29 Aralık 2020 Salı

Göstermelik yarışma, heba edilen fırsat(TAKSİM KENTSEL TASARIM YARIŞMASI’NIN ARDINDAN) - Elvan Kıvılcım / 1+1FORUM

 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Taksim, Bakırköy, Kadıköy meydanları için açtığı tasarım yarışması ve halk oylaması sona erdi. Ancak, en çok tartışma yaratan Taksim başta olmak üzere bu meydanların geleceği, birinci olarak seçilen tasarımların ne ölçüde uygulanacağı belirsiz. Özellikle Taksim’le ilgili endişeler de dinmiş değil: Cumhuriyetin ilk meydanı meydan olma özelliğini ne ölçüde koruyacak? Şık bir tasarım bu meydanın tarihsel hafızasının katmanlarını korumaya ve yaşatmaya yetecek mi? Taksim toplumsal çeşitliliğine yeniden kavuşabilecek mi? İBB bu oylamayı aceleye getirerek demokrasiyi tabana yayma fırsatını heba mı etti? Toplumsal hafızadan kadın özgürlüğüne, mimarlıktan sendikacılığa, sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle Taksim Meydanı’na oylama sonrasında yeniden yakın plan yapıyoruz… 
      Siyasi sembollerin muharebe meydanı olarak Taksim 2020: Cami ve AKM adım adım yükseliyor.

Michael Hardt ve Antonio Negri Meclis’te, 2011’den itibaren adaletsizliğe ve tahakküme karşı dünyanın birçok yerinde kendiliğinden gelişen toplumsal hareketlerin bir süre manşetlerde kaldıktan sonra silinip gitmek yerine kalıcı bir toplumsal dönüşümü nasıl harekete geçirebilecekleri üzerine düşünürken, bir noktada Taksim Meydanı’nı da anıyorlar: “Bu hareketlere hakim olan güçlü akım en başta eşitsizliği, özelleştirmeleri ve finansın gücünü eleştirerek politik, ekonomik ve toplumsal alanları birbirine örmektedir. Örneğin eylemciler geçici bir süreyle ortak bir kent alanı oluşturduğunda, yani ne özel ne kamusal niteliği olan, aksine demokratik yönetimin herkese açık ve deneysel mekanizmalarıyla nitelenmiş mekânlar kurduklarında, Tahrir’den (Kahire) Taksim’e (İstanbul), Puerta del Sol’dan (Madrid) Zucotti Park’a (New York), Ogawa Plaza’dan (Oakland) Cinelandia’ya (Rio de Janeiro) uzanan o kent meydanlarında çıkan o sihirli duyguyu hatırlayın. Ortak kamusal alan neoliberal özelleştirme zehrine karşı bir tür panzehir gibi deneyimlenmişti.” [1]

Hardt ve Negri’ye Taksim’den söz ettiren Gezi Direnişi 2013 yılında, Taksim Meydanı’nı yayalaştıran tünel inşaatı nedeniyle Gezi Parkı’nın bir bölümündeki ağaçların kesilmek istenmesiyle başlamıştı. Ardından Topçu Kışlası projesiyle parkın tamamına göz konmasına ve diğer antidemokratik uygulamalara karşı kitlesel bir tepkiye, bir isyana dönüşmüştü. Tüm Türkiye’yi sar(s)mıştı Gezi Direnişi. Belki bir hareket olarak kalıcı bir toplumsal dönüşümü açığa çıkaramadan sönümlendi, ancak manşetlerde bir süre kaldıktan sonra bütünüyle silinip gittiğini söylemek de mümkün değil. Zira Gezi Direnişi’nde “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu”. Aradan geçen yedi yılda bir şekilde gündemimizden hiç düşmedi: hukuksuz davalar, cezalandırma amaçlı tutuklamalar, beraatler, muhalif medyada yayınlanan sayısız yazı ve makale, iktidarın her başı sıkıştığında yandaş medyanın “Gezici”leri suçlayan manşetleri, cumhurbaşkanının lafı dönüp dolaştırıp Gezi’ye getiren konuşmaları... Yakın tarihli kültürel “olay”ımız Bir Başkadır dizisinin ana karakteri Meryem’in meşhur repliğini uyarlayan sosyal medya caps’ine atıfla söylersek: "Eviriyoz çeviriyoz, lafı Gezi’ye getiriyoz."

Esin Köymen: "Ya kent mekânlarını bir ticaret mekânı ve metası olarak görürsünüz ya da gerçekten kültürel mirasa, kent dokularına sahip çıkarsınız. Bunların arasındaki çelişki inanılmaz boyutta. Hangi tarafta durduğumuzu seçmeliyiz, buna göre de söylemlerimiz çok net olmalı."

Taksim’i konuşmak

Kimilerine göre, Taksim Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı Taksim Kentsel Tasarım Yarışması da meydanın tarihinde yeni bir “olay” olma potansiyeli taşıyordu. Oysa şimdi, halk oylaması sonuçlarının açıklanmasından haftalar sonra geriye dönüp baktığımızda, yarışmanın “politik, ekonomik ve toplumsal alanları” birbirine ören, toplumun geniş kesimlerinde yankı bulan bir “olay”a dönüşebilme potansiyelini gerçekleştirdiğini söyleyebilir miyiz sahiden?

Önce süreci kısaca hatırlayalım: 2 Mart 2020’de İBB ve İstanbul Planlama Ajansı eliyle Taksim Meydanı’nı yeniden düzenlemek için açılan uluslararası kentsel tasarım yarışmasına başvuran 146 projeden 143’ünü jüri ilk iki aşamada elemiş, finale kalan üç eşdeğer proje 19 Ekim’de halk oylamasına sunulmuş ve 16 milyon İstanbullunun bu üç projeden birine 12 Kasım’a kadar internet ortamında oy vermesi istenmişti. Sonrasında İBB, Taksim Meydanı’yla ilgili halk oylamasına toplamda 209.728 İstanbullunun katıldığını ve 86 bin 597 oyla 15 sıra numaralı projenin birinci seçildiğini açıkladı. Sonuçlar açıklanırken kullanılan görselde “oylama” yerine “anket sonuçları” denmesi, seçtiği projenin uygulanacağını düşünüp heyecanlananların kafasını karıştırmış olabilir. Ancak bu kafa karışıklığını gidermek için İBB bir kez daha, halkın birincisinin açıklanmasının ardından yerel yönetimin ve jüri üyelerinin kararının da kamuoyuyla paylaşılacağını, daha sonra yarışmayı kazanan projenin belirleneceğini duyurdu. Bir sonraki aşamada da uygulama çizimleri ve yasal prosedürler tamamlanacak, Taksim Meydanı ancak ondan sonra “yeni yüzüyle” İstanbullularla buluşacaktı.

               "Anket"te birinci geldiği açıklanan, Taksim Kolektifi'nin 15 sıra numaralı projesi

Taksim kadar simgesel bir meydan için finale kalan üç eşdeğer projeye 16 milyon İstanbulludan takriben yüzde 1,25’inin oy verdiğini düşünürsek, halk oylamasına katılımın oldukça düşük kaldığını söyleyebiliriz. Ya İstanbulluların yarışmaya yoğun ilgi göstermesi için gerekli katılım koşulları oluşturulmamış ya da kent halkı hiçbir projeyi Taksim Meydanı’na lâyık görmemişti. Belki de yarışmanın katılım sürecinde yapılan yanlışlar ve seçilen projenin uygulanmasına dair olası sorunlarla ilgili meslek insanları ve sivil toplum temsilcilerinin görüşlerini bulabileceğiniz yazımızın başlığındaki gibi, “D şıkkı”, yani “hiçbiri” demişti İstanbullular.

Peki, meydanın yeniden düzenlenmesi hakkında –sınırlı mecrada da olsa– başlayan tartışmalar sürüyor mu? Halk oylamasının sona ermesinden bu yana geçen zaman zarfındaki medya haberlerine, köşe yazılarına ve sosyal medya paylaşımlarına göz gezdirdiğimizde, konunun kısa sürede gündemimizden bütünüyle silinip gittiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Merkez Bankası başkanının görevden alınması, cumhurbaşkanının damadı maliye bakanının istifası, küçük ortağın mafyatik “dava arkadaşı”nın ana muhalefet liderini tehdit etmesi ve reform söylentileri gibi “şok” gelişmelerin yarışmayı gündemimizden süpürdüğü iddia edilebilir. Ama yine de lafı evirip çevirip ona getiren yok. İktidar cephesi yarışmayı –şimdilik– yekten görmezden gelmeyi tercih ediyor. Belki de epeydir her yerinden su alan gemisini çekecek yeni bir güvenli liman aramakla meşgul olduğu içindir. Parlamentodaki muhalefet partileri, iktidar oy kaybederken neden kendi oylarının bir türlü artmadığı problemini çözmekle meşgul olsalar gerek.

Meryem Taşdemir - Ersin Kiriş: "Taksim Meydanı’nı sadece tasarlanacak bir obje, bir fizik mekân olarak görürseniz, tabii ki en iyi ve en güzel şekilde tasarlamak istersiniz. Ama aslında herhangi bir köy meydanı bile o şekilde tasarlanamaz, çünkü onun da bir kullanıcısı, yerel halkı, müşterekleri vardır."

Toplumsal muhalefetse pandemi, enflasyon, işsizlik, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, hukuksuzluk, doğa talanı gibi hayati sorunlarla mücadeleden başını kaldıramıyor. Taksim Kentsel Tasarım Yarışması’na ilginin hem bu kadar az olması hem de bu kadar çabuk gündemden silinmesindeki ana faktörü şu şekilde özetlemeye çalışalım o zaman: İktidarın çözülmemek için artık şok doktrini yerine “her güne bir şok” doktrini uygulamaya başladığı bir dönemde, üstelik insanlar Covid-19 salgını ve ekonomik kriz gibi iki yaşamsal tehditle boğuşurken, toplumsal muhalefetin katılımını ve yarışmaya desteğini arkasına almadan, halkın gündemiyle Taksim gündemini buluşturmadan İBB, Taksim Meydanı kadar sembolik bir kamusal alanla ilgili tasarım yarışması düzenledi. Meslek örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının tüm itirazlarına rağmen pandemi sürecinde böyle bir yarışma açmak konunun hep geri planda kalacağını baştan kabullenmek değil miydi zaten?

Halbuki böyle bir dönemde, bu kadar aceleye getirilmiş bir sürece sığdırabildiğimiz kadarıyla bile, müştereğimiz Taksim Meydanı hakkında konuşmanın aslında ne kadar ufuk açıcı olabileceğini gördük. Farklı alanlardan uzmanların verdikleri bilgileri ve halkın örgütlü güçlerinin taleplerini dinlerken bir şeyler kıpırdandı içimizde. Taksim Meydanı’nın bir meydan olarak işlevine uygun nasıl düzenlenebileceğine, hafızasına, katılımcı karar alma süreçlerine dair toplumda birikmiş sözler kendilerine ufacık bir ifade alanı bulduğu vakit, bugünün boğucu sorunlarından başımızı kaldırıp alternatif bir geleceğin nasıl olabileceğine göz attık sanki. Kısacık bir an için de olsa. Öyleyse daha sürecin en başında ona hak ettiği zaman, kamusallık ve katılım modeli sağlansa, bu yarışma ve tartışma Taksim Meydanı’nda “o sihirli duygu”yu başka bir şekilde tekrar ortaya çıkartarak, yaşadığımız bu kâbusa alternatif bir gelecek hayalini canlandırabilirdi belki de.

Meydanın hafızası ve ortaklaşma duygusu

İnsan hakları savunucusu, gazeteci ve Hafıza Merkezi eş-direktörü Murat Çelikkan, şu anda toplum olarak ihtiyacımız olan şeyin tam da bu, yani gelecek hayalimizi tekrar canlandırmak olduğunu belirtiyor:

              Murat Çelikkan

“Bizim mevcut iktidar tarafından gelecek hayalimiz ortadan kaldırılmış, bir toplum olarak müşterek paydalarımız tahrip edilmiş durumda. Bu tür yarışmalar ve düzenlemeler bunların tekrar yerine konulması için bu konuda bir çaba olarak önemli. Ama geçmişimizi bilmez ve geçmişimizle hesaplaşmazsak, bir geleceğimizin olmasının pek ihtimali yok. Ufkumuzda hep yaralı vicdanlar ve adaletsizlikler duruyor demektir. O nedenle bizler gibi bir sürü aktörün yok sayılmadığı, hakkıyla temsil edildiği ve taleplerinin kısmen de olsa yerine getirildiği, bizlerle ortaklaşıldığı bir düzenleme olsa daha önemli bir adım olurdu. Belediyenin yaptığı her işte, ilgili kurumların işin planlanma ve tartışılma sürecinden itibaren devrede olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü önemli olan ortaklaşabilmek ve bu geçmişle hesaplaşarak ilerleyebilmek. Dünyanın her yerinde muhafazakârlar kabuk tutmuş yaraların kaşınmaması taraftarıdır, ‘aman bunları unutalım, geleceğe bakalım’ derler. Halbuki o yaralar kabuk tutmaz, kanamaya devam eder. Kanlı gelecekler istemiyorsak, geçmişle hesaplaşmak ve bunları iyileştirerek, bunların mağdurlarının acılarını tanıyarak, belki onlara temsil hakkı vererek, dahası bunların bir daha gerçekleşmemesi için topluma işaretler sunarak toplumu geleceğe taşımak zorundayız. Hafıza bunun için önemlidir. Bu tür tepeden inme yöntemler bu ortaklaşmaları tahrip ettiği için bence sürekli mevcut iktidarın hizmetine koşulmuş oluyor.”

O zaman, gelecek hayalimizi geri kazanmak, bize reva görülenden bambaşka bir geleceği tahayyül edebilmek için, Taksim Meydanı’na dair yarım kalan tartışmayı onun kanlı, ama bir o kadar da mücadele dolu geçmişini hatırlayarak ve geçmişimizle yüzleşerek devam ettirelim. Bu yüzleşmeye ilk olarak meydanın çok katmanlı hafızasını kazıyarak başlayabiliriz. Çelikkan, Taksim Meydanı’yla ilgili ilk hatırlamamız gereken şeyin 31 Mart Vakası ve Topçu Kışlası olduğunu düşünüyor:

“31 Mart Vakası, II. Meşrutiyetin ilanına ve Batılılaşmaya karşı 1909’da başlatılan bir isyandı. İsyancılar Topçu Kışlası’na sığınınca İttihat ve Terakki'nin Selanik’ten getirdiği Hareket Ordusu kışlayı bombalar ve 13 gün süren isyan sona erer. Şimdi bu olaydan çok sonra, yani yaklaşık yüz yıl sonra 2013'te Gezi protestolarının tekrar bu Topçu Kışlası inşa edilmek istendiğinde başlamış olması çok ilginç. Yani burada halen tamamlanmamış, nihayetine varmamış ya da uzlaşılmamış birtakım siyasi hesaplaşmaların olduğunun da göstergesi.” 

Murat Çelikkan: "Yerel yönetimlerin halkın toplumsal hafızasını gerçekleştirmeye de saygı duymaları gerekir. Farklı toplumsal hafızaları simgeleştirebilecek bir meydan düzenleyebilmek için bu tartışma uzun süre çok-aktörlü bir şekilde açık olarak yapılmalı."

Gezi Parkı’nın bugün olduğu yerde bulunan Topçu Kışlası 1946’da, genç cumhuriyet vatandaşlarına bir tören, toplanma ve gezinti alanı sunmak için o bölgeyi yeniden düzenlemek istediğinde tamamen yıkılır. Aynı dönemde yine o bölgede bulunan Ermeni mezarlığı da kamulaştırılarak başka yere taşınmak istenir. Ancak dava süreci uzayınca mezarlık fiilen kaldırılır ve oradaki mezar taşlarının bir kısmı, Gezi Parkı’ndan meydana inen meşhur mermer merdivenlerin yapımında kullanılır. Şunu da belirtmek gerek: Taksim Meydanı’nı yeniden düzenlemek için mezarlıkları yerinden eden sadece cumhuriyet değil. Osmanlı –hatta Bizans– döneminde de bu alandaki Rum, Yahudi ve Müslüman mezarlıkları, imparatorluğun son dönemlerinde kent o yöne doğru geliştikçe başka yere taşınmış.

Sadece Taksim’i değil, İstanbul’un Eminönü de dahil birçok meydanını cumhuriyetin gelecek hayali doğrultusunda yeniden tasarlayan kişi Prof. Henri Prost. 1936 yılında İstanbul Belediyesi, şehri planlama çalışmalarını yönetmek üzere Prost’u Paris Şehircilik Enstitüsü’nden kentimize davet eder. Prost, 1936’dan 1950 yılı sonuna kadar, İstanbul Belediyesi İmar Müdürlüğü’nde şehircilik uzmanı olarak çalışır ve İstanbul’un ilk planlama çalışmasını yapar. İşte bu planlar çerçevesinde Taksim Meydanı’nı modern cumhuriyetin vatandaşlarının toplanma, kutlama, ifade alanı olarak tasarlar Prost. Meydanı sınırlayan Atatürk Kültür Merkezi, Gezi Parkı ve meydanın etrafındaki Radyoevi, Atatürk Kitaplığı, Açıkhava Tiyatrosu, Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı gibi halkın hizmetindeki sanat, spor, rekreasyon ve gösteri amaçlı kamusal alanlarla da cumhuriyetin gelecek hayalinin büyük resmi tamamlanır. Nedir o büyük resim? Cihangir Güzelleştirme Derneği üyesi ve mimar Dilek Şişman’dan dinleyelim:

               Dilek Şişman

Taksim’in cumhuriyet meydanı olması ve etrafında yapılan parklar, sanat, gösteri ve spor merkezleri ulusun inşası sürecinde cumhuriyetin halkçılık ilkesinin hayata geçmesidir. Ama sadece o da değil. Oradaki spor tesisleri, kütüphane, sanat ve gösteri merkezleri halkı kentleşmeye, modernleşmeye, devrimciliğe ve laikliğe davet ediyor. Prost’un planı, CHP’nin altı okunun kentsel yaşama yansımasıydı diyebiliriz. Bir başka amaç da, cumhuriyet öncesinde sadece yabancıların, levantenlerin ve elitlerin mekânı olan Beyoğlu ve Taksim’e gelmek için halkı cesaretlendirmekti. Mesela cumhuriyetin ilk yıllarında Beyoğlu'nda ‘vatandaş Türkçe konuş’ kampanyası da düzenlenmiş. Kent merkezindeki bütün o alanları bu tür tesislerle, Gezi Parkı ve Gezi’den Nişantaşı’na, oradan da Maçka’ya uzanan 2 Numaralı Park gibi yeşil alanlarla halka açmak, halka kamusal alan kazandırmaktır esasında..”

“2 Numaralı Park mı? O da nerede?” diye merak edenler olabilir. Taksim Meydanı’nın hafıza katmanlarını birbirine ve bugüne ören hafıza turumuzun sonunda 2 Numaralı Park’ın gizemine geri döneceğiz. Ama şimdi sırada başka hafıza durakları var: 6-7 Eylül Olayları, Kanlı Pazar, 1 Mayıs 1977 Katliamı, Gezi Direnişi... 1955’te İstanbul’da yaşayan Rum vatandaşlara karşı düzenlenen organize toplu saldırı ve yağma suçu olarak özetleyebileceğimiz 6-7 Eylül Olayları’nın (İstanbul Pogromu) ve ardından Kanlı Pazar’ın Taksim’le ilişkisini yine Murat Çelikkan’dan dinleyelim:

“6-7 Eylül Olayları daha çok İstiklal Caddesi’nde gerçekleşti, çünkü bütün dükkânlar, mağazalar ve kiliseler İstiklal Caddesi üzerindeydi. Ancak bugün artık şunu biliyoruz: 6-7 Eylül Olayları’nda bu yıkım ve soygunu yapmak için insanlar kendiliğinden oraya gelmemişlerdi. Tahribat yapmaları ve saldırı gerçekleştirmeleri için kamyonlarla o bölgeye getirilmişlerdi. Dolayısıyla muhtemelen o kamyonların bir kısmı da Taksim Meydanı'nda boşalmıştır. Bir başka hatırlamamız gereken olay da, Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin ve solun önemli köşetaşlarından biri: 1969’da İstanbul’a yanaşan ABD donanmasının 6. Filo’suna karşı gençlik Taksim’e protesto yürüyüşü yapar. Ancak sağ görüşlü Milli Türk Talebe Birliği’nin çağrısıyla sağ kesimden gençler burada sopalarla sol görüşlü gençlere saldırır ve iki kişinin ölümüne, iki yüz kişinin de yaralanmasına neden olurlar. Bu olay da tarihe Kanlı Pazar olarak geçmiştir.”

       16 Şubat 1969, Taksim Meydanı: Tarihe "Kanlı Pazar" olarak geçen organize faşist saldırı

Görüyoruz ki, Taksim’in geçmişinde bir yandan sermayenin el değiştirmesi için organize edilen bir saldırı, öte yandan kapitalist emperyalizme karşı halk direnişi ve onu kırmak için yapılan kanlı bir saldırı da var. Bir sonraki hafıza durağımızda ise Taksim Meydanı denince akla ilk gelen büyük mücadele ve katliam var: 1977 1 Mayıs Katliamı. Türkiye’de sermayenin egemenliğine karşı örgütlenen ve hakları için mücadele eden işçilerin yüz binlerle kutladığı 1 Mayıs’ta –yeni belirlenen kurbanlarla birlikte– 41 kişi katledilmişti. 78’liler Vakfı Başkanı Celalettin Can da Taksim Meydanı’nın bu kanlı geçmişiyle hesaplaşmanın ve onu meydanda bir anıtla görünür kılmanın önemini vurguluyor:

Celalettin Can: Dünyada Taksim Meydanı gibi dokuz-on meydan vardır. Hepsi de, bir yandan insanların rahatlıkla gidip geldiği, kalabalıkların birlikte hareket edebildiği kamusal özgürlük alanları, öte yandan o özgürlüğün kazanılması için bedel ödemişlerin heykellerini, izlerini taşıyan meydanlardır.

“1 Mayıs 1977 katliamı çok önemli, 41 insanımız öldü orada ve 400 bin kişilik bir kitleye saldırıldı. Bir şok ortamı yaratılıp darbenin koşulları oluşturulmaya çalışıldı. Biz 43 yıldır soruyoruz: Bu insanlarımızı kim öldürdü? Neden öldürdü? Hâlâ onlara yapılanlarla ilgili bir yüzleşme, hesaplaşma yaşamadık. Hatta darbenin gelmesinin nedenlerinden biri güya bu tip katliamları engellemekti, bu tip katliamların sanıklarının yakalanıp yargılanmasıydı. Ama bu da olmadı.

Hâlâ katillerin, hesaplaşmanın peşindeyiz. Ama Türk egemen sınıflarının en büyük özelliği hafızayı yok etmek, tarihsel sürekliliği ortadan kaldırmak. Hafızasız toplum çok gençtir, çok tecrübesizdir, çok yetmezdir, yetişkin olamamış bir toplumdur aslında. Hafızamız olmazsa ânı yaşarız, bugünü yaşarız, geçmişi bilmeyiz. O kötü anıların deneyimini gözden geçirip kendimizi yenileyemeyiz.”

Celalettin Can işte bu yüzden Taksim Meydanı’nın bir yandan toplumun demokratik haklarını özgürce kullanabileceği bir toplanma alanı olarak kalması, öte yandan da orada yaşananların izlerinin bir anıt ya da heykelle meydana işlenmesi ihtiyacını vurguluyor:

“Şunu düşünün: Bizim yüzümüzde, bedenimizde kırışıklıklar oluşuyor, bebekler gibi fotojenik değiliz, ama o kırışıklıklar bir hayatın, yaşanmışlığın izleri, olgunluğun, erginliğin izleri, değil mi? O meydanda Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet Anıtı olarak bir kırışık, bir iz bırakmış. Öyleyse 1 Mayıs’tan da, Gezi’den de bir iz olmalı. Dünyada Taksim Meydanı gibi dokuz-on meydan vardır. Hepsi de, bir yandan insanların rahatlıkla gidip geldiği, kalabalıkların birlikte hareket edebildiği kamusal özgürlük alanları, öte yandan da, o özgürlüğün kazanılması için bedel ödemişlerin heykellerini, izlerini taşıyan meydanlardır. Bu izler yaşananların kayıt altına alınması, unutmamak ve bir daha aynı şeyler olmasın diye gerekli.”

Sürekliliği içinde bir meydan mı, tasarlanacak bir obje mi?

Şu anda artık emekçiler 1 Mayısları kutlamak için Taksim’de yan yana gelemiyor. LGBTİ+’ler Onur Haftası’nda, kadınlar da 8 Mart’lar ve 25 Kasım’larda meydanda buluşamıyorlar. Belki de, iktidarlar meydanın hafızasının bütün izlerini bu yüzden silmişlerdir: Kazanılan haklarımızı, özgürlüklerimizi, bunlar için verilen mücadeleleri ve ödenen bedelleri unutalım diye. Böylece meydanın bizi bir araya getiren boşluğundan uzakta, hepimiz tek başımıza, bir büyük kayayı sonsuza dek aynı tepenin doruğuna taşımaya mahkûm Sisifos’un döngüsüne sıkışıp kalalım diye. Murat Çelikkan hiç değilse yerel yönetimlerin bizi o döngüden çıkartabilecek politikalar uygulaması gerektiğini düşünüyor:

“Türkiye Cumhuriyeti yönetenleri açısından baktığımız vakit, maalesef, yaşadığımız bu korkunç olayların hiçbiri olmamış gibi bir tavır içindeler. Yani Türkiye’de bir kabullenme, bir yüzleşme olmadığı için bugün her şey yeniden olabilir. 6-7 Eylül Olayları o kadar geride kaldı diyoruz, ama tekrar yaşanmaması için hiçbir neden yok. Söylemlere baktığınız vakit, özellikle azınlıklara karşı nefret söylemi hâkimiyetinden geçilmiyor. 1990’larda kaldığını düşündüğümüz kaybetme olaylarının 2015’teki darbe girişiminden sonra tekrar hortladığını gördük. Niye? Çünkü 90’lardaki kaybetmeler hiç kabul edilmedi ve hiç kimse cezalandırılmadı. Hiç değilse yerel yönetimlerin tutumunun bundan farklı olması gerektiğini düşünüyorum. Yerel yönetimlerin seçildikleri kentlerin halklarına hizmet götürmek için çalıştıkları düşünülecek olursa, bu halkın toplumsal hafızasını gerçekleştirmeye de saygı duymaları gerekir. Bu da tabii ki herkesin farklı olaylardaki algısı, farklı politik tercihler nedeniyle farklı olabilir, ama bunları ortaklaştıracak, bu kesimlerin farklı toplumsal hafızalarını simgeleştirebilecek bir meydan düzenleyebilmek için bu tartışmanın uzun süre çok aktörlü bir şekilde açık olarak yapılması gerekir. Ancak gördüğümüz maalesef bu değil. Hatta bundan kaçınmak için yangından mal kaçırırcasına bir yarışma ile bir meydan düzenlemesi yapılıyor, çünkü bence bu boyutları hiç düşünülmemiş. Halbuki bu olayların mağdurlarının önemli bir kısmı hâlâ hayatta ve toplum olarak onlara borçlu olduğumuz bir adalet var. Belki o adaleti yerine getiremiyoruz ama, hiç değilse mağdurlar için bir anmayı yerine getirmek, topluma bunu hatırlatacak ve tekrarını önleyecek düzenlemeler yapmak zorundayız.”

                Gezi Direnişi'nde halay, Haziran 2013 (Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz, NarPhotos)

Acaba mahkûm edildiğimiz tek döngü Sisifos’unki mi? Yarışmayla ilgili tartışmalar sürerken kamuoyunda, demokratik katılımın bir kez daha sınırlı sayıda ve hiçbiri de tam içimize sinmeyen seçenekler arasında bir oylamaya indirgendiğine dair çok sayıda eleştiri yer aldı. Kendimizi Taksim Meydanı için de –bu sefer internet ortamında da olsa– bir oy sandığı başında bulduk adeta. Sanki toplumsal hafızamızın yok sayılması, bir yandan da bizi siyasal olarak sürekli sil baştan yaşadığımız bitimsiz bir seçim gününe hapsediyor. Sadece Sisifos’un iş döngüsüne değil, aynı zamanda bir zaman döngüsüne de mahkûm edilmiş gibiyiz. Tıpkı son dönemin popüler dizilerinden Russian Doll’un (Matruşka) her sabah uyandığında 36. doğumgününü tekrar yaşamak zorunda kalan ve ne yaparsa yapsın gün sonunda sürekli ölen ana karakteri gibi, biz de sanki ne yaparsak yapalım dönüp dolaşıp kendimizi hep aynı seçim gününde ve bir oy sandığının başında buluyoruz. Kime/neye oy verirsek verelim, sonumuz da hep aynı travmalar oluyor. Taksim Kentsel Tasarım Yarışması da önce bize demokrasi ve özgürlüklerimizi hatırlatıp bir anlığına gündemden başımızı kaldırmamıza vesile oluyor, ama mesele aceleye getirilmiş bir halk oylamasına indirgenip bugüne hapsedildiği için, hemen ardından tekrar o gelecek duygusunu yitirip bugünün gündemine gömülüyoruz.

Döngülerimizin matruşkasını açmaya devam edelim (ama tersten, en küçüğünden en büyüğüne doğru). Meydanın ve Türkiye’nin hafızasının ısrarla yok sayılmasının, hep aynı travmaların ve hep aynı sandığın döngüsüne mahkûm edilmemizin bir başka nedeni daha olabilir: içine hapsedildiğimiz daha da amansız bir döngüyü, yani neoliberal kapitalizmin bizi sıkıştırdığı ev-iş-tüketim döngüsünü perdelemek, onun dışında bir dünyanın mümkün olduğunu topluma unutturmak. DİSK genel başkanı Arzu Çerkezoğlu meydanın bugün işçilere, emekçilere ve kadınlara tam da bu nedenle kapatıldığını söylüyor:

“1 Mayıs her şeyden önce bütün dünyada işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gücü olarak kutlanır. Dünya işçi sınıfının talepleriyle, gelecek dünya düşleriyle, itirazlarıyla alanlarda yer aldığı ve kendini ifade ettiği, binlerce kilometre ötede yüzünü hiç görmediğimiz sınıf kardeşlerimizle buluştuğumuz bir gündür. İstanbul bir kent olarak da emeğin ve umudun başkentidir, hâlâ daha işçi sınıfının en yoğun olduğu kenttir. Taksim de bu anlamda hem tarihsel, hem politik hem de güncel olarak son derece kuvvetli bir meydandır. İktidarlar da Türkiye’de 1 Mayıs gibi bir mücadele gününde Taksim Meydanı gibi kuvvetli bir meydanda milyonların, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve Türkiye halkının kitlesel biçimde buluşmasını, siyasi iktidara olan itirazlarını, nasıl bir Türkiye ve dünyada yaşamak istediklerine dair mücadele hedeflerini ve kararlılıklarını ifade etmesini istemezler. Çünkü bunun politik anlamı son derece kuvvetlidir. Egemenlerin istediği şudur: Biz sabah işimize gidelim, akşam evimize dönelim, fazla sorgulamayalım, bize verilenle yetinelim. Ama Taksim bunun ötesinde bir dünya isteminin, iradesinin ve başkaldırının simgesidir. İşte bu nedenle 2013’ten beri Taksim Meydanı’nı yeniden yasakladılar.”

Arzu Çerkezoğlu: "İstanbul bir kent olarak da emeğin ve umudun başkenti, işçi sınıfının en yoğun olduğu kent. Taksim ise hem tarihsel, hem politik hem de güncel olarak son derece kuvvetli bir meydan. İşte bu nedenle 2013’ten beri Taksim Meydanı’nı yeniden yasakladılar."

Matruşka metaforu genelde iç içe ve birbiriyle bağlantılı olaylar için kullanılır. Tıpkı bizim döngülerimiz gibi. Ama kırılamayacak döngü yoktur, yeter ki gereken siyasi irade ve siyasal/toplumsal örgütlülük olsun. TMMOB Mimarlar Odası yönetim kurulu başkanı Esin Köymen, Taksim Meydanı meselesinde bu döngü içinde döngü zincirini kırmak için ihtiyacımız olan siyasi iradeyi şöyle ifade ediyor:

                     Esin Köymen

“Şu anda Taksim Meydanı bir meydan değil, bir koridor, geçiş güzergâhı adeta. Meydanı meydan gibi kullanamıyoruz, çünkü bütün gösterilere kapatıldı. Eh, parkı da kullanamıyoruz, çünkü parkın merdivenlerinin üstünde sürekli beş tane toma duruyor. Biz Taksim Meydanı’nı, 1 Mayıs Meydanı’nı, Emek ve Demokrasi Meydanı’nı, Cumhuriyet Meydanı’nı geri istiyoruz diyoruz. Bu kadar radikal bir tavrımız varsa, o zaman burada üreteceğimiz projelerin, yapacağımız planların da buna uygun rasyonel çözümler üretebilmesi gerekiyor. Biz her şeyden önce o meydanı geri almak, yani kullanabilmek için bir mücadele sürdürmek zorundayız. Biz şu anda orada 1 Mayısları kutlayamıyoruz artık, hiçbir buluşma yapamıyoruz. Yani bize yasaklanmış bir meydan için tasarım yapmaya çalışıyoruz. Önce bunun farkına varalım. Gerçekten bir bellek yitimine uğruyoruz galiba, bu iktidarın bütün yaptıklarıyla bir şiddete maruz kalıyoruz ve kentle kurduğumuz bütün hafıza ilişkisi yok ediliyor. İşte önce bunu tazelemek için uzun soluklu bir çalışma yapmak gerekiyordu. Ta ki ‘evet ya, burası bir meydan’ algısı bütün yurttaşlarımızda tekrar yerleşene kadar.”

Mühendis, mimar, şehir plancılarının dayanışma ve mücadele örgütü Politeknik üyeleri mimar Meryem Taşdemir ve inşaat mühendisi Ersin Kiriş, böyle bir radikal tutumun yokluğunda, “en azından yarışma yapıldı” hissiyatının kendileri için yeterli olmadığını belirtiyorlar. Taksim Meydanı’nın hafızasını yaşatmak için oraya bırakılacak anıt benzeri her tür iz kadar, meydanın işlevsel sürekliliğini sağlamanın, yani orayı tekrar halkın özgür toplanması ve ifadesine açmanın önemini şöyle açıklıyor Meryem Taşdemir ve Ersin Kiriş: 

“Aslında mekânın içinde bulunan simgeler, fizik mekân öğeleri, bu bir heykel, bir boşluk, bir yol, oradaki herhangi bir bina olabilir, bunlar tabii ki hafızanın sürekliliği için çok önemli bir zemin. Ama sadece bu yetmiyor, aynı zamanda mekânın işlev bütünlüğünün, kullanım değerinin de olması gerekiyor. Mesela Taksim Meydanı’nda yaşanan 1 Mayıslar, Gezi Direnişi gibi olayların hepsi bir belge değeri oluşturuyor. Bu da Taksim Meydanı’nın tek başına, mekân bütünlüğüyle bir kültür varlığı olduğunu gösteriyor. Ama burada bir işlev sürekliliği olmadığı sürece bu kültür varlığının tek başına orada durması bir anlam ifade etmiyor. Yani Taksim’in hafızasının devam ettirilebilmesi için ona belge değeri veren olaylar bütününün de sürekliliği olmalı. Bu da Taksim’de 1 Mayıs’ları kutlayabilmek demek. Buradaki en büyük problem Taksim Meydanı’na bakış açısı: Onu sadece tasarlanacak bir obje, bir fizik mekân olarak görürseniz, tabii ki en iyi ve en güzel şekilde tasarlamak istersiniz. Ama aslında herhangi bir köy meydanı bile o şekilde tasarlanamaz, çünkü onun da bir kullanıcısı, yerel halkı, müşterekleri vardır. Taksim Meydanı’na toplumsal olarak anlam yüklemesi gerekenler de kentsel müşterekler, yani halktır.”

                                            Ersin Kiriş ve Meryem Taşdemir

“Meydanları, caddeleri, sokakları istiyoruz”

Hangi sebeple olursa olsun artık yok sayılmayı, sıtmaya razı olmayı kabul etmeyen sadece meslek insanları, emekçiler, kent hakkı savunucuları değil. Bugün Türkiye’de “döngü içinde döngü” kâbusuna hayatları pahasına isyan edenlerin başında kadınlar geliyor. Bu nedenle, Taksim Meydanı’nda üst üste yığılmaya devam eden hafıza katmanlarından biri de feminist mücadeleye ait. 17 yıldır 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerinde başkaldırının, düzene itaatsizliğin, farklı bir gelecek talebinin en güçlü seslerinden biri “Meydanları, caddeleri, sokakları istiyoruz” sloganıyla yankılanıyor Taksim’de. Meydan yasaklansa bile ona çıkan tüm yolları dolduruyor, meydanı istemekten vazgeçmiyor kadınlar. Kadın Savunma Ağı üyesi Rüya Kurtuluş’a göre kadınların Taksim’le ilgili önceliği, meydanda mücadelelerine dikilmiş bir anıttan ziyade, o meydanı güvenli, özgür ve eşit yaşayabilmek:

Kadınlar olarak tabii ki 25 Kasımları, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerini simgeleyen bir iz ya da simgenin meydanda olmasını isteriz. Çünkü örneğin Feminist Gece Yürüyüşleri son yıllarda en az 1 Mayıslar kadar Taksim’i simgeleyen bir gösteriye dönüştü. Ama kent mekânlarını kadınlar için düzenlemek sadece simgesel olamaz, çünkü sorunumuz meydana bir anıt dikerek çözülebilecek bir sorun değil. Patriyarkal sistemin bir sonucu olarak kadınların kent kullanımı çok fazla özel alan sınırlarında. Kamusal alan erkeklere ait bir alan olarak tasarlanmış. Kadınlarsa özel alana hapsedilmiş. Kamusal alan erkeklerin denetiminde, dolayısıyla yüzyıllardır erkek egemen bir bakış açısıyla oluşturuluyor. Pandemiyle beraber bu durum daha da güçlendi. Birçok kadın karantinalar sonrası sokağa çıktığında kendini daha güvensiz hissetti. Burada belirtmek gerekir ki, özel alan sadece ev ya da mahalle değil, çünkü biz kamusal alanları da özel alan gibi kullanıyoruz çoğu zaman: kendimizi koruyarak, kapatarak, oradan bir an önce geçip gitmeye çalışarak. Bu nedenle biz kadınlar için özelleşmiş alanlar istemiyoruz, bütün kent mekânlarının toplumsal cinsiyet eşitliğine göre düzenlenmesini istiyoruz. Köklü bir değişim istiyoruz.”

                      Rüya Kurtuluş

Rebecca Solnit yürümenin tarihini felsefeden edebiyata, politikadan sanata ve toplumsal cinsiyete uzanan bir yelpazede araştırdığı kapsamlı çalışması Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi’nde kadınlar, cinsellik ve kamusal alana da bir bölüm ayırmış. Tarihin bir noktasında kadınların kamusal alandan dışlanmasına mimarinin nasıl katkı sunduğunu anlatırken şunu söylüyor Solnit: “Kadınları ‘özel’ ya da cinsel olarak, sadece bir erkeğin eli altında ve diğer erkeklerin ulaşamayacağı yerde tutmak için, kadının tüm yaşamı bir tür taştan örtü görevi gören evin özel alanına hapsedilmiş oluyordu.” [2] Kadınların ve feministlerin onyıllardır süren mücadelesi sonrasında bile: “..ister kentsel ister kırsal olsun, kamusal alana toplumsal, siyasi, pratik ve kültürel amaçlarla erişebilmek gündelik yaşamın önemli bir parçası olmasına rağmen, şiddete ve tacize uğrama korkusu nedeniyle kadınların bu alana erişimi sınırlı kaldı” [3] diye de ekliyor. Bugün, kadınların tüm kamusal alanlarda kendilerini güvende ve özgür hissetmeleri, taciz, tecavüz ve şiddet korkusu olmadan günün her saatinde meydanları, parkları ve sokakları emin adımlarla arşınlayabilmeleri için de mücadele ediyor feministler. Rüya Kurtuluş’a göre, Taksim Meydanı’nın ve tüm meydanların yeni düzenlemelerinin toplumsal cinsiyet eşitliği gözetilerek yapılması kadınlar için bu yüzden önemli:

“Kadınlar açısından Taksim Meydanı’ndaki tüm duraklar şu anda korkunç durumda. Biri Atatürk Kitaplığı yanında, oraya giderken gece karanlığında ıssız Gezi Parkı yanından geçmek zorunda kalıyoruz. Diğeri de altgeçitte, yine karanlık ve aşırı güvenliksiz. Taksim gece geç saatte ulaşım için kullanabileceğiniz bir yer, ama meydanın ortasından girilen metro hariç kadınlar için herhangi bir güvenli ulaşım durağı yok. Yapılan projeler ekseriyetle var olanı, mevcut düzeni veri alarak yapılmış. Bizim fikrimiz alınsaydı, kadın örgütleri olarak söyleyecek sözümüz olurdu. O durakların aydınlık olması, yeraltında olmaması, kolay ulaşılabilir olması çok önemli mesela. Kaldırımların yüksekliği, alçaklığı bile bir kadının, engelli ya da yaşlı birinin ihtiyaçları gözetilerek düzenlenmeli. Özellikle Gezi Parkı kentin merkezinde bulunan bir yeşil alan olarak çok önemli. Gezi Direnişi’nden önce orası ölü bir parktı, oturmaya çekinir hale gelmiştik, kadınlar için güvenilir değildi. Gezi’yle beraber orada güvenli alanlar oluştu. Kadınlar direniş alanının düzenlenmesinde çok etkin rol aldılar, küfürsüz hava alanları yapıldı, o direnişin dönüştürdüğü kısa bir an yaşadık. Ama şimdi Gezi Parkı yeniden köhneleşmeye başladı.”

Rüya Kurtuluş: "Kadınlar açısından Taksim Meydanı’ndaki tüm duraklar şu anda korkunç durumda. Biri Atatürk Kitaplığı yanında, oraya giderken gece karanlığında ıssız Gezi Parkı yanından geçmek zorunda kalıyoruz. Diğeri de altgeçitte, yine karanlık ve aşırı güvenliksiz."


Taksim Meydanı hafıza turumuzu sonlandırırken, meydanın kültürel varlığını biçimlendiren ve yaşatmamız gereken üç katmana daha işaret ediyor Murat Çelikkan:

Taksim Meydanı’nın hafızasına üç şey daha eklemek lâzım: Birincisi, travestilerin önayak olduğu ilk açık LGBTİ+ protestosu da bu meydanda Gezi Parkı merdivenlerinde gerçekleşti. Ayrıca 24 Nisan anmalarının da yasaklanana kadar bu meydanda yapıldığını hatırlamalı. Son olarak da 2013 yılında Gezi Protestoları var. Bu hiç atlanabilecek gibi bir şey değil. Her ne kadar bugün Fethullah Gülen’le hiçbir şekilde yan yana gelmemiş insanlar onunla işbirliği yaptıkları iddiasıyla yargılanıyor olsalar da, Gezi Protestoları sırasında, daha sonra Fethullah Gülen örgütünden mahkûm olup cezaevine giren İstanbul valisi ve polis müdürlerinin talimatlarıyla polislerin savunmasız göstericileri özellikle hedef alarak yaraladığını ve öldürdüğünü biliyoruz. Dolayısıyla İstiklal Caddesi ve Taksim Meydanı bir yandan Türkiye'nin son 200 yılına damgasını vurmuş siyasi akımların her birinin diğerini gölgelemeye çalıştığı bir politik çekişme meydanıdır. Öte yandan da, LGBTİ+ mücadelesinden kadın mücadelesine, işten atılan işçilerden 1 Mayıslara, 24 Nisan anmalarından Onur Yürüyüşlerine ve Gezi Protestolarına kadar bu tür bütün gösteri ve yürüyüşlerin yapıldığı yerdir ve bunların tüm izlerini hâlâ taşır.” 

Prost'un 2 Numaralı Park projesi Taksim-Maçka bölgesinde geniş bir yeşil alan yaratmayı öngörüyordu.

Sermayenin talanına karşı tabanın katılımı

Sadece emekçiler, kadınlar, LGBTİ+’ler değil, tüm İstanbullular hem Taksim Meydanı’nda gönüllerince toplanıp itirazlarını ve taleplerini dile getirmeye, hem nefes alabilecekleri yeşil alanlara, hem de Gezi direnişiyle bir anlığına da olsa teneffüs ettikleri özgürlüğe, eşitliğe ve gerçek katılımcılığa hasret. Toplum da tüm bunları gerçekleştirebilecek cesarete sahip bir siyasi iradeye ve radikal tutuma hasret. Peki ama Taksim Meydanı özelinde ne olabilir o radikal tutum? Somut bir örnek için nihayet 2 Numaralı Park’ın gizemine dönebiliriz.

Prost’un orijinal planlarında Gezi Parkı, Taksim’den Nişantaşı’na uzanan ve Maçka Parkı’nı da içine alacak şekilde süreklilik gösteren muazzam büyüklükteki 2 Numaralı Park’ın [4] küçük bir girişidir. İstanbul gibi bir metropolün merkezinde, bugün tam da ihtiyacımız olan boyutlarda tasarlanmış bu parkın büyük bölümü ve içindeki kentsel hizmet tesisleri zaman içinde parsel parsel özel mülkiyete geçirilir. Çoğunlukla da, lüks otel inşaatları için: 1954’te Hilton Oteli’yle başlayan park ve kamusal alan talanı daha sonra Divan, Sheraton (bugünkü Intercontinental), Swiss, –Tenis, Eskrim ve Dağcılık Kulübü’nün arazisine inşa edilen– Hyatt Otel ve şu anda Ritz-Carlton Oteli’ni barındıran Gökkafes’le devam eder. Mimar Dilek Şişman, 2 Numaralı Park’ın ve içindeki kentsel hizmet tesislerinin özel mülkiyete aktarılmaya ve yapılaşmaya başladığı tarihe dikkat çekiyor:

“2 Numaralı Park ve kentsel hizmet tesisleri ne zamandan itibaren tırtıklanmaya başlanmış? 1950’lerde Demokrat Parti iktidarıyla birlikte kentsel rantın devreye girdiği dönemde. Çünkü 50’lerle birlikte cumhuriyet çizgisinden ve cumhuriyetin halkçı ekonomik kalkınma, millileştirme projesinden uzaklaşma, o çizgiden ideolojik bir geri dönüş söz konusu. Halka ait yeşil alan olan 2 Numaralı Park’ın ve Taksim Meydanı’nın etrafındaki kamusal hizmet alanlarının özelleştirilerek halkın elinden alınması da bunun kent yaşamına bir yansımasıydı.”

Dilek Şişman: "Kent merkezindeki sanat, gösteri, spor merkezi gibi tesisleri Gezi Parkı ve Gezi’den Nişantaşı’na, oradan da Maçka’ya uzanan 2 Numaralı Park gibi yeşil alanlarla halka açmak, halka bir kamusal alan kazandırmak demekti."

Daha sonra AVM furyasıyla G-Mall da talana katılır. Son olarak, Maçka Parkı’nın bir bölümünü yutan Dolmabahçe-Levazım-Ayazağa tünel inşaatı da parkımızı yapılaştırma kervanına katılır. İşte böylelikle bugün, İstanbul halkına ait o dev parktan geriye elimizde bölük pörçük, ufak tefek yeşil alanlar ve Gezi Parkı kalır. Gezi’yi yapılaşmaktan halk son anda, meydanın hafıza katmanları arasında en yenisini oluşturan Gezi Direnişi sayesinde kurtardı, ama Topçu Kışlası projesi hâlâ Demokles’in kılıcı gibi 2 Numaralı Park’tan geriye kalan bu son parçanın başı üzerinde sallanıyor. Mimar Esin Köymen bugün özellikle pandemi koşullarında kentin merkezindeki yoğun yapılaşma içinde meydanlar, parklar gibi nefes alabileceğimiz, yürüme mesafesindeki boş/yeşil alanlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu daha iyi anladığımızı belirtiyor. Köymen, 2 Numaralı Park’ı henüz bütünüyle kaybetmediğimizi, hatta geri kazanabileceğimizi de hatırlatıyor:

“Gündeme almamız gereken şeylerden biri de 2 Numaralı Park’ın bütünlüğünü ve sürekliliğini geri kazanmaktır, ama bu bir imar planı sürecidir. Kentin on-yirmi yıl sonrası için hazırlanan imar planlarına, parkın daha önce özelleştirilip yapılaşmaya açılan tüm parçalarının tekrar kamulaştırılarak yeşil alana iade edilmesi dahil edilebilir. Bugünden yarına değil tabii ama, kademeli bir kamulaştırma düşünülebilir, mesela oradaki otel binaları ömrünü tamamladıktan sonra yıkılıp arazisi tekrar kamulaştırılır ve parka dönüştürülür. Sadece 2 Numaralı Park için değil, kent suçlarıyla halkın elinden alınmış pek çok park ve diğer kamusal alanlar için bunu yapabiliriz. Ancak yirmi yıl boyunca sürekli inşaat üzerinden beslenen bir iktidar mekanizmasının kentte açtığı tüm yaraları bir yarışmayla ya da bugünden yarına alınacak kararlarla iyileştirmek mümkün değil.”

2 Numaralı Park projesinin 1950'lerin ikinci yarısında geldiği nokta: Yeşil alana Hilton ve Divan otelleri   inşa edilmiş

Esin Köymen, neoliberal-muhafazakâr zihniyetin İstanbul’a “ihanet”ine karşı kamuoyunda farkındalık yaratarak ve radikal bir tutumla el yükselterek cevap verme iradesi gösterebilen bir yerel yönetimin halktan da büyük ilgi ve destek göreceğini düşünüyor:

“İktidar Taksim hakkında söyleyeceğini söylemiş, yapacağını yapmıştır. Kültüre, kent kültürüne, kültürel mirasa bizlerin bakışı ile bu iktidarın bakışı çok farklı. Onlar Beyoğlu’nda bir ticaret aksı oluşturuyorlar. Aynı zamanda kendi muhafazakâr anlayışlarını da kente yansıtıyorlar. Bizim içinse kent dokusu korunması gereken bir şeydir, meydanlar demokratik mücadelenin, kültürel mirasımızın bir parçasıdır. Bu ikisinin arasındaki uzlaşmaz çelişkinin net olarak ortaya konulması ve insanların da, idarecilerin de taraflarını seçmeleri gerekiyor. Yani işte tam burada radikal bir tutum lâzım bize. Bu radikal tutumda, ya kent mekânlarını bir ticaret mekânı ve metası olarak görmek vardır, ya da gerçekten kültürel mirasa, kent dokularına sahip çıkmak vardır. Bunların arasındaki çelişki inanılmaz boyutta, dolayısıyla hangi tarafta durduğumuzu seçmeliyiz, buna göre de söylemlerimiz çok net olmalı diye düşünüyorum. İhtiyacımız olan radikal tutum şudur: Kente dair bir nevi anayasa oluşturulan planlama sürecinde bu kamulaştırmanın ilkelerini belirler ve biz on-yirmi yıl sonra böyle bir İstanbul istiyoruz dersiniz. Sonra da bu temel ilkeler çerçevesinde yarışmaya çıkar ve imar planlarınızı etap etap hayata geçirirsiniz. O zaman bu olayı halkın gündemine getirip bir farkındalık yaratmak ve sözü oradan doğru yükseltmek mümkün olur. Böylelikle sizi oradan doğru destekleyecek bir taban da yaratmış olursunuz. O zaman hem bu yarışmalar hem de İBB’nin yapmaya çalıştığı şey, politik olarak da hedefine ulaşmış olur.”

Belli ki, Taksim Meydanı’nın sorunlarının ve halkın yeşil alan hasretini gidermenin gerçek çözümü, toplanma ve demokratik ifade alanı olarak korunması gereken Taksim Meydanı’nın geniş boşluğuna ağaç dikmek isteyen projeleri yarıştırmak değil. Hem meydanın meydan olma niteliğini koruyacak, hem de İstanbul’a ihtiyacı olan yeşil alanı kazandıracak daha radikal bir tutum ne olabilir? Mesela daha bütünlüklü bir anlayışla, 2 Numaralı Park’ın özelleştirilen ve yapılaştırılan parçalarını kamulaştırarak geri almak, sonra da kadınların, emekçilerin, engellilerin ve tüm dezavantajlı grupların ihtiyaçları ve taleplerine öncelik veren, gerçekten katılımcı bir tasarım süreciyle bu parkı tekrar halkın kullanımına açmak... O kadar da imkânsız bir gelecek hayali olmayabilir bu. Taksim Meydanı’nın toplanma ve protesto mekânı olan geniş boşluğunu koruyarak çok katmanlı hafızasını meydanda bir şekilde temsil etmek ve bu yolla “tekerrür eden tarih” döngüsünden çıkışa doğru bir adım atmak... Ayrıca meydanı da tüm dezavantajlı grupların ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmek için halkın örgütlü güçleriyle ortak çalışmak... Gelecek hayalimize bu radikal tutumu da ekleyebiliriz. Hem kim bilir, İstanbulluların yerel yönetimden asıl beklediği, önceki dönemlerin neoliberal, muhafazakâr ve otoriter uygulamalarından bu radikallikte bir kopuşu önce hep birlikte tahayyül ve talep etmemizdir belki de. Böylesi bir gelecek hayaline sahip bir siyasi irade, sadece “neoliberal özelleştirme zehrine panzehir” olmakla kalmaz, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum için aradığımız ilaç da olabilir.

Elvan Kıvılcım / 1+1FORUM

[1] Michael Hardt - Antonio Negri, Meclis, çev. Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, 2019, s. 69.
[2] Rebecca Solnit, Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi, çev. Elvan Kıvılcım, Encore Yayınları, 2016, s. 337.
[3] A.g.e. 342.
[4] Henri Prost’un 1939’da yürürlüğe giren İstanbul planında kente iki büyük park kazandırılıyordu. 1 Numaralı Park, tarihi yarımadada bir arkeoloji parkı ve yeşil alan öngörüyor, 2 Numaralı Park da Taksim-Maçka arasında uzanan ve Dolmabahçe vadisini de içine alarak denize kadar inen 30 hektarlık bir yeşil alan yaratıyordu. 






28 Aralık 2020 Pazartesi

Selefiler rahat olsun, sadece istismar kurbanı çocuğun hakkını savunan STK’ler kapatılacak!- Erk Acarer / Birgün

 İçişleri Bakanlığı’nın sivil toplum kuruluşlarına (STK) kayyum atama yetkisi yasalaştı. ‘Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi’ Meclis’ten geçti. AKP’nin sunduğu 43 maddeye dair muhalefetin sunduğu değişikliklerin tümü reddedildi.

“İslamcılar kaygılanmasın”

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yasa ile diken üstündeki İslami derneklere, “Uygulamadan muaf olacaksınız” müjdesi verdi. Soylu, Yeni Şafak Yazarı Yusuf Kaplan’ı arayarak, “Yasanın, STK’lerin İslami çalışmalarını engellemesi söz konusu değil” açıklaması yaptı.

Amaç açık

Belediyelere, sendikalara, barolar ve meslek odalarına saldırıların kapsamı hedefteki dernek ve STK’ler ile genişleyecek. Amaç AKP-MHP ittifakına aykırı sesleri tamamen susturmak, yurttaşın taleplerini bastırıp, sahada iktidarın kirli politikaları ile mücadele eden örgütlüleri dağıtmak.

Para kaynaklarına denetim

Meclis’te113’e karşı 254 oyla kabul edilen düzenleme ile mevcut dernek ve vakıfların hem yardım toplama faaliyetleri hem örgütlenme özgürlükleri ciddi şekilde daraltılıyor. Hükümetten ekonomik destek almayan derneklerin, ayakta durması da zorlaşacak.

Hızlı kapama süreci, OHAL sürüyor

Yasa, idari davalar yıllarca sürebildiği için faaliyetleri hemen durdurulamayan dernekleri bir imza ile kapanma sürecine sokuyor. Savcılara da ‘derneklere el koyma’ yetkisi verildi. Bu hızlı kapatma pratiği, Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamalarının kurumsallaştığını da gösteriyor.

Yasa aynı zamanda düşmanlaştırma, terörize etme faaliyetlerinde yeni bir çıtanın aşılması. Derneklerin malvarlıklarını ele geçirme planı ‘ganimetçi bir anlayışın’ yürürlükte oluşu demek. Yeni yasa, Anayasa'nın örgütlenme özgürlüğüne de Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalara ise aykırı.

Kim etkilenecek?

Türkiye’de STK’ler bir yandan sistemin eksiklerini kapatıyor, bir yandan da aynı sistem tarafından yaratılan mağdurlara soluk oluyordu. Şimdi toplumun son nefes borularından bir daha tıkanıyor. Ötekiler ve dezavantajlı gruplar ile birlikte savunmasız yaşam alanları da etkilenecek.

Şimdi, istismara uğrayan çocuklar, öldürülen kadınlar, mağdur sığınmacılar, şiddet öznesi LGBTİ+ bireyler, bacakları kesilen canlılar, altın için tarumar edilen ormanlık alanlar, peşkeş çekilen doğal kaynaklar biraz daha kimsesizleşecek.

Bu ne yaman çelişki

Soylu, OHAL sonrası 370 derneğin kapatıldığını aktarmıştı: “Oralarda konaklayacaklar, pinekleyecekler, terör örgütüne destek sağlayacaklar, biz de onları meşru olarak göreceğiz. Vurduk kilidi, gitti. Hadi bakalım açın da görelim…” Bakan’a kapatılan bazı derneklerin tekrar açıldığına ilişkin bilgi verelim.

IŞİD, Türkiye’de başta Antep olmak üzere Genç Muvahhidler, Genç Ensar, Müslüman Gençler, Vahdet Derneği, Muhafazakâr Gençlik Derneği, Medeniyetler Derneği ve Ahsender isimli derneklerde örgütlendi. Başka illerde de çok sayıda radikal dernek vardı. Ankara Katliamı sanıkları Islah-Der, Ebu Hayat Vakfı ve Muhafazakâr Gençlik Derneği gibi yapılarda yer aldı.

Derneklerin en bilineni ise Genç Muvahhidler’di. Antep Hücresi sorumlusu ve '10 Ekim’ planlayıcısı Yunus Durmaz, dernekte aktifti. Durmaz’ın Ankara saldırısı sonrası başlayan operasyonlardan birinde, polisle girdiği çatışmada üzerindeki bomba yeleği ile intihar ettiği iddia edildi.

Radikal dernekler isim değiştirip yollarına devam etti. Fakat bazıları buna da gerek göremedi! ‘Terör’ ile uzaktan yakından ilgisi olmayan çok sayıda kuruluşun kapısına OHAL ile kilit vurulurken, Genç Muvahhidler Derneği, darbe sonrası da faaliyetlerini sürdürdü. Kapatıldığı iddia edilse de ‘yardım faaliyetlerine’ ve bağış ile para toplamaya devam ediyordu. Kamuya açık alanlarda iftar verdi. Bugün Antep’te aktif. Bir dergisi bile var.

Polat Ailesi'nin Antep’in bilinen IŞİD üyesi ailelerinden olduğu ileri sürülüyor. Genç Muvahhidler Derneği’nin Başkanı da ‘Aytaç Polat’ olarak görünüyor. Polat, 2000’li yıllardan itibaren el-Kaide içinde. Sayısız kez gözaltına alındı, 3 kez tutuklandı. Afganistan, Pakistan, Suriye’yi baştan başa gezdi. ‘Türk Taliban’ olarak biliniyordu.

Çok sayıda dosyada ismi var. 2016’da, Antep Savcılığı’nın, 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği dosyada adı, ‘Ankara’ sanıkları ile geçiyor. Eski el-Kaide üyesi olarak tanımlanıyor. Dosya, sanıkların Antep’te ormanlık alanda kamuflajlı eğitim yapmalarına ilişkin.

Yine Yunus Durmaz’ın aktif olduğu Ahsender de bugün Genç Muvahhidler Derneği’ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdürüyor. IŞİD’in amblemini kullanıyor. İnternetten yayın yapıyor. Yasa ile gündeme gelen bu çelişkiler, bir kez daha iktidarın kime karşı ve kimin yanında olduğunu anlatıyor.

Erk Acarer / Birgün

Çağlargiller, Uzangiller ve merkez-sevicilik - Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

“Önümüzdeki yıl Türkiye’nin reform yılı olacak” vaatleri havada uçuşurken koyu karanlık, ülkenin üzerine çökmeye devam ediyor. 

AİHM’in Demirtaş kararı sonrasında iktidarın takındığı tutum, derneklere kayyum atamayı kolaylaştıran düzenleme, baroları bölen uygulamanın bir benzerinin TTB ve TMMOB için planlandığını bizzat Erdoğan’ın söylemesi, Olay TV’nin karartılması 2021’in demokratik muhalefet açısından hiç de kolay geçmeyeceğinin kanıtı niteliğinde. Belli ki önümüzdeki yıl, rejim üzerindeki mücadelenin en zorlu yılı olacak.

Olay TV’nin 26 günlük yayın hayatının iktidarın doğrudan ya da dolaylı müdahalesiyle sonlandırılması birçok soru işaretini beraberinde getirdi. Uzunca bir süre medya sektöründe görünmeyen Cavit Çağlar başlangıçta Olay TV projesine neden ikna olmuştu? Bir ana akım haber kanalı kurmayı kabul ettikten sonra neden kısa sürede çark etmişti? Tehdit mi edilmişti, yoksa fikir mi değiştirmişti? Kanalın yayın politikasının bu karartmada etkisi ne kadardı? Bütün bu sorulara iktidar-sermaye-medya ilişkisine dair son 18 yılın tecrübesini es geçerek cevap vermek mümkün değil.

AKP’nin kendi medyasını yaratma operasyonunun iktidara geldiği ilk yıllara kadar götürülebileceği herkesin malumu. Merkez medyayı da 2010’dan itibaren adım adım kendine bağladı. Çağlar’ın kurmakla övündüğü NTV, Şahenk’e geçtikten bir süre sonra iktidara yanaşmak zorunda bırakıldı. 2013 gibi erken bir tarihte muhalif potansiyeli olan gazeteciler ya ekran arkasına çekildi ya da kovulmaya başladı. CNN Türk’ün satılmadan önceki son hali ve şimdiki durumu Türkiye’de bir ana akım haber televizyonculuğunun AKP iktidardayken mümkün olmadığını somutladı.

Bugün sermayesi ve kadrosuyla Saray’ın onayından geçmeyen bir kanalın RTÜK’ten izin alarak kurulması olası değil. Sözcü TV’nin bir türlü yayın hayatına başlayamamasının arkasındaki en önemli neden de bu. Yandaş olmayıp medyada kendine yer bulmak isteyenler ancak frekans tahsisi daha önceden yapılmış kanalları satın alarak bu alana girebiliyorlar. Olay TV’nin “dönüştürülme” hikâyesi de böyle bir girişimin yakın dönemdeki örneğiydi ve yerel seçimlerden sonra ete kemiğe bürünen merkez medyayı diriltme çabasının uzantısıydı.

90’ların sağ siyasetinin şaibeli bir figürü olmanın ötesinde devlet-sermaye-rant ilişkilerinin sembol isimlerinden biri olan Çağlar, “demokrasi havarisi” falan olduğundan değil, bu alanda bir “boşluk” olduğunu ve o boşluğu doldurmanın muhtemelen politik ve ekonomik kazanç sağlayabileceğini düşündüğünden ortaklığa adım attı. Böylece iktidarın oklarını üzerine çekmeden AKP sonrasına hazırlanıp hazırlanılamayacağı sermayenin bir kanadı tarafından ve medya üzerinden test edilmiş oldu. Zamanın ruhunu idrak edemeyen proje ölü doğdu ancak bu başarısızlığın faturası yine gazetecilere kesildi.

Muhalif medyanın kaynakları kısıtlı, iktidarın hışmına uğrayan tüm gazetecilere iş sahası açacak maddi güçleri yok. İşsiz medya emekçileri, Çağlar’ı “makbul” gördükleri için değil merkez medya olmaya oynayan bir kurumda çalışma olasılığı doğduğunu düşündükleri için Olay Tv’nin yolunu tuttu. Hal böyleyken mağdur edilmiş medya emekçilerine “Çağlar’a nasıl güvendiniz” diye sormak ne izana ne de insafa sığar. Asıl sorulması gereken soru neden medya özgürleşmesini toplumsal bir talep hale getiremediğimiz, objektif haber kanallarını neden büyütemediğimiz olmalı.

Başta kanal yöneticilerine “tehdit ediliyorum” dediği iddia edilen Çağlar, şalteri indirdikten sonra yayın politikasında HDP’ye yakınlaştılar diyerek iktidarın muhalefete karşı stratejisini yineleyen bir söyleme doğru çark ediverdi. Çağlar’ın görüştüğü ya da görüştürüldüğü İslamcı medya temsilcisi Dağlı da beyanatıyla buna destek verdi. “Türkiye çizgisi” gibi bir habercilik kriteri olduğunu da böylece kendisinden öğrenmiş olduk! Halbuki “Türkiye çizgisi” dedikleri şey halkın haber alma özgürlüğü önündeki ne büyük engel.

Olay TV hadisesinden siyasetin çıkaracağı çok ders var. “Merkezi ihya etme” projesinin bugünün Türkiyesinde imkân dahilinde olmadığı gerçeği bu derslerin başında geliyor. “Merkez”den kast ettiğimiz yalnızca medya değil siyaset de buna dahil. Gerçek bir değişimi değil de “mış gibi yapmayı” önceleyen, sermaye lehine çalışan sınıfların taleplerini soğuran, toplumsal arayışları sahte bir uzlaşma hikâyesine hapseden merkez siyasete “dönüş”, kitlelerin arkasında duracağı gerçek bir seçenek olamaz. Halkın beklentisi açlıkla, yoksullukla, yolsuzlukla, bağnazlıkla açıkça ve korkusuzca mücadele edilmesidir. Böylesi bir mücadelenin araçlarının medyadan sokağa her alanda kurulması cesaretinin gösterilebilmesidir. Aksi durumda sağ vasatın temsilcisi olan Çağlar gibiler, Uzan gibiler karabatak misali ortaya çıkıp iktidarın ekmeğine yağ sürmeye devam ederler. 

Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Büyük şehirleri ancak büyük yazarlar anlatır - Işıl ÇALIŞKAN / BİRGÜN

 

Ülkemizin en üretken sanatçılarından Mehmet Güreli, “Şehirli Karınca” kitabının ardından “Koş Git Bir de Sen Bak” isimli plağını dinleyici ile buluşturdu. 

Büyük şehirleri ancak büyük yazarların anlatabildiğine inandığını ifade eden Güreli, “Ve zaman insana geçitlerden, dar kapılardan, köprülerden sessizce geçmeyi öğrettiği gibi, kimin hikâyesinin kimin hayatıyla örtüştüğünü de öğretiyor” diyor.

On parmağında on marifet deyiminin karşılık bulduğu bir isim Mehmet Güreli. Müzisyen, ressam, yazar, şair, yönetmen… Tüm bu tanımlamaların vücut bulduğu sanatçı, sanatseverlere disiplinlerarası yolculuğunda şahane eserler sunuyor. Üstelik her bir eserinde yeni keşiflere yelken açıyor.

Sel Yayınları’ndan çıkardığı Şehirli Karınca isimli kitabını okuyucuyla buluşturan sanatçı, çok geçmeden yeni plağı ile sanatseverlerin karşısına çıktı. Ada Müzik etiketiyle çıkardığı plak, Güreli’nin albümlerinden 13 şarkılık bir seçkiden oluşuyor. Sanatçıyla hem kitabını hem de albümünü konuştuk.

► Karantina günlerinde bile dur durak bilmeden üretimlerinizi sürdürüyorsunuz. Ama bir de sizden dinlemek isteriz. Nasıl geçti günleriniz, aylarınız?
Bir anlamda hayat beklenmedik olumsuzlukları da karşımıza çıkarıveriyor işte. Biz de buna göre yeni savunmalar, yeni yollar bulmaya çalışıyoruz. Kısıtlamalar ve zaman daha önce bilmediğimiz bir şekilde karşılıyor bizi. Ve hızla akıp giden bir dokuz ay bize çok şey öğretti. Benim için şöyle geçti: Çok çalıştım ve yeni şeyler öğrendim.

ALTERNATİF BULUŞLAR KAPIDA

► Sizin gözlemlerinizi de merak ediyorum. Pandemiyle birlikte sanat nasıl bir dönüşüm yaşayacak?

Her şey tam anlamıyla geçmeden, bunun bize neler hazırladığını, neden olduğu unsurları kestirmek tabii ki zor. Ama ipuçları şunu gösteriyor ki; tüm dünyada insanlar yeni bir bahçede, yeni duygularla, yeni kavramlarla dolaşmaya başladılar bile. Eskilerden çok uzakta zaman, mekân, sıkıntı ve duygular üzerine yeni kıvılcımlar yayıldı tüm dünyaya. Yaşamın değerleri üzerine de, hızlı değişimin farkına varamama, yetersizliklerin sorgulanması, bakış açılarının her saniye değişebilirliği birçok şeye yol açacak kuşkusuz.

Evin, mekânın büyüsü öne çıktı bence, bir de yürümenin anlamı çoğu kimseyi çarptı, geçti. Tabii yeni düzenlemeler, alternatif buluşlar kapıda.

► Peki sanatsız kalan bir toplumun yansımasıyla ilgili bir fikriniz var mı?
Bu çağ sanırım bize şunu öğretti: Neyle yaşıyoruzdan çok, neyimiz eksik olursa ne yaparız? Kendi seçtiğin bir dünyayı nasıl kurabilirsin? Hatta kurabilir misin? Hayatta aradığın neydi, hiç düşündün mü?
Duvarlar neden boş? Eve gelen kitaplar...

Hepsi bize neye ihtiyacımız olduğunu, zamana hâkim olmanın, yaşam sanatını bilmenin gerekliliğini, evde ne kadar az zaman geçirmenin ya da evde yaşamanın inceliklerini öğretmeye devam ediyor.

buyuk-sehirleri-ancak-buyuk-yazarlar-anlatir-822013-1.ŞEHİRLİ KARINCA BEN DEĞİLİM

► “Şehirli Karınca”. Bu siz olmalısınız…
Edebiyat, felsefenin en önemli yanı, başka kimliklerle, başka taşlarla buluşmanın, temasın yollarını açmaya çalışmasıdır. Bu yüzden anlattığınız bir kişi başka birinin izdüşümü, düşsel portresi olarak karşımıza çıkabilir.

Kısaca hikâyeyi okuduğunuzda orada anlatılan gerçekten altı arkadaşıyla göç eden bir karınca değil midir? Başka karıncalar tarafından çok çalıştırılmaktan bıkmış, yeni bir dünyaya açılmak isteyen bir asi karınca.

Belki de Amazon’daki yurdundan gemilerle daha sıcak ülkelere gitmek isteyen Bir Ateş Karıncası’nın uzaktan akrabasıdır, tabii bazı yönleriyle ama kesinlikle ben değilim...

► Kitabı okurken sizinle sohbet ediyor gibi hissettim. Kitapta birçok yazar, sinemacı, müzisyen tanıma ve hatta onlarla tanışma imkânı buluyorsun. Samuel Beckett, Başo, Günter Grass, Zweig, Frida Kahlo… İç dünyanızda sanatçıları konumlandırdığınız yeri nasıl anlatırsınız?
Henri Michaux, bir yerde şöyle yazıyor: “Yarasanın bir kuş olmadığını söyleyebilirsiniz. Ama o bütün kuşlara uçmayı öğretebilir.”
Büyük şehirleri ancak büyük yazarların anlatabildiğine inanırım. Önce kısa öyküler derken zamanla deneme benim artık vazgeçemediğim bir tür oluverdi. Ve zaman insana geçitlerden, dar kapılardan, köprülerden sessizce geçmeyi öğrettiği gibi, kimin hikâyesinin kimin hayatıyla örtüştüğünü de öğretiyor. Ve bir gün beyninizde sizinle birlikte yolculuklarla kendinden geçmiş bilgilerin elinizdeki anahtarlara dönüşmüş olduğunu gördüğünüzde Poe, Kafka, Stevenson, Birsel, Borges, Benjamin, Sait Faik ya da Cortazar’a neler borçlu olduğunuzu hissediyorsunuz.

► Yazdıklarınız yalnızca bu kitabı okumakla bitmiyor. Yepyeni meraklara yelken açıyor. İzlemek istediğiniz filmler, dinlemek istediğiniz şarkılar ve araştırmaya iten isimler oluyor. Bu bir yazar için ne ifade eder?
Abdülhak Şinasi Hisar ve Ahmet Haşim’in vapur beklerken sohbete kapılıp sık sık vapuru kaçırdıkları söylenir. Birbirlerine bir şeyler sunacak insanların durumudur bu. Dünyaların paylaşılmasıdır, hücrelerin pencerelerinin özgürce açılmasıdır bir anlamda.

► Yıllar önce Çetin Altan “deneme öykü” diye tanımlamıştı yazdıklarınızı. Siz ne dersiniz bu tanıma?
Konuyla hiç ilgisi olmayan, bazen de uzaktan yaklaşır gibi görünen epigramlarla başlar hikâye. Bu alışkanlık Montaigne’e kadar uzanır. Sonra Poe’da devam eder bu gizemli, tılsımlı deyişler.

“Kimse palmiyeler altında etki altında kalmadan yürüyemez” demişti Lessing.

Tabii Borges’le bize uzanır.

Sonra öykünün taşlarını örersiniz yavaş yavaş. Bende kahramanımız bir evin önünden geçerken hikâyeden çıkıverir ve bana o evde yaşayanların hayatıyla ilgili ipuçları bırakır. Nereye gittiğini anlamam bile; gözden kaybolur. İşte o ev Verlaine’in, Zweig’in ya da Flaubert’in kaldığı yer olabilir. Önce tam anlaşılamayan çizgiler zili çaldığınızda daha belirginleşir. Odalarda yanar lambalar, piyanonun başında, ya da masada birini görürsünüz, duvarda bir Dürer ya da Daumier gülümser size.

► Çok yönlü bir sanatçısınız. Sanatı birbiriyle örülmüş bir bütün olarak gördüğünüzü söylemek yanlış olmaz sanırım. Ne dersiniz?
Yine odanızda çalışırken bu kez başka bir odayı canlandırmak istersiniz ama bu kez duvarlarda Matisse karşılar sizi, piyanonun da yerini klavsen almıştır, ışık daha azdır. Birden Rembrandt’ın evi gelir aklınıza...

buyuk-sehirleri-ancak-buyuk-yazarlar-anlatir-822015-1.


BOB DYLAN PLAĞI HEYECANI

► Sizin şarkılarınızı ilk kez plaktan dinliyoruz. Günümüzde plak nasıl bir önem taşıyor? Artan ilgi neyle ilişkilendirilebilir?

Artık plak dinlemiyorum. Evde her şey CD formatında bende. Ama yıllar sonra bir 33’lüğün varlığı çok mutlu etti beni. Yıllar önce Paris’te birkaç Bob Dylan plağı için girdiğim kuyrukta duyduğum heyecanı yaşattı bana.

► “Koş Git Bir de Sen Bak”taki şarkılar nasıl bir seçkiyle bu plakta buluştu?
Görkem Yeltan ve Emre Karabulut’un önerileriyle benim seçimlerimi kaynaştırdık. Umarım en gözdeleri seçmişizdir...

► Hem kitap hem de plak kapağınızı şahane resimlerinizle yayımladınız. Portreleri yansıtıyorsunuz resimlerinizde. Bakış, duruş… Her biri konuşuyor adeta. Siz ne dersiniz?

Günlerim yazmak, çizmek, boyamak, okumak ve film izlemek olarak geçiyor denebilir. Çalışmak, çalışmak...

► Önümüzdeki günlerde bizi nasıl sürprizler bekliyor olacak?
Tuğba Çelik’le bir film üzerinde çalışıyoruz iki aydır. Sonra ayrıca resimleyeceğim bir novella var sırada. Sonra da sanat ve hiç kopmadığım sinemacılar ve yazarlar üzerine You Tube’da bir dizi konuşmalar yapmayı düşünüyorum...

Işıl ÇALIŞKAN / BİRGÜN

Siyasal İslamda arzu ve korku - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Biri, “Seçimleri kazansanız da iktidar size verilmeyecek” dedi, “rejimin” gerçeğini ortaya koydu. 

Bir diğeri de “hayatın bütün alanlarına müdahale etmek” istediklerini itiraf etti. Bu açık sözlülüğü, gittikçe artan bir özgüvene mi borçluyuz? 

Sanmıyorum.

Korku gittikçe koyulaşıyor

18 yıldır iktidardalar ama hâlâ inanamıyorlar. Modern Türkiye’nin yaşamında anakronik bir sapma olduklarını, türlü “parantezi kapıyoruz” hikâyeleri anlatsalar da aslında kalıcı olamayacaklarını ruhlarının derinliğinde hissediyorlar. Kavrayamamakta zorlandıkları bir geçekliğin içinde, zamanın kendilerinden yana akmadığını seziyorlar; korkuları paniğe dönüşüyor.

Seçimlerle ilgili sözler önemsiz. Çünkü zaten son on yılda en az iki kez seçimleri çaldılar. Burada, bir İslamcı “memurun” malumu ilam etmesinden öte bir durum yok.

Ancak Siyasal İslamın önde gelen entelektüellerinden birinin yükselmekte olan bir “deizm” eğilimine işaret eden, “Gelen dalga hepimizi silip süpürebilir” ifadelerinin, özellikle de “Türkçe” alerjisinin üzerinde durmaya değer.

‘Deizm dalgası’ mı dediniz?

Bir psikanalist, hastasını dinlerken sık sık şöyle düşünür: “Bunu söylüyor ama aslında ne söylemek istiyor?” Söz konusu yazarın “deizm dalgası korkusu” da böyle sorgulanabilir. “Ateizmden, komünizmden değil de deizm dalgasından korkuyorsunuz. Siz aslında neden korkuyorsunuz? Bu korkunun, ‘dinden uzaklaşıyorlar’ derken kastettiğiniz şeyle bir ilgisi olabilir mi?”

Burada analiz konusu hastamız (pardon yazarımız diyecektim) “deizmden” dem vururken, aslında, kendisinin anladığı biçimiyle gerçekleştirmeye çalıştığı, “hayatın her alanına müdahale eden, her alanında görünür olmaya niyetli” bir “dinden”, gençlerin uzaklaşmakta olduklarından yakınıyor.

Bu uzaklaşma eğiliminin arkasında iki neden olduğu kolaylıkla söylenebilir. Birincisi, bu dini sıradan insanların, gençlerin kendi kendilerine öğrenme şansları esas olarak yok. Çünkü bu dinin ana metinleri, sıradan insanların, gençlerin içine doğdukları dünyanın dilinden farklı bir dildendir. O zaman insanlar ister istemez, bu dini kaynak dilinden okuma ayrıcalığına sahip bir entelijansiyanın yorumlarına, bu dinin bilgisi üzerindeki tekelci denetimine bağımlı kalıyorlar. Dinden uzaklaşma olarak algılanan “deizm”, bu entelijansiyanın yorumlarından, bireyle tanrısı arasına girme ısrarlarından kurtulma çabası olarak da okunabilir; her durumda Müslümanlıktan uzaklaşma anlamına gelmeyebilir.

İkincisi, bugün kapitalist toplumun içinde haklar ve özgürlükler, adalet, baskı, sömürü sorunlarını yaygın biçimde konuşacak bir dil, “süreç olarak dinci faşizme karşın”, teknolojik olanakların da katkısıyla hâlâ kullanıma açıktır. Bu dili kullanmakta olan gençler (genel olarak bireyler) bir süre sonra, “dini yorumlama ayrıcalıklarından” beslenen, hayatın her alanını kontrol etmeyi arzulayan, bunu başardıkça ekonomik artıktan daha fazla pay alabilen, eleştirel aklın “lengüistik”(dilsel) araçlarını bastıran, farklı sesleri susturan bir İslamcı egemen sınıfın varlığının, onun totaliter rejim arzusunun ayırdına varmaya başlıyorlar. Dinden uzaklaşma ve “deizm”, aslında bu “kendini dinin yorumcusu olarak atamış” entelijansiyanın egemenliğinden, baskısından kaçma çabasıdır.

Yazarımız, “Gelen dalga hepimizi silip süpürebilir” derken, aslında üzerine gelmekte olan bir dalgadan değil, “biz” dediği şeyin etkisinden uzaklaşmakta olan bir dalgadan söz ediyor. “Biz” ifadesiyle, ait olduğu sınıfı uyarıyor: “Onlar bizden uzaklaştıkça, din bilgisi üzerindeki tekelimiz kaybolur, ekonomik kaynaklarımız kurur, ayaklarımızın altındaki zemin erir, tarih bizi silip süpürür.

Türkçe alerjisi de bundandır. “Harf ve kıyafet devrimleri”, bu entelijansiyayı en önemli iki simgesel üretim aracından mahrum bırakmıştı. Bu araçlardan biri (eski alfabe), “bilgi tekelini” üretiyordu, öbürü de toplum içindeki ayrıcalıklı statülerini. Şimdi ellerinde Arapça bir “Kutsal Kitap”ın içindekileri yorumlama tekeli kaldı. Yaşamları artık bu tekeli korumaya indekslidir. Ve ekonomik siyasi iktidarlarının yumuşak karnı da burasıdır. “İnançlar, değerler ve kültür alanı içine çekilmeme” arzusu da (her şey bu alanın içine girdiğinden) ne yazık ki, bu “yumuşak karnı” gizleyen bir fantezi olmaktadır. 

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

İsrail’le nikâh nereden çıktı şimdi? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Tankın içinden kafasını çıkarmış bir asker. 

Miğferini gevşetmiş, sakalı çıkmış. “Adın ne” sorusuna “Albert” yanıtını veriyor. 

Kökeni sorulunca Yahudi olduğunu ekliyor. 

Gazeteci, “Yahudileri Azerbaycan toprağını korumaya ne mecbur ediyor” diye sorunca, tankçı Albert, Azeri aksanıyla devam ediyor: “Doğmuşam burada, yaşayıram burada, ayrı heç ne mecbur eylemir.

Şalom’da yazan Denis Ojalvo kısa belgeselini göndermeseydi, Albert Aqarunov’un hikâyesini bilmeyecektim. Azerbaycan Türkleri onu “Milli Kahramanımız” diye tanıtıyordu. 1967 doğumlu Albert, gönüllü gittiği Karabağ Savaşı’nda, 1992 yılında şehit olmuştu. Ermeni ordusuna o kadar zarar vermişti ki hikâyeleri dilden dile konuşuluyordu. Başına ödül konduğu söylenen tankçı Albert’in, iki tankı tek atışla vuran tekniğine, Azerbaycan Türkçesiyle “Yahudi Buterbrodu taktikası” deniliyordu.

Şehit arkadaşlarını almak için tanktan inince, keskin nişancı kurşunuyla vurulmuştu. 25 yıllık kısa hayatı kitaplara girmiş, heykelleri dikilmişti. Bakû’daki Türk şehitliğinde, Albert için hem imam hem haham dua ediyordu.

Ermenistan-İsrail bozuştu

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cuma namazı sonrası, takipçilerini şaşırtan açıklamayı yaptı. İsrail’le ayrıştıkları noktaları hatırlattıktan sonra, “İsrail’le istihbari münasebetlerimiz zaten kesilmiş değil” dedi. Asıl önemlisi sözlerinin devamındaydı: “Gönlümüz arzu eder ki onlarla da münasebetlerimizi daha iyi bir noktaya taşıyalım.” İlginçtir; Erdoğan’ın sözleri, yandaşlar tarafından derin bir sessizlikle karşılandı.

Kimileri de Arapların İsrail’le barışma rüzgârına denk gelmiş olmasını hatırlattı. Öyle ya, Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Sudan’dan sonra Fas da İsrail ile “normalleşme” kararı almıştı. BAE’de yıllar sonra Yahudi düğünü, Bahreyn’i yönetenlerin yaktığı Hanuka mumları, Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin İsrail ile dostluk açıklamaları, Arap pazarlarına gelen İsrail meyveleriyle çizilen bayraklar… Sanki yıllara yayılan kavga hiç olmamış gibiydi. Daha da önemlisi, bu kadarla kalmayacağı; Suudi Arabistan, Umman, Katar, Nijer gibi diğer Arap ülkelerinin de sırada olduğu konuşuluyordu. Arap dünyası için, ümmetin hissiyatı için İsrail’e “one minute” diyen Erdoğan ise ters köşede kalmıştı.

İşte bu sırada İsrail’le arası bozulan, daha doğrusu “daha da bozulan” başka bir ülke var. Hangisi mi? Elbette Ermenistan.

Bunun nedeni sadece Kafkas Yahudileri sanmayın. Evet, Ermenistan’da sadece 500 kadar Yahudi yaşarken, Azerbaycan’da 30 bin Yahudi yaşıyor. Evet, Azerbaycan, İsrail ve New York hariç tamamı Yahudilerin yaşadığı bir kente (Krasnaya Sloboda-Kırmızı Kasaba) sahip tek ülke. Evet, pandemide kapalı olan Azerbaycan sinagogları, Karabağ Savaşı başlayınca Azerbaycan zafer duası için kapılarını açtı. Evet, İsrail’de halihazırda 70 bin civarında Azerbaycan Yahudisinin yaşadığı sanılıyor. Evet, dünyada “Ben Yahudiyim” kelimesinin en rahat kullanılabildiği ülke, İsrail’den sonra Azerbaycan.

Hepsi doğru ama asıl mesele, Bakû ile Tel Aviv arasında yıllara varan ve hiç bozulmayan dostluk. İki ülkenin derin ekonomik bağlarını, Azerbaycan ordusunun İsrail silahlarıyla donanması tamamlıyor. İsrail’in Kafkas siyasetinde ya da İran politikasında, Bakû kritik bir role sahip. İki ülke liderleri yakın ilişki kuruyor. Müslüman ülkeler yok sayarken, Hocalı katliamı İsrail Cumhurbaşkanı tarafından Birleşmiş Milletler kürsüsünde anlatılıyor.

İşte bu köklü ilişkiler içinde büyük kopuş, İsrail’in Azerbaycan’a sattığı savaş araçlarıyla, Ermenistan karargâhlarının vurulmasıyla oldu. Türkiye ile İsrail arasında soğuk rüzgârlar eserken, Türk ve Yahudi silahları, Azerbaycan ordusu tarafından birlikte ateşlendi. Buna tepki olarak Ermenistan, sokaklarında Azerbaycan’a destek mitingleri yapılan İsrail’den büyükelçisini geri çağırdı. Ermenistan Dışişleri Bakanlığı İsrail’e sert tepki gösterdi.

Karabağ zaferi buluşturdu

İşte Erdoğan’ın açıklamalarının Karabağ zaferinin ardından gelmesi tesadüf değil.

Kimine göre Joe Biden yönetimine verilen bir uyum mesajı, kimine göre cenderedeki dış politikayı yeniden tarif arayışı, kimine göre Doğu Akdeniz’de Türk çıkarlarını savunmak için atılan rasyonel bir adım…

Ortada bir gerçek var ki Karabağ Savaşı, son 10 yılda dibe vuran Türk-İsrail ilişkilerini, yeniden aynı çizgiye oturttu. Buna diğer faktörler de eklenince, hükümetin İsrail’le yeni yol arayışı başladı. İddia o ki bu ilişkiyi kurmak için aktif rol oynayan da Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in ta kendisi.

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in, İsrail-Türkiye anlaşması için “Türkiye tarafında bazı işaretler gördük, Joe Biden yönetimi de bunu destekler” demesi… Türkiye’nin İsrail’e yeni büyükelçi göndereceği sızıntısı… Emekli Tümamiral Cihat Yaycı’nın İsrail’de yayımlanan, Türk-İsrail deniz anlaşmasının kazanımlarını anlatan makalesi… Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu üyesi Mesut Hakkı Caşın’ın “Eğer yeşil ışık görürsek, Türkiye büyükelçiliğimizi tekrar açacağız ve büyükelçimizi göndereceğiz. Belki mart ayında, tüm diplomatik ilişkilerimizi yeniden restore edebiliriz” sözleri… Erdoğan’ın Karabağ zafer kutlamalarında okuduğu, İran’ı kızdıran Aras şiiri… İran’la savaşın kıyısından dönen bir başka ülkeye, Suudi Arabistan’a verilen “normalleşme” mesajı…

Hepsi yeni bir başlangıcın taşları gibi görünüyor. İsrail’den resmi bir yanıt gelmedi. Ama dün basına konuşan İsrailli üst düzey yetkili, iki ülkenin ana meselesinin Hamas’a destek krizinde kilitlendiğini söyledi. Bu da bir zamanlar İsrail’le en iyi ilişkilere sahip Müslüman lider olan Erdoğan’ın, aklındaki adımı atmak için, yapması gereken “feda”yı da gösteriyor.

Erdoğan çözüm sürecinde de “PKK ile görüşen hükümet değil, devlet” diyerek sürecin sorumluluğunu üzerinden atmıştı. Bu kez de “istihbarat görüşüyor” diyerek benzer bir adım attı.

İki ülkenin kapı ardı ilişkisi için İsrail’in kurucusu Ben Gurion “metres” benzetmesi yapmıştı. Hafta sonu, “Neler oluyor” diye sorduğum İsrailli gazeteci, bana bir Yahudi atasözünü hatırlattı: “Dünürlük etmek istemeyen çok drahoma ister”.

Kim bilir, belki o drahoma ödenir. Belki o evlilik yapılır. Kuşkusuz “tankçı Albert”in şimdilerde yeniden hatırlanan ruhu da tazelenen nikâhın görünmeyen şahidi olur.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet