Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir - Işıl Çalışkan / BİRGÜN

Yazar, şair ve felsefeci Oruç Aruoba, 72 yaşında hayatını kaybetti. Aruoba’yı dostları BirGün’e anlattı.

“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir” diyor Oruç Aruoba ‘Yürüme’ isimli kitabında. Ve tam da söylediği gibi şimdi geriye belleklerdeki yeri kaldı.

Türkiye’nin önemli değerlerinden yazar, şair ve felsefeci Oruç Aruoba 72 yaşında hayata gözlerini yumdu. Gidişi ile sevenlerini hüzne boğan Aruoba, bugün Kocaeli’nin ilçesi Karamürsel’de son yolculuğuna uğurlanacak.
Akademisyen olarak başladığı kariyerine yazar, şair, çevirmen ve felsefeci olarak devam eden Oruç Aruoba, aforizmalara dayalı felsefi metinleri oldukça başarılı bir şekilde kaleme almış ve yaptığı çalışmalarla öne çıkan bir düşünürdü.
Aruoba akademik yaşamına, TED Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisansını tamamlayarak başladı. Yine Hacettepe Üniversitesi’nde çalışmalarına devam ederek felsefe bilim uzmanı oldu. 1972 ve 1983 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaparken felsefe bölümünde doktorasını tamamladı. Bu süreçte, Almanya’da Tübingen Üniversitesi’nde felsefe semineri üyeliği ve 1981 yılında Victoria Üniversitesi (Wellington) (Yeni Zelanda) konuk öğretim üyeliğinde bulundu.
Kırmızı dergisi gibi çeşitli basın organlarında yayın yönetmenliği, yayın kurulu üyeliği ve yayın danışmanlığı yaptı. Birçok dergide yazı ve çevirileri yayımlandı.
İle, Uzak, Yakın, Yürüme, De ki İşte, Tümceler, Ne ki Hiç yazarın önemli kitaplarından birkaçı. Hume, Rilke, Wittgenstein, Nietzsche, Von Hentig, Başo ve Celan’ın Türkçe’ye çevirerek, literatüre kazandıran Aruoba, özgün bir dille yazdığı haiku (Japon tarzı kısa şiir) tarzındaki şiirleriyle de geniş kitlelere ulaştı. Edebiyat dünyasından dostları onu BirGün’e anlattı.
SORULARI KARŞILIKSIZ GİTTİ
kalabildigimiz-tek-yer-otekilerin-bellekleridir-738254-1.Oruç Aruoba’nın ülkedeki ender entelektüellerinden olduğunu ifade eden yazar Ahmet Telli, “Türkiye çokça aydın barındıran bir ülke ama entelektüeli az. Her entelektüelin sorduğu soru elbette gününde karşılığını bulmuyor. Oruç Aruoba’nın da gelecekte yanıtlanması gereken birçok sorusu var. Başımız sağ olsun” diye konuştu.

  OKURLARI ONU SONSUZA DEK YAŞATACAKkalabildigimiz-tek-yer-otekilerin-bellekleridir-738255-1.
Aruoba’nın yakın dostu şair, yazar, oyuncu Turgay Kantürk üzüntüsünü, “Böyle durumlarda konuşmak çok zor. Türk Edebiyatı için çok önemli bir kayıp. Önemli bir yazar ve düşünürdü. Okurları onu sonsuza dek yaşatacaklardır. Bilime inanan ve düşünsel yanıyla insanın gerçeğini aramaya adamıştı hayatını. Edebiyat hayatında önemli bir yer tutuyordu. Çok değerli bir insandı. Önemli bir kayıp” sözleriyle dile getirdi.
FELSEFE İLE ŞİİRİN DENGESİNİ BULDUkalabildigimiz-tek-yer-otekilerin-bellekleridir-738256-1.
Şair Şükrü Erbaş ise, “Oruç Aruoba felsefe ile şiirin birbirinin önüne geçmeden olağanüstü bir denge içinde buluşmasını sağlamıştır. ‘Edebiyat dünyası’ denilen dünyanın gelgitlerinden uzak, gerçek edebiyatın tevazuu içinde yaşamıştır. Yazdığı şiirin özgünlüğüyle ve hayatının sadeliğiyle kendinden sonra şiir yazacak herkese çok değerli bir örnek olacağına inanıyorum. Edebiyatımız için çok erken bir kayıptır, çok üzgünüm” dedi.
ARUOBA’NIN ESERLERİ
►Tümceler, Bir Yerlerden Bir Zamanlar, 1990
►De ki İşte, 1990
►Yürüme, 1992
►Hani, 1993
►Ol/An, 1994, şiir
►Kesik Esin/tiler, 1994, şiir
►Geç Gelen Ağıtlar, 1994, şiir
►Sayıklamalar, 1994, şiir
►Uzak, 1995
►Yakın, 1997
►Ne Ki Hiç, 1997
►İle, 1998
►Çengelköy Defteri
►Zilif, 2002
►Doğançay’ın Çınarları, 2004, şiir
►Benlik, 2005
►Meşe Fısıltıları 2007
►David Hume’un Bilgi Görüşünde Kesinlik, 1974
►Nesnenin Bağlantısallığı (Hume – Kant- Wittgenstein), 1979
►A Short Note on the Selby-Bigge Hume
►The Hume Kant Read
Işıl Çalışkan / BİRGÜN

Türkiye’de hane halkı yaşam koşulları: Gelir eşitsizliği ve karşılanamayan ihtiyaçlar - Fatma Pınar Aslan / SOL


Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu’nun Bahar -2020 Çalıştayı Altıncı Oturumu için sunulan "Türkiye’de hanehalkı yaşam koşulları: Gelir eşitsizliği ve karşılanamayan ihtiyaçlar" başlıklı makale.

  1. Giriş
COVİD-19 salgınının Türkiye’de hanehalklarının yaşam koşullarında yıkıcı bir etki yaratmasını beklemek son derece gerçekçidir. Bu döneme ait veriler henüz oldukça az olup, istatistiksel göstergeler ortaya konmasa da, işten çıkarmalar ve ücretsiz izin uygulamaları ile hane halkı gelirlerinin azalması, ayrıca salgından önce de faturalarını ödeyemeyen, düzgün beslenemeyen halkın, salgın esnasında yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi söz konusu olacaktır. Sağlık hizmetine ulaşım konusunda farklı gelir grubundaki insanlar arasında salgından önce de bulunan fark, salgın esnasında özel hastanelerin tamamen kamulaştırılmaması nedeniyle, düşük gelirli hanehalkları açısından daha da kötü sonuçlara yol açacaktır. Belediyeler ve bazı sivil toplum kuruluşlarının krizi hafifletmek yönündeki çabalarının bu kapsamlı durumu değiştirmeye maalesef gücü yetmemektedir.
Bu çalışma, henüz yaşamakta olduğumuz günlerin istatistiksel verilerine ulaşamadığımızdan, ileride açıklanacak verilerle zenginleştirilebilecek bir ön çalışma niteliğindedir.
Türkiye’de hanehalklarının salgının başlamasından önce nasıl yaşadıklarına dair bir analiz, TÜİK tarafından uygulanan Gelir ve Yaşam Koşulları Anketi’ne (GYKA) dayanılarak yapılabilir. Yayınlanan en güncel veri, 2018 yılına aittir ve 2019’da açıklanmıştır (TÜİK, 2019). 2018 yılına ait bu verilerde ortaya konan gelir eşitsizliği, yoksulluk ve temel ihtiyaçların karşılanamaması durumu, toplumun COVİD-19 salgınına hangi şartlarda girdiğini göstermesi açısından önemli olacaktır.
Aşağıdaki tüm sonuçlar, TÜİK GYKA 2018 mikro verisi kullanılarak, tarafımızdan yapılan hesaplamalarla elde edilmiştir. Mikro veri, 24.068 hanehalkı içinde, 15 yaş üzeri 61.255 kişiyle yapılan anket sonuçlarını içermektedir. Anketin uygulandığı hanehalkları, 15 yaşın altındakilerle birlikte toplam 81.178 kişiyi kapsamaktadır.
  1. Gelir Adaletsizliği
Gelir adaletsizliğini ölçmenin çeşitli yolları bulunmaktadır. Gini katsayısı ve yüzdelik dilimler yöntemi gelir adaletsizliğini ölçmek için kullanılan iki göstergedir.
Gini katsayısı, nüfusun kümülatif oranlarının, toplam gelir içinden aldıkları kümülatif gelirin oranıyla karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Gini katsayısı, varsayımsal olarak, tam eşitlik durumunda 0, tam eşitsizlik durumunda ise 1 olacaktır. Dolayısıyla Gini katsayısı ne kadar yüksekse harcanabilir gelir o denli eşitsiz dağılmakta demektir.
TÜİK’e ait GYKA veri setinde yer alan harcanabilir gelir verisini kullanarak yaptığımız hesaplamada, Gini katsayısını 0,4003 olarak hesapladık. Bu rakam, OECD’nin hesaplaması ile örtüşmektedir. OECD’den aldığımız grafik (Grafik 1) farklı ülkeler için hesaplanan, 2019 yılına ait Gini katsayısını göstermektedir.
Gelir adaletsizliği probleminin neredeyse tüm dünyada ciddi bir sorun olduğunu söylemek mümkündür. Bu neredeyse tüm dünyanın kapitalist-emperyalist bir düzen içerisinde yönetilmesinin doğal bir sonucudur. Grafiğe göre, kırmızı ile işaretli olan Türkiye ise, gelir adaletsizliğinin en yüksek olduğu ülkelerden biridir.
Hanehalkları kullanılabilir hanehalkı gelirine veya hanedeki tüm fertler eşdeğer hanehalkı kullanılabilir gelirlerine göre küçükten büyüğe doğru sıralanarak; 20 gruba bölünerek %5’lik, 10 gruba bölünerek %10’luk veya 5 gruba bölünerek %20’lik hanehalkı/fert grupları oluşturulmaktadır. Bu grupların toplam gelirden aldıkları paylar da, gelir dağılımı eşitsizliği hakkında bilgi vermesi için kullanılan bir göstergedir.
Bu çalışmada hanehalkları arasındaki gelir eşitsizliği, hanehalkı toplam harcanabilir gelirlerinin dağılımı esasında, hanehalklarının büyüklüğü (ve hanehalkı ağırlık katsayısı) göz önüne alınarak hesaplanmıştır. Bu yöntem kullanılarak toplam hanehalkı gelirinin hanehalkları arasında %10’luk dilimlere göre dağılımı hesaplanmış ve sonuçlar Tablo 1’de gösterilmiştir. Buna göre, hanehalklarının en düşük gelirli %10’u, toplam gelirin %2,48’ine sahipken, en yüksek gelirli %10’u ise toplam gelirin %32,13’üne sahiptir.
Gelir eşitsizliğinin nereden kaynaklandığı ile ilgili olarak yapılabilecek bir analiz, farklı gelir kaynaklarının toplam gelir içindeki payları ile bunların gelir eşitsizliğine ne kadar katkı yaptıklarının karşılaştırılmasıdır.
Türkiye’de hanehalkı toplam gelirinin hangi gelir türlerinden oluştuğu, GYKA verileri kullanılarak hesaplanabilir. GYKA’da fertlere yıl içindeki gelirlerini ücret, müteşebbis geliri, işsizlik yardımı ve kıdem tazminatı, emeklilik ve yaşlılık aylıkları, emeklilik ikramiyesi, dul ve yetim aylıkları, hastalık ödemeleri (rapor parası), sakatlık, gazilik ve malulen emeklilik aylıkları ve karşılıksız burs ve bağışlar olarak ayrı gruplar halinde belirtmeleri istenmektedir. Ayrıca yardımlar, nafaka, gayrimenkul geliri, menkul kıymet geliri ve evde üretilip tüketilen tarımsal ürünlerin toplam değeri de, fertlere tek tek sorulmayıp hane bazında sorulmaktadır. Böylece hanenin toplam gelirinin hangi kaynaklardan elde edildiği hesaplanabilmektedir.
Çalışmamız açısından hanehalkı toplam gelirinin kaynakları 9 gruba bölünmüş ve bu grupların gelirin ne kadarını oluşturdukları hesaplanmıştır (Tablo 2). Buna göre, ücret geliri toplam gelirin %45,38’ini oluşturmaktadır. Gelir eşitsizliğinin kaynağını saptamanın bir diğer yolu ise, bu gelir türlerinin, toplam gelirin eşitsiz dağılımı içindeki paylarının hesaplanmasıdır. Bu hesaplamanın sonucu Tablo 3’te gösterilmiştir.
Tablo 2 ile Tablo 3’teki payların karşılaştırılması, gelir eşitsizliğinin nereden kaynaklandığına dair önemli bir veri sunmaktadır. Müteşebbis geliri toplam gelirin %12,67’sini oluşturmasına rağmen, gelir dağılımı eşitsizliğinin içinde %36,53’lük bir paya sahiptir. Menkul geliri toplam gelirin %1,66’sını oluşturmasına rağmen gelir eşitsizliğinin %17,41’ine sebep olmaktadır. Kira gelirleri toplam gelirin %2,04’ünü oluştururken, gelir eşitsizliğinin %4,43’üne neden olmaktadır.  Müteşebbis geliri, gayrimenkul geliri ve menkul gelirinin toplumun en zengin kısmının elinde toplandığı ve bu nedenle eşitsizliği arttırdığı ortadadır.
Diğer gelir türleri (ücret geliri, emeklilik, işsizlik, yardımlar vs.) ücret içindeki toplam paylarına nazaran, gelir eşitsizliğine daha az katkıda bulunmaktadır.  Ayrıca, tahminlerle uygun olarak, sosyal yardımların gelir eşitsizliği üzerinde küçük de olsa negatif bir etkisi vardır.
  1. Karşılanamayan İhtiyaçlar
Yaşamsal ihtiyaçların karşılanması söz konusu olduğunda, TÜİK GYKA önemli veriler sunmaktadır. Salgın sırasında sosyal güvenlik ve sağlığa erişimin ne kadar önemli bir sorun olduğu göz önüne alınırsa, salgın öncesi veriler bize insanların ne koşullarda salgın sürecine girdikleri hakkında fikir vermektedir. GYKA sorularına verilen yanıtlara göre, katılımcılardan bir yerde çalıştığını belirten kişilerden %31,8’i bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadığını belirtmiştir.
Ankete katılan fertlerin (15 yaş ve üzeri) %35,2’si kronik hastalığı olduğunu belirtmiştir. Sağlık hizmetlerine erişim konusunda, “ferdin son 12 ay içinde, tıbbi muayene veya tedavi ihtiyacı olduğu halde doktora başvuramama durumu olup olmadığı sorusuna katılımcıların %7,78’i “evet” cevabını vermiştir.
Bu soruya “evet” cevabı verenlerin nedenleri şu şekildedir:
  • Ödeme güçlüğü (çok pahalı olması ya da sigorta fonu tarafından karşılanmaması): %34
  • Rahatsızlığın kendi kendine geçmesini beklemesi: %25
  • İş, çocuk ya da bakmakla yükümlü olduğu diğer kişilerden dolayı zaman bulamama: %18
  • Randevu süresinin çok geç tarihte verilmesi: %10
  • Sağlık kuruluşunun uzak olması / ulaşım imkanının olmaması: %6
  • Ameliyat / tedavi korkusu: %4
  • İyi bir doktor veya uzman tanımaması: %2
Bu cevaplardan anlaşıldığı üzere nüfusun yaklaşık %8’i ihtiyacı olduğu halde doktora gidemediğini belirtmiştir. Bu insanların da üçte biri paraları olmadığı için doktora başvuramadıklarını belirtmektedir.
Burada, TÜİK’in soruyu yanlış biçimlendirdiği görülmektedir. “İhtiyacı olduğu halde doktora BAŞVURAMAMA durumu”na bir neden olarak “rahatsızlığın kendi kendine geçmesini beklemesi” cevabı, uygun bir seçenek değildir. Rahatsızlığının kendi kendine geçmesini bekleyenlerin, beklemelerinin sebebinin muhtemelen diğer seçeneklerde bahsedilenlerden biri olduğunu tahmin etmek zor değil. TÜİK’in soruları sorarken ve olası cevapları sıralarken ankete katılanları yönlendirdiğinin düşünülmesi kaçınılmazdır.
Anket kapsamında fertlere maddi yoksunlukla ilgili sorular sorulmuştur. Bu sorulardan seçilenler ve “hayır” yanıtı verenlerin oranı Tablo 4’de gösterilmektedir.
Görüldüğü gibi, katılımcıların %12’si eskimiş kıyafetlerinin yerine yenisini alamamakta, %10’unun iki çift ayakkabısı bulunmamaktadır. Dışarıda yemek yiyemeyen, sosyal bir faaliyete katılamayan katılımcıların oranı da oldukça yüksektir.
Burada yine, TÜİK’in cevap şıklarında “maddi yetersizlik nedeniyle hayır” cevabı yanında “diğer nedenlerle hayır” seçeneği sunduğu görülüyor. “Eskimiş giysilerinizin yerine yeni giysiler alabilir misiniz?” ya da “Biri günlük kullanıma uygun olmak üzere düzgün iki çift ayakkabınız var mı?” sorularına neden “maddi nedenler dışında hayır” denebileceğini anlamakta zorlanıyoruz. İnsanlara hem eskimiş giysilerini değiştirme olanaklarının olup olmadığını sorup hem de maddi olanaksızlığını dile getirmek istemeyen insanlara bir kaçış yolu sunulmakta, böylece maddi yoksunluğun göstergeleri azaltılmış olmaktadır.
Hanehalklarına ekonomik soruları ile ilgili olarak sorulan sorulara verilen yanıtlara bakıldığında ise hanehalklarının yaklaşık %20’sinin faturalarını ödeyemediği, %16’sının da kredi kartı ve diğer borçlarını ödeyemediği görülmektedir (Tablo 5). Hanehalklarının üçte biri gerekli harcamaların yapılamadığını, %65’lik kısım ise oturduğu konut için gerekli harcamaları yapmakta zorlandığını belirtmektedir.
Hanehalklarının %30’unda hafta 2 kez et, tavuk veya balık tüketilemediği görülmektedir. Hanehalklarının yarısından fazlası (%54) ailecek yılda bir haftalık bir tatili karşılayabilecek durumda değildir. %17’lik bir kısım ise, evlerini yeterince ısıtamadıklarını belirtmiştir.

Gelirin ısınma ve beslenmeye yetmemesi, fatura ve borçların ödenememesi yanında, yaşanan konutlarda da hanehalkı sağlığını ilgilendiren sorunlar yaygındır. Konutların üçte birinde sızdıran çatı, nemli duvar ve çürümüş pencere sorunları mevcuttur (Tablo 6). Bu gibi sorunların halk sağlığı açısından ciddi olumsuz durumlar yaratması öngörülebilir.
  1. Sonuç
Yeni koronavirüs salgını dünyada ve Türkiye’de emekçi sınıfları oldukça ciddi bir hayatta kalma mücadelesi içine sokmuştur. Salgın nedeniyle üretimin durduğu sektörlerde çalışanlar gelirlerini kaybederken, çalışmaya devam edenlerin de kendilerinin ve ailelerinin sağlıkları tehlike altındadır. Türkiye’de salgının nasıl kontrol edileceği ve insanların bu süreçte gelirleri azalırken kendilerini nasıl koruyacakları sorusu, sosyal devlet olma özelliğini oldukça uzun zamandır yitirmiş olan devlet tarafından cevaplanmadığı için, insanlar alabildikleri kadar önlem alarak kendilerini ve ailelerini korumaya çalışmaktadır. Devlet, insanlara kendi önlemlerini almalarını ve “evde kal”malarını öğütlemektedir.
Salgının başlamasından sonraki sürece ait veriler henüz oldukça az olmakla birlikte, salgının başlamasından önce Türkiye’de hanehalklarının ne şekilde yaşadıklarına dair mevcut bilgiler, insanların “hane” içinde salgından korunabilme olanaklarının kısıtlılığını göstermektedir. Gelir eşitsizliği oldukça önemli bir sorundur. Ücret gelirlerine ve transfer ödemeleri ve yardımlara bağlı olarak yaşayanların, kısaca toplumun ezici çoğunluğunun, gelir eşitsizliğinden etkilendikleri görülmektedir. Bu nüfus kesiminin gelirlerinin salgın sırasında daha da azalması beklenmelidir.
Salgından önce, bir yerde çalıştığını beyan edenlerin üçte birinin sağlık güvencesi olmadığı görülmektedir. Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bir “maliyet” unsuru olarak görülen çalışanlar, sosyal güvenliksiz çalışmaya zorlanmaktadır. Salgın esnasında üretimin bazı sektörlerde durması ve istihdamın azalması sonucunda, bu nüfus kesiminin önemli bir kesiminin gelirini tamamen kaybetmesi gerçekçi bir tahmindir. Ayrıca, salgından sonra devlet tarafından bir “çözüm” olarak ortaya konan kısa çalışma ödeneği uygulaması da, halihazırda sosyal güvencesi olan şanslı kesimin gelirlerinin önemli bir kısmını yitirmeleri demektir. Bu uygulama devletin de çalışanları sermaye üzerinde bir yük olarak gördüğünü göstermektedir.
Salgın öncesinde de sağlık hizmetlerinden faydalanamayan, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, iyi beslenemeyen, iyi giyinemeyen ve sağlıklı konutlarda oturamayan nüfus bölümünün oldukça fazla olduğu görülmektedir. Hanehalklarının yaklaşık üçte biri, haftada iki kez et yiyemediklerini belirtmişlerdir. On kişiden biri, iki çift ayakkabısının olmadığını söylemiştir. Salgında bir yandan iyi beslenmesi, sağlığını koruması öğütlenen diğer yandan da kendi başının çaresine bakması beklenen bu nüfus kesimlerinin sağlıklarını koruyamayacakları açıktır. İnsanların beslenebilmek ve en temel ihtiyaçları olan elektrik, su, doğalgaz faturalarını ödeyebilmek için “yardımseverlerin” ve belediyelerin insafına bırakılmaları, kapitalist sistemin krizlerle nasıl başa çıkamadığının ve krizin faturasının geniş nüfus kesimlerinin ödediğinin bir göstergesidir.
Salgın, kapitalist sistemde üretimin insan ihtiyaçlarına ne kadar uzak şekilde gerçekleştirildiğini göstermiştir. Kaynak kullanımının doğru planlanması, halkın çıkarı üzerine şekillendirilmiş bir sağlık sisteminin olması ve olağanüstü durumlarda devletin tüm halk adına gerekli önlemleri alması durumunda, salgının en az zararla atlatılması mümkün olabilirdi. Küba’nın salgın deneyimi buna oldukça iyi bir örnektir.
Türkiye gibi geniş kaynaklara sahip bir ülkenin, kaynakların toplum için planlandığı bir durumda, tüm bireyleri için en iyi şartları sağlayabileceği açıktır. Toplumu var eden emekçi kesimlerin sosyal güvencesiz çalıştırılmaları, olağanüstü bir durum ortaya çıktığında ilk gözden çıkarılan olmaları, sağlık sisteminden gerektiği gibi faydalanamamaları ve elektrik, su, doğalgaz gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayamamaları ve “yardıma muhtaç” olmaları kabul edilemez bir durumdur.
Fatma Pınar Aslan / SOL - Bilim ve Aydınlanma
Kaynaklar
OECD, (2020). Income Inequality Data, Erişim Tarihi: 18.05.2020 https://data.oecd.org/inequality/income-inequality.htm
TÜİK, (2019). GYKA 2018 Mikro Verisi (Bu çalışma için TÜİK’ten alınarak kullanılmıştır.)
Katkılar
Erhan Nalçacı
Fatma Pınar Arslan’ın verilere dayanarak yaptığı ve hanehalkının durumunu ele alan çalışması nesnel durumu göstermesi açısından çok önemli. Bu verileri önümüzdeki yıllarda pandeminin etkilerini görmek açısından karşılaştırmalı olarak inceleme şansı verecek.
Gelir dağılımı ve gelirin kaynakları önemli ipuçları veriyor. Öte yandan bu yöntemin kısıtları çalışmanın başında verilebilir. Çoğu sermaye kesimi çeşitli yöntemlerle gelirini olduğunun çok altında gösteriyor veya saklıyor. Servete dayalı bir toplumsal eşitsizlik (üretim araç ve nesneleri, mali araçlar, gayrimenkuller vb.) istatistiğini ise devlet tutmak istemiyor.
Sosyalist Gelecek ve Planlama sürecinde hane halkının temelinde bulunan iktisadi temeli çözüleceğini önerdiğimiz için bugün hanehalkının yaşadığı bunalımı bütün boyutları ile ortaya koymak zorundayız. Bu çalışma bu yönüyle de kıymetli. Öte yandan hane içi şiddet, istismar, özgürlüklerin engellenmesi, hegemonya biçimleri, gericiliğin beslenmesi, işsizlik gibi bütün boyutlarıyla bu bunalımı ortaya koyacak bir çalışmaya ihtiyacımız var.  Belki Sonbahar sempozyumuna böyle bir ekip oluşturabiliriz.
Cevap
Türkiye’de gelir istatistikleri beyana dayalı olarak sunuluyor. GYKA ve diğer anketlerin sonuçları, kişilerin verdikleri cevapların doğruluğuna dayanıyor. Bunların dışında bir gelir istatistiği maalesef yayınlanmıyor. Bu nedenle, gelir eşitsizliğinin burada gösterilenden daha fazla olduğunu tahmin edebiliriz.
Diğer yandan, TÜİK’e ait bu veriler yetersiz olmakla birlikte, bir fikir vermesi açısından önemli. Özellikle, başka hiçbir kurum ve kuruluş, her yıl düzenli olarak ülkenin tamamında bu kadar çok sayıda fert ve haneden cevap alınan, bu kadar fazla soruyu kapsayan bir anket yapamadığı için. TÜİK GYKA verileri yıllar arasında da karşılaştırma yapılabilecek bir süreklilik arz ediyor. Bunların dışında, belediyeler, araştırma kuruluşları, sendikalar gibi birçok başka kurum da istatistik topluyor. Bu istatistikleri birlikte kullanarak, birbirleriyle karşılaştırarak daha zengin sonuçlara ulaşmak mümkün. Ancak benim de makalede yapmaya çalıştığım gibi, verilerin toplanma sürecine dair eleştirel bir bakış açısına sahip olmak gerek.
Bu veriler, hanehalklarının yaşam koşullarına dair temel düzeyde bir fikir verebilir. Sizin de belirttiğiniz gibi bu bakış açısının birçok yönden geliştirilmesi ve daha bütünlüklü bir “hanehalkı resmi” çizilmesi mümkün.

Diyanet yerli mal istemedi! - Ali Ekber Ertürk / SÖZCÜ

Diyanet’in bölgedeki merkezi olarak hizmet verecek Harput Külliyesi’nin teknik şartnamesi ortaya çıktı. Külliyenin kapısı ve bahçedeki yüzlerce ağaç için ‘ithal’ olması şartı konuldu...



Diyanet'in Elazığ'da yaptırdığı 58.7 milyon liralık külliyenin teknik şartnamesi ortaya çıktı. Harput Külliyesi'nin bahçesi için tüm ağaçların ithal olması şartı konuldu.

İşte o şartname


Teknik şartnamede, “Fotoselli kayar kapı” için mekanizmanın tamamının ithal ve Japon menşeli olması istenirken, “Otomatik cam kayar kapılar; kullanılan mekanizma menşei olan ülkeden orijinal olarak ithal edilmeli, yerli üretim parçaya sahip olmamalıdır” ifadesine yer verildi. Diyanet'in, İl Özel İdaresi üzerinden ihale ettiği Elazığ Harput Külliyesi'nin inşaatına 2018'de başlanmıştı. Külliye'nin 58.7 milyon liraya mal olması planlandı. Külliye, Diyanet'in bölgedeki merkezi konumunda hizmet verecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından çıkarılan tasarruf genelgesinde yapılarda yerli malzemelerin kullanılması istenmişti. Teknik şartnameye göre Diyanet'in Külliyesi'nde kullanılacak ithal peyzaj süslemeleri ve sayıları şöyle:

İşte ithal ağaç listesi
Ali Ekber Ertürk-SÖZCÜ

Bakteri yiyen virüsler - Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Salgın olsun olmasın, yakın gelecekte insan sağlığına yönelik başlıca tehditlerden biri, yine mikroskobik: antibiyotiklere direnç kazanan bakterilerin 2050 yılına kadar 10 milyona varabilecek bir insan nüfusunu öldüreceği öngörülüyor. Dünyadaki sağlık örgütleri, aşırı antibiyotik kullanımıyla bu yüzden mücadele başlattı ve en öldürücüleri hastane ortamında bulaşan (MRSA) antibiyotiklere dirençli bakteriler üzerinde alternatif tedavi yöntemleri aranıyor.
Bu yöntemlerden en dikkat çekici olanı, aslında 20. yüzyılın başında bulunan ve hastayı, hastalığa yol açan bakterileri “yiyen virüs”le iyileştiren fagoterapi metodu.
Bilimsel dilde  bakteriyofaj  diye anılan bakteri yiyici virüslerin varlığını, 1910 yılında ve tesadüfen, sıra dışı bir araştırmacı olan Kanadalı Fransız Dr. Felix d’Herelle keşfetti.
Meksika’nın Yucatan bölgesindeki çekirge istilasını inceleyen bilimciler arasında yer alan Felix d’Herelle, çekirgelere özgü ölümcül bir hastalık saptadı. Ölü çekirgelerin bağırsaklarındaki bakterileri kültür ortamında incelerken, plakalar üzerinde oluşan beyaz lekeleri fark etti. Lekeler, bakteriyi 30 saniye gibi kısa sürede yok eden gizli bir elementi işaret ediyordu. Zamanın mikroskoplarıyla görülemeyen bir virüs olabilirdi, element.
Her canlıya bir can yiyici
Gerçekten de öyleydi. Patojen mikropları yiyerek beslenen, dolayısıyla enfekte canlıyı iyileştiren bir virüs!
Felix d’Herelle, Paris Pasteur Enstitüsü’nde görevliydi. Gürcü öğrencisi Dr. Georgi Eliava ile çekirgeler üzerinde yaptığı keşfi geliştirmek üzere çalışmaya başladı.
Basit anlatımla “her ölümcül bakterinin yiyici virüsünü belirleyerek hastaya vermek” diyebileceğimiz fagoterapi yöntemi; Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde dizanteri, kolera, hatta veba ile mücadelede başarılı oldu. Felix d’Herelle, tüm dünyadan davetler alıyor, tıp camiasına fagoterapiyi tanıtıyor ve bakteri yiyici virüsleri değişik enfeksiyonlar üzerinde deniyordu.
Eski öğrencisi Dr.Georgi Eliava, 1923’te kendisini Tiflis’e davet etti. Birlikte bugün Gürcistan’ın gurur kaynağı olan Eliava Enstitüsü’nü kurdular.
Ancak Felix d’Herelle’in keşfi, 1929’da penisilinin bulunmasıyla rafa kalktı. Fagoterapi hiçbir yan etkisi olmayan, doğal düşmanın doğal silahlarla yenilme tedavisiydi. Ama dünya, yan etkisi pek çok olmasına karşın standart üretimi çok kolay, etki alanı geniş ve ilaç sanayiine getirisi hayli yüksek antibiyotiklerin “altın çağı”na giriş yapmıştı.
Virüs pazarına nur yağışı
Mikrobiyolojist Alain Dublanchet: “Fagoterapi 1980’li yıllarda antibiyotiklerin yükselişiyle tamamen gömülmeden önce Fransa’da binlerce hastayı iyileştirdi. Pasteur Enstitüsü’ndeki zengin bakteriyofaj koleksiyonları, çöpe atıldı. Şimdi her şeye yeniden başlamak gerek” diyor.
2019 Kasım ayında ARTE kanalında yayımlanan fagoterapi konulu müthiş belgeseli hazırlayan Jean Crepu ise umut veriyor: “Soğuk Savaş tıbba da yansıdı. Antibiyotiklerin geç ulaştığı SSCB ülkeleri fagoterapiyi sürdürdü ve Polonya ile Gürcistan bu tedavi yöntemiyle parlayıp, yeniden sahne alıyorlar.
Halen dünyadaki en büyük virüs bankası, 6 bin tür virüsle Tiflis’teki Eliava Enstitüsü. Eski Doğu Bloku ülkelerinde bazı enfeksiyonlar için hazırlanan bakteri yiyici virüs kokteylleri reçetesiz bile satılıyor!
Aynı ülkelerde fagoterapi uygulayan sağlık kurumlarına, son yıllarda MRSA (hastane enfeksiyonu) kurbanı, “umutsuz vaka” sayılan hasta akımı var*.
Antibiyotiklere dirençli bakterileri yiyici virüslerle yok etmek, kuşkusuz mucizevi bir tedavi değil. Çünkü yiyici virüs koleksiyonu oluşturmak kolay değil, bir; stabil ve seri üretimini yapmak zor, iki; yaşayan bir ilacı yasal standartlara uydurmak imkânsız, üç...
Ama 2016’dan beri Belçika ile Fransa’daki bazı hastanelerde başlayan denemelere ve Paris kanalizasyonlarından “bakteriyofaj” toplayan ekiplere bakılırsa; eski ve hastalara yan etkisi sıfır bu tedavi yöntemi, yeniden sahne ışıkları altında diyebiliriz.
Kapitalizm sattığını över, almayanı döver
Doğal düşmanı doğal silahla yenmekte oldukça başarılı fagoterapi, bana ısırgan özütü açmazını anımsatıyor.
Tarlalarda bolca yetişen ısırgan otunun yağmur suyunda bekletilmesiyle elde edilen özüt, köylüler tarafından binlerce yıl hem toprağı beslemek hem de haşaratı yok etmek için kullanıldı. Ancak AB, aynı zamanda kimyasal gübre ve tarım ilaçları sanayi demek olan ilaç lobilerinin baskısıyla köylüye sıfır maliyeti olan bu hem doğal, hem etkili hem de zararsız özütü yapmayı ve kullanmayı, ağır cezalara bağlayıp yasakladı. Özütü yapıp kullanan çiftçilere inanılmaz para cezaları kesildi, kimisi hapse atıldı**.
Küresel kapitalizm, satmadığı ürünü edineni de kullananı da, hele ucuz ya da bedavaya getirilmişse, tam anlamıyla mahvediyor.
Bakteri yiyen virüsler de şimdilik eski Sovyet ülkelerinde güvende. Kallavi kapitalist dünyadaki gelecekleri ise meçhul.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
*Marie-Céline Ray/Enfeksiyon Tedavisinde Son Şans (Thierry Souccar Yayınevi, 2018).
**https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-g-kirikkanat/kapital-zemberek-hayatimiz-zehir-409872

Yüzde 4,5'luk 'büyüme' ne anlama geliyor? 'Artış tüketimden geliyor' - Fuat Sözen / SOL

'Bu veriler 2020 yılı ilk çeyreğindeki %4,5'luk büyümenin büyük bir kısmının toplam tüketimden gelen katkı ile oluştuğunu göstermektedir. İç talebi oluşturan diğer başlık olan sabit sermaye yatırımlarındaki değişim eksi %1,4'dür'

TÜİK, Ocak-Mart 2020 yılı (1.çeyrek) milli gelir (GSYH) tahmini istatistiklerini yayımladı. TÜİK'e göre milli gelir 2020 yılının ilk üç ayında sabit fiyatlarla % 4,5 oranında büyüdü. Bir önceki yılın aynı çeyreğindeki eksi %2,3 büyüme oranı, görece bu yüksek büyüme oranın ortaya çıkmasının nedenleri arasında.
http://www.tuik.gov.tr/hb/43/kapak/33604_img_2_43_29.05.2020584970354.jpg
Yüzde 4,5'luk yüksek sayılabilecek bu büyüme oranı 2019'un son çeyreğindeki yüzde 6'lık büyüme ile birlikte değerlendirildiğinde 2018 Ağustos krizinin yarattığı ekonomik daralmanın 2019'un ikinci yarısından itibaren azalmaya başladığına işaret ediyor. Ancak büyüme oranları üzerinden yapılan bu tespit daha geniş bir çerçevede makro ekonomik göstergeler üzerinden yapıldığında ekonomide büyük dengesizliklerin olduğu, büyümenin sürdürülebilirliğinin önünde (pandemiden bağımsız olarak) ciddi engeller bulunduğu görülüyor. İç talebi artırmak amacıyla izlenen politikalar özellikle faiz oranlarının ekonomi yönetimi tarafından düşürülmesi ile kredi hacminin büyük ölçüde şişirilmesi yüksek büyüme oranlarının ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden.

Üretim yöntemiyle milli gelir

Üretim yöntemiyle hesaplanan milli gelirde temel sektörler; tarım, sanayi ve hizmetler sektörleridir. Aşağıdaki tabloda, 2020 yılı ilk çeyreğinde tarım sektörünün yüzde 3,0 büyüme hızı ile GSYH ortalamasının altında, sanayi sektörünün ise yüzde 6,2 ile üzerinde büyüdüğü görülmektedir.
Ekonomiyi canlandırmaya yönelik parasal ve mali teşviklerin etkisiyle sanayi üretimi son iki çeyrektir GSYH ortalamasından daha hızlı artmaktadır. Tablodaki verilerden de görüleceği üzere benzer eğilim imalat sanayi içinde geçerlidir.
Son yıllarda ekonomik büyümenin "motoru" olan inşaat sektörünün büyüme hızı ise Ağustos 2018 krizinden bu yana küçülmesini azaltmakla birlikte halen negatif görünümünü sürdürmektedir.
Üretim içinde en büyük paya sahip olan hizmetler sektörünün (inşaat dahil) büyüme hızı ise yüzde 5,8 ile sanayi sektöründe olduğu gibi son iki çeyrektir artış eğiliminde.
Aşağıdaki tablo, 2020 yılı ilk çeyrek verileri ile birlikte 2018 Ağustos krizinden bu yana çeyrek dönemler itibariyle GSYH sektörel büyüme hızlarını göstermektedir.
http://www.tuik.gov.tr/hb/43/kapak/33604_img_1_43_29.05.2020-429060632.jpg

Harcama yöntemiyle milli gelir

Harcama  yöntemiyle hesaplanan milli gelir iç ve dış talepten oluşmaktadır. İç talebi oluşturan tüketim ve yatırımlar değerlendirildiğinde iç talebin sadece toplam tüketim nedeniyle arttığı, sabit sermaye yatırımlarının ise azalmaya devam ettiği görülmektedir. Toplam tüketimdeki değişme yüzde 5,3 ile GSYH ortalamasının üzerindedir, kamu kesimi tüketim harcamasındaki artış ise daha yüksektir. Kamu kesimi 2019 yılı 1.çeyreğinde yerel seçim döneminde yapılan harcama artışı kadar bu çeyrekte de harcama yapmıştır.
Bu veriler 2020 yılı ilk çeyreğindeki %4,5'luk büyümenin büyük bir kısmının toplam tüketimden gelen katkı ile oluştuğunu göstermektedir.
İç talebi oluşturan diğer başlık olan sabit sermaye yatırımlarındaki değişim eksi %1,4'dür. Tüm teşvik tedbirlerine karşın toplam yatırımlardaki düşüş azalmakla birlikte halen pozitif değerlere ulaşamamıştır. Şüphesiz makina teçhizat yatırımlarındaki yüzde 8,4 oranındaki artış ekonominin gelecekteki büyüme potansiyeli açısından olumlu bir gelişmedir. Makina teçhizat yatırımları Ağustos 2018 krizinden bu yana ilk defa artış göstermiştir.
Tüketim ve yatırımların toplamından oluşan toplam nihai yurtiçi talep ise 2020 yılı ilk çeyreğinde yüzde 3,5 oranında artmıştır.
İhracat ve ithalatın toplamından oluşan dış talepteki gelişmelere baktığımızda 2019 yılı boyunca her çeyrek artan ihracat bu dönemde bir önceki yılın aynı dönemine göre eksi %1,0 oranında azalmıştır. İthalat ise yüzde 22,1 gibi yüksek bir oranda artmıştır. Dolayısıyla dış talep toplamı iç talebe dayanan büyüme sürecini sınırlayarak GSYH büyümesini azaltan etkide bulunmuştur.
 Fuat Sözen / SOL

Korona günlerinde 'zeybek' - YARGI MUTLU / SOL

Ahmet Hakan'ın sunduğu bir programda 'Aşı ve ilaç çalışmalarında son durum' konuşulurken konu nasıl olduysa bir anda dansa geliyor. Program konuğu Amerika’da yaşayan Doktor Mehmet Çilingiroğlu aşka geliyor ve programın diğer konuğu olan Rus asıllı gazeteci Maria Gladkikh'e dönüp 'Bak Maria böyle oynanıyor' diyerek zeybek oynamaya başlıyor.

Yazının başlığına ilham veren kitap, tahmin edebileceğiniz gibi ünlü, Latin Amerikalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” romanıdır. Her ne kadar roman bir aşk temasını merkezine alıyor gibi görünse de; on dokuzuncu yüzyılın yirminci yüzyıla dönüştüğü bir zaman dilimini kapsayan bu bitmeyen aşkın gerisinde, çağdaşlaşma çabası içindeki bir toplumun çeşitli yönlerini, özellikle taşra kentsoyluluğunun saçmalıklarını ince bir alayla eleştiriyor.

Romanın geçtiği tarih aralığı 19. yy. sonu ile 20. yy. başı. Taşra kentsoyluluğu da, sanayi devrimi ile birlikte yükselen burjuva sınıfına atfedilen bir kavram. Taşrada sermaye birikimi ile kabuğunu yırtan ve bir önceki döneme ait sıradan taşralı halk olmaktan çıkıp burjuva sınıfı olmaya geçişi tanımlar nitelikte. 

Gelelim günümüze ve korona günlerinde zeybeğe. Ahmet Hakan'ın sunduğu bir programda 'Aşı ve ilaç çalışmalarında son durum' konuşulurken konu nasıl olduysa bir anda dansa geliyor. Program konuğu Amerika’da yaşayan Dr. Mehmet Çilingiroğlu (Prof. unvanını taşıdığına dair de tartışmalar var) programın bir diğer konuğu olan Rus asıllı gazeteci Maria Gladkikh'e aşka gelip "Bak Maria böyle oynanıyor" deyip zeybek oynamaya başlıyor. Programın yayınlandığı 26 Mayıs tarihinde, dünya çapında halen etkisini sürdüren corona pandemisi sebebiyle 350 binden fazla insan hayatını kaybetmiş ve vaka sayıları da artmaya devam etmekte. Haliyle, böyle zorlu bir dönemde bu olay sosyal medyada çokça gündem oldu. Fakat bu, son yıllarda ekranlarda sıkça gördüğümüz papyon ve yuvarlak gözlük modasına itina ile uyan akademisyen/bilim adamının ilk şovu değil. 
Yine aynı programda, bir ay kadar önce bu sefer de “koronavirüs kâbusu ne zaman biter?” başlığının eşliğinde Efelerin Efesi türküsünü tutturmuştu. Tabi ekranlar onu çağırdıkça, bu performansını bir zeybek dansı ile taçlandırmasa eksik kalırdı Ege kökenli hocamızın mizah yüklü vatan hasreti. Her gün camilerden dualar okunmuyor mu sanki bilim çare ararken salgına. Herkes aynı gemideydi ya, virüs sınıf ayrımı yapmıyordu! Öyleyse herkes elinden geleni yapacak kapitalizm gemisini suda tutmak için. Geminin dümenini elinde tutanlar tamam da, hocamız başka başka programlarda farklı sulara da kırıyor dümeni gördüğümüz. Bir kanalın programında çıkıyor Antalya’daki cehape zihniyetini eleştiriyor; bir başka kanalda da Atatürkçü mesajlar verip, kurtuluş savaşının onurlu milisleri olan hakiki zeybeklere selam çakıyor. Cumhuriyet devrimlerini tarihsel bağından koparıp, halifelik ve saltanatın, gericiliğin külleri üzerine kurulduğunu unutan veya unutturmaya çalışan günümüz burjuvazisi seviyor böyle figürleri anlaşılan. Sürekli taktıkları papyonları da sanki onların ekranlardaki simgesel dili. Kılık kıyafet devriminden bu yana onlara hala medeni olduklarını hatırlatan yegâne aksesuarları. Oysa papyonun da bir tarihsel geçmişi gelişimi var. Genellikle entelektüel duruşu ve burjuvaziyi sembolize ediyor doğru. Seçkin aklı çağrıştıran bu küçük aksesuar, yıllardır Batı kültüründe profesörler, avukatlar, hekimler, siyasetçiler gibi üstün meslek grupları ile özdeşleşmiş. Einstein, Charlie Chaplin, Winston Churchill gibi pek çok farklı tarihsel figür kullanmış onu. Günümüze gelindiğinde, artık tarihsel yolculuğunda belli stillere eşlik etmiş, stereotipilerle özdeşleştirilmiş papyon, bireysel zevkleri sembolize eden bir popüler kültür aksesuarı haline gelmiş gibi gözükse de; ekranlara sıklıkla çıkan Celal Şengör gibi birçok akademisyen/bilim adamının vazgeçilmez tercihi. Hepiniz tanıyorsunuzdur eminim; hani şu 12 Eylül darbe zamanı insanlara dışkı yedirilmesinin işkence olmadığını savunan medeni bilim insanı!
Biz yine konumuza dönersek; dünya tarihinde ilk defa olmuyor tabi ki bu tip salgınlar, örneğin içme sularının kirliliğinden kaynaklandığı üçüncü salgınından sonra tespit edilen kolera bile, aşısı çok önce bulunmasına rağmen görülmeye devam ediyor hâlâ; her ne hikmetse dünyamızın sömürüye ve yoksulluğa terk edilmiş bazı bölgelerinde. Ölüm tarih boyunca her dönem her coğrafyada var anlayacağınız, hep kederlenip umutsuzluğa kapılacak değiliz ya, bir türkü de biz tuttururuz salgında ‘EvdeKal’amayan emekçilerle birlikte; oldubitti. Her şey oldubitti ile çözülmeye çalışılmıyor mu zaten. Sahiller yasak AVM’ler açık, oldubitti. Ama ekonomi! Tüm medya dünyadaki ekonomik küçülmeden, gelecek krizden, işsizliklerden bahsedip duruyor. Ne yapalım yani ölelim mi! Hep karamsar haberler, veriler mi sunacağız sizlere! Biraz da türkü tutturalım, oynayalım. Bizim ağlanacak, sizin alay edilecek halinize oynayalım!
Son olarak gelelim yine yazının başlığına. İçinde yaşadığımız yirmi birinci yüzyıl pandemisinden de gelecekte böyle bir eser çıkar mı bilmiyorum. Unvanları, mevkileri de pek önemsemeyen sıradan bir yurttaş olarak bildiğim şu; İnsanlık, yüzyıllara yayılan tarihsel birikimini ne zaman ki toplumun, emekçi halkın yararı için kullanacak; işte o zaman ekranlarda böyle şarlatanlıkları izlemek zorunda bırakılmayacağız. Bunun için de bu birikimi bir sonraki aşamaya taşıyacak olan emekçi halkın örgütlenmesinden başka bir yol gözükmüyor.
YARGI MUTLU / SOL


Türk ordusundaki bilek güreşi - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Kitapların ayraçları var. Elbette tarihin de. Bir sıçrama yaşanıyor. Açıp bakıyor, öncesini ve sonrasını okuyoruz. Eskisinin kendisini hep yenide var ettiğini de yeninin eskinin kalıntılarını yok ettiğini de görüyoruz.
Önümde Cihat Yaycı’nın yazdığı kitaplar duruyor. 2019 yılında ASAM Yayınları’ndan çıkan “Libya Türkiye’nin Denizden Komşusudur” eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Uğur Yiğit’e şükran mesajı ile başlıyor. Sürpriz değil. Türkiye’nin en batısından Libya ile deniz komşusu olduğu tezini hazırlayan Yaycı’yı Amiral Cem Gürdeniz’in desteklediğini, Yiğit’in ise Erdoğan’a kadar taşıdığını biliyoruz. Kitaptan 29 Kasım 2010’da Libya’ya giden ve Kaddafi ile görüşen Erdoğan’ın çantasında Yaycı’nın hazırlattığı haritaların olduğunu öğreniyoruz.
Dönem Türk donanmasının AKP destekli Fethullahçı çete tarafından hapsedildiği günler. Operasyon tartışmasız Batı destekliydi. Bu sırada kendisine karşı birçok savunma planının deşifre olmasından en memnun olan Yunanistan’dı. Yunanistan, sistematik ve kendince tutarlı bir politikayla Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs ile birlikte egemenlik alanını genişletiyordu. Bir gemi komutanı 25 yılda, bir amiral 40 yılda yetişiyor. Hapishane kuyruğundaki Türk amirallerinin durumu, Türkiye’yi Doğu Akdeniz savaşından uzak tutuyordu.
Libya ile yapılan anlaşma, Türkiye’yi bir kavganın fiilen içine soktu. Zira Türkiye-Libya mutabakatı, tam anlamıyla Yunanistan-Güney Kıbrıs hattını kama gibi keserek Türkiye’yi hem Yunanistan hem AB’nin bir bölümü ile karşı karşıya getirdi.


AKAR VE YAYCI KARŞI KARŞIYA 

Bu, Türkiye için hem içeride hem dışarıda bir kırılma demekti. Uygulanabilmesi için FETÖ kavgasının nihayete ermesi gerekiyordu. 15 Temmuz’un Türk ordusu için ayraç olması böyle oldu.
Cihat Yaycı ile Hulusi Akar tartışmasız iki ayrı çizgiyi temsil ediyor. Biri deniz ile öbürü kara ile düşünüyor. Akar, 15 Temmuz öncesi yapılan soruşturmalara yanıt vermemesi ve nihayetinde yaverinin bile darbeden çıkmasıyla, Yaycı ise soruşturmaların ötesine geçip FETÖMETRE denilen kriterleri Deniz Kuvvetleri’nde uygulamasıyla biliniyor. Akar’ın ABD’den aldığı madalya, NATO hatta ABD’de Türkiye raporu yazan enstitüler tarafından sevilen bir komutan olması hep konuşuldu. Yaycı’nın özgeçmişini açtığımda dikkatimi 2012-2014 aralığındaki Moskova Ataşeliği ve Rusça biliyor olması çekiyor.
Akar’ın hanesine yazılan askeri başarısı tabii ki Suriye’de ve Batı’nın Suriye politikası ile kavga etmeden yaşandı. Yaycı’nın artık herkesin bildiği başarısı, Doğu Akdeniz’de stratejinin ağır bastığı bir çatışmaya dayanıyor. Akar’ın gözleri Türkiye’nin Ortadoğu’daki kavgalarına  odaklanıyor.  Yaycı ise Türkiye’nin kafasını kaldırıp Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesine odaklanmasını savunuyor.

Akar’ın politikası hâkim ideolojinin beslediği çatışma alanlarıyla örtüşüyor. Yaycı ise pek konuşulmuyor ama Libya’nın ardından Mısırİsrail ve Lübnan ile anlaşmayı savunuyor. Akar, medya ile sınırlı ilişki kurmasıyla tanınıyor. Yaycı ise SETA’nın dergisinde yazı da yazıyor, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden kitap da çıkarıyor. Hem firardaki Fethullahçı askerler hem sanık olanlar Akar’dan çok Yaycı’yı hedef alıyor. Öte yandan kumpas davaları döneminde hedef alınan arkadaşları her ikisine de eleştiriler getiriyor.
Uzatmayayım...
Akar ve Yaycı’nın dostlarının ve karşıtlarının kişilik özelliklerini de katarak yaptıkları yorumlar devam ediyor.
Tartışmasız bir gerçek var ki bu bilek güreşini daha güçlü olan ve Erdoğan’a kendisini kabul ettiren Akar şimdilik kazandı.

İKİ İSMİN BİLEK GÜREŞİ 

Neler olmadı ki?
Mesela Cumhurbaşkanlığı, düzenlediği Libya toplantısına doğal olarak Yaycı’yı bizzat davet etmişti. Akar devreye girdi. Genelkurmay’dan Yaycı’nın toplantıya katılmasına izin çıkmadı.
Mesela Cumhurbaşkanı, Yaycı’nın adını vererek onu kürsüden överken Hulusi Akar, TSK’nin başarısının kimsenin şahsıyla anılamayacağı yönünde konuştu.
Akar, Yaycı’yı devre dışı bırakacak adımlar da attı. Örneğin bir cenazede karşılaştığı eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Uğur Yiğit’e, “Amiralim bu Libya mutabakatı sizin döneminizin çalışması değil mi” diyerek onu sürece dahil etmeye çalıştı. Yaycı, bu adımdan haberdar olunca gerginlik daha da büyüdü.
Günlerdir FETÖMETRE’yi konuşuyoruz. Ancak bu sistem TSK’de Deniz Kuvvetleri dışında uygulanmadı. Akar’ın bu sistemi beğenmediğinin göstergesiydi. Ancak ilginç bir şey oldu. Geçmişte FETÖ’nün hedefi olmuş, muhafazakâr kimliğiyle de bilinen eski bir askerin başına getirildiği yarı-resmi sivil toplum kuruluşunda FETÖMETRE’yi uygulayacağını açıkladı. Uygulamayı ise Yaycı’ya yakın bir başka eski asker görev alarak yapacaktı. Bizzat Akar’ın müdahalesiyle bu görevlendirilme durduruldu.

Peki, doğrudan bir atışma oldu mu? “Oldu” diyenler örnek de veriyor. Bir toplantıda Akar, 15 Temmuz sonrası kadroların hatalarını, eksiklerini, gündeme getirmişti. Ancak Yaycı, Akar’ın bu sözlerine özetle Komutanım, 15 Temmuz’dan sonra FETÖ’den arınan ordumuzun daha güçlü ve başarılı olduğunu düşünüyorum diye yanıt verince rüzgârlar soğuk esti.

BİR KIRILMA HABERCİSİ Mİ? 

Yaycı, kitabında Yunan basınından şu alıntıyı yapıyor: “Türk Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın en son Libya ziyaretinde de kullandığı 7 adet harita, Türk Deniz Kuvvetleri’nin şimdiki Kurmay Başkanı olan Tümamiral Cihat Yaycı’nın yayımladığı çalışmalara dayanmaktadır.” Hulusi Akar, karargâhı halen Genelkurmay Başkanı gibi yönetiyor. Öyle ki, TSK’deki görevli askerlerin günlük hazırladığı basın dosyası bile komutana değil, sık sık karargâha gelen Akar’a sunuluyor. Haliyle az önceki alıntıdaki gibi Akar, bir amiralin icracısı  olmayı kabul etmiyor. Bir telin ihale öyküsü böylece onu ringin dışına itmek için fırsata dönüştürülüyor. Yaycı, istifaya zorlanıyor.

Belirgenleşen iki çizgi, kayan bir yıldız hikâyesi mi olacak? Yoksa başka bir kırılmanın habercisi mi? 10 yıl boyunca devletin Doğu Akdeniz tezini üreten Cihat Yaycı’nın kitabını elinize aldığınızda ilk sayfada sizi şu manidar cümle karşılıyor: “Bu kitapta yer alan hususların benim şahsi fikirlerim olduğu ve hiçbir kurum ve kuruluşla ilişkilendirilemeyeceğini belirtmek isterim.

Her şey biraz “kişisel” belki de, her “kişisel” de politik.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Pes ettiler: Erdoğan'ın açıkladığı 'normalleşme' kararları ne anlama geliyor? - İlker Belek / SOL

'Bu pes etme halidir ve pes eden kapitalist düzendir. Bundan fazlasını yapamaz. Bir salgın halini bundan başka şekilde yönetemez. Bu salgın sünecek, bir ikinci dalgaya kadar.'



Nihayet “normalleştiler”. 
İstisnaları var tabi ki: Gençler ve yaşlılar. İnsanın “yazık oluyor bunlara” diyesi geliyor. Bu gruplara sokağa çıkma izni verilmesi için hangi somut veri değerlendirilecek, bu sorunun yanıtını verebilmek gerçekten imkansız.
Hemen her yer, bütün işletmeler 1 Haziran itibariyle açılıyor. 29 Mayıs’ta ise kendi deyişleriyle camilerin fethini gerçekleştirecekler.
Denilecek ki, işletmeler açılıyor ama kurallara uyulacak. Bu ortamda, havalar ısınırken, işletmeciler geçim derdindeyken, maskenin, mesafenin denetimi nasıl yapılır?
Buraya tadar dayanabildiler, bu kadar yapabildiler.
Yapılması gereken tam bir karantinaydı. Kapitalist düzen buna izin vermedi. Üretim neredeyse kesintisiz devam etti. Düzenin nefesi karantinaya yetmedi.
Sonuç şudur: Virüse uygulanan yasaklar kalktı.
Bu karar olmayacak zamanda alındı
Henüz günlük vaka sayısı 1.000’in, ölüm sayısı ise 30’un altına inmedi.
1,4 milyar nüfuslu Çin önlemleri gevşetmeye başladığında tarih 16 Mart’tı ve o sırada günlük vaka sayısı 21, ölüm sayısı da 11’di.
Salgının en başından beri en katı önlemleri hayata geçiren, salgın süresince çok disiplinli bir filyasyon sistemi uygulayan Vietnam normalleşmeye geçmeden önce iki haftalık tam karantina uyguladı, kritik sektörler dışında üretimi tamamen durdurdu.
Aşağıdaki grafiklerde yine Türkiye ile İtalya’yı son 10 gün için karşılaştırıyoruz. İtalya’yı seçmemizin nedeni artık biliniyor. Salgının başında en gevşek ülkelerden birisiydi. Dünyanın diline düşmüş, herkesin alay konusu olmuştu. 19 Şubat’ta (ilk vakalar Şubat ayı başında görülmüştü İtalya’da) 44.000 kişilik statta Atalanta - Valencia maçının oynanmasına izin vermişti. Dolayısıyla sürecin İtalya ile karşılaştırılması gevşeklikte, kötü yönetimde karşılaştırma anlamına geliyor. Yoksa İtalya bugün de örnek alınacak ülke değil.
İtalya ile Türkiye’nin “normalleşme” süreçleri neredeyse eş zamanlı ilerliyor. Oysa İtalya’da, 14 Mayıs hariç, 11 Mayıs’tan beri günlük vaka sayısı 1.000’in üzerine çıkmadı ve o tarihten beri de düzenli bir azalma içinde. Türkiye henüz böyle bir trendin içine girmedi.

Türkiye ve İtalya’da 18 Mayıs’tan beri günlük vaka sayıları

Görüldüğü gibi “normalleşme”de aynı hızla ilerlediğimiz İtalya’nın günlük vaka sayısı artık bizim neredeyse üçte birimiz kadar.
Üstelik bu hesapta günlük test sayıları yine karıştırıcı faktör olarak devrede. Zira İtalya günde yaklaşık 60.000 testle devam ederken, Türkiye’nin günlük test sayısı 20.000’lere inmiş durumda.
18 Mayıs’ta İtalya’da 1.000 kişiye yapılan toplam test sayısı Türkiye’dekinin 2,57 katıydı, fark 10 gün içinde 2,65 kata çıktı. Bu kısa süre içinde zaten büyük olan farkın daha da açılmasının nedeni Türkiye’nin test sayısını azaltması.


Türkiye ve İtalya’da 1.000 kişiye yapılan toplam test sayılarının 18 Mayıs’tan beri değişimi
 

Ne yapılmalıydı?

1-11 Mayıs’ta alınan “normalleşme” kararı çok erkendi. Hatta elde bu kararın alınmasına zemin oluşturacak veri bile yoktu. Türkiye’nin test sayıları çok düşüktü ve o test sayılarıyla önlemlerin kaldırılmasına karar verme olanağı bulunmuyordu.
2-1 Haziran’da başlayacak neredeyse tam “normalleşme” için de aynı durum geçerlidir.
3-Başından beri hep söylediğimiz gibi, şikayeti olanların yanı sıra, temaslılara, riskli gruplara da test yapılmalı, salgının gidişi böyle izlenmeli, kararlar da bu şekilde objektif bir zemine oturtulmalıydı.
4-“Normalleşme”de hiç olmazsa adım adım gidilmeliydi. Örneğin önce, AVM’lerden sonra, yalnızca hafta sonu sokağa çıkma yasakları sonlandırılmalı, günlük vaka sayılarının nasıl gideceği bir süre izlenmeliydi. Verilerin izin vermesi durumunda sonra, örneğin parkların açılmasına izin verilmeli ve yine bir süre bu adımın ortaya çıkaracağı etkiler izlenmeliydi, vb. Ancak bu zahmetlere girmeyi gerekli görmediler ve “ekonominin gereklilikleri” adına bir kerede neredeyse bütün sınırlamaları kaldırdılar. 
Dediğimiz gibi bu pes etme halidir ve pes eden kapitalist düzendir. Bundan fazlasını yapamaz. Bir salgın halini bundan başka şekilde yönetemez.
Bu salgın sünecek, bir ikinci dalgaya kadar.
İlker Belek / SOL

Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar - Ergin Yıldızoğlu- Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebi...