Ordu-cami arasında binamaz ülke - CEYDA KARAN

Pakistan, siyasete ve orduya dini haddinden fazla bulaştırmanın sakıncalarını gösteren en nadide örneklerden birisi. Hindistan altkıtasının 20’nci yüzyıl ortasında bağımsızlığını kazanmış ve tek birleştiri unsuru din olan Pakistan’ın ahalisi, kuruluş DNA’sına işlenmiş siyasal İslamcılık olmadan düşünülemez. Ve bu makus talihi değiştirmelerinin yolu da pek yok.
Son örneği kasım başındaki olaylar. İşin içinde ordu ve hatta dış güçlerin parmağı olduğu rivayet edilen olaylar, zaten yolsuzluk ithamlarıyla geçen temmuzda ‘kızağa çekilmişNevaz Şerif’in yerine geçmiş Başbakan Şahid Hakan Abbasi’nin Pakistan Müslümanlar Birliği hükümeti için işin tuzu biberi oldu. Abbasi en son Panama Belgeleri yüzünden Maliye Bakanı İshak Dar’ı yitirmişti. 


***

Haftalarca başkent İslamabad civarında gösteri ve çatışmalara sahne olan olaylar seçim yasasında aday olmak isteyenler için geçerli yeminin değiştirilmesi girişimiyle başladı. Mevzu, milletvekili aday formlarında yer alan ‘Yemin ederim ki, Hz. Muhammed son peygamberdir’ ifadesinin, ‘İnanıyorum ki Hz. Muhammed son peygamberdir’ diye değiştirilmesiydi. Resmi sebebi azınlıktaki Ahmedilerin (Kadıyaniler) seçimlere katılabilmesinin yolunu açmaktı. Ahmedilikte peygamberliğin Hz. Muhammed ile sonlanmadığına inanıldığından, eski yasada aktif siyasete girmelerine engeldi.
Fakat Pakistan gibi ağır ‘dine küfür’ (Blasphemy) yasası olan bir ülkede ne mümkün! Nitekim 8 Kasım’da başını Lebbeyk Ya Resullullah hareketinin çektiği radikal dinci grup değişikliği ‘dine küfür’ addederek protestolara başladı. Hükümet derhal ‘yediği haltı’ anladı. Olayın ulemanın bir ifade hatasından kaynaklandığını ileri sürdü ve eski yasaya döndü. İş işten geçmişti.


***

Olay, gelecek yazki seçimler öncesinde yeniden eli güçlenen Şerif ve hükümeti yıpratmak isteyenlerin elinde koza dönüşüverdi. Üç hafta boyunca dinciler Feyzabad kavşağındaki oturma gösterisiyle, başkente giden yolları kapatarak, Lahor’da Adalet Bakanı’nın evine saldırıp yakmaya kalkışarak ortalığı birbirine kattı. Hükümetin emrindeki polis yetersiz kalırken, ordudan yardım istenildi.
Ordu nazlandı. Hatta hükümeti yetersizlikle itham edip gerilime barışçı çözüm isteyen açıklama yaptı. Geçen cumartesi biri polis yedi kişinin öldüğü, 80’i polis 180 kişinin yaralandığı çatışmaların ardından ordu sokağa indi ama aşırı dincileri ikna için.
Seçim yasasındaki değişiklikten sorumlu Adalet Bakanı’nın istifası, radikal dinci hareketin liderinin fetva yayımlamaması ve gözaltına alınanların bırakılması karşılığı ordu aşırı dinci grupla anlaşıverdi! Sosyal medyaya da operasyonun başındaki generalin aşırı dincilere para dağıtırkenki görüntüleri yansıdı.

***

Yani laikliğin bulunmadığı, siyaset ve ordunun dini kullanımının sonsuz olduğu bir ülkede ne yaşanabilecekse o yaşandı.
Lebbeyk, son dönemde yükselişe gecen Hadim Hüseyin Rizvi liderliğindeki bir hareket. Ara seçimlerde yüzde 6’lık oy oranına sahip oldu. Azınlıkta ama siyaseti işte böyle belirliyor. Esin kaynakları da ‘dine küfür yasası’ mağduru bir Hıristiyan kadını savundu diye 2011’de eski Pencab valisi Salmaan Taseer’i öldüren koruması Mümtaz Kadri.
Darbeci General Ziya ül Hak’ın formüle ettirdiği ‘dine küfür’ yasası ahalinin tepesinde Demokles’in kılıcı misali. Ülkede ‘kutsallığı bozacak’ herhangi bir yorum yapmak cana mal olabilir. Mal-mülk anlaşmazlığı yahut rakip şirket kurduğu için ‘dine küfretti’ iddiasıyla itham edilenler yaşatılmıyor. Yargılanmak için yıllarca hapis yatanlar yine iyi. Dışarıda dincilerin infazına uğramak işten bile değil. Son 20 senede bu yüzden 52 kişi canından oldu. Bu yüzden kurulmuş ‘güvenli evler’ bile var.
Elbette dinci partiler Pakistan ordusu için ‘stratejik değer’, dinci göstericiler ‘makbul vatandaş’. Lakin yukarıdaki mağdurlar değil.
***

Velhasıl, şimdi siyasetin ana tema ‘Pakistan’ın dış komploların hedefi olduğu’. Sorun şu ki reformculuğa soyunan ama kendisi yolsuzluk batağına batmış Nevaz Şerif ve partisinin ahaliyi de, ülkeyi de ne iç ne dış komplolara karşı koruyabilmesini beklemek nafile.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Mikroplar Müslüman mı? - TAYFUN ATAY

İstanbul’un kıyıcığında bir ortaokul... 5’inci sınıf (10 yaş grubu) öğrencilerine fen bilimleri/biyoloji dersinde öğretmen, “Mikroplar”ı anlatıyor. Onların çok küçük, gözle görülemeyen canlılar olduğunu belirtiyor.
Örnek olarak da bakterileri, virüsleri, amip, öglena, mantarları sıralıyor.
Ve bir öğrenciden soru geliyor mikroplara ilişkin:
Onlar Müslüman mı?..
***

Hep söylediğimiz üzere, dini, hayatın neredeyse her milimetre karesine kadar sokma, yayma yolunda adeta toplumsal- kültürel cihat ilan etmiş dinbazlık, bu süreçte ağzı olanın İslam adına konuştuğu bir çığırın önünü açtı. 
Böylece ipin ucu kaçtı.
Darwin’i ve evrimi biyolojiden kovmak da yetmiyor artık o yüzden...
Mikropları anlatan biyoloji öğretmenini de kovacaklar ve onun yerini “cinci hoca”larla dolduracaklardır!..
Çünkü kuvvetle muhtemel ki “fizik-kimya- biyoloji” öğretmek için üniversite eğitimi almış, şimdi elinden geldiğince yaptığı tahsilin hakkını vermeye çırpınan bir öğretmeni sınıfta kontrpiyede bırakan soru, o öğrencinin evde karşısına çıkmış başka bir “öğretmen”in anlattıklarından besleniyor. 

***

Sağlığa yararlı mikropların melek, zararlı olanlarınsa kötü cinler olduğu, modern zamanlarda din bünyesinde kendisini gösteren en popüler “tezvirat”lardan biri...
İslam’da din ve dünya ayrımı yok ya...
Din her şeyi açıklıyor ya...
“Hepsi Kitap’ta var” ya...
O zaman fen bilgisi de, tıp da, sosyal bilgiler de, hepsi “zevâid”dir (fazlalık), öyle değil mi?!
İhtimal, soruyu soran çocuğa evde (ya da bir başka yerde) cinlerden bahsedilmiş olmalı.
Onların “insan gözünden örtülü” olduğu söylenmiş olmalı.
Şaşılacak işler yaptıkları, insanlara zarar verdikleri kadar yardım da ettikleri, hatta bazı hastalıklara sebep oldukları nakledilmiş olmalı.

Ve nihayet:
“Ey Muhammed! De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu; onlar şöyle demişlerdir: Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık” şeklindeki Cinn sûresi (1-2) çocuğa belletilmiş olmalı...
Olmalı ki okulda “Mikroplar” bahsinde, evdeki “tedrisat” sınıftaki dersi köşeye sıkıştırıyor: Cinler Müslümansa cin olan mikrop da Müslüman mı sorusu geliyor!.. 

***

Biçare öğretmenimiz yine de bir “bilim insanı” olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapmış ve öğrencisini kırmadan, biraz da mizaha vurarak şu cevabı vermiş “mikroplar Müslüman mı” sorusuna:
“Rahat rahat gözle görebilseydik belki bir yorum yapabilirdik... Ama ‘bilmiyoruz’...”
O, bir fen bilimci olarak, tam da “bilimsel tevazu” içinde böyle söylemiş.
Lâkin din bilimcinin aklı başında olanı da aynı doğrultuda gerekeni söylüyor.
Diyor ki bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmelerinden hareketle cinlerin mikrop olduğu söylense de bu, temellendirilememiş bir teoriden ibaret; çünkü duyular-ötesi varlıklardan olup yalnızca “nakil” yoluyla bilgi edindiğimiz cinlerin “ateşten yaratılmış” olmaları ötesinde bir dinî veri mevcut değil (TDV İslam Ansiklopedisi, “Cin” maddesi, Ahmet Saim Kılavuz). 

***

Neticede “dinbaz”ca gözlerini karartıp dini, hayat bilgisi de, fen bilgisi de, toplum bilgisi de yapmaya yeltendiler ve onlar bunda ısrar ettikçe din, kapanın elinde kaldı.
O yüzden fen dersinde de artık elde var cinci hoca!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Aile şirketi - ÖZGÜR MUMCU

“Çocuklarım, kardeşim, eniştem, dünürüm, eski özel müdürüm, yurtdışına milyonlarca dolar para göndermiş (...) Öne sürdüğün iddiaların belgesi var mı? Varsa çıkar hemen ben gereğini yapayım. (...) Bu zat ne ortaya belge koyabilecek ne de çıkıp özür dileyebilecek.”
 
Bunlar sayın Erdoğan’ın iki gün önce büyük bir hiddetle söyledikleri. Bu sözlerin muhatabı Kemal Kılıçdaroğlu dün partisinin grup toplantısında çocuğun, kardeşin, eniştenin ve dünürün, Man Ada’sındaki bir off-shore şirkete milyonlarca dolar gönderdiğine dair belgeleri açıkladı. 


Henüz belgeler incelenmedi, ancak AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan “Açıkladığı belgeler ticaret kaynaklı” diyerek hem belgelerin gerçekliğini kabul etti hem de üstü kapalı olarak bu ticari ilişkiyi önceden bildiğinin işaretini verdi. 
 
Çocuk, kardeş, enişte ve dünür bir vergi cennetine hangi sebeple milyonlarca dolar gönderdi? 
Bu neyin ticareti? 
Bu ticaret ne sebeple İran bağlantılı bir işadamı olan Sıtkı Ayan’ın kurduğu şirket üzerinden gerçekleşiyor? 
Ne alınıyor, ne satılıyor?
Sayın Erdoğan, oğul, kardeş, enişte ve dünürün yurtdışına milyonlarca dolar gönderilmesinin ispatlanması halinde gereğini yapacağını dile getirmişti? 
Nedir gereği? 
Oğlu, kardeşi, enişteyi ve dünürü azarlamak mı? 
Onlara küsmek mi? 
Olur böyle şeyler diye sırtlarını okşamak mı?
 
Gereğinin istifa olmadığını biliyoruz. Çoğu siyasetçi gibi bir hitabet ustası olan sayın Erdoğan, sadece yurtdışında kendi adına bir hesap varsa istifa edeceğini söylemişti. Çoğu kişi de bu açıklama üzerine Kılıçdaroğlu’nun iddialarının doğru olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Haklı da çıkmışa benziyorlar.
 
Oğul Burak Erdoğan, kardeş Mustafa Erdoğan, enişte Ziya Ülgen, dünür Osman Ketenci yanlarına sayın Erdoğan’ın eski kalem müdürü Mustafa Gündoğan’ı da alarak, Man Adası’ndaki bir şirkete neden toplam 15 milyon dolar para gönderdi? 
Bu afacan beşli başka yerlere de milyon dolarları gönderiyor mu?   
Milyon dolarların gönderildiği şirketin kurucusu Sıtkı Ayan’ın İran’dan Avrupa’ya doğalgaz taşımak için cumhuriyet tarihinin en büyük ikinci devlet teşvikini almasının anlamı nedir?
Bu meselenin Azeri işadamı Mübariz Mansimov’un hediye ettiği ileri sürülen petrol tankeriyle bağlantısı var mı?
Belki Som Petrol’ün sahibi Sıtkı Ayan bu soruların cevabını biliyordur?
 
Eskiden bazı siyasetçiler devleti şirket gibi yönetmek gerektiğini söylerlerdi. Ancak herhalde onlar da koca bir devletin bir aile şirketine dönüşmesini kastetmiyordu.
Erdoğan gereğini yapacağını söylemişti. 
Gereği nedir? 
Dün bürokrasiyle ilgili konuşurken “Ben bir bakanımı veya bir bürokratı aramıyorsam babamın oğlu olsa kapıdan geri koysun” demişti.
 
Bakalım kendi babasının oğlunu, kendi oğlunu, eniştesini, dünürünü nereye koyacak.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Man Kanunu’nu beş yıl geciktirmek - ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, dedi ki:
“Çocuklarım, kardeşim, eniştem, dünürüm yurtdışına milyonlarca dolar para göndermiş. (...) Müddei iddiasını ispatla mükelleftir. Artık ismini anmaya dahi tenezzül etmediğim bu zata soruyorum, iddiaların belgesi var mı, varsa çıkart milletin önüne ben hemen gereğini yapayım. Yoksa çık milletin önüne iftira ettiğini söyle, özür dile.”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da akraba ve yakınlarca Man Adası’na gönderilmiş milyon dolarların Swift belgelerini gösterdi. Sonra sordu: 1 Sterlin’lik şirkete neden milyonlarca dolar gönderiyorsun?
***

Değil mi ki AKP, bütçe açığını kapatmak uğruna daha yeni gazoza vergi koydu.
O halde vergilerimizden oluşan kamu kaynakları bakımından, gözden kaçırılmaması gereken temel soru budur.
“1 Sterlin’lik bir şirkete Türkiye’den neden milyonlarca dolar gönderilir?” meşru ve üstelik eksik bir sorudur. Bu sorunun yanına ayrıca “Resmi bir ticaretse madem, vergileri ödendi mi, yoksa bir kaçınma var mı, kaçınılan tutarlar ne kadardır” soruları da eklenmelidir. 

***

Man Adası meselesi, vergiden kaçınma boyutuyla, Başbakan Binali Yıldırım’ın oğlunun Paradise Papers ile ortaya çıkan Malta’daki denizcilik şirketindeki vergi meselesiyle de benzeşmektedir. Anımsatalım: Kurumlar Vergisi Kanunu’na göre, vergi cenneti bir ülkede kurulu şirkete yapılacak ödemelerin yüzde 20 stopaja tabi olması gerekiyor. Ancak bunun yapılabilmesi için de vergi cenneti adaların bir Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilmesi gerekiyordu.
Eğer AKP iktidarı bu iradeyi gösterse, büyük olasılık o listede Man Adası’nı da görecektik. 

***

Bu yapılmamış. Ama atılan önemli bir adım var. Man Adası ile vergisel sonuç doğurabilecek bir başka anlaşma imzalamış.
Türkiye Cumhuriyeti adına Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Kilci’nin, Man Adası hükümeti adına da Hazine Bakanı William Edward Teare’nın imzalarını taşıyan anlaşmanın tarihi 21 Eylül 2012.
İmza yeri Londra.

Beş yıl öncesinden söz ediyoruz. Yani Kılıçdaroğlu’nun belgelerine konu Bellway Limited’in Man’da kurulduğu 2011 tarihinden bir yıl sonra.
2012’deki bu anlaşmanın geçerli olması için iç hukuka taşınması, bunun için de TBMM’de çıkarılacak bir yasayla uygun bulunması gerekiyor.
Beş yıl önce imzalanmış anlaşmanın kanunu ne zaman çıkarılmış biliyor musunuz?
8 Mart 2017’de. Yani bundan sekiz ay önce. Peki, bu kanun çıkmış da uygun bulunan bu işlemi Bakanlar Kurulu ne zaman onaylamış?
21 Temmuz 2017. Yani bundan dört ay önce.
Altında Erdoğan, Yıldırım ve hükümet üyelerinin imzaları bulunan Bakanlar Kurulu kararının adı şu:
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Man Adası Hükümeti Arasında Vergi Konularında Bilgi Değişim Anlaşması ve söz konusu anlaşmaya ilişkin Mutabakat Zaptı’nın onaylanması.”
Bu metin, Man Adası’nda gelir veya kazanç üzerinden alınan vergiler ile Türkiye’de gelir vergisi ve Kurumlar Vergisi konusunda bilgi değişimi yapılması ve yardımlaşılması konularını içeriyor.

Bu kanun beş yıl bekletilmeseydi, belki de 2011’de kurulmuş Bellway Limited’in vergi yükümlülüğü farklı gelişecekti.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Aynı gemide değiliz! - FATİH YAŞLI

Hava güneşliyken, deniz dalgasızken ve yelkenler rüzgârla şişiyorken aynı gemide olduğumuz akıllarına gelmez o ağaların beylerin. Öyle dönemlerde mesela, “Benim mahsulüm öldükten sonra mı? 2 senedir anamız ağlıyor” diye bir soru sorduğunuzda “Ananı da al git” diyeceklerdir size. Ya da “Taksim 1 Mayıs meydanıdır” mı dediniz, bunda ısrar mı ettiniz, duyacağınız cevap bellidir: “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” diyeceklerdir size o ağalar beyler.

60 milyar dolarlık kamu varlığını satarken aynı gemide değilizdir. Sermaye adına 400 milyar dolar borç alırken aynı gemide değilizdir. Yolcu geçiş garantili, hasta yatış garantili, kömür alış garantili ihalelerle birileri semirtilirken aynı gemide değilizdir. Dünyanın en çok vergi ödeyen halkıyken, dünyanın en adaletsiz vergi sistemlerinden birine maruzken, üç kuruş asgari ücrete talim edip açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşarken, Soma’da, Ermenek’de, Torunlar’da, madenlerde ve inşaatlarda beşer onar ölürken aynı gemide değilizdir. Sandığa giderken, oy verirken, “hayır” derken, Gezi’deyken, 7 Haziran’dayken, “terörist” diye azarlanırken, “bombadan daha tehlikeli kitaplar” yazarken, dört ayaklı minarenin dibinde öldürülürken, meydanlarda ölü çocukların cesetleri üzerinde tepinilip anneleri yuhalatılırken, KHK’lerle, OHAL’le yönetilip, açlıkla, işsizlikle terbiye edilmek istenirken, Nuriye 34 kiloya inmişken, aynı gemide değilizdir.

Ne zaman ki, işler tıkırında gitmemeye başlar, hava kararır, deniz dalgalanır, yelkenler rüzgârla dolmaz olur, gemiden batış sinyalleri gelir o zaman birden aynı gemide olduğumuzu keşfederler o ağalar beyler. O zaman başlar koro milli birlik beraberlik şarkısını söylemeye, o zaman arşa varır vatan-millet-Sakarya edebiyatı. Aynı gemide olduğumuza göre batarsak birlikte batacağızdır, bu mesele kişisel bir mesele değil memleket meselesidir, bir olmamız, iri olmamız, diri olmamız gerekmektedir falan filan…

• • •

Bingöl’de Karlıova diye bir ilçe, Karlıova’da Taşlıçay diye bir köy var. 2004’ten bugüne Taşlıçay’da tam 16 kişi Silikozis denilen hastalık yüzünden öldü. 80’i Taşlıçay’da 30’u Karlıova ilçe merkezinde olmak üzere 110 kişi ise halen bu hastalıkla mücadele ediyor. Aslında Silikozis işçi sınıfının yabancısı olduğu bir hastalık değil. Madencilik, yol yapımı, seramik gibi iş kollarında taş ve kum tozuna maruz kalma neticesinde ortaya çıkıyor. Bu iş kollarında  hastalığın ortaya çıkışı maruz kalınan tozla orantılı olarak uzun yılları bulurken, “kot taşlama” işinde çalışanlar yoğun miktarda kum tozu soludukları için çabucak bu hastalığa yakalanıyorlar. Günde 12 saate varan çalışma süreleri ve herhangi bir koruyucu maske ya da elbise olmaksızın yapılan çalışma neticesinde yüzlerce işçi çok kısa süre içerisinde hasta oluyor ve sonra da ölüyor.

Taşlıçay köyüne koruculuk dayatılınca köylüler elde avuçta ne varsa satıp büyük şehirlere göçmüşler. Ayda 800 liraya kaçak ve sigortasız, kot taşlamanın ne olduğunu ve sağlıkları üzerindeki etkisini bilmeden çalışmışlar. Hastaların çoğu şimdi köylerinde solunum cihazına bağlı olarak yaşıyor ve ölmeyi bekliyorlar. Cumhuriyet’e konuşan işçilerden 31 yaşındaki Hasan Dündar, içinde bulundukları durumu şöyle anlatıyor:
“Çünkü bu mesleği çabuk kavrıyorduk ve maaşı da iyiydi. Son dönemlerde bazı arkadaşlarımız, atölyede rahatsızlanıp, hastaneye gittiklerinde, belli bir teşhis konulmuyordu. Son zamanlarda köyümüzden Erhan Akyürek adlı arkadaşımız, birden hastalanarak, öldü. O zamandan sonra biz, bu mesleğin tehlikeli olduğundan şüphelenerek, hepimiz işten çıkmaya başladık.
Köye döndükten sonra hepimiz, birer birer hastalanarak, hastanelere gittik. İlk başlarda, bu hastalığın ismini ne biz ne de doktorlar biliyordu. Bir süre sonra hastalardan ölümler yaşanmaya başlayınca, korkmaya başladık. ‘Acaba ben de ölecek miyim?’ korkusu beni de endişelendirmeye başladı. Hepimiz, ‘Sıra bize ne zaman gelecek?’ korkusunu yaşıyoruz.”

• • •

Baktılar gemi su alıyor, birden aynı gemide olduğumuzu keşfettiler. Atatürkçü oldular, antiemperyalist oldular, NATO karşıtı oldular, hatta antikapitalist oldular. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” kalıbına dört elle sarıldılar.


Oysa aynı gemide falan değiliz, Biz Ermenek’de maden ocağı göçüp işçiler suyun altında kaldığında sorulan “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” sorusunun ta kendisiyiz, solunum cihazına bağlı silikozis işçileriyiz, işçi çadırlarında, tarikat yurtlarında yanan bedenleriz; onlar ise denetlenmeyen maden ocakları, cezalandırılmayan patronlar, çocukları, kadınları, işçileri göz göre ateşe atanlar, gemilerini böyle yürütenler.
İşte bu yüzden, işte tam da bu nedenle, şimdilerde daha yüksek sesle söylememiz gerekiyor: Aynı gemide değiliz, aynı gemide değiliz, aynı gemide değiliz!

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İnsanlar ve koyunlar - ORHAN GÖKDEMİR

Ortaçağ’ı keşfediyoruz. Daha doğrusu başka türlü bir Ortaçağ görüyoruz. Bu yeni görüşe ulaşmamızın nedeni çok basit. Bugünün tarihi, dünün tarihinin anahtarıdır.
Bugüne bakıyoruz, gerçek, kanlı canlı yeni bir Ortaçağ görüyoruz.

Jacques Le Goff “Ortaçağ Batı Uygarlığı” adlı çalışmasında “büyüme hızı yüksek” ve “güzel” bir ortaçağ tanımı yapıyor. Karanlığa alışmış insan varsayımı ile birlikte yazıyor belki. Karanlıklar çağı, bu döneme uzaktan bakılan aydınlık bir dönemin adlandırmasıydı. Uzaktan bakınca zifiri karanlıktır. Le Goff yakından bakıyor ve az çok “parlak” bir dönem tarif ediyor.

Yaşamak için üretmek zorunda olan, canlı kanlı insanlar devinimsiz olabilir mi?
Elbette devinim var. Ama o her ne ise kilisenin ve mülk sahiplerinin sınırlarını belirlediği bir şeyden söz ediyoruz. Dinin, kilisenin ve toprak sahiplerinin çağıdır Ortaçağ. Sınıfsal ilişki çok açıktır ama hemen her şeye egemen dinsel ideolojinin ardında silikleşir, görünmez olur. Dinin yaydığı korku ve otoriteye sağladığı meşruiyet bu karanlık dönemin hükmünü yüzyıllar boyu sürdürmesini sağladı. O kadar güçlüydü ki, sarsıntıyla çökmeye başlaması ancak bütün kıtayı baştanbaşa sallayan salgın hastalıklar sonucu oldu. Kilisenin korkuya yaslanması ve cadı avları düzenlemesi tuhaf bir şekilde onun çözülme döneminde ortaya çıkmış argümanlardır.
Yani bize Ortaçağ’ı anımsatan bütün o korkunç sahneler, çağın yükselişine değil çözülüşüne aittir.

Şöyle başlar Le Goff; “Ortaçağ Batı dünyası Roma İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerine kurulmuştur. Kendisinden hem destek almış, hem zarar görmüştür. Roma onu hem beslemiş, hem de felç etmiştir.” Romanın çöküşüyle kapısı açılan bir karanlık dönemden söz ediyoruz demek ki. Batıda parçalanma hâkimdir. Doğuda kalan parça, Bizans, bütünlüğünü bir süre daha koruyacaktır. Ama o da Roma’nın 1453’e kadar süren uzatmalı bir can çekişmesinden ibarettir. Bizans’ın Ortaçağ tarihine katkısı, karanlığın yok ettiği ışıktan arta kalanları mahzeninde saklamayı başarmasıdır.
Nihayet Fatih Mehmet’in darbesiyle çözüldüğünde, okuryazar Bizanslıların İstanbul’dan kaçarken yanında götürdükleri o son ışık kırıntıları Batı’nın yeniden aydınlanmasını sağlayacaktır.

Marx diyor ki “Antikçağ, kentten ve onun küçük toprak alanından hareket ettiği halde, ortaçağ kırdan hareket ediyordu.” Neden? Çünkü Roma’nın boşalttığı alanda bütün üretici güçler tahrip edilmiş, nüfuz azalmış ve kırda çok geniş bir alanda dağınık halde yaşamaya başlamıştı. Bu tahribat nedeniyle ticaret kesintiye uğradı, kırın olduğu kadar kentin de nüfusu azaldı.
Demek ki Ortaçağ bir insan azlığı ile mümkün oldu. İnsan tahrip oldu, azaldı, parçalandı, kopup savruldu ve böylece Ortaçağ imkân haline geldi.
Dinin egemenliği mi?
Kesinlikle evet. Ama Batının bütün manastırları aynı zamanda toprak sahipleriydi. Dini amaçlı bağışlarla bu sahipliği genişletecek fırsatlar bulmuşlardı. Ortaçağ’da Batı Avrupa’da ekilip biçilen toprakların yaklaşık üçte biri Katolik Kilisesi’ne aitti. Piskoposluklar ve manastırlar binlerce serfin sahibiydi. Kilise sadece kurumsallaşmış din değil, aynı zamanda dindar köylünün karşısına dikilmiş büyük bir toprak sahibiydi. Önde gelen sömürgen ve yoksul halkı ezen acımasız bir zalimdi.
Bugünün tarihi dünün tarihinin anahtarıdır. Bugüne bakıyoruz, “güzel” bir Ortaçağ görüyoruz…

***

Karanlık, Roma İmparatorluğunun yıkıntısında yeşerdi. Köylülüğün şehre galebe çalmasıydı bir bakıma. Sınırsız dindarlık, sorgusuz biat şeklinde ortaya çıktı. Dindar ve biat etmiş köylülüğün elinde pek az şey vardı. Kilise ve feodaller bir kısmını zorla, kalanını da dinin sağladığı rıza ile ele geçirdi. Sonunda köylünün kendisinin de herhangi bir maldan farkı kalmadı. Toprakla birlikte alınıp satıldılar. Kalelerle çevrili küçük kentlerin altyapısı işte bu azgın sömürüye dayanıyordu.
Ortadan kaldırılması için köylülüğe dayalı o yüksek duvarların yıkılması gerekti. Yıkıldı ve böylece küçük feodal hücrelerin diğer hücrelerle bağlanmasının yolu açıldı. Feodallerden biri öne çıktı, bağımsız hücreleri birleştirerek kral oldu.
Monarşi diyoruz.
Kapitalizm, feodalizmin yıkıldığı ve yerine monarşilerin kurulduğu o iklimde yeşerdi. Geliştikçe köylülere ihtiyacı kalmadı, onları hemen her yerde yüzyıllardır özdeşleştikleri topraklardan söküp attı. Tarlalar otlaklara çevrildi. Öyle acımasız bir hareketti ki bu 16. yüzyıl İngiltere’sinde koyunların insanları yediği söyleniyordu. Koyunların insanları yemeye başlaması kapitalizmin ilk icraatıdır.
Koyunların insanları yediği bir iktisadi düzende artık dini korkuya ihtiyaç yoktur. Kapitalizmde koyunların otoritesi tanrının otoritesinden yukarıdadır.
Ama her korkunun sonu var. 1789 hareketi papazları giyotine gönderdi ve onların temsil ettiği şeyin yerine bir “bilim dini” koymayı denedi. Kilise babalarının ellerinden toprakları aldı, cemaatle bağlarını kopardı ve onu yeni döneme uygun yeni bir şekil almaya zorladı. Devrimin kralın kellesini uçurması da bu eylemiyle uyumludur. Ortaya çıkan şeye Cumhuriyet diyoruz. Dine ve koyunlara karşı bir harekettir.

***

Şimdi Cumhuriyetin yıkıldığı bir dönemden geçiyoruz ve yepyeni, “güzelleşmiş” bir Ortaçağ görüyoruz. Büyük, kalabalık, uçsuz bucaksız kentler artık kapitalizmin yeni kırsalıdır. Kalabalık fakat insansızdırlar.
Kalabalıklar alış veriş merkezlerinden çıkıp ibadethanelere doluşmakta, ibadet biter bitmez alış veriş merkezlerine koşmaktadırlar. Ne, ne ürettikleri, ne, ne yiyip ne içtikleri bellidir. O karmaşanın ve derin yobazlığın etkisiyle her türlü sınıfsal ilişki silinip gitmektedir.
Döndük başa.
Diyanet’in bütçesine bakın. Cemaatlerin vakıfları aracılığıyla hükmettikleri servete şöyle bir göz atın. Önde gelen sömürgen ve yoksul halkı ezen acımasız birer zalimdirler.
Yeni Ortaçağ’ın tarifinde Alain Minc’e borçluyuz. Şöyle anlatıyor: Aklın, ilkel ideolojilerin ve boş inançların yararına silinip yok oluşu… Örgütlü sistemlerin yokluğu, her türlü merkezin kayboluşu, kaygan ve silik dayanışmaların ortaya çıkışı, belirsizlik, rastlantı, bulanıklık. Krizlerin, sarsıntıların ve spazmların sanki günlük yaşamımızın dekorları gibi geri gelişi…
Ne kadar güncel, ne kadar canlı!

***

Yeter bu kadar.
Tayyip Erdoğan, teknoloji bağımlılığı kongresinde konuştu. "Dost meclislerindeki gönül sohbetlerinin yerini artık sosyal medya tartışmaları aldı" dedi.
Mekke’de Beytullah’da, Medine’de Mescid-i Nebevi’de dahi insanlar, ibadet, kıraat ve tefekkürle meşgul olmak yerine telefonlarıyla vakit geçiriyorlardı. Haliyle cep telefonu ile özçekim yaparken düşen, kaza yapan, sakatlanan, vefat eden insanlara dair iç dağlayan haberler geliyordu.
Tayyip Erdoğan o konuşmayı yaparken
“Cübbeli Ahmet Hoca” cennete gideceğini müjdeledi.
Melih Gökçek’in Atatürk Orman Çiftliği Kavşağı’na yerleştirdiği dev dinozor maketi yerinden sökülüp götürüldü.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Hamza Yerlikaya, Kara Cuma’ya (Black Friday) savaş açtı.
Ülkenin gözde öğretim üyesi Celal Şengör "ideal yönetim biçimi nedir?" sorusunu “İdeal yönetim monarşidir. Yani bir kişi veya grup olacak" diye yanıtladı.

Bütün işaretler gösteriyor ki akıl silinip gidiyor. Bıraktığı boşluğu ilkel ideolojiler ve boş inançlar dolduruyor. Koyunların insanları yediği bir düzendeyiz o yüzden. Koyunlar ısırdıkça başımız dönüyor. Acımızı hafifletmek için daha çok imama ve daha çok imana ihtiyaç duyuyoruz.
Özçekim yaparken düşüp ölenleri izliyoruz, üzülüyoruz.
Bugünün tarihi, dünün tarihinin anahtarıdır. Bugüne bakıyoruz, gerçek, kanlı canlı yepyeni bir Ortaçağ görüyoruz.
Karanlıksa aydınlık pusudadır.
Çürüyorsa var olan, yeni filizlenmektedir.
Soru da cevap da sizin: Koyunların sizi yemesine daha ne kadar izin vereceksiniz?

Orhan Gökdemir / SOL

AKP 2019’u görebilir mi? - ERK ACARER

Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki ‘en yerli ve milli mücadele’ tarihi yaklaşıyor(!) Hem Amerika’ya verilen ayar hem de içerideki kamuoyunu ‘türlü aldatmacalarla’ ikna ve bütünleştirme çabası sürüyor.
Bu arada, Türk bayrağıyla şık bir görüntü sergileyen ‘cari açık kapatma şampiyonumuz’, ‘ekonomi kahramanımız’ Rıza Sarraf başlı başına bir ‘ihanet şebekesi’ne dönüşecek gibi görünüyor.

Sarraf, Atilla, Flynn
AKP ve Erdoğan’ın talihsizliği işte! Dönem çok fazla itirafçı yaptı!
Rıza Sarraf gibi tutuklu bulunan ve ABD ambargosunu delmekle suçlanan Halkbank eski Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’nın da savcılıkla işbirliği yaptığına kesin gözüyle bakılıyor.
Hükümetin başını ağrıtması öngörülen  konulardan biri de görevden alınan ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn hakkındaki iddialar.
Fethullah Gülen’i kaçırmak için Türkiye hükümetinden para aldığı ileri sürülen Flynn’ın özel yetkili savcıyla işbirliği yapmayı kabul etmiş olabileceği yönündeki haberler fazlalaşıyor.

ABD ile savaş isteği gerçek
Gelişmelerle doğru orantılı olarak, geldiğimiz noktada; iktidar ve Erdoğan geçmişten ayrı olarak ilk defa ciddi bir biçimde Amerika’ya kafa tutuyor. Şüphesiz kişisel kaygılar ve beka sorunu nedeniyle!
Yerli kahramanlık oyunu, oy toplama planının bir parçası olan ‘dünya beşten büyüktür’ ya da ‘one minute’ safsatalarından farklı, ‘ya herru ya merru’ noktasıdır!

Tasfiye sancılı olur
Siyasi iktidarın başka bir ‘çıkışı’ da olabilir. Ancak tanıdığımız Erdoğan’ın ‘bu çıkış’ yolunu tercih etmeyeceğini anlamak zor değil. Ortadoğu ve Türkiye yeni gelişmelerin üzerinde duruyor. Ilımlı İslam’ın tasfiyesine tanık oluyoruz. Suudi Arabistan’daki süreç, Mısır’daki IŞİD katliamı tesadüf değildir. Tasfiye sancılı olur.
Türkiye’de ortaya çıkacak muhtemel gelişme ve senaryolar da bu ‘tasfiye çatısı’ndan bağımsız olamayacaktır.
Nettir. İhvan, ‘Müslüman Kardeşler’ felsefesini CIA eliyle besleyen ABD, şimdi o projeyi ‘bir süreliğine’ rafa kaldırıyor.

Esad gitmedi ama...
Bu çerçevede Ortadoğu’da, Erdoğan’ı ilgilendiren matematik çok açık ve iki kere ikinin dört ettiği kadar net. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın ülkesinin başında ve koltuğunda kalması kendisinin gidici olduğu anlamı taşıyordu.

Erdoğan’ın anlaşma arayışı
Şüphesiz ‘siyasal İslam’ın kurnaz aklı’ bunu biliyor. Bir projenin sonu yaklaşırken, Erdoğan’ın ‘direnme kararı’ aldığını, en azından kişiliğin buna müsait olduğunu söylemek mümkün.
Şimdilik içeride, mutabakat sağlamaya çalışıyor. Atatürkçülere göz kırptığı biliniyor. Onları yumuşak karınlarından yakalama gayretinde. Bu yüzden, ‘emperyalizme karşı el ele’ kampanyasını yürütmeye çalışıyor. Bildiğimiz üzere yakın dönemde Atatürkçü olmasının nedenlerinden biri de bu.

2019 hayali uzak, günü kurtarma çabası
Ancak artık 2019 bile uzak bir hayal. Elbette AKP ve Erdoğan sonuna kadar buraya gidebilmek ve bu tarihi, bir zafer olarak hanesine yazdırmak için her yolu deneyecek. Ancak öncelikle günü kurtarmaya çalışacak.

Özeleştiriyi kime verdi?
Bu noktadaki mutabakat arayışlarından biri de önemli.
Bülent Arınç’ın, “Türkiye Cumhuriyeti’nde 80 kişi bile yoktur ki Gülen’i sevmesin” sözleri, doğal olarak tepki ile karşılanırken, bir nokta gözden kaçtı.
Kimse ‘bayram değil seyran değil, Arınç bu sözleri niye, hem de böyle bir ortamda ve havuz ekranlarından birinde söyledi’ diye sormadı.
Klasik Bülent Arınç üslubundan farklıdır. ‘Söyleyene değil, söyletene bakacaksın’ derler. Kullanılmak tatsızdır. Ne var ki Arınç, bunu daima kişisel menfaatlerine uyumlu bir kalıba sokup, işine yarayacak bir form çıkararak yapar.
O konuşmasında hem ‘isteğe’ uyumlu mesajlar verdi. Hem de farklı boyutta yaşanabilecek yakın geleceğe göndermede bulundu.

Arınç ve Erdoğan’ın üst üste gelen açıklamaları
AKP kurucularından Arınç’la aynı gün konuşan Erdoğan’ın ‘özeleştiriden’ söz etmesi de tesadüf değildi.
Yaşanan anormal gelişmelerden sonra bir koltuğun sessiz sedasız terk edilebilmesi mümkün değildir. Siyasi iklim ‘sahte barış’ kadar ‘gerçek çatışma’ ortamına da uygun.

Çürüdüler, gidecekler, sonrasına bakalım
Dışarıdaki gelişmelere paralel ve içeride başta ekonomik olarak her gün daha net hissedilmeye başlanan negatif yansımalar nedeniyle kum saati tortusunu aşağı tarafta biriktirmeyi sürdürüyor. O saati geri çevirmek olanaksız.
‘Bir proje partisinin’ çürürken, ‘siz projesiniz’ diye haykırmasına tanık oluyoruz. Trajik, saçma ve ucuz mizah gibi.

Gerçekte, ‘yeni Türkiye’nin’ nasıl kurulacağını düşünme zamanı...

Erk Acarer / BİRGÜN

Kışa girerken; enerji yoksulluğu ve asgari ücret tartışmaları… - KEMAL ULUSALER

Bugün bir ailenin gelirinin neredeyse yarısı enerji harcamalarına gidiyor. Dünya ölçeğine göre bu oran en fazla yüzde 25 olmalı. Buna göre, asgari ücretlinin enerji harcamalarının insani boyuta çekilebilmesi için asgari ücrete en az yüzde 40 zam yapılması gerekiyor. 

Ülkenin pek çok yerinde kış kendini artık iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Kimi yerde kar kalınlıkları 30 santimetrelere vardı, kimi yerde ise yağan kar kalkmadı ve buzlanmaya dönüştü. Şairin dediği gibi bu havalar bizi mahvetmeye başladı. Özellikle yoksul kesim için kâbus başlamış oldu.

Çağdaş, insana yaraşır ısınma için harcanan hane halkı giderleri, bu aylarda gelirlerin nerdeyse yarısını buluyor. Bu durum sadece bize özgü de değil. Dünyada gelişmekte olan ülkelerin tamamında bir sorun. Daha da ötesi, gelişmiş tabir ettiğimiz ülkeler de uzun bir süredir aynı dertten mustarip. Örneğin İngiltere. İngiltere’de yakıt yoksulluğu kavramı yıllar içinde öne çıkmakta. Düşük gelirliler ve özellikle emekliler yakıt yoksulluğu çekmekte ve bu nedenle ölümler hızla artmakta. Hükümet, sübvansiyonları daha çok verimlilik üzerine kurgulamış durumda. Başta gelirleri yukarı çekmek olmak üzere, enerji fiyatlarının aşağı çekilmesi ve bu konuda doğrudan sübvansiyon ise tartışılmıyor bile. Kentlerde ısı izolasyonu ve verimlilik için çalışmalar yapılırken, kırsal kesim ise tamamen unutulmuş durumda.

Geçen hafta, Ulusal Enerji Eylemi ve Kırsal İngiltere'yi Koruma Kampanyası tarafından yapılan araştırmalar açıklandı ve kırsal alanların evlerin enerji verimliliğinde kentsel alanların beş yıl gerisinde olduğu ve bunun sonucunda yakıt için yaklaşık olarak yüzde 55 daha fazla harcama yapıldığı tespit edildi. Enerji-verimlilik planları enerji şirketlerince popüler değil. Eski Başbakan David Cameron 2013'te "yeşil saçmalıklardan" kurtulacağını söylemişti ve 2015 yılına gelindiğinde hükümet, enerji verimliliğini artırmak için ev sahiplerine kredi sağlayan yeşil anlaşma planını çökertti. İngiltere, AB'ye 2030'dan önce enerji verimliliğini yüzde 30 oranında artırmayı vadettiği enerji verimliliği hedeflerini son referandumdan sonra sümen altı etti. Öyle sanıyorum ki milliyetçi yoksul İngilizler bu kararlarından bugün epey pişmandırlar.

İngiltere gibi burjuva demokrasisinin oturduğu ülkelerde sayıların pek çok önemi vardır. Verilerle hareket etme kültürü üst boyuttadır. Dolayısıyla emeklilerin yakıt yoksulluğu nedeniyle ölümleri kayıt altına alınabilmekte. Bizde ise bu kültür yerleşmemiş olduğundan sayım yapılmaz, veriler tespit edilmez, kayıt tutulmaz. Özellikle bu durumdan en çok etkilenen emeklilerimiz-yaşlılarımız kış gelince bir odaya kapanır, sadece orayı ısıtırlar. Mutfağa su içmeye ya da tuvalete çıktıklarında zayıf bünyeleri etkilenir ve üşütürler, zatürreden ölüp giderler. Hâkim söylem; “Duydun mu falanca ölmüş? Aaa, neden? Zatürredenmiş.” Ne zatürresi, bal gibi enerji yoksulluğudur ölüm nedeni ama kayıtlara zatürre diye geçer, belki de hiç geçmez…

Zam üstüne zam
İpsos Araştırma’nın Kasım 2015’te Honeywel için yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de ısınma harcamaları toplam hane halkı gelirinin yüzde 16’sı imiş. Buna banyo, pişirme gibi diğer giderler de eklenirse yakıt giderleri toplamı yüzde 20’leri bulur. 2017’ye kadar gelen zamların gelir artışının çok çok üstünde. Dolayısıyla, bu harcamanın bugün için yüzde 20’lerinde üstünde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sadece 2017 Ocak ile 2017 Kasım fiyatlarını karşılaştıracak olursak; kömür yüzde 30 (geçen hafta, Katı Yakıt Satıcılar Derneği Başkanı Mehmet Tiryaki, kömüre yüzde 35 zam geldiğini beyan etti biliyorsunuz), tüpgaz yüzde 26,6, ( yaz sonunda otogaz ile tüpgaz vergi eşitlemesi yapıldığında Bakan tüpgaza zam yapılmayacak derken, o dönemdeki yazımda Bakan’ın doğru söylemediğini, tüpgaza zammın yakın olduğunu söylemiştim. Nitekim öyle de oldu. Yıl sonuna kadar 12 kg’lık tüpgaz 100TL’yi de epeyce aşar ) , doğalgaz yüzde 3,6 ( gizli zam çalıntı gaz hariç), su yüzde 40, benzin yüzde 8,5, motorin yüzde 9,7 arttı. Artmayan bir tek elektrik oldu gibi görünse de, o da gizli zamdan nasibini aldı.
TÜİK verilerinde enerji giderleri diye bir başlık yoktur. Özellikle bunu belirtmekten kaçınıyorlar. Mutlaka ayrı bir başlık olarak yer almalı ve ulaşım giderleri de bunun içine yerleştirilmelidir. Mevcut durumda enerji giderleri, konut-kira giderleri başlığı altında gizlenmektedir.

Olması gereken: Yüzde 25, bizde: Yüzde 48
Bugün için hane halkı geliri olan bir ailenin enerji giderleri ne kadardır?
Yakıt yüzde 20 (2015’te yüzde 20 olduğunu gördük, bugüne değin iki yılda yıllık yüzde 10 enflasyondan yola çıkarsak yüzde 24’ü buluruz, ancak biz yine yüzde 20 alalım.), su yüzde 3, elektrik yüzde 5 ve ulaşım yüzde 20 (TÜİK verisi) ile toplamda yüzde 48 bulunur. Yani 2 bin TL geliri olan aile için bu gelirin nerdeyse bin TL’si enerjiye gitmekte.
Asgari ücretli için ise 674 TL. Bu oranlar uluslararası oranlara göre çok yüksek. Zira dünya ölçeğinde bu oran maksimum yüzde 25 olmalı. Eğer bunun üzerinde ise hane halkı için enerji yoksulluğu söz konusudur.

Asgari ücret en az yüzde 40 artmalı
Bugünlerde yeni asgari ücret belirlenmesi tartışmaları gündemde. Muhalefet en az 2 bin TL olmalı diyor. Fıtratı gereği sermaye bunun imkânsız olduğunu söyleyecek. AKP’nin ise kimden yana tavır alacağı malum. Oysa asgari ücretlinin yüzde 48 olan enerji harcamalarının insani boyuta, yani yüzde 25’e çekilmesi için yüzde 23 artış gerekli. Resmi verilere göre 2017 enflasyonu tahminlerin üzerinde gerçekleşti.2018 tahmini enflasyonunun da (yüzde 7) bu durumda gerçekçi olmadığı ortada (döviz ve petrol, doğalgaz artışları bu seviyelerde iken).
Sokaktaki enflasyon nereden baksanız geçen yılın telafisiyle yüzde 15-20’lerde. Bu durumda asgari ücret en az yüzde 40 artışla bin 965 TL olmalı. Hesap ortada. AKP’nin tavrı da ortada. Halkın tepkisi; eh o da ortada (!)

KEMAL ULUSALER / BİRGÜN

Kompradorluk şimdi zor zanaat - MELİH PEKDEMİR

Komprador ve компрадор
Son telefon muhabbetinde Trump, Erdoğan’a aslında ne demiş? Beyaz Saray açıklamasına göre Trump her zamanki gibi ABD ile Türkiye arasındaki stratejik ortaklığın önemini yinelemiş. İşbirliğimiz sürsün, stratejik müttefikimizsiniz!

Ve komprador zaten işbirlikçi demektir ve komprador burjuvazi emperyalizmin işbirlikçisidir ve komprador iktidar emperyalizmin işbirlikçisidir.

Komprador terimi, önceleri yabancı bir firma adına kendi ülkesinde ticari işlem yapan ve bunun sonucunda zenginleşen tüccarları nitelemek üzere kullanılmaktaydı. Zamanla ‘işbirlikçi’ anlamını kazandı ve bilhassa Çin devrimi sürecinde ülkenin yabancılarca sömürülmesine katılan kişiler böyle anıldı. Böylece devrimci literatürde emperyalistlerle işbirliği yapan yerli kapitalistlere komprador denilmeye başlandı. Rusya, Çin, Avrasyacılık filan  gündeme gelince aklıma bu kompradorluk terimi geldi işte…

Çin’dekine benzer bir milli demokratik devrim süreci olabilir düşüncesiyle, elli yıl kadar önce bizde de emperyalizme karşı mücadelede müttefik olarak ‘milli’ burjuvazi arayanlar olmuştu ve bu yüzden milli olmayanlara da komprador denilirdi.

Günümüzde emperyalizm o kadar küreselleşti ki bırakın milli burjuvaziyi milli süpermarketçiyi bile bulamazsınız!

Şimdi Trump elbette bizimkilere kompradorumuzsunuz demiyor, ortağımız-müttefikimiz diyor ve işbirliği derken kompradorluğu anlatıyor. Saray cenahında kafalar karışık, bir yandan Trump övgüleri bir yandan NATO sövgüleri. Kompradorluk şimdi zor zanaat. Başlıktaki Rusçasıyla ‘компрадор’ olsa bile! Üstelik ‘компрадор’ olunca antiemperyalist de olmuyorsun.

Gerçi emperyalizm ile kompradorlar, yani yerli ve ‘milli’ işbirlikçileri arasında tam bir uyum her zaman için geçerli olmamıştır. Menderes, Demirel, bir nevi Ecevit, bilhassa Evren, hatta Özal ve şimdi Erdoğan, bel bağladıkları güçlerle bazen sıkıntıya düşmüşlerdir.

Basitçe söylenirse, emperyalizm işi bittiğinde veya yeri geldiğinde işbirlikçisini posası çıkmış bir limon gibi kenara atmaya çalışır. Ama bu kadar basit değildir, çünkü işbirlikçinin görece özerkliği vardır, en azından kendini kurtarmak için diklenmeye kalkışır.

Tabii ki gönüllü işbirliği her iki tarafın da memnuniyetine ve menfaatine dayanır. Ama işbirliğinde bir yanda güçlü bir yanda güçsüz varsa, yeri gelir güçlü olan lehine zoraki işbirliği de dayatılır ve elbette buna artık işbirliği değil boyun eğdirme denir.

Bağımlılık işte budur. Ve mecburiyetten işbirlikçilik bağımlılık yaratır, tiryakilik misali…

Menderes ne yaptı? Başı sıkışınca Sovyetlere yanaşmaya bile kalkıştı. Demirel bazen işbirliğini beceremedi, 12 Mart ve 12 Eylül ‘mağduru’ oldu. Ecevit diklense ve sonunda IMF’ye boyun eğse de, işbirlikçi TÜSİAD’ın bir gazete ilanıyla tepetaklak oluvermişti. Kenan Evren aslında dört dörtlük bir işbirlikçilik yapmıştı ama onun da miadı dolmuştu. Düşünebiliyor musunuz, Özal bile bir noktadan sonra yetersiz hale gelmişti.

Erdoğan macerasını birlikte yaşıyoruz.

Ve hepsinde de işbirliği tıkandığında, taze kan icap ettiğinde hep ABD hep NATO hep CIA devredeydi. Şimdi iki kelime, Suriye ve Sarraf, ABD’nin bu tıkanıklığı açacak anahtarları.
Trump bu arada telefon muhabbetinde ‘Suriye’deki ortaklarına’ verdiği askeri yardımlardan söz etmişti, çünkü orada sadece Türkler değil Kürtler de ABD ortakları, müttefikleri ve yani işbirlikçileri; bu durumda işbirlikçiliğin milliyeti, milli olanı yok, sonuçta bir nevi kompradorluk kategorisinde ortaya çıkıyor bu türden işbirlikçilik.

Ayrıca Saray cenahından “biz artık komprador değiliz, компрадор olduk” imaları yapılsa da Soçi’de olduğu gibi yine tatminkâr bir sonuç yok. Saray’ın Afrin kaygısı Rusya tarafından niye dikkate alınsın ki? Yani Rusya gönüllü şekilde Kürtleri tek başına ABD işbirlikçisi olarak mı bırakacak? Ayrıca Suriye’de Kürtler (özellikle Barzani dersinden sonra) ABD yanı sıra Rusya’yı da yedek ‘müttefik’ olarak görmez mi?

Deniyor ki Saray anketlere bakarak siyasi söylem oluştururmuş. Bu durumda işi daha da zor. Çünkü son anketlerde halkımız NATO’dan çıkılarak Rusya ile çok boyutlu bir ittifaka gidilmesine sıcak bakıyormuş ama Rusya ile kapsamlı ittifaka evet diyenlerin önemli bir kısmı AB üyeliğine de artan ölçüde olumlu yaklaşmaya başlamışmış! Lahana turşusuyla perhiz yapmak da halkımızın bir tercihi oluyor.
 
En iyisi YSK anketlerde de devreye girsin ve Saray’ın hoşuna giden sonuçlar, resmi anket sonuçları olarak açıklansın.
 
MELİH PEKDEMİR / BİRGÜN

Yalanla nasıl mücadele edilir? - SELÇUK CANDANSAYAR

Zihinlerimiz her an olağanüstü yoğunlukta bir ‘bilgi’ sağanağı ile işgal ediliyor. İletişim olanakları herhangi bir ‘bilgi’nin ‘üretildikten’ çok kısa bir süre sonra neredeyse dünyanın tümünde erişilebilir olmasını sağlıyor. İlk bakışta bu hız, insanları gerçeklerden haberdar etmenin de aynı oranda mümkün olduğu yanılsaması yaratıyor.

Zamanımızda bilgi özgür iradeyle etkin olarak öğrenilmiyor. Bilgiye maruz kalıyoruz. İstemesek de zihinlerimiz bilgi yığınlarıyla dolup taşıyor. Sıradan bir Amerikalı günde ortalama 3000 kadar görsel bilgiye maruz kalıyor. Sıradan bir Türkiyelinin günde kaç kez RTE’nin sesine, görüntüsüne ya da adının geçtiği herhangi bir şeye maruz kaldığı hesaplansa olasılıkla daha yüksek bir sayıya ulaşılır.
Devasa bir bilgi makinası durmak bilmeden toplumu bilgiye maruz bırakıyor. Nazi propaganda aygıtının lideri Goebbels’den bu yana bir bilginin doğru olarak kabul edilmesini sağlayanın içeriği değil tekrarlanması olduğu bilinir.

Peki, nasıl oluyor da bir yalan sadece sık tekrarlandığı için gerçekmiş gibi sanılıyor?

İlkin, insan aklının sanıldığı kadar akıllı  olmadığını bilmeliyiz. İnsan zihninin işleyişi basitlik, akıcılık ve net karşıtlıklar üzerine kurulu. Bu özelliğin temel nedeni zihnin belirsizlikten kaçınma eğilimi. Gündelik hayatta zihin bir karar alırken bu ilkelere göre işliyor. En çok ‘bildiğimize’ eğimleniyoruz.

İki örnek aydınlatıcı olabilir. Uzun süre oturduğu evden başka bir adrese taşınanlar, bir süre kendilerini eski evlerinin yolunda buluverirler. Zihinleri eve dönerken en çok tekrarladığı bilgiye göre yön çizer. Parklarda çim alanlarda oluşan kestirme yollar da zihnin çalışma ilkelerine uyar. Köşe yapan yollarda çok kısa sürede çimlerin üzerinde kestirmeyi sağlayan patikalar oluşur.
Örneklerdekilere sorsanız yeni eve taşındığı ya da çimlerin ezilmemesi gerektiği bilgisine sahiptirler. Ama sahip oldukları ‘doğru bilgi’ onların ‘yanlış kararlar alıp, yanlış eylemler’ yapmalarını engellemez.

Zihnin bu özelliklerini politikacılardan önce ve daha çok kapitalistler kullanır. Ayak anatomisi, fizyolojisi üzerine en kapsamlı doğru bilgiye sahip olan bir ortopedist, yürüyüş ayakkabısı alırken sahip olduğu bilgiden çok maruz kaldığı reklam ve tanıtım bilgilerine göre karar verir. Aslında sadece internetten gazete okuyordur ve sitelerde dolaşırken sürekli bir reklam gözüne çarpmıştır. Falanca markanın yeni ayakkabısının yan yastıkları ayak bileğini koruyarak, topukta baskı oluşturmuyor! Belki reklamı hiç açmamıştır, belki bir-iki kez açmış ve amma da palavra demiş bile olabilir, ama ayakkabı alırken o markayı almış buluverir kendisini.

Hemen çoğunuz bilmem ne otuyla falanca meyve çekirdeğini karıştırıp, kaynatırken üzerine falanca çiçek kurusunu atıp suyunu içince daha sağlıklı olduğunuzu, hissetmiyor musunuz? Aynı zihinsel düzenek işliyor. CNNTürk, NTV ve Habertürk tv kanallarındaki tartışma programlarına bu gözle yeniden bakalım. Bu üçü güya anaakım sayılıyor ve ‘tarafsız bölge’ kabul ediliyor! Dört ya da altı konuklu programlarda çoğunlukla sayısal üstünlük AKP’lilerde oluyor. Bir yanda CHP milletvekili ya da milletvekili, en azından ünlü olmak isteyen muhalif biri. Diğer yanda ise AKP ile çoğu zaman hiçbir organik bağı yokmuş gibi görünen hukukçu! akademisyen! gazeteci! vs.

AKP tarafı, durmak bilmez bir şekilde son derece yalın bir cümleyi yineleyip duruyor; “CHP ile FETÖ arasında ilişki var!” Karşı taraf, bu önermenin yanlışlığını kanıtlamak için debelenip duruyor. Uğraşın birden çok amacı da var. Şu yalancılara haddini bildirme arzusu, kapak yapma çabası, lafı nasıl geçirdi diye sosyal medya da tt listesine girme, bir sonraki seçimde adaylık beklentisi, belki genel başkanın gözüne girme imkânı falan filan.

Haklarını yemeyelim, şöyle saf bir amaç da var tabi; anaakım medyada halka gerçekleri anlatırsak halk doğruyu görecektir. AKP ekibi hiç lafı dolandırmıyor, olay örgüsüne, alınan kararlara, yapılan uygulamalara hiç girmiyor. Hiçbir nesnel kanıt göstermeden sadece “bu ilişki var” diyor. CHP tarafı giderek sinirleniyor, bağırıp çağırmaya başlıyor, sehpa kıran kabadayılar bile oldu. Böylesi bir programı izleyen, fanatik CHP’lisinden kararsızına kadar hemen herkeste kalan tek bilgi şu oluyor; CHP ve FETÖ arasındaki ilişki tartışıldı. Bu cümlenin sonraki adımının “demek ki bir ilişki, en azından ilişki şüphesi vardır” olması kaçınılmaz.

İşin en trajik yanı sosyal medya trolleri hariç AKP seçmeninin bu haber kanallarını neredeyse hiç seyretmiyor olması. Böylece AKP, kendi medyasında yaptığı yineleme yetmiyormuş gibi, güya anaakımı seyreden kendine muhalif seçmene de aynı yinelemeyi yapabilmiş oluyor.
Tabii başta CHP olmak üzere muhalefet, imam hatibe başvuranların sayısının azalmasına karşın, imam hatipleri yaygınlaştıran AKP’nin oyunun aynı oranda azalmamasını bir türlü anlayamıyor! AKP’nin hem yabancı düşmanlığını körükleyip hem de Suriyeli mülteciler nedeniyle oy kaybetmemesini ise hiç anlayamıyor.

CHP söz konusu kanalları boykot etse ve o  kanallarda kendisini savunmaya kalkanları bile aforoz edip partiden içeri sokmayacağını ilan etse oyunun artacağını görür mü? Bu soruyu duysa genel başkan olasılıkla Abdülkadir Selvi’yi arayıp fikrini soracaktır; yani hazin mi hazin bir hal…

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

Bir Eskişehir masalı - SERKAN FİDAN

Eskişehirspor’un sahipsiz kalması, kulübün kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olması, borçları, muhtemel puan silme cezaları zaman zaman ulusal ve sosyal medyada yer aldığı için futbolla iyi kötü ilişkisi olan herkes Es-Es’in zor günler geçirdiğinden haberdardır. Kamuoyunun bihaber olduğu ise Eskişehirspor taraftarı ile futbolcularının el ele yazmakta olduğu peri masalı… Anadolu’nun tam ortasında endüstriyel futbolun ezberlerini bozacak şeyler oluyor. Her futbolseverin gidip yerinde görmesi gereken, anlata anlata tüm dünyaya duyurulması gereken şeyler...


Eskişehir’de neler olduğunu anlatmaya Antalya’daki play off finalinden başlamak gerek. Tüm Eskişehir, maçı kazanamama durumunda kötü günlerin geleceğini biliyordu. Zira memleket futbolunun kurgusundaki çarpıklıklar sebebiyle SüperLig’den 1. Lig’e düştüğü sene yükselemeyen nice kulüp, saplandığı borç batağından çıkamayıp amatör kümeye kadar gerilemişti. Eskişehir’in batağa sürüklenme süreci de final maçını penaltı atışları sonunda kaybedince başladı. Önce Halil Ünal istifa etti. Yaz başı yapılan olağanüstü genel kurulda aday çıkmadı. Kadrodaki tüm oyuncular alacaklarına karşı tek taraflı fesih hakkı elde etmişti. Bir kısmı bu haktan yararlanıp başka takımlarla sözleşme imzaladı. Süreci beklemeyi tercih edenler Erkan Zengin önderliğinde tesislerde buluşup sezon öncesi hazırlıklara başladı. Bir taraftan takım yöneticisiz ve teknik direktörsüz kendi kendine idman yaparken diğer taraftan da kongre süreci devam ediyordu. Halil Ünal ve Mesut Hoşcan yönetimlerinin yarattığı güvensizlik sebebiyle hiçbir kurumun Eskişehirspor’a maddi kaynak yaratmaya istekli olmadığı aşikârken ortaya Eskişehir Basket’in başkanı Sinan Özeçoğlu çıktı. Özeçoğlu ismi ve oluşturduğu liste şehirde heyecan yaratmıştı. Artık güven veren bir yönetim vardı ve ilk yapılması gereken şey transfer yasağı gelmeden acil olan dosyaları kapatmaktı. Ancak yeni yönetim göreve başladığında, Halil Ünal yönetiminin transfer yasağı cezasının kesinleştiğini kamuoyundan sakladığı ortaya çıktı. Eskişehirspor bir tek oyuncu bile transfer edemeyecekti. İşte peri masalı da bundan sonra yazılmaya başlandı.

Bir sezon önce Eskişehir forması giyen ve SüperLig’den ve TFF 1. Lig’den değişik takımlarla sözleşme imzalayan oyuncular teker teker Eskişehir’e dönmeye başladı. Sözleşmesini feshedip Eskişehir’e dönen her oyuncu taraftarı sevindirirken, omuzlarındaki sorumluluğu da arttırıyordu. Eskişehirliler artık bir futbolcu gereksiz bir hata yaparak takımının gol yemesine sebep olduğunda da, bomboş kaleye topu yuvarlamayı beceremediğinde de onu  alkışlaması gerektiğini biliyordu. Neticede tüm sezon para almadan oynayan futbolcular, ekonomik sıkıntılar atlatılmadığı halde ihtiyaç hasıl olduğu için diğer sözleşmelerini ellerinin tersiyle itip Eskişehir’e geri dönmüşlerdi.
Takım tamamlandığında önceki sezon play off finali oynayan kadronun ilk onbirinden sadece 4 fire verilmişti. Kiralık olarak forma giyen Tarık Çamdal ve Hakan Cinemre valizleri hazır beklemelerine rağmen mevzuat müsaade etmediği için, Ruud Boffin ve Kamil Ahmet Çörekçi ise yeni kulüpleri izin vermediği için geri dönemediler.

Doğru düzgün hazırlık kampı yapamayan takım doğal olarak sezona da kötü başladı. Amigo Orhan’dan başlayıp Bando Es Es’e kadar birçok ilke imza atmış, tribün kültürü kavramının öncüsü Eskişehir halkı, bu sefer de kötü gün taraftarlığı dersine soyunmuştu. Maçların sonucu ne olursa olsun fedakârlık yapan oyuncu topluluğuna hiç tepki göstermediler. Hangi taraftar kendi evinde fark yiyen takımı tribüne çağırıp alkışlar ki? Kaos ve gerginlikten beslenenlerin ülkesinde Eskişehir taraftarları “mutlu tribün” yaratmayı başarmıştı. Zira artık forma ve şehir aşkına oynayan oyuncuları, dürüst ve şeffaf bir başkanları vardı. 3 puanı silinen, yaklaşık 30 milyon TL kaynak bulunamazsa 24 puanı daha silinecek olan takımın taraftarları adeta tüm dünyaya ders veriyordu. Üstelik yeni yönetim hesapları denetledikçe 100 milyon olduğu söylenen toplam borcun 200 milyonu geçtiği ortaya çıkmış ve Sinan Özeçoğlu’na kaynak yaratmak konusunda söz veren siyasetçi ve iş adamları ortadan kaybolmuştu. Ama bu gelişmeler bile Eskişehirsporluların mutluluğuna engel değildi. Tekrar yükselmek için bazen en dibe vurmak gerektiğini bilen taraftarlar kulübün başında Özeçoğlu gibi özü sözü bir, güvenilir ve vizyon sahibi bir başkan olduğu sürece amatör kümeye düşmeye bile razıydılar.
Ancak en kötüye bile razı olan Eskişehirlilerin çilesi bitmemişti. Sinan Özeçoğlu ve yönetim kurulu yalnız bırakıldıkları ve kendilerine verilen sözler tutulmadığı için olağanüstü genel kurul kararı aldılar. Genel kurulun ilkinde ne aday çıktı ne de Özeçoğlu geri adım attı. Eğer ertelenen kongrede yine aday çıkmazsa Eskişehirspor’u karanlık günler bekliyor. 29 Kasım Çarşamba günü gerçekleşecek olan genel kurulda eğer kulübe bir yönetim kurulu seçilemezse Dernekler Kanunu’na göre kulübe kayyum atanarak tasfiye süreci başlayacak.

İşte tüm bunlar yaşanırken Eskişehirspor bu pazar evinde Çaykur Rizespor’u konuk etti. Belki de 52 yıllık Eskişehirspor’un evinde oynadığı son müsabaka bu olacaktı. Maçtan iki gün önce idmana çıkmayarak Eskişehirspor’un durumuna dikkat çekmek isteyen oyuncular, başlama vuruşundan sonra bir dakika süreyle oyunu bırakıp tribünleri alkışladılar. Eskişehir tribünleri ise karşılık olarak takım kaptanı Erkan Zengin’in sosyal medyadan birkaç gün önce sözlerini paylaştığı şarkıyı söylüyordu; “devlerin aşkı büyük olur, ya kıyametler kopacak ya da dünya batacak, senden öyle ayrılacağız”. Eskişehir tribünleri maçın atmosferini bozmamaya özen göstererek yeri geldikçe kâh yeni besteleri olan “Yıktılar hayallerimizi, çaldılar geleceğimizi, her şey üst üste gelirken, var mı bizim gibi seven” tezahüratını söyleyerek kâh “EsEs’i satanı biz de satarız” ya da “Söz verip tutmayan şerefsizler utansın” diye bağırarak içinde bulundukları zor günlere tepkisini gösterdi. Ancak asıl duygusal anlar maç sona erdikten sonra yaşandı. Kazanmayı çok isteyen Eskişehirli oyuncular 88’de skoru eşitlemeyi başarmış ancak üç puanı getirecek golü atmaya muvaffak olamamıştı. Büyük bölümü bitiş düdüğü çalınca kendini yere bıraktı. Taraftarlar stadyumu terk etmeyip oyuncuları ısrarla tribüne çağırınca yerdeki oyuncular da ayağa kalkıp tribünleri selamlamaya gittiler. Taraftarlar “Paranız ödenir, hakkınız asla” ardından da “bizi bırakmayın beraber düşelim” diye tempo tutarken gözyaşlarına hakim olamayan futbolcular da vardı. Oradaki bir damla gözyaşında bile dünyanın bütün güzellikleri saklıydı, görebilene…

Çarşamba günü kongreden ne sonuç çıkar bilinmez ancak bir gerçek var ki Eskişehirsporlu taraftarlar ve oyuncular sadece kazanma endeksli bir futbol ikliminde dünyada eşine rastlanmayacak bir hikâye yazıyorlar. Kazanmak için her yolun mubah sayıldığı, suçlunun hep başkaları olduğu, başarı olmayınca tribünlerin de boş kaldığı bir futbol ülkesinde, kayıtsız şartsız armanın ve formanın peşinden koşanların hikâyesini... İnsanı insan yapan şeylerin iyilik ve güzellikte saklı olduğunun hikâyesini…

Serkan Fidan / BİRGÜN

Dış politika ne işe yarar? - ERGİN YILDIZOĞLU

“Şam yönetimiyle yakın temas olacak mı” sorusuna verilen “Siyasetin kapıları, son ana kadar her zaman açıktır” cevabını okuyunca, bir ülkenin dış politikasında 10 yıldan kısa bir sürede bu kadar çok ‘U’ dönüşü yaşanır mı? diye düşündüm. 

Bir anekdot
Davutoğlu’nun, danışmanlıktan Dışişleri Bakanlığı’na yeni geçtiği günlerdeydi. ODTÜ’de yapılan bir uluslararası sempozyumda, Türkiye’nin dış politikası başlıklı oturumda, Davutoğlu, iki uluslararası ilişkiler uzmanı ve bir emekli büyükelçi ile panel paylaşıyordu. Panelistler sırayla Türkiye’nin stratejik önemini anlatan konuşmalar yaptılar. Soru cevap bölümünde dayanamayıp söz aldım, “Ne kadar önemli bir ülke olduğunu çok güzel anlattınız. Peki, Türkiye dış politikasına yön veren öncelikler sizce nelerdir” diye sordum ve ekledim “Örneğin, kimi ülkeler yeni kaynaklara, kimileri yeni mal ve yatırım pazarlarına ulaşmak ister. Kimileri, aralarında tarihsel düşmanlık olduğunu düşündükleri ülkelere karşı önlem almak ister... Türkiye dış politikasına yön verenler ne istiyor?”
 
Çok sayıda ülkeden bilim insanlarının katıldığı bir toplantıda, “Stratejik Derinlik” kitabındaki savları anlatsa alay konusu olabileceğini düşünerek mi, yoksa başka bir nedenden mi bilemiyorum ama Davutoğlu bu soruya cevap vermedi. Kısa bir suskunluk yaşandı, sonra emekli büyükelçi zayıf bir sesle “güvenlik” dedi. 
 
Halbuki bu sorunun, “güvenlik” kavramının dışında bir cevabı olabilirdi? Öyle ya ülkelerin dış politikalarını yürüten devletler, o ülkelerin sınıflar matrisinden kaynaklanan iktidar ilişkileri üzerinde şekillenirler. Kapitalist dünya ekonomisi içindeki bir ülkeden söz ediyorsak (ABD ya da Türkiye) o ülkedeki iktidar ilişkileriyle sermaye birikim süreci arasından yakın bir ilişki olacaktır. O zaman da dış politikayı, esas olarak bu sürecin yeniden üretim ve genişleme dinamikleri, gereksinimleri belirleyecektir. Bir dışişleri bakanı bu gereksinimleri özetleyemez mi? “Esas olarak” diye bir şerh koymamın nedeni de, ülkenin kapitalist sistem ve işbölümü içindeki yerine ilişkindir. Örneğin, ABD hegemonyacı konumundaki bir ülkeyken, Türkiye, birçok görece azgelişmiş ülke gibi Türkiye de “bağımlı” bir ülkedir. 

Türkiye’ye dönersek
Türkiye devletinin dış politikasını da, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme dinamiklerinin ve gereksinimlerinin belirlemesi gerekmez mi? Bu kapitalizmin kronik cari açık, birikim yetersizliği sorununun yönetilebilmesi, bu nedenle dış kaynak (sermaye) girişinin güvence içine alınması, bunun için de uluslararası finans kapitalin ülkenin ekonomik ve siyasi istikrarına olan güveninin korunması, dış poltikada önemli bir öncelik olsa gerekir. Ayrıca döviz getiren ihracat piyasaları açık kalmalı, üretim ve tüketim için gerekli enerji tedariki aksamamalıdır.
Bunlar Türkiye’nin kapitalizminin yapısal (ekonomik, teknolojik, hatta askeri) özelliklerinden kaynaklanan kalıcı gereksinimlerdir. Bir hükümetten diğerine değişmesi de beklenemez. 
Nitekim 
AKP’ye gelene kadar, hemen tüm hükümetlerin birbirine benzer dış politika stratejileri izlemiş olmasının bir nedeni uluslararası siyasi bağımlılık ilişkileriyse bir diğeri de Türkiye kapitalizminin yapısal gereksinimlerdir.
AKP 15 yıldır devleti yönetiyor. Ülke kapitalizminde o günden bu yana önemli yapısal değişimlerin yaşandığı (rant, komisyon, haraç ekonomisinin şişmesi ekonomik dışında) söylenemez. 


Öyleyse, AKP Türkiyesi’nin dış politikasındaki “U” dönüşlerinin nedenlerini, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme gereksinimlerinin dışında aramak gerekiyor. 
Sakın bu “U” dönüşleri, Türkiye kapitalizminin gereksinimlerinden değil de, üretilen artı değerden, rant, komisyon, haraç, bağış gibi ekonomi dışı zora (dinci sadakatleri kullanmak, siyaset simsarlığı yapmak gibi) dayanan yöntemlerle payını alan asalak bir sınıfın devleti ele geçirdikten sonra, bu konumunu kaybetme korkusuyla konjonktüre göre değişen reflekslerinin ürünü olmasın?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Memlekete komünizm lazımsa… - FATİH YAŞLI

Çok değil, daha geçen yılın Mayıs ayında “10. Balkan Ülkeleri Genelkurmay Başkanları Konferansı”nda yaptığı konuşmada Erdoğan şöyle diyordu: “NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’e söyledim, ‘Karadeniz’de görünmemeniz, Karadeniz’i adeta Rus gölü olarak gösteriyor.’ Karadeniz’i tekrar istikrar havzası kılmalıyız.” Bu yılın Mart ayında yaptığı bir konuşmada ise İran’a karşı aynen şu ifadeleri kullanmıştı: “Irak’ta mezhep gerilimi yükseliyor. Irak’taki olay aynı zamanda mezhep geriliminden dinamizmini alan aslında bir ırkçılıktır, o da İran’ın adeta kendi o tarihten gelen ırkçılığını bölgede yayılmacı politikalarıyla geliştirmesidir.”

Dolayısıyla Soçi’deki zirvedeki “yeni müttefiklerimiz” aslında daha düne kadar kendilerine karşı NATO’yu Karadeniz’e davet ettiğimiz ve bölgesel politikalarını “yayılmacı” olarak nitelendirdiğimiz eski düşmanlarımızdı. Soçi’deki zirveden esas olarak ne kararı çıktı peki, “Suriye’nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü tanıma” öyle değil mi? Yani, altı yedi yıldır yakılıp yıkılmasına katkı yaptığımız bir ülkeyi ve bir o kadar zamandır devirmek için  elimizden geleni yaptığımız Esad’ı tanımış olduk bu kararla. Beslediğimiz cihatçılar, felakete uğrayan bir ülke, yüz binlerce ölü, milyonlarca göçmen… Yeni-Osmanlı hayalinden geriye ise işte bunlar kaldı.

Peki, Soçi’deki zirvede iktidar partisi altı yıllık dış politikasının çöküşünü kabul ettiyse, PYD/YPG “terör örgütü” sayılmadıysa, “Masada olmalarını kabul etmeyeceğiz” denildiği halde Rusya da, İran da, Şam da, Suriye Kürtlerinin Ulusal Diyalog Kongresi’ne katılmasına yeşil ışık yakmışsa, Afrin’e yönelik bir operasyon için halen pazarlıklar devam ediyorsa, ortada havuz medyasının ve köşe yazarlarının iddia ettiği üzere nasıl bir kazanım ya da nasıl bir başarı vardır acaba?

Ortada elbette ki bir başarı ya da kazanım falan yok, esas mesele iktidar partisinin ve başındaki ismin ABD/Batı karşısındaki sıkışmışlığını aşmak ve yalnız olmadığını göstermek için Rusya ve İran’la yan yana görüntü vermeye, bu iki ülkenin bölgesel politikalarına angaje olmaya ihtiyaç duyması. Yani mütemadiyen belirtmiş olduğumuz üzere iktidarın kendi bekasını ülkenin bekası, kendi ikbal mücadelesini ülkenin istiklal mücadelesi gibi gösterme politikasının yansımalarından biri bu sadece.
Bu sıkışmışlık halinin ve yanaşmanın içeriye de yansımalarını görüyoruz elbette. Erdoğan anti-emperyalizmle başladığı ve Atatürkçülükle devam ettiği macerasında en son “anti-kapitalist” de oldu ve şöyle dedi: “Kapitalizmin sınır, ilke ve değer tanımadan yaygınlaştığı bir düzende insanla beraber doğanın da tahribata uğraması mukadderdir.”

Evet, Türkiye tarihinin en büyük özelleştirmelerini yapan, taşeronlaştırmayı, güvencesiz çalışmayı kural haline getiren, iş cinayetlerini zerre kadar önemsemeyen, milli güvenlik gerekçesiyle grevleri yasaklayan, sermayenin bir dediğini iki etmeyen iktidar bu iktidar değilmiş ve daha üç dört ay önce patronlara “İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i” diyen bir başkasıymış gibi bu sefer de anti-kapitalist oluverdi kendileri.

Atatürkçülük, anti-emperyalizm ve hatta kapitalizm eleştirisi… Bunların böyle üst üste gelmesi elbette ki bir tesadüf değil, “tekerlerine çomak soktuğu için emperyalistlerin devirmek istedikleri lider” algısı adına buna ihtiyaç var, Sarraf davası üzerinden yarın Türkiye ekonomisini ve dolayısıyla iktidarı sarsacak bir karar çıktığında, kendi tabanı dışındaki tabanı da tutacak bir “kriz yönetimi”ne ve bu yönetimi temellendirecek bir söyleme ihtiyaç var. Erdoğan yaklaşmakta olanın farkında, bu yüzden Kara Harp Okulu’nun mezuniyet töreninde “Türkiye’nin dünü zordu, bugünü meşakkatli, yarını daha da sıkıntılı olabilir” cümlesini sarf etti, çevresini ve tabanını bir kez daha uyardı.

Ancak Erdoğan başka bir şeyin daha farkında, bu ülkede Atatürkçülük, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm, tarihsel olarak solla, solun değerleri ve söylemleriyle anılır, Türkiye sağının ise bunlarla hiç işi olmamış, bilakis sağ kendisini bunlara duyduğu husumet üzerinden var etmiştir. Dolayısıyla Atatürkçü olunacaksa, emperyalizm karşıtlığı yapılacaksa, kapitalizm eleştirilecekse, bunların siyaseten asli sahibi olanlarla kavga etmek gerekmektedir. İşte tam da bu yüzden Erdoğan son zamanlarda solun hayaletiyle kavga etmeye başlamıştır, “emperyalistler solun tarlalarını uzun süre önce sürdü” ya da “solcular kahrolsun dedikleri güçlerin taşeronluğunu yaptı” minvalindeki açıklamaları tam da bununla ilgilidir. Sıkışmışlığın çaresizliğiyle ve iktidarın devamı adına, “asıl anti-emperyalist biziz, solcular değil” iddiasıyla bunlar solun elinden alınmak ve içi boşaltılarak iktidarın söylemine dâhil edilmek istenmekte, bu yapılırken de topluma adeta “Memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” denmektedir.

Solun, en zayıf zamanında bile, bir kavganın muhatabı olarak görülmesi, dik duruyor gibi görünmenin yolunun solun değerlerini sola küfrederek sahiplenmek olduğunun bilinmesi şüphesiz ki iyidir, hem solun her şeye rağmen Türkiye siyaseti üzerindeki etkisini, hem de siyasi etik denildiğinde akla solun geldiğini göstermesi bakımından iyidir, önemlidir. Ancak yeterli midir, bununla övünüp yetinebilir miyiz? Şüphesiz ki hayır! İşte bu yüzden, zaman daralıyorken  solun hızla Türkiye’de siyasi bir aktör haline gelmesi, hayaletiyle kavga edenlere, “Buradayız” demesi gerekmektedir. İşte o zaman kavga da gerçek anlamına kavuşacak, hayaletlerle değil bir hakikatle kavga etmeleri gerekecektir.

Fatih Yaşlı  / BİRGÜN

Sufilik, Selefilik, IŞİD, Türkiye - TAYFUN ATAY

El Kaide ve IŞİD’i doğurmuş İslami damar olan Selefiliğin sufilikle kavgası “bidayetten”dir.
Bidayet, “başlangıçta” demek… Selefilik, var oluşunu sufilik (tasavvuf) ve onun kitlesel örgütlerine (tekkeler, tarikatlar) düşman olmasına borçludur.
Selefiliğin kristalleşmesini sağlamış 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimi İbn-i Teymiyye, doktriner pozisyonunu kendisini önceleyen 12-13’üncü yüzyılın meşhur sufisi ve “Vahdet-i Vücud” (Allah’ta var olmak/ varlık bulmak) anlayışının uç ismi İbn-i Arabi’ye keskin karşıtlığından alır.
Selefiliğin hamurunda sufilik nefreti vardır. 

***

Hal böyle olunca şimdi 305 kişinin çocuk-büyük demeden katledildiği Sina saldırısını gerçekleştiren IŞİD’in eylemini kendince gerekçelendirecek dayanak, İslam tarihinde mevcuttur.
Saldırılan “İslami” hedefin “Sufilerin gittiği cami” olması, orayı “İslam- dışı” saymak için IŞİD’e yeter de artar.
Esas mesele, başta AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere katliamı İslami açıdan değerlendirme yoluna giden ağızların, “Bunlara nasıl Müslüman deriz” lafzıyla hâlâ kafalarını kuma gömmekte ısrarlarıdır. 

***

Tarihsel olarak, sosyolojik olarak, sosyal antropolojik olarak bunlara “Müslüman” demek durumundayız.
Dinde “insan” faktörünü görmek, göstermek durumundayız. Din adına yapılan savaşları, öldürülen insanları, işlenen cinayetleri, gerçekleştirilen katliamları fark etmek durumundayız.
Aynı dine inananların dünyanın bir yerinde, mesela Bosna’da, mesela Arakan’da katledilen olurken bir başka yerde, mesela Maraş’ta, mesela Sivas’ta, mesela Sina’da katil olabildiklerini kaydetmek durumundayız!.. 

***

Hz. Ali’yi camide katletmiş Hariciler Müslümandı.
Sina’da 305 kişiyi camide katleden IŞİD militanları da Müslüman.
Ve elbette Hariciler meselesi siyasiydi.
IŞİD meselesi de öyle.
Hilafet, İslam’ın iktidar çatışmasıyla tanışmasıydı.
Şimdi Sina’da katliam gerçekleştiren IŞİD’in yaptığı da bu “tanışma”nın devamı… Karar gazetesinde (26 Kasım 2017) Volga Kuşçuoğlu’nun haber-analizinden kısaltarak aktaralım:
“Asya’dan Afrika’ya çeşitli ülkelerden çok sayıda grup ‘halife’ Ebubekir Bağdadi’ye biat ettiklerini duyurdu. Bunlardan biri de tam bu iki kıtanın birleştiği noktada yer alan Sina bölgesinde uzun süredir faaliyet gösteren Ensar Beyt’ül Makdis örgütüydü. Kasım 2014’te Bağdadi’ye biat ettikten sonra ‘İslam Devleti Sina Vilayeti’ adını alan örgüt, saldırılarına çöl bölgelerinde başladı, zaman içinde eylemlerini şehirlere taşıdı. (…) IŞİD daha önce yayımladığı bildirilerde Kuzey Sina’yı Hristiyanlardan ve Sufilerden temizleme tehdidinde bulunmuştu. (…) IŞİD bir yandan kendini Sisi rejimine karşı ‘Müslümanlar’ın direnişinin lideri olarak sunarken, bir yandan da ‘içerideki düşmanlar’ı temizlediği yönünde propaganda yapıyor.”
 
***

Peki, Selefi IŞİD’in Sina’yı kendilerinden temizlemek istediği, İslami açıdan “içerideki düşman” saydığı “Sufiler”, bizim topraklarda hanidir ne yapıyor?..
El cevap: IŞİD Sina’da sufilere ne yapıyorsa onlar da bu memlekette “seküler”lere benzerini yapıyor!..
Elbette ortada IŞİD’in yaptığı gibi, o ölçekte bir katliam falan yok. Ama laik/seküler kesimlere hayatı zehir etmek için, iktidarın da yüz vermesiyle yıllardır yapmadıkları da yok!..
IŞİD sufi tekkelerini tahrip ediyor, onlar Atatürk büstlerini, heykellerini…
IŞİD mevlit kutlamasını yasaklıyor, onlar yılbaşı kutlamasını…
IŞİD’in “Telli Baba”ya tahammülü yok, onların Noel Baba’ya…
İstisnalar var tabii, ama bu memlekette önde gelen pek çok sufi-tarikat çevresinin özellikle son 15 yılda teoride olmasa da “pratik”te iyiden iyiye “Selefi-meşrep” hale geldiklerinin altını çizmek lâzım.
Dinbaz siyaset, bizde sufiliğin bile Selefileşmesine yol açtı denilebilir!..
O yüzden IŞİD’e kızarken aynaya bakıp yüzlerinin kızarıp kızarmadığını da sormak gerekiyor.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Siyasal İslam’ın cici Amerikan karşıtlığı ve anti-emperyalizm - ÖNDER İŞLEYEN

Yeşil Kuşak’la başlayıp 12 Eylül’den geçerek BOP stratejisinde tarlası çoktan sürülmüş olanların, söz konusu anti-emperyalizm ve bağımsızlıkçılıksa söyleyebilecek tek kelimeleri yok 


NATO tatbikatında yaşananlar, Rıza Sarraf davası gerilimleri, Rusya’dan S-400 alımı etrafındaki gerilim hatları üzerinden Türkiye’nin eksen değişikliğine ilişkin yeni bir tartışma gündeme geliyor. İktidar, “anti-Amerikancı” söylemiyle bu durumu köpürttüğü ölçüde de bu konuda bir kafa karışıklığının ortaya çıkmaya başladığı görülüyor.

Atatürk hamlesi ve milli blok
AKP, 1 Kasım seçimleri öncesinden başlayarak bir politika değişikliği ile birlikte milliyetçi bir blok oluşturmaya yöneldi. 15 Temmuz’dan 16 Nisan referandumuna kritik eşikleri bu bloklaşmayı yoğunlaştırarak aşmaya çalıştı. Referandumda da bu eksene, zaman zaman Suriye’de Kürtlerin inisiyatifini kırmak ve zaman zaman da Batı ve ABD ile girilen gerilimli ilişki çerçevesinde, sadık kalındı. Belirli bir  kuvvet oluşturmakla birlikte, referandumda bunun yetmeyeceğinin görüldüğü kırılmanın ardından, AKP hem içerde hem de uluslararası alanda kriz dinamiklerinin de yoğunlaşması karşısında yeni hamlelerle bu ittifakı tahkim etme siyasetine yöneldi. 10 Kasım’da Atatürk açılımı ile birlikte karşısındaki dinamik toplumsal kesimi bir tür silahsızlandırma aynı zamanda da pasifize ederek dolaylı da olsa milli bloka dahil etme hamlesi yapıldı. Bunun 2019’a giden seçimlerle yakından ilgisi var ve aynı zamanda Sarraf davası üzerinden ilerleyen süreç karşısında AKP’nin acil bir çıkış arayışının da parçası olarak görülüyor. NATO tatbikatında Atatürk ve Erdoğan’ın birlikte hedef yapılması bu hamleye kuvvet vererek, NATO’dan çıkma nidalarıyla AKP ve Erdoğan’ı milli çıkarla eşleştiren bir noktaya doğru taşmaya çalışıldı. Referandumda görülen, yabancısı olmadığımız bu ekseni kuvvetlendirme arayışı aynı zamanda bunun dışında kalanlara yönelik baskıyı da yoğunlaştırması anlamına geliyor.

ABD-Rusya denkleminde AKP
Siyasal İslamcı rejim, içeriye yönelik bu hamlelerine karşın önceki dönemlerde yaptığına benzer bir hegemonik bir merkez olabilme, toplumun ekseriyetini bunun parçası kılabilme kapasitesini büyük oranda yitirdi. Aynı zamanda kendi iç bütünlüğünü de kaybetmiş ve toplumsal tabanındaki çatlamalarla yaşanan zayıflık AKP’nin bu sıkışmayı İslamcı-milliyetçi blokla kesin biçimde aşabilmesine de imkân vermiyor. O yüzden R. Sarraf’ı bir milli mesele olarak sunabilmesi ve onun kirli ilişkilerine tüm Türkiye’nin ortak edilme çabası ancak halen belirli sınırlarda mümkün olabiliyor. İçerdeki bu hamlelerle birlikte siyasal İslamcı rejim dışarıda da yaşadığı krizle baş etmekte zorlanıyor. ABD’nin güdümünde gelişen siyasal İslamcı rejim, Ortadoğu’daki dengelerin değişmesiyle birlikte kurucu olabilme imkânını tümüyle kaybedeli çok oldu. Müslüman Kardeşler’le birlikte Mısır ve Tunus’tan Suriye’ye uzanacak bir siyasal İslamcı iktidar hattının kırılmasıyla birlikte değişen dengeler, Suriye iç savaşının geldiği aşama itibariyle bir başka noktaya da taşınmış durumda. Suriye’de siyasi geçiş sürecinin ilk adımlarının atıldığı bugünlerde hem Rusya hem de ABD nezdinde Kürtlerin bir biçimde etkinliğini korumaya devam edeceği bir kesinlik ortaya çıkmış durumda. Soçi’de Erdoğan’ın şerhine rağmen, Rusya ve Esad’ın Kürtleri tümüyle ABD’nin inisiyatifine bırakmama arzusu, öte yandan ABD’nin PYD-YPG etkinliğine dayanarak Suriye’de yerleşiklik kazanma kararlılığı bu şerhi hızla geçersiz bir noktaya taşıyacak. AKP tam da bu sıkışmayı aşabilmek için, ABD ve Rusya dengesi arasında salınarak, kimi zaman bu kuvvetlerden birisini diğerine karşı koz olarak kullanarak etkinlik kazanmaya çalıştı. Dünya sistemindeki dağılma sonucundaki güç dengeleri ve belirsizlikler de buna imkân tanıyan bir seyirde gelişti. ABD’nin Trump’ın başkan olmasının ardından daha açık görülen devlet içi çelişkileri, Rusya’nın Suriye’de ve bölgede daha etkin bir güç olarak ortaya çıkması ve hatta Avrupa ve ABD siyasetine de müdahale etme çabalarının da tartışıldığı büyük aktör özelliklerini kazanması AKP için bu tür bir politikayı mümkün kılabildi. Öte yandan AKP’nin Körfez ittifakı, Suriye’ye müdahalenin ötesine geçerek rejimin ekonomik ve siyasi müttefikliğine doğru genişletilebilmişti. Ancak, Katar’a yönelik abluka ve şimdilerde Suudi Arabistan’ın ılımlı İslamcılık açılımlarıyla bu da kırılmış durumda. Dışarıdaki bu yalnızlaşma AKP’yi zorunlu olarak Rusya’nın sahasına itiyor. AKP’nin bu doğrultudaki adımları da ABD ile gerilimi tırmandırırken karşı hamleleri de gündeme getiriyor. Sarraf dosyası tam da bu karmaşanın ortasında nereye kadar uzanacağı belirsiz biçimde açılıyor.

Anti-Amerikancılık mı?
Bu gelişmeler Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olağanüstü dalgalanmalara da yol açacak bir muhteva taşıyor. Siyasal İslamcı rejimin tükenişi aynı zamanda ülkeyi de felaketten felakete sürüklemeye devam ediyor. Bu belirsizlikler içinde ilerici muhalefet içinde kimi kafa karışıklıklarının gündeme gelmesi de bir yönüyle doğal görülebilir. ABD ile yaşanan çelişkilerden yola çıkarak AKP’ye hayırhah yaklaşan ya da tersten ABD-Batı ve NATO’yla daha çok bütünleşerek ülkenin bu cendereden çıkabileceğine ilişkin yaklaşımlarla birlikte Avrasyacılık merkezli tartışmalar gündeme geliyor. Bu konudaki yanlışların bir kısmı sürecin belirli yönlerinin abartılmasından kaynaklanıyor. AKP’nin köpürtmeleri de bunu besliyor. Bunlardan birisi AKP’nin anti-Amerikan ya da NATO karşıtı söylemlerinin anti-emperyalizm ekseninde ele alınmasıyla ilgili. Erdoğan liderliğinde emperyalizmden kopuş teorilerinin (!) önceki dönemdeki Erdoğan liderliğindeki demokratik devrim hayalleri kuran yetmez ama evetçilerden hiç de farkı yok. Ortadaki gerilim ve onun sonucundaki hamleler emperyalizmin iç cephe çelişkilerinin bir sonucu olarak gündeme geliyor.

ABD’nin, AKP’yi de içine alan Ortadoğu politikasının çöküşü sonrasında uyumsuzluklar emperyalizmin iç cephesinde yeni bir tahkimat ve düzenlemeyi gerekli kılıyor. Bugün, Sarraf sopası da PYD-YPG ilişkisi de karşısında Rusya ve S-400 çıkışları da bu dağılmanın sonucu olduğu kadar pazarlık unsurları olarak devreye sokuluyor. Böyle bir çelişki alanından anti-emperyalizmi bir yana tutarlı bir Amerikan karşıtlığı dahi beklemek büyük bir yanılgı olur. AKP, anti-Amerikan söylemlerle kendi etrafındaki seti güçlendirmek ve iktidarının hem iç hem dış kaynaklarını yeniden üretecek bir kuvvet kazanmaya çalışıyor. ABD de AKP eliyle ekonomik olarak zayıf düşürülmüş, Ortadoğu bataklığındaki etnik ve mezhepsel dağılmanın içine sürüklenmiş ülkemizin bugünü ve geleceğini belirlemeye çalışıyor. Türkiye’nin özgür ve bağımsız bir geleceği bu çelişki içinde saf tutarak, buradan medet olarak kurulamaz. 

Bağımsızlık ve demokratik değişim
NATO’dan çıkış dahil AKP eliyle gündeme getirilen her gündemin arkasında izlenmeye çalışılan bu siyasetler bulunuyor. Asıl gündem NATO’dan çıkış ABD hattından Rusya hattına geçiş boyutundaki tartışmalar değil kendi krizini aşmak için attığı adımların ülkemizi daha büyük bir çıkmaza doğru sürüklemesidir. Bu durumu değiştirmek daha önce de söylediğimiz gibi bu güçlerden birisinin arkasına dizilerek değil, solun Türkiye’nin geleceği için başka bir yolu açabilmesinden geçiyor. Uluslararası planda ABD’nin aynı zamanda Rusya’nın da esiri durumuna düşürülmüş, ekonomisi dışa bağımlı hale gelmiş, emperyalizmin madenlerden topraklara kadar gizli işgalini derinleştirilmiş, Ortadoğu’nun etnik-mezhepsel dağılma dalgası içine sokulmuş bir ülkenin yeniden güç kazanabilmesi ancak demokratik bir değişimi gerçekleştirmesi mümkün olabilir. Solun görevi, bu çelişkiler içinde saflaştırmaya bir tür kendi kirli politikasının aparatı haline getirmeye çalışan her tür akıl karşısında kendi bağımsız politikasıyla toplumsal tepkileri demokratik bir değişim doğrultusunda sevk etmeye çalışmaktan başka bir şey olamaz.

Fidel’e, Mahir’e, Deniz’e…
Bugünlerdeki yeni modalardan birisi de devrimcilere anti-emperyalizm lafı atmak oldu. Hatırlanırsa, bir dönem önce de Ergenekonculuk suçlamaları eşliğinde sola demokrasi ve darbe karşıtlığı dersleri verilmeye çalışıyorlardı. Sonra bunlar darbe üzerine darbe yaptılar! Aynı zihniyet yine yürürlükte. Cici Amerikan karşıtları kâh geçmişe yönelik pişmanlık içinde, kâh sola saldırarak siyasal İslamcı rejimle ittifaka davette bulunuyorlar! Tarlasını sürüp Saray bekçiliği yapamadıklarını, ‘bunların tarlası sürülmüş’ gibi laflarla milli olmamakla itham etmeye çalışıyorlar! Yeşil Kuşak’la başlayıp 12 Eylül’den geçerek BOP stratejisinde tarlası çoktan sürülmüş olanların, söz konusu anti-emperyalizm ve bağımsızlıkçılıksa söyleyebilecek tek kelimeleri yok. Bugün, memleketin dört bir yanı satılmışsa, ülkemiz Amerikan ve NATO üsleriyle doldurulmuşsa, Ortadoğu kaosu ülkemize taşınarak Türkiye emperyalizmin oyun sahasına dönüştürülmüşüşse bunun sorumlusu dün 6.Filo’yu kıble bilip bugün iktidarda olanlardan başkası değildir. Evet, Türkiye NATO’dan çıkmalı ve ABD üsleri kapatılmadır, ekonomisi dışa bağımlılıktan çıkarılmalı satılan tüm kamu kurumları yeniden kamulaştırılmalıdır, ABD ile ekonomik ve askeri ikili anlaşmalar iptal edilmelidir, topraklarımız üzerindeki tüm şirketlere el konulmalıdır… Dün 6.Filo’yu denize dökenler bunu söylüyordu, Fidel Küba’nın onurlu halkıyla birlikte bunu gerçekleştiriyordu… Bugün sorumluluğumuz da emperyalist odakların ve onların güdümünde ülkeyi karanlığa sürükleyen siyasal İslamcı rejimden halkın kendi öz gücüyle kurtaracak bu sesi yükseltmektir.

Önder İşleyen / BİRGÜN


Zimbabve’deki darbede Çin rol oynadı mı? - ERHAN NALÇACI

Kısa bir süre önce Zimbabve’de ordu başkente girdi ve silahlar patlamadan Mugabe’nin uzun süren iktidarı sonlanmış oldu. Afrika’da ve dünyanın değişik yerlerinde buna benzer olaylar oluyor diye düşünülebilir, oysa Zimbabve olayı dünyanın içinden geçtiği siyasi dönemi anlamak için önemli gözüküyor.

Biz, Türkiyelilerin en çok zorlandığı coğrafya sanırım Afrika’dır, bir türlü ülkelerin yeri gözümüzde canlanmaz. Bu yüzden Zimbabve’nin tarihine kısaca dönmeden önce haritaya bir göz atmanın okuyucunun işini kolaylaştıracağını tahmin ediyorum.

Başlıca iki kabileden oluşan Zimbabve halkı uzun yıllar boyunca Güney Rodezya adı altında İngiliz sömürgesi olarak kaldı ve beyaz azınlığın ırkçı, baskıcı ve sömürücü insanlık dışı düzenini yaşadı.
Sömürgecilere karşı başlatılan ulusal kurtuluş savaşı yıllarca sürdü. Kurtuluş savaşı veren ZAPU (Zimbabve Afrika Halk Birliği) Sovyetler Birliği, ZANU (Zimbabve Afrika Ulusal Birliği ) ise Çin Halk Cumhuriyeti tarafından desteklendi. Sovyetler Birliği ve Çin’in arasının açıldığı 1960’lı yıllarda dünya solu ve kurtuluş hareketlerini Çin’in daha radikal olarak desteklediği kısa bir dönem olmuştu.
1980 yılında İngiliz emperyalizmi burada da yenildi ve Zimbabve Cumhuriyeti Afrika’nın bağımsızlığını kazanan 50. ülkesi oldu. Çin destekli Mugabe ulusal kurtuluş savaşının kahramanlarından biri olarak devlet başkanlığına seçildi.

Geç kalmış bu kurtuluş 1980’e denk geldi, reel sosyalizmin gerilediği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ise arka arkaya gelen reformlarla kapitalistleştiği yıllara.
Bu koşullarda Zimbabve bazı halkçı özellikler gösterse de kapitalist bir ülke olarak gelişti. Hiçbir şey durağan değildi ve bu süreçte Çin dünyanın gördüğü en hızlı sermaye birikimi ile dönüştü. Başlangıçtan günümüze Çin’in resmi politikası Zimbabve’nin iç işlerine karışmadan karşılıklı dayanışmaydı.

Bugün bir kesit aldığımızda ise şunu görüyoruz. Zimbabve’deki yabancı yatırımların %82’si Çin’e ait. Gerçekten Çin buraya platinden elmasa madencilik sektörü başta olmak üzere her alanda sermaye ihraç etmiş. On bin civarında Çin yurttaşı bu sermaye ihracını takip ederek Zimbabve’ye yerleşmişler. Zimbabve ordusunun hemen bütün gereksinimleri Çin tarafından sağlanıyor, buna askeri eğitim dâhil. Ticarette de temel tarafın Çin olduğunu söylemeye gerek yok.

Ancak 2008’de Mugabe hükümeti tarafından çıkartılan “Yerlileşme Yasası”nın Çin sermayesini bazı alanlarda zorladığı söyleniyor. Çünkü Yasa bütün şirketlerin sermayesinin %51’inin yerli sermayeye devredilmesini öngörüyor. Çinli şirketlerin Yasa’nın getirdiği kısıtlara karşı açtığı davalar sürüyor.
Zimbabve Genel Kurmay Başkanı Çin’i geçen haflarda ziyaret ediyor ve döndüğünde tanklar başkent sokaklarında görülüyor.

Doğal olarak batı basını bunun bir Çin darbesi olabileceğini yazdı, Çin de doğal olarak bunu inkâr etti.

Ne olduğunu anlamak için uluslararası Rus basınına baktım, çünkü Rusya Çin’i sadece askeri açıdan korumuyor, gelişkin ideolojik araçlarıyla da batı emperyalizmine karşı ideolojik bir kılıf sağlıyor.
Rus basını hemen tamamen bu olayı göz ardı ediyor. Ya bir çıkar çatışması, ya da darbede Çin’in gerçekten yönlendirmesi var.

Böyleyse, ABD’nin son yıllarda yüzüne gözüne bulaştırdığı darbe girişimlerine karşı oldukça başarılı bir darbe ile karşı karşıyayız demektir.
Önümüzdeki yılların ne getireceğini anlamak için bu olay bu nedenle çok önemli.
Emperyalizm bu, öyle kazan-kazan ile filan bir kenarda usluca durmuyor.
Üstelik dünyada Çin’in kendi tarzında sosyalizmi kurduğuna inanan işçi sınıfı partileri var ve bunu sermaye ile işbirliği yapmak için bir zemin olarak kabul ediyorlar.

Erhan Nalçacı / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...