Şehit Meclis! - Orhan Gökdemir / SOL

Laik Cumhuriyet yıkılınca Meclis de yıkıldı. Enkaz kaldırma çalışması yapıyorlar şimdi, alan temizliyorlar. Bitince ortalıkta sadece Beştepe’deki saray kalacak. Uzun, ikinci istibdat dönemindeyiz…

Seçilmesinin ardından Leyla Zana'nın Kürtçe yemin etmesini vesile yapmışlardı. Dava açtılar, gözaltı kararı verdiler. Zana, Dicle ve Doğan, "milletvekili dokunulmazlığı" nedeniyle haklarında işlem yapılamayacağını savunarak TBMM'de ayrılmamaya karar verdi. Polis, 4 Mart 1994'da Meclise girip DEP'lileri zor kullanarak gözaltına aldı. Nokta’da “4 Mart Darbesi” tabir etmiştik. Galiba dergideki ilk haberimdi. O vesileyle hatırlıyorum.

Mecliste yaka paça gözaltına alınan DEP'liler bir süre sonra tutuklanarak Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'ne konuldu. Anayasa Mahkemesi de bu olayın ardından, DEP'i kapattı. Tabii o zamanlar “askeri vesayet” vardı, partiler kapatılabiliyordu.

Çok şükür AKP ile askeri vesayet yıkıldı, parti kapatma yasaklandı. Şimdi kapatmıyorlar ama kapatmaktan beter ediyorlar. Sadece son üç yılda 14 vekil düşürülmüş. Ortalıkta kayyum atanmamış, derdest edilip içeri tıkılmamış belediye başkanı bırakmadılar. Binlerce partili tutuklu. Parti örgütleri hemen her gün saldırıya uğruyor. Ama kapatmak yasak!

Gerçi “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”nden sonra bir önemi kalmadı, meclis bütünüyle işlevsizleştirildi ama olsun. Demokrasi mücadelesinden vazgeçmemek gerek... Aksi taktirde Mecliste ne mücadelesi verilebilir ki?

Laik Cumhuriyet yıkılınca Meclis de yıkıldı. Enkaz kaldırma çalışması yapıyorlar şimdi, alan temizliyorlar. Bitince ortalıkta sadece Beştepe’deki saray kalacak. Uzun, ikinci istibdat dönemindeyiz…

***

İstibdatlardan birincisinin de bir “anayasa” ve “meclis” tartışması ile başlaması tarihin cilvelerindendir. Kurulması ile kaldırılması bir oldu. Özgürlük umanlar kendisini tuhaf bir esaretin içinde buldu.     

1876 Kanun-u Esasi’si monarşiyi ortadan kaldırmıyordu ama buna karşılık kişi hak ve hürriyetlerini de güvence altına almaya çalışıyordu. Anayasa ile birincisi üyeleri halk tarafından seçilen Heyet-i Mebusan, ikincisi de üyeleri padişah tarafından atanan Heyet-i Ayan olmak üzere iki meclisli bir parlamento oluşturulacaktı. Her iki meclisçe kabul edilen kanunların padişah tarafından onaylanması gerekiyordu. Ayrıca padişahın kanunları veto etme ve parlamentoyu feshetme yetkisi vardı. Yürütmenin başı oydu, sadrazamı ve bakanları bizzat seçecekti, ordu ona bağlıydı. Özetle, tıpkı bugün olduğu gibi görünüşte bir meclis ve bir anayasa var olmasına rağmen padişah kendi çalıp kendi oynamayı sürdürecekti.

Kanun-u Esasi, anayasal düzenden taraf olduğuna inanıldığı için tahta çıkarılan II. Abdülhamit tarafından ilân edildi. Ortalıkta bir anayasa vardı var olmasına ama ferman hala padişahındı. Anayasa ile geniş yetkilerle donatılan ve halifelik sıfatı bulunan padişah, tıpkı bugün olduğu gibi mutlak bir sorumsuzluğa sahipti.

Bu gelişmeler sırasında Osmanlı-Rus harbi çıktı. Abdülhamit harbi bahane ederek Meclisi feshetti. Anayasayı rafa kaldırdı. Ayak sürüyerek kabul ettirdiği maddeye dayanarak anayasanın mimarı Mithat Paşayı sürgüne gönderdi ve orada öldürttü. Ardından 30 yıl süren bir baskı rejimi kurdu. Anayasayı kaldırdığı raftan indirmeye hiç yanaşmadı ama vekillere maaşlarını ödemeye devam etti. Kurduğu hafiye örgütüyle ses çıkaranı ezdi. 1908’de alaşağı edilene kadar böyle sürdü her şey.

Resneli Niyazi adındaki genç bir subay canına tak edince yanında dört yüz kişiyle dağa çıktı. Bunu duyan Hamit’in dizlerinin bağı çözüldü. Abdülhamit alaşağı edildi, 1876 Anayasası raftan indirildi. Ekler yapıldı, padişahın yetkileri sınırlandırıldı, Meclisin gücü arttırıldı. Meclis ve Anayasa geri gelmişti.

Fakat İttihatçılar, padişahsız bir rejim kurmayı hayal etmemişlerdi. Abdülhamit’i indirdiler, Mehmet Reşat’ı bindirdiler. Binenin bir kukla olduğundan emin olunca aldıkları yetkileri geri verdiler. İkinci Anayasa ve Meclis de o hayhuy içinde kaybolup gitti.

Kurtuluş Savaşı’nın gölgesinde kurulan Yeni Meclis Laik Cumhuriyet ilan etti. Anayasalı ve Meclisli yeni bir dönemin başlangıcıdır.

Sonra 12 Eylül’de generaller gelip kısmi bir yıkım gerçekleştirdi. AKP son darbeyi vurup arta kalanları tamamen ortadan kaldırdı.

1923, 1908, 1876…12 Eylül 1980’den beri zamanda geriye doğru yolculuk yapıp duruyor ülke. Her adımında biraz daha geriye gidip, oradan kahramanlar, kurtarıcılar devşirmeye çalışıyor. Abdülmecit aziz, Abdülhamit mehdi, Sultan Selim ahir zaman peygamberi…

Şimdi cumhuriyetin ve meşrutiyetin gerisindeyiz. Meclis feshedildi. Anayasa rafta. Yetkileri Abdülhamit’ten fazla olan bir nev-zuhur sultanımız var. Üstelik her adımda daha fazlasını istiyor.

***

Bunlarla birlikte Meclis’in “milli iradeyi temsil ettiği” efsanesi çok trajik bir biçimde sona eriyor. Parti başkanları atamayla geliyor, seçimler hileli, oy hesabıyla alındığı iddia edilen kararlar şike kokuyor. Yargısı, yasaması yürütmenin emrinde. Büyü bozuldu. Lenin’in öngördüğü gibi burjuvazinin kocaman bir ahırı var artık. Ara sıra birini kulağından tutup ahırdan dışarı atıyorlar. Ahırdakiler atılmadıkları için kendilerini şanslı sayıyor. “Demokrasi mücadelesi” için imkân buluyor. Kısaca parlamenter sistemdir, çürüyor ve parçalanıyor.

Eskiden “kuvvetler ayrılığı” deniyordu, denetimi öngörüyordu. Sosyalizm çözülüp, sınıf güçsüzleşince ihtiyaçları kalmadı. Ayrıca ayrı olsa ne olmasa ne? Meclis gibi mahkemeler de sonuçta bir iktidar organı. Mahkemeler vekilleri tutup içeri atabiliyorsa bunu iktidarın bir parçası olmasına borçludur, demek istiyoruz. Bunu asla unutmuyoruz.

***

İşçi hareketi, bu sistemin çürüdüğünü çok erken fark etmişti, yerine Komünü ve Sovyetleri koydu. Marx, “Komün, parlamenter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı” diye tarif ediyor bunu. Sovyetler de esinini Komünden almıştı. İkisi de sonuçta birer “diktatörlük”tü ama proletaryanın diktatörlüğüydü. Bugün daha net görüyoruz, parlamenter sistem de bir diktatörlüktür ama burjuvazinin diktatörlüğüdür. Demek ki her sınıf “seçimini” kendi usulünce yapar. Demek ki seçimimiz açık diktatörlükler arasındadır!

***

Hatırlayacaksınız, 15 Temmuz şeyinde darbeye kalkışanlar Meclisi de bombaladı arada. İlginç olan şu ki poliste, askerde, her yerde örgütlenen bu çete bir tek mecliste örgütlenmeyi akıl edememişti! Belki işlevini tamamladığını fark etmişlerdi, kim bilebilir? O eylemden dolayı “gazi” ilan ettiler meclisi. Halbuki tarihi ortada, Laik Cumhuriyeti ilan etmiş bir meclisi gazi ilan ettiniz mi onu “şehit” etmiş olursunuz. Şehit ettiler elbirliğiyle. Şehit ederken üye sayısını ve maaşlarını arttırdılar. Vekillik en boş beleş işlerden biri artık. Abdülhamit’ten Abdülrecep’e Meclisin kısa tarihidir.

1923, 1908, 1876…12 Eylül 1980’den beri zamanda geriye doğru yolculuk yapıp duruyor ülke. Yalnız unutulmamalı, geriye gitmek mümkünse, ileriye gitmek, geleceğe sıçramak ta mümkündür. Çürüyen, eskiyen, düşen her şeyi kaldırıp atmanın tek yoludur bu. Devrimdir, halktan başka dayanacak hiçbir kuvvetin kalmadığı şartların getirisidir.

Orhan Gökdemir / SOL

Ankara – İstanbul / Serdal Bahçe - SOL

Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve sekülarist damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı her daim İstanbul’u özlediler.


Eğer Adana tarafından geliyorsanız Pozantı’ya kadar Torosların derin yeşilliği ve muhteşem doğası içinde yolculuk edersiniz. Otobüs sanki Karacaoğlan’ın gizli diyarına yolculuk eder gibi gelir. Pozantı’dan sonra ise manzara-i umumiye kökten değişir. Oradan Ankara’ya kadar sanki Terra üstünde değil de Merkür’de seyahat ediyorsunuz izlenimi doğuran boz ile kahverengi karışımı bir ıssızlık içinde ilerlersiniz. Manzara hep aynıdır, birkaç kasaba ve kent merkezi dışında. Aslında kasabalar ve kentler bile manzaradan ayırt edilemez durumdadırlar. Onlar da inadına gridir. Eğer Bursa tarafından geliyorsanız Bozüyük’e kadar muazzam bir yeşillik içinde bir tür Anadolu safarisi yaşarsınız, ancak Bozüyük’den sonra sanki bir doğal afet alanına girmiş gibi olursunuz. Yeşillik biter, bu defa karaya çalan bir kahverengi-boz karşımı bir arka plana katlanmak zorunda kalırsınız. Giderek güzelleşen Eskişehir bile bozamaz tekdüzeliği. Eğer Kuzeyden ya da Kuzeydoğudan yanaşıyorsanız Ankara’ya doğa aynı görünümü sunacaktır. Örneğin Ankara ile Sivas arası sanki nükleer felakete kurban gitmiş bir coğrafya izlenimi uyandırır. Issızlık, ıssızlık, yine ıssızlık. Afyon tarafından Ankara’ya yapılacak bir seyahat de aynı hissi uyandıracaktır açıkçası. Grilik, boza çalan kahverengi, sürekli aynı görüntü; sanki post-apokaliptik bir dünyadan geçmektesiniz hissi. Siyaseten ve tarihsel olarak önemli bir yere gittiğinize dair pek bir emare yoktur.

Yakup Kadri'nin Ankara’sı çok büyük bir romandır. Romanın kahramanı İstanbullu Selma Ankara’ya Milli Mücadele zamanında gelir, gelmek zorunda kalır. Çünkü Ulusal  Kurtuluşçular akın akın Ankara’ya gelmektedirler. Kocası gelince o da gelir ancak geldiğine hiç memnun olmaz. Bugüne kadar hiçbir İstanbulllu ya da İzmirlinin Ankara’ya ısındığını görmedim; anlaşılan o vakit de öyleymiş. Bir yerde Selma Ankara’ya bakar:

“Selma Hanım, bunları düşünürken, gözleri, oturduğu yerden, Ankara’nın keskin ve yalçın profiline ilişti ve tatlı bir tahayyül esnasında birdenbire acı, katı bir realite ile karşılaşan bir kimse gibi yüreği burkuldu. Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan bu şehrin manzarasında acayip bir tesir, insanı kendine çeken sert bir cazibe vardı.”1

Vardı, bu acayip tesir ve sert cazibe, tüm budamalara ve tüm iğdiş etmelere rağmen hâlâ vardır. Garip bir şehirdir Ankara, sert ceviz gibidir. Kırmak gerekir içine nüfuz edebilmek için. Bu satırların yazarının doğduğu değil ama doyduğu yerdir. Dolayısıyla memleketidir. Ankara’yı çepeçevre sarmalayan ve bir nebze içine de sızan çorak grilik ve kahverengilik elbette ki ürkütür onu da herkes gibi. Ancak soğutamaz onu hiçbir şey bu garip, yalçın kaya gibi duran ve bir devrimin kalbi olan kentten.

Özellikle AKP'li belediyelerin dönemlerinde iyice budanmış ve iğdiş edilmiştir. Hatta bu çözülme ve erime Özallı yıllara kadar bile geri götürülebilir. Güdük de olsa burjuva moderinizasyon sürecinin bir ürünü olan Ankara’dan geriye pek de bir şey kalmış sayılmaz bugünlerde. Hani Hasan Hüseyin’in mısralarına konu olan (ve Grup Yorum tarafından bestelenen) şu ünlü Güvenpark’daki yamru yumru ve kara taştan anıt var ya, işte o hâlâ var ancak artık Güvenpark yok. Güvenpark artık dolmuş duraklarından müteakip bir garip alandır. Kızılay mı? O ise artık fast foodcular, simitçiler, sürücü kursları ve diğer garabetler tarafından ele geçirilmiş anlamsız bir mekandır. Ulus, yani Burjuva Cumhuriyet’in asli doğum yeri artık işportacıların egemenliğindeki bir keşmekeştir. Ancak tüm bu bozulmaya karşın hâlâ bu garip kent Selma Hanım’ı tesiri altına alan acayip tesire ve sert cazibeye sahip hâlâ.

Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve sekülarist damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı her daim İstanbul’u özlediler. Liboşlar için ise devletin ceberut suretinin ve mutlak gücünün Akropolis’iydi, sermayenin fink attığı ve dokusunu sürekli bozarak yaşanmaz hale getirdiği İstanbul’a kaçtılar hep. Parayı bulanlar, ünü yakalayanlar, medyatik olanlar, biraz tecrübelenenler, ekserisi İstanbul’a kaçtılar. Ankara’yı sevmediler, sevemediler. Kafayı dış görünüşüne, griliğine ve soğukluğuna taktılar.

Belki Ankara’yı sevmemelerinin, sevememelerinin başka sebepleri de vardı. Örneğin Osmanlıcılıklarını artık hiç gizlemeyen, üstelik tarihi deforme ederek garip mitler yaratan İslamcılar Ankara Savaşı'na kızmış olabilir mi acaba? Öyle ya, 1402’de Ankara yakınında yendi Timuriler Yıldırım olan Bayezid’in ordularını. Yıldırım olan Bayezid mi? İngilizcede “underrated” diye bir kavram varır, küçük görmek, yok saymak anlamına gelir. İşte Yıldırım olan Bayezid sağcı Türk-İslamcı tarihçiler için hep “underrated” bir durumdadır. Neden mi? Çünkü yenilmiş bir padişahtır. Oysa aynı Bayezid Ankara Savaşı'ndan sadece 6 yıl önce bazı Batılı tarihçilerin deyimiyle mini bir dünya savaşını kazanmıştı, Niğbolu’da neredeyse tüm Avrupalı milletlerden oluşan bir orduyu müthiş bir askeri taktikle hem de çok kısa bir sürede yerle yeksan etmişti.

Serdal Bahçe / SOL

  • 1.Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1987), Ankara, İletişim, s. 44.

Korona krizinde farklılaşan ülkeler - Korkut Boratav / SOL

İki farklı 'baz'a göre Ocak-Mart 2020 Türkiye millî gelir hareketlerinin özeti: On iki ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 4,5 oranında büyümüştür. Üç ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.



İki farklı 'baz'a göre Ocak-Mart 2020 Türkiye millî gelir hareketlerinin özeti: On iki ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 4,5 oranında büyümüştür. Üç ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.Korona salgınının ekonomik krize dönüşmesinin istatistik sonuçları yayımlanmaya başladı. Millî gelir (GSYH) bulgularının Ocak-Mart 2020 döneminde ülkeler-arası farklılaşması dikkat çekiyor. Salgına ilişkin ülke verileri de günlük olarak yayımlanıyor.

Ekonomilere, salgına ilişkin istatistiklere birlikte göz  atıyorum. Bazı tespitlerimi okurlarımla kuşbakışı paylaşmak istedim.

Ocak-Mart 2020: Ülkelerin küçülme, büyüme oranları:

Salgının ekonomileri küçülten, yavaşlatan  ilk etkisi, doğrudan hastalıktan kaynaklanmadı. Karantina / kapanma kararları belirleyici oldu. Bu kararlar üretim ve talep düzeylerini aşağı çekti. Millî gelirler  bu iki kanaldan baskı altına girdi.

Hastalığın çıkması →siyasal iktidarlarca algılanması → karantina/kapanma kararları ülkeler arasında eş-zamanlı seyretmedi.  Ülkelerin büyüme / küçülme oranlarının seyri, üçüncü aşamanın tarihi ile ilgilidir.

Salgının Çin’de kesinleşmesi, Ocak’tan itibaren dünya ekonomisini   durgunlaşma doğrultusunda etkilemeye esasen başlamıştı. Sonrasında ülkeler ikiye ayrıldı.

Koronavirüsün erken girdiği ve önlemleri Ocak-Şubat aylarında  başlatan ekonomiler 2020’nin  ilk üç ayında inişe geçti. Karantina / kapanma uygulamalarının süresi, yaygınlığı, derecesi bu tempoyu ayrıca etkiledi. Bu gruba giren büyük ekonomilerde yılın ilk üç ayında gerçekleşen GSYH değişim oranları (on iki ay öncesine göre yüzde olarak) aşağıdadır:

Çin: -6,8; Fransa: -5,4; İtalya: -4,8; İspanya: -4,1; Almanya: -1,9…

Çin, salgının patlak verdiği Hubei eyaletinde sert karantina uygulamasını 23 Ocak’ta başlattı; iki buçuk ay sürdürdü. Avrupa’nın üç Akdeniz ülkesi Şubat sonu ile Mart’ın ilk yarısında kapanma uygulamalarını başlattı. Almanya ise etkili kapanma, denetleme  yöntemlerine Mart ortasında geçti.

Büyük ekonomilerin bir başka bölümü, salgınla geç karşılaştı veya başlangıçta onu fazla ciddiye almadı. Bunlar kapanma önlemlerini Mart sonuna, Nisan’a kaydırdı; hafif tuttu; ABD ve Brezilya’da eyaletlere  bıraktı.  Bazıları yılın ilk üç ayında büyümeyi sürdürebildi. Ocak-Mart 2020 GSYH değişim yüzdeleri aşağıdadır:

Britanya: -1,6; Brezilya: -0,3; ABD: +0,3; Hindistan:+3,1; Türkiye +4,5…

Ekonomiden sorumlu bakanın pek sevdiği, “diğer ekonomilere göre pozitif ayrışan Türkiye” bulgusu buradadır. Bize de “niçin, nasıl?”  sorularını tartışmak düşer…

“Önce ekonomi” veya “Önce insan…”

Yanlış anlaşılmasın. Ocak-Mart 2020’de uluslararası büyüme oranlarındaki farklılaşmalar, siyasal iktidarların salt salgına tepkilerinden kaynaklanmıyor. Bunlar, salgın olgusunun ötesine gider karmaşık, yapısal etkenlerle kaynaşmıştır

İktidarların salgına tepkisi üzerinde odaklanınca temel bir ayrışma olduğunu düşünüyorum: Kapitalizmin doğal tutkusuna teslim olanlar veya salgını durdurmaya öncelik verenler…  Birinciler “önce ekonomi; sermaye birikimi aynen sürmeli…” diyor.

Diğerleri ise, kapitalizmin doğal tutkusunu reddetmiyor; ama “zamanı değil” gerekçesiyle erteliyor ve “önce insan hayatı…” diyor. Salgın sonrasında bu toplumlar daha temel sorunlarla yüzleşmeye başlayacak mı? İlk adım, “sermayenin mantığına teslim edilmiş sağlık sistemleri nasıl onarılmalı?” sorgulaması ile atılmalıdır.  Salgını “önce insan” diye karşılayanlarda en azından umut var.

Bu farklılaşmanın kısa dönemli ekonomik yansımalarını, yukarıda değindiğim GSYH verilerinde gözledik. “Önce  ekonomi” çizgisi, 2020’nin ilk üç ayında millî gelirlerdeki daralmayı frenledi. Hatta ABD, Hindistan ve Türkiye büyümeyi (yavaşlayarak da olsa) sürdürdü. “Önce insan ve salgını durdurmak…” çizgisini yeğleyen iktidarlar ise, ekonomilerin küçülmesini göze aldılar.

Aynı farklılaşma sağlık istatistiklerine de yansıyor. Bunların değerlendirilmesini, hekimlere, başta halk sağılığı uzmanlarına  bırakmalıyız. Ben açıklanan sıradan bilgilere (amatörce) göz atmakla yetineceğim: Hasta sayısı bakımından ilk beş ülke (en çoktan başlayarak sırayla) ABD, Brezilya, Rusya, Britanya ve İspanya’dır.  Nüfus sayısına oranlanırsa ABD 1,8 milyonu aşan hastayla (İspanya’nın ardından) ikincidir.

İlk beşlide yer alan üç ülkede, neo-faşist siyasetçiler (Trump, Bolsonaro ve Johnson) iktidardadır. Üçü de salgının ilk günlerinde  “sürü bağışıklığı” doktrinini fiilen benimsedi; ilk ikisi, ayrıca, salgına karşı bilim-dışı, ölümcül hurafeleri açıkça savundu. Salgının patlak vermesinde değil, ama yaygınlaşmasında, artan ölümlerde tartışmasız katkıları var.

Gerekçeleri neydi? Örtülü, açık dünya görüşleriyle ilgili olabilir. Yüzde 6’lık ölüm oranları yaşlı (“fuzulî) nüfusta yoğunlaşacak. Kapanmayı asgari tutan “sürü bağışıklığı” çözümü, salgın sonrasında ekonominin etkinliğini de yukarı çekecek. Nazi Almanyası’nın ötanazi uygulamalarının sadece Yahudileri değil, özürlüleri de kapsadığını hatırlayalım.

İşçi sınıfının dayanışmacı birikimini devralan ve mesleklerinin etik ilkelerini ayakta tutan eden sağlık emekçileri ise, bilimin sağduyusunu sahipleniyor: “Salgın durmadan, aşı bulunmadan gevşeyemeyiz…” Hem hayatlarını ortaya koyarak hastaları sağaltmada; hem de aşıya ulaşmada sürdürdükleri insan-üstü çabaları gözlüyor; izliyoruz.

Türkiye’nin iki farklı “dünya rekoru”

Ocak-Mart 2020’de millî gelir  hareketleri bakımından Türkiye’nin dünya büyüme rekortmeni olmasını da kısaca değerlendirelim.

Ülkeler-arası son GSYH verilerini 12 ay öncesiyle karşılaştırdım.  O tarihte (Ocak-Mart 2009’da) Türkiye ekonomisi dokuz aylık bir kriz sürecinin tam orta noktasından geçmekteydi: GSYH yüzde 2,3 oranında küçülmüştü.

Yukarıda büyüme hızları karşılaştırılan ülkelerden hiçbiri, on iki ay öncesinde bu tempoda bir küçülme süreci içinde değildi. (En durgun “Güney” ekonomilerinden biri olan Brezilya Ocak-Mart 2019’da binde 6 oranında büyümüştü.)

Demek oluyor ki, Nisan-Mayıs 2020 Türkiye verileri, ekonominin küçüldüğü on iki ay öncesi ile karşılaştırıldığı için yüksek çıktı; istatistiklerde buna “baz etkisi” denir.

Kısa dönemde millî gelirin büyüme/küçülme oranları, bazen de, bir önceki üç aya göre ölçülür. Bu kez öyle yapalım; “baz”ı öne alalım; TÜİK’in Ocak-Mart 2020 GSYH verilerini ekonominin hızlı (%6 oranında) büyüdüğü önceki üç ay (Ekim Kasım 2019) ile karşılaştıralım: Sabit fiyatlı (hacim endeksli) GSYH, Ocak-Mart 2020’de yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.

Yukarıda kapsadığım diğer ekonomilerin millî gelir hareketlerini de bir önceki üç aya göre gözledim. Bu kez en fazla küçülen ekonomi Türkiye çıktı.

İki farklı “baz”a göre Ocak-Mart 2020 Türkiye millî gelir hareketlerinin özeti aşağıdadır:

On iki ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 4,5 oranında büyümüştür.

Üç ay öncesi ile karşılaştırılırsa GSYH yüzde 15,5 oranında küçülmüştür.

İstatistikler bazen şaşırtabilir. Ölçüm yöntemini değiştirerek ülkeleri karşılaştırın: Ocak-Mart 2020’de Türkiye, hem büyüme, hem küçülme tempoları (pozitif  ve negatif ayrışma) bakımından rekor kırmıştır.

Türkiye’nin istatistiklerinde anarşi devam etmektedir

TÜİK’in Ocak-Mart 2020 millî gelir tahminlerini merakla bekliyordum: 2013-2019 GSYH verileri yukarı çekilerek “düzeltilecek mi?”

Bu soruyu bu köşede (“İstatistiklerle Oynamayınız”, 22 Mayıs) sormuştum. Nedeni, TCMB’nin Mart’ta 2013-2019 ödemeler dengesi tablolarını revizyondan geçirmesi olmuştu: Yedi yılın net hizmet ihracatı sayıları 44 milyar dolar yükseltilmiş; kayıt dışı sermaye girişleri de (bu sayede) “buharlaşmıştı”.

Bu revizyonun harcamalar yoluyla millî gelir düzeylerini de yukarı çekmesi gerekirdi. TÜİK’in son yayınına bakıyoruz:  2013-2019 GSYH tablolarında cari ve sabit fiyatla toplam ihracat ve ithalat sayıları değiştirilmemiş; GSYH toplamları aynen korunmuştur.

Demek ki TÜİK, TCMB’nin revizyonunu dikkate almamıştır ve Türkiye’nin ekonomik istatistiklerinde anarşi süregelmektedir.

Biz, bu “anarşi”ye rağmen resmî istatistikleri izlemeyi, GSYH hareketlerini değerlendirmeyi, gerektiğinde eleştirmeyi sürdüreceğiz.

Korkut Boratav / SOL

Serdar Ortaç mı Ebru Gündeş mi? - Barış TERKOĞLU / CUMHURİYET

Demet Akalın’ın suçsuz olduğu anlaşıldı.  Ebru Gündeş’le Serdar Ortaç’ın küslüğünde günahı yokmuş. Gündeş’in kocası Reza Zarrab, 17 Aralık operasyonunda tutuklandığında Ortaç’ın “geçmiş olsun” bile dememesi kendi kabahatiymiş. Meğer, “ne olduğunu anlayamadım” diyen Ortaç, operasyondan 6 ay sonraki düğününe bile Gündeş’i çağırmamış. Ortaç ise ruh halini “gündem çok karışıktı, belki de korktum” diye açıklıyor.

Magazin basınının günlerce konuştuğu olayı okuyunca Güldür Güldür’deki Mesut Enişte gibi “sahi ne oldu o Reza’ya” dedim. Serdar Ortaç bir türlü neden anlayamamıştı? Ortaç anlamadı da geri kalanlar anladı mı?

Ebru Gündeş, Serdar Ortaç’ın elinden tutup sahneye çıkarmış. Ortaç, 1997’de Mamak Cezaevi’ne girerken jandarma aracını takip edip ilk ziyaretçisi olmuş. “Yanında olmasını beklemek hakkı” dedim. Ama gözümün önüne 17 Aralık’tan sonra yandaş medyadaki programlar geldi. İktidarın en meşhur tetikçileri bile o gün “Erdoğan’ı da Gülen’i de seviyoruz” şeklinde konuşuyorlardı. Apolitik Ortaç ne olduğunu anlayamamış olabilirdi.

Sonra aklıma 90’lı yıllardaki “Oy Didem” şarkısıyla İbrahim Tatlıses’in meşhur ettiği Küçük Günel geldi. Zarrab 8 yıllık aşk ilişkisinin sonunda Günel’e yapmadığını bırakmamış, evinden attırmış, adliyedeki gücünü kullanarak hapis cezası almasına bile neden olmuştu. Ortaç’ın Zarrab’dan hazzetmemesinin nedeni belki de buydu.

Ama Zarrab’ın Ebru Gündeş’e aynı günlerde bir BMW 7.60, bir Aston Martin, Kanlıca’da ikiz yalı, bir ofis, Bodrum Kalesi manzaralı yazlık, “60 Years” isimli lüks yat, “Dutyfree” adlı şampiyon bir at, Dubai’de bir ev, tanınmış ressam Nazmi Ziya Güran’ın Sanatçı Evi tablosu gibi inanılmaz hediyeler aldığı aklıma geldi. Aşklarının en az 60 yıl süreceğini söyleyen Zarrab, Gündeş’e Mars’ı bile vaat ediyordu. Ne olursa olsun, belki de Ebru Gündeş, Zarrab’ın sevgisinden emindi. Ortaç’ın da bunu bildiğini düşünüyordu.

Zarrab’ın tuhaf ‘cihat’ı

Önümüzden bir Reza Zarrab geçti. Unuttuk gitti. İki özenli gazeteci, Serdar Cebe ve Can Kamiloğlu’nun Zarrab davasını günbegün izleyerek yazdığı “Kod Adı Çikinova” unutturmuyor (Siyah Beyaz Yayınları). İki gazeteci, bizi hikâyedeki FETÖ gölgesinden de AKP’nin komple teorilerinden de uzaklaştırarak belgelere, iftiralara, dava dosyalarına dayalı bir Zarrab öyküsü anlatıyor. Okudukça Serdar Ortaç’ın kafa karışıklığını anlıyorsunuz.

Tam “FETÖ’nün hedefi Zarrab” diyeceksiniz. ABD’de FETÖ sorulunca “politika analisti değilim”, “siyasi grup mu terör örgütü mü bilmiyorum” dediğini duyuyorsunuz.

Tam İran Merkez Bankası Genel Müdürü’ne yazdığı “ekonomik cihat” mektubuna bakıp “cihat eylemcisi” diyeceksiniz. Hakan Atilla’yı savunması için Türkiye’nin tuttuğu avukat Victor Rocco’nun sözleri aklınıza geliyor: “Bu adam cihat sırasında kendine uçaklar, evler, yatlar satın aldı.” Cihat” diyen Zarrab’ın Berlin’deki sınır tanımaz gece kulübü Kitkat’ta iç çamaşırlarıyla sıra beklemesi, dava dosyasından size bakıyor.

Tam A Haber’in 2014’te Türk bayrağının önünde Zarrab’a “Türkiye’nin dış ticaret açığını ben kapatıyorum” dedirtmesine ikna olacaksınız, sonra birden 28 Kasım 2017 tarihinde ABD’de “hiçbir baskı altında kalmadan itirafçı oluyorum” dediğini ve başta Halkbank olmak üzere Türk ekonomisine büyük darbe vurduğunu hatırlıyorsunuz.

Akıllanmayan bir Zarrab

Tam Türkiye’nin, onun tutuklanmasının ardından ABD’ye iki kez nota verdiğine bakıp “ABD’ye esir düşen Zarrab” diyeceksiniz, sonra “her şeyi anlat” dediklerinde savcıları bile bıktıracak kadar konuştuğu, boğaz pastilleri ve suyla günlerce Türkiye’de dağıttığı rüşvetlerden bahsettiğini okuyorsunuz.

Tam bakanların elinden ödül aldığı fotoğrafları hatırlayıp “çalışkan iş insanı” diyeceksiniz, ABD’deki duruşmada, tahta başında, kurduğu 10 aşamalı dolandırıcılık tezgâhını anlatan bir üçkâğıtçı görüyorsunuz.

Tam avukatı Brafman’ın “Ebru Gündeş bir kaçağın karısı olarak anılmak istemez. Zarrab burada kalıp aklanmak istiyor” sözlerine bakıp masum kuzu olduğuna inanacaksınız, sonra aklınıza ABD’de cezaevinde hayat kadını ayarladığı, hapse marihuana soktuğu, gardiyanlara rüşvet verdiği için yeni davalar açıldığı, diğer mahkûmlara bile para dağıtıp akıl almaz işler yaptırdığı geliyor. “Belki uslanmıştır” diyecekken eski koğuş arkadaşı 62 yaşındaki Faouzi Jaber’in cinsel istismara uğradığı iddiasıyla şikâyetçi olduğunu hatırlıyorsunuz.

Tam Zarrab’a dava açılınca hükümetin onu nasıl savunduğunu, Erdoğan’ın Joe Biden’a “bırakın” ricasını anlatacaksınız, sonra avukatının Zarrab’a tecavüz davasını bile “Türk hükümetinin komplosu” diye açıklayan nankör savunmasını okuyorsunuz.

Tam Sibel Can’ın, İbrahim Tatlıses’in, Ebru Gündeş’in kasetlerindeki hisli şarkıların onun olduğuna inanacaksınız, sonra ABD’deki duruşmada Hakan Atilla’nın avukatının sorusu üzerine “or*spunun ve memurun bahşişini peşin vereceksin” sözünün açıklamasını nasıl yaptığını, “çikinova” lafıyla neler anlattığını dinliyorsunuz.

Keşke biz yargılansaydık

Ebru Gündeş’in evlerinin tüm duvarlarına “benimle evlenir misin” yazarak teklif yaptığını okuduğumuz “romantik adam”, davada Gündeş sorulunca “ben ve Ebru Hanım’la ilgili haberlerin yüzde 99’u yalandı” dedi. Yine de Ebru Gündeş, Serdar Ortaç’ın vefasızlığına kızmakta haklı. Ama Ortaç’ın Zarrab’ı bir türlü anlayamaması da temelsiz değil.

2012’de magazin figürü, 2014’te FETÖ savaşçısı, 2016’da ABD’de Türkiye’nin esiri, 2018’de Türkiye’ye tezgâh kuran bir vatan haini. Günel ile Ebru’yu, FETÖ ile AKP’yi, Türkiye ile ABD’yi hatta Amerika cezaevlerini birbirine düşürdü. Esad-Esed-Esad dönüşümü gibi; İranlı Reza Zarrab-Türk Rıza Sarraf-sonunda hain Reza Zarrab yazıldı.

Türkiye, İran’ın “Zarrab’ları aradan çıkaralım” teklifini kabul etseydi ya da Zarrab’ın itiraf ettiği kirli işlerini kendi ellerimizle yargılasaydık, ne onu tanıyacak ne de FETÖ’cüler veya Amerikalı savcılar onun üzerinden bir operasyon yapabilecekti. Ne de rüşvet almadığını herkesin kabul ettiği Halkbank yöneticisi Hakan Atilla başkalarının yerine günah keçisi ilan edilip bu kadar çile çekecekti.

Serdar Ortaç açmasa hatırlamayacaktık ama Türk Lirası’nın pul olması, daha da fakirleşmemiz, ekonomimizin itibar kaybetmesi, hatta “bize bir swift” arayışımız da bile Zarrab’ın ve suç ortaklarının parmağı var. Onu kuşkusuz en iyi Hakan Atilla’nın avukatı Rocco anlattı. “Her şeyin onun için bir fiyatı vardır”.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Kaçak yapı arayan AKP’ye liste kolaylığı: Saraylardan başlayın...(SOL-Haber Merkezi)

İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un boğazdaki kaçak yapısının yıkılması sonrası AKP tarafından kimi muhalif isimlerin kaçak olduğu belirtilen yapıları yıkılmaya başlandı. AKP’nin drone'la kaçak yapı teftişi yaptığı bugünlerde, kaçak yapıların kısa listesini hazırladık…


İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un boğazdaki villasına bağlı kaçak yapıların İBB tarafından yıkılması, AKP’yi “kaçak yapı” avcısı haline getirdi. Yıllardır binlerce kaçak yapıya göz yuman, kasa dolsun diye düzenli olarak “imar affı” düzenlemelerine imza atan AKP, kendisini eleştiren bir haber spikerinin evinde kaçak bölüm olup olmadığını drone'la tespit etmeye çalışmıştı.

Benzer girişimlerin sayısı artarken, AKP’nin elini kolaylaştırmak adına kaçak yapıların kısa listesini çıkardık…

“Kaçak Saray…”

Atatürk Orman Çiftliği arazisine yasalara aykırı olarak inşa edilen Erdoğan’ın Saray’ı uzun süre “Kaçak Saray” olarak adlandırılmıştı.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Saray’ın kaçak olarak inşa edildiğine, AOÇ arazisinin gasp edildiğini işaret etmiş, bu konuda birçok dava açmıştı.

Atatürk Orman Çiftliği ve Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile ilgili 5. İdare Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen inşaat devam etmiş, Anayasa Mahkemesi ise bireysel başvuruya kabul edilemezlik kararı vererek kaçak inşaata vize vermişti.

Ahlat’ta yeni Kaçak Saray

AKP’nin, “kaçak yapıların önlenmesi” amacıyla verdiği yasa önerisinde, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Bitlis Ahlat’ta, Van Gölü kıyısında Cumhurbaşkanlığı Sarayı yapılmasına ilişkin iptal ettiği madde, aynı kroki ve benzer bir içerikle yeniden gündeme getirildi.

“Gösterilen alanın Kıyı Kanunu’na tabi kısımlarında imar planı kararıyla resmi kurum alanı yapılabilir” denilen öneride, sahillerde millet bahçesi yapılabilmesinin de önü açıldı.

Kaçak tarikat yurdu

Üsküdar Belediyesi'ne şartlı devredilen bir arazinin Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı isimli tarikat kurumuna devredilmesi üzerine mahalle halkı tepki gösterdi. Araziye inşa edilen tarikat yurdu hakkında yürütmeyi durdurma ve inşaatın mühürlenmesi kararı çıkmasına rağmen mühür kırılıp inşaat çalışmalarına devam edildi ve mühürlü inşaata iskân alındı.

FETÖ davası açılınca kaçak olduğu gündeme geldi: Milyonlarca lira kira ödediler

Aile ve Çalışma Bakanlığı’nın İstanbul’da 125 milyon lira kira ödediği binanın sahibine FETÖ davası açıldı, dava sonrası binanın kaçak olduğu ve iskanının bulunmadığı ortaya çıktı. Söz konusu bina VİA Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı’nın sahipleri Bayraktarlar’a aitti.

Müze yapacağım dedi, nargile kafe yaptı

Erdoğan’ın dostu ve sponsoru olarak tanınan Remzi Gür’ün İstanbul Beykoz’da Göksu Kasrı’nın kalıntılarının bulunduğu arkeolojik kazı alanında ‘müze yapacağım’ diye kiraladığı araziyi ‘nargile kafe’ yaptığı ortaya çıktı.

108 yıllık saraya kaçak yapı

Demirören Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yıldırım Demirören’in kızı ile Hasan Kalyoncu’nun oğlunun düğünü için 108 yıllık Çırağan Sarayı’nın Boğaz kesimine yapılan kış bahçesinin kaçak olduğu öğrenildi.

Kaçak yapıya ziyaret

Geçtiğimiz yıl bayram tatili için Muğla Marmaris'e giden Erdoğan, bir süredir tartışmalara neden olan ve 150 dönüm arazi üzerinde yer alan Besa AŞ’ye ait yapıyı inceledi. Erdoğan’ın helikopterle izlediği inşaata Bakanlar Kurulu'nun izniyle başlanmış, kaçak yapı olduğu için yapılan şikayet üzerine mühürlenmişti.

Kaçak camiye kayyum izni

Mardin Büyükşehir Belediyesi'ne AKP tarafından atanan kayyum, HDP'li meclis üyelerini belediye binasına almazken, hayali Meclis toplantısında kaçak cami yapılan arsayı 'oy birliğiyle' İl Müftülüğü'ne tahsis etti.

Binlerce kaçak yapıya onay

Bugünlerde kaçak yapı avcılığına çıkan AKP, imar affı düzenlemesiyle büyük bir saldırıya imza atmıştı.

Deprem tehlikesinin bulunduğu birçok şehirde binlerce kaçak yapı, AKP'nin "kasayı doldurma" planı çerçevesinde bir gecede kaçak statüsünden çıkarılmıştı.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası hükümetin Boğaziçi öngörünüm bölgesini imar affı kapsamına alarak kent suçu işlemeye devam ettiğini, bunun bedelini olası bir depremde İstanbulluların ödeyeceğini açıklamıştı.

SOL-Haber Merkezi

Hangi seçenekleri tartışıyoruz? - II (Oğuz Oyan-SOL)

Sosyalist solun örgütlenmesi ve mücadelesi, asla kapitalizmin daha 'insancıl' bir öze bürünmesi sınırları içine hapsedilemez.



Binlerce akademisyen ve araştırmacının katıldığı uluslararası bir imza kampanyasına konu olan ve 15 Mayıs'ta dünya çapında 33 önemli gazetede aynı anda yayınlanma olanağı bulan "Covid-19 Manifestosu" (kısaca Manifesto) kuşkusuz önemli bir girişimdir. Bu bildiri, Covid-19 salgını sonrasında, daha demokratik bir toplum ve sürdürülebilir bir ekonomi ve ekoloji için ekonomik sistemin kurallarının yeniden yazılması çağrısı yapıyor.

Bildiri, sağlık hizmetlerinin, toplumun en savunmasız kesimlerinin koruma altına alınmasının ve buna benzer çok sayıda kamusal hizmetin piyasa koşullarına bırakılamayacağını, aksi durumda eşitsizlikleri büyütmek ile en zayıf ve yoksunları feda etmek riskiyle karşı karşıya kalacağımızı belirterek başlıyor. Böylesine olumsuz bir senaryodan kaçınmak için de üç çözüm yolu öneriyor: (i) Çalışanlara, kararlara katılma hakkı, yani işletmeyi demokratikleştirmek; (ii) emeği metalaşmaktan çıkarmak (burada Fransızca metni esas alıyoruz; İngilizcesinde emek yerine "çalışma", Türkçe çevirisinde "iş" denilmekte!); (iii) bu iki stratejik değişimin, hem pandemik kriz(ler)in hem de iklimsel/çevresel bir çöküşün önlenerek gezegenin kurtarılabilmesi için kolektif olarak harekete geçmeyi mümkün kılması. Metne başvururak bu maddeleri biraz daha açalım:

(i) Salgın günlerinde karantinaya mahkum edilen insanlar yanında, vazgeçilmez personelin her gün işe gitmelerinin gösterdiği şey, emeğin yaptığı işin sıradan olmadığıdır. Bu da, kapitalizmin insanları salt bir "insan kaynağına" dönüştürerek onları görünmez kılmasını açığa vuruyor; oysa emek olmadan ne üretim ne hizmet ne işyeri vardır. Emekçiler işletmenin kurucu bir öğesi olmasına karşın işletmenin yönetimine katılma hakkından sermayedarlarca dışlanmaktadır. İşyerlerinin demokratikleştirilmesi artık şarttır. Ancak kurulacak işçi konseyleri, II. Dünya Savaşı sonrasındakilerden farklı olmalı, aslî yönetim kuruluyla benzer yetkilerle donatılmalıdır. Nasıl ki şirket YK kararları hissedarlar kuruluna sunuluyor, bu kararlar işçi konseylerinin de çoğunluk oyunu almalıdır.

(ii) Bu kriz, emeğin bir meta olarak muamele görmemesi gerektiğini de göstermiştir. Kriz, temel kolektif tercihlerin tek başına piyasa mekanizmasına bırakılamayacağı ve stratejik kolektif ihtiyaçların metalaşma süreci dışına çıkarılması gerektiğini göstermiştir. Nasıl ki belirli sektörlerin kuralsız bir "serbest piyasa" mantığından korunması gerekiyor, herkese onurunu koruyacak bir işe ulaşma olanağının sağlanması da gerekiyor . Bunun bir yolu da herkese istihdam güvencesi sağlamaktan geçiyor. AB (ve merkez bankası gibi kurumları) "Avrupa Yeşil Anlaşması" ("Green Deal") çerçevesinde böyle bir olanağı harekete geçirebilir. Merkezi yönetim, yerel topluluklar ve yönetimlerle işbirliğiyle, tüm insanlara çalışma hakkı ve işsizliğe karşı koruma sağlayarak, hem onlara iyi bir gelecek sağlayabilir hem de çeşitli sosyal ve çevresel sorunların çözümüne daha iyi yanıt verebilir.

(iii) 2008 krizinden farklı olarak, eğer bugünkü krizde devletler şirketleri kurtarmak için müdahale ederse, bunun, demokratik toplum adına ve bu gezegende hayatta kalmamızı sağlama sorumluluğu adına yapılması, dolayısıyla bu yardımların şirketlerin davranışlarında bazı değişikler yapılması koşuluna bağlanması zorunludur. Şirketlere, katı çevresel normlara saygı yanında, şirket içi yönetimde demokratikleşme koşulları dayatılmalıdır.

Bugünkü cari sistemde, emek, gezegen ve sermaye arasındaki dengelenmede, kaybedenin hep emek ve gezegen olduğundan emin olacak kadar deneyimimiz birikti. Hayal kurmayalım: Sermayedarların ve şirketlerin çoğu, kendiliklerinden, ne emekleriyle şirketleri var eden insanların onurunu umursayacaklar ne de yaklaşan çevresel felaketle mücadele edeceklerdir. Oysa sayılan üç çözüm yoluyla farklı bir senaryo mümkündür.

Hangi ekonomik sistemin kuralları?

Şimdi hızlı bir içerik analizine girişebiliriz. Manifesto, sürdürülebilir bir gezegen için ekonomik sistemin kurallarının (kısmen) yeniden yazılması çağrısı yapıyor. Kısmi düzeltmelerle ekonomik sistemin kuralları yeniden yazılmış olur mu? Devlet yardımlarından yararlanan şirketlerle ve seçilmiş stratejik sektörlerle sınırlı "demokratikleştirme" çabaları, bunlar gerçekten işleyebilse dahi, ekonominin/toplumun genelini farklı bir yola sokacak etkide bulunabilir mi? Sermaye ile emeğin zıt çıkarları uzlaştırılsa bile, bunun sadece kısmi değil geçici de olacağı hesaba katılmakta mıdır?

Peki sistemin kurallarını yeniden yazacak öneriler sıralanıyor mu? Bazı doğru tespitler yapmak yetmiyor. Çözüm önerilerinin de onlarla uyumlu olması gerekiyor. Örneğin emeği metalaşmaktan çıkarmak hedefinin, kapitalizmden başka bir sistemi tarif etmesi gerekiyor. Böyle bir öneri var mı? Yok. İstihdam güvencesini, herkese insan onuruyla uyumlu çalışma koşullarını sağlayacak hangi somut araçlar öneriliyor? AB ve Avrupa Merkez Bankası gibi neoliberal bir anayasanın normlarına göre çalışan birlikler/kurumlar, merkezi yönetim-yerel yönetim işbirlikleri; borç verilecek şirketlere demokratik/ekolojik kurallar dayatmalar... Bu arada geçmiş deneyimlerin olumsuz sonuçlarının kolayca tersine çevrilebileceğini sanarak, emek-sermaye arasında şirket içi uzlaşma demokrasisini peydahlatacak işçi konseylerine bel bağlamak... Sistemi değiştirmeden dönüştürmeye çalışmak... Bu arada sistem-içi demokratik örgütlenmeler olan sendikaları bile denkleme dâhil etmemek... Bütün bunlar volontarizmden yani gerçeği kendi istemlerine tâbi kılabileceğini sanmaktan başka bir şey mi?

Manifesto ile 18 Mayıs tarihli CHP metni

Geçen hafta 18 Mayıs 2020 tarihli 16 maddelik CHP öneri paketini ele almıştık. CHP'nin reçetesi "Manifesto" ile aynı düzlemde karşılaştırılabilir mi? Biri bir siyasi partinin öneri paketi, diğeri ise farklı ülkelerden, solun çeşitli renklerini taşıyan bir aydınlar bildirgesi. Bu farklılığı dikkate almalıyız.

Gerçi iki metin de demokratikleşme ağırlıklı ama CHP'ninki, kaçınılmaz olarak, daha çok otokratik İslamcı iktidardan kaynaklı yerel sorunlara odaklı. Manifesto, Avrupa-merkezli bir bakışa sahip olduğundan, demokrasi sorunlarının AB ve üye ulusal devletlerde sanki aşılmış olduğu varsayımıyla hareket ediyor; AB'nin dayatmalarla ortaya çıkarılan neoliberal Anayasasını bile sorun etmiyor; daha çok bazı seçilmiş sektörlere dayalı bir kamusalcılık ve salt şirketler düzleminde bir demokratiklik üzerinden ilerlemeyi seçiyor.

Manifesto, çıkış gerekçesi gereği, daha evrensel bir söylem tutturmaya çalışıyor; emeğin varoluş koşullarına sistem-içi mekanizmalarla düzeltmeler getirmeyi umuyor; çevreci kaygıları ön planda tutuyor.

CHP metni de, mevcut haliyle yani iktidarı kendi zıttına dönüştürmeye dönük diliyle (kendi manifestosu olabilseydi farklı söylerdik) volontarist özellik taşıyor. CHP metninde de, büyük baskı altında olan ve iktidarın koltuk değneğine dönüştürülen/dönüştürülmeye çalışılan sendikalar ve sendikalaşma üzerinde durulmuyor. Neoliberal düzenleme rejimine karşı tek bir itiraz duyulmuyor.

22 Nisan tarihli CHP metni

Bu son noktada haksızlık etmemek için CHP'nin 22 Nisan 2020 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde gene Genel Başkanın imzasıyla yayınlanan daha kapsamlı görüşlerini dikkate almak gerekebilir. Bu metnin ikinci bölümüne göz atalım:

"Salgın, neo-liberal politikaların yarattığı derin toplumsal ayrımlardan ilerliyor, eşitsizliklerden besleniyor, salgın yıllardır üstüne toz kondurulmayan küresel piyasa ekonomisinin açtığı eşitsizlik üreten yollardan G-20 ülkelerinin evlerine kadar giriyor. (...) Demokratlar, dünyanın Kovid-19 sonrasını, baskıcı ve otoriter iktidarlara, neo-liberal politikaların uygulayıcılarına bırakamaz. Demokratların birlikteliğinin temel iki önermesi, 'minimum maliyet- maksimum kâr' anlayışına dayalı üretim ve tüketim politikalarından vazgeçilmesi ve gelişmiş ülke vatandaşlarının sahip olduğu sosyoekonomik temel yaşam koşullarının, tüm insanlığın sahip olacağı haklar bütünü olarak görülmesi olmalıdır. (...) Dolayısıyla dünyanın geleceğini yeni sosyal devlet politikalarıyla şekillendirecek uluslararası bir dayanışmadan söz ediyorum. Yeryüzünün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini ve tüm finansal hareketliliğini 'kâr' şartına bağlı olarak gören, bu doğrultuda biyolojik çeşitliliği dahi ortadan kaldırmaktan çekinmeyen, hava kirliliğini göz ardı eden, suya ulaşım hakkını, nitelikli barınma hakkını, nitelikli eğitim hakkını, seyahat hakkını, adalete erişim hakkını, hesap sorma ve hesap verilmesini bekleme hakkını ve diğer temel haklarımızı yok sayan neo-liberal/popülist yönetim anlayışına karşı uluslararası dayanışmayı zorunlu kılan yeni bir uygarlık inşası şarttır. (...) Neo-liberal politikaların ve küreselleşmenin nimetlerinden yararlanan sınıflar, yaşamı tehdit eden bu krizde, insanlığın ortak geleceği için faturanın önemli bir kısmını üstlenmeli. (...) Sorunun ekonomik boyutu kadar önemli olan kişisel ve evrensel düzeydeki vicdani/ahlaki sorumluluklarımızdır. Kabul etmeliyiz ki tüm dünyanın her anlamdaki güvenliği, dünyanın en azgelişmiş ülkelerinin her anlamdaki güvenliğine bağlıdır".

Bu metnin üçüncü bölümünde ise gene 16 maddelik bir öneri dizisi sıralanıyor. Ancak 22 Nisan metnindeki bu 16 madde, 18 Mayıs metnindekilerden oldukça farklı yapıda. Bir kere dili daha az sorunlu. Daha önemlisi, izleyecek metinde olmayan görece daha radikal önerilere yer veriyor: Temel hak olan sağlık ve eğitime erişimin ücretsiz olması; konut hakkının devletin mutlak güvencesi altına alınması; gıdaya erişimin temel bir hak olması; eğitim, sağlık, sosyal güvenlikte sıfır istihdam açığının hedeflenmesi; uygulanacak yeni vergilerin üst gelir gruplarına yönelik olması... gibi.

22 Nisan ile 18 Mayıs tarihli CHP metinlerinin farklılığı neredeyse benzerliklerinden fazla. Bu durumda acaba bu iki metin farklı kalemlerden mi çıktı sorusu da akla gelmiyor değil. Eğer 22 Nisan öncesinin Genel Başkan imzasını taşıyan CHP metinleri de dikkate alınsaydı, ayrıksı duranın 22 Nisan metni olduğu görülecektir. 22 Nisan metninin bir istisnayı mı yansıttığı sorusunu başka incelemelere bırakırsak, bu metnin bazı bakımlardan 15 Mayıs tarihli uluslararası Manifesto'dan daha köşeli ifadelere yer verdiğini, "II Dünya Savaşı sonrası, temelleri Avrupa'da atılan ancak son 40 yılda peyderpey vazgeçilen 'sosyal devlet' politikalarına, yeni politikalar eşliğinde dönüşü" çok daha net bir biçimde hedeflediğini görüyoruz.

Sonuç

Manifesto iyi niyetli bir çaba olarak tanımlanabilir kuşkusuz. Birçok aydının yaşamlarında ilk kez sisteme dönük eleştiriler dile getirmesine vesile olmuş da olabilir. Bu tavır alışın daha ileriye taşınması için çalışmak da anlamsız olmayabilir. Keza CHP'nin, 22 Nisan metninde çizilen çerçevenin gerisine düşmemesini sağlamak da öncelikle CHP'lilerin görevi olabilir. Ama şu nihai saptamayı yapmadan geçemiyoruz:

Kapitalist sisteme topyekûn karşı çıkmadan, yerine tereddütsüz bir biçimde sosyalist sistemi önermeden herhangi bir çıkış yolu yoktur. Öyle ki, daha önce yazdık, neoliberal düzenleme rejiminin değişmesi için bile sosyalist bir toplum hedefiyle örgütlenen geniş kitlelerin baskısı gereklidir. Nasıl ki II. Dünya Savaşı sonrasında gerek sosyalist sistemin gerekse kapitalist ülkelerde komünist/sosyalist solun güçlü bir alternatif olarak tarih sahnesine çıkmasıyla daha bölüşümcü bir Keynesci birikim modeli uzunca süre tutunabilmiştir, bugün de durum farklı değildir. Bununla birlikte sosyalist solun örgütlenmesi ve mücadelesi, asla kapitalizmin daha "insancıl" bir öze bürünmesi sınırları içine hapsedilemez. Hedefi düzeni değiştirmek olmayan hiçbir sosyalist hareket samimi bir program ve mücadele ortaya koyamaz.

Oğuz Oyan / SOL

Trump 'terör örgütü' ilan etti: İşte ANTIFA'nın kökenleri...- SOL

Trump'ın hedef aldığı ANTIFA, Almanya'da Nazilerin iktidara geldiği dönemde Almanya Komünist Partisi'nin bir parçası olarak kuruldu. Kendisini tarihi hareketin devamı olarak gören ABD'deki ANTIFA hareketi, Trump'ın işaret ettiği gibi 'organize bir hareket' değilken, ABD Başkanı bu sözlerle düzene karşı öfkesini dile getiren tüm eylemcileri hedef almayı amaçlıyor.



ABD Başkanı Donald Trump, dün Twitter hesabından faşizm karşıtı hareket ANTIFA’yı terörist örgüt diye tanımlayacaklarını açıkladı.
Trump polis tarafından öldürülen siyahi George Floyd için adalet talebiyle ülke genelinde yapılan eylemlerle ilgili yaptığı açıklamada da ANTIFA’yı hedef almıştı. Trump eylemlere katılanlar ve Beyaz Saray’daki eylemi düzenleyenler için “Bunlar George Floyd’la ilgisi olmayan ‘organize gruplar’. Bu ANTIFA ve radikal sol” demişti.
Peki, nedir bu ANTIFA?
Trump'ın hedef aldığı ANTIFA'nın tarihi, Almanya'da Naziler'in iktidara geldiği döneme kadar uzanıyor. Hareket, Almanya Komünist Partisi'ne bağlı bir oluşum olarak 1932'de kuruldu.
Kendisini tarihi hareketin devamı olarak gören ABD'deki ANTIFA hareketi, özellikle 2016 seçimlerinden bu yana büyümüş ve güçlenmiş durumda.

ANTIFA (Antifaşist hareket) tarihi

Kısaltması ANTIFA olarak bilinen Antifaşist Hareket (Antifaschistiche Aktion), Almanya Komünist Partisi'ne (KPD) bağlı bir örgüt olarak 1932'de Almanya'da kuruldu ve varlığı 1933'e dek sürdü. 1929'da iktidarda olan Sosyal Demokrat Parti, KPD'nin bir oluşumu olan silahlı Kızıl Cephe Birliği'ni "aşırıcılık" suçlamasıyla yasaklamıştı. Buna karşılık ANTIFA, 1931 yılında KPD'nin "sosyal faşist örgüt" olarak tanımladığı Sosyal Demokratlar'ın Demir Cephesi'ne karşı kuruldu. Almanya'da varlığını bir yıl sürdüren ANTIFA, bu dönemi Naziler'in önünü açan Sosyal Demokratlarla mücadele ederek geçirdi.
1933 yılında dağılan ANTIFA hareketi, 2. Dünya Savaşı sonrası farklı ülkelerde kurulan birçok sol örgüte ilham kaynağı oldu. Savaş sonrası birçok ülkede ortaya çıkan bazı sol örgütler, "ANTIFA" adını kullandı ve logosunu güncelleyerek yeniden kullandı.

ABD'de ANTIFA

ABD'deki ANTIFA hareketi, "siyasi reform yerine doğrudan eylem" sloganıyla hareket ediyor.
ABD'de birleşik bir örgüt olmayan ANTIFA, hiyerarşik liderlik yapısının olmadığı, çeşitli siyasi grup ve kişileri kapsayan bir oluşum olarak tanımlanıyor.
Oluşum içinde yer alan eylemciler, sosyal medya ve internet siteleri üzerinden eylem organize ederken, ABD'deki ANTIFA, genel olarak "insanların oluşturduğu bir örgüt" olmaktan ziyade "örgütlü bir strateji" olarak niteleniyor. Donald Trump'ın kazandığı 2016 başkanlık seçimlerinin ardından büyüyen hareketin içinde Ağustos 2017'den bu yana 200'e yakın örgüt bulunuyor.
Ancak bu hareketler tek merkezden hareket eden bir "örgüt" anlamına gelmezken, ABD'deki faşist hareketlere tepkinin "çatı adı" anlamını taşıyor. Bu nedenle Trump ANTIFA'yı "terör örgütü" ilan ederek, aynı zamanda ABD'deki eylemlerin tamamını hedef alıyor, tüm eylemcileri "terörist" ilan etmeyi amaçlıyor.

Modern ANTIFA'nın kökeni

ABD'deki hareket, kendini Avrupa'da 1930'lardaki Anti-Nazi hareketlerinin ve 1970'lerde beyaz üstünlüğüne karşı başlayan hareketlerin devamı olarak görüyor.
Bugünlerdeki ANTIFA hareketlerinin kökeni, 1970'lerde İngiltere'de "skinhead"lerin (dazlak) yükselişi ve Almanya'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından ortaya çıkan neo-Nazizm' karşı başlatılan hareketler olarak görülüyor. 

ANTIFA'nın eksiği

Ancak günümüzdeki bu hareketin en önemli eksiği, 1930'larda ortaya çıkış sürecinde kapitalist düzene karşı sosyalist alternatifin planlı, programlı ve en önemlisi örgütlü bir karşı çıkışı olarak değil, sadece "örgütsüz" bir öfke hareketi görünümü sergiliyor olması.
Yani aslında Trump'ın hedef aldığı gibi organize bir ANTIFA hareketinin ABD'deki varlığından söz etmek mümkün görünmezken, hedef alınanlar ABD'deki düzene karşı sokağa çıkan, öfkesini dile getiren herkes oluyor.
SOL - Dış Haberler

Ecdadın suskun ezanları - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Hatırlamak bazen hiç bitmeyen bir veda gibi. Hele insan yoklukta varlığı  yaşamaya çalışıyorsa... Bir Fransız belgeseli, ölen balıkçıların ardından eşlerinin yasını tutan dulları kameraya çekiyor. Ne garip, yatağın aynı tarafında yatmaya devam ediyorlar. Sanki kocaları halen yataktaymış gibi sınırı geçmiyorlar. Sevginin ardında bıraktığı boşlukta onu yaşatmayı sürdürüyorlar.
Sultanahmet’te 70 yaşını aşmış bir hamal görüp de artık kimsenin hatırlamadığı bir adresi sordunuz mu? Size düşünmeden tarif edip ardından da “hanı hamala, evi bakkala, ormanı çakala soracaksın” dedi ise kastettiğim odur. Adı İbrahim Güleç. Neredeyse 60 sene, yani kendini bildiğinden beri Babıâli’de hamallık yapar.
Yeniler bilmeyebilir. 18. yüzyılda devletin merkezi haline gelen Babıâli’ye 19. yüzyılda Türk basını yerleşti. Kural tanımaz piyasa düzeninin Sultanahmet’e otelleri, gazeteciliğe ise plazaları uygun görmesiyle Babıâli düzeni yıkıldı. Yayıncılık ise can çekişmeye devam etti. “Bab-ı Âli’de Gün Batımı” kitabı, Yaşar Kemal’in de Rıfat Ilgaz’ın da dost bildiği bir hamalın gözünden çöküşü anlatıyor.
Namazları bitirip ezanları susturdular
Sorsanız muhafaza ediyoruz, muhafazakârız derler. Güleç’i okuyunca “emin misiniz” diyoruz:
Bir de Osmanlı/Başbakanlık Arşivi’nin hicranlı hikâyesi var. Arşiv Babıâli’nin son nefesiydi. Onun da bilinmez bir elin gayretkeşliğiyle nefesini kestiler, Babıâli’den söküp çıkardılar. (...) Hiç olmazsa yerine yayıncılar için, kitabevleri için bir kültür varlığı inşa edilebilirdi. Ama onu da yapmadılar. Yıkıp yerine ‘Devlet Arşivleri Revize İnşaatı’ adı altında beş yıldızlı bir otel dikiverdiler. Bunu da ‘iktidarımız süresince kültürde gereken noktaya gelemedik’ diye hayıflanan AK Parti’nin idaresi altındaki İstanbul İl Özel İdaresi yaptı maalesef.
İbrahim Güleç, yaşam tarzı ve dünya görüşü ile iktidardaki partinin mazisinin içinden gelmiş. Ama inşaat yapmak için hiçbir değer bilmeyen düzenin Babıâli’yi ve tabii Sultanahmet’i ne hale düşürdüğünü içi acıyarak izliyor. Evi de Sultanahmet’te olan Güleç’ten, Ayasofya için eylemler yapanların iş Sultanahmet Camii’nde namaz kılmaya gelince ortalıkta olmadığını öğreniyoruz:
Sultanahmed’e gelince, caminin kubbesi martı yuvası olmuş, avlusu turist yığınlarıyla dolup taşmaya başlamış, evleri otelleşmiş, yaşam özümüzü terk ederek yozlaşmış bir mekân olarak yaşamını devam ettirmekte. Düşünün ki, böyle bir camide 6-7 kişi sabah namazı kılıyor. Mahalle camileri ise çoğu zaman sabah namazına kapalı. Ezan bile okunmuyor. O yüzden Sultanahmed ve civarını üzüntü ve gamlı bir şekilde yaşıyoruz. Emek veren ecdadın kemikleri sızladıkça bizlere de yazıklar olsun!
Camiyi yıkıp otopark yaptılar
Bizdeki tarikatların geneli Nakşibendiliğin Halidi kolundandır. Çoğunluğu Gümüşhanevi Tekkesi’nden çıkmadır. Damat İbrahim Paşa’nın eşi Fatma Sultan’ın Babıâli’nin karşısında 18. yüzyılın ilk yarısında inşa ettirdiği Fatma Sultan Camii’nin de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren camiyi merkez alan tekkenin de yerinde yeller esiyor. Hamal İbrahim Güleç anlatıyor:
Ben İstanbul’a geldiğimde kalıntı vardı orada. Hatta yarım şekilde minaresi duruyordu. Etrafında barakalar vardı. İçlerinde bekârlar kalıyordu. (...) Orada çalışanlara ‘nerede kalıyorsun’ diye sorulduğunda ‘Kırık Minare’ derlerdi. O minare ve civarı, yani eski cami ve caminin etrafında medrese varmış. O medrese devrin uleması Gümüşhanevi Hazretleri’nin kaldığı mekân, hâlâ defterdarlığın önündeki sokağın ismi Gümüşhanevi Sokak’tır. Şimdi o tabelayı da kaldırmışlar...
İstanbul kültür mirasını en iyi bilenlerden Semavi Eyice de Güleç’i doğruluyor: “1950 yıllarında Türkiye Anıtlar Derneği’ne ihya ettirilecek camiler listesine Fatma Sultan Camii de alınmıştı. Fakat bu tasarı gerçekleşmeden 1956- 1957 yıllarında ‘imar’ adı altında yapılan yıkımlarda cami de birkaç gün içinde yıkılıp ortadan kaldırılmıştır. Sonraları caminin arsası Defterdarlık tarafından alınarak otopark ve yeşil alan halinde düzenlenmiştir.”
Yaşanan yangınlara rağmen kalıntıları duran camiyi yıkan muhafazakârların ne kadar kâr ettiğini bilmiyoruz.
Necip Fazıl ve Rıfat Ilgaz
İbrahim Güleç, MTTB’nin de aralarında olduğu sağ kuruluşlarda çok vakit geçirmiş. Ama Babıâli onun her görüşten yayınla, yazarla ilişkiye sokmuş. Necip Fazıl’ı ağzından çıkan hakaretlerle, emekçilere karşı kötü tavırlarıyla hatırlıyor. “Asrın balı idi ama bazen iğnesi benim gibi adamın canını acıtıyor” diyor. Öte yandan en samimi olduğu yazar Rıfat Ilgaz. Onun Sirkeci’de Selahattin’in Yeri’nde yazdıklarını teslim alan İbrahiç Güleç; dizdirdiğini, bastırdığını, ciltlettiğini ve dağıtıma kadar taşıdığını anlatıyor. Hakkını almaya gelince de kavga hep Rıfat Ilgaz’ın fazla para vermeye çalışmasından çıkıyor. Ilgaz’ın kurduğu Çınar Yayınları’nın logosunun fikir babasının Hamal İbrahim Güleç olduğunu öğreniyoruz.
Kurucusu Garbis Fikri’den sonra İnkılap Yayınevi’ni yöneten oğlu Nazar Fikri’yi de şöyle anlatıyor:
Bir gün matbaanın arka bölümünde yere kâğıt serdim, üzerinde namaz kılıyordum. Bunu Nazar Bey görmüş. Matbaanın müdürü olan Erdoğan Saygılı Abi’ye ‘Erdoğan, İbrahim yerde namaz kılıyor, ona namaz kılacak yer yaptır’ demiş. Nazar Bey, Ermeni olduğu halde hem İslam dinine hem bana büyük saygısı vardı.
Hamal taşları söküldü
Sahiden bizim muhafazakârlar neyi muhafaza ettiler? Şimdi korona sebebiyle kargocuları konuşuyoruz ya. Hatırlarım, tarihi hanların önünde ortası oturmaktan çukurlaşmış koca taşlar olurdu. Neden bilmezdim. Öğreniyoruz ki onlar bir zamanlar “hamallar dinlensin diye vakfedilmiş” dinlenme taşlarıymış. Babıâli’yi otel cennetine çevirenler o taşları “çirkin görüntü” diye söküp atmış. Binaların üzerine güvercinler yuva yapsın diye yerler hazırlanırken, bizimkiler güvercin konup pisletmesin diye dikenli teller döşemiş.
Biliyorum, insanlığın karıncaları bir gün kendi kaderini kendi elleriyle yazacak. O gün, hatırlamak artık acı vermeyecek.
Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar - Ergin Yıldızoğlu- Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebi...