Kübalı sanatçıdan sanat piyasasına eleştiri: Zootheby’s - Nükhet Akgün Bordignon

Torino'da düzenlenen sanat fuarına katılan Kübalı sanatçı Reynerio Tamayo’ya göre bir sanatçı hayatta kalabilmek, eserlerinin masraflarını çıkarabilmek adına tüm dünyayı, insanları, sanat piyasasını ve hatta kendini bile kandırabilir ancak sanatın kendisini asla kandıramaz. Bu nedenle de Zootheby’s sergisini sanat piyasasının tükenmiş dünyasına bir eleştiri olarak tanımlıyor. Tamayo şöyle diyor: 'Sanat piyasası için çalışmıyorum ve o mekanizmanın bir parçası değilim. Bu nedenle de sanatım fazlasıyla özgür ve herhangi bir şarta bağlı değil'.


Kasım ayında İtalya'nın Torino kentinde, terkedilmiş bir hastane olan Regina Maria Adelaide’de The Others isimli, farklı ülkelerden birçok sanatçının katıldığı bir sergi düzenlendi. Her yıl farklı bir konsept üzerinden sergi oluşturan ve bağımsız bir sanat fuarı olarak da tanımlanabilecek olan proje, bu yılki amacını modern sanattaki yeni trendleri tanıtmak ve bu alanda eserler sunan sanatçılara yer vermek olarak belirtti. Fransa, Almanya, Fas, Belçika ve Rusya olmak üzere farklı ülkelerden birçok sanatçının eserleriyle birlikte misafir edildiği sanat fuarında Kübalı sanatçı Reynerio Tamayo da Zootheby’s isimli sergisiyle yer aldı. 

Küba’nın Niquero şehrinde, 15 Ekim 1968 yılında doğan Reynerio Tamayo, ülkesinin başarılı gerçekçi ressamlarından bir tanesi. Eserlerinde tüm tarzları aşarak, resim ve heykel sanatlarındaki politikaları komik ve sivri bir dille ele alan sanatçı, 1996 yılından beri 20’den fazla şahsi sergi açmakla beraber birçok grup sergisine de katılmış. Zootheby’s isimli sergisiyle sanat ve sanat piyasası ilişkisini irdeleyen Tamayo, sanatın bir spor müsabakasına ya da bir maratona dönüşemeyeceğini, yaratım sürecinin ticari nedenlerle şekillenen kurallar ve amaçlarla şekillenmemesi gerektiğini düşünüyor. Tamayo’ya göre bir sanatçı hayatta kalabilmek, eserlerinin olası masraflarını çıkarabilmek adına tüm dünyayı, insanları, sanat piyasasını ve hatta kendini bile kandırabilir ancak sanatın kendisini asla kandıramaz. Bu nedenle de Zootheby’s sergisini sanat piyasasının tükenmiş dünyasına bir eleştiri olarak tanımlıyor. Sanatçıların yaratım sürecinin tadını çıkartmaları ve kendilerine sadık kalmaları gerektiğini belirten ressam sanat piyasasının gerçekliğini de reddetmediğini belirtiyor.

Sanat piyasasıyla ilgili kaygılarını 2016 yılında Havana’daki Villa Manuela Galerisi’nde gerçekleşen sergisinde ilk kez ortaya koyan sanatçı, uluslararası sanat piyasasının en önemli sembollerinden biri olan Sotheby’s Müzayede Evi’nin ismini sanat piyasasının değerleriyle büyülenen insan faunasına dönüştürerek Zootheby’s olarak değiştiriyor. Sergisine bu ismi veren Tamayo aslında en başından beri parodik niyetini de belli etmiş oluyor.

İtalya’ya The Others sanat fuarı için gelen sanatçı ile Zootheby’s sergisi ile ilgili olarak kısa bir söyleşi gerçekleştirme fırsatı yakaladık.

Öncelikle söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. 2016 yılında Havana’da gerçekleştirdiğiniz kişisel serginiz ile beraber Zootheby’s sergisinin fikir olarak doğuşu gerçekleşiyor. Bize bu süreci daha detaylı anlatır mısınız?
_________________________________________________________________
Aslında projenin fikri her zaman tartışılmış olan sanat ve para çelişkisinden doğdu. Sanat genel olarak sanatçının izleyici ile kurduğu bağ ve ifade ettiği şeyler aracılığıyla manevi bir olgu olarak tanımlanır. Ancak sanatçı çalışmalarını bitirir bitirmez başka bir süreç başlar. O da "satış"tır. Elbette ben bu durumun tam içinde bulunmuyorum. Çünkü ben piyasa ile herhangi bir kaygımın olamayacağı bir yerde yaşıyorum. Sanat piyasası için çalışmıyorum ve o mekanizmanın bir parçası değilim. Bu nedenle de sanatım fazlasıyla özgür ve herhangi bir şarta bağlı değil. Haliyle olabildiğince dürüst. Piyasa ve sanat ilişkisi hep polemik konusu olmuştur, aşk ve nefret ilişkisine benzer. Sanat piyasası, pazarı elbette önemlidir. Çünkü sanatçının evine ve ailesine ekmek getirmesini sağlar.

'KOLEKSİYONCULARIN BAŞROLDE OLDUĞU BİR İRONİ, ZOOTHEBY’S'
Ancak müzayede sistemi bambaşka bir konu ve fazlasıyla güçlü bir sistemi temsil ediyor. Sanat eserlerinin hayal edilemeyecek fiyatlara satıldığı, neredeyse başka bir gezegene ait gibi duran bir sistem müzayede. İşte bütün bu sebepler koleksiyoncuların başrolde olduğu bir hikaye anlatma ihtiyacı doğurdu içimde. Genelde eserlerin baş kahramanı sanatçının kendisidir ya da tablolardaki karakterlerdir. Her ne kadar fazlasıyla önemli olsalar da koleksiyoncular asla başrolde bulunmazlar. Koleksiyoncular önemlidir çünkü onlar olmadan sanatçılar yaşayamaz. Eserlerimizi, tablolarımızı alanlar koleksiyonculardır. Zootheby’s projesi de bu gerçeğin etkisiyle doğdu. Zootheby’s ismi İngiltere’deki ünlü müzayede evi Sotheby’s’dan geliyor. Eğlenceli bir isim ama elbette amaç kimseyle dalga geçmek değil. Birçok filmde, eleştiri yayınlarında ve belgesellerde ele alınmış olan sanat piyasasının sanat üzerindeki etkisi gibi karmaşık bir konu hakkında ironi yapmak istedim. Aslında her zaman var olmuş ve var olacak bir konu bu ve ben de bu konuyla ilgili konuşmaya hep devam edeceğim.

Peki sanat ve elitler arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
_________________________________________________________________
Sanat ve elitler arasındaki ilişki her zaman var olmuştur. Sanatın kıymetli bir obje olarak görülmesinin burada İtalya’da, Floransa’daki Medici ailesi ile başladığını hatırlamak gerekir. Dönemin güçlü şehir devletlerinin elitlerini meydana getiren burjuvazi, ekonomik olarak güçlenmeye başladığında sanat eseri üzerinden ticaret yapmaya başlamıştır. O zamanlardan itibaren elitler sanat piyasası üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Elitlerin her zaman sanat eserleri satın alacak, koleksiyon yapacak ve hatta sanat trendlerini belirleyecek gücü vardır. Sen bir sanatçı olarak bunu ya kabul edersin ya da etmezsin. Ya elinden geldiği kadar özgün bir iş yapmaya çalışırsın ya da elitlerin zevkine hitap edecek eserler ortaya çıkarırsın. Aslında bu durum beni şahsi olarak pek ilgilendirmiyor. Ben elimden geldiği kadar hem kendime karşı hem de işimde dürüst olmaya çalışıyorum ve ürettiklerimi sanatseverlerle buluşturuyorum. Küba’da yaşayan bir sanatçı olarak bunlar beni pek endişelendirmiyor. Ama kabul etmek gerekir ki sanat piyasasını ve piyasa mekanizmasının çok büyük bir parçasını elitler oluşturmakta. Ayrıca altını çizmeliyim ki elitler ekonomik güçleri sayesinde çok önemli sanat projelerine de sponsor olabiliyorlar. Bu hiçbir zaman bitmeyecek bir hikaye ve bir tartışma. İnsanlar elbette elitleri bir güç odağı olarak eleştirmeye devam edeceklerdir.

'SANATTA SPORDAKİ GİBİ STAR SİSTEMİ VAR'

Peki size göre bir sanat eserinin gerçek değeri nasıl ölçülür? Ya da ölçülebilir mi?
________________________________________________________________
Bu büyük bir gizem. Çünkü sanat fazlasıyla öznel ve genelde sanat eserlerinin değeri sanat piyasası tarafından belirleniyor. İlginç bir konu. Zaten bu nedenle daha önce piyasa ve sanat ilişkisini aşk ve nefret ilişkisine benzettim. Sanat ve sanat piyasası arasında var olan bu iki güçlü duygu sürekli olarak etkileşim halinde. Tüm çelişkileri göz önüne alarak unutmamalıyız ki bir sanatçı sanat eserini bitirdiğinde araya birçok kişi giriyor. Ortada bir mekanizma var ve bu inanılmaz. İçinde bulunduğumuz dünyanın piramitsel bir hali gibi. Sanat eserlerinin değeri müzayedeler ve galeriler tarafından belirleniyor. Belirlenen değer de üzerinde uzlaşılan fiyatlarla şekilleniyor. Tıpkı bir maraton gibi. Elitlerin sahip olduğu kontrolü de unutmamak gerek. İsim yapmak isteyen bir sürü sanatçı var. Görsel sanatlarda bile bir star sistemi söz konusu. İnanılmaz! Haliyle bu sistem içinde isim yapan ve eserleri satın alınan sanatçılar var. Bunların içinde elbette çok iyi, çok parlak ve uluslararası alanda isimlerini duyurabilmiş sanatçılar olduğu gibi bir süre ilginç işler yapıp para kazandıktan sonra artık bir şey üretmeyenler de var. Her sanatçı kendine hastır ve kendi yolculuğunu yapar. Tüm sanatçıları spor dünyasında sporculara yapıldığı gibi aynı kriterlerle değerlendiremeyiz.

Değer anlayışı  ve sistemi büyük bir gizem. Bir tablonun 450 milyon dolar değerinde olduğunu öğrenen sıradan bir insanın ne düşündüğünü hayal etmek lazım. Eğer bu dünyanın içinde değilseniz bunu anlamanız mümkün değil. Sanat eserinin değeri tartışmaları benim çok uzağımda. Benim yaratım sürecimin ya da günlük hayatımın bir parçası değil. Ben 50 yaşındayım. Atölyem kendimi her zaman daha iyi hissedebildiğim bir yer ve atölyeme gittiğimde sadece işimi yapıyorum. Gerisi beni pek ilgilendirmiyor. Ben bir eser ürettiğimde mutlu oluyorum. Yaşadıklarımı, deneyimleri, yolculuklarımı; ailemle, çevremle ve diğer insanlarla olan ilişkilerimi, kısaca hayata dair tüm hissettiklerimi eserlerime aktarabildiğimde mutlu oluyorum. Ben çalışırken ne sanat piyasasını ne elitleri ne da başka bir şeyi düşünüyorum. Sadece hissettiklerimi eserlerime aktarmaya çalışıyorum.

Birçok Avrupa ülkesinde ve Amerika’da sergileriniz oldu. Ne tür geri dönüşler aldınız?
_________________________________________________________________
Reaksiyonlar çok ilginçti. Çünkü karşılarında bambaşka bir şey ortaya koymaya çalışan biri vardı. Aralarında çok iyi sanatçıların da bulunduğu, kocaman ve oldukça zor bir dünyadan bahsediyoruz. Böyle bir dünya içinde farklı bir şey sunmaya çalışmak elbette kolay değil. Daha önce dediğim gibi ben farklı bir şey yapmaya çalışıyorum ve bunu yaparken izleyiciyi uyarmak ve provoke edebilmek için esprili bir dil kullanıyorum. Ancak genelde eserlerimin ciddi mi yoksa alaycı mı olduğu bir türlü kestirilemiyor. "Kim bilir ne demek istiyor" diye geçiyor akıllarından. Ama eminim ki yine de eserlerime kayıtsız kalamıyorlar. İnsanlar her zaman çalışmalarımı hatırlıyor. Ben ne basit bir iş ne de basit bir tablo istiyorum. Ben yaratıcılıkla, deneysellikle ilgileniyorum. Elbette farklı şeyler denerken iyi bir şey elde edememe riskiniz de var. Ancak benim amacım insanlara hoş desenler ve güzel renkler sunmak değil. Benim amacım insanlara onları düşünmeye sevk edecek fikirler aktarabilmek.

'HAYATIN SANATTAN DAHA ÖNEMLİ OLDUĞU KÜBA…'

Hem sanat piyasasının içinde olup hem de bir sanatçı olarak eleştirel bir yaklaşıma sahip olmak biraz zor değil mi?
_________________________________________________________________
Hayır. Çünkü sanat piyasası bu dünyanın bir gerçeği ve ben uzaylı değilim. Sanat dünyasının içinde yaşıyorum ama bunu eserlerim aracılığı ile yapıyorum. Ben hayatın sanattan çok daha önemli olduğu bir ülkede, Küba’da yaşıyorum. Sanat benim hayatımın önemli bir parçası ancak hayatımın tamamı değil. Çocuklarım, eşim, annem, babam yani bir ailem var. Bunlar bir insanı kısacık hayatında çok daha mutlu eden, çok kıymetli şeyler. Yaşadıklarımı ifade edebilmek için sanata ihtiyacım var. Elitlerin dünyasının bir parçası olmadan sanat yapıp ve yaptığım eserlerle hayatımı devam ettirebiliyorum. Bu çok güzel hem de  fazlasıyla ilginç. Buradan genç sanatçılara bazı tavsiyeler vermek isterim. Asla ama asla ruhlarını ve yaratım özgürlüklerini kaybetmesinler. Piyasanın kurallarından etkilenmemeye çalışsınlar. Picasso, satmak için resim yapmakla yapılan resmi satmanın aynı şey olmadığını söyler. Kalbinizden geçen şekilde yaptığınız bir eseri satabilmektir ideal olan. Gerçek olan tek bir şey var: Sanat kimseyi kandırmadığı gibi kimse de sanatı kandıramaz.

İspanyolca gerçekleştirdiğimiz söyleşi için desteğini esirgemeyen Mattia Bordignon, Maddalena Portigliatti ve Francesco Pongiluppi’ye teşekkür ederim.

Nükhet Akgün Bordignon / SOL

Hulusi Akar alçaklığın tanımını yapmış - ÖZGÜR ŞEN

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kabinesinde Milli Savunma Bakanı olarak görev yapan Hulusi Akar, mecliste CHP'li Özgür Özel'le tartışırken alçaklığın tanımını yapmış. Genelkurmay eski başkanı, o dönem hapiste tutulan arkadaşlarına atıfla, arkadaşlarını ziyaret etmeyen alçaktır demiş.

Akar'ın hapishaneyi ziyaret edip etmediği eski silah arkadaşları arasında hâlâ tartışılıyor. Geldi ama bu suçunu azaltmaz diyen de var, zaten hapishane sorumlusuydu o yüzden geldi, gelmeyip de ne yapacaktı diyen de...

Belli ki bir dönem beraber yürüyenlerin yolları sonradan ayrılmış ve o dönemden bir hesap bugünlere kalmış. Kapanmamış ve kapanamayacak bir hesap bu. Çünkü aynı dünyanın insanları bunlar ve şimdi taraflar birbirine ateş püskürürken, genelkurmay eski başkanı kendisini son derece tehlikeli sulara atıp bir alçaklık tartışması açarken ait oldukları bu dünyanın kepazeliğini itiraf ediyor.

Bu dünyanın esası problemli. O dünyada Türkiye ve halkı yok. O dünyada başka ülkeler ve o ülkelerle işbirliği halinde memleketin iliğini kemiğini kurutan bir azınlık var.

Şimdi Akar'la hesaplaşmak için ortaya atılanlar da aynı dünyanın insanı olduğu için Hulusi Akar'ı Hulusi Akar yapan, o dünyanın asıl özelliğine vurgu yapamıyor. Bu vurgu yapılmadığı zaman da asıl meselenin üzerine gidilmediği için hesap elbette kapanmıyor.


Ergenekon'un ateşi henüz soğumamışken, 2012 yılında, ABD Genelkurmayı'nın ikinci adamına Türkiye ziyareti öncesinde iletilen bilgi notunda NATO'nun lider ülkesinin yetkilileri Akar'ı şöyle anlatıyor: “Sizin asıl muhatabınız, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, harika İngilizce konuşuyor, parlak ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki çalışmalara ve gelişmelere tamamen hakim.”

Kariyeri boyunca pek çok NATO görevinde bulunmuş, NATO tedrisatından başarıyla geçmiş Akar'ı en iyi onlar tanıyor.

Arkadaşları hapse atılırken, önce genelkurmay başkanlığı, sonra savunma bakanlığı yolunda kararlı bir şekilde ilerleyen Hulusi Akar'ın tüm bu gelişmelere tamamen hakim olduğu ABD resmi belgelerine girmiş. Aslında bu ordunun içini çürüten virüsün NATO'culuk olduğu ispatlanmış.

Ancak o günlerde ya da bugün Akar'la hesaplaşanlardan bir tanesi bile bu NATO'culuğun aslında ne olduğunu çıkıp anlatmamış. NATO'ya karşı çıkanlar dahi NATO'nun arkasındaki sermayeye, NATO'nun hedef aldığı emekçilere vurgu yapmamış, NATO'nun bir terör örgütü olduğunu itiraf edememiş.

Tüm bunlar ortadayken şimdi Akar'ın aslında kim olduğu ve o dönemde ne yaptığı tartışılıyor... Ama aslında tartışılmıyor... Çünkü bir dönem Akar ne yaptıysa aynısını yapanların, üstelik bugün dahi o zaman yaptıklarının arkasında duranların, Akar'ı tartışmaları imkansız. Hulusi Akar geçmişte veya bugün doğru yaptığı için değil, karşısında konumlananların o gün de bugün de yanlış yaptıkları ve esas meseleyi görmezden geldikleri için...

Oysa arkasında NATO olanın sermayeye bağlılığı, emekçilere düşmanlığı bakidir. 
Emekçilere düşman olan bu memleketle bir bağ kuramaz. Bu toprakları memleket yapan emekçi halkla ilişkilenmeyen, işbirlikçi patronlarla hesaplaşamayan Türkiye'ye ayağını basamaz. Öyle ya da böyle patronların yanında yer alan insan bu ülkeyi sevemez. 

Emeğiyle geçinen milyonları değil bir avuç zengini savunanların, bu milyonların yaşadığı ülkenin değil zenginlerin amaçları doğrultusunda başka ülkelerin çıkarlarını kollayanların dünyasına ait olan bu insanlardan her şey beklenir. Bütünüyle yanlış olan bu dünyaya açıkça yanlış diyemeyen de hiçbir hesabı kapatamaz.

Kim kimi satmış, kim kime ihanet etmiş, kim kimin arkadaşıymış... 
Boşverin... 
Sağcılıktan, sermaye destekçiliğinden, emekçi düşmanlığından, NATO'culuktan tek bir doğru dahi çıkmaz. Bugün tanık olduğumuz kepazeliğin özeti budur.
Zor günde arkadaşını ziyaret etmeyen alçaktır demiş Hulusi Akar. 
Doğru doğru olmasına da, halkına, ülkesine düşman olmak alçaklık değil mi? 
Bu meseleyi ne yapacağız...

Özgür Şen / SOL

Asgari ücrette işçiyi CEO maaşlı sendikacı temsil ederse…- ALPASLAN SAVAŞ

Asgari Ücret Tespit Komisyonu bugün üçüncü toplantısını yapıyor. İlk iki toplantıda Türk-İş’in önerdiği rakam 2500 lira.

Bu rakamın öncesi var. Türk-İş başkanı Ergün Atalay, krizin ilk günlerinde bazı şirketlerin ücret artışı yapmasını örnek göstererek, patronlara ücretleri 2000 liraya yükseltmeleri çağrısında bulunmuştu. Oysa Eylül-Ekim gibi bazı şirketlerde yapılan “sürpriz zam” tam bir patron üçkâğıdıydı. 
Bu şirketler Ocak ayında yapacakları zammı erkene çekerek hem enflasyonun çok altında ücret artışı yapmış, hem de “krizde çalışanına zam yapan şirket” olarak prestij sağlamış oldular. 
Şimdi Ocak ayı geliyor ve bu şirketlerin çoğunda yeni bir zammın yapılmayacağı konuşuluyor. Burada işçiler nereden baksanız bir buçuk yıl boyunca bir kuruş zam almadan çalışacaklar. Türk-İş başkanı bu operasyonun parçası olarak hem patronlara, hem de enflasyonla mücadele adıyla siyasi propaganda yürüten AKP’ye yaranmış oldu. 
Ne diyelim, görevini yaptı. 

Türk-İş başkanına yeniden dönmek üzere komisyonda patronların ne yaptığına bir bakalım. Onları TİSK genel sekteri görevine yeni gelen Akansel Koç temsil ediyor. Kendisi tescilli bir işçi düşmanıdır. Kurduğu şirket, çoğunlukla işten çıkarma ve sendikasızlaştırma konusunda verdiği danışmanlık hizmetiyle ün yapmıştır. Deri ve tekstil işçileri arasında pek bir “iyi” tanınır. 

Patronların asgari ücret için önerisini komisyonda bu adam açıkladı. Diyor ki, asgari ücretteki artışta 2019 yılı için hedeflenen enflasyon oranı baz alınsın. Damat Berat’ın Yeni Ekonomi Programı’nda açıkladığı bu oran sadece yüzde 15,9. Oysa daha Ekim ayı sonunda yıllık enflasyon yüzde 25’in üzerindeydi. Tam bir yüzsüzlük.

Sadece bu olsa iyi. Patronlar asgari ücret pazarlığını alacakları teşviklerin konusu yaptılar. Yüzde 2 olan işsizlik sigortası paylarının 2019 yılında alınmaması, SGK desteği olarak kendilerine verilen yüzde 5 prim desteğinin 6’ya çıkarılması, 2016 yılından buyana uygulanan işçi başına 101 lira asgari ücret desteğinin 2019 yılında da devam etmesi… Enflasyonun altında zam dayatmasının yanında bir de bunları talep ediyorlar. Sadece yüzsüz değil, aynı zamanda arsızlar da.


Dönelim komisyonda işçileri temsil eden tarafa. Türk-İş Başkanı Atalay, Ekim ayında katıldığı bir haber programında asgari ücret için “şimdi 2000 lira, Ocak ayında da yüzde 25 enflasyon artışıyla 2500 lira istiyoruz” dedikten sonra programcının “peki verilmezse?” sorusuna kem küm ediyor ve “ben şimdi bunun için genel grev yapacak değilim” diyor. Programcının boş bakışlarını fark edince de “Sendikacı zaten bunlarla ilgili ne yapar?” diye kendi sorup “meseleleri gündeme getirir” diye yine kendi yanıt veriyor: https://www.youtube.com/watch?v=aVv77JWzxzw  (Program uzun. Tavsiyem aktardığım bölümü -11:00-12:10 süreleri arası- izlemenizdir. Fazlasına ben tahammül edememişken, okuru zorlamaya hiç hakkım olmaz)

İşin özü şudur ki, komisyonda asgari ücretliyi temsil eden bir “işçi tarafı” bulunmuyor.
Haksızlık mı ediyorum? Sanmam. Böyle düşünenler ayda 1602 liraya çalışan işçinin yeni ücretini belirleyecek komisyonda o işçileri temsil ettiğini ileri süren sendikacıların aylık kazançlarının ne olduğunu araştırmalı. 

Atalay, 1982 yılından buyana maaşlı sendikacıdır. Halen hem Demiryol-İş Sendikası’nın hem de Türk-İş’in Genel Başkanıdır. Yani hem sendikadan hem de konfederasyondan iki ayrı başkan maaşı almaktadır. Bir de emekli maaşı elbette. Uluslararası sendikaların yönetim kurullarından aldığı ayrıca ücret-ödenek varsa onları bilmiyoruz.

Ne kadar mıdır?

Şirket CEO’larına taş çıkarır.

Türk-İş Genel Sekreterinin sendikası Türk Metal’de yöneticilerden birine kolundaki afili saatin fiyatını soran işçi, saatin değil ama aldığı ücretin 45 bin lira olduğu yanıtını aldığında yıl 2012 idi. Bu tanıklıktan hareketle adamların kazançlarını manşete taşıyan dönemin günlük soL gazetesine ne o gün ne sonra tek bir tekzip ulaşmadı. http://haber.sol.org.tr/sonuncu-kavga/turk-metalden-buyuk-vurgun-haberi-88240

Sen şu Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na bak şimdi. İşçi ücretini sosyal yardım zanneden Bakan, işçi ve sendika düşmanlığı tescilli patron, CEO maaşlı sendikacı. 

Hepsini birden sırtından atmadan ne doğru düzgün zam gelir, ne de huzur.

Alpaslan Savaş / SOL

Almanya ne kadar faşizm kaldırır?(Analiz) - Tevfik Taş



Kapitalizm ırkçılık ilkelliğini asla aşamaz. Çünkü insanın insan tarafından sömürüldüğü bir düzende, ırksal üstünlük fikri aşılamaz. Post-modern sosyologların ırkçılık/faşizm fenomenini kapitalist/emperyalist sistemin dışında ele alma gayretlerini geçiniz. 'Kurumsal ırkçılık'ın faşizme evirilmesini isteyen sermaye düzenidir. Krizlerine yanıt ve yardımcı olarak.
Bir haftadan beri Almanya kamuoyu göçmen kökenli avukata polisler tarafından gönderilen ölüm tehditli mektubu konuşuyor.

Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) davasının müdahil avukatlarından olan Seda Başay-Yıldız'a gönderilen ''NSU 2.0'' imzalı tehdit mektubunda, bir yığın ırkçı hakaret eşliğinde,  iki yaşındaki kızının ''kesilerek'' öldürüleceği tehdidinde bulunulmuştu. Seda Başay-Yıldız'ın yerleşim bilgilerinin Frankfurt civarında bir karakoldan elde edildiğinin ortaya çıkması ile beş polis memurunun olayla ilgisine ulaşılmıştı.

Sözü geçen beş polisin, kurdukları whatsapp ağı üzerinden birbirleriyle Hitler fotoğrafları, Nazi sembolleri ve ırkçı sloganlar üzerinden irtibatlı oldukları deşifre edildi. Hessen eyalet başsavcılığı sözü geçen polislerin görevden el çektirildiğini açıklarken, Federal Adalet Bakanı SPD'li Katarina Barley, ''Aşırı sağcı kafa yapısının polis teşkilatında yeri yok'' diye esip gürledi.

Oysa Almanya'da güvenlik teşkilatları içerisinde ırkçı/faşist örgütlenme ve saldırıların haber konusu olmadığı bir gün dahi yok.

'BUZ DAĞININ YALNIZCA GÖRÜNEN YÜZÜ'
Frankfurt'daki beşli Neo-Nazi polis çetesini ''buz dağının yalnızca görünen yüzü'' olarak tanımlayan Sol Parti İç Politika Sözcü Vekili Martina Renner, Neues Deutschland gazetesine yaptığı açıklamada, ''Sonuçta sorulması gereken soru şudur: Polis içindeki Neo-Nazi ve ırkçılardan insanları kim koruyacak?'' (Neues Deutschland, 18 Aralık 2018)

En güvenilmez güvenlik örgütü olarak polis teşkilatı içerisinde ne zaman faşist bir saldırı ya da vukuat olsa ilk yapılan açıklama ''münferit vaka''dır! 
Bu nakarat yine bozulmadı. Polis Sendikası Başkan Yardımcısı Jörg Radek, kendilerini ''NSU 2.0'' tanıtan Frankfurt hücresi hakkında yaptığı açıklamada, ''yapısal bir sorun görmediği''ni açıklamakta gecikmedi. Bu türden olayların büyütülmemesini salık veren Polis Sendikası Başkan Yardımcısı Radek'e yanıt veren NSU Davasını İzleme Komisyonu'ndan Caro Keller, ''münferit vaka iddiasının daha fazla ifade edilemeyeceği''ni bir kez daha dile getirdi. 
Alman faşist hareketi üzerine araştırmaları ile tanınan Prof. Hajo Junke, NSU davasıyla ilgili olarak güvenlik örgütlerinin içinin Neo-Nazi kaynadığını belirterek, Alman güvenlik aygıtının olayların açığa çıkması için değil, gizlenmesi için çaba gösterdiğini örnekleriyle anlatıyor.

NSU davası uzmanı Prof. Hajo Junke, Alman iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın NSU davasında ''sistematik bir karartma çabası içerisine'' girdiğini uzun raporlarla ifade etti.

Alman düzen siyasetçileri nutuk atmayı sürdüredursunlar, son yıllarda polis mermisiyle ölenlerin sayısında radikal artış var.

ALMAN POLİSİ TETİĞİ DAHA RAHAT ÇEKİYOR
Junge Welt gazetesinden Markus Bernhardt dün yayımlanan haberinde, 2015 yılında 11 insanın polis kurşunuyla hayatını kaybettiğini belirtirken, bu sayının 2017'de ise 14'e yükseldiğinin altını çiziyor.

Markus Bernhardt, Pazar günü Bochum'da polis kurşunuyla öldürülen 74 yaşındaki yurttaş konusunda yapılan açıklamanın inandırıcılıktan yoksun olduğunu belirtti. Bernhardt, Bocum'lu 74 yaşındaki yurttaşın polisin dur ihtarına rağmen elinde tuttuğu ''silaha benzer bir aleti polis memuruna doğrulttuğu'' ifadelerinin sefilliğine dikkat çekiyor.

Olası bir tehdit karşısında polisin niçin bacak ya da kolları hedef almayıp da doğrudan bedenin ölümcül bölümlerini hedef aldığına yanıt ise bir başka polis yetkilisi Kuzey Ren Vestfalya Polis Sendikası (GdP) Sözcüsü Stephan Hegger'den  geldi: ''Tam hedef vurulmalı yoksa ikinci şans oluşur.''(JW, 18 Aralık 2018)

'POLİS TEŞKİLATINDA KURUMSAL IRKÇILIK VAR'
Gazeteciler Nadja Schlütter ve Charlotte Haunhorst'ın polis içerisindeki ırkçı örgütlenmelerle ilgi haberinde, ismi açıklanmayan genç bir polis aynen şunu söylüyor: ''Düşman hep solcular ve yabancılardır.''  https://www.jetzt.de/politik/rassismus-in-der-polizei-ein-junger-polizis...
Alman polisi içindeki eğitimi mercek altına alan Yannich von Eisenhardt Rothe, 16 yaşındaki polis okulu öğrencisi Simon Neumeyer'in Sachsen'daki polis okulunda gördüğü tek şey, ''Bütün Afrikalılardan nefret ediyoruz'' olmuş. 
WDR kanalının MONİTOR programına konuşan İnsan Hakları İzleme Örgütü Almanya uzmanı Alexander Bosch, ''Ortada üzücü münferit vakalar değil, polis teşkilatı içinde yapısal, bir başka deyişle, kurumsal ırkçılık var'' değerlendirmesini yaparken yerden göğe haklıdır.  https://www1.wdr.de/daserste/monitor/sendungen/rassismus-bei-der-polizei...
Alman polisinin kendisine dönük bir hak ihlali iddiası karşısında izlediği yöntemi değerlendiren siyaset bilimci Joshua Kwesi Aikens, ''engelleme'', ''delil karartma'', ''saptırma'' gibi yöntemlerle soruşturmanın aydınlatılmasını engellediğini kaydediyor.

2005'de Sachsen-Anhalt eyalet polisince gözaltına alınan Sierra Leone yurttaşı sığınmacı Oury Jalloh, ''ellerinden ve ayaklarından kelepçelendiği'' halde polisin üzerinde ''bulamadığı' çakmağı'' ile yanmayan yatakta ''kendini yakarak intihar etti'' diye rapor tutan polisler hakkında hâlâ bir somut ilerleme sağlanamadı.

ZDF kanalının eski moderatörü Peter Hahne, ''Berlin'de AfD'ye oy vermeyen polis yok'' derken gerçeği olanca çıplaklığı ile ifade etmiş oldu. Aysbergin görünen yüzü bile ürperti vermeye yetiyor. Faşist hareket Alman emperyalizminin yedeğinde özenle tuttuğu ayrılmaz bir bileşen. Emniyet kadroları ve 'sivil' uzantıları ile... 

Tevfik Taş / SOL

Eksi 4 derece ve evsizler -(I-II)-TURAN ESER

(I)

10 Aralık İnsan Hakları Haftası. Madem bu köşe “ötekilerin postası” o zaman insan hakları ihlalleri söz konusu olunca, dertleri sadece eksi dört derecede, sokaklarda donarak öldüklerinden gündeme gelen evsizleri yazmalı.

Evrensel hukuk, insanın doğuştan kazandığı haklarının, devredilemez, ertelenemez olduğunu ve evrensel nitelik taşıdığını ifade etmektedir. Doğarken özgür ve eşit olan insan, doğumdan sonraki yaşamında da hak ihlalleriyle karşı karşıya kalmadan yaşamalıydı. Yaşam ve barınma hakkı da bunların başında gelmeliydi.

2019 yılı arifesinde Türkiye insan hakları sokaklarda donarak ölüyor. İnsan hakları baskı altına alınmaya, susturulmaya ve savunmasız bırakılmaya devam ediyor. 

Sadece donarak öldüklerinde, varlıklarından haberdar olduğumuz evsizleri başka zamanlar duymayız ve görmeyiz. 
Ama onlar her gün aramızdalar ve görünürdeler. Biz gözlerimizi onların hakikatlerine kör etsekte, onlar “biz buradayız ve görünürdeyiz, bizi görün” diyorlar.

Onlar sadece -4 derecenin dondurucu soğuk kış gecelerinde değil, 365 günün ve 365 gecenin en zorlu sıkıntılarına, acılarına, dışlanmaya, horlanmaya ve her türlü şiddete maruz kalıyorlar.

Evsizlerin çaresizliğine çare, umutsuzluğuna umut yok ve - 4 dereceli geceler dışında kapı acan yok. Evsizlere ve kimsesizlere 365 gün sosyal hizmet verecek açık bir kapı yok! Dondurucu kış günleri ilk kurbanlarını evsizler arasından seçtiğinde ve bir de o meşhur -4 derece beklenir.

İşte o zaman donmak üzere olan evsizlere kapalı spor salonları ve geçici barınaklar kapılarını, geçici bir süre için açar. Oysa eksi dört dereceyi beklemek geç ve kör kalmışlığın adıdır. 

Hükümetin betonlaşma başarılarına baktığımızda, Türkiye yılda 1 milyon konut üretiyor. Yüz binlercesi boş. Bu boş konutların 220 bini İstanbul’da. 

Ama hükümetin insanileşme ve sosyal politikalardaki çöküşüne baktığımızda, İstanbul’da 10 bin, Türkiye’de ise 100 bin civarında evsiz insan sokakta yaşıyor.

Peki sokakta ve sahipsiz kalan evsiz insanların hikayeleri kimin umurunda?

Devlet büyük olabilir. TOKİ’de devasa “sosyal” konutlar yapıyor olabilir ama “küçük insanları” görmüyorlar.
Zenginler “hayırsever” ama sahipsizliğin pençesinde sahiplenilme umuduna hasret insanlara elini uzatmıyorlar.
İnsanın hayatına, yaşam ve barınma hakkına dair söz sahibi kim? Adaleti, huzuru, varlığı ve insan haklarını dağıtan kim?

Bu haklar, adalet ve vicdan neden sokakta yaşamaya mahkûm olan evsizlere uğramaz. Kapısını çalmaz. Arka sokaklarda kaldırımlara serilmiş kartonlar üzerinde yaşayanların çalınacak bir kapısı, sorulacak bir adresi olmadığı için mi uğramaz “sosyal devlet!”

Evsiz insanların hikâyeleri ve hayatlarına dair neler biliyoruz ki? Hangi kamusal, insani ve sosyal çalışma yapılmış?
Hayatın en soğuk ve acımasız yüzüyle yaşamak zorunda kalan ve aylarca, yıllarca sadece kendisiyle konuşan insanlarla konuşan var mı?

Sokakları mesken tutmuş, kaldırım kenarlarını ve kuytuları yuva edinmiş insanlar hakkında hangi insani, sosyal ve politik farkındalık oluşuyor?

Sokakta yaşamak zorunda bırakılmış insanın, acılarla çizilmiş alın kırışıklarında “kaderinde varmış” yazmıyor! Kış gecelerinin ayazında, donuk kartonlar üzerine uzanmış bedenin üzerinde, sosyal olmayan yüzünü ve adaletsizliğini sadaka düzeni ile örtmeye çalışan devletin adı yazar.

Gazeteler “kaldırımda donarak ölen insanların” haberlerini verince, spor salonlarına dizilmiş sıralı yataklar üzerinde oturan insanların haberleri “sosyal devletin” günah çıkarma seanslarına dönüştürülür.


(II)

Her kış bu günah çıkarma seanslarının ardından, havalar ısınınca, evsiz insan yine torbasını sırtlayıp, çullarına sarılacak; kartonlarını serecek bir kaldırım arayacak. Bir sonraki kış birkaç insan daha sokakta donuncaya kadar.

Evsiz insan sahipsizliğin ve sosyal devletsizliğin vurduğu kaldırıma yan gelip uzanacak. Sokakları evi sanarak, küçümseyen bakışlardan kaçırdığı gözleri, horlayan sözlere tıkanmış kulakları ve sahipsizliğe sığınmış kalbi sadece kendisiyle konuşacak. O uykusuz gecelerinde Tanrı’ya lanet okurken, tanrılar yüz binlerce ibadet evinde “iyilik ” konuşacak ama, evsizin gözlerindeki sahipsizliği görmeyecek!

Kartonları döşek, gazeteleri yorgan, sokakları evi sanmış insanlar, hayat heybelerini, kalbe akan gözyaşlarıyla dolduracak. Sahipsizliğin ciğer yakan ateşiyle cehennemlerini bu yeryüzünde kaldırımlarda ve kuytularda yaşayacaklar. İsa gibi çarmıhta, nesimi gibi derisi yüzülmüş ateşte pişecek.

Bin yılın acısıyla, öyle bakacaklar hayata. Umut için, sahiplenmek için.

Tanrı’nın ve devletin adaletsizliğini lanetleyen isyanı duyulmayacak. Anlaşılmaz sözleri, hissedilmez acısı, parçalanmış ciğeri, gecelere saçılmış yalnızlığı, sadece kendisiyle ve sokak köpekleriyle paylaştığı sırlarını ve sıcaklığını kimse fark edemeyecek.

Hayatlarının ortakları var; Karlar, yağmurlar, rüzgârlar, sahipsiz köpekler, sarhoş fahişeler,
Evsizler…

Gündelik hayatın en sıkıntılı çilelerini taşırlar heybelerinde. İnsanlığın ve sahipsizliğin trajedisine aynadır.
Sokakları, parkları, kuytu köşeleri, yıkıntı harabeleri ve kaldırımları yaz kış; soğuk sıcak; yağmurlu fırtınalı; gece gündüz demeden hayatın en zorlu yaşam mücadelesine tutunurlar. 

Çatısızlar, evsizler, sahipsizler ve savunmasızlar. Yaşam alanlarında horlama, aşağılanma, dışlanma, şiddet, taciz ve tecavüz ile yüz yüze yaşıyorlar.

Kimi üşüyerek, kimi hastalanarak, kimi donarak, kimi açlıktan, kimi de şiddetin mağduru olarak ölüyor.
Evsizler, sahipsizler… 

Yazık ki, ne insanlar, ne toplum ne devlet onları sahiplenmiyor. Giyimleri perişan diye horlanırlar, kafeteryalar ve restaurantlar kabullenmez. Bankamatik kabinleri, otogar bankları, istasyon peronları, hatta cami avluları bile kalmalarına izin vermez.

Evsizler, sahipsizler…

Umutsuzluğun ve çaresizliğin içinde geçen uykusuz gecelerin kabuslarına, soğuğun tüm acımasızlığı ve zalimliği eşlik ederken, insan sıcaklığından mahrum kalmış, sahipsizlerin vücud ısısı düşerek donma nedeniyle ölüm haberi ekranlara düşer.

Hiç üstümüze alınmadan geçiştirdiğimiz haberler kategorisine atarız.

Devletin evsizlere yönelik düzenliliği ve sürekliliği olan hizmeti yok. Oysa sosyal devlet ilkesi gereği, sokakta yaşayan tüm evsiz ve sahipsizlere düzenli psikolojik, sosyal, hukuksal, ekonomik destek ve hizmet verecek merkezler ve barınma evleri kurmalıdır.

Evsizler ve sahipsizler bu ülkenin vatandaşlarıdır. Ama ne yerel yönetimler ve merkezi yönetimler evsiz insanları vatandaş bile görmemiş ve görmezden gelmeye devam etmektedir.

Ön yargılarımız evsizleri korkutan ve bizi onlardan, onları bizden uzaklaştırıyor. Tüm bu yaşananlardan, devlet, toplum ve birey olarak hepimiz sorumluyuz.

Görüyoruz, duyuyoruz, susuyoruz. Yani hepimiz sorumluyuz. 

Sokakta yaşamaya mahkûm edilen insanları mağdur etmeye devam ediyoruz. Onlar biz fark etmeden tek tek ölüyorlar. Her birinin anlatılmamış, dinlenmemiş ayrı ayrı hikayeleri birlikte mezarlara gömülüyor. 

Aslında çözüm var.

Sadaka değil, sosyal devlet olunmalı. Sosyal devletin de sosyal politikalar çerçevesinde yaşam ve barınma hakkı savunulmalı ve sağlanmalı. Tüm evsiz vatandaşlarımıza yönelik, insan onuru ve hakları kapsamında evsizler için danışma, barınma, psiko sosyal merkezlerini ulusal ve yerel ölçekte oluşturulmalıdır.

Turan Eser / BİRGÜN

Bizi insan yapan nedir? - Nihat Gökhan Yenice

1920’de, Rusya’da Azimov ailesine yeni bir üye katılıyor, bir erkek çocuk. Annesi babasının ismini veriyor bu çocuğa: Isaac. 1923’te aile Rusya’dan Amerika’ya göç ediyor, kayıt esnasında babasının ufak bir hatası ile soyadları Asimov oluyor ve Küçük Isaac Brooklyn sokaklarında büyümeye başlıyor. 1928’de Amerikan yurttaşı olan bu çocuk ileri yıllarda adı bilimkurguyla anılan bir yazar olacak. Şimdilik babasının gazete bayiliği de yaptığı şeker dükkanında çalışıyor. Bu sayede küçük Isaac istediğinden daha çok okunacak malzemeyle vakit geçirme fırsatı yakalıyor. Yazılmış kelimelere olan tutkusu biçimleniyor. Ama henüz yazarlığı keşfetmiş değil. İlköğretim yılları şekerci dükkanı, okul, aile etkinlikleri ve sokak yaramazlıklarıyla geçip iş üniversiteye geldiğinde kendini Columbia Collage’in zooloji bölümünde buluyor. İlk sömestr sonrası Asimov, zavallı sokak kedilerini teşrih etmek istemediğini belirterek kimya bölümüne geçiyor.


Altın çağ başlar
1938’de Wollheim tarafından biçimlendirilen Futurian’lara dahil olan Asimov, 1939’da Futurian’larla beraber ilk Dünya Bilimkurgu Toplantısı’na katılmak üzere yola çıkar. John W. Campbell’in fikirleri ışığında gerçek bilime dayalı kurgu üreten yazarlar olarak 200 kişinin katıldığı ‘Yarının Dünyası’ başlıklı toplantıdadırlar. Pohl, daha sonraları otobiyografisinde iki ayrı toplantı olduğunu Futurian’ların ayrı bir toplantı ve söyleşi programı yürüttüğünü söyler. Bilimkurgu kendini tanımlama aşamasındadır ve Asimov, Campbell, Heinlein, Pohl gibi imzalarla bilimkurgunun altın çağını ateşleyecektir. Aynı anda genç Asimov 1939’da diplomasını, 1941’de kimya mastırını, 1948’de biyokimyacı olarak doktorasını alır. Doktorluk ve mastır derecelerinin arasında iki yıl orduda görev yapar. 1946’da bürokratik hata yüzünden görev gücünden alınmasa ilk nükleer denemeye iki gün sonra gidecek ekiptedir. Döner doktorasını yapar. 1949’da Boston Tıp Fakültesi’nde dolgun maaşla çalışmaya başlar. Cambridge Üniversitesi yayınında çıkan Küçük Kayıp Robot dikkat çeker. 1950’de Ben, Robot gelir, arkasından da Gökteki Çakıl bir yazar olarak ilerleyeceğinin ışığını yakar. 1951’de yayınladığı Vakıf serisiyle 1952’ye gelindiğinde Asimov okuldan kazandığından daha çok parayı yazarlıktan kazanıyor olur. Okulda araştırma yapmayı bırakır ve sadece öğretmenlik yapmaya başlar. 1979’da profesör ünvanını alır.

Uçmaktan korkan Asimov iki kez orduda görevdeyken uçmak zorunda kalır. Gemi yolculuğunu tercih eder hatta 1972’de Apollo 17 fırlatılışını bir yolcu gemisinden izler. Bir yandan yolculuk ederken bir yandan gemilerde bilim kökenli sohbet geceleri düzenler. 1984’te Amerikan Hümanist Derneği tarafından Yılın Hümanisti olarak ilan edilir ki 2. Hümanist Manifesto’nun ilk imzacılarındandır. 1983’te geçirdiği bypass ameliyatı esnasında HIV kapar ve 1992’de NewYork’tan yeni bir galaksiye yolculuğuna başlar.
Yazarlık kariyerinin ilk 11 yılında sadece bilimkurgu hikâyeler yazdığını biyografisinde beyan eden Asimov bilimkurgu ürünleri dahil 471 kitaba imza attı. Bunların arasında Shakespeare ve İncil kılavuzu, detektif romanları, bilim kitapları ve üç kitaptan oluşan otobiyografisi de yer alır.

Asimov’u Altın Çağ yazarları arasına sokan Robot, Vakıf, İmparatorluk serileridir demek yanlış olmaz. Robot serisi bugün hâlâ ünlü üç robot kanunuyla akademik çevrelerin robot etiği konusunda tartışma yürüttüğü zemini oluşturuyor. Robot ve yapay zeka teknolojilerindeki günümüz ilerleyişinin robot kanuna ihtiyacı olup olmayacağı halen sorgulanıyor. Robot serisi bir yandan her ne kadar gelecekte teknolojinin işleyişi üzerine olsa da esasında insanı, duyguları, mantığı, bilinç ve ruhun kaynağını sorgulamak üzerine kuruludur. Bir makineyi bilinçli ve duygulu kılan nedir? Bunun cevabını bir biyo-makine olarak baktığımız insan üzerinden henüz cevaplayamamış olsak dahi. Ya insan bilincine özdeş niteliklerde robot üretirsek? Bu varlığımızı açıklamanın yeni yollarını da keşfettirebilir mi? Robotlar bu konuda hizmet veremese dahi, robot ve yapay zeka araştırmaları temelde insan denen makinanın zihinsel ve motor yeteneklerine dayalı ve bu yetenekleri araştırarak şu anda sadece mekanik mimikleri üretebilmekteyiz. 

Asimov, 2010’ları görebilmiş olsaydı yeni bir robot serisi yazmak ve kanunlarını gözden geçirmeyi bilimin yeni bulguları doğrultusunda tercih eder miydi bilemeyeceğiz. Lakin Robot serisi yine de yazılmış en çarpıcı ‘Bizi insan yapan nedir?’ sorusuna cevap arayışı olan bir yapıt olarak insanın teknolojik gelişimine felsefi sorular sormayı sürdürüyor.

Vakıf Serisi yazıldığı yılda bugün şimdi gelecek tarihi dediğimiz bir bilimkurgu alt türü tanımlanmış değildi. Bilimkurgunun Altın Çağ’ını başlatan bu önemli yapıtlar yeni bir bilimkurgu alt türünün başlangıcı ve hatta kılavuzu olmuştur. Asimov, Vakıf serisinde inanılır ve güçlü bir gelecek tarihi kurgular. Kurgunun alt metninin Roma İmparatorluğu’nun siyasi ve politik strüktürünün işleyişi temelli olması; yapıta, okuyucunun işleyişi hızlı kavramasını sağlayacak bir akış mimarisi sağlar. Kritik durumların hepsinde olayların akışını doğrusu sahneyi en kritik müdahaleleri yapacak olan en güçlü karakterlerin üzerinden görürüz. Kahramanlar o kadar canlı betimlenir ki neredeyse sayfalardan dünyamıza fırlarlar. Asimov, sıradan uzay macerası bir bilimkurgu yerine psikoloji, sosyoloji, tarih bilimlerinin önde olduğu bir politik gerilimi; teknoloji, zaman ve yıldızlararası yolculuk perdesinin önünde sergiler. Çökmekte olan bir imparatorluğun ortasında matematikçi ve tarihçi Hari Seldon’un kurduğu yeni bir bilimle tanışırız. Psikotarih.

Üçlemenin son kitabı bize ikinci Vakıf’ı aktarır. Vakıf iki ayrı üçlemeden oluşan bir seridir. Asimov 50’lerin sonunda yayınlandığı ilk üçlemeden yıllar sonra Vakıf serisi için üç kitap daha yazar. Bu sayede seriyi yayın kronolojisi veya hikayenin kronolojisine göre olmak üzere iki farklı şekilde okuma yapmak imkânı doğar. Gerçi ikinciyi yapmak için ikinci setin yayını beklemek gerekecek. İthaki Yayıncılık henüz ilk üçlüyü yepyeni modern bir çeviriyle yayınladı, ancak ikinci üçlü henüz rafa çıkmadı. Ayrıca aynı yayınevi peşpeşe Robot ve İmparatorluk serilerinin de kitaplarını yayınlamaya başladı.
Asimov, İmparatorluk Serisi’nde Vakıf ile aynı evrende yer alan ve çöktüğü için Vakıfların kurulmasına sebep olan imparatorluğa daha derin bir bakış sunuyor. Vakıf’ın ilk serisinin önemi türün ilk örneği olması dışında içinde yer alan fikirlerin zenginliğinin pozitif sosyal bilimlere dayalı olması. Seri, okurla buluştuğunda onu fikir bombardımanına tutar. İçinde bulunduğu evreni, gelenek ve kanunları, insan ilişkilerini ve bu ilişkilerin duygusal yansımalarını yepyeni bir bilim ve teknolojik olanaklar ile beyninizde canlandırır. Böylece tempo yitmeden karakterlerin gücü ve yapıbozumcu tarih hikâyelerine dayalı devasa bir galaktik tarih okur ve bu tarihin kumaşını hissedebilirsiniz. 

Yazımızı Asimov’dan bir cümleyle kapatalım: “Günümüzde hayatın en üzücü yanı; bilimin bilgiyi, toplumun bilgeliği edinmesinden hızlı edinmesidir.”

Nihat Gökhan Yenice / BİRGÜN

Krizi krediler üzerinden okumak - HAYRİ KOZANOĞLU

Piyasadaki kredi daralması krizin boyutunu gözler önüne seriyor. Bir anlamda damarlarda dolaşan kan azalıyor, bünye zayıf düşüyor. İşsizlik artıyor, sanayi üretimi hızla geriliyor.


Ekonomideki yokuş aşağı gidişi tek başına TL kredilerin seyrinden bile okumak mümkün. Zaten VDMK (Varlığa Dayalı Menkul Kıymetler) hokkabazlıklarıyla, bankalara kredi açabilmeleri için fonları serbest bırakmaya çalışmak da bu konuya ilişkin endişenin ürünü. Merkez Bankası’nın geçen hafta açıkladığı, 30 Kasım - 7 Aralık dönemini kapsayan istatistikler 4 farklı kredi türünde de daralmaya işaret ediyor. Bir anlamda damarlarda dolaşan kan azalıyor, bünye giderek zayıf düşüyor.

Yabancı parayla verilen krediler kur hareketlerinden de etkilendiği için TL kredilere odaklandık. Yalnız tüketici kredileri ve taksitli ticari krediler istatistiklere TL+YP olarak yansıdığı için o rakamları aldık. Tablodan da görüleceği gibi son haftada 4 kredi türünün bakiyesinde de gerileme var. 2017 yıl sonundan bu yana ise, şirketlere açılan TL krediler ve tüketici kredilerinde çok sınırlı bir artış söz konusuyken (yüzde 2.3 ve yüzde 1.3), daha çok küçük şirketlerin kullandığı taksitli ticari krediler artmak şöyle dursun gerilemiş bile… Tek kayda değer yükseliş sergileyen tür olan kredi kartları bakiyesi de, enflasyonun altında yüzde 16.6 kıpırdamış. Bu da muhtemelen daha önce limitlerini tam kullanmayan bazı kişilerin, gelirlerinin enflasyonun altında kalması nedeniyle harcamaları için kredi kartlarına yüklenmelerinin sonucu…

Şirketler kesiminin yaşadığı kredi darboğazının ekonomik aktiviteyi nasıl olumsuz etkilediğini geçen hafta açıklanan büyüme rakamlarından da çıkarmak mümkündü. Çok üzerinde durulmayan bir istatistik, stoklardaki değişimin 3. Çeyrek büyümesini tam yüzde 5.6 aşağı çekmesiydi. Diğer bir ifadeyle şirketler mevcut talebi karşılamak için üretim yapmamışlar stoklarındaki hammaddeleri, yarı mamulleri ve mamulleri kullanmışlardı. Bunun bir açıklaması döviz kurlarındaki artış nedeniyle ithalat yapılmamasıysa, diğeri de finansman sağlayamamak veya fonlama maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle kredi kullanmaktan kaçınmak olmalıdır.

Bu vahim tabloyu dün açıklanan istihdam ve sanayi üretimi verileri de doğruladı.

İşsizlik Yavaş İvmeyle Artıyor
Eylül ayında işsizlik oranı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0.8 artarak yüzde 11.4 düzeyinde gerçekleşti. Böylelikle işsiz sayısı 330 bin kişi artarak 3 milyon 749 bin oldu. Açıkçası bu istatistikler ekonomide gözlemlenen kriz algısına göre, yavaş bir ivmeyle artışı ifade ediyor. Türkiye’de işsizliğin zaten yüzde 10’un üzerinde seyrettiği, hızlı büyüme yaşanan dönemlerde bile tek hanelilere düşürülemediği söylenebilir.

Açıkçası kuşku uyandıran bu istatistikleri veri kabul edersek; işverenlerin krizin çabuk geride bırakılacağı beklentisiyle henüz işçi çıkarmalara başlamadığı, turizm sektöründeki canlanmanın istihdamı olumlu etkilediği söylenebilir. Ayrıca mevsim etkisinden arındırılmış işgücü katılımının 34 bin kişi düşüşü, kriz ortamında iş bulma şansının bulunmadığı endişesine kapılanların artışıyla açıklanabilir.

Genç nüfustaki işsizlik oranı yüzde 1.6 artarak yüzde 21.6’ya ulaşmış. Gençler açısından durum daha da vahim görünüyor. Ekonomik analiz yapmaya daha elverişli, mevsim etkisinden arındırılmış veriler de işsizlik oranının bir önceki aya göre yüzde 0.1 artışla yüzde 11.3’e ulaştığına işaret ediyor. Bu istatistik de açıkçası öngördüğümüzden daha az kötü bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Öte yandan Şubat 2018’den başlayarak 8 aydır yavaş bir tempoyla sürekli artan bir işsizlik oranının söz konusu olduğunun altını çizelim.

Sanayi Üretimi Hızla Eriyor
Sanayi üretimi Ekim ayında geçen yılın aynı ayına kıyasla yüzde 5.7 azaldı. Asıl önemlisi imalat sanayi endeksinde bu oran yüzde 6.5’i buldu. Bu açıkçası çarkların durduğunun habercisi. Eylül ayıyla karşılaştırıldığında da, Ekim’de sanayi üretiminin yüzde 1.9 gerilediği, imalat sanayinde bu ivme kaybının yüzde 2.0’ye ulaştığı görülüyor.

Ara malı üretiminin 1 yıl öncesine göre yüzde 9.6, Eylül ayına göre yüzde 3.8 daralması; sermaye mallarında ise geçen yıla kıyasla yüzde 6.7 azalma gözlenmesi, bu karamsar görünümün önümüzdeki dönemde tüm sanayi üretimine yayılacağı sinyalini veriyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Portakal, Küçükkaya, Kırıkkanat.. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Uygar toplumlarda ve gerçek demokrasilerde en saygın meslekler arasında yer alan gazetecilik, Türkiye'de iktidar beslemeleri ve baskı iklimi nedeni bir kâbus halini aldı...

Gazeteci, okuru-izleyicisi dışında hiçbir güç odağına yaslanmaz...


Geçen sabah Türkiye'nin en çok izlenen sabah kuşağı programında -sanıyorum memleketin yarısı takip ediyor- İsmail Küçükkaya izleyicilerine hem haber veriyor hem de gazeteciliğin kamu yararı için yapıldığını, olumsuzlukları göstermenin gazetecilik görevi olduğunu anlatıyordu.

Yani Küçükkaya, ekrana getirdiği haberler nedeni ile kendini "açıklama yapmak" zorunda hissediyordu...
Haksız değil...
Çünkü AKP iktidarı tel tel dökülürken önce gerçekleri öldürme refleksine sarılıyor...

Gerçekleri öldürmek; o haberleri gazeteye, ekranlara taşıyanları tehdit etmekten, davalarla yıldırmaktan, patronları arayıp işsiz bırakmaktan, reklam verenlere baskı uygulayıp kanalı ya da gazeteyi "cezalandırmaktan" geçiyor!

Yaklaşık 20 yıldır, finale yaklaşırken ağırlaşan bu korku filminin içinde yaşıyorum... Baskının her türlüsüne maruz kalan mahallemizdeki ilk gazeteciler arasındayım...
Finale yaklaşıyoruz dedim ya... Kastettiğim yerel seçimler elbette... Bu seçimde toplumun tüm kötü yönetim, ekonomik kriz ve yanlış iç-dış politikaların hesabını soracağına inanıyorum...

Türkiye yönetilemiyor, hükümet bocalıyor ve öfke ile kendi hatalarının bedelini hayali düşmanlar yaratarak onlara ödetmeye çalışıyor...
Devlet Bahçeli'nin "sokağa çıkanları tepeleriz" anlamına gelen açıklaması, en demokratik hakkını, yani protesto etmeyi düşünenlere karşı açık tehdit değil miydi?

Ya da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, işini düzgün yapan meslektaşımız Fatih Portakal ile ilgili yorumu... Ne demiş Fatih; "zam yağmurunu bir protesto edin de görelim" demiş... yani tam da baskı iklimine dikkat çekmiş...

Peki besleme medya olayı nasıl aktarıyor? Sanki Fatih Portakal izleyicileri sokağa davet edip ortalığı yakıp yıkın demiş!

Biraz insaf desem, biraz ahlak desem bir anlamı var mı?

Mahallemizin hakiki gazetecilerinden Mine Kırıkkanat'a yapılan linç kampanyasını hatırlayın... Mine Kırıkkanat'ın sözlerini çarpıtarak bir "şeytan" yarattı Saray beslemeleri...
İktidar ve medyası, en küçük muhalif-aykırı sesi sindirmek, korkutmak, yıldırmak üzerine sistemli bir plan yürütüyor... Kriz derinleştikçe hakikati karatma baskısı artacak...

Oysa biliyorsunuz; gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır...

AKP, vahşi sermayenin partisi
Bankalar, bankaların batık kredilerini satın alan şirketler, GSM operatörleri, internet servis sağlayıcıları, elektrik dağıtım şirketleri...

Kapitalizmin doğasında şirket kârlarını katlamak var ancak demokratik toplumlarda, hukuk devletlerinde şirketlerin saldırılarına karşı tüketicileri koruyan yasalar vardır. Kurumlar vardır... Sivil toplum örgütleri, dernekler vardır...

Türkiye'de liberal ekonomi ya da kapitalizmden söz edemeyiz. Yaşadığımız ekonomik düzen vahşi kapitalizmdir...

Yani tüketicilerin sonuna kadar soyulması üzerine bir sistem uygulanıyor! Öyle bir soygun ki hesap soramıyorsunuz... Hükümet sizi umursamıyor!

Yazmaktan bıkmayacağım...

Bakın, Varlık Yönetim Şirketleri diye bir yapı türettiler... Bu şirketler banka ya da dev şirketlerin borçlarını çok ucuza satın alıyorlar. 10 TL'lik borcu 2-3 TL'ye satın alıyorlar. Sonra dönüp tüketicilerden 10 TL'ye karşılık 100 TL ödeme istiyorlar!
Kime neyi tutturabilirlerse... Bu arada çok büyük haksızlıklar, mağduriyetler yaşanıyor. Tüketicilerin borca yasal süre içinde itiraz etmelerini önlemek için posta kutularına ya da muhtarlıklara ihtarname bırakıyorlar. Sizin "acaba bana bir ihtarname geldi mi?" diye her gün muhtara uğramanız gerek!

Bu nedenle tüketici; şirketin uydurup, fahiş faizlerle büyüttüğü borcu ancak kesinleştiği zaman görebiliyor! Yani yasal itirazı atlamış oluyor...

Maaşına haciz gelen vatandaş ise bu mafyatik sözde avukatlık bürolarının esiri oluyor. Büro parayı tahsil ettikçe, istediği gibi faizi ve miktarı ile oynayabiliyor!
Tüketiciyi koruyan en küçük bir mekanizma yok! Bu "ayrıcalıklı şirketlere" itiraz etmeniz mümkün değil. Hakkınızı arayacağınız kurum, bu simsarları şikâyet edeceğiniz bir merci yok!

AKP iktidarı dar gelirliyi, yoksulu vahşilerin insafına terk etti...

AKP; borç verenlerin, oligarşinin, zenginin, sermayenin iktidarı olduğunu, üreticinin, tüketicinin, yoksulun yanında yer almadığını daha ne yaparak ispat edebilir?


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...