Kuşbakışı ekonomik bilanço - KORKUT BORATAV

Bir ekonomik krizin gündeme geldiği aylardan beri içte-dışta tartışılmaktadır. Ben de kervana katılmış;  nedenlerine değinmiştim. 


10 Ağustos tarihi yazımdan aktarayım: “Neoliberal dönemde ekonomilerini finans kapitale sınırsızca açan  ülkelerde ‘dış kaynak girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş’, bir kriz türünün nedeni olarak görülüyor.” 

Bu kriz türünün çevre ekonomilerinde 1980 sonrasındaki örneklerine değinmiş ve eklemiştim: “Türkiye, ‘serbest sermaye hareketleri’ dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve 2008/9’da bu tür dört krizden geçti.” 

Daha sonra son verileri inceleyerek şu sonuca varmıştım: “Bu tür krizleri tetikleyen ana etken, yani dış kaynak girişlerinde bir önceki yıla göre  ani duruş ve kısmen tersine dönüş, Türkiye’de Mart-Haziran 2018’de gözlenmiştir.” 

Krizin tetiklenmesi; gelişimi… 
Bugünlerdeki kriz algılaması döviz (dolar) fiyatlarının hızla tırmanmasından kaynaklanıyor. 

Pahalılaşan dolar, genel-geçer bir kriz etkeni değildir. Büyük dış açıklar veren; kendi parası (TL) ile dışarıdan  borçlanamayan; üstelik fazlasıyla “dolarlaşmış” bir ülkede, döviz krizi hızla reel ekonomiye taşınır: Dolar borçlusu olan devlet, şirketler, bankalar ödeme güçlükleriyle karşılaşırlar. Zincirleme etkiler tüketime, yatırıma, üretime, istihdama, millî gelire yansır. 

Sert küçülme dönemleri, bazen bankacılık ve borç krizleri ile iç içe girebilir ve ekonomik bunalım bir finansal krizle birleşmiş olur. 

Kriz sürecinin nasıl seyrettiğini üç doğrultuda izlemeye çalışalım: Krizi tetikleyen etkenler devam ediyor mu? Ekonomide küçülme başladı mı? Borç krizi olası görünüyor mu? 

Dış kaynaklarda “ani durma” sürüyor mu?
Mart-Haziran 2018’de yabancı sermaye hareketleri 12 ay öncesine göre yüzde  85 oranında geriledi; üstelik, Mart ve Haziran’da “net çıkış” gösterdi. Bu olgunun Türkiye’de kriz ortamını tetikleyen ana etken olduğuna yukarıda değindim.    Temmuz ve sonrasının ödemeler dengesi istatistikleri yayımlanmadı; ama, kısmî göstergelere bakarsak “ani durma / sert çıkış” eğilimi sürmektedir. 

TCMB istatistiklerine göre Temmuz ve Ağustos’ta yabancıların hisse senedi ve tahvillerden 890 milyon dolar  net çıkış gerçekleşmiştir. Sermaye hareketlerinin üç ana kaleminden birinde “kan kaybı” süregelmektedir.

“Kan kaybı”nın dolaylı yansımaları da var:  TCMB brüt rezervleri,  Haziran sonu ile Ağustos’un son haftası arasında 2.6 milyar dolar düşmüş; Mart-Haziran dönemindeki 11,9 milyar dolarlık  erimeye eklenmiştir.

İkici yansıma,  doğrudan döviz fiyatlarında gözleniyor:  30 Haziran 31 Ağustos arasında TCMB’nin efektif dolar satış fiyatı yüzde 43 oranında sıçramıştır. Ancak uyaralım ki, “finansal kargaşa” döneminde döviz piyasaları çok “sığlaşmıştır” ve küçük boyutlu işlemler aşırı fiyat dalgalanmalarına yol açmaktadır. 

“Durgunlaşma” mı? “Küçülme” mi? 
Dış kaynaklardaki “sert durma”, istihdam, üretim, millî gelir verilerine nasıl yansıyacak? Durgunlaşma mı, küçülme mi gündemde? 

1994 ve sonrasında Türkiye ekonomisinin yaşadığı dört krizde dış kaynak hareketlerinde düşme / net çıkış 12-13 ay sürmüştür. Bu “dışsal şok”un milli gelire etkisi, bazen derhal gözlenmiş; bazen üç-beş ay sonrasına sarkmıştır. 

“Sert durma”nın göreli büyüklüğü nasıl ölçülebilir? Gerilemenin sürdüğü dönemlere ait sermaye hareketini bir önceki (“canlı”) dönemden çıkarınız. Ortaya çıkan “eksi değer”, negatif dışsal şok olarak yorumlanabilir. 

Sözünü ettiğim dört krizde bu dışsal şok dolarlı millî gelirin yüzde 6,4’ü ile 10,8’i  arasında değişmiştir. 

Bu yılın Mart-Haziran aylarında sermaye hareketlerinde gerilemenin yol açtığı negatif dışsal şok, 2017 millî gelirinin  yüzde 2,2’si ile sınırlı kalıyor.  Dolayısıyla hem süre, hem de hacim olarak 2018’deki “sert durma”, Türkiye’nin önceki krizlerinde gözlenen boyuta ulaşmamıştır. 

Peki sonraki aylar? 

TÜİK’in Mayıs-Haziran istihdam ve sanayi üretim istatistikleri, ekonomide küçülmeye değil, yavaşlamaya işaret ediyor. 

Dış kaynaklarda gözlenen olumsuz hareketleri telafi eden etkenler nelerdir? 

Cumhurbaşkanı yerel seçimlere kadar bütçe musluklarını gevşetmekte ısrarcı görünüyor. Kamu maliyesinden gelen genişleyici etkenler, olumsuz dış kaynak hareketlerinin daraltıcı sonuçları ile karşı karşıyadır.

 2018’in ilk yarısında bu zıt etkenler (anlaşılan) durgunlaşma ile sonuçlanmaktadır. Haziran sonrasında ise küçülme gündemdedir. Bazı göstergelere değinelim:
Cumhurbaşkanı’na rağmen kredi faizleri tırmanmaktadır. Ağustos 2017 /Ağustos 2018’e ait ihtiyaç, taşıt ve ticarî kredi faiz oranlarının ortalamasını karşılaştırınız:  %16,8→  %25,6. Özel destekli konut kredilerindeki artış temposu daha da hızlıdır: %12,5 →%20,0… Kredi maliyetlerinde tırmanma ekonomiyi aşağı çekmektedir. 

İç talepte daralmanın kestirme bir göstergesi, ithalat istatistiklerinde yer alır. Haziran 2018’den itibaren her ay ithalat, hızlanan bir tempoyla daralmaktadır; bir önceki yıla göre Ağustos ithalatı %19,3 düşmüştür.

TL’nin reel devalüasyonunun tetiklediği bir ithal ikamesi mi?  Boşuna umutlanmayınız. Pahalı dövizin sanayinin rekabet gücünü ilerletmesi, günü gününe gerçekleşemez; üretim yapısının yeni baştan dönüşmesi programlanmalıdır;  zaman alır. 

Sanayi sektöründe eğilimler hangi doğrultudadır? 

TÜİK’in yeni baştan oluşturduğu üretim endekslerini bırakalım; farklı bir anketin sonuçlarına bakalım: Uluslararası karşılaştırmalarda kullanılan Markit’in sanayi sektöründeki büyüme / küçülme eğilimlerini  yakından izleyen PMI endeksi… Sektör-içi anketlerle derlenen sipariş, üretim, istihdam, stoklar gibi bilgilerden türetilen endeksin değeri 50’nin altına inerse, küçülme söz konusudur. 

Türkiye’de PMI sanayi endeksi İstanbul Sanayi Odası  tarafından hesaplanmaktadır.  Mayıs-Ağustos aylarında PMI kesintisiz 50’nin altında seyretmiştir; beş aylık ortalama 48,1’dir. Ağustos endeksi 46,4’e düşmüş; sanayide daralma eğiliminin hızlandığı belirlenmiştir.  

Bu göstergelere bakarsak Türkiye ekonomisi, 2018’in ikinci yarısında durgunluktan küçülmeye geçmektedir. 

Dış borç krizi gündemde mi?
Türkiye’nin döviz varlıkları, önümüzdeki aylarda dış dünyaya karşı borçlarını, diğer yükümlülüklerini karşılayamazsa bir  dış borç krizi söz konusu olur.

Bankalardaki borç yapılandırma müzakerelerinin dış dünyaya taşan izlerini sürerek fazla mesafe alamayız. IMF’nin Nisan 2017’de yayımlanan Türkiye Raporu’ndan hareket etmeyi yeğliyorum. (Mayıs’ta bu raporu “2019’da Ekonomiye IMF Programı” başlıklı bir yazıda gözden geçirmiştim.)

Bu raporun sonunda “Türkiye Dış Borcunun Sürdürülebilirliği” başlıklı bir Ek yer alıyor. (Ek V, ss.55-57). Burada, 2017 verilerinden hareket edilmekte; sonraki yıllara ait kestirimlerin devamı halinde dış borçların 2019’da yüzde 54,6’ya çıkacağı; daha sonra yüzde 52 civarında istikrar bulacağı   öngörülüyor. Bu “normal” senaryo altında dış borçlar sürdürülebilecektir. 

Ne var ki, bu ılımlı öngörüye, IMF, bir “felaket senaryosu” olasılığı da ekliyor: “TL yüzde 30’luk bir değer yitirme ile karşılaşırsa,  GSYH’ya oranla toplam dış borç stoku yüzde 83’e ve özel sektör dış borcu yüzde 60’a çıkacaktır.”  Bu olasılıklar altında dış borçlar, sürdürülebilir eşiği aşmış olacaktır. Millî gelire oranı  yüzde 60 sınırını aşan dış borçlar riskli görülür.

IMF, şu olasılığı gündeme getiriyor:  Döviz fiyatları (dolar) ulusal fiyatlardan (enflasyondan) çok daha hızlı artarsa dolarlı milli gelir aşağı çekilir; dış borçların milli gelire oranı da, sürdürülemez eşiğe çıkabilir. 

Burada enflasyonu içeren TL’li milli gelirin 2018’deki büyüme hızını bilmemiz gerekiyor. 2018’in ilk sekiz ayında döviz fiyatları enflasyonun üzerinde seyretti: TÜFE endeksi yüzde 12,3; dolar yüzde 73,3 arttı. Bu tempo yıl sonuna kadar sürerse, IMF’nin felaket senaryosunda yer alan TL’nin %30’luk değer yitirme eşiği aşılacak; dolarlı milli gelir önemli ölçüde düşecektir. (Reel büyüme, yüzde 12’lik enflasyona olsa olsa beş puan ekleyebilir.) 

2017 örneğini vereyim: Doların ortalama  fiyatı %21 artmış ve cari fiyatlı (enflasyonu içeren) GSYH  sadece %19 büyümüş; dolarlı milli gelir de 2016’ya göre yüzde 1,6 oranında düşmüştür. 

2018 için bu konuda bir kestirim yapamam. Ama, böyle bir hesabı, dev yatırım bankası Morgan Stanley (“çaktırmadan”) yapmış: Türkiye’nin 2018’de cari açığının 51 milyar dolara ve milli gelirin yüzde 6,7’sine ulaşacağını öngörmüş. Bu sayılardan 2018’in dolarlı milli gelir toplamı 761 milyar dolar  olarak türetilmektedir.  467 milyar dolarlık dış borç stoku da milli gelirin yüzde 61’ini aşar ve bir dış borç krizi gündeme gelir.

Fazla  dert etmeyin; ülkeyi yöneten yüksek makama kulak verin: Bu da geçer yahu…  

Korkut Boratav / SOL

ABD’de darbe tehdidi - CEYDA KARAN

Ortadoğu coğrafyasını neoliberal sisteme monte etmeye çalışırken ‘halk iradesi / temsiliyet’ten yola çıkan; siyaset üstü bir ‘insan hakları/özgürlükleri olgusu’  uydururken, insanların yaşam tarzları için ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ algısı yaratan; bu algı üzerinden ‘demokrasinin tüm renklerini saçmak’ gibi bir saçmalığı yayan Amerikan demokrasisi; büyük tehlike altında.


Daha açık yazalım, ‘darbe’ tehdidi altında. Şaka yapmıyorum.

***

Amerika’nın önde gelen liberal gazetesi New York Times, dün Trump yönetimi içindeki direnişin bir parçasıyım” başlığıyla bir ‘isimsiz yazarın’ makalesine yer verdi. Öncelikle gazetenin makaleyi ustalıkla sunduğunu belirtelim. Makaleyi, ‘üst düzey yetkilinin kimliğini ifşa etmenin görevini tehlikeye atacağı’ vurgusuyla duyuran gazete, ‘okurlarını böyle önemli bir perspektiften mahrum bırakmamayı’ görev bilmiş. 

Peki, ‘isimsiz yazar’ ne yazmış? Diyor ki: “Başkan için çalışıyorum fakat benimle aynı düşünenlerle birlikte kendimi başkanın gündeminin bazı kısımları ve kötü eğilimlerini engellemeye adadım.” 

Makalede, Trump’ın liderliği altında ülkenin bölünmüşlüğünün arttığı belirtiliyor. Yönetimin başarısının arzulandığı vurgulanıyor, hatta vergiler, deregülasyon ve askeri mevzulardaki başarılar teslim ediliyor. Ancak başkanın liderlik tarzı ile ‘ani ve hızla değişen’ kararları anımsatılarak akıl sağlığının güvenilmez olduğu, asıl sorunun ise ‘ahlaksızlığından’ kaynaklandığı kaydediliyor. Trump’ın demokrat olmadığı, basını düşman ilan ettiği anımsatılıyor. 

‘İsimsiz yazar’ dış politikayı ihmal etmemiş. Trump’ın Putin ile iyi ilişkiler kurmak istemesi, Moskova’yı cezalandırmaktan kaçınmaya çalışması ve iki Kore’nin barıştırılması girişimleri sıralanıp, ‘otoriterliğe biat’ olarak sunulmuş. Yakınlarda ölen neocon senatör John McCain anılmış. Trump’ın ‘kötü idaresine’ karşılık kendilerinin  ‘demokratik kurumları korumaya ant içtikleri’ belirtilip, alenen ‘ABD’de çift başlı başkanlık olduğu’ vurgulanmış. Yani seçilmiş başkanın iradesi hilafına bir derin devlet olduğunu söyleyenleri ‘komploculukla’ suçlayanlar olumsuzlanmış.

***

Trump’ın tepkisi elbette sert oldu, Twitter’dan ‘HAİN??’ diye yazdı, ‘isimsizyazarı’ ‘korkaklıkla’ itham etti. Sözcüsü Sarah Sanders “Trump’a oy vermiş 62 milyon insanın bu korkak için oy kullanmadığını” belirtti. ‘Acınası, pervasız’ diye nitelediği makalenin yayınından ötürü ‘hayal kırıklığı duyduklarını’ ancak ‘şaşırmadıklarını’ ekledi. Gazeteden özür talep ederken, “Bu korkak doğru olanı yapmalı ve istifa etmeli” dedi.

***

Elbette Amerikan kamuoyu yazarın peşine düşmekte gecikmedi. NY Times artık hatayla mı bilinmez, Twitter hesabından ‘erkek’ olduğunu açık ederken, metinde geçen 
‘lodestar’ (çobanyıldızı) sözcüğünden hareketle Başkan Yardımcısı Mike Pence’in ismi ortaya atıldı. Kendisi bunu 2001’den beri tekrarlar dururmuş. Ama “O yazamaz, belki metin yazarı Stephen Ford’dur” fikri öne çıkarken, onun da bir senedir çalıştığı anımsandı. Tabii bu kelime üzerinden ‘hedef saptırma’ amacı güdüldüğünü söyleyen eksik değil.

***

Amerikan demokratik sistemi düşünülürse ‘başkana komplo kuran darbeciler’ ithamı haksız değil. Tabii başlarına ‘Trump türü belalar’ gelenler, bizim coğrafyadaki  ‘jüristokrasi’ tartışmalarını anımsayıp utanacak değiller. NY Times’ın yaptığı ise olanca ustalığına rağmen bal gibi ‘psikolojik operasyon’.Üstelik işin burada kalmayacağını Trump’la kapışmış eski CIA Başkanı John Brennan’ın makaleyle ilgili “Yaklaşan felaketin bütün ikaz işaretlerini görüyorum” demesinden anlayabiliriz.

***

ABD’de kasımda ara seçimler var ve siyasi arenanın iyice kızışacağı açık. Yazarın ‘neocon cepheden’ olduğunun altını çizenler ise haklı olarak dış politikaya dikkat çekiyor. Britanya hükümeti, Rusya’ya yeniden çürük Skripal ithamlarıyla yüklenirken, Trump’ın bir üçüncü dünya savaşı riskini de göze alarak Suriye’yi bir başka kimyasal komplo ile yeniden vurması mı hedefleniyor? 2017’de kampanyasında ettiği onca lafı yutup Suriye’yi vurduğunda “İşte şimdi ABD Başkanı oldu” diyenler, o zaman mı ‘darbeden’ vazgeçecekler, göreceğiz.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Öyle yedik, öyle yedik ki araçların sayısını unuttuk! - Batuhan ÇOLAK

"Dış güçler düğmeye bastı!
Dolara karşı direneceğiz!
Emperyalizm kaybedecek!
Millî hükümet yıkılmayacak!"

İktidar ve sözcüsü yayın organlarından gelen ekonomi açıklamalarında sıklıkla duyduğumuz başlıklar...

Bu ve benzeri açıklamalar geldikçe hayat pahalılığı artıyor, ekonomiye olan güven sarsılıyor.
İşin en tehlikeli boyutu olan hammadde ihtiyaçları artık karşılanamıyor. Birçok üretici, satıcıya ürün aktaramıyor. İşin içinden çıkamayan yüzlerce fabrika, sigortadan para alabilmek için kendi kendini kundaklıyor. Sigorta firmaları büyük bir maddi yük altında... Bazıları ise tükenme noktasında.
İlaç sektöründeki durum korkutucu boyutlara ulaşmış durumda. İthal ilaçların sevkiyatı sağlanamıyor, doktorlara "ithal ve pahalı ilaç çok hayati olmadıkça yazılmasın" talimatı veriliyor. Yıllardır peynir-ekmek gibi satılan çok bilindik ilaçlar bile bulunamıyor.

Fırıncılar sık sık haberlere konu oluyor. Un stokunun bitmek üzere olduğunu ve yakında üretimde kısıtlamalara gidilmek zorunda kalabileceklerini açıklıyorlar. Eskiden bu açıklamaları hükümetten izinsiz yapabilmek mümkün değildi. Ama artık insanlar mecburiyetten konuşmaya başladılar, çünkü biraz daha susarlarsa "haşlanan kurbağa" gibi sessizce yok olacaklar.

Bu gelişmelerden sonra dün çok kritik bir karar alındı. Un ihracatı yapan firmalara kısıtlamalar getirildi. Böylece iç piyasada tükenme noktasına gelen un ikame edilmeye çalışılacak. Ancak burada da ihracat yapan firmaları korkutan bir durum söz konusu... Anlaşma yaptıkları, imza attıkları, söz verdikleri yabancı firmalara ürün gönderemeyecekler. İç piyasaya verecekleri ürünleri istedikleri fiyattan satamayacaklar.

Un stoklarının bitmesi durumu aslında dünden bugüne gelişen bir süreç değildi. Devleti yönetenler işin nereye, hangi boyuta gideceğini kestiremediler.

Takip etmediler, dinlemediler...

Saray inşaatlarına, süslemelerine, davetlere harcadıkları mesaiyi; ekonomiyi düzeltmek, tasarruf politikalarını belirlemek için harcamadılar.

Böyle olmayınca başı-sonu belli olmayan, devletin herhangi bir dairesinde başkan olan, en ufak bir belde belediyesinin bile trilyonluk araçlara bindiği yeni bir dönem doğdu.

Kontrolün ne kadar yetersiz olduğunu dün bir kez daha anladık.

Hazine ve Maliye Bakanı, tüm kamu kurumlarından, bakanlıklardan, bağlı ilgili kuruluşlardan, KİT'ler ve belediyelerden acil olarak sahip oldukları ve kiraladıkları araç envanterlerini istedi.
Nasıl yani?
Devletin en üst ekonomi kurumlarında bu listeler zaten kayıt altında değil miydi?
Bunca yıldır kimin hangi aracı aldığı, hangisini resmi hangisini gayriresmi olarak kullandığı bilinmiyor mu?
Ne yazık ki bilinmiyordu. Çünkü ne bir liste ne de bir denetim vardı ortada.

Ödeneği alan, altına en lüks aracı çekip, kimselere de hesap vermeden harcadıkça harcadı.
Devlet, 2010 yılında araç alımları için 265 milyon TL harcarken, 2016 yılında tam 2.3 milyar TL harcıyor. Bu rakamlar sadece resmiyete dökülenler... Geri kalan yılları ve farklı harcamaları siz düşünün!

Türkiye'ye en büyük operasyonu ne yazık ki kendi insanı yapıyor!

Geçtiğimiz günlerde bir valinin kullandığı aracı nasıl lüks bir şekilde donattığını ve bununla da yetinmeyip içinde poz verdiğini gördük.
Valilik'ten açıklama geldi. Özetle deniyor ki "O araç 2014 model, eğer başka yere yaptırsaydık 120 bin liraya yapılacaktı, biz 60 bin liraya yaptırdık. Ayrıca bizim bir de makam aracımız var o 2008 model. Onunla da bir kere yolda kalmıştık..."

Vah, vah, vah...

Devletin valisi nasıl 2014 ve 2008 model araçlara biner? Nasıl yolda kalır... Kendisine tez vakitte Diyanet İşleri Başkanı'na "çerez parası" denilerek verilen milyonluk Mercedes'ten alınmalı.

                                                                          ***

Sadece iş bilmeyen yöneticiler, lüksü düşünen ve geldiği konumu hayatının en önemli mertebesi sayanlar bizi bu hale getirmedi. Yönetim anlayışımız da ekonominin enkaza dönüşmesinde büyük etken.

Somut örneklerle gidelim.

Birçok ilde, yeni yaşam alanları oluşturulurken "kent planlaması" yapılmıyor. Trafik denetimleri yetersiz. Ara sokak ve caddelerde doğru düzgün bir planlama yok. Haliyle ne oluyor? 20 milyona yakın insanın yaşadığı İstanbul'da 5 kilometrelik yolu bazen 40 dakikada alıyorsunuz. Sebebi öylesine park edilmiş araçlar, yetersiz yollar, trafiği kilitleyen dolmuş ve otobüsler. Peki bu gecikmede harcadığınız yakıt miktarınız ne oluyor? Tam ikiyle çarpılıyor. Bir günde yüz binlerce araç bu plansızlık ve trafik kaosundan dolayı epey fazla benzin tüketiyor. Sonrasında petrol ithalatımız rekor üstüne rekor kırıyor.

Bir diğer konu da inşaatlarda. Denetim yok, belirli prosedür yok. Cebine parasını koyan inşaat yapıyor. Binaların altında ne bir otopark ne doğru düzgün bir asansör ne de nitelikli bir ısı yalıtımı var. Sonra ne oluyor? Sokaklarda dakikalarca araç yeri aranıyor, trafik oluşuyor. Evler doğru düzgün ısınmadığı için fazladan yakıt tüketimi yapılıyor.

Hem elektrikte hem de doğal gazda ithalat rekorları kırıyoruz. Cari açığımızın en büyük sebeplerinden biri de enerji...
                                                                            ***

İşte bu tabloda kimse kimseyi kandırmasın!
Bu kara tablo göz göre göre gelmiştir.
Saraylarda yapılan ikramları da görünce olan yine vatandaşa olmuştur! 


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

Afrin gidiyor sırada Hatay var beyler!.. - Ahmet TAKAN

Bir gözünüz bugün İdlib'de diğeri döviz kurlarında... En sonda söyleneceği baştan söyleyelim. Türkiye, felç edilmiş durumda!. İktidar temsilcilerinin verdiği görüntüye kanarsanız, Türkiye'de her şey güllük gülistanlık. Tam bir bahar havası hâkim. Bakanlarımız yurt dışına gidip geliyor... Oralardan bakanlar Ankara'ya geliyor.... Havuz medyasının sayfaları bol gülücüklü fotoğraflarla, Türkiye'ye destek mesajları ile dolu... Uluslararası telefon hatları sürekli meşgul çalıyor. Biz arıyoruz onlar arıyor... Diplomasi trafiği baş döndürücü bir hızla devam ediyor!.. Dünya lideri yeni ittifaklar kuruyor!..

Saha?..
Gerçekler bambaşka. Havuz medyasının görüntü ve fotoğraflarıyla taban tabana zıt. Masada, lehimize olan, kazandığımız, veya az bir parça avantajlı duruma geçtiğimiz tek bir husus yok!.. Ha, buna Katar da dahil!.. Katar konusunda, ekonomi koridorlarındaki çalkantıları ve konuşulanları şimdilik kaydıyla bana ayrılan sütuna taşımıyorum...

Ancak bu, son Londra temaslarını da ıskalayacağımız, görmezlikten geleceğimiz manasına da gelmiyor. Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak, Londra'da dünyanın en büyük finans kuruluşlarından 11'inin başkan ve üst düzey yöneticileri ile buluştuğu sırada "Londra'da 15 trilyonluk buluşma" manşetleri atılıyordu havuzda.
Ver coşkuyu ver coşkuyu...
Damat bey döndü geldi Ankara'ya, havuzda Londra temaslarının sonuçlarına dair tek satır yok. Sanki Londra'ya gidilmemiş, o muhteşem (!) görüşmeler hiç yapılmamış!.. Bizimkisi meraklı gazetecilik. Londra'da neler oldu diye İngiltere'de ve Türkiye'de ekonomi ağırlıklı kaynaklarımla kısa bir görüşme trafiği gerçekleştirdim.
Üzülerek belirteyim, sonuç hüsran onların deyimiyle de "fiyasko"...

Londra'daki "büyük buluşma"ya -isimleri bende saklı- Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun bir golf arkadaşı ve Londra bankacılık faaliyetleri olan bir Türk aracılık etmiş. Kaynaklarımın ifadesini aynen aktarıyorum; "Sonuç yok ama bu 2 isim Türkiye'den aracılık faaliyetleri için biraz para tırtıklamışlardır." Bu arada, -isterseniz siz buna piyasa dedikodusu diyin- görüşmelerde Türkiye'den Londra'ya kaçırıldığı ileri sürülen 100 milyar dolar üzerindeki paranın aktarılmasına da "mümkün değil" cevabı verilmiş. Bu parayı kaçıranlar listesinde bazı askeri isimler olduğu iddiasına da hiç inanmak istedim. Londra'daki kaynaklarım, "görüşmeler neden olumsuz sonuçlandı" soruma ise şöyle yanıt verdiler;
"Bakan beyin konuşma tarzı çok ilginçti. Bu tarz, konuşmayı dinleyenleri gülüp geçmekten öte korkuttu. Albayrak'ın konuşması 'dünya gerçeklerinin dışında' olarak değerlendirildi. Öyle bir konuşma yaptı ki, bu gülmeyi geçti, korkuttu. Türkiye gibi önemli bir ülkenin önemli bir makamında oturan adamı gelip öyle şeyler konuşuyor ki, çok korkuttu."

Ankara'daki ekonomi bürokrasisi Londra temaslarını şu çerçevede değerlendiriyor; "Avrupalıların derdi kendi bankaları, verdikleri parayı çevirtmek. Az bir para verebilirler faizleri yükselterek. Örneğin libor artı 2 iken bu libor artı 6 olabilir..." 

                                                                          ***

İflas eden dış politikamızın Suriye ayağında da çok acıklı bir tablo ile karşı karşıyayız. Gözlerimiz bugün Tahran'da İdlib konusunda yapılacak üçlü zirvede. Putin, Ruhani ve Erdoğan'ın zirve ardından bol gülücüklü, şen şakrak fotoğraflar vereceğinden şüpheniz olmasın. Ancak ortada tam manasıyla bir tiyatro döndürülüyor. Bu üç ülkenin hiç birinin hesapları -Suriye ve özelde İdlib- birbiri ile örtüşmüyor. Bunun üstüne bizim artı olarak PKK/YPG sıkıntımızı ekleyin.

Bütün, "İslami" terör gruplarını bizim de rızamızla   Hatay'ımızın sınırında İdlib'e gayet bilinçli olarak sıkıştırdılar. İşlerin bu noktaya geleceği taa başından belliydi. İdlib'de gözlem noktaları kurduk diye iç kamuoyu avutuldu. Tahran'daki zirve öncesinde Rusya havadan Suriye rejimi karadan İdlib'i vurdu. Tüm bunların ABD ile anlaşılarak yapıldığından kimsenin en ufak şüphesi olmasın. Er ya da geç Suriye'nin İdlib'e sürdüğü kara güçlerinin içinde PKK/YPG olduğu da tüm belgeleriyle ortaya çıkacak. Ki, biz bunu aylar öncesinden bu köşeden yazdık durduk!..

"İdlib... İdlib..." derken Suriye'de kendi iç güvenliğimiz için tutunmaya çalıştığımız diğer stratejik noktalarda neler olduğundan haberli misiniz?.. Sanmıyorum!.. Çünkü bir gözünüz İdlib'de diğeri döviz kurlarında... Sahadaki istihbarat ve güvenlik kaynaklarımızdan ulaştığım bilgileri şöyle özetleyebilirim;
Afrin'de kontrolü kaybetmek üzeriyiz. PKK/YPG, ÖSO güçlerine yoğun olarak saldırıyor. TSK kayıp vermemek için Afrin merkezine çekildi. Bu da yetmiyormuş gibi ÖSO güçleri kendi aralarında çarpışmaya başladı. Savaştan kaçan ÖSO'cular duvarlardan atlayıp Türkiye'ye geçmeye çalışıyorlar. Alan hakimiyeti her an YPG'ye geçebilir. Münbiç bildiğiniz gibi. ABD ile Münbiç mutabakatı yine fiyasko ile sonuçlandı. Esad, Rusya, ABD ve YPG ile birlikte hareket ediyor. Bizimkiler, Rusya üzerinden Esad'a etki etmeye uğraşıyor.

Böyle giderse sonuç olarak;
Enerji hattı oluşacak. YPG, ABD'nin bekçisi olarak kalacak. Rusya payını alacak. Biz, kayıplarımızla kalacağız!..

Tefecilerin eline kaldık!..

Daha da acısı ,"İdlib...İdlib.." derken Hatay'dan olacağız... Ya sonrası?..

Uyanın beyler... Uyanın...

Yazmaktan kalemimizde mürekkep kalmadı, anlatmaktan dilimizde tüy bitti!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

ABD'nin Suriye projesi Öcalan'dan! - Arslan BULUT

ABD, Rusya, İran ve Türkiye İdlib konusuna kilitlenmiş durumda. Üstelik ABD hariç diğer üç ülke bugün Tahran'daki zirvede İdlib'i konuşacak. ABD, son raporlara bakılırsa, İdlib'i Suriye'nin parçalanması sonucunda özerk bir devlet olarak tasarlıyordu. Rusya'nın müdahalesi bu projeyi bozdu.
Türkiye ise Dışişleri Bakanı düzeyinde "Suriye, İdlib'i işgal etmek istiyor" diye garip bir açıklama yaptı! Zaten sorun bu bakış açısında değil mi? Bir ülke kendi toprağını teröristlerden temizlemek isterse işgalci mi olur? Öyleyse Türkiye neden kendi şehirlerinden PKK'yı çıkarmaya çalışıyor? Suriye de Rusya'nın yardımıyla aynısını yapmaya çalışıyor işte...

                                                                           ***

İdlib bu kadar önem kazanmışken, ABD derin devletinin unsurlarından bir olan "Uluslararası Kriz grubu", 5 Eylül 2018 tarihinde, yani iki gün önce "Suriye'nin Kuzey Doğusunu Stabilize Etme Anlaşması" başlıklı bir rapor yayınladı.

Bu grup, görevinin, "çatışmaların önlenmesi ve barışın şekillendirilmesi için politika yapıcıların ve diğer kilit çatışma aktörlerinin algılarını ve eylemlerini etkilemek" olduğunu açıklıyor!
Suriye'nin Kuzeydoğusu ise Fırat'ın doğusu denilen ve PKK/PYD'nin ABD desteğinde hâkim olduğu bölge... Raporda özetle şöyle deniliyor:
"Başkan Donald Trump, 2018'in Mart ayında, ABD'nin Kuzeydoğu Suriye'den çekilmesi kararı aldığını açıkladı. Kuzeydoğu Suriye, iç savaş sırasında güvende ama ABD'nin askerini çekmesi durumunda, rakip güçlere yol açılmış olur. Bunlar arasında Türkiye ve Beşar Esad rejimi de var. Bunun yerine, Washington ve Moskova, Suriye ve bölgedeki müttefiklerini, Suriye'nin ademi merkeziyet içinde yönetilmesine dair bir anlaşmaya varmasına yardım etmeli. YPG'ye bu müzakereler için gereken zaman ve imkânlar sağlanmalı... Üstelik, YPG ve Şam bir anlaşmaya varmış olsalar bile Türkiye, hızlı bir ABD çekilmesinden sonra Kuzeydoğu Suriye'yi kapmak için hızlı bir askeri müdahaleye başvurabilir.

YPG/PYD'nin siyasi hedefleri, Abdullah Öcalan'ın Türkiye'de hapsedilmesi sırasında geliştirdiği bir kavram olan 'demokratik konfederalizm' kavramı etrafında şekilleniyor. Demokratik konfederalizm, Türkiye, Irak, İran ve Suriye'nin devlet sınırları içinde Kürtlerin ve diğer dini ve etnik toplulukların haklarını güvence altına alabilecekleri araçları sağladıkları, savunma haklarını ve kapasitesini de içeren yüksek derecede yerel özyönetimin sağlandığı derin bir adem-i merkeziyetçilik biçimi olarak anlaşılmaktadır.

YPG/PYD de bunu savunuyor. Şam'da liderlik, federalizm önerilerini tekrar tekrar reddetti ama özerk yönetimler olabileceğini kabul etti.

Şam ile bir YPG/PYD anlaşması, ABD ve Rusya'nın garantörlüğünde ademi merkeziyete odaklanmalıdır. PYD ise PKK'yı ikna ederek Türkiye'ye yönelik saldırıları durdurmasını isteyebilir. Böylece, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeydoğusuna saldırması riskini azaltabilir."

                                                                          ***

Mehmet Yuva da konuyla ilgili yazısında bir Amerikan istihbarat heyetinin Haziran ayında Şam'a gelerek, Suriye istihbaratı ile görüştüğünü hatırlattı ve şu bilgileri verdi:
"ABD heyeti, askerlerini Fırat'ın Doğusundan ve Suriye-Ürdün sınırındaki El-Tanef askeri üssünden tamamen çekme karşılığında üç talepte bulundu:

İran ve ona tabi milis Kuvvetlerin Suriye'nin Güneyinden tamamen çekilmesi; Suriye hükümetinin Suriye'nin Doğusunda mevcut olan zengin petrol ve doğal gazdan ABD şirketlerinin pay alacağını yazılı bir teminat ile garanti altına alması; ölü veya hayatta kalmış yabancı savaşçılar hakkında teferruatlı bilgi paylaşılması.

Suriye adına orgeneral Ali Memluk, önerilerin tamamını reddetti."

                                                                        ***

Kısacası, hesap Türkiye'nin atacağı adımlara göre yapılıyor. Bu sebeple, Türkiye en kısa sürede Şam ile anlaşmalı ve Fırat'ın doğusuna müdahale etmelidir.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Ilıcak "casus" muymuş!!! - SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Bu yazıyı internet ortamında yazıyor olsaydım, bol miktarda kahkaha emojisi koyardım başlığın hemen yanına!
                               ***

Nazlı Ilıcak için "yalan yazdı" diyebilirsiniz, "iftira attı" diyebilirsiniz, "halkı kin ve düşmanlığa sevk etti" diyebilirsiniz, "provokasyon yaptı" diyebilirsiniz, "vicdansız", "insafsız", "gözünü kin, hırs bürümüş" diyebilirsiniz, o adi, aşağılık, rezil kumpasa çanak tuttu, "suçu ve suçluları övdü" diyebilir ve buradan bir "ortaklık" durumu da çıkarabilirsiniz...
Ama...
"Askeri ve siyasi casus" diyebilir misiniz; işte ondan hiç emin değilim.
Vatan-millet sevdasına, sadakatine kefil olduğumdan değil; "casus" olabilmek için gerekli asgari "nitelikleri" taşımadığı aşikar olduğundan!
Kişinin "gizli bir hedef"e -bile isteye- hizmet edebilmesi için en azından onu "gizli tutabilmeyi" becerebilmesi gerekir mesela!
Yoksa bilmeden hizmet etmiştir ama ona "casusluk" değil "maşalık" yani kullanılmış olmak deniyor bildiğim kadarıyla.
Eh, bu tip örgütlerin kullandığı her "maşa" da böyle "müebbet"le cezalandırılacak olsa aldatıldıkları, kandırıldıkları için bunu yapmış olanlar dahil medya ve siyaset mahallelerinde adam kalmaz valla!
                                                                          ***
Uzatmayalım...
Elbette benim emin olup olmamamın hiçbir hükmü yok; zira, 15 Temmuz darbesine karıştığı iddiasıyla ağırlaştırılmış ömür boyu hapse çarptırılan Ilıcak'ın şimdi de yargılandığı Taşhiye davasında, "askeri ve siyasi casusluk" suçundan müebbet hapsi istendi!

                                                                         ***
Ilıcak'ın;
Merhum Ali Tatar için yazdıklarını... Merhum Kuddusi Okkır için yazdıklarını...
Kâşif Kozinoğlu'ndan Murat Özenalp'e, İlhan Selçuk'tan Türkân Saylan'a, Fatih Hilmioğlu'ndan Abdülkerim Kırca'ya kadar yüzlerce "insan" sadece vicdanın değil aklın da sınırlarını zorlayan bir zulüm altında inlerken, kaleminin nasıl "oh" çektiğini unutamam...
O milyonlarca suni, sahte, üretilmiş belgeden oluşan dosyalardan cımbızladığı cümleleri nasıl çarpıttığını, nasıl gerçekle hiç ilgisi olmayan senaryolar yazıp toplumun kafasını bulandırmaya çalıştığını, bildiğiniz "gayrinizami harp(!)" komutanlığına soyunduğunu unutamam...
Bizi nasıl hedef gösterdiğini unutamam...
Acı hatıraları taze bunca "operasyon"dan sonra Ilıcak'ın akıbetini "ilahi adalet" sayıp, "oh" çekme sırasına geçeceğimi sanırdım;
Tıpkı onu polislerin arasında emniyete götürülürken gördüğüm o ilk gün gibi bugün de yapamadım, "oh" diyemedim.
Aklımın bir köşesinde bugünler için sakladığım botoks espri vardı; yapamadım, o kadar insanlıktan çıkamadım.
Bazen "misliyle karşılık vermek" olmuyor çünkü "adaletin tecellisinin" karşılığı!

                                                                         ***

Adaletin tecelli edebilmesi için her şeyden önce Ilıcak'ın "adil yargılandığına" dair kimsenin kafasında, en ufak bir soru işareti kalmamış olmalı;
Öyle mi peki?
Misal...
Aynı davada, aynı suçtan yargılandığı Mehmet Altan salıverilirken, onun cezaevinde bırakılmasını kimse sorgulamadı mı?
                                                                          ***

Dün, 'yanlış mı hatırlıyorum' diye Ilıcak için "müebbet" istenmesine sebep yazıyı ve yazıdaki "gizli belge"yi yeniden okudum.
Yeniden okudum.
Yeniden okudum.
Düşüncem değişmedi;
"Casus" değil de daha ziyade "çantacı" filan deniyor bu işleri yapanlara bizim meslekte...
Elimde delilim yok şudur, budur diyemem ama ortalıkta hâlâ hissedilen zeka, akıl, algı düzeyleriyle asla ve kata ulaşamayacakları ortada olan bilgileri "servis" yoluyla yazdığı açık olan o kadar çok "gazeteci" kılıklı eleman var ki...
Hepsini "müebbet"le mi yargılayacaksınız yani?
Ilıcak, zinhar sütten çıkmış ak kaşık değildir... Mevzu bahis dönemin medyadaki en lekeli isimlerindendir... Müsebbibi olduğu fenalıkların bedeli de elbet hukuk nezdinde ödetilmelidir... Ama, yarın bugünlerin de "lekeli" ilan edilmemesi için bu bedel ödetilirken kullanılan yegane ölçü "evrensel hukuk kuralları" ve "adalet" duygusu olmalıdır.
Yapılan buysa mesele yok...
Ve fakat değilse buyurun "kıyamet günü"nü düşünmeye!

                                                                          ***
Keşke olsaydı...
MHP'nin af talebiyle ilgili konuşan Adalet Bakanı  "Cumhurbaşkanımızın söyledikleri belli, onun üzerine söyleyecek bir şeyimiz yok" diyor.
Kişi ve konudan bağımsız tamamen ilkesel bir eleştiriden hareketle soruyorum:
Her konuda "Cumhurbaşkanımızın söyledikleri üzerine söyleyecek bir şey olmayacak" ise, o zaman başta bakanlıklar olmak üzere onca kurum niye var ki?
Özellikle de mevzu Adalet Bakanı'nın çalışma alanı olduğunda "herkesin sözünün üzerine söz söyleyebilecek bağımsızlıkta" bir mekanizmanın işlemesi gerekmez mi?
Her şey bir yana Cumhurbaşkanımızın, "sözünün üzerine söz söylemekten" çekinmeyecek, onu yoğun temposunda takip etmesine, derinlemesine incelemesine imkan olmayan yığınla konuda aydınlatacak, bilgilendirecek, zaman zaman ikazlarda bulunacak kimselere ihtiyacı yok mudur?


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

‘Taş devri’ne hoş geldiniz - AYŞE YILDIRIM

“Nereye gidiyoruz? Tuvalet kâğıdı: 58.90” yazıyordu bir sosyal medya kullanıcısı yaptığı paylaşımda. 

“Hadi canım” dedim. “Ne zaman yükseldi bu kadar. Kesin zamlarla dalga geçiyordur.” 
Ama ‘araştırmacı’ gazeteciliğime yenik düşüp Google’da küçük bir tarama yapmaktan kendimi alıkoyamadım. 

Ne yazık ki gördüğüm rakamlar o paylaşımı doğruluyordu. Bildiğim markalar, bilmediğim markalar… Fiyatları üç aşağı beş yukarı aynıydı. 

Hatta öyle ki bazı alışveriş siteleri fiyatı 80 liralardan açıyordu. Sonra indirim üzerine indirim yapıp 40 küsurlara getiriyordu. 

Üç beş gün arayla fiyatları yukarı doğru seyreden her şey gibi tuvalet kâğıtları da yukarı doğru gidiyordu. Bir arkadaşıma söyleyince hiç de şaşırmadı. Daha 10 gün önce aldığı tuvalet kâğıdına bugün 2 liradan fazla zam yapıldığını söyledi. 

“Bu gidişle her seferinde tek yaprak kullanacağız sanırım” dedi. 


Çok boktan bir durum değil mi? 


Hayır aslında hiç değil. 

Günlerdir hâlâ konuşabilen ve yazabilen ekonomi uzmanları sesini duyurmaya çalışıyor: “Henüz krizin tam olarak içine girmedik. Çok daha derin bir kriz geliyor.”İşte o derin kriz böyle yavaş yavaş, meşhur deyimle iğneden ipliğe yapılan zamlarla geliyor. 

Limonu, soğanı, patatesi konuşuyoruz ya işte onların son noktası olan tuvalet kâğıtları da bundan nasibini alıyor. 

Sonuçta o da kâğıttan üretiliyor. Üstelik hammaddesi selüloz da ithal ediliyor. Ambalajı, nakliyesi derken her şeye gelen zam zaten kullanımı düşük olan temizlik yani tuvalet kâğıtlarının fiyatlarını da uçuruveriyor. 

Tıpkı yıllardır ayakta durmaya çalışan ama buna rağmen gazetecilik yapmakta direnen üç beş gazetede olduğu gibi. (Malumunuz gazeteler de kâğıda basılıyor. Üstelik tuvalet kâğıtlarından daha kaliteli olduğu için daha pahalılar.) 

Dün Evrensel’in Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, iktidarın kontrolünde olmayan basın kurumlarının içinde bulundukları kâbusu aşmak için nasıl çabaladıklarını anlatıyordu. 

Küçülen mizah dergileri, sayfa azaltan ve zam yapan gazeteler ve bu gidişle hiç basılamayacak olan gazeteler.. İşsiz kalacak emekçiler.. Sonuçta gerçeklerden habersiz kalacak insanlar.. 

Polat, “İktidar ilişkilerinin her gün yeniden üretildiği haber ve iletişim mecralarına mahkûm edilmek istemeyenlerin, kendi seslerine, sözlerine alan açan basın kurumlarına sahip çıkmaları son derece hayati bir ihtiyaç” diyordu. 

Polat’ın ve diğer üç beş gazetenin benzer çağrıları karşılık bulur mu? İnsanlar bu krizde gazeteler için de bir bütçe ayırabilir mi? 

Aksi halde muktedirin istediği olacak. Susturamadığı o birkaç gazete de kendiliğinden susacak.
 
Ve sonuçta o arkadaşın ‘Nereye gidiyoruz’ sorusunun yanıtı da ortaya çıkacak. 
Taş devrine doğru gidiyoruz büyük bir hızla. 
Tuvalet kâğıdı alınamadığı için taşa silinilecek. 
Basılacak kâğıt alınamadığı için taşa yazılacak. 
Ama taş bulursanız tabii. Malum her yer beton. 
Düğünlerde gelin ve damada protesto edilen dolar yerine tuvalet kâğıdı bile takılabilir. 
Bu manzaralar uzak değil. 

‘Yeni Türkiye’ dedikleri ‘Taş Devri’ymiş meğer.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Gemi’de adil yargı var mı? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

AB reformlarına geri dönme söylem ve eylemleri ile adli yıl açılışı söylem ve eylemleri arasında zamanlama yönünde örtüşme var. Konu bakımından da örtüşme açık: her ikisinde de kilit kavram, “hukuk”.
Önce, haftanın söylemlerinden seçmeler:
Dört bakan, AB yılı diyor,
HSK başkan vekili kıyamet diyor,
Yargıtay Başkanı, A. Brunson’a adalet var diyor.
Külliye tayfası, Türkiye için “gemi” diyor.
Ama kimse, hukuktan ve hukuka dönüşten söz etmiyor.

AB reform eylem grubu
Avrupa Birliği (AB) ile atılım sürecini ileriye taşımak amacıyla kurulan Reform Eylem Grubu üç yıl aradan sonra ilk kez toplandı. Amaç, ilişkileri canlandıracak yol haritasını belirlemek.

Bu adım, Kopenhag Kriterleri’ni hatırlattı. Aday Türkiye, müzakere sürecine başlamak için şu dört gerekliliğe olumlu yanıt vermek için 2000’li yılların başında hayli çaba gösterdi:
Hukuk devletinin gerekleri, insan haklarına saygı, demokratik mekanizmaların işletilmesi, azınlık haklarına saygı ve işleyen bir Pazar ekonomisi.
Ne var ki, ilerleyen yıllarda, kendilerinin Ankara kriterleri adını verdiği uygulamalar öne çıktı ve Türkiye, hukuk zemininden hızla uzaklaştırıldı.

Kıyamet gününü düşünmek
HSK Başkanvekili M. Yılmaz, ‘Adli Yıl’ açılışı için yayınlandığı mesajda şu ifadeleri kullandı: “Unutma; kıyamet günü Allah’ın gölgesinde önce şu kimseler yer alacaktır; hak kendisine sunulduğunda hakkı kabul edenler, kendilerinden istenildiğinde cömertçe harcayanlar ve insanlar arasında hükmettiklerinde kendilerini onların yerine koyup tarafsız hüküm verenler.”(3.9.18).
Önceki TBMM Başkanı İ. Kahraman da, ”laiklik anayasada olmamalıdır” sözleriyle dindar anayasa talebinde bulunmuştu (26 Nisan 2016).
Ben de, dönemin başbakanı huzurunda, “Yaptırımı öbür dünyaya havale etmeyen imam” ihtiyacını dillendirmiştim (İnsan Hakları Danışma Kurulu, 14.7.2003).

Nereden nereye?

Bugün, tam tersine, yargıçların adaleti öbür dünya verilerine göre tecelli ettirmelerini isteyen kişi, üst örgütlerinin başı.

Hukuka saygı duyun!
Hukuka çağrı, adli yılın açılışı vesilesiyle Yargıtay Başkanı Cirit tarafından yapıldı (3.9.18). Kime? Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığını öngören madde 11’in muhatapları olarak, “yasama, yürütme ve yargı organları”na değil, ABD yönetimine.

“Türkiye’de yargı bağımsız” dediği sırada, Külliye’ye otobüsle taşınan mensuplarına da sesleniyordu. Acaba onlar ne ölçüde bağımsızdı? Bu hak, adli yılı açış gününde bile kendilerine tanınmamıştı.

28 Şubat’ta, yargıçların resmi toplantılara çağrılmasını yirmi yıldır “darbe suçlaması” ile eleştirenler, şimdi, “biz daha iyisini beceririz” diyebiliyor; ama, 28 Şubat’a da darbe demeye devam ediyor.

Öte yandan, OHAL KHK yoluyla “yargısız infaz”a tabi tutulan yüzbini aşkın yurttaş, yargıya erişim hakkından bile yoksun.

Anayasa gemisi ne oldu?
Rahip Brunson vak’ası nedeniyle Trump yönetimi ile Erdoğan yönetimi arasında patlak veren kriz, “iktisadi sefaleti” günışığına çıkardı. Külliye çömezleri, bunu örtbas etmek için, “gemi metaforu”nu yeniden piyasaya sürdüler. Piyasa ekonomisi kurallarına meydan okuyanlar, propaganda piyasasında hayli mahir.

Anayasal düzeni de “gemi metaforu” ile yıktılar.

Çift kanatlı yapısı gerekçe gösterilerek parlamenter rejime son vermek için gemi kaptanı benzetmesi yapıldı.

Devlet yönetimini gemiye benzetenler, şimdi de ülkeyi gemiye benzetmeye başladı.

Türkiye gemi değil
“Tek kaptanlı gemi” ile Devlet’in yönetilemeyeceği ayyuka çıkınca, şimdi “aynı gemideyiz” nakaratı yeniden nüksetti. Bu kez, “Türkiye gemi” oldu; yani eğreti, her an bir kayaya çarparak dağılabilecek veya batabilecek bir gemi.

Aslında hukuken doğru: Türkiye Cumhuriyeti, hukuk devleti tanımında olduğu gibi, artık “hukuk kuralları bütünü” değil.
İktisaden doğru: çünkü, bu yazının yazılma anı ile okunma anı arasındaki zaman diliminde ne kadar fakirleşeceğimiz meçhul.

Toplumu ikiye ayıranlar; hukuku yok edenler; piyasa ekonomisi kuralları yerine kişisel meydan okumaları öne çıkarmada ülke adına sakınca görmüyor.
“Türkiye ülkesi” gemiye benzetilecek derecede tehlikeye atanlar; ama yurtseverleri de gemiye doldurma pişkinliğini elden bırakmıyor.

Ya adil yargı?
Avrupa görüntüsü ile halka moral aşılmaya çalışan Ankara, Türkiye gerçeğini her gün sergiliyor. Adli yılı açış vesilesiyle tanık olunan söylem ve eylemler bunun kanıtı.

Mahkeme kapılarına vurulan “kilitler”, tıka basa dolu hapishaneler, ülke genelinde yaygın adil yargılanma hakkı ihlalleri, keyfi gözaltı ve tutuklanmalar, (…); bunlar yerine, toprak altına-deniz ötesine, Avrupa’ya bakışlar öne çıkıyor…

Yurtseverler, “demokratik hukuk devleti”nin temel harcının “adil yargılanma hakkı” olduğunu çok iyi biliyor. “Gemi kaçakları”na, hukuk devletinin sadece Türkiye’yi değil, bölge devletlerini de kurtarabileceğini onlara anlatmak, insan hakları savunucusu demokratların görevi.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

En kral muhabir - NAZIM ALPMAN

Balkanların şirin ülkesi Arnavutluk 1997’de referanduma gitti. Arnavutlar yeniden monarşiye mi dönelim, yoksa demokrasiyle mi idare edilelim arasında seçim yaptılar. Yüzde 66’lık bir çoğunlukla “demokrasi” dediler.

Bu referandum öncesi Arnavutluk’un sürgündeki Kralı Leka Zogo 58 yıl sonra ülkesine döndü. Yüzde 34’lük de bir desteğe sahip olduğunu gördü, mutlu oldu ama artık kral mral istemiyordu Arnavutlar.

Arnavutluk Türkiye ile yakın ilişkiler içinde oldu. Eski bir Osmanlı sancağı olması nedeniyle bu yakınlığın kökleri vardı.

1912’deki Balkan Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeydi.  1921 Paris Barış Konferansı’ya Osmanlı’dan koptu. 1925’de Cumhuriyet idaresine geçti. Geçmesine geçti ama darbeler, suikastlar gırla gidiyordu.
Genç Türkiye Cumhuriyeti o yıllarda eski vilayetiyle pek ilgilenmiyor, Arnavutluk’a ilişkin haberler bölünmüş ailelerin bireyleri sayesinde Türkiye’ye gelebiliyordu.

1 Eylül 1928’de Arnavutluk’ta bir darbe daha yapıldı, Cumhuriyet feshedilip, monarşiye geçildi ülke bir Kral yönetimine emanet edildi.

O tarihlerde Vakit gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hakkı Tarık Us, gazetenin yazı işleri müdürü olan kardeşi Asım Beyi çağırıyor:
-Vaktiyle İstanbul’da hukuk mektebinde okuyan bir Arnavut çocuğu vardı. Mezun olup memleketine dönerken eline bir muhabir kartı vermiştik. Ondan haber geliyor mu?

Asım Bey, ilk yıllarda bir iki haber geçtiğini söylüyor. Ama son yıllarda hiç sesi soluğu çıkmadığını anlatıyor. Hakkı Tarık sinirleniyor, oturup kendisi sert dilli bir metin yazarak Vakit gazetesinin Arnavutluk muhabirini haşlıyor:
“Eğer gazeteciliğe devam etmek istiyorsan, sana verdiğimiz gazeteci kimliğinin de hakkını vermelisin. Senin ülkende Cumhuriyet yıkılıyor, yerine krallık ilan ediliyor. Senden ne bir ses ne de bir nefes bile gelmiyor. Söyler misin, böylesi gelişmeleri haberleştirip bize yollamazsan ne zaman ve neyi haber yapacaksın?”

Telgraf Arnavutluk muhabirlerinin eline geçiyor, anında da geri bildirimle muhabir kısaca ülkesinin ve kendisinin hali pür melalini bildiren bir telgraf yolluyor:
“Duyduğunuz haberler doğrudur. Arnavutluk Cumhuriyeti lav edildi, Yerine krallık kuruldu. Kral ben oldum!
Tafsilatlı (ayrıntılı) mektup postada…
Saygılar.
Muhabiriniz Ahmet Zogo”

1997’de 58 yıllık sürgünden ülkesine dönen Leka Zogo, Vakit muhabiri Ahmet Zogo’nun 1939’da İtalya’da sürgünde doğan oğlundan başkası değildi.
Eski yıllarda Türkiye’de “basın kralları” yoktu. Sahici krallar bile ancak    “muhabir” kadrosundan istihdam edilebiliyordu!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Kar yağarken 'it' gibi titreyen süper kahraman olur mu?- SERDAL BAHÇE / SOL

Bu yazıda ekonomi, tarih ve toplumdan biraz uzaklaşalım. Fantazya da en az politika kadar önemlidir. Aslında fantazya alternatif bir geleceğe veya alternatif bir ana açılan politikadır. Sırf bu nedenle sosyalistlerin fantazyayı en az politika kadar önemsemesi gerekir.

Ünlü Esquire dergisi 1965 yılında ABD’nde çeşitli kolejlerde öğrenciler arasında bir anket yaptı ve bu anketin sonuçlarını Eylül ayı sayısında bir sayfada yayınladı. Öğrencilere önemli saydıkları tarihsel ve toplumsal figürler soruldu. Amerikan üniversiteleri hızla 1968 atmosferine doğru yönelmişti ve özellikle radikal öğrenciler Kennedy döneminde başlayan Güney Vietnam’a Amerikan emperyalizminin müdahalesinden oldukça rahatsızdı.  Anket sonuçlarına göre dergi 28 isim belirledi. Sonuçlar çok ilginçti; 28 kişinin içinde Lenin, Bob Dylan, Castro, Malcolm X gibi kanlı canlı isimlerin yanında iki tane de hayali kahraman vardı; Örümcek Adam (Spiderman) ve Hulk. Her ikisi de bugün dünya çizgi roman ve animasyon endüstrisinde küresel bir oligopole dönüşen Marvel şirketinin yarattığı kahramanlardı. Kolej öğrencileri anlaşılan her ikisinde de bir tür karşı çıkış ve devrimci bir nüve görmüşlerdi.


Örümcek Adamı çok uzun yıllar okuyucuyla buluşturan Amazing Spiderman çizgi roman dergisinin bir sayısını hatırlarım. Hikayenin başlangıç sahifesinde New York’a yoğun bir şekilde kar yağmaktadır. Üstelik hava da çok soğuktur. Caddelerde yürüyen New Yorkluları izleyen ve sadece ince bir kostümün sarıp sarmaladığı Örümcek Adam, bir duvara tutunmuş halde, bizim sokak jargonuyla it gibi titremektedir. Kaşkol takma, palto giyinme gibi bir lüksü yoktur; öyle ya iki üç kat giyinen süper kahraman olur mu? Titrerken aslında sokakları koruyan bir süper kahraman olmanın ne kadar zor olduğunu düşünmekte ve Fantastik Dörtlü ya da Demir Adam türünden sokaktaki küçük insanın kaderiyle ilgilenmeyen kalantor süper kahramanların o anda ne yaptıklarını merak etmektedir. Tahminen uğruna bolca para harcadıkları yüksek teknoloji donanımlı sığınaklarında sokaktaki küçük insan için dertlenmek yerine arada bir dünyayı hedefleyen kozmik tehlikeleri beklemektedirler. Onlar en azından birkaç sıklet yukarıdaki süper kahramanlar olarak küçük adamın sorunlarını küçük kahramanlara havale etmişlerdir. Örümcek Adam mı? İt gibi titremektedir.

Peter Parker anne ve babasını çok küçükken kaybetti ve Ben Amcası ve May Halası ile birlikte yaşadı. Ben Amca bildiğimiz işçi sınıfının sıradan ancak namuslu bir üyesiydi. May Hala ise ev kadını idi. Zar zor geçinen ve içinde yaşadıkları evi bile uzun vadeli kredi ile alan bir haneydi Örümcek Adam’ın içinde yaşadığı…Peter ne yakışıklı ne de bol paralıydı, ancak çok zekiydi. Zeki ve çalışkan bir lise öğrencisinin vahşi Amerikan lise sisteminde başına gelen onun başına da geldi ve “inek” olarak damgalandı ve kas gücü veya ekonomik gücü daha gelişkin, ancak kesinlikle zekâ seviyeleri daha geri türdeşleri tarafından sürekli aşağılandı. Gelişmiş araştırmalar yapan bir laboratuvara yapılan sınıf gezisi Parker’ın hayatını kökten değiştirdi; radyoaktif bir örümcek tarafından ısırıldı ve birden bir örümceğin hislerini ve yeteneklerini kazandı (süper kahraman olmanın raconu radyoaktiviteden geçiyordu ya). Ayrıca hayal bile edemeyeceği bir güce kavuştu.  Böylece kimliğini gizleyen her kahraman gibi ikili bir yaşama başlamış oldu. Ancak Parker her ikisinde de biribiriyle ilgili derin ve trajik sorunlar yaşadı. Örneğin onun Örümcek Adam kimliğinin hatasından dolayı Ben Amca cinayete kurban gitti, ve böylece aile çok zor zamanlar geçirmeye başladı. Borçla aldıkları evi kaybettiler. Bu arada Örümcek Adam diğer kalantor süper kahramanların aksine takdirle karşılanmadı, paraya ve şöhrete boğulmadı. Büyük medya patronlarından birinin hışmını üzerine çekti ve onun gazetesinde Örümcek Adam sürekli olarak maskeli bir kötü olarak resmedildi. Böylece büyük sermayeye karşı Örümcek Adam, küçük insanın dostu ve mahallemizin kahramanı Örümcek Adam ortaya çıktı. Polis bile, kendisine yardım ettiği halde, Örümcek Adamı her gördüğünde “alın bunu, alın bunu” moduna giriyordu. Maddi sıkıntılar altında üniversiteye başlayan ve elde ettiği burs sadece harcını karşılamaya yeten Peter serbest fotoğrafçılığa başladı. İkinci kimliği sokaktaki suçlular ve gücünün yettiği ufak tefek süper kötülerle mücadele ederken birinci kimlik onun fotoğraflarını çekti. Feleğin işi olacak, bu fotoğrafları Örümcek Adam’ı sürekli kötüleyen gazete patronuna satmaya başladı. Böylece birinci kimlik ikincisini sermaye haline getirdi.  O küçük insanı ve mahallesini korurken verdiği görüntüleri kendisini kötülesin diye gazeteye vermeye başladı. Çok kötü bir apartman dairesinde yaşıyordu; diğer kalantor süperlerin sahip olduğu hiçbir ayrıcalığa sahip değildi. Meşhur ağını bile evde kendi kendine üretiyordu. Tek bir kostümü vardı, o da harap olduğunda kafasına kese kağıdı geçirerek süper kahramanlığa atılıyordu. Sırf bu maddi olanaksızlıklardan üniversite eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Okuduğu bölümde geçici asistanlık yaptı ancak akademisyenlik dünyanın en zengin kapitalist ülkesinde sadece ensesi kalınların çocukları için rezerve edilmiş bir meslekti. Şaşırdınız mı? Quid rides de te fabula narratur (Neden gülüyorsun, anlatılan senin hikayendir, Horace).

Yukarıda bahsedilen nedenlerden olacak, Esquire’a cevaben Örümcek Adam’ın adını zikreden bir öğrenci neden sorusuna “çünkü yoksul, itilip kakılıyor, yani bize benziyor” cevabını vermiştir. Doğru; kalantor süper kahramanlara zerre kadar benzemiyordu. Örneğin Demir Adam gibi uçamıyordu, onunkisi kadar kostümü de yoktu. Onun servetinin yanına bile yaklaşamazdı. Kaptan Amerika gibi bir prestiji de yoktu çünkü Amerikan emperyalizminin küresel oyununa katılmak için pek güçsüzdü. Sahip oldukları genetik mutasyonlar yüzünden toplumdan dışlananların oluşturduğu X Menler gibi kolektif yaşamın güvenli kollarında da yaşamıyordu. Tek başınaydı. Uçamıyordu, yüksek binalara ağ atmak zorundaydı. Bu nedenle sadece ve sadece New York’un süper kahramanı olmak zorundaydı. Çünkü yaşadığı yer Manhattan yüksek gökdelenler konusunda oldukça eli açıktı ancak bu türden yüksek yapılar örneğin kırsalda bulunmuyordu. Bu nedenle Örümcek Adam kentli ve kente bağımlı bir süper kahraman olarak kaldı (AKPli belediyelerin yüksek gayretiyle gökdelen cennetine dönüştürülen İstanbul ve Ankara’nın bazı bölgeleri bu anlamda yeni Örümcek Adamlar için uygun ortamlardır. Örneğin, Çorum, Çankırı veya Bilecik olmasa bile, İstanbul’un Anadolu Yakası veya Ankara’nın Eskişehir yolu girişi yeni Örümcek Adamları çağırmaktadır. Ancak buralarda arabalar tarafından ezilme riski Manhattan’dan biraz daha yüksektir).
Kavga ederken bile espri yapabilen sevimli süper kahramanımız böyle bir kahramandı işte. Geçmiş zaman kipiyle yazmamın bir nedeni var tabi ki. Küresel bir dev haline gelen Marvel Örümcek Adam’ı Amazing Spiderman’ın 700. Sayısında en büyük düşmanlarından birine öldürtüverdi. 

Böylece büyük sermaye Örümcek Adam’dan kurtulduğunu sandı. Ancak Sir Arthur Conan Doyle nasıl öldürdüğü Sherlock Holmes’u okuyucu tepkileri dolayısıyla diriltmek zorunda kaldıysa Marvel de okuyucudan gelen tepkiden dolayı Örümcek Adam’ı, diriltmek zorunda kaldı. Ancak onu hem çizgi roman hem de film dünyasında sulandırarak hayata döndürdü. Yeni haliyle Örümcek Adam yüksek sıklette bulunan ve dünyevi düşmanlar yerine kozmik düşmanlarla kavga eden süper kahramanların getir götür işlerini yapan çocuk gibidir.  Hatta çizgi film serilerinde aslında onu avlamaya çalışan devletin gizli örgütleriyle birlikte çalışmaktadır. 

Böyle diriltileceğine ölü olarak kalsa belki daha iyi olurdu. Mahallemizin süper kahramanına dokunmayın.

Serdal Bahçe / SOL

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...