un önemini bir kez daha göstermektedir. Şans eseri yapılan bu keşifler aslında bizi şaşırtmamalıdır, çünkü bunların varlığı aslında bilinmekte ancak acımasızca gelişen kentleşmeden fırsat bulup araştırılamamaktadır. İstanbul Arkeoloji Müzeleri yakaladığı her fırsatta bu acımasızlığa karşı var gücüyle çalışmaktadır. Bizi mutlu eden bu başarının ardından, modern kent kendini biraz geri çekmeli ve hem bugünümüzü hem geleceğimizi zenginleştirecek bu arkeolojik kalıntıların ortaya çıkarabilmesi için canla başla çalışan arkeologlara yer açmalıdır.

MURAT NAĞIŞ
Aktüel Arkeoloji Dergisi

(BİRGÜN) 

Adalet Yürüyüşü’nden Adalet Kurultayı’na - Orhan Sarıbal

Saray/AKP iktidarının eski iktidar ortağı olan Fethullah Gülen cemaati tarafından düzenlenen 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti. Ancak darbenin arka planı ve ortaya çıkmasına yol açan koşullarla hesaplaşılmadı. Ayrıca darbe girişiminin siyasi ayağına yönelik herhangi bir soruşturma yürütülmedi.

Darbecilerle mücadele, muhaliflere karşı yürütülen susturma ve sindirme operasyonuna dönüştürülmüştür. Meclis yetkisiz kılınmıştır, ülke KHK’lerle yönetilmektedir. Yargı tümüyle Saray/AKP iktidarının emrine sokulmuştur. Birçok bağımsız TV, radyo ve gazete kapatılmış, gazeteciler hapse atılmış, medya susturulmuştur. KHK’larla 110 bin kamu emekçisi, öğretmen ve akademisyen görevinden ihraç edilmiş, 30 bini aşkın emekçi uzaklaştırılmıştır.

OHAL sayesinde bir yandan temel hak ve özgürlükler rafa kaldırılırken, öte yandan çıkarılan KHK’larla emekçilerin kazanılmış hakları gasp edilmekte, doğamızın yaşam alanlarımızın ranta, talana, yağmaya açılması için düzenlemeler yapılmaktadır.

Ülke neredeyse yarı açık cezaevine dönüştürülmüştür. Dokunulmazlıkları kaldırılan birçok milletvekili tutuklanmıştır. Bu kapsamda CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu, yargılandığı MİT TIR’ları  davasında 25 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve mahkeme salonunda tutuklanmıştır.

Bu karar Saray/AKP rejiminin emri altına aldığı yargı aracılığıyla CHP’nin de içinde bulunduğu muhalif güçleri teslim alma, yok etme planını çok açık şekilde gözler önüne sermiştir. Bu hamleyi gören CHP yönetimi doğru bir kararla barikatı AKP’nin çizdiği çemberin dışında kurarak oyunu bozmuş ve toplumsallaşmayı tercih ederek Ankara Güvenpark’ta Adalet yürüyüşünü başlatmıştır.

15 Haziran’da Güvenpark’ta başlayan yürüyüş 25 günde 450 kilometrelik yol kat edilerek 9 Temmuz’da İstanbul Maltepe’de 2,5 milyonu aşkın insanın katıldığı kitlesel bir mitingle sona ermiştir.

Adalet mitingine sembolik düzeyde siyasi partiler, emek ve meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları, aydınlar, sanatçılar katılmışlardır.

Yürüyüşe katılanların büyük bir bölümünü küçük çiftçiler, orman köylüleri, tarım işçileri, taşeron işçileri, işsizler, memurlar ve emekliler, öğretmenler, öğrenciler, KHK’ler ile işsiz bırakılmış kamu emekçileri oluşturmuştur. Bu olgu Adalet yürüyüşünün toplumun alt katmanlarındaki güçlerin harekete geçmesinde önemli bir dinamik oluşturmaya başladığını ortaya koymaktadır.
Adalet yürüyüşündeki kitlesellik kadar yürüyüşe katılanların sınıfsal profili de Saray/AKP iktidarını kaygılandırmıştır. Çünkü bunlar kentli orta sınıflardan oluşan klasik CHP seçmeni tanımına uymamaktadır.

Ülkenin batısında, Korkut Boratav hocanın deyimiyle yoksul halk sınıflarının AKP/Saray rejimi tarafından neredeyse yasadışı ilan edilmiş bir eyleme bu denli yoğun bir şekilde katılmaları; bir taban hareketini veya sosyolojik bir kaymayı işaret etmektedir.

Gezi direnişi ile başlayan ve 16 Nisan Referandumu ile devam eden bu kayma halkımızın kendisine olan güveninin arttığını, 15 yıl süren Saray/AKP iktidarına son verebileceğine, yıkabileceğine olan inancının yükseldiğini ortaya koymaktadır.

Bir başka önemli husus da Saray/AKP iktidarının her istediğini yapamayacağı, gündemi iktidarın değil, halk sınıflarının belirleyebileceği, toplumun yarısından çoğunu oluşturan dinamikleri yok sayarak atılacak politik adımların ters etki etki yaratacağı, sistemin iç dinamiklerini ciddi şekilde sarsacağı ortaya çıkmıştır.

Kısacası “Adalet Yürüyüşü” sosyal ve siyasal hayatı sarsmış, halk kitleleri üzerindeki ölü toprağını atmış ve en önemlisi demokrasi, özgürlük alanında umutları tazeleyen bir etki yaratmıştır.

Adalet yürüyüşü bir son değil de bir başlangıç olması nedeniyle önem taşımaktadır. Saray/AKP iktidarı şantaj, tehdit, baskı, işsiz bırakma ve tutuklama ile korku siyasetini toplumun tüm kılcal damarlarına yaymak için çabalamaktadır. Adalet yürüyüşü yaratılmak istenen bu korku duvarında önemli bir gedik açmıştır.

Maltepe mitinginde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı manifestoda başta yer alan OHAL’in kaldırılması, yargı bağımsızlığının sağlanması, medyanın özgürleştirilmesi, tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılması, işe geri dönme talebiyle açlık grevi yaparken tutuklanan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın serbest bırakılarak işlerine iade edilmesi gibi talepleri yaygınlaştırılmak, bu taleplerin dile getirilme yöntemlerini çeşitlendirmek, özgün kanalların açılması gerekmektedir.

Adalet yürüyüşünde gençlerin varlığının Gezi Direnişi kadar belirgin olmamasının bir eksiklik olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle önümüzdeki süreçte gençliğin başta üniversiteler olmak üzere hayatın her alanında kendi meclisleri üzerinden fikri ve örgütsel varlıklarını ve iradelerini ortaya çıkaracak kanallar açılmalı, imkanlar yaratılmalıdır.
Tek adam rejiminin egemen olduğu bir sistemde demokratik mücadele kanalları tıkandığında, halkla birlikte sokakta mücadele vermek meşru bir yoldur. Bu yol meşakkatli, zor ama sonuç alıcıdır. Adalet yürüyüşü de Saray/AKP rejimine itirazın, meydan okumanın, direnişin örgütlendiği bir sokak mücadelesidir.

Şimdi programlı mücadele zamanı



Haziran İsyanından sonra Saray Diktasına  en önemli itirazlardan biri olan Adalet Yürüyüşü’nün ete kemiğe büründürülmüş bir mücadele programı ile devam etmesi elzemdi. Bugün başlayacak Adalet Kurultayı bu anlamda önemli bir işleve sahip olabilir. Binlerce insanımızla yapacağımız sağlıklı bir tartışma önümüzdeki zor mücadele günleri için bize rehber olacaktır. Hem Haziran İsyanı hem de Adalet Yürüyüşü ancak süreklileştirilmiş bir mücadele programı ile anlamlanacaktır.

KONUK YAZAR: Orhan Sarıbal - CHP Bursa Milletvekili
(BİRGÜN) 

ABD’de palyaçoydu, Fransa’da öncü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Fransızların birilerini payelendirmeleri, meşhur kibirlerinden ötürü pek kolay değildir. O nedenle Jerry Lewis’in ölüm haberini ünlü Fransız gazetesi Liberation’un birinci sayfadan ismi Jerry’i de çağrıştırır biçimde “Génie Lewis”  (Dahi Lewis) başlığıyla duyurmasına şaşırdım gerçekten. 


74 yaşındayken Las Vegas’ta bir otelde 20 yıl çalışacağını garantileyen mukavele imzaladığında, Doğan Hızlan hayran kaldığını belirten bir yazı kaleme almıştı Jerry Lewis için. “Sanatçının işi yaşama biçimidir” diyordu o yazıda Hızlan. “Sanatçı kaç yaşında olursa olsun sanatından kopamıyor, bu örnekler sanatın her yaşta iktidarda kalışının göstergesi” oluyordu Doğan Hızlan’a göre. Doğrusu haberi okuduğumda Hızlan gibi düşünememiştim, ne yalan söyleyeyim. Lewis’in iflah olmaz bir işkolik olduğunu bilmeyen yoktu, kabul ama Kas Distrofisi hastalığından mustarip bu büyük komedyen, zaman zaman yitirir gibi olsa da, hep koruyabildiği ününe karşın çalışmadığı an yoksul düşeceğini bilirdi, sanırım. Kapitalizmin eğlence endüstrisi, iyice suyunu çıkarmadan bırakmazdı Lewis gibilerini ayrıca. Michael Jackson’ın hasta haliyle tamamlamak zorunda olduğu konserlere çıkmak için aldığı uyarıcı ilaçlar yüzünden öldüğünü bilmeyen yoktur herhalde. Lewis, fakir sayılmazdı elbette ama o yaşta, yaşamını zehir eden o hastalıkla söz konusu otelde yılda tam 20 kez sahneye çıkmak için mukavele imzalaması sadece sanata olan aşkıyla açıklanacak bir durum değildir elbette. Amerikan “hayat tarzı” budur. 74 yaşında bir sanatçıyı çalışmak zorunda bırakan bir “hayat tarzı”.

Joseph Levitch olarak doğmuş bir Rus Yahudisi idi Lewis. Sanıldığı gibi doğduğu yıllarda kendisine avantaj kazandıracak bir durum sayılmazdı Yahudi oluşu. Öyle olsaydı beş yaşında başlamazdı sahne yaşamı. O yaştan itibaren yıllarca küçük otellerde gösterilere çıktı. Bu nedenle iyi bir eğitim de alamadı, ortaokuldan sonra okuyamayışının nedeni tüm yaşamının sahnede geçmesindendir. Az zorluk çekmemiştir eğlence dünyasındaki ilk yıllarında. Artık genç bir delikanlı olduğu zamanlarda iyi bir isimle kendini kabul ettirmesi gerekecektir. Bu bile hayli zaman alır. Başlangıçta sahne ismi olarak Joey Lewis’i kullanır, ancak hem dönemin tanınmış komedyenlerinden Joe E. Lewis’le hem de boksör Joe Louis’le karıştırılmasın diye Jerry Lewis isminde karar kılar. Kolay geçişler değildir bunlar.

Ünü tüm ABD’ye yayıldığı ana kadar ABD’de komedi nasıldı kendi adıma biliyor değilim, ama yaptığı tarza “akrobatik komedi” diyorlar. Yüzünü şekilden şekle sokmasından ötürü elbette. Kolayca aptallaşan bir yüz, o yüze uygun bir kişilik, o kişiliğin seyirciyi kırıp geçiren sakarlıkları. İzleyicinin kendisinde de görebileceği küçük aptallıkların perdedeki temsilcisi olması onu çok sevdirir izleyiciye. Holywood komedilerinde ne kadar kategori varsa aşmıştır derler Lewis için. O kategoriler nedir bilmem, ama söze dayalı komedi anlayışını mimikle alt eden bir tarafı olduğu kesin. Yüzü de buna uygundur zaten.

Belki de bu yüzden, yani yüzünden ötürü, çok sevilmiş olsa da ABD’li izleyici gözünde hep bir “palyaço” olarak kabul edildi Jerry Lewis. Dolayısıyla Amerikalının onu anladığı iddia edilemez. Büyük bir sanat olmasına rağmen palyaçoluk ABD’de ancak sirklerde kabul gören bir sanat dalı. Lewis beyazperdenin palyaçosu olarak kaldı hep. Dean Martin’le birlikte yaptıkları sahne şovlarının tutulmasının nedenlerinden biri de budur.

Düzgün fizikli, yakışıklı, sesi güzel  şarkıcı Martin’in yanında, Lewis’in çirkin bir komik olarak; biri kurnaz, diğeri saf, iki zıt karakterin çatışmalı diyaloğuna gülmüştür seyirci. Amerikalı için “gerçek” Amerikalı Martin olmuştur hep. “Kurnaz”, “hazır cevap” Martin, en “aptal”, “en tutuk” Amerikalı için bile “özenilen”dir.

Oysa Lewis’in biyografisini yazanların ortak kanısı, Lewis’in “Amerikalı olmayı” çok iyi kavramış olmasıdır. Gerçek yaşamda belki öyledir ama “sahne yaşamında” durum tam tersidir. Sahnede perdede “gerçek Amerikalı” olmama durumundan kurtulmasına engel tarafı da bu olmuştur. Dean Martin’le, Martin’in “artık sıkıldım” diyerek bırakmasıyla biten ortaklığından sonra ününün düşüşe geçmesi hikâyenin trajik yanını oluşturur. Ama inişli çıkışlı bir düşüştür bu. Çünkü çok yönlü bir sanatçı oluşu Lewis’i hep gündemde tutar. Üç kitap yazmış kaç komedyen var?

Yapımcılığını, yönetmenliğini yazar yardımcılığını yaptığı film Nutty Professor’le (Kaçık Profesör) yakaladığı başarıyı daha sonra neden yakalayamadığı merak konusudur. Neyi eksik bıraktığı araştırmaya değer. Amerikan değerlerine vuran taraflarının olduğu, bunun Amerikan muhafazakârlarının pek hoşuna gitmediğini dile getirenler de vardır. Ülkesinde, çok ünlü olmasına rağmen, ününe yakışır bir “değer” görmeyişinin nedeni belki de budur. Belki de Atlantik’in öte yakasında, örneğin Fransa’da tapılırcasına sevilmesinin, 2006’da Fransız Kültür Bakanlığı tarafından verilen Légion d’honneur nişanını almıştır, nedeni de budur. Gerçekten Fransızlar taparcasına sevdiler Jerry Lewis’i. Fransızlar için onun komedisi hem soyuttu hem de Amerikan sosyal yaşamını hicvediyordu. Lewis’in tüm bunları kendi yarattığı karakterin arkasına sığınarak yapmasına bayılmış olmalı Fransızlar. Bu Fransız ruhuna uyun düşmüş demek ki.

Fransızların birilerini payelendirmeleri, meşhur kibirlerinden ötürü pek kolay değildir. O nedenle Jerry Lewis’in ölüm haberini ünlü Fransız gazetesi Liberation’un birinci sayfadan ismi Jerry’i de çağrıştırır biçimde “Génie Lewis” (Dahi Lewis) başlığıyla duyurmasına şaşırdım gerçekten.
Bana sorarsanız en çarpıcı tarafı yaşamının neredeyse tamamını yardım çabalarına adamasıdır. Bu yüzden 1977’de Nobel Ödülü’ne bile aday gösterildi. Onu alamadı ama bu çabaları Hersholt Ödülü’nü getirdi ona. 2011 yılına kadar başkanlığını yaptığı Musküler Distrofi Derneği adına 2,45 milyar dolar bağış topladı. Tam 44 yıl boyunca her 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda dernek için televizyon programı yaptı.

Son derece bireyci, herkesin “kendi yağıyla kavrulduğu” bir toplumda dezavantajlı durumda olan, kendisinin de mensup olduğu kas hastalarına yönelik yardımlarıyla “toplumcu” tarafı olan büyük bir komedyendi Lewis. Tüm o paraları ABD’de küçümsenen “palyaçoluğu” ile topladı.

Amerikan savaş makinesi için bu “palyaço”nun kas hastası olması askere alınmasına engel değildi. Kalbinde rahatsızlık bulunmasaydı gidecekti az daha. Öyle olmasa bile gitmemek için mutlaka bir yol bulurdu.

Değerleriyle dalga geçtiği topluma askerlik mi yapacaktı bir de!

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Pembe renkli şeriat - TUR YILDIZ BİÇER / CHP Milletvekili

“Pembe Trambüs” uygulaması, asıl itibariyle AKP’nin siyasal İslamcı ideolojik zeminine oturan etnosantrik -kadının erkekten zayıf olduğu ve buna göre de onun yaşamını belirleme gücünün de erkekte olduğu anlamıyla-bir yaklaşımdan başka şey değil.


Eşitsizlik ve ayrımcılık kavramları esas itibariyle hukukun ve adaletin ama en çok da dezavantajlı grupların günlük yaşam pratikleri ilgili kavramlar. Bu ülkede kadın-erkek arasındaki eşitsizlik ve bunun getirdiği ayrımcılık ise özellikle son 15 yılda basit bir eşitsizlik farkı olarak yaşanmadı. Bu eşitsizlik ve ayrımcılık durumu, AKP iktidarında kadın-erkek arasındaki ayrımcılığın din olgusu üzerinden meşrulaştırılmasının yollarının denendiği, zorlandığı süreç olarak gerçekleşti. Dahası eşitsizlik ve ayrımcılık en başından beri AKP’nin -başörtüsü üzerinden- varlığının en önemli araçlarından biri olageldi.

Ancak AKP’nin başörtüsü üzerinden geliştirdiği ayrımcılık; daha fazla eşitlik yaratmak, eşitsizlikleri ortadan kaldırmak gibi durumların aksine kadınların yaşam tarzlarına müdahaleye, onların kamusal alandan tecridine, kadınların neredeyse tamamı için geçerli sayılacak ev kadını-anne ve eş-olarak geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin dışına çıkmaması gerektiğine dayanan ve temelde kadının varlığını hedef alan bir siyasal pakete dönüştü. Eşitsizlik ve ayrımcılık, genel geçer kadın-erkek farklılıkları üzerinden değil; dinsel baskıyla kamusal alanda kadının ötekileştirilmesine dair rızanın üretilmesine yönelik yaklaşımlarla da pekiştirildi.

AKP iktidarı; 15 yıl boyunca kadının kamusal alandaki varlığını küçümseyen, aşağılayan, kadınlara hakaret içeren söylemlerden kaçınmadı. Bu iktidar zümresinin, kadının toplumsal konumunu yalnızca “eş” ve “anne” olarak sınırlandırma girişimlerine sıklıkla şahit olduk:
“Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz, o fıtrata terstir.”
“Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın iş dünyasında istediği kadar başarılı olursa olsun özgünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Eksiktir, yarımdır.”
“Biz kızların erkeklerin devletin yurtlarında karışık kalmasına müsaade etmiyoruz” gibi cümlelerin sahibi Erdoğan,
“Kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim yaptırılmasına büyük bir yanlışlık olarak değerlendiriyorum” diyen TBMM Başkanvekili Sadık Yakut,
“Annelik kariyeri dışında bir kariyeri asla merkeze almamalı” diyen Mehmet Müezzinoğlu,
“Bi kadın olarak sus” diyen Bülent Arınç,
“Hamileliği davul zurna ile ilan etmek de bizim terbiyemize aykırıdır. Böyle karınla sokakta gezilmez” diyen AKP’nin sözde alimi Ömer Tuğrul İnançer,
AKP’nin kadına yönelik bozuk sicilinin ve sakat zihninin sabıkalı birkaç ismi sadece…

Modern toplumdan uzaklaşıyoruz
Devletin kadına ne kadar duyarlı (!) olduğunu, AKP’nin ideolojik kodlarında var olan paternalist devlet anlayışında kadının toplumdaki neredeyse tek rolünün “eş” ve “anne” olmasına indirgendiğini gerek kanun tekliflerinde gerekse yaşamdaki pratiklerinde ve gerekse söylemlerinde defaatle gördük.
İktidar partisi AKP’nin kadın-erkek arasında var olduğuna hükmettiği hiyerarşik ilişki ve tahakküm pratikleri de bu 15 yıl boyunca kendisini giderek hissettiren bir biçimde toplumsal alanda kadını ikincil plana itmede önemli roller oynadı.
Oysaki modern toplumlarda geçerliliğe sahip eşitlik ilkesi, dışlanma ve ayrımcılık ilkelliğini teorik ve pratik olarak reddetmiştir.
Modern toplumlar, erkeğin kadınları ötekileştiren hukuk anlayışından ve pratikteki uygulamalarından hızla uzaklaşmış, kadına yönelik hem fiziksel hem de cinsel şiddeti hukuk sistematiği içinde ağır bir suç olarak tanımlamıştır. Ancak AKP’nin Yeni Türkiye’sinde gerek hukuk sisteminin” geçişine izin verdiği tali yollar (İyi hal, rıza, haksız tahrik indirimi vb. hafifletici nedenler), gerekse yasa koyucu ve uygulayıcısı erkek egemen zihniyetin yasanın öngördüğü cezayı uygulamayışı hukuku taciz ve istismar için caydırıcı araç olmaktan uzaklaştırmıştır.
AKP’nin siyasal pozisyon alışı, hukuk pratiklerini hayata geçiriş biçimi, günlük hayatta kadının ikincil olduğu konusunda bir tür söz ve eylem birliği oluşturmuş; tüm bunlar da kadının ülkede günden güne kaybettiği konumunu toplumsal zihinde normalleştirmiş, toplumsal zihinde kabullenişin yolunu açmıştır.

Ve sonuçta AKP’nin 15 yıllık Türkiye pratiğinin aldığı riyakâr pozisyonlar, AKP ideolojisini yaygınlaştıran dini içerikler; toplumun zihin dünyasında erkek egemen, tek biçimli yaşamın doğallığı, erkeğin kadını sınırlı alanlara hapsederek koruması(!) üzerinden geliştirdiği ayrımcılığı yaygınlaştırmış ve trajik bir sonuç olarak da sıradanlaştırmıştır.
Evet, AKP’nin hukuk ve dil pratiklerinde bir riya her zaman var oldu. Pembe rengin naifliği üzerine kurduğu otobüs, metrobüs, metro, taksi ve şimdi de Malatya’daki trambüs uygulaması da bunlardan biri.

AKP’nin bugün Malatya’da bir “çözüm yolu” olarak sunduğu, dahası dayattığı ve bunu da “kadınların isteği” olarak duyurduğu pembe renkli ulaşım araçları, ilk olarak 2012’de Saadet Partisi İstanbul İl Kadın Kolları’nın yürüttüğü “kadınlara özel pembe otobüs” kampanyası ile gündeme gelmişti. Daha sonra Mart 2015’te Şanlıurfa’da hayata geçirildi.
Saadet Partisi’nin önerisi, İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Nurullah Ardıç tarafından 2016’da Özgecan Aslan’ın katlinin ardından İstanbul’da tekrar gündeme getirildi. Büyük bir tepki ile karşılaşan öneri rafa kaldırıldı.
Otobüs olmasa da bir başka deneme, bu kez Sivas’ta “pembe taksi” uygulaması adı altında yeniden piyasaya sürüldü. Başta kadın örgütleri olmak üzere birçok kurum ve kişi sesini yükseltti. Sosyal medyanın da tepkisi üzerine bu uygulama da hayata geçirilmeden geri çekildi. Kadınların böyle uygulamalara dair taleplerinin olmadığını söylemelerine rağmen kısa süre önce Bursa’da “kadına öncelik vagonu” erkeklerin de binebilmesi yoluyla da olsa hayata geçirildi.

Kadına yönelik saldırılar böyle önlenemez
Bu durum cesaret vermiş olmalı ki şimdi de Malatya Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Ahmet Çakır, “üniversitedeki kadın öğrencilerin talebi” diyerek, “pembe trambüs” uygulamasını hayata geçireceklerini duyurdu. AKP’li Ahmet Çakır’ın zihniyeti, uygulamanın benzerlerinin Japonya, Meksika, Hindistan, ABD, Mısır gibi ülkelerde de olduğunu savunuyor.
Tüm bu ülkelerde kadına yönelik taciz ve istismar vakalarının önüne toplu taşımadaki ‘tecrit’ uygulamalarıyla geçilemediği ortada. Geçtiğimiz günlerde ise İngiltere’de İşçi Partisi’nden Chris Williamson’un trenlerde kadınlara özel vagon önerisine sert karşılıklar geldi. Williamson kadına karşı şiddeti normalleştirme ve ayrımcılığı savunmakla suçlandı.
BBC Türkçe’nin haberine göre Eşitlik ve Kadın Komitesi üyesi olan Jess Philips, Twitter hesabında “Kadınların hareketlerini kısıtlamak onları güvenli kılmaz, saldırıları normalleştirir. Sorunun kadınların oturma planları değil saldırganlar olduğu konusunda net olmalıyız” dedi.
İngiliz feminist yazar Laura Bates ise “Saldırılar nedeniyle toplu taşımada kadın-erkek ayrımına gitmek, saldırıların kaçınılmaz olduğunu ima etmektir. Kadınlara kaçmalarını ve saklanmalarını söylemek, sorumluluğun toplumdaki tacizcilerde değil kadında olduğunu söylemektir” değerlendirmesi yapıyor.
Ama tüm bu gerçeklik AKP için bir şey ifade etmiyor. Çünkü gerçekleri çarpıtmada, dahası yalan üretmede oldukça maharetliler. Türkiye’de yarattıkları iklimin kadının yaşam hakkını elinden aldığını, iktidarlarında kadına yönelik cinayet, şiddet, taciz ve istismar vakalarının korkutucu boyutlara vardığını konuşmamızı istemiyorlar.

İslamcı rejim yolunda bir eşik daha…
Sahtekâr ulema takımının her gün televizyon ekranlarından, gazete köşelerinden, cuma hutbelerinden kadınları hedef gösteren sözde fetvalarını sorgulamamızı istemiyorlar. Malatya’daki uygulamanın içeriğinde kadın öğrencilerin isteği ve toplumsal yapının da rızası olduğu öne sürülüyor. Oysa uygulama, kadınların AKP’nin kendi ideolojik argümanlarına denk düşen haliyle var olmaları, yani kamusal alanın dışında, evde “anne” ve “eş” olarak varlığını sürdürmeleri ve kadınların ancak bu alanda korunması üzerine kuruluyor.
Aslında bunun bir koruma biçimi olmadığının AKP de farkında. AKP’nin kafasındaki hinlik, siyasal İslamcı rejimlerine giden yolda bir eşik daha atlamak ve bunu yine bilindik “rıza” üzerinden gerçekleştirmek.
AKP bizim bunu bildiğimizi de biliyor.
Bu yüzden bunu bir saldırı üzerinden değil, kadınların talebiymiş gibi sahtekârca bir tutumla yapıyor. 15 yıllık riya sürüyor.

AKP’nin kadınlara yönelik birçok adımında olduğu gibi bu uygulamanın da Türkiye’de kadınların taciz ve istismardan koruduğundan, yaşamlarına kolaylaştırıcı bir etkisi olduğundan söz etmek safdillikten öteye gitmez. Bu yüzden “Pembe Trambüs” uygulaması asıl itibariyle AKP’nin siyasal İslamcı ideolojik zeminine oturan etnosantrik -kadının erkekten zayıf olduğu ve buna göre de onun yaşamını belirleme gücünün de erkekte olduğu anlamıyla-bir yaklaşımdan başka şey değil.
Tüm bu tutum ve yaklaşımlar toplumsal zihinde pembe trambüs uygulamasında olduğu gibi “kadının kamusal alan dışına çıkmasında, tecrit edilmesinde sakınca yok, kadın daha kolay korunuyor, taciz ve istismar vakaları azalıyor” gibi stereotipler (kalıp yargılar) oluşumuna neden oluyor. Oysa bu uygulamanın sonunda toplum için son durağın “AKP İslam Emirliği” olacağı gerçeğinin görünmesi engelleniyor.

Çoğunluğu fark edilmesi zor, dolaylı ifade biçimleri aracılığıyla işleyen AKP’nin ayrımcı politikaları ve söylemleri görünürde hiçbir tehlike arz etmiyor. Aksine problemli duruma çözüm üretme olarak sunuluyor. Üzerinde kafa yorup sonuçları irdelendiğinde belirli bir ideolojik-politik hattın izlerine rastlanıyor. O izler adım adım takip edildiğinde karşımıza bir şeriat rejimi, bir İslam devleti çıkıyor.
AKP’li yerel yönetimler uygulamayı hayata geçirmenin yolunu kadınların rızasında buluyor. Oysa kadınların rızası değil AKP’nin rızası gözetiliyor. Belli kesimler muhafazakâr zihniyet ve dini referanslar üzerinden buradaki ayrımcılığın sonuçlarını görmüyor. Pembe trambüsün kadınlar açısından bir çeşit “yok sayma” ile aynı anlama geleceğini dikkate almıyor. Kaldı ki kadınlar sadece toplu taşım araçlarında taciz ve istismarla karşı karşıya kalmıyor. Dünyadaki örnekleri bu tarz uygulamaların kadınları daha çok savunmasız bıraktığını gösteriyor. Araçlar dışındaki taciz ve istismar vakalarının çoğu bu araçlardan önceki ya da sonraki süreçte gerçekleşiyor.

Oysa kadınlar, önce eşitlik sonra araç içi ve dışında -evde, sokakta,i şyerinde, okulda-güvenliğin sağlanmasını istiyor. Kategorize olmak, kendisine ayrılan araca binmediği için suçlanmak istemiyor.
Pembe renkli araçlara binmeyen kadının olası bir istismar vakasında neden binmediğinin sorgulanmasını, “müstahak “denmesini, tecavüze “meşruluk” kazandırılmasını istemiyor. Taciz ve tecavüzcülere caydırıcı cezaların verilmesini istiyor.

Kadınlar; bu yolla taciz ve istismarın önlenemeyeceğini, ayrıştırıcı uygulamanın kadınların kamusal alanlardan izolasyon projesinden başka bir şey olmadığını, AKP iktidarında yaşam tarzına müdahale açısından bir mevzi daha kaybedeceklerin biliyor. Çünkü temelde bir ulaşım sorunu değil bir zihniyet sorunu yatıyor.

Önemli bir ayrıntıyı daha görmek gerekiyor. Pembe trambüs benzeri uygulamaların, dikkat edilirse muhafazakâr yaşamın ağırlıkta olduğu kentlerde/ bölgelerde ortaya çıkması tesadüfi değil. Seçilmiş bölgeler nispeten bekledikleri rızanın yaratılmasında zorlanmayacakları lokasyonlar. Kafalarının arkasındaki hinlikleri daha rahat hayata geçirecekleri, daha az itirazla karşılaştıkları bölgeler. İtiraza daha kolay itiraz yükseltilebileceğini bildikleri yerlerden başlıyorlar. Bu yüzden bu tarz uygulamalar için kutuplaştırıcı, kamplara bölücü, kadını ayrıştırıcı ve tecrit edici diyoruz.
Bu uygulamaların sonuçları AKP’nin umurunda olmuyor, AKP kendi gündemini dayatmaya devam ediyor. Bu tür uygulamalar AKP’nin ajandasındaki gericiliğin yeni aşamaları, haremlik selamlık hayata bir adım daha yaklaşma yani gericilikte el yükseltme hamleleri. AKP her yerde kadına bakışı, zihniyeti değiştirmek yerine kadının tecridini isteyen bir anlayışı dayatıyor. Bu anlayışla sadece Malatya’da değil ülkenin her sathında laiklik ve cumhuriyet üzerinde mücadele etmek gerekiyor. Çünkü sözümona kadını koruma adına dayatılan bu ve benzeri uygulamalar özünde laik yaşama ve cumhuriyet değerlerine, kazanımlarına yapılan taciz atışlarıdır, saldırırlardır.

Razı olmayacağız
Bu uygulama yeni müfredatla evrimin müfredattan çıkarılıp cihadın getirilmesi, müftülere nikah kıyma yetkisi verilmesi, eğitim ve sağlığın tarikatlar eliyle hızla dinselleştirilmesinden bağımsız değildir. Her biri bir eşik, her biri AKP’nin gerici ajandasında bir sayfadır. Bu ve benzeri uygulamaları kabullenmek, ileride öncelikle kadınların sonra toplumun büyük kesiminin de AKP ideolojisinin kendilerine tanıdığı sınırlı alanlarda, daha baskıcı bir toplumda, AKP’nin istediği tarzda yaşamı kabullenmek demektir.
AKP toplumsal yaşamda çifte alanlar yaratarak çifte hukuku zorlayan bir süreci bu uygulamalara itiraz gelmediği için kuracak ve hayata geçirecektir.
Tüm bunları kabullenmek, AKP’nin İslam emirliğinde yaşamaya razı olmak demektir.
Razı olmayacak ve AKP’nin oyununu bozacağız.

TUR YILDIZ BİÇER / CHP Milletvekili
(BİRGÜN)

27 Ağustos 2017 Pazar

Metin’in çizgisi - MEHMET KUZULUGİL

5 yıl önce sonsuzluğa uğurladık. 24 Ağustos 2012'de. 5 yıl sonra o günü anarken aklıma gelenleri paylaşmak istedim.


Metin Kurt’un Metin Kurt olduğu, nam saldığı yıllarda da endüstriyel futbol, ya da o günlerde daha çok kullanılan şekliyle profesyonel futbol sahada oynanan oyun, binlerce izleyicinin, belki daha doğrusu taraftarın izlediği maç dışındaki yönleriyle de toplumun gündemindeydi.
Bina aralarında, arsalarda, tarlalarda bazen şişme meşin topla değil, çaput doldurulmuş lastiklerle oynayan, top koşturan yoksul çocuklarının inatla, hırsla, yetenek ve ihtirasla yükseldikleri, şöhret oldukları yıllardı.
Henüz çok lüks arabalar, biriktirilen gayrımenkuller değil ama mesela şatafatlı bir gece hayatı geliyordu “meşhur futbolcu” denilince akla.
Futbolcu, halkın hem özendiği, kıskandığı bir ışıltılı hayatı yaşayan, düne kadar açlık ve yoksulluk çekerken şimdi paraya boğulmuş bir kişilikti, hem de kınanan, şımarmış ve bozulmuş olduğu düşünülen bir fırlama…
Ve aslında bu iki imge de gerçeği yansıtmıyordu.
Benim tanıdığım Metin Kurt, buradaki diyalektik gerçeği de gören kişiydi. O, 1970’li yıllarda Galatasaray’da çok kullanılan deyişle “şöhretinin zirvesindeyken” duraksamadan seçmişti yolunu. İşte bu yola girmeyen, onun spor, emek ve alınterinin hakkı için öne atıldığı mücadeleye katılmayan meslektaşlarına hakaret ederken, onları karalarken de hiç görmedim. Onlarla kavga etti, mücadele etti. Ama şöhretler konusunda toplumun çok büyük bir kısmının paylaştığı ikiyüzlülüğü benimseyip beslemedi.
Taratarların “piç” lakabını taktığı, sportmenlik dışı hareketlerle rakibini ezip başarı kazandığında alkışlayıp, fazla ileri gidip durdurulduğunda edilmedik hakaret bırakmadığı bir genç futbolcumuz vardı biliyorsunuz.
Metin Kurt spordaki çirkinliklerle, piyasacı rekabetin ürünü olan sportmenlik dışı varoluşlarla mücadele ederken, ısrarla bu tür kişiliklerin de sistemin kurbanı olduğunun altını çizerdi.
Endüstriyel futbolun emperyalist medyaya yansıyan ışıltılı tablodan ibaret olmadığını, sporun da emeğin, alınterinin ve bunlarla varolan sömürünün hayat bulduğu bir alan olduğunu onun gibiler gösterdi bize.
Spor, insanın kendini fiziksel ve zihinsel bütünlüğü içinde var edebildiği alanlardan birisi. Belki de bu alanların en benzersiz. en yeri doldurulamaz olanı.
Futbol gibi yaratıcılık ve emeğin mucizeler yaratabildiği bir takım sporunun insanlığın, uygarlığın gelişiminin içinde tuttuğu çok özel yeri unutamayız. Bu 6 harflik kelimeyle birlikte anılan pek çok çirkinlik olduğu halde.
Futbolcu Metin Kurt, insanlığın geleceğinde sporun nasıl bir yeri olduğunu çok iyi kavramıştı. Sosyalist ülkeler o zamanlar olimpik zaferleri ve “kitle sporu” ile biliniyordu. Kitle sporu! Trenyolu kadar komünist ve tehlikeli bir kelime olarak görülen bu terim çok şey anlatıyor.
Ama Metin Kurt, spora sadece böylesi soyut (şüphesiz değerli) bir hümanizmanın penceresinden bakmıyordu. Sporun, insan ve insan uygarlığı için tuttuğu yeri gördüğü, tasarladığı kadar, sporu sınıf mücadelesinin bir alanı, sömürünün ve sömürüye karşı mücadelenin hayat bulacağı bir toplumsal pratik olarak görüyordu.
Onun inanılmaz şeyler yapmış olmasının, yaptığı pek çok işte öncü olmasının inatçı karakteriyle, mücadeleciliği ve kendine inanmasıyla bir ilgisi var. Ama bunun ötesinde biraz önce andığım bütünlükli ilgili.
Spordaki ilk grevi örgütledi. Hem de herhangi bir futbol klübünde değil. En büyüklerden Galatasaray’da.
Futbol dünyasındaki ilk sendikalaşma çalışmasının örgütleyicisi oldu.
Bunlarla başlayan zorlu ve inatçı mücadeleyi sporun fikri temeline yaptığı benzersiz katkılarla sürdürdü.
Düşüncelerini parlak ve keskin biçimde ifade etmeyi, temsil ettiği değerleri milyonlara taşıyan sözlerle başardı.
“Atılan hiçbir şut emekçi kalesine girmeyecek” dedi mesela.
“Futbol borsada değil, arsada güzel” diyerek piyasacı spor ve insanlık düşmanı tekellerin kalesine dehşetli bir gol atan da oydu.
Metin Kurt, aksi zaten düşünülemezdi, bir komünistti. Savunduğu, mücadelesini verdiği ideallerini hayata geçirecek olan partiyi, Türkiye Komünist Partisi’ni kimliği belledi. Yaşamının tüm alanlarında, tüm yaşantılarında bu kimliği örgütledi.
Metin Kurt’un çizgisinin toplumda bulduğu karşılık, yarattığı etki, bir de bu nedenle umut veriyor.

Mehmet Kuzulugil /SOL

‘El-Adl’den kopulunca ‘Atlet’ dile dolandı! - TAYFUN ATAY

2013’te Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türkiye’deki etnik çeşitlilik üzerine kurumun tavrını netleştirmeyi arzuladığı bir çalıştaya davet edildim. Din antropolojisi çalışan bir sosyal bilimci olarak ve tabii “Din Hayattan Çıkar” başlıklı çalışmam doğrultusunda! İnanır mısınız, çalıştayın açılış konuşması bu kitabımdan bir alıntıyla noktalanarak ilk söz de bana verildi!..
Çalıştay yararlıydı ama belli fikri uyuşmazlıkları ve bakış açısı buluşmazlıklarını da açığa serdi.
Tartışmalar dönüp dolaşıyor, farklı etnik, dinsel, “etno-dinsel” oluşumlar arasında adalet terazisinin nasıl işe vurulacağında düğümleniyordu.
Katılımcı bir başka sosyal bilim profesörü, “Adalet denince ne anlamamız gerektiği bellidir” dedi ve devam etti:
“Ben adaletten ‘El-Adl’i anlarım.”
Arapça “adl”, (bizde yaygın formuyla “adil”) sözcüğünün tarafsız, eşit, hak gözeterek davranmayı/davrananı tanımladığını biliyoruz. Fakat “El-Adl”, Allah’ın güzel isimlerinden biri; sınırsız ve sonsuz adalet sahibi, mutlak adil, her şeye ve herkese adaleti şamil anlamında kullanılan…
Dolayısıyla, “Adaletten ‘el- Adl’i anlarım” deyince bir coğrafyada farklı kültürel, etnik, dinsel kimlikler arasında adalet anlayışınızı tek bir din temeline oturtmuş oluyorsunuz. 

 
***

Kültürel (ve de “nominal”) olarak nüfusunun çoğunluğu Müslüman addedilse de siyaseten ve hukuken laik (ve çokkültürlü) Türkiye toplumunda adaletten “El-Adl”i anlamak, bize göre sorunlu, hatta sorunun esasını oluşturan bir durum.
Bunun tartışmasına Çanakkale’de dün başlayan CHP Adalet Kurultayı’nın bugünkü “İnançta Adalet” panelinde girmeye çalışacağım. Sonrasında yine bu köşede görüşlerimi daha geniş bir paylaşıma açmayı hedefliyorum.
Fakat bu yazıda sözü getirmek istediğim nokta başka.
Bugün Türkiye’de yukarıda kaydedilen pozisyon doğrultusunda hüküm süren bir iktidar var. Onun kadroları ve lideri için de adalet, güya “El-Adl”!..
Peki, yıllardır önümüze konan “dinle oynama” (dinbazlık) pratiği ne ölçüde “El-Adl”e hitap etmekte acaba?..
Pek çok örnek var, “Bakara- Makara”dan “ayakkabı kutuları”na kadar da biz günlerdir herkesin konuştuğu, bazı iktidar yandaşlarına bile “Bu kadar olmaz” dedirten en tazesini aktarmakla yetinelim:
Telefonunda ByLock olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan Konyaspor Başkanı serbest bırakılırken gazetemiz yazarı Kadri Gürsel, kendisi kullanmamakla birlikte telefonunda ByLock olan kişiler kendisine mesaj atmış gerekçesiyle hâlâ tutuklu. Üstelik Kadri 24 Temmuz’daki duruşmada çıktı bu iddiaları bir bir çürütmekle kalmadı, birer komedi malzemesine dönüştürdü. Ama hâlâ içerde.
“El-Adl”den de mi korkmazsınız diye sormak gerekiyor!.. 


***

Durum bu olduğu için Türkiye’de “Hak, Hukuk, Adalet” çığlıkları atılmaya devam ediliyor. Dün yollarda, bugün Kurultay’da…
Hepimiz biliyoruz ki “Allah” diye diye çıkılan yolda “nefs”lere teslim olundu, “El- Adl” unutuldu.
Giderek “Korku, dağları bekler” olunca adalet de “hak getire” oldu.
Zaten o yüzden, CHP Genel Başkanı’nın gayet veciz sözüyle, siz adalet dedikçe “atlet” der oldular!..
40 derece sıcakta kan ter içinde sürdürdüğü bir eylemin arasında Kılıçdaroğlu’nun kızıyla karşılıklı yemek yerken atletli oturuşuna taktılar.
Kasıtlı verilmiş, sonra da servis edilmiş bir “poz”muş.
Biz öyle pozlar gördük ki!..
Samimi bir dindarın ibadetini seyir malzemesi yapması hiç söz konusu olamazken “
Çanakkale Şehitleri” anması diye kameralar önünde şehitlikte dua edilip sonra da bu tüm ekranlara servis edilmedi mi mesela?! İki yıl önce… Hem de 7 Haziran seçim sürecine girilmiş bir zamanda ve siyasi partilerin “reklam cıngılları” ortalıkta dolaşırken!.. “




Çanakkale”yi, şehitleri, mezarları fon yapıp “dua pozu” verenlerin, kızıyla mütevazı bir sofrada yemek yiyen bir lidere lâf etme hakkı olabilir mi?..
Bakın, adalet burada da yok!..
Bunları dün Çanakkale Şehitlik Abide’sinde, “reklam olsun” diye değil, hakiki ve samimi dualarla açılan Adalet Kurultayı’nda bugün tartışmaya devam ediyor olacağız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İleri geri mantık - Mine G. Kırıkkanat

Barbaros Şansal, Türkiye’de hası ender yetişen bir “grand couturier”, dünyadaki karşılığı epeyce şık olan bir büyük terzidir. İmzası modada zerafetin markası ve ustası olan Yıldırım Mayruk’a saygısından, kendisine “terzi yamağı” dedirtir. 



Barbaros Şansal, zaman içinde çok iyi bir yazar ve hatip olarak da sanatçılığını kanıtladı. İnandığı doğruların arkasında dimdik durdu, siyasal görüşünden hiç ödün vermedi ve uğradığı tüm gadrin karşısında, az rastlanır bir cesaret sergiledi.
Tüm yaratıcı zekâ sahipleri gibi, elbette Barbaros’un da delidolu, lafın nereye gideceğini hesaplamayan, kışkırtıcı bir yanı vardır. Sanatın taşkınlığına saygılı ülkelerde, sanatçı dilinin sınır tanımazlığına gülüp geçilir. Ama faşist irticanın giderek yayıldığı Türkiye’de, Barbaros Şansal’ı “resmen” linç ettiler, öldürmeye çalıştılar.
Oysa Barbaros, gerek insanlık, gerekse Türkiye çapında kendisine saldıranların hepsinden daha değerli, daha yararlı ve çok daha erdemli biri. Çünkü onun entelektüel bir ahlakı var! İnancı, düşüncesi, görüşü neyse onu savundu, hiç kıvırmadı, bükülmedi, dönmedi, “geçerli akçe” adamı olmadı!
Geçenlerde, “Anayasa ya da kutsal kitaplar, toplumlar ve doğanın evrimiyle uyumlu olmadığı sürece hayal tacirlerini kayırır! Devrimler kaçınılmaz olur!” diye yazmış, Barbaros.

***
Çok doğru bir saptama.
Türkiye her alanda evrimi toptan reddedip çağdaş yaşamı 1300 yıl öncesinin koşullarına uyarlamaya çalışan; beceremediği için de saçmaladıkça saçmalayan bir din sömürüsünün hedefi.
Laikler ile dinciler arasındaki uçurum öylesine derin ki, aynı dili konuşsak bile anlaşamıyoruz. Çünkü aynı mantığa göre düşünmüyoruz.
Laik düşünce, önyargıdan bağımsız ve neden-sonuç ilişkisini izleyip irdeleyen analitik mantığa dayalıdır.
Oysa tüm dinler gerçeklikte yeri olmayan mucizelere ve zaten analitik mantık yürütmeye maruz kalmamak için tartışması yasak, sorgulanması günah “kutsal kelama” yani dogmalara dayanır. Sentetik bir mantık izler, ama sentezini zaten analiz edilemeyecek olan dogmaya dayandırır. Bu mantık uyuşmazlığıyla iki cenah arasında herhangi bir tartışma mümkün değildir.
Sonuçta din dogmaları, inananları doğru ile yanlışı ayıramaz hale getirir. Çünkü din tüccarları cehaleti beslemek için felsefe, mantık, evrim teorisi ve hatta satranç oyununu bile yasaklamış; ne olur ne olmaz matematiği falan da azaltmışlardır… 


***

Ancak doğanın devinimi durdurulamaz! Yasaklar, günahlar ters teper ve ahlak beklerken, ahlaksızlık tavan yapar. Erkeklerden ayrıştırılan kadınları korumak çabası da sonunda gelir, “pembe vagonlara” dayanır…
İşte orada, laik mantığın dogmatik mantığa geçit vermemesi, direnmesi gerekir. Sorun, erkeğin kadını eşit, özgür ve saygın birey olarak algılamasıyla çözülür. Bu algı da ayrıştırarak değil kaynaştırarak, önce aile, sonra okulda ve hayatın her aşamasında eşitlik öğretisiyle yaratılır.
Türkiye’yi cehalete savuran gidişatı şimdilik durduramasak bile, hiç olmazsa mantık yanlışı yapmayalım, sorunu doğru okuyup, doğru çözümü savunalım.
Çünkü toplumun ve doğanın evrimiyle uyumsuz dogmatik mantığın, kazanılmamış referandumla karşıdevrim anayasası yazdırdığı bir baskı döneminden geçiyoruz.
Ama karşıdevrimler, ilerici devrimlerin daima sancılı birer sağlamasından ibarettir!
İrticanın izlerini silmeye çalıştığı laik Türkiye Cumhuriyeti’nin analitik mantığı, tam da karşıdevrim sayesinde evrilerek yayılacaktır.
Çünkü dünya yuvarlaktır, durdurulamaz, döner. Zaman gerilemez, ilerler.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Helalci sendika konfederasyonu... - Fikret Başkaya / BİRGÜN

İki yılda bir Ağustos ayında, memur sendikaları konfederasyonları ve hükümet tarafından bir oyun sahneliyorlar. Aslında devletin sahnelediği oyunda sendika konfederasyonları figüran olarak kullanılıyor demek daha doğru. Sendika konfederasyonları ücret artışı da dahil bir dizi talep ileri sürüyor, daha doğrusu sürüyormuş gibi yapıyor. Hükümet de o talebi dikkate alıyormuş gibi yapıyor ve sonuç her zaman hükümet tarafından önceden belirlenmiş “ücret artışının” dayatılmasıyla sonuçlanıyor. Aslında ortada reel bir ücret artışı da yok! Ve bu sahte oyuna “toplu sözleşme görüşmeleri” deniyor. Lakin gözden kaçan bir şey var: Toplu sözleşme masasına oturan sendikanın grev hakkı yok. Grev hakkı olmayan bir sendikanın da o masaya oturmasının bir kıymet-i harbiyesi

yok... Zira sendika, sendika değil... Memur konfederasyonlarının teklifi hükümet tarafından kabul edilmezse, ‘Hakem Kuruluna’ havale ediliyor. 11 üyeli Hakem Kurulu da zaten devlet demek...
Türkiye’de tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı devlet memurları kendilerini ‘ayrıcalıklı’ bir sınıf olarak görürlerdi ve gerçekten de az-çok öyleydiler. Boşuna “devlet başa, kuzgun leşe” denmemiştir. Fakat, kamu bürokrasisi söz konusu olduğunda nüanse edilmesi gereken bir husus var: Zira, bürokrasinin yüksekleri egemen sınıfın bir parçasıdır ve sınır muğlaktır ki, sorun yaratma istidadı vardır... Neoliberal küreselleşmeyle birlikte  memur kesimi yoksullaştı. Özeleştirmeler başta olmak üzere, neoliberal politikalar memurların konumunu ve statüsünü iyice aşındırdı. 1980’li yılların sonundaki “işçi baharı” da denilen ünlü işçi eylemleri, giderek yoksullaşan memur kitlesine de esin kaynağı oldu ve devlet memurları sendikalaşma yönünde ciddi bir çaba içine girdiler. Bu yolda büyük bedeller de ödediler... En sonunda sendika kurma hakkını elde ettiler ama kazandıklarını sandıkları anda kaybetmişlerdi... Zira devlet içi-boş örgütlerin kurulmasını güvence altına almıştı...

Daha doğrusu mücadele yeteneği olmayan, içi boş örgütlerin kurulmasına izin vermişti... Ortada bir sendika var ama grev hakkı yok...

Tabii yanlış daha baştan yapılmıştı. Aslında memurlar, işvereni devlet olan işçilerdir. Daha uygun bir tabir kullanmak gerekirse proleterlerdir. Zira emeklerini satamadıkları zaman açtırlar... Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksundurlar. Dolayısıyla ayrıca bir memur sendikası kurmaya gerek yoktu. Fakat devlet işçi sınıfını ne kadar parçalarsa, eli o kadar güçlenir... Önce işçi sendikalarından ayrı memur sendikası kurulması sağlandı, sonra da memurların 11 dalda örgütlenmesi dayatıldı. Bir sürü sendika, bir sürü konfederasyon ortaya çıktı ve mücadele yetenekleri zaafa uğratıldı... Şu an itibariyle sendika üye aidatları bile devlet tarafından ödeniyor... Üye aidatının devlet (işveren) tarafından ödendiği bir örgüt sendika adını hak etmez! Zira, aidat ödeme eylemi işçinin/memurun sendikayla bağını kuran, örgütüne yabancılaşmasını engelleyen önemli unsurlardan biridir.
Memur Sen Konfederasyonu aslında AKP’nin yandaş örgütü ama yine de ona sendika diyorlar. Toplu görüşmelerde ücret artışı yerine, “yemeklerde helal gıda sertifikalı ürün kullanılması ve hac izni verilmesi” talebini ileri sürmüş ve tabii siyasal İslamcı AKP Hükümeti tarafından “memnuniyetle” kabul edilmiş... Aslında ‘helal gıda’ dedikleri tam bir soytarılıktır. Amaç, sözde Müslüman kapitalistlerin kârını ve pazar payını büyütmektir. Hile-i Şeriyyedir... Dini kâr amacıyla kullanmaktır. Aslında söz konusu sendika memurların değil, devletin ve sermayenin bir örgütüdür. Bu durum bir başka bakımdan da önemlidir: Kapitalizmin dini nasıl hizaya getirdiğinin de bir göstergesidir. Her şeyin üstünden bir buldozer gibi geçen kapitalizm, dini esirgeyecek değildi herhalde... Dolayısıyla ahın-vahın bir manası yok... “Böyle kiliseye böyle papaz” denmiştir... “Böyle memura da böyle sendika” denecektir...

Sendikalara dair retorik ve realite...
 
Marx, sendikalarla ilgili olarak: “Sendikalar işçileri bir örgüt çatısı altında toplayarak, önemli bir iş başarıyorlar ama mücadeleyi sistem dahilinde yürütme tercihi yaptıklarında da daha baştan kaybediyorlar” demişti. Geride kalan dönemde yaşananlar Marx’ı haklı çıkarmış görünüyor. Zira, kapitalizmi aşma, kapitalizmden çıkma perspektifi yokluğunda, sistem dahilinde mücadeleyle kalıcı kazanımlar elde etmenin mümkün olmadığı anlaşılmış bulunuyor... Sendikalar bürokratik yapılardır ve bürokrasi doğası gereği gericidir. Nitekim dünya güzeli Rosa Luxemburg, “Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür” demişti... Dolayısıyla, bürokratik yozlaşmaya uğramış kurumların hayırlı bir şeyler becermesi mümkün değildir. Zamanla sendikalar işçi kitlesine yabancılaşıyor ve sendika bürokrasisinin çıkarı işçi sınıfının çıkarıymış gibi sunuluyor. 40 yıl sendika başkanlığı, sendika yöneticiliği yapanlar var. Bir mukayese öğesi olarak, Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma aritmetik ortalamasının 17 yıl 3 ay olduğunu hatırlamak gerekir. Bu durum sendikacılığın da diğerleri gibi bir meslek olduğu anlamına gelir.

Marx, sendika yönetimlerinin işçi kitlesine yabancılaşmasını önlemek üzere iki öneri geliştirmişti: 1. profesyonel olarak sendikada çalışanların bir veya iki seferden fazla o görevde kalmaması, rotasyonun esas olması ve 2. Sendikada görev alanların bir kalifiye işçiden fazla ücret almaması... Bu ilkeler kısmen KESK sendikalarında uygulanıyor ama bu günün koşullarında bürokratik yozlaşmaya bir çare olmaktan uzak... Netice itibariyle sendikacılık bir sınıf atlama aracına dönüşüyor. Dikkat edilirse, sendikalarda çalışanlara yapılan muamelenin, herhangi bir kapitalist işletmedekinden farklı olmadığı görülecektir. Sendika bürokrasisi, aidatlardan biriken muazzam kaynağı tasarruf ediyor. Yaşam standartları ortalama bir işçininkiyle mukayese edilemeyecek kadar yüksektir. İşçi sınıfının tepesinde bir ur gibidirler... Aslında “karşı taraftadırlar...” Sendika ve konfederasyon başkanlarının oradan milletvekilliğine, duruma göre bakanlığa, terfi etmeleri de istisna değildir... Üye sayılarını sürekli artırma gayreti içindedirler ama sistemi zorlamak, işçiler lehine kazanımlar elde etmek elde etmek için değil, aidat stokunu büyütmek, iktidarlarını sağlamlaştırmak için...

Sendika bürokrasileri kendi iktidarlarını koruyabildikleri sürece, “amacın hasıl olduğunu” düşünürler... Sanılanın aksine, işçiler sınırlı kazanımları sendikalar sayesinde değil, sendikalara rağmen kazanmışlardır... Bunlar esas itibariyle “kontrol örgütleridir”. İşçi sınıfını sistem dahilinde tutmak, radikalleşmesinin önünü kesmek, velhasıl sınıfı ehlileştirme misyonuna koşulmuşlardır. Sermayenin, devletin safındadırlar ama retorik farklıdır... Her zaman söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk vardır...

Kapitalist patronlar işçilerin dayatmasıyla, bir grev tehdidiyle karşı karşıya geldiklerinde, grevin neden olacağı muhtemel kayıplarla, ücret artışı sağlandığı durumda ödeyecekleri bedelin muhasebesini ve muhakemesini yaparlar. Eğer kapitalizm yükselme dönemindeyse, ekseri ücret artışlarını sîneye çekme eğilimindedirler ama kriz ve/veya durgunluk durumu söz konusuysa, grev restini görmeye eğilimlidirler...

Neoliberal küreselleşmeyle birlikte sendikalar, dünyanın her yerinde önemli üye kaybına uğradılar, tabanları eridi. Sermayenin önünün sonuna kadar açılması, tüm engellerin ortadan kaldırılması, sermayenin pazarlık gücünü iyice artırdı. Bir ülkede işçiler ücret artışı talep ettiklerinde, kapitalistler pılıyı-pırtıyı toplayıp, “ucuz işçi cenneti” denilen, sınıf bilincinin zayıf, örgütlülük düzeyinin düşük olduğu ülkelere göç ediyor. Ve gittiği yerde sadece ucuz işgücüne kavuşmuyor. Ucuz doğal kaynak, ucuz enerji, düşük vergiden de yararlanıyor. Üstelik çevre koruma kaygısından da muaf oluyorlar. Eğer, bir zaman sonra işçiler örgütlenip, taleplerini yükseltirse, daha “elverişli” ülkelerin yolunu tutuyorlar... Bunun anlamı her bir ülkenin işçilerinin, emekçilerinin, diğer ülkelerdekilerin “rakibi” durumuna getirilmesidir. Oysa, “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganı boşuna ortaya atılmamıştır...
Bu yenilgi tuzağından kurtulmanın yolu, bir işçi sınıfı enternasyonali oluşturmaktan geçiyor ki, bu mümkün. Tüm ülkelerin kapitalistleri birleşmişken, dünya işçilerinin ve ezilen halkların ortak bir amaç için mücadele etmesine bir engel var mı? Kapitalizmin insanlığı ve uygarlığı taşıdığı yer ortadayken, artık eskisi gibi yapmanın bir anlamı ve değeri yok. Dolayısıyla, bürokratik olmayan, gerçekten devrimci, doğrudan kapitalizmi aşma perspektifine  sahip yeni örgüt modelleri ve mücadele yöntemleri keşfetmek, Büyük İnsanlığın iradesini aşan bir şey değildir... Velhasıl, bütün mesele potansiyeli harekete geçirebilmekle, realize edebilmekle ilgilidir...

KONUK YAZAR: Fikret Başkaya - Özgür Üniversite kurucusu

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Anti-kapitalist Müslümanın son yolculuğu - ORHAN GÖKDEMİR

İran’da “İslami devrim”in iki ideoloğu var. İlki “Sorbonlu” sosyal bilimci Ali Şeriati. İkincisi daha yerel; din adamı Ayetullah Ruhullah Humeyni. Humeyni, Şah Muhammed Rıza’yı Amerikalılara kapitülasyonlar vermekle suçlayınca 1963 yılında sürgüne gönderildi. 1979’da Şah Rıza’nın ülkeden kaçışına kadar sürgünde yaşadı. Ali Şeriati daha talihsizdi, “devrim”den iki yıl önce, 1977’de çok genç yaşında öldü.

Humeyni ise sürgünde siyasi ve dini faaliyetlerini sürdürdü, “İslam Cumhuriyeti” fikrinin ideoloğu oldu. Söyledikleri milliyetçilik, popülizm ve dinsel radikalizmin tuhaf bir karışımıydı. Medrese öğrencilerini etkilemeyi başarmıştı. Monarşinin çoktanrılı çağdan kalma pagan bir kurum olduğunu, dolasıyla gerçek İslam’la bağdaşmadığını söylüyordu. Monarşiye karşı çıkmak Müslümanlar için kutsal bir görevdi. Bütün krallar ahlaksızdı. Hâlbuki İranlılar 2500 yıldır kutsal bildikleri monarşi ile yönetiliyordu.

Yaptığı basitçe İslam’a değin yerleşmiş yargıları ters yüz etmekten ibaretti. İslam ezilenlerin diniydi, ezenlerin değil. İslam alt sınıfların inancı olduğundan sarayda iğreti dururdu. İslam asla bir afyon değildi. “Dünyanın ezilenleri birleşin” diyordu bir söylevinde. Öyle bir inançtı ki bu ne kapitalizm, ne de feodalizmle uyuşabilirdi. Hepsinin ötesinde ve üstündeydi. İslam gelecek, sınıf farklılıklarını kaldıracak, ezilenleri nihai kurtuluşa ulaştıracaktı.

                                                                             ***

Ali Şeriati orta sınıf bir ulema ailesinden geliyordu. Öğretmen olan babası, devlet okullarında Kuran öğretiyordu ve kendini “Müslüman sosyalist” olarak tanımlıyordu. 1953’te CIA-MI6 ortak prodüksiyonu ile alaşağı edilen Musaddık’ın ateşli bir destekçisiydi. Genç Şeriati de babasının izinden gitti, köy okulunda öğretmenlik yapmaya başladı. Arapça ve Fransızca öğrenmek için Meşhed Üniversitesi’ne girdi. Peygamberin izleyicilerinden “eşitlikçi” Ebuzer hakkındaki bir kitabı Arapçadan Farsçaya çevirdi. Kitap sahabe Ebuzer’in sosyalizmin öncüsü olduğunu iddia ediyordu. O kitap en çok çevirmenini etkiledi, İslami bir sosyalizmin mümkün olduğuna inandırdı. O günden sonra Ali Şeriati İran’ın Ebuzer’i olacaktı.

Çalkantılı 1960’lı yıllarda Sorbon’daydı. Georges Gurvich, Louis Massignon ve Henri Corbin’in derslerine devam ediyordu. Oryantalist Massignon’un Selman Pak kitabını tercüme etti. Masignon kitabı kölelikten “ehlibeyt”liğe terfi eden İranlı Salman Pak’a bir güzellemeydi. Sol tandanslı çeşitli dergilerde yazmaya başladı. O yıllar İslam’la Marksizm’in uyuşabileceğine inanılan yıllardı. 1965’te İran’a döndü, Tahran’da konferanslar verdi. Onun bu sohbetleri geniş kitlelere ulaşmasına vesile oldu. Ölümünün ardından bu sohbetleri ciltler halinde yayınlandı. Tutuklandı, İngiltere’ye gitmek zorunda bırakıldı. 40 yaşında hiç beklenmedik bir zamanda öldü. Bir iddiaya göre ölümünde İran istihbaratı SAVAK’ın parmağı vardı.

Arkasında bıraktığı inanca göre Muhammed yalnızca bir din değil, aynı zamanda sınıfsız ütopyaya doğru sürekli bir devrim yaşayan dinamik bir toplum kurmak için gönderilmişti. İmam Ali’nin ilk halifelere karşı çıkmasının nedeni onların otoriteyi gasp etmelerinin yanı sıra, kodamanlarla uzlaşarak asıl davalarını satmalarıydı. Öyleyse aydınlara düşen görev devrimci İslam’ın temel niteliğini yeniden keşfetmek ve diriltmekti. Muhtaç oldukları kudret zaten Şiilikte mevcuttu! İmam Hüseyin de bir tür Che değil miydi zaten...

Yaptığı şey özünde beylik kutsal kavramlara radikal anlamlar yüklemekten ibaretti. “Ümmet” ayaklanma hazır halk, “tevhit” dayanışma, “imamet” liderlik, “cihat” kurtuluş savaşı, “mücahit” devrim savaşçısı, “şehit” devrim kahramanı, “tefsir” kutsal metinlerden radikal anlamlar çıkarma yeteneğiydi. Daha ne olsun? “Her yer Kerbela, her gün Aşura, her ay Muharrem” sloganı onun buluşuydu. Şeriati böylece İslam’ı bir din veya mezhep olmaktan çıkarıyor, ona siyasal bir nitelik kazandırıyordu. Şimdi boğuşup durduğumuz siyasal İslam bir anlamda onun eseridir.
Haliyle yerleşik dini yorumlara acımasızca saldırdı, aşağıladı. Onlar halifelerin İslam’ını vazediyordu. Oysa asıl İslam Ebuzer’in, Selman Pak’ın İslam’ıydı. Ama Şeriati’nin serüveni de Luther’de olduğu gibi nihayete erdi. O bütün Müslümanları Ebuzer yapmak için yola çıkmıştı, ama sonuçta bütün Ebuzerlerin Müslüman olmasına neden oldu. Şeriat istiyordu ezilen kalabalıklar. Şeriati’nin söylediklerinin inceliklerine dikkat edecek halleri ve vakitleri yoktu. 1979’da Humeyni sürgünden döndü ve iktidara el koydu. İslam Cumhuriyeti için kapı aralanmıştı. Bugünkü İran onun ve Ali Şeriati’nin eseriydi. Ervand Abrahamian’ın şahane “Modern İran Tarihi”nden ayrıntılarını okuyabilirsiniz.
                                                                            ***

Bizde de karşılıkları var şimdi. İhsan Eliaçık bir tür Ayetullah Humeyni. Hoca bu vasfının yanında aynı zamanda Ali Şeriati’nin izinde. İslam’ın kutsal kavramlarına devrimci bir anlam yükleme iddiasında. Kuran’ı devrimci bir tarzda yorumladığını söylüyor. Sosyal İslam, antikapitalist Müslüman kavramları havada uçuşuyor. CHP milletvekili Eren Erdem ise vekilliğe terfi edene kadar bir tür reankarne Ali Şeriati’ydi. Hatta Ebuzer ve Selman Pak hakkında kitaplar da yazdı ki, dışarıdan baksan Şeriati’den ayıramazsın. Yazdıklarına bakılacak olunursa İslam artık bir din değil, sınıfsız bir toplum yolunda ilerleyen bir siyasal ütopya. Şeriat var mı içinde? Var. Ama zaten sosyalizm de sonuçta bir şeriat değil mi?
                                                                             ***

Nedir peki “sosyal İslam” veya “sosyalist İslam”ın esbab-ı mucibesi? Eldeki verileri sıralayalım. Öteki tek tanrılı dinlerin yanı sıra İslamiyet de ilkel komünal ve köleci toplumdan feodalizme geçiş sancılarının çekildiği bir uzun dönemin ürünü. Haliyle tüm motivasyonları zalimin zulmünü sınırlama ve mazluma şefkat gösterme üzerine kurulu. Eğer kendisi otorite olmamışsa, yan yana yaşadığı otoriteye bunları salık veriyor. Ezilenlerin yerine eza çeken İsa ile, Müslüman olan köleleri azat etmeyi öğütleyen Muhammed’in de temelde yaptıkları bu. Köleleri azat etmeyi öğütlüyorlar, çünkü köle emeğinin artık verimli olmadığı bir zaman aralığındadırlar.

Sonra kapitalizm geldi ve hepsini sildi süpürdü. Feodalizmi paramparça etti. Halen varlığını sürdüren köleciliğin geç biçimlerinin düzene adapte olması zaten mümkün değildi, yıktı geçti. Yeni sistem bulduğu bütün bağımlılık ilişkilerine saldırdı, parçaladı. Artık ne toprağa bağlı köylü vardı, ne köle. Herkes “özgür”dü. Ama herkesi özgür kılan şey kapitalistlerin özgürlük aşkı değildi. “Piyasa” denilen ve bütün sınıfsal ilişkileri görünmez kılan bir mekanizmanın ürünüydü bu. Dolaşım ve üretim artık birbirinden ayrılmıştı. Bu ayrışma, bağımlılık ilişkisini belli bir süreyle sınırlamayı mümkün kılıyordu. Ücretli çalışma köleliğin başkalaşmış bir biçimiydi evet ama işçi ücretini alıp üretim sürecinin dışına çıktı mı piyasadaki sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından birine dönüşüyordu. O burada işçi belirlemesinden kurtuluyor, bir alıcı veya satıcıya dönüşüyordu. Eğer parası yeterliyse ilke olarak istediği her şeyi yapması mümkündü. Artık hiçbir lokantanın kapısında “işçiler giremez” yazmayacaktı.

Ama o, böylece toplumsal bir varlık olmaktan çıkıp iktisadi bir bireye dönüşmüş oluyordu. Artık iktisadın gerekleri dışında hiçbir bağı ve bağlılığı yoktu. Zor yine vardı evet ama artık bu da doğrudan değil dolaylı bir zor haline dönüşmüştü. Çalışmama özgürlüğü vardı evet ama bunun karşılığı aç kalma özgürlüğüydü. İşçileri yığınlar halinde emek güçlerini satmaya razı eden zor işte böylesine karmaşık bir şeydi.
Modern işçinin dinde kendi acılarına hitap eden bir şeyler bulmuş olması mümkündür. Çünkü modern işçi modern köledir. Sömürülür, acı çeker, bağımlıdır, kendi insani yetenekleri üzerinde söz ve karar sahibi değildir. Peki din nasıl çözecek modern kölenin bu problemini. Eske zamanlarda yaptığı gibi kölelere iyi davranılmasını öğütleyecek, muktedire şefkat göstermesini salık verecek. Varsıldan yoksula sadaka vermesini isteyerek... Yani? Bütün Müslümanları Ebuzer olmaya çağıracak, sonuçta bütün Ebuzerleri Müslüman yapacak.
Sorun şu ki insanlık tarihinde ezilenlerin acılarına son verebilmiş bir din veya inanç yok. Din, evet, halkın afyonudur. Bir yandan çektiği acıları hafifletir, öbür yandan o çekilen acılara karşı bir başkaldırı, bir protestodur. Ama işte o kadar. İsa ezilenleri acılarına son vermek için toplanmaya çağırdığında ezilenlerin çoğu Musa’nın mucizesine inanlardı. Kurtuluş umuduyla Muhammed’in peşinden gidenlerin arasında Musevi ve İseviler çoğunluktaydı. Kurtulamamışlardı. Mülkiyetin kapitalist biçimini hedef almayan ve ücretli çalışmayı tartışmayan bütün kurtuluş önerileri bir afyondur, bir ağrı kesicidir. Ama bize artık büyük bir ameliyat gerek.

                                                                             ***

Şeriati dini ezilenlerden yana bükmeye çalıştı. Humeyni ondan modern ile geleneksel olanın karışımı olan tuhaf bir rejim üretti. Ama sonuçta kıl-tüy üzerinden giderek günlük hayatı kontrol etmeyi deneyen gerici karanlık bir düzenden söz ediyoruz. Başlarını örtmeyi emrediyorlar kadınlara, çünkü saçlarının görünmesi günah. Geçenlerde İranlı kadınlardan biri saçlarını kazıtıp çıktı sokağa. Baş açık saç görünmüyor. Ne yapsın molla, vurdu kendini hadis kitaplarına…
İhsan Eliaçık ve Eren Erdem affetsin ama gittikleri yol yol değil bize göre. Ali Şeriati ve Ayetullah Humeyni’de olduğu gibi onlarınki de İslam’ın dışında yeni bir din önerisi. Ebuzer ve Selman Pak’tan Mesih üretmeye çalışmaları ondan. Din şu an yürürlükte olan şey. Piyasanın şekillendirdiği dindar, piyasa dindarı; Gerici, yobaz, yağmacı, zalim, sömürgen, ahlaksız…
Ne hadise ne ayete ihtiyacı var sosyalizmin. İnancınız her ne ise gelin bu büyük insanlık mücadelesine katılın; Sınıf kardeşliği hepsinin üzerindedir. Dininiz ise sizde kalsın, ne karışırız ne karıştırırız. Allah kabul etsin bu durumda. Amin!

Orhan Gökdemir / SOL