Türkiye'yi Kurtlar Vadisi kurtarmıştı, ABD'yi Netflix kurtarabilir mi? - Çağdaş Gökbel /SOL

George Floyd’un ölümü tüm insanlığa nefessiz kaldığını bir kez daha hatırlattı. Nefes alabilmek için ayağa kalkmalıydık ve Amerikan halkı ayağa kalktı. Şimdi, Netflix’in iletişim cambazları pusuya yattı ve rol alacakları anın gelmesini bekliyorlar.


4 Temmuz 2003’te Irak’ın Süleymaniye kentinde ABD askerlerinin gerçekleştirdiği operasyon sonrasında Türk özel kuvvetlerine bağlı birlikler başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmıştı. Tüm bu yaşananların içeriğine derinlemesine girmeyeceğim. Bir ulusun haysiyetine ve şerefine geçirilen çuval hâlâ olduğu yerde durmaktadır. Bunun temel sebebi AKP iktidarının bu olaya verdiği tepkide yatmaktadır. Çuval hadisesi sonrası yaşanan mütekabiliyet krizi ve AKP iktidarına karşı yükselen iç muhalefet dalgası dindirilmeliydi.1 Bu amaçla ‘Yerli Rambo’ Polat Alemdar (Necati Şaşmaz), göreve çağrıldı.

Amerika’nın Vietnam yenilgisini filmlerle başarıya dönüştürdüğünü dikkate alırsak, bu göreve çağırmanın hafife alınacak bir yanının olduğunu söylemek zor. ABD askerlerine haddini bildiren Polat Alemdar, tüm toplumun uygun bir biçimde rahatlamasını sağladı. Halkla ilişkiler biliminde bunun adına ‘Algı Yönetimi’ deniyor. Halkla ilişkilerin uygulama alanlarından sadece birisidir algı yönetimi. Bu şekilde yazıldığında algı yönetiminin hafif ve sıradan bir olgu olduğu hissi okurda uyanabilir. Oysa ABD tarafından geliştirilmiş bir saldırı yöntemidir. “Algı yönetimi, Amerikan ordusu tarafından ortaya çıkarılan bir tanımdır. Algı yönetimini Amerika savunma departmanı aşağıdaki gibi tanımlamıştır:

“İstihbarat sistemlerinin ve liderlerin resmi tahminleri, dış ilişkileri ve resmi eylemlerini etkilemenin yanında, toplumların duygularını, motivasyonlarını etkilemek amacıyla yapılan yayınlar ya da seçilen bilgileri, göstergeleri inkâr etme eylemidir* Türkiye toplumunun duyguları ve motivasyonu ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmi tarafından manipüle edilmiş ve aldatılmıştır. İktidar, üzerindeki ağır sorumluluğun yükünü tek bir film sayesinde atabilmiştir. Peki, gerçekten kitle iletişim araçlarının ve üstyapı olarak nitelendirilen organizasyonun etkisi böylesine güçlü mü? Bu sorunun cevabı evet ya da hayır gibi keskin ifadelerle verilemez.

İletişim bilimlerinin gerçek bir bilim olarak ortaya çıktığı ve sosyoloji disiplinin ayrı bir kolu olarak ilerlediği 20. yüzyıldaki gelişmeler gösterdi ki iletişim sistemlerindeki teknik ilerlemeler, gündelik hayatımızı ve davranış biçimlerimizi tahmin edilenin ötesinde etkiledi ve değiştirdi. Gelinen noktada artık bu araçların etkili mi ya da etkisiz mi olduğu tartışmaları saçma ve anlamsızdır. Yalnız bu noktada dikkat edilmesi gereken şey ise bu araçların etkisinin yine iletişim bilimciler tarafından fazla abartılmaması gerektiğidir. Kapitalist sistem bir bütündür ve altyapı ile üstyapı arasındaki ilişki eşit bir biçimde analiz edilmelidir. Bu ağırlık merkezlerinin bir tarafına daha fazla önem vermek, bilimsel açıdan araştırmacıyı zor duruma sokabilir. 

Kültür endüstrisinin üretim bandından çıkarak bizlere ulaşan tüm kültür ürünlerinin politik ve ideolojik amaçlarının olduğu ‘Netflix’in neredeyse tüm ürünlerinde açık bir biçimde görülmektedir. Sermaye düzeni, tüm bu kültürel üretime ciddi paralar harcamaktadır. Ne için? Kapitalist üretim ilişkilerinin her gün yeniden inşa edilmesi için. Bu dizi ve filmler çeşitli ideolojik mesajları insanlara ulaştırmakta etkin birer araçtırlar. Tam bu noktada şunu eklemek isterim ki Netflix’in ürünlerini muhafazakâr ve ulusalcı terminolojiden asla ele alıp değerlendirmiyorum. Yani Netfilix’in eşcinselliği propaganda ettiği ve topluma bunu dayattığına ilişkin ‘zırvalar’ bu meseleyi doğru bir biçimde ele alabilmemizi engellemektedir. Bu tür doğrudan komploya dayanan içi boş yaklaşımlar, yine Netflix ve onun türevi olan kültür üreticilerinin işine yaramaktadır. Konunun özüne dönecek olursak kültür endüstrisi, burjuvazinin doğal düzen olarak kabul ettiği mesajları izleyicilere aktarır. İletişim bilimcinin bu noktada esas işi, kitlelere zerk edilmeye çalışılan bu dili ya da kodları (decode) deşifre etmektir (Keat ve Urry, 2016).

Kapitalist sistem kendi iç çelişkileriyle, türlü rezilliklerini her gün bir biçimde deşifre ediyor olsa da iletişim bilimlerinin, kültür endüstrisi ürünlerini daha fazla deşifre edip incelemesine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. 

George Floyd’un ölümü tüm insanlığa nefessiz kaldığını bir kez daha hatırlattı. Nefes alabilmek için ayağa kalkmalıydık ve Amerikan halkı ayağa kalktı. Sistem tüm yaldızlı kitle iletişim araçlarına ve algı yönetimi taktiklerine rağmen bir kez daha sallandı. Şimdi, Netflix’in iletişim cambazları pusuya yattı ve rol alacakları anın gelmesini bekliyorlar. Tüm bu gürültülü yangının ardından yeni ‘Jokerler’ öne sürülebilir. Toplumlar artık bunun çarpık ve zorlama bir rüya olduğunun farkında gibiler. Frankfurt Okulu düşünürlerinin pasif izleyicilerinin yerini camları kıran, haklarını isteyen ve omuzlarında giyotin taşıyan insanlar alıyor. Kitle iletişim araçlarının etkisi toplumsal gerçekliğin karşısında göreceli ve yanıltıcıdır. Evsizlik, yoksulluk ve ırklar arası adaletsizlik öyle bir boyuta ulaşır ki Netflix’in hazırlayacağı diziler bu gerçekliğin üzerini örtemez olur. Bu gerçeklerin örtülememesi sistemin ideolojik ve iletişimsel üstünlüğü kaybettiği anlamına gelmez. Tüm bu dev kültür endüstrisinin yarattığı iletişim diline karşı alternatif bir dil oluşturmak zorundayız. Bunun Türkiye’deki en çarpıcı örneği BSM (Bağımsız Sinema Merkezi)’dir. Sınıfsal mücadelenin en önemli ayağı bu dili yoğun bir biçimde inşa etmektir.

Yazıyı önemli bir uyarı ve uzun bir alıntıyla bitirmek istiyorum. Kitle iletişim araçlarının rolünü yorumlarken bazı insanlar bu araçların işlevlerini yanlış yorumluyorlar. Özellikle eğlendirme ve bilgi verme (enformasyon) işlevini. Kültür endüstrisinin bu araçlardan yayılan ürünlerinin artık bilgi taşımadığı ve sadece eğlendirdiği doğru bir yaklaşım değil. Örneğin: Pablo Escobar’ın hayatının konu edildiği ‘Narcos’ dizisi, kendi perspektifinden çok önemli ve ciddi bilgileri izleyicilere aktarır. Bu bilgilerin yalan, çarpıtılmış ya da eksik bilgiler olması ayrı bir tartışma konusudur. Tüm bu dizi ve filmler izleyiciyi sadece eğlendirmek amacıyla çekilmez. Öyle olsaydı düzenin değiştirilemezliği, tarihin yeniden yazımı ve çıkarcı bencil bireycilik miti izleyicilere aktarılamazdı. Bu mesajların aktarılması için yeni bilgilerin inşa edilmesi kaçınılmazdır. Öyleyse kitle iletişim araçlarının bizlere buz gibi bilgi aktarımında bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Burjuvazinin sınıf pozisyonu, burjuvazinin kapitalizm-sonrası (post-kapitalist) bir toplum olasılığını analiz etmesini engeller. Tarih, kapitalist üretim sistemi ile son buluyormuş gibi, görülür; kapitalist ekonominin yasaları doğal ve ebediymiş gibi alınır. İkincisi, sınıf çatışmasının ve genel olarak kapitalizmin çelişik karakterinin önemini en aza indirmelidir; özellikle, çatışma ve gerilimler giderek artan ölçüde önem kazandığı zaman. Eğer burjuvazi kapitalizmin çelişik karakterini ve bu çelişkinin çözüm araçlarını anlamış olsaydı, bu durumda bunun sistemin kendisinin ortadan kaldırılması dışında başka bir yolla başarılamayacağını da görmesi gerekirdi. Üçüncüsü: kapitalistler zorunlu olarak toplumu kendi girişimleri açısından görürler ve bu nedenle kendi bireysel etkinliklerinin sosyal uzantılarından da habersizdirler. Tarihin ya büyük kahramanlar tarafından yapıldığına, ki kapitalist de kendi işini yönetmektedir, ya da doğal ve ebedi yasalara göre işlediğine, ki kendi işletmeleri bu yasalara göre çalışmaktadır, inanma eğilimindedirler.” (Keat ve Urry, 2016:288-289).2

Çağdaş Gökbel / SOL

Yeni Ergenekon mu, Erdoğan sonrası için miras kavgası mı? AKP'nin bir davaya ihtiyacı var! - Volkan Algan / SOL

Son gazeteci tutuklamalarına bakarak süreci "yeni Ergenekon" olarak yorumlayanlar var. Ancak yaşananlar daha çok Erdoğan sonrası için miras mücadelesine benziyor.

Odatv Ankara Haber Müdür Müyesser Yıldız ve TELE1’in Ankara Temsilcisi İsmail Dükel dün sabah erken saatlerde gözaltına alındı. Gözaltı nedenini Yıldız’ın avukatı bile henüz öğrenememişken Sabah Gazetesi Özel İstihbarat Müdürü Abdurrahman Şimşek gözaltı nedenini “askeri casusluk” olarak açıkladı.

‘Yazmadığı haber için gözaltı’

A Haber kanalına konuk olan Şimşek Yıldız’ın gözaltına alınmasıyla ilgili şu bilgileri verdi:

“Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın altı aylık bir çalışmasıydı. Altı aylık teknik takip sonucu Müyesser Yıldız’ın, Odatv’nin Ankara Haber Müdürü’nün askeri casusluk kapsamında değerlendirilen 29 ayrı suç niteliği taşıyan telefon görüşmesi teknik takibi takılıyor. Öncesinde Müyesser Yıldız’ın İstanbul’da çok önemli bir subayla gizlice görüşmelerinin olduğu, buluşmalarının olduğu ve bu buluşmalarda Libya’ya İHA ve SİHA’ların önceden konuşlanması, Türk askerinin İdlib’teki hareket planlarını önceden bilgi alıp bunları gazetecilik saikiyle mi yoksa askeri casusluk saikiyle mi yaptı, diye araştırma yapılırken Müyesser Yıldız’ın bu aldığı istihbaratların hiçbirisini Odatv’deki köşesinde yazmadığı ortaya çıktı. Bir gazeteci haber kaynağıyla görüşüyor, bu bilgileri alıyor ama köşesinde yazmayınca Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı bunun bir askeri casusluk suçu kapsamında değerlendirip gözaltı kararı veriyor. Müyesser Yıldız’la birlikte TELE1’in Ankara Temsilcisi İsmail Dükel ve İstanbul’da E.B. isimli çok önemli bir subay gözaltına alındı. Bu subay da sabaha karşı evinden gözaltına alındı Ankara’ya doğru götürülmekte. Önümüzdeki günlerde daha ayrıntılı bilgiler derlenecek. Ama 29 tane ayrı Türkiye’nin savaş planlarını önceden casusluk maksadıyla edinip, yabancı gizli servislere servis edildiği yönünde bir bilgi var.”

Avukatının ulaşamadığı bilgilere iktidarın yakınındaki bir gazetecinin kolayca ulaşabilmesi, bir gazetecinin ‘yazmadığı haber’ nedeniyle gözaltına alınması gibi hemen göze çarpan tuhaflıklar artık kimseyi şaşırtmıyor. Herkes meselesinin “siyasi anlamına” odaklanmış durumda. Üstüne Odatv’den Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın da geçtiğimiz aylarda hapse atıldığı hatırlandığında bu odaklanma çok normal görünüyor.

Soylu ile atışma

Yıldız'ın avukatı Erhan Tokatlı ise, Yeniçağ'a açıklamalarda bulundu. Tokatlı, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun bir süre önce Twitter'da Müyesser Yıldız'a yönelik ifadeleri nedeniyle suç duyurusunda bulunduklarını ve 1 liralık tazminat davası açtıklarını belirterek, "yapılan gözaltılar bunun karşılığı olabilir diye düşünüyorum" şeklinde konuştu:

“Bence tesadüf değil, atılan suç askeri casusluk, siyasal casusluk. O dosya kimindir onu da bilmiyorum. Muhtemelen birilerine yamamaya çalışıyorlar. Bir avukat arkadaşım şunu söyledi, son bir kaç haftadır medyada Müyesser hanımla ilgili FETÖ’cülerin ciddi bir sıkıntısı var. Ergenekon Soykırım Kurulu fişlemecisi gibi bir takım iddialar ortaya atmışlar. Bizim eskiden beri gördüğümüz bir FETÖ kumpası gibi duruyor. Ya sayın Bakan bir alınganlık gösterdi onun talimatıyla bu iş yapılıyor veya bir FETÖ kumpası ile karşı karşıyayız.Şu an dahi gözaltının faaliyetinin lüzumsuz ve haksız olduğu kanaatindeyiz. Kaçan bir insan değil herkesin gözünün önünde olan bir insan. Gözaltına dahi gerek yok. Daha ifadeyi vermedik. 2019’daki soruşturma ne ile ilgili, soruşturma kapsamında kaç kişi vardır, içeriği nedir emin olun bilmiyorum. Barışların dosyasıyla yamamaya çalıştılar mı diye baktım ama bildiğim kadarıyla o dosya 2020 dosyası. Bu 2019 olduğuna göre ondan önceki farklı bir dosyayla birleştirme gayreti içerisindeler.”

Yıldız 19 Mayıs tarihli yazısına "Cumhurbaşkanı Erdoğan’a soruyorum: Can güvenliğimden sorumlu kişi beni hedef gösterirse can güvenliğim için nereye başvuracağım” diye sormuştu. Çünkü Soylu Yıldız’ı hedef gösterip şöyle yazmıştı:

“Çemçe grubunun itlafına bir PKK bir sen üzülmüşsün. Kahramanlarımız bugün o bölgeye yeni sızmayı 10 metrede çatışma ile teröristleri yok ederek engelledi... Benim üzüntüm PKK seviciliğin değil, devlet gömleği giymiş pespayelerle iş tutmandır.”

Yıldız da Soylu’ya verdiği yanıtta şu ifadeleri kullanmıştı:

Soylu'yu ispata davet ediyorum. Nasılsa tüm sosyal medya hesaplarımız takipleri altında; “PKK seviciliğime” dair tek bir kelime bulsun ve hakkımda suç duyurusunda bulunsun!.. Soylu'ya hakaret ve iftiradan dava açacağımı belirttikten sonra Erdoğan başta olmak üzere tüm siyasilere, ayrıca hakim ve savcılara şunu sormak istiyorum: “Beni doğrudan hedef gösteren, can güvenliğimden sorumlu olan kişi ise can güvenliğimin sağlanması için hangi merciye başvuracağım?”

Soylu'yu “üzen” meseleye, yani işin aslına gelelim.“Benim üzüntüm PKK seviciliğin değil, devlet gömleği giymiş pespayelerle iş tutmandır” demiş ya; demek ki, dert benim o paylaşımım değil, başka bir şey!.. “Devlet gömleği”nden kastı, güvenlik görevlilerimiz ise kimlerle “iş tuttuğumu” belirteyim. Eşim, Emniyet Müdürü idi. Emekli oldu.

Askerlerden ise sadece Ergenekon, Balyoz, İzmir Casusluk gibi kumpas davalarda yargılananları tanıyorum. Süreç bittikten sonra da çoğuyla irtibatım kalmadı. Velev ki, görüşüyorum. Bu Soylu'yu ne ilgilendirir, niye rahatsız eder?”

Hulusi Akar ile de davalık

Müyesser Yıldız’ın 15 Temmuz Darbe girişimi sürecinin öncesini, sonrasını, hukuki boyutunu en yakından takip eden gazetecilerden biri olduğu biliniyor. Yıldız bu konudaki haberleriyle herkesin birbirlerinin suçlarını bildiği, herkesin birbirinin ardından iş çevirdiği ama yine de üç maymunu oynamayı seçip kader birliğinde karar kıldığı iktidar bloğunun bileşenlerini rahatsız ediyordu. MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve dönemin Genelkurmay Başkanı ve günümüzde Savunma Bakanlığı koltuğunda oturan Hulusi Akar’ın darbe sürecindeki pozisyonlarını sorgulayan haberlerinin iktidar içinde huzursuzluk yarattığı biliniyor.

Yıldız sadece soylu ile değil, Akar ile de davalık durumdaydı. Hulusi Akar, Yıldız aleyhinde iftira suçlamasıyla dava açmıştı. Çünkü Yıldız “Abdullah” kod adlı gizli tanığın -ki Cemaat aleyhine açılan bir çok dava bu tanığın ifadelerine dayanıyordu- ifadesinde Hulusi Akar’ın “kripto cemaatçi” olduğunu söylediğini haberleştirmişti. Davanın ilk celsesinde savunma yapan Yıldız şu ifadeleri kullanmıştı:

“Davaya konu olay, Abdullah kod adlı gizli tanığın ifadesini haberleştirmemdir. Müşteki Hulusi Akar kendi aleyhine beyanda bulunan gizli tanık hakkında şikayetçi olmak yerine, bu beyanı haberleştiren benden şikayetçi oluyor. Daha ilginci, bu kişi o dönem kendi emrinde olan bir subay. Onun 'FETÖ'cü olduğunu öne sürüyor, ama hiçbir işlem yapmıyor. Ancak aylar sonra Ağustos'ta emekliye sevk ediliyor. Bildiğim kadarıyla da halen Abdullah hakkında bir dava açılmış değil. Ben kimseye iftirada bulunmadım. Ortada bir iftira söz konusu ise bunun muhatabı Abdullah'tır. Müşteki, tabir-i caizse eşeği dövemeyip, semeri dövmeye çalışmaktadır.”

Yeni Ergenekon mu?

Müyesser Yıldız ve İsmail Dükel’in gözaltına alınmasını, Barışların ve Murat Ağırel’in tutuklanmasıyla birlikte yorumlayan çok sayıda kişi, hepsi gazeteci olan bu isimlerin siyasi aidiyetlerine bakarak “Yeni Ergenekon mu geliyor?” yorumunu yaptı. Ancak bu doğru bir yorum gibi görünmüyor.

Neden mi?

Ergenekon davasında temsil olunan davalar dönemi karşıdevrim sürecinin tepe noktasıydı. Bir ABD projesinin AKP-Cemaat ortaklığıyla yürütüldüğü süreç olarak tarihteki yerini aldı. Cumhuriyetçilik düşmanlığıyla moral bulan, ABD taşeronu “Yeni Osmanlıcı” bir ideolojik çerçeveye yerleştirilen devleti ele geçirme projesinin en kritik halkası bu davalar süreciydi. O nedenle şimdiki, daha çok kayıkçı kavgasına benzeyen süreci, bu tür bir “yeni versiyon” olarak sunmak yaşananlara fazla anlam yüklemek demektir.

Şu an yaşananların daha çok bir “miras” kavgası olarak görmekte bir sakınca yok. Kimseye Erdoğan’ı tartışmak eskisi kadar anlamlı gelmiyor. Çünkü politik bir figür olmaktan çıkalı hayli oldu. Çoğu tartışmada Erdoğan'ın bir kenara bırakılıp etrafının konuşulmasının bir anlamı da bu. Erdoğan’a rengini veren iktidara tutunmak adına daha çok kiminle tepkimeye girdiği…

Şu an yaşananların daha çok Erdoğan sonrasında hem devlet hem sağ siyasette yer tutabilme kavgası olduğu anlaşılıyor. Süleyman Soylu, içinden geldiği siyaset geleneği ve son yıllardaki “popülaritesi” ile bu konuda iddia sahibi olduğunu gösteriyor. Yapılan anketler de benzer sonuçlara işaret ediyor. Aynı şekilde Hulusi Akar da kendi cephesinden bir “ağırlığa” sahip kabul ediliyor. Her iki ismin de geleneksel AKP’li olmayıp sonradan bu trene binmiş olması Erdoğan sonrası için bir avantaj gibi görünüyor. Yine her iki isim de “devlet” için de bir alan kapatma peşindeler. Yıldız gibi isimlerin suyu bulandırması, bunların geçmişini hatırlatması işlerine gelmiyor. İktidar cephesinde son yıllarda yaşanan bir çok “kavganın” (hem kendi içlerinde, hem dışa karşı) temelinde de herhangi bir ideolojik çerçeve aramak yerine bu türden bir köşe kapma, rant kapatma olduğunu bilmek gerekiyor.

Volkan Algan / SOL

Finale doğru, bekçiler ve SİHA'lar - Osman Çutsay / SOL

Sonundan çok korkan bir ekibin, final önlemleri almaya başladığı çok açık. Özellikle George Floyd olayı ve uluslararası yansıması, Ankara'yı çok tedirgin etmiş olmalı. Renk vermek istemeseler de hallerinden okuyabiliyoruz. Renkleri attı.

Kimseyi kızdırmak için yazmıyoruz. Ama bazı yazdıklarımız çıkıyor işte. “AKP Rejimi” denilen karanlık kapitalist düzenin, bir tür “light” Hitler-Mussolini rejimi olduğunu yıllardır burada yazıyoruz. Tarihte hiçbir şey yinelenmez. Ama biz bazı benzerlikleri soyutlamalar halinde önerebiliriz. Eee..




Eee'si, bu rejim tarihsel öncüllerinin kaderini yaşayabilir. Tabii “light” bir formatta yaşayabilir. Sonuçta henüz toplama kampları kurulmuş değil. Ama yüksek yoğunluklu bir içsavaş patlak verirse, o kampların kurulmayacağının da garantisi yok. Savaşın şiddetini kimse kontrol edemez. Hele “akli melekelerini” tamamen yitirmiş bir dinci iktidar hiç kontrol edemez. 

Türkiye'de cumhuriyetten kalan ve biraz ilericilik kokan ne varsa kazınmış durumda. Bu, sadece faşizmin değil, ciddiye alınmış bir sosyalizmin de önünü açar. Kaldı ki, bir “halk kemalizmi” de yayılıyor. Bir tür özgün cumhuriyetçilik bu. Eski üniformalı soytarıların kemalizmine benzemiyor. Sol kürdizmin de bir arayış içinde olduğunu düşünebiliriz. Fakat dinci iktidar, 2002 sonundan bu yana bilimle ve mantıkla biraz ilintili her şeyi kamusal alandan kazımış, yerine dincilik-milliyetçilik sokuşturmuş bulunuyor. O zaman, finaldeki panik, tarihteki bazı faciaları yeniden doğurabilir. Ya da onları bile aratacak bir final yaşanabilir. Bilemiyoruz.

Şöyle söyleyelim: Eğer “tek adam rejimi” denilen, aslında sıradan bir kapitalizm olan bu düzen tarihsel örneklerden hareketle yerleşmeye çalışıyorsa, kendi içinden muhalifler de çıkaracaktır. Hitler rejiminde mesela bundan çok vardı. Biri de bu yaz 76'ıncı yılına girecek olan 20 Temmuz 1944 suikast girişimi, malum. 2020 yılında Ankara'nın muktedirleri, içlerinden çıkacak ılımlı Claus Schenk Graf von Stauffenberg reaksiyonlarıyla uykuya değil adeta kâbuslara yatıyorlar. İyi de, biz Davutoğlu'na, Babacan'a ne isim vereceğiz? Ne olacağını kimse bilmiyor.

Durdurulamayan ekonomik çöküşün yakın çevresindeki Stauffenberg sayısını artırdığını, bir “lider” ve çevresinin bilmediği düşünülebilir mi? Her otokratın böyle kâbusları olur.

Büyük ve kontrolsüz tepkilerin kendi yakın çevrelerinden çıkacağını onlar da biliyorlar. Öyle olmasa 80 bin caminin cemaatini milisleştirme hesapları yapılmazdı; diğer güvenlik birimlerindeki örgütlenmeler de öyle. Bunlara son dönemde bekçi kadroları ve bunların silahlandırılması tartışmaları eklenebilir. Neden?

Dışarıdan bir tepkiyi mi göğüslemek istiyor Ankara'nın İslamcıları? 

O, var. Ama daha önemlisi, bu yakın çevreyi maaşa bağlama ve silahlandırma işinin arkasında, AKP'nin içinden çıkacak muhaliflere gözdağı verme ve finaldeki büyük hesaplaşmada kendi “hainlerine” nasıl direnileceğinin mesajını verme psikolojisi de var. 

Dertleri, finale hazırlıksız girmemek

Galiba “dost ateşine” kurban gitmek istemiyorlar. Bunun için kendi çevrelerinde maaşa bağlanmış silahlı birlikler oluşturabilirler. Cami cemaatleri, misal, sivil görünümlü milislere gebe. Diğer üniformalı kurumlardan devşirilenler de bir düzen imajı yaratacak ve lider ekibi koruyacak. Suriye ve Libya'da savaşın dengesini Ankara lehine etkilediği Avrupa medyasına da haber ve analiz olarak düşen “silahlı İHA başarıları” bile bu korunma planları dahilinde düşünülebilir. SİHA'lar nedir ki başka?

Sonundan çok korkan bir ekibin, final önlemleri almaya başladığı çok açık. 

Özellikle George Floyd olayı ve uluslararası yansıması, Ankara'yı çok tedirgin etmiş olmalı. Renk vermek istemeseler de hallerinden okuyabiliyoruz. Renkleri attı.

Hep söyledik: Tarihte öyle şeyler olur ki, bazen bir gün içinde bir asırlık adımlar atıldığına tanık olursunuz, bazen de bir asır süren tek bir geceyi yaşarsınız.

Sonra hiç umulmadık bir kıvılcım, ertelenen finali sahneye alıverir.

Türkiye'de artık hiçbir şey, reçetelere ve tarihsel örneklere uyan bir resim vermeyecek. Tamam. Ama mesele bu değil. 

Mesele şu: Bu gelişmelere dışarısı, özellikle de Avrupa Almanyası nasıl bakacak? Efendisi olduğu AB'nin o darmadağın “demokrasi tapınağı”, Türkiye'de olan bitene nasıl müdahale edecek? Edebilecek mi? Yoksa Berlin kendi dertleriyle mi meşgul olacak? 

Viyana'ya bakarak Berlin için söyleyebiliriz: İslamcı Ankara, Berlin'in planlarında mutlaka törpülenmek üzere var. İktidardan indirilmesine karşı çıkmazlar. Ama Erdoğan sonrasında yine bir “AKP'siz AKP Türkiyesi” istedikleri de gün gibi ortada. Bundan 40 yıl önce 24 Ocak ve 12 Eylül'ü birlikte hazırladılar Türk-İslam zenginleriyle Avrupa'nın egemenleri. Erdoğan'a, izlediği istibdat rejimiyle sosyalizmi Türkiye'nin siyasal gündemine sokacağı için kızıyor olmalılar. 

Türkiye, 40 yıldır bir “kâbus” içinde. İnsanlarının bu kâbusa alıştırıldığı, hatta kâbusu olağan saydığı bir Türkiye'den söz ediyoruz. Ancak halkın içten içe bir muhalefeti de var. 1789'un, 1917'nin öngünlerindeyiz sanki. Anadolu topraklarının 1918-19'daki çaresizliğinde ya da. Bitmez tükenmez bu kâbusun sürmesi için çaba göstermek, siyasi iktidarın varlık nedeni. Milisler, ki 4 milyonun üzerindeki Arap mültecinin enerjisi de buna dahil edilmelidir, herhalde kâbusun sürmesi için oluşturuluyor.

Parlamento bunun için pratikte feshedilmiş durumda. Durmayacaklar. Duramazlar. Ama bir yerdeki parkta çevreci gençlerin çadırı kundaklanacak, Kuzey Afrikalı bir seyyar satıcı kendini yakacak, George Floyd öldürülecek... Sonra? Her şey mümkün. Tarih böyle bir sürpriz. 

Bizim söyleyeceğimiz şey ise şu: Türkiye bu kâbustan kurtulabilir ve sosyalist bir yeniden kuruluş yaşayabilir. O zaman, muhtemel bir korkunç finale, bu kapitalist barbarlığa ancak bir yeni, eşitlikçi, özgürlükçü toplumsal düzen kurgusuyla karşı çıkılabileceğini anlatmak ve bunu toplumun önüne bir tasarım olarak koymak, bizim varlık nedenimizdir. 

Türkiye'nin kendisini solcu sayan insanları ya sosyalizm perspektifiyle bir araya gelecek, aralarındaki farklara rağmen bu hedef için masaya oturacaklar ya da bu finalin zavallı kurbanları olarak hep birlikte tarihe gömülecekler. 

İslamcı Ankara bu “kurbanları” gömmek için sabırsızlanan zombilerle dolu. Demokrasi rüyasına yatanlara hatırlatmış olalım. 

Osman Çutsay /SOL

Dünya kaç kutuplu? - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Akla hemen ABD ve Çin geliyor. Ancak Covid-19 kriziyle birlikte bu sorunun cevabını değiştirebilecek yeni süreçler başlamış olabilir.

İki ‘kutup’tan iki ‘kutba’

Soğuk Savaş döneminde “iki kutup” vardı. SSCB yıkıldıktan sonra, 1990’lı yıllarda ABD, “tek kutuplu dünya” iddiasını ortaya attı. Halbuki, artık Batı Bloku da dağılıyor, Avrupa Birliği birlik sürecini ilerletiyor, Almanya ve Fransa gibi güçlerde, ABD’den bağımsız davranma eğilimi gelişiyordu. Rusya ve Çin, AB ile birlikte, ABD’nin “tek kutuplu dünya” dayatmasına karşı çıkıyordu.

Finansal kriz ve onu izleyen “uzun durgunluk” döneminde, ABD’de Trump’ın adeta “dostlarını yabancılaştıranrakiplerine sürekli siyasi kredi açan” istikrarsız politikalarının da katkısıyla, Çin’in yükselişi hızlandı, Rusya’nın yakın çevresinde inisiyatif alma eğilimi güçlendi. Artık sık sık “çok kutuplu” ya da “kutupsuz” dünya kavramını duyuyorduk.

O dönemde Çin, ekonomik, mali ve teknolojik (süper bilgisayarlar, uzay çalışmaları, yapay zekâ, Quantum haberleşme/şifreleme ve 5G gibi...) alanlarda, uluslararası ilişkilerde, özellikle Çin denizi çevresinde bir “süper güç” özellikleri sergilemeye başladı. Çin, gelişmekte olan ülkelere yönelik yardımlar ve kredilerle, yeni nüfuz alanları (piyasalar ve doğal kaynaklara ulaşma olanakları) elde ediyordu. “Tek Yol Tek Kuşak” projesi, arkasındaki devlet-kapitalizmi ve finans-kapital, Avrasya ana kıtasında, Mckinder’in deyimiyle jeopolitiğin en önemli coğrafyasında, Çin kapitalizminin gereksinimlerine uygun bir küreselleşme inşa ediyordu. Çin artık küresel çapta hegemonya adayı konumuna yükseliyor ve iki kutuplu bir dünya şekilleniyor; yeni bir “Soğuk Savaş”tan söz ediliyordu.

Covid-19 şoku

Petrol piyasasındaki fiyat savaşları, Covid-19 şoku, Rusya’nın etkisini geriletirken, ABD - Çin kutuplaşmasını sertleştirmeye başladı. ABD, virüs salgınının hızla küreselleşmesinden Çin’i sorumlu tutarken, Çin tıbbi yardım kampanyaları üzerinden gelişmekte olan ülkelerde ve kimi Avrupa Birliği ülkelerinde etkisini artırıyordu. Tam, “bu süreçsağ popülizmin etkileriyle birleşerek AB’yi yıkar ” sorusunu gündeme getirirken, AB içi hegemonya ilişkileri devreye girmeye başladı. “Almanya-Fransa ekseni”, Çin’in artmaya başlayan etkisinin, AB’nin varlık koşulu olan “merkez-çevre ilişkisini” zayıflatmasına izin veremezdi.

Mayısın son haftasında başlayan bir süreç içinde, Angela Merkel’in inisiyatifi ile Almanya-Fransa ekseni yaklaşık 2.4 trilyon dolarlık bir “koronavirüs sonrası toparlanma planı” açıkladı. Bu “toparlanma planı”, üye ülkelerin finansal kaynaklarını bir havuzda toplamayı, borçları bir merkezde ortaklaştırmayı, AB’nin ekonomileri zayıf (çevre) ülkelerini, yalnızca kredi vererek değil, hibe yoluyla güçlendirmeyi amaçlıyor. Bu plan, AB üyeleri tarafından, kimi değişikliklerle de olsa onaylanırsa, birliğin ekonomik ve siyasi yapısını güçlendiren tarihi bir adım olabilir.

Geçen hafta, Almanya’da, Merkel, 353 milyar Avro’luk acil yardım paketine, 850 milyar Avro’luk borç garantilerine ek olarak, 130 milyar Avro’luk bir vergi indirimi, tüketimi teşvik paketi açıkladı. Financial Times, “Berlin’in iyi tasarlanmış destekleme planı diğer üye ülkeleri de teşvik edecektir” diyordu. Paket esas olarak katma değer vergisinin azaltılmasını, yeni altyapı yatırımlarını ve her haneye, çocuk başına 300 Avro desteği gündeme getiriyor.

Toparlanma planı” başarılı olursa, hem Almanya’nın AB içindeki liderlik konumu daha da güçlenir, hem de AB’yi, çıkarları ABD’den ve Çin’den farklı bir ekonomiksiyasi merkez olarak “kutuplar dengesine” ekleyebilir.

AB ekonomisi, ABD ve Çin ekonomilerine eşit büyüklüktedir. Buna karşılık, AB’nin siyasi, askeri karar alma kapasiteleri, bu iki ülkeye kıyasla çok zayıftır. Ancak bu durumun, AB’nin ABD ve Çin arasına sıkışmasına yol açması gerekmez. Aksine bu durum, AB’ye, bir “uzaktan dengeleme”, gücünün çok üstünde etki yapma olanağı sunabilir. AB, bu iki kutup karşısında, her ikisiyle de ekonomik siyasi ilişkileri sürdürürken, kimi konularda birinin, kimi konularda da öbürünün yanında yer alarak sonucu belirleyen bir 3. kutup konumuna yerleşebilir. Covid-19 ile uluslararası alanda, çok karmaşık ve zor bir dönem başlamış olabilir.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Hırsızları bırakanlar bekçileri büyütüyor - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


Bir göz kırpıyorsun. Saniyeden küçük o boşlukta bilsen neler oluyor. Uykuya dalıyor, uyanıyorsun. Bilmediğin o karanlıkta kaç bebek doğuyor, kaç insan ölüyor. Kesin olan bir şey var: İnsan, hafızası olmadan daha kolay yönetiliyor.

Meclis önce kapandı, sonra açıldı. Kapanırken kavga vardı, açılırken de kavgayla başladı. Sahi arada ne oldu?

Kapanmak üzereyken 14 Nisan’da çıkan infaz yasasını tartışıyorduk. “Af değil” diyorlardı, bazı suçların “yatarı” azaldı, denetimli serbestlik süresi de 3 yıla çıktı. Kaç kişi hapisten çıktı hâlâ kesin olarak bilmiyoruz. Korona izniyle birlikte 90 bin mahkûm olduğu söyleniyor.

Peki, kimler tahliye oldu?

Yaralama, dolandırıcılık, hırsızlık, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti, taksirle ölüme neden olmak gibi suçlardan hüküm giyenler. “Önce siyasiler çıksın” diyenlere “terörist” diyenler, “önce kadın satıcıları” diyerek bir yasa yapmıştı.

Cumhurbaşkanı onları şu sözlerle cezaevinden uğurladı: “Bu vatandaşlarımızın devletin ve toplumun güvenlerini boşa çıkarmayacağına inanıyorum.”

Cumhurbaşkanı serbest kalanlara güvenini ilan etti. Ama Cumhurbaşkanı’nın unuttuğu bir şey var: Türkiye’de hapishaneler, cezanın evi ama suçtan kurtulma evi değil. Örnek olsun, 18-20 yaş arası tahliye olan gençlerin yüzde 70’i iki yıl içinde tekrar hapishaneye geri dönüyor.

Yasadan sonra 3. Sayfalar

Türkiye, yasanın Resmi Gazete’de yayımlandığı 15 Nisan’dan bu yana karantinadaydı. Şartlar suç işlemeye uygun ortam yaratmıyordu. Ama gazetelerin üçüncü sayfaları “zorun gerçekleştiğini” gösteriyordu:

- İzmir’in Torbalı ilçesinde, infaz yasası ile cezaevinden tahliye olan M.I. (21), çamlık alanda tartıştığı Ü.A.’yı (44) başına taşla vurarak öldürdü.

- Konya’da emekli polis memurunu dövüp 8 bin TL parasını ve evinin anahtarlarını gasp eden iki şüpheliden biri yakalandı. Gözaltına alınan S.G.’nin 4 gün önce infaz yasasından yararlanarak cezaevinden çıktığı öğrenildi.

- Denizli Pamukkale’de baba E.K. uyuyan oğlu M.K.’yi katletti. 11 yıldır cezaevinde olan ve 10 gün önce infaz yasası ile tahliye edildiği ortaya çıkan baba yeniden tutuklandı.

- 5 yaşındaki kız çocuğu D.A.’ya cinsel saldırıda bulunduğu iddiasıyla yakalanan A.Y.’nin ikisi “çocuğa cinsel istismar” olmak üzere toplam 9 suç kaydı olduğu ortaya çıktı. Silivri Cezaevi’nden izinli çıktığı belirlenen A.Y., tutuklanarak tekrar cezaevine gönderildi.

- Ankara’da, yeni infaz yasası kapsamında cezaevinden yeni çıkan F.S., şiddet uyguladığı eşinin evi terk etmesi üzerine evde iki çocuğunu, uzun namlulu silahla rehin aldı.

- Konya’da mesaisinin ardından evine giden 21 yaşındaki hemşire A.P., iki kişi tarafından kapkaça uğradı. Şüphelilerden K.S.’nin yeni infaz yasasından faydalanarak cezaevinden çıktığı ve poliste yaklaşık 15 kaydının bulunduğu öğrenildi.

- Kendisine şiddet uyguladığı için boşandığı eski eşi M.C.K.’nin yeni infaz yasasıyla tahliye olmasına tepki gösteren Z.E., “Adam öldüreceğim diyor, bunun neyini affedeceksiniz, ölmek istiyorum” dedi.

İş işten geçti

Uzatmayayım...

Artık gazeteler üçüncü sayfa haberlerinde faillerin suç kayıtlarından bahsetse de infaz yasasıyla tahliye olduklarını hatırlatmıyor.

Ancak görünen köy de kılavuz istemiyor.

Cezaevine en çabuk geri dönen suç grubunu, kaderlerini değiştirecekleri ortamı yaratmadan serbest bıraktılar. Olağan hayat süren sıradan vatandaşın bile ekonomik darboğazda yaşadığı salgın günlerinin içine attılar. Üç gençten birinin işsiz olduğu ekonomiye, para kazanmanın başka yolunu bilmeyen gençleri ittiler.

Bu sırada tabii ki hapisteki “siyasi”lerin yanına yenileri eklendi. Bir tweet’ten insanlar hapsedildi. “Benim listem hazır, bizim aile 50 kişiyi götürür” söylemine “çok büyütülecek konu değil” dendi.

AKP’de de birileri rahatsız olmuş olacak ki tahliyeler sonrasında parti MYK’si “çıkanları takip etmeyi” tartıştı. Ama iş işten geçmişti.

Hırsızları çıkarıp bekçileri büyüttü

Ve Meclis açıldı.

Meclis’i kapatırken adli suçluları dışarı çıkarmak için muhalefetle kavga eden iktidar, 6 hafta sonra Meclis’i “asayişi sağlamaya polis yetmiyor” diye açtı. Bu kez de bekçilere polis yetkisi vermek için muhalefetle kavga etti.

İtifaiyenin önce yangın çıkarıp sonra söndürmeye gitmesi gibi. Önce “hapishanede hırsız çok” diyerek hırsızları dışarı çıkardı, sonra da “çok hırsızlık oluyor” diyerek bekçileri “polis” yaptı. Her iki yasada da olan vatandaşın özgürlüğüne oldu.

Kendisi adına politika yapılan halk, kendisi için politika yapana kadar; politika sorunları, o sorunları yaratanların sorunları çözme vaadi olmaya devam edecek.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Borcun var dediler çiftçinin desteğine el koydular: Elektrikte özelleştirme çiftçiyi aç bıraktı - BİRGÜN

Güneydoğu’daki 6 ilde çiftçiye yapılan destek ödemelerine, elektrik borcu yüzünden el konuldu. Daha önce kamuya ait olan elektrik şirketi ise 2013’ten beri İşkaya-Doğu Holding Ortak Girişim Grubu’na ait.


Güneydoğu’da 6 ilde çiftçilere verilen mazot ve gübre destekleme paralarının, salgın sürecinde bile çiftçilerin elektrik borcu bahane edilerek özel elektrik dağıtım şirketine aktarılması tepki çekiyor. CHP’li Tanal’ın önergesini cevaplayan Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, Ziraat Bankası’nı işaret etti.

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, Güneydoğu’da GAP kapsamındaki Şanlıurfa, Mardin, Batman, Siirt, Şırnak ve Diyarbakır’da devlet tarafından yapılan mazot ve gübre desteği ödemelerinin, çiftçilerin tarımsal sulamada kullanılan elektrik enerji borçları bulunduğu gerekçesiyle 6 ile hizmet veren özel elektrik dağıtım şirketine aktarılmasıyla ilgili Ziraat Bankası’nı işaret etti.

ZİRAAT BANKASI BORÇLARINA KARŞILIK MAHSUP EDİYOR

CHP İstanbul Milletvekili Av. Mahmut Tanal’ın soru önergesine cevap veren Bakan Pakdemirli, koronavirüs salgını sürecinde 6 ilde çiftçilerin Ziraat Bankası’ndaki hesaplarına yatan tarımsal destekleme ödemelerinin, çiftçilerin özel elektrik dağıtım şirketine olan elektrik borçlarına karşılık kesildiğini aktardı.

Pakdemirli, “Tarımsal sulamaya ilişkin vadesi geldiği halde ödenmeyen işletme ve bakım ücreti veya su kullanım hizmet bedeli ile elektrik enerjisi borcu bulunan çiftçilerin borçlarının tarımsal destekleme ödemelerinden mahsuben alınmasına ilişkin 06.09.2018 tarihli ve 30527 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan tebliğ hükümleri çerçevesinde Ziraat Bankası A.Ş. Genel Müdürlüğü tarafından üreticilerin destekleme ödemelerinden borçlarına karşılık mahsup edilmektedir” diye konuştu.

borcun-var-dediler-ciftcinin-destegine-el-koydular-elektrikte-ozellestirme-ciftciyi-ac-birakti-740707-1.
Mahmut Tanal

***

Çiftçinin desteği Dicle EDAŞ’a gidiyor

Çiftçinin aldığı destek ödemelerinin elektrik borçlarına mahsup edildiği illerin elektrik dağıtımı Dicle Elektrik Dağıtım AŞ üstleniyor. Daha önce kamuya ait olan şirket 15 Mart 2013’ten beri İşkaya-Doğu Holding Ortak Girişim Grubu’na ait. Özelleştirme bedeli ise 387 milyon dolar.

***

Tarımda borçlar ödenemiyor

Çiftçi destek ödemeleriyle banka borçlarını döndürmeye çalışıyor. Üstelik kanunen milli gelirin yüzde 1’i oranında tarım desteği verilmesi gerekirken, kanunun çıktığı 2006’dan bu yana bu oran hiç tutturulmadı. Tarımda ithalatla birlikte küçük çiftçi büyük uluslararası gıda şirketleriyle rekabete zorlandı. Şimdiyse çiftçinin borçları hızla artıyor. Üstelik çiftçi borcunu ödeyemediğinde ipotek ettirdiği toprak da elinden gidiyor.

Bu bilanço Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine de yansımış durumda. 2020 yılının Nisan ayı itibariyle tarım kesiminin 5 milyar 518 milyon lira tutarında takibe düşen borcu bulunuyor. Buna karşılık bu tutar 2019’un aynı ayında 4 milyar 271 milyon lira, 2018’de 2 milyar 769 milyon lira, 2017’de ise 2 milyar 225 milyon liraydı. Çiftçilerin ödenemediği için takibe düşen banka borçları yüzde 148 oranında artmış durumda.

***

Tarım kesiminin takipteki borcu kaç milyar TL?

borcun-var-dediler-ciftcinin-destegine-el-koydular-elektrikte-ozellestirme-ciftciyi-ac-birakti-740708-1.

BİRGÜN

‘Bu kadarına da pes!’ diye diye 2023’e 3 kaldı - Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Bu hafta TBMM’de yaşanan “vekil düşürme” darbesi o ana kadar var olan bir gerçeği teyit etti sadece..

TBMM, uzun süredir tek adam sistemi ile bypass edilmişti zaten. Egemenliği halk adına kullanması gereken bu kurum yasama yetkisini ve bakanlıkları denetleme yetkisini kullanamaz olmuş, bir kişinin iki dudağının arasından çıkacak talimatlara göre hareket eder bir hale gelmiş durumda.

Bir kişi tak diye emrediyor, parti devleti o emri şak diye yapıyor.

Yasama ve yargı üzerindeki bu baskı, Türkiye’de siyasetin alanını herkes için fazlasıyla daralttı. Sendikalar ve sivil toplum kuruluşları gibi muhalif siyasi partiler de siyasetin dışına itilmek isteniyor.

Bu baskı rejimi adım adım kurulurken, muhalefet hata üstüne hata yapıyor.

2018’de Kılıçdaroğlu, CHP’nin milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması konusundaki duruşunu “stratejik bir adım” olarak nitelemişti. “CHP siyasi tuzağa çekilmek istendi. Biz bu tavırla siyasi tuzağı bozduk” demişti.

Aslında o “stratejik adımla”, tuzağın içine kendileri de düştü. Anayasanın 83. maddesi açıkça ortadayken CHP’li Enis Berberoğlu ile HDP’li Musa Farisoğlu ve Leyla Güven’in milletvekilliklerinin düşürülmesi bunun kanıtıdır.

Hak ihlali konusunda Anayasa Mahkemesi kararı beklenmemiş, Saray’ın talimatı uygulanmıştır.

AKP Kırıkkale Milletvekili Ramazan Can, TBMM kürsüsünde bu hukuksuzluğu savunurken, “Biz, Cumhurbaşkanımızdan ve Genel Başkanımızdan seve seve talimat alırız. Bundan şeref duyuyoruz” diyerek bu gerçeği kayıtlara da geçirdi.

Cumhurbaşkanının aynı zamanda bir siyasi partinin genel başkanı olmasının yarattığı kaos bir kez daha bu olayda görüldü.

***

Muhalefet partilerinin toplumu yakından ilgilendiren konularda verdiği hayati önergelerin nicedir reddedildiği TBMM’de çok açık ki Cumhur İttifakı geçit vermiyor! Eller iniyor, kalkıyor ama fark etmiyor; sonunda tek adam yönetimi ne derse o oluyor.

Ülkenin doğal varlıkları bir bir yağmalanırken TBMM bunu önleyemiyor.

İnsanlar açlıktan kendini yakarken TBMM çözüm oluşturamıyor.

Toplumun her kesimi adalet talebini haykırırken TBMM adaletsizliklere seyirci kalıyor.

Halkın acilen ihtiyaç duyduğu yasaların hiçbiri çıkarılamıyor.

Öyleyse Atatürk’ten tam bu noktaya parmak basan bir alıntı paylaşayım:

“Bizim çok korktuğumuz ve daima korkarak kendimizi koruyacağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, daha ziyade herhangi bir heyetin diktatör yönetimine dönüşmesidir. Çünkü şahıslar gibi meclisler de diktatör olur. Ve Meclis’in diktatörlüğü şahısların diktatörlüğünden daha tehlikeli ve daha öldürücüdür.

“Bundan dolayı uzun süre iktidara sahip olmak için iktidarda kalan milletvekilleri yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, isteklerinden, duygu ve düşüncelerinden uzak kalır, arada ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki meclis başka türlü çalışıyor, milli istekler başkadır.” (Kaynak: Sadi BorakAtatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı Beyaz Yayınları s.237)

***

Bana göre muhalefet, yasaların hiçe sayıldığı bu ortamda çoktan Meclis’ten çekilip sine-i millete dönmeliydi. Kılıçdaroğlu, “CHP sokağa çıksın istiyorlar. Bu oyuna gelmeyeceğiz” diyor. İktidarın demokratik hak arayışını “terör” olarak gösterme çabasını kabullenmek olmuyor mu bu yaklaşım?

O zaman vatandaş olarak şu soruları muhalefet partilerine sormak zorundayız:

Anayasanın ve yasaların sürekli çiğnendiği bir siyasi atmosferde toplum üzerindeki bu ağır ablukayı nasıl kaldıracaksınız?

Geçmişte AKP’nin kumpaslarına ortak olan siyasal İslamcılar ile liberallere yakınlaşmak...

Milletvekillerinin tweet atması...

Ve haftalık basın açıklamalarıyla sınırlı kalan bir muhalefetle bu başarılabilir mi?

Yıllardır “AKP iktidarının sonu geldi” diyorsunuz ama her seferinde koltuklarına yapışmak için bir yol, bir usulsüzlük icat ediyorlar.

“Bu kadarına da pes...” diye diye 2023’e 3 kaldı!

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Önce yerini belirlersin…- Aydemir Güler / SOL

Tarihin içinden süzülüp gelen birikim diyor ki, kapitalizm bugünkü düğümlenmeden bir şey olmamış gibi çıkamaz. Bu kadar yoğun birikimler, köklü değişimlere açılmak zorundadır. Özet olarak mücadelelerin sonucu bugün son derece köklü bir değişim anlamına gelecek. Gelmek zorunda. Tarih bilimi bunu açıkça söylüyor.


Kapitalizmin bu krizin ardından ne yöne gideceği sorusunu tartışıyoruz. Herkes tartışıyor.

Dahası, herkes ister istemez kapitalizmin kazanacağı yön üzerinde bir etkide bulunuyor. Kimileri şu veya bu safta kıyasıya mücadelelerle, kimileri vurdumduymazlıkları, umutsuzlukları, hareketsizlikleriyle…

Bir süreliğine insanlığın rotasını belirleyecek olan sonuç bu etkilerin bir sentezi olacak.

***

Bakın; yerimizi belirlemeye ilişkin birinci maddemiz bu bakış açısıdır. Sonuç bilinçli ve bilinçsiz mücadelelerin, harekete geçenlerin oluşturacağı enerji ile harekete geçmeyenlerin o enerjiyi soğurma kapasitesinin bir ürünü olarak şekillenecek.

Yani sonuç bir kutsal kitapta veya pozitif bilimlerin üstünde yükselen bir çalışmada önceden yazılı olmayacak.
Kuşkusuz kitaplar yazılacak, tezler öne sürülecek, çok eskilerde yazılmış olanlar miting kürsülerine taşınmaya devam edilecek; ama işin yazıyla ve sözle ilgili olan boyutu, dönüp dolaşıp az önce formüle etmeye çalıştığım bakış açısına eklemlenecek. Bu sözler ve yazılar da mücadelelerin, etkileşimlerin bir parçası olacak. Bu nedenle çok ama çok önemliler. Şaka değil; geleceği belirleyen milyonlarca faktörden bir tanesi de birimizin ağzından veya klavyesinden çıkan vurgu olacak.

Demek ki, aydınım, ilericiyim, insanlığın iyiliğini istiyorum diyenlerin sorumluluğu büyük. Her zaman büyük, ama şimdi ilgili herkes ciddi olsun!

***

İkinci olarak, kimse yaptıklarının boş bir gezegende yapılacağını, yazdıklarının boş bir kâğıda yazılacağını sanmasın. Öncesinde boşluk olması tanrılara vergidir.

Biz, yani bu krizin içinde devinen insanlar tarihin akışının bir düğümlenme noktasındayız. Tarih geçmişten bugüne gelen bir yöne sahip.

Konumuzla ilgili olarak tarihin içinden süzülüp gelen birikim diyor ki, kapitalizm bugünkü düğümlenmeden bir şey olmamış gibi çıkamaz. Bu kadar yoğun birikimler, köklü değişimlere açılmak zorundadır. Özet olarak mücadelelerin sonucu bugün son derece köklü bir değişim anlamına gelecek. Gelmek zorunda. Tarih bilimi bunu açıkça söylüyor.

***

Kapitalizmin ne yöne gideceğini tartışıyoruz. Hedefler ve niyetler bu tartışmalara ve mücadelelere içkindir.
Büyük bir toplumsal ağırlık kapitalizmin yıkılması yönünde ortaya çıkarsa kapitalizm yıkılır! O toplumsal ağırlık kapitalizmin yerine nasıl bir düzen inşa edeceğini bilen bir önderlikle donanmışsa yerine yeni bir sosyalizm kurulur! Böyle bir ağırlık oluşmaz da, ortaya çıkacak olan sentez kapitalizmin yıkılmazlığını veri alırsa, yine birtakım değişiklikler olacaktır kuşkusuz, ama ne derece köklü olacakları bilinmez. Dünyanın belli başlı ülkelerinin faşizmle değilse bile faşistlerce yönetilmesi de bir değişimdir…

***

Kapitalizmin on yılı aşkın süredir büyük bir kriz yaşadığını görüyoruz. Teğet geçmesi denilen olgunun bir kısmı yalan. Gerçek olan kısmı ise, önüne beyhude baraj kurulan krizin yığılarak çok daha yıkıcı bir enerji biriktirmesini gizliyor. Teğet geçmek, daha şiddetli patlama adına günü kurtarmaktır.

Boş kâğıda yazamayız. ABD emperyalizminin Ortadoğu maceralarının sistemin bütününü saran kriz dinamiklerini, merkezden çevreye ittirmesi anlamına geldiği bugün bütün açıklığıyla ortadadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde olup biteni bir işçi sınıfı ayaklanması olarak niteleyen oralı komünistler haklı görünüyor. Siyah direnişinin çekirdeğindeki emekçi karakter görünür hale geliyor.

Ne boş kâğıdı! O kadar çok alamet belirdi ki! Emperyalist kapitalist sistemin merkez üsleri daha korunaklıydılar. Şimdi bu doğru eskimiş bulunuyor.

ABD toplumundaki sarsılma ve çözülme ciddi bir altüst oluştur. Bu deprem söz konusu ülkenin emperyalist sistemin tepesinden daha alt bir kata basitçe ve sulh içinde inmesiyle sonuçlanamaz. ABD sarsıldıkça bütün sistem altüst olur. Dünya kapitalizminin sağlam kalelerinden ve zayıf halkalarından söz etmeye devam edeceğiz belki. Ama hem bu kavramların gönderme yaptığı coğrafyalar değişecek, hem de ertelene ötelene büyüyen o yıkıcı enerji hızlı değişimlere neden olacak.

***

Bir yandan da, mücadelelerin parçası olarak tartışacağız.

Önce yerimizi belirleyeceğiz. Kapitalizmin sömürücü karakterinin kriz merceğinden geçerek her zamankinden farklı biçimde çıplak, çırılçıplak hale gelmesi devrimcilerin görüşlerini yaymaları için olanakları genişletir. Ama ister genişletsin ister genişletmesin, komünizm, kapitalizmin kökten ve devrimci biçimde yıkılmasını hedefleyen akımdır. Krizin bir sonraki momentinde, bu sistemin düzeltilmesiyle yetinme fikri ağır basarsa komünistlerin konumu değişmeyecektir. Biz enerjimizi, aklımızı, her şeyimizi kendi ülkemizde ve bütün dünyada kapitalizmin adlı adınca devrilmesine adarız.

Önce yerimizi belirlemişizdir…

Yerimizi betimlerken en sık gönderme yaptığımız örneğin Büyük Oktobr Devrimi olması normal. Düzeltelim mi devirelim mi, hangisi daha olanaklı, daha akılcı… bu tartışmada Lenin yerine belirlemiş ve bugün geçerliliğini koruyan sözler söylemiş… Üstelik bugünün komünizmi Ekim Devrimi sayesinde, oradan aldığı enerjiyle varlık kazanmış…

Ama her büyük devrimci dönüşüm bir diğerini çağrıştırıyor ve aynı tartışmalar yineleniyor. Bakmaya devam edince bugün bizdeki ve dünyadaki tartışmanın bir benzerinin iki yüz yıl önce Fransa’da da yaşandığını görüyoruz. Devrim safından biri, Sièyes o gün açık söylemiş: “Hayır, demiş, tarafları uzlaştırmaya uğraşmanın zamanı değil. Ezilenin enerjisi ile ezenlerin öfkesi arasında nasıl bir anlaşma sağlanacağını umabiliriz ki?”

Eski devrimciler bize önce yerinizi belirleyin diyorlar…

Aydemir Güler / SOL

Öne Çıkan Yayın

Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar - Ergin Yıldızoğlu- Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebi...