23 Ocak 2021 Cumartesi

Bütüncül bakış, kanaatkâr üretim - Söyleşi: Umut Kocagöz / 1+1FORUM

 DOĞAYLA UYUMLU ARICILIK İÇİN ÇEVRE VE ARI KORUMA DERNEĞİ

Sofralarımızdaki endüstriyel bal nasıl bir gıda? Endüstriyel arıcılığın tarihi nasıl gelişti? Gezginci arıcılık arılara ve doğaya nasıl zarar veriyor? Pestisitler yaban arılarını nasıl yok ediyor? Doğaya uyumlu arıcılık nasıl yapılır? Arıcılık nasıl adil bir geçim kaynağı haline gelir? Çevre ve Arı Koruma Derneği’nden Şamil Tuncay Beştoy’u dinliyoruz.

Arıcılığa ilgi duymanız nasıl oldu?

Şamil Tuncay Beştoy: Uzun yıllar grafik tasarımcılık ve çevirmenlik yaptım. 2006’da Ankara’dan Muğla’nın Yerkesik köyüne taşındım. Köyde arıcılık yapılıyordu. 2009’da bahçeye bir kovan koydum. Sonradan olma birçok tarımcı gibi çevremdeki köylülerin usûllerini beğenmediğim için internette araştırma yaptım. En iyi arının Macahel vadisindeki Kafkas arısı olduğunu öğrendim. Oradaki arıcılarla irtibat kurdum. Muğla’da oturduğumu öğrenince “bizim arı size uymaz” dediler. Muğla’ya uyumlu arı lâzımmış. Çevredeki kovanlar iyi değildi. İnternetten Apimaye adlı bir firmanın kovan tasarımlarını keşfettim. Kuşadası’ndaki bir işletmeden bir kovan arı almaya karar verdim. Boş kovanı arabanın arkasına atıp arıları almaya gittim. Oradaki yetkili arıları kendi kovanından benimkine aktardı. “Hoşça kal” dedim, tam çıkıyorum, “şimdi gidemezsin” dedi, “arıların yarısı tarlada, ancak gece dönerler”. Böylece birinci dersi almış oldum: “İstediğin gibi arı taşıyamazsın.” Sohbet etmeye başladık. Aylardan nisan. Sabah dokuzdan karanlık çökene kadar koyu bir sohbete daldık. Beraber arıcılık yapmaya karar verdik. Mehmet ve Ayşe Ceylan Türkiye’nin ilk zooteknistlerinden. Ziraat Fakültesi’nde arıcılık okumuş, uzun yıllar Macahel’de Tema Vakfı’yla çalışmışlar. Benim daha önce belgesel çalışmaları yaptığımı öğrenince buradaki bal arısının, bilimsel adıyla Muğla Çam Balı Arısı’nın belgelenmesinin iyi olacağını söylediler. Muğla arısı Anadolu arı ırkının çam balı eko tipi. Asıl bal ürettiği bitki kızılçam, çamdan bal üretimi basra böceği ile oluyor. Bu konuda yapılmış bir çalışma yoktu.

"En kötüsü, “arıya gerek yok, balı ben yaparım” yaklaşımı. Bu yöntemde tatlandırıcı kullanılıyor. Yaygınlık oranı yüzde 10’u geçmez. En yaygın endüstriyel yöntemse arıya bol miktarda şeker beslemesi yapmak. Bu da üretimin yaklaşık yüzde 60’ına denk geliyor."

Şimdi var mı?

Var. O zaman da varmış, bizim haberimiz yokmuş. 2009-2012 arasında Hacettepe Üniversitesi’nde Prof. Dr. Selma Ülgentürk’ün yürüttüğü bir proje varmış. Üç yıl boyunca basra böceğinin yayılımını, yapısını, yaşam döngüsünü çalışmışlar. Ama sonuçlar ne yazık ki hâlâ yayınlanmadı. Arıcılık alanında çalışan meslek birlikleri ve kooperatifler var. Ama arıcılıkla ilgili gönüllü çalışmalar yürüten bir sivil toplum kuruluşu yoktu. Bir dernek kuralım derken ortaya vakıf fikri çıktı: Ege Arıcılık Vakfı (EGAV). Amacımız araştırma yapmak, bütçesini de vakıf vasıtasıyla sağlamaktı. 2012’deki bir kanunla vakıf kuruluşu zorlaştırıldı. Kuruluş için 60 bin liralık bir banka hesabı gerekiyordu. Vakıf olamayınca dernek kurmaya karar verdik. Ama “gönüllüler derneği” olmak istemedik. Çünkü öyle olunca gönüllüler para vermek dışında faaliyetlerin parçası haline gelmiyor, kurucuların tutkuları, hayalleri oluyor, geri kalan üyeler sadece bağış yapıyor. Bağışta bulunmak, biraz ruhu kurtarmaya benziyor. Halbuki arıcılıkta bütüncül yaklaşım önemli. 

Bütüncül yaklaşım derken ne kastediyorsunuz?

Bugün arı konusunda çalışan biri arının morfolojisini, fizyolojisini, arı bitkilerini veya koloni yönetimini araştırır. Sadece meraklılar bu konular arasındaki bağlantıyı kurar. Bir bilim insanı hayatını dünyadaki arı cinslerinin morfometrik analizlerini yaparak mutlu mesut geçirebilir. Günümüzün bilgi yoğunluğunda, eskinin romantik bilim dönemine dönmek mümkün değil. Arılar üzerine çalışanların bilgiyi ortaklaştırabilecekleri bir alan açmak gerekir. Böylece tarım ekonomisti, iklim bilimci, kolonici, bitkici ortaklaşır. Çünkü arı kolonisi bir bütündür. Buna “bütüncül”, “entegre”, “doğal”, “sürdürülebilir” yaklaşım diyebiliriz. Arı üzerine çalışan tüm aktörlerin yer alacağı bir yapı hayal ettik. Farklı alanlardan 18 aktör tespit ettik. Bu alanları temsil eden insanları derneğe üye olmaya davet ettik. Biri hariç hepsi kabul etti. 2015’te ÇARIK’ı (Çevre ve Arı Koruma Derneği) kurduğumuzda, içimizde koloni yöneticisi, arı genetikçisi, entomolog, bitki bilimci, arı ekipmanları üreticisi, Arıcılar Birliği başkanı gibi farklı alanlardan üyelerimiz vardı. Geleceğin bilgisi geleneksel bilgiyle bilimsel bilginin uygun bir metodolojiyle sahada birleştirilmesiyle oluşabilir. Bir köylü, neden öyle olduğunu açıklayamaz, ama nasıl öyle olduğunu anlatır. Bilim ise, nasıl öyle olanın neden öyle olduğunu çözme sorusuna öyle daldı ki, nasıl ile neden arasındaki bağ koptu. Farklı aktörlerin ortaklaşa hareket edebileceği, bütünselleşmiş yaşamın formlarını oluşturacağımız araçlar geliştirmeliyiz.

Kuşadası’ndan ilk kovanınızı almanızdan sonra hikâye nasıl gelişti?

O sohbet hayatımı değiştirdi. Arı şu an benim için dünyayı birarada anlamayı sağlayan bir varlığa dönüştü. Arı küçük, ama birleştirici bir canlı. Arıcılık da öyle bir uğraş. Büyük yatırım, büyük alan istemiyor, büyük beklentiler gerektirmiyor; 100, 1000 ya da 5 kovanla ya da kovansız yapılabiliyor.

Geçiminizi arıcılıkla mı sağlıyorsunuz?

Kısmen. 100 kovanım var. Çam balı üretiyorum. Kovanlarımı derneğe bağışladım, o sebeple birincil geçim kaynağım arıcılık değil. Balımı derneğin Senin de Kovanın Olsun projesine, Doğal Besin, Bilinçli Beslenme Ağı’na (DBB) veriyorum.

Bu coğrafyada aracılığın geçmişi ne kadar geriye uzanıyor?

Birçok üretimin olduğu gibi arıcılığın da anavatanı Anadolu. “Bereketli hilal” denilen bölgede, 7-8 bin yıl öncesine ait arılı, kovanlı kaya resimleri var. Ama bildiğimiz anlamda arıcılığa ilkin Hititlerde rastlıyoruz. O zamanlar kovanlar kilden yapılıyormuş. Bodrum’da, Muğla Üniversitesi arkeoloji bölümüyle deneysel bir çalışma yürütüyoruz. Kil kovanlar yaptık. Kovan yapısı bölgeye ve bölgedeki malzemeye göre değişmiş. Örneğin, Muğla’da 20-25 cm. çapında kütük kovanlar yapılmış. Karadeniz’de ise ıhlamur ağacından geniş kovanlar üretilmiş. Binlerce yıl müdahale etmeden, gözlemle, çıkan bal alınmış.

"Endüstriyel kovan Türkiye’ye 1970’lerde, icadından 100 yıl sonra geldi. O zamana kadar kanaatkâr bir üretim vardı. Bal ilaç niyetine tüketilen bir üründü. Köyde yakının yoksa yerel pazardan petek olarak alıyordun."

Anadolu’da hangi arı ırkları mevcut?

Dünyada toplam 23 bal arısı ırkı var. Temelde sadece ikisiyle, Avrupa ve Anadolu bal arısı ırklarıyla arıcılık yapılıyor. Onlar da dağ ve ova arıları diye ikiye ayrılıyor. Dağ arılarında Kafkas ve Karniyol arıları var. Biri Artvin-Kars bölgesinde, diğeri Trakya’da mevcut. Anadolu çok önemli bir gen kaynağı. Sekiz arı ırkına ev sahipliği yapıyor. Anadolu bal arısı sadece bu coğrafyaya ait. İran bal arısı, Suriye arısı, Kıbrıs arısı, Trakya, Kafkas arıları da doğal olarak bölgede mevcut. Sonradan melezlenen, İtalyan arısı gibi ırklar da var.

Bir arı kolonisini nasıl tarif edersiniz?

Kolonideki her bir arı büyük bir organizmanın hücresi gibi davranır. O yüzden biz bütünün oluşturduğu bu “canlıyı” muhatap alırız. Yani bir “süper organizma” söz konusudur. Tekil bir arı bireysel canlı davranışı sergilemez. Organizmanın içinde o anda yüklendiği role uygun davranır. Bir arının anatomisi, fizyolojisi, davranışları kovan içinde o anki rolüne göre değişir. Bu yüzden arıyı birey yerine hücre olarak kavramak daha doğru olur.
Arı kolonisinde bir kuluçka hanesi var. Buna “kovanın rahmi” diyebiliriz. Kovanın bir sindirim sistemi ve buna uygun petekleri var. 10 çıtalık bir arı kolonisinde her petek bu organlara benzer iş bölümüne sahiptir. Peteklerin boyutları, kullanışları eşit değildir. Bazıları yavru peteği, bazıları polen depolarıdır. Arılar peteklerin sırasını değiştirmez. Müdahale ederek biz değiştiririz. Genelde orta bölümdeki peteklerin üst taraflarına yavru yapar, alt taraflarına bal depolar, kuluçkayı koruma altına alırlar. Kuluçkaya bakan arılar o bölgede yoğunlaşır, “tarlacılar” ise alt tarafta.


Bir arı ortalama üç gün yumurta, 6 gün larva, 12 gün pupa olarak geçirip 21 günde ergin bir arı haline gelir. Sonra kovan içindeki işleri yapmaya başlar. İlk üç gün bakılır, beslenir, kovandaki temel temizlik hizmetlerini yapar. Ardından 3-6 gün arı sütü, 6-12 gün mum üretir. Bu sırada mum üreten bezleri ortaya çıkar. Müteakip 16-21 gün ise kovan girişinde bekçilik, bal işleme gibi işlerde çalışır. 42 gün kovan mesaisinin ardından yaklaşık 21 gün tarlacı olur.
Tarlacılar arasında sabah içtimaya çıkan izci arılar çevreden bilgi getirir. Bilgiler kovanın o anki ihtiyaçlarına göre değerlendirilir, mesela “5 bin arının 3 bininin nektar, 2 bininin polen toplaması” için iş bölümü yapılır. Sabahtan akşama kadar, tek tür çiçeğe gidilir. Böylece çiçeğin dölleme döneminde nektarı ziyan edilmez. Aksi halde polenler birbirini dölleyemez. Bu mesai arı ile çiçek arasındaki evrimsel işbirliğine tekabül eder.

Örneğin, “bu dönem kestane balı olur” denmesinin sebebi, bu işbirliği mi yani?

Arı kestane üzerine çalışır, kestane de arıya göre uyum sağlar. Böylece, arı başka çiçeklere gitmez. Arıda bu anlamda doğa ile iç içe, onunla uyumlu bir “koloni bilinci” mevcuttur.
Şimdi Bal Arısı Demokrasisi (“Honeybee Democracy”) başlıklı bir kitap çeviriyorum. Arı dansını keşfeden, doğal arıcılığı savunan ekolden bir eser. Yazarı biyolog Thomas D. Seeley üç kuşaktır arılar üzerine çalışan bir aileden geliyor. 16 yıl arıların nasıl karar verdiği üzerine araştırmalar yapmış.

"Hindistan ve İtalyan bal arısını çiftleştirip güçlü yeni bir ırk yaratmak istediler. Böylece arı kenesi Avrupa’ya ulaştı. Kene 1975’te Trakya’daki arı ırkı üzerinden Türkiye’ye girdi. Üç yıl içinde Türkiye’deki arıların yüzde 40’ını öldürdü. " 

Endüstriyel arıcılığın temellenişi de arı davranışlarının gözlemlenmesine dayanıyor. 1860’ta Langstroth adında İsveç asıllı bir Amerikalı bilim insanı tarımda endüstriyelleşmeye paralel, “arıcılıkta da neden bu dönüşümü sağlamıyoruz” diye soruyor. O yıllarda, dünyada Almanya, Slovenya, İsviçre’de geniş, dar, arkadan ya da yukarıdan açılan 15-20 çeşit “müdahale edilebilir” kovan tasarımı var. Bir arayış dönemi. En kullanışlı kovanı Langstroth icat ediyor. 1868’den itibaren arıcılıkta çoğunlukla patenti Langstroth’a ait kovanlar kullanılıyor. Bildiğimiz fenni kovan. Bir de Dadant kovanı var. Soğuk bölgelerde, Rusya ve Ukrayna’da kullanılıyor. Langstroth’un en büyük özelliği yukarıdan açılabilmesi, çıtalarının yer değiştirmesi, bu şekilde sonsuz müdahale imkânı vermesi.

Langstroth hangi gözlemler sonucu böyle bir kovan tasarlıyor?

Arı kolonilerinin ortalama büyüklüğüne, doğadaki peteklerin aralıklarına uygun bir tasarım yapıyor. Daha geniş yaptığımızda arı araya yeni petek örüyor, dar bıraktığımızda ise birbirlerine yapıştırıyor. Langstroth buna “arı boşluğu” demiş: 7-9 mm. Kovan 10 çıtadan oluşuyor. Doğadakine benzer biçimde, ana arı ortadaki peteklere yavru, kenardakilere de polen ve bal yapıyor. Bir küp gibi düşünelim, ortasına eliptik bir top yerleştirelim. Yumurtlama alanı orası. Ortada en geniş, kenarlara doğru azalıyor. Değişik kısımlarda polen ve bal yapılıyor.
Bütün koloni yönetimi bu içgüdüsel davranışı anlamak üzerine kurulu. Kovana petek ilave edip çıkarabiliyor, sıralamalarını değiştirebiliyoruz. Arı bu üç boyutlu yapıyı kurmaya içgüdüsel olarak şartlanmış. Böylece arı “bu kadar da yeter” dediğinde biz “yetmez, devam” diyebiliyoruz.
Arı yıllar içinde bulunduğu çevreyi öğreniyor. Misal, Muğla’da kışı 10 kilo balla geçirebileceğini düşünüyor. Bu balı elde etmek için 30 bin arı gerekiyor. Ama 30 bin arıyla kışa girerse hayatta kalamaz. 10 bin olursa, kalır. Baharda arı petek örerek, yumurtlayarak, ana arıyı hızlandırarak nüfusu tekrar 30 bine çıkarıyor.

Peki 20 bin arının ölmesi doğal mı?

Arıların ömrü zaten bu kadar. Tarlacı arılar az beslenir, çalıştıkça vücutlarından harcarlar. Ömürleri ortalama 45 gün. Yumurtadan itibaren bir arının ömrü 60 ila 75 gün arasında. Bugüne kadar ölçülmüş en uzun işçi arı ömrü 260 gün. Hiç çalışmamış ama. Bir arı ne kadar çok çalışırsa o kadar erken ölür. Bu yüzden yaz arıları kısa, kış arıları uzun ömürlüdür. Kışın kovan içindeki bir “salkım”da hareketsiz şekilde soğuk günlerin geçmesini bekledikleri kuzey ve soğuk bölgelerde arıların ömür iyice uzar. Örneğin Erzurum, Kars, Artvin gibi illerimizde bu süre altı ayı bulur. Arıları petek gözlerinden çıktıkları andan itibaren işaretleyerek yapılan yaşam süresiyle ilgili akademik çalışmalarda özellikle Kanada, Sibirya gibi kutup altı bölgelerde arıların çok uzun ömürlü olduğu gözlemlendi.

Fenni arıcılıkta üretim nasıl?

Mesela 10 kilo bal istiyorum, ama koloniyi kaybetmek istemiyorum. 30 bin arı 10 kilo bal yapıyor, 60 bin arı 20 kilo bal yapar. Bahar ayında koloniyi 60 bine çıkacak şekilde güder, yönlendiririm. Petek örmesi yetmiyorsa petek, nektar yetmiyorsa şurup veriyorum, daha erken ve daha çok yumurtlamasını sağlıyorum. Böylece bal akımı mevsimi geldiğinde 20 kilo bal depoluyor, 50 bin tanesi ölüyor, 10 kilo balı ben aldığım için geriye yine 10 kilo bal ve 10 bin arı kalıyor.
Bu yöntemin bedeli ana arının erken yaşlanması. Endüstriyel arıcılıkta iki yılda bir yeni ana arı üretmek zorundasınız. Doğadaysa bu süre 5 yıla kadar uzuyor. Buraya kadar anlattıklarım makul ve mantıklı. Buna “endüstriyel öncesi”, “uygun müdahaleci” yahut “geleneksel müdahaleci” yöntem diyebiliriz.

"Türkiye’de her yıl bal arılarının yüzde 30-40’ını kaybediyoruz. Ama yeniden üretiyoruz. Ülkede 8 milyon kovan var. Bu miktar aşırı. Şu anda dünyadaki arı varlığı suni yollarla, şurupla beslenerek artırılıyor."

Arı doğası gereği evcilleştirilemez. Suni bir “doğa”da yaşayamaz. Ondan sadece bir miktar da bizim için üretmesini bekleyebiliriz. Onu bu amaçla “yönetebilir”, “güdebiliriz.” Bir arı kolonisi her zaman ihtiyacından fazla bal depolar. Adil bir paylaşım içinde, “kurda, kuşa, aşa” kadim felsefesi bağlamında biz de yaşamsal gereksinimlerimizi karşılamak için bu fazla bala ortak olabiliriz. Bizim savunduğumuz arıcılık tam da bunu günümüz koşullarına uyarlamayı amaçlıyor.

Peki, makul olmayan yöntemler hangileri?

İyiden kötüye doğru birkaç katman var. En kötüsü, “arıya gerek yok, balı ben yaparım” yaklaşımı. Bu yöntemde tatlandırıcı kullanılıyor. Yaygınlık oranı yüzde 10’u geçmez. En yaygın yöntem arıya bol miktarda şeker beslemesi yapmak. Bu da üretimin yaklaşık yüzde 60’ına denk geliyor.

Bu yöntemin zararları neler?

Endüstriyel tarımla ilgili zararların tümü bu üretim için de geçerli. Birincisi etik değil. Aslında, üretilen madde bal değil. Arı üç ölçü nektar getiriyorsa, beş ölçü şeker veriliyor. Bir kötü yanı da gezginci arıcılık. Fenni kovanı gezdirebiliyorsunuz. Geleneksel tarımda bazı yerlerde bazı ürünler daha fazla üretilirdi. Arıcılıkta da durum böyleydi. Taşınabilir kovanlarla beraber “flora takibi” başladı. “Buradaki balı aldım, ileride de çiçek var, oradan da alayım” denmeye başladı. Senede 7-8 yer dolaşan arıcılar var. Anadolu’nun coğrafyası ve iklimi çok çeşitli olduğu için arıcı iki ayda bir yer değiştirebilir. Bahar ayında narenciye balı, sonra hayıt, geven, ardından kestane, anason, sonra yayla balı, ayçiçeği, çam balı, nihayetinde püren ve keçiboynuzu balı alarak tüm Anadolu’yu dolaşır. Aradaki ufak balları hiç saymadık. Ama nasıl ki arıya müdahale etmek onu şaşkına çeviriyorsa, gezdirmek de dengesini bozuyor.


Arının doğal dengesi nedir
?

Bir süperorganizma olarak arı kolonisi, bir kere yavrulama ve bir kere bal akımı zamanlarına göre evrilmiştir. Bahar ayında koloni büyüyecek, sonbaharda da nektarlarını bala dönüştürüp uykuya dalacak. Bu basit bir döngü. Sadece coğrafya ve floraya göre takvimi değişiyor. Arı alıştığı ortamdan alınınca doğal döngüsü bozuluyor. Koloni uyum sağlayamıyor. Dışarıdan ekstra polen, şeker beslemesi, petek ilavesi gibi endüstriyel müdahalelerde bulunmak gerekiyor. Gezginci arıcılığın endüstriyelleşmemesi olanaksız. Çünkü aynen tarımda gübre ve pestisit müdahalesinde olduğu gibi üçüncü, dördüncü balı almak için endüstriyel müdahale gerekiyor. Koloni hastalıklara açık hale geldiği için zehir, ilaç, antibiyotik kullanılıyor. Böyle bir açgözlülük endüstriyelleşmeyle sonuçlanıyor.

Türkiye’de arıcılığın endüstriyelleşmesi nasıl başladı?

Langstroth kovan Türkiye’ye 1970’lerde, icadından yaklaşık 100 yıl sonra geldi. O zamana kadar sepet, kütük, kara kovan türü geleneksel kovanlar vardı. Bölgeden bölgeye farklılaşan, kanaatkâr bir üretim yapılıyordu. Çok az bölgede temel geçim kaynağı arıcılıktı. Çok özel ballar haricinde arıcılık geçim kaynağı değildi. Kestane, bozkır balı gibi bazı özel ballar büyükşehirlerde rağbet görüyordu. Bal sofralarda sık tüketilen bir gıda değildi. Tüketim 1990’larda arttı. Balparmak gibi şirketlerle bir sektör ortaya çıkıyor. Tıpkı ayçiçeği yağının bir sektör yaratması gibi. Bal çocukluğumda köyde yakının yoksa yerel pazardan petek olarak alabileceğin bir üründü. Süzme bal sadece Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’nde, İstanbul’da birkaç firmada vardı.

"Dünyada sadece bal arılarının nüfusu tartışılıyor. Bu insan merkezli bir bakış. Pestisitler ve iklim değişikliği bal arılarının nüfusunu her sene düşürüyor, arıcılar tekrar artırıyor. Yabani arılarda ise geri dönüşsüz bir yok oluş söz konusu."

Balparmak’ın geçmişi çerçilik, köy köy dolaşıp ürün toplarlarmış. Ağırlığı bala vermişler. Yeni nesil sahipleri “paketleyiciliğe” geçiyor. Büyük bir işleme sistemi kurup markalaşıyor. Marketlerde kavanoz bal dönemi başlıyor. Bal eskiden ilaç niyetine tüketilen bir üründü. Endüstriyel sistem pazar yarattı, tüketim alışkanlıklarını değiştirdi. Eskiden bu kadar çok et de yenmezdi. 1960’larda, Kalkınma Planları döneminde başlayan “Yeşil devrim” ziraat fakültelerinin gelişmesi ve kalifiye personelin yetişmesiyle 10 yılda tamamlanıyor. 1969’da Türkiye Kalkınma Vakfı (TKV) kuruluyor. TKV’nin kuruluşu bal açısından Balparmak kadar önemli. TKV “gübre vermezsen tarım olmaz” türünden bilgileri dolaşıma sokuyor. Başlıca çalışma konularından biri de arıcılık. Langstroth kovanını TKV getiriyor. 1970-71’de Orman Genel Müdürlüğü 700 bin kovan alıyor. Bakanlık ve TKV personeli köylerde önder arıcılara eğitim toplantılarıyla “fenni kovana geçmenin faydalarını” anlatıyor. İkna olan köylülere beşer kovan hediye ediliyor.

Köylüleri cezbedecek hangi argümanlar söyleniyor?

Müdahale edebilirsin, ürününü arttırabilirsin, taşıyabilirsin; aldığın balın miktarını birkaç kata çıkarırsın.” Doğal kovanda nadiren 5-8 kilodan fazla bal alırsın. Fazla alırsan arı aç kalır, ölür. Fennide miktar 30 kiloya kadar çıkıyor. O dönemde, üç-dört yılda Türkiye’deki kovanların yüzde 80’ini fenni kovana dönüştürüyorlar. Kovan üretimi artıyor, akabinde kovan taşıma başlıyor, iyi para kazanılıyor. 1980’lerde tüm Türkiye’de gezginci arıcılık temel arıcılık modeli haline geliyor.
Yine de kovan sayısı şimdiki gibi 8 milyon civarında değil. 1975-1985 arası gezgincilik kırsalda çatışmalı süreçler yaşandığı için zorlanıyor. Ekonomik kriz de var. 1985’ten sonra Balparmak bir çıkış yapıyor. Tarıma ıslah, katkı, ilaç, gübre sokan endüstriyelleşme balda da yaşanıyor. Bu arada dünyada çeşitli ırklardan ana arıları başka yerlere taşıma ve böylece verim elde etme fantezisi baş gösteriyor. Ana arı taşıma piyasası oluşuyor.

Tüm bu süreçlerin sonunda bal neye dönüşüyor?

Bal sıradanlaştı. Reçel gibi sofralık bir ürüne dönüştü. Arada toplayıcılar vardır. 45 liralık balın 30 lirasını toptancı alır, 11 lirasını arıcıya verir, kalan 20 liradan 10 lira masraf yapsa, kilo başına 10 lira kâr elde eder. 15 lira markete kalır. Market sistemi büyük sorun. Süpermarket sistemini tartışmadan geleceğin tarımını tartışamayız.

Market sisteminin ne gibi zararları var? 

Nüfusun büyük bölümü şehirleştiği, vaktin büyük çoğunluğunu işte veya yolda geçirdiği için ürünlerin standartlaşmasından, hazır sunulmasından mutlu insanlar. Süpermarket ürünleri endüstrileşmiş şehir yaşamının bir parçası. Bal da standart ürünlerin bir parçası haline geldi. Güvenilir, temiz, sıhhi, tahlilden geçmiş, ama bal değil. Gerçek bal hiçbir işlemden geçmemiş doğal baldır. Bal yerel yapıldığında her çiçeğin balı ayrı ayrı hasat edilir. Toptancı mantığındaki arıcı ise belirli bir dönemin balını ortak hasat ediyor.

"Bir “soylulaşma” riski var. Ekolojik arıcılar fedakârca iş yapıyor, çok emek veriyor, başka geçim kaynakları yok. Bu yüzden balı piyasanın birkaç katına satma eğilimindeler. Bu yüzden alıcılar varlıklı kesim oluyor."

Aslında baldan başka da ürünler var arıcılıkta, değil mi?

Bal arıcılık ürünlerinin en ucuzu. Polen daha kıymetli. İçinde bol miktarda protein, mineral ve enzim mevcut. Arı ekmeği fermente olmuş polendir. Polenin dıştaki selüloz duvarı parçalandığında biyo-yararlılığı çok artıyor. Yediğimiz polenin yüzde 80’ini sindiremediğimiz için vücudumuzdan atarız. Arı ekmeğinin ise yüzde 90’ını sindirebiliyoruz. Propolis ise bitkilerin antibiyotiğidir. Baharda sürgün verirken, sonbaharda düşen yaprağın yerini kapatmak için propolis salgılar bitkiler. Propolis minerallerin yanı sıra çok sayıda bitkisel antibiyotik içerir. Sürgünlerin çıktığı, kabuğu yardığı yerler ağacın yarasıdır. Propolis bunu iyileştirmek için çıkar.
Arı gelir, her petek gözünü yeni arı çıktıktan sonra dezenfekte edip yeni yumurtaya hazırlar. Propolisle mumu karıştırıp kovanın çatlaklarını onarır. Kovanın içinde böcek ölmüşse onu mumyalar. Propolis antibiyotik ve mineral içerdiği için doğal tıbbın konusudur.

Peki, ana arının önemi nedir, niye ticareti yapılır?

Kovanda üç tip arı var: ana arı, işçi arılar –ki hepsi ana arının salgıladığı feromon maddesiyle dişilikleri bastırılmış dişiler– ve erkek arılar. Ana arı ölünce, işçi arıların yumurtalıkları gelişmeye başlar. Arıların fizyolojisi tersine işleyebiliyor. Ana arı yılda 12-15 erkekle çiftleşir. Evrim rekabeti arılar ve karıncalarda dişilerdedir, erkekler rekabet etmez. Bir ana arının 10 milyona yakın yumurtlama kapasitesi vardır. Yumurtalar döllenmeden hazırdır, çiftleştiği bütün spermleri kesesinde toplar, dölsüzden erkek, döllenmişten dişi-işçi arı çıkar. Çiftleşmiş ve döllenmiş bir ana arı ırkının özelliklerini taşır, bu yüzden endüstriyel arıcılıkta ana arı ticareti vardır.

                   İspanya’daki Arana mağarasında neolitik çağdan arıcılık izleri

Bu ticaretin bir zararı var mı?

Bu sevdanın en dramatik sonuçlarından biri varroa adlı arı kenesi. Apis cerena’nın, yani Hindistan bal arısının arı kenesiyle doğal bir birlikteliği var. Varroa arının larva döneminde petek gözüne girip onunla birlikte büyüyor. Her bir Apis cerena larvasında bir varroa büyüyebildiği için arı denge kurabiliyor. Ancak, Hindistan bal arısıyla İtalyan bal arısını çiftleştirip güçlü ve verimli yeni bir ırk yaratmak istediler. Böylece arı kenesi Avrupa’ya ulaştı. Arı kenesi 1975’te Trakya’daki arı ırkı üzerinden Türkiye’ye girdi. Üç yıl içinde Türkiye’deki arıların yüzde 40’ını öldürdü. Çünkü Anadolu arı ırkının larvası Hindistan bal arısınınkinin üç-dört katı. Bu yüzden tek bir arıda dört-beş kene büyüyor. Katlanarak artan kene nüfusuyla arılar baş edemiyor. Şu an endüstriyel arıcılıkta varroa temizlenemediği, dahası gezginci arıcılıkla sayısı arttığı için çok fazla ilaç kullanılıyor. Baldaki kalıntının en büyük sebeplerinden biri bu. Normalde arı bir kere yavrulasa zor da olsa keneyle baş edebilir. Ama arı gezdirildiğinde en az 3-4 defa yavrulama dönemi yaşıyor.

Dünyada arı varlığının azaldığı ve bunun vahim sonuçlar doğurabileceği söyleniyor. Türkiye’de durum nasıl?

Türkiye’de her yıl arıların yüzde 30-40’ını kaybediyoruz. Ama yeniden üretiyoruz. Ülkede 8 milyon kovan var. Bu çok aşırı bir miktar. Şu anda dünyadaki arı varlığı suni yollarla, şurupla besleyerek, seracılığa benzer bir mantıkla artırılıyor. 1990’lı yıllarda “koloni çöküş sendromu” (CCD) yüzünden tüm dünyada arı varlığı bir anda düştü. Varroa, Amerikan Yavru Çürüklüğü ve tarımsal pestisitler gibi birçok neden öne sürüldü ve ardından tedbirler alındı. Arı müdahale edilmeye çok açık bir canlı. Mesela bir zeytinlik çökerse, 10-20 yıl onu yenilemekle uğraşırsınız. Arı bir ilaçtan bir sene söner, kalan kovanlardan ertesi sene çoğaltabilirsiniz. Ama verim düşer, kaynak israf edilir. Bir milyon nüfuslu güçlü koloni yerine 8 milyonluk zayıf bir koloniye sahip olursunuz. Dünyada sadece bal arılarının nüfusu tartışılıyor. Bu çok insan merkezli bir bakış. Pestisitler, iklim değişikliği bal arılarının nüfusunu her sene düşürüyor, arıcılar nüfusu tekrar arttırıyor. Yabani arılarda ise iklim krizi ve pestisitlerden dolayı geri dönüşsüz bir yok oluş söz konusu.

"70 yıl öncesine kadar bir çoban bütün koyunlarını tanırmış. Bir köylü ineklerini huyuyla suyuyla bilirmiş. Endüstriyelleşme bunu yok etti. İyi bir arıcı, tanıyabileceği kadar kovanı olan arıcıdır."

ÇARIK olarak koruma konusunda ne yapıyorsunuz?

Konuyu bütünsellik içinde ele alıyoruz. Üretimde kullanılacak bilginin üretim sürecini, doğal ve bütüncül koloni yönetimini, farklı arıcılık tarzlarını araştırıyoruz. Arıcılığın nasıl sürdürülebilir bir geçim kaynağı olabileceğine bakıyoruz. Önceleri, ham bir hayalle sektörün tamamını dönüştürebiliriz diye düşünüyorduk. Ardından daha sürdürülebilir modeller yaratmaya ağırlık verdik. İki tane Birleşmiş Milletler projesi yürüttük: Çam Balımız Yok Olmasın ve Arıcılık İyidir, Tutkun Olursan. Şimdi o saha araştırmalarının sonuçlarından yararlanıyoruz. Yerel Rotalar projesiyle gezginci arıcılığa alternatif bir model oluşturmaya çalışıyoruz. Türkiye’nin çok az bölgesinde geçimlik sabit arıcılık yapılabilir. Ama gezgincilik illa da endüstriyel olmak zorunda değil. Geleneksel arıcılar da yörük usûlü, kovanlarını yaylaya çıkarır ve düze indirirdi. Bu modeli ve rotalarını saptamaya çalışıyoruz: Bayramiç, Menemen ve Muğla’nın üç bölgesini tespit ettik.
Arıcılar ballarını değerinde satamadıkları için endüstriyel yöntemlere başvurduklarını söylüyorlar. Bu yüzden gıda topluluklarıyla çalışıyor, Senin de Bir Kovanın Olsun gibi projeler yürütüyoruz.

Senin de Bir Kovanın Olsun nasıl bir proje?

Topluluk destekli, ön ödemeli bir model. Şu an çam balı için yapıyoruz. Hazirana kadar talepleri alıyoruz, hasat mevsiminde, ekimde balı gönderiyoruz. Pilot projede 100 tüketici 10 kilo karşılığında para yatırıyor. Biz de arıcıya “kovanının 10 kilo balı şu kişiye ait” diyoruz. Arıcı doğal yöntemleri kullanmayı taahhüt ediyor. Varsayalım 100 kovanı var, hepsini doğal yöntemle yapmak zorunda. Balının tamının pazarlanmasına destek oluyoruz. Fiyat bu sene 35 lira. Piyasa koşulları ve geçim kaynaklarına göre bir denge gözetiliyor. Tartışmalı bir konu.

Fiyatı nasıl belirliyorsunuz?

Bir “soylulaşma” riski söz konusu. Bu tür topluluklar fedakârca iş yapıyor, çok emek veriyor, başka geçim kaynakları yok. Bu yüzden balı piyasanın birkaç katına satma eğilimindeler. Bu makul olsa da pratikte alıcılar varlıklı kesim oluyor. Çok da ironik bir durum söz konusu. Çünkü alıcıların büyük bölümü mevcut sorunları yaratan sektörde çalışan insanlar. Dolayısıyla, evet, balımız değerli, ama bu fiyattan satarsak çok az kişiye ulaşabileceğiz. Oysa daha fazla üreticinin balını almak istiyoruz. Çam balını marketteki fiyata satalım dedik. Orta gelirlilere hitap eden bir markette fiyatı 35-40 lira. Toptancıya giden pay bizde doğrudan üreticiye gidiyor. Böylece, “orta gelirlinin” de alabileceği fiyata kadar iniyoruz. Bana kalırsa gıda gruplarının hepsi bu fiyat politikasını izlemeli.

"Ekolojik arıcılık hem arının hem insanın doğayla ilişkisini adil olarak tesis etmeye çalışan bir tarz. Sadece arıları insandan değil, diğer arıları da bal arısından korumak gerekiyor. Aşırı popülasyon haksız rekabet, kayırılmış bir tür yaratıyor."

Türkiye’de kaç kişi arıcılıkla uğraşıyor?

Arıcılık artık köy ekonomisinin bir parçası değil, profesyonel bir meslek. Türkiye’de yaklaşık 25 bin kayıtlı arıcı yılda 125-140 bin ton bal üretiyor. Diğer tarımsal sektörlerde olduğu gibi birliğe kayıtlı olmadan arıcılık yapamıyorsunuz. Ayrıca çiftçi kayıt sistemi gibi arıcı kayıt sistemi (AKS) var. İl bazında yetiştirici, ilçe bazında satış birlikleri de var. Bal üzerine uzmanlaşmış tarımsal kalkınma kooperatifleri var. Ama, sayıları çok az.

Kooperatiflere iyi örnekler var mı?

Datça’da bulunan Sındı Kooperatifi iyi işliyor. Dayanışma ekonomisini sürdürüyor, temel değerleri koruyabiliyor, yerel kalmayı başarabiliyor. Bu tabii biraz Ömer Orhan amcanın himmetinden kaynaklanıyor. Trajikomik bir durum söz konusu: Kooperatiflerin başarısı başkanlarına bağlı. Sındı’nın başarısı ürünlerini BUKOOP’a (Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi), Kadıköy Kooperatifi’ne, gıda topluluklarına, ürünün değerini bilenlere pazarlamasından kaynaklanıyor.

Ovacık Kooperatifi de bal üretiyor; onları nasıl buluyorsunuz?

İyi bir örnek, ama arıcılık orada ürün kalemlerinden sadece biri. Pülümür’de Hemgen Bal Kooperatifi var. Muğla’da Karabörtlen, Pınar, Yerkesik Bal kooperatifleri de iyi işliyor.

                         İbn Butlan'ın sağlık kitabında sögüt ağacından kovan çizimleri (11. yy)

Devletin arıcılığı destekleme konusundaki politikası ve uygulamaları nasıl?

Kötü ve yanlış. Tarımda dönüm başına para desteği verdikleri gibi, arıcılara kovan başı para veriyorlar. 10 yıl önce ürüne destek veriliyordu. Arıcılar ürünlerini çok göstermek için sahte fatura buluyormuş. O yüzden şimdi kovan başına destek veriliyor. Bu sefer de sahte kovan yapılıyor. Kovana plaka alıyoruz. Eylülde kovanları gezip, içlerini açıp 7 çıtalı olduklarını saptamaları gerekiyor. Ama 8 milyon kovanı saymak mümkün değil. Yuvarlak hesap ödeme yapılıyor.

Yerel yönetim destekleri var mı?

İyi örnek yok. Eskişehir’de Arı Köy kuruldu, devam etmedi. Muğla’da birlikle belediye arasında uyuşmazlık var. İzmir’de, İstanbul’da Büyükşehir Belediyeleri pazar açısından destek veriyor. Bence yerel yönetimler sadece kendi olanaklarıyla proje yapamaz. Sahada arıcılığın nasıl yapılması gerektiğiyle ilgili rol alamaz. Bunlar akademinin, bakanlığın araştırma birimlerinin, birliklerin, bizim gibi STK’ların görevi. Belediyeler paydaş, destekçi, katılımcı olabilir, ürünleri doğrudan ulaştırabilir.

Bugün arıcıların en önemli sorunu nedir?

Pazarlama. Toptan satışa, tüccara mahkûm durumdalar. Eskiden arıcıların toptancıları olurdu, şimdi toptancıların arıcıları var. Örneğin, Muğlalı bir arıcı olarak Sivas’a gittin, orada konaklar, işini yapardın. Hasat zamanında oranın toptancısı balını alırdı. Şimdi, arıcı parasızlıktan son kuruşuyla araç tutup Sivas’a gidiyor, aynı zamanda şeker tüccarı da olan bal toptancısından veresiye şeker alıyor. Ve artık o toptancının verdiği fiyata mahkûm hale geliyor. Arıcılık bizde sadece balcılık olarak anlaşılıyor. Halbuki öyle değil, polen, perga, arı sütü, propolis, arı zehri, erkek arı larvası, ana arı larvası ve petek gibi çok çeşitli ürün var. Arı zehri konusu tartışmalı. Bu çok iyi bir ürün, ama kolonilere zarar veriyor. Bunu üretecek olgunluğa erişmiş bir arıcılık kültürüne sahip değiliz. Arı sütü de çok fazla müdahale gerektiriyor. Diğerleri, nispeten az müdahalelerle elde edilecek, katma değeri yüksek ürünler. Onları da düşünmek gerekiyor. Ama sektör şu an balcı. Gezginci arıcılığa bir çare de ürün çeşitliliğini artırmaktan geçiyor. Böylece gelir de artacak. Ayrıca, arı sütünü mesela ancak gezmezsen alabilirsin. Bu yüzden tarımsal kalkınma kooperatifi değil, üretim ve pazarlama kooperatifi kuruyoruz. Kooperatifte farklı ürünlerin üreticileri olacak. Farklı bal üreticileri, ekipman üreticileri, pazarlamada katkıda bulunmak isteyenler, araştırmacılar yer alacak. Tüm Türkiye’den 47 kişilik bir grubuz.

"Pestisitler doğal bitkileri de zehirlediği için yaban arılarını yok ediyor. Yaban arılarının ölümü bitkilerin tozlaşmasını engelliyor. Yaban hayat çok hızlı ve köklü bir şekilde yok oluyor."

Ekolojik arıcılığı mı destekleyeceksiniz?

Evet. İsmimiz APİKOOP, açılımı Ekolojik Arıcılık Kooperatifi. “Api” Latince arı demek. Ekolojik arıcılık arıyı bulunduğu ekosistemde değerlendiren, hem arının doğayla ilişkisini hem insanın doğayla ilişkisini adil olarak tesis etmeye çalışan bir tarz. Sadece arıları insandan değil, diğer arıları da bal arısından korumak gerekiyor. Aşırı popülasyon haksız rekabet, kayırılmış bir tür yaratıyor. Müdahalemiz doğal dengenin bozulmasına sebep olmamalı, aynı zamanda insanlar arıcılıktan geçinebilmeli. İşin zorluğu bu ikisini beraber kotarabilmekte yatıyor.

Kooperatif arıcıların örgütlenmesi, tüccar karşısında haklarını koruyabilmeleri için de örgütlenecek mi?

Henüz erken. Bunu bir sonraki aşamada düşüneceğiz. Çiftçi-Sen gibi biz de belirli bir tarımsal grubun, kooperatifleşmenin ötesinde, sendikalaşmasına çaba sarf edebiliriz. Ama bunun taşıyıcı kültürü henüz oluşmadı. Önce bu kültüre katkı sunmalıyız. Öte yandan, sendika ile kooperatif ayrı olmalı. Örneğin, Çiftçiler Sendikası’nın bir alt kolu olabilir.

İyi bir arıcının meziyetleri nelerdir?

Arının dilinden anlar, döngüsünü bilir. 70 yıl öncesine kadar bir çoban bütün koyunlarını tanırmış. Bir köylü kadın, ineklerini huyuyla suyuyla bilirmiş. Endüstriyelleşme bunu yok etti. İyi bir arıcı, tanıyabileceği kadar kovanı olan arıcıdır. 30-40 dönümden fazla buğdayı, 500’den fazla zeytin ağacı olan çiftçiler artık dili anlayamaz. Arıcılar için makul oran aile başına en fazla 200 kovandır. Oysa, 900-1000 kovanı olanlar var. Türkiye ortalaması 300 kovan civarında. 150-200’den fazlasına bakamazsın. Müdahalesiz arıcılıkla geçinmek mümkün değil. Değerlere dayalı müdahaleyle üretim ise tam zamanlı bir iş. 150-200 kovanı geçersen ya işçi çalıştırırsın ya da musluk takıp şekerli su verirsin. Ortada büyük bir glikoz tankı, çevresinde 500 kovanın dizildiği bir arılık düşünün. Kovanlara hortumlarla şeker veriliyor. Üretilen şeye de “bal” deniyor. Bülent Şık 1+1’e yazdığı bir yazıda böcek ve arı popülasyonlarının azalmasıyla gezegende yaşanacak sorunlara dikkat çekiyordu. Temel sorunlardan biri de pestisit kullanımı. Zehirsiz Sofralar Kampanyası sayesinde 16 pestisit yasaklandı.

Pestisitlerin arılar üzerindeki etkileri neler?

İki şekilde zarar veriyorlar. İlkin arıyı akut şekilde doğrudan etkiliyor. İkincisi, arı bitkilerine zarar veriyor. Özellikle, ayçiçeği, pamuk gibi ürünlerde kullanılan pestisitler arıyı zehirliyor, yön bulma duyularını ve öğrenme kapasitelerini azaltıyor, tarlacı arıları işlevsiz hale getiriyor.
Öte yandan, konuyu hep bal arıları ekseninde tartışıyoruz. Ama ekosistemde bal arılarının gördüğü zarar telafi edilebilir. Pestisitli bitkilerden yaban arıları da besleniyor. Onların uğradığı zararı tespit eden bir çalışma yok. Anadolu hem bal arılarının hem de “bombusların”, yani yaban arılarının gen kaynağı. Onların popülasyonu hızla tükeniyor. Endüstriyel bitkilerden ziyade doğal bitkilerle ilişki kurdukları için, yaban arıları ekosistemin sürdürülebilirliğine büyük katkı sağlıyor. Ama pestisitler doğal bitkileri de zehirlediği için yaban arılarını da yok ediyor. Yaban arılarının ölümü bitkilerin tozlaşmasını engelliyor. Yaban hayat çok hızlı ve köklü bir şekilde yok oluyor. Diğer yandan, Anadolu’daki bal arısı popülasyonu aşırı. Araştırmalar bir popülasyonun dengeli yaşayabilmesi için kilometrekare başına bir kovan düşmesi gerektiğini söylüyor. Oysa Türkiye’de 8 kovan düşüyor. Yaban çiçeklerine 8 kat fazla bal arısı konuyor. Dolayısıyla yaban arısına ne polen ne de nektar kalıyor. Endüstriyel tarım doğal çevre ve popülasyonu yok ediyor, akut arı ölümlerine sebep oluyor, arıları kronik olarak güçsüzleştiriyor. Arıcılar güçsüz kolonileri hayatta tutabilmek için başka çözümlere yöneliyor, böylece balın niteliği de bozuluyor.
Greenpeace’in bir yıl önce neonikotinoid türü tarım pestisitlerine karşı yürüttüğü kampanyayla 11 pestisit yasaklandı. Bu yasak arılar için çok önemli. Çünkü bu pestisitler nikotin temelli. Hem bağımlılık yaratıyorlar hem de arıyı güçsüzleştiriyorlar. Tam bir kısır döngü. Arılar yön duygularını kaybediyor, kovana geri dönemiyor.

Söyleşi: Umut Kocagöz / 1+1FORUM




Sessiz fazilet - Söyleşi: Anıl Olcan / 1+1FORUM

 TİYATRONUN VE YEŞİLÇAM’IN UNUTULMAZ SİMASI İHSAN YÜCE 92 YAŞINDA!

Bugün (23 Ocak) doğum günü. Anadolu’nun “Sarı Derviş”i, Salacak sahilinin “İhsan Baba”sı, “amansız tiyatro batırıcısı”, “Fırat’ın Cinleri”nin “cinbaz”ı, sayısız filmin oyuncusu, senaristi, yönetmeni... Yeşilçam’ın unutulmaz siması. Ardından söylenen tekerleme: “Salacak’ta gördüm yedi cüceyi, kim sevmez ki İhsan Yüce’yi!” Otuz yıl önce, 15 Mayıs 1991’de, 62 yaşında yitirdiğimiz o “sessiz fazilet”i “Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam: İhsan Yüce” kitabının yazarı Erhan Tuncer’den dinliyoruz. Express'in Güz 2020 sayısından naklen. Anısına saygıyla...

Yeşilçam’ın gölgede kalmış isimlerinden biri olan İhsan Yüce hakkında bir kitap yazmaya sizi götüren neydi? 

Erhan Tuncer: Yeşilçam sinemasında hayatını merak ettiğim birkaç isimden biriydi. Sinemamıza kattığı güzelliklerin yanı sıra çok birikimli bir insan olduğunu hep duyuyor, onunla ilgili bir şeyler yapmak için heyecanlanıyordum. İnsanların hayatına dokunmayı seven biri olması, emeğin kutsallığına inanması beni motive etti. Bu kitabın sinemaya emek temelinde bakanlar için özel bir yere sahip olacağını düşünüyorum. 

Kitabın ismi nereden geldi?

İsim babası Nemesis Kitap’ın sahibi Özgür Güvenç. Yaptığımız ilk toplantıda, yaklaşık 10 yıldır Gül Gibi Zabıta Dururken Kızını Çöpçüye Veren Adam adında bir İhsan Yüce kitabı yazılmasını hayal ettiğini söyledi. (gülüyor)

Kitaba başlarken İhsan Yüce’nin kendi yazdığı özgeçmişini buluyorsunuz. Nasıl ulaştınız bu biyografiye?

                                     Erhan Tuncer

İhsan Yüce’nin hayatıyla ilgili araştırma yaparken öncelikle kendi arşivimdeki lobi kartlarına ve Ses, SaklambaçYelpaze gibi dönemin sanat ve magazin dergilerine bakmıştım. Bazı tiyatro haberlerinde ismi geçiyordu, ama bunlar ufak tefek şeylerdi. Yeşilçam oyuncularının hayat hikâyelerinin olduğu Ses Dergisi’nin Sanatçılar Ansiklopedisi ve Türk Sinema Sanatçıları Ansiklopedisi’nde de yeterli bir bilgi çıkmadı. Tiyatro arşivcisi arkadaşım Tekin Deniz bana 1983 tarihli TV’de 7 Gün dergisinde yayınlanan İhsan Yüce ile sinema üzerine yapılmış belki de tek sağlıklı söyleşiyi göndermişti. O bir sayfalık söyleşide belli başlı bilgiler vardı, ama boşluklar çoktu. Doğdu, boşluk, Anadolu’ya merak sarmış, boşluk… Neden arkeolojiye meraklıydı, neden Anadolu’yu bu kadar seviyordu, öğrenemiyordum. Kızı Aslı Yüce ile iletişime geçtim, “babanızın hayatıyla ilgili belge var mı” diye sordum. Aslı Yüce senaryo taslaklarını, sinema ve tiyatro geçmişine dair broşürleri, afişleri paylaştı. Bu belgeler önemli bir eksiği doldursa da bir biyografi yazmak için yeterli değildi. Çok canım sıkıldı. Moralimin bozuk olduğu bir gün Aslı Yüce’den bir mesaj geldi. İnanamayacaksın, ilk defa gördüğüm bir zarf buldum, babam biyografisini yazmış” dedi. Oturdum ağladım...

Hayatını nasıl anlatmış, neleri vurgulamış?

Bir buçuk sayfalık biyografisinde yalın cümlelerle, nokta atışı tarihlerle kendinden bahsetmiş. Sinema veya tiyatro anlayışından bahseden bir metin değil. Ama kitabın yapısını kurarken büyük yardımı oldu. Aslı Yüce “Babam herkese yardım ederdi, oradan bile bize yardım etti” demişti. (gülüyor)

Neden yazmış olabilir biyografisini?

Muhtemelen bir filmine destek istemek için Kültür Bakanlığı’na yazmıştı. Biyografisini yazacak biri değildi. Hatırlanmak veya unutulmak umurunda bile olmazdı. Melâmilikte “mahviyetkâr” diye bir tabir var, İhsan Yüce tam öyle bir insan. Hayatını tasavvufi anlamda mahvolmaya, yokluğa adamıştı. Dünyevi “nimetler”e ilgisi yoktu. Hiç ev sahibi olmamış mesela. Kızı “neden bizim evimiz yok” diye sorduğunda “bütün evler bizim” diyor. Oynadığı bazı filmleri para istemeden, “Aslı ve benim kalabileceğimiz iki kişilik oda ve akşamları güzel bir sofra” diyerek kabul etmiş biri. İlk Altın Portakal’ı kazandığında, ödül töreni için kıyafetini Behçet Nacar alıyor. İkinci defa Altın Portakal’ı aldığındaki kıyafetine bakın, herkes takım elbiseli, İhsan Yüce kot gömlekli, gömlek cebinde sigara paketi. (gülüyor)

"Melâmilikte “mahviyetkâr” diye bir tabir var, İhsan Yüce tam öyle bir insan. Hayatını tasavvufi anlamda yokluğa adamıştı. Bir işin içinde devinmek, onun içinde erimek, yok olmak istiyor."

Kitapta “başlamayı sevdiğini” söylüyorsunuz. Başlamak onun için ne anlama geliyor?

Kitap için yaptığım söyleşilerde, bir arkadaşı onun için “amansız bir tiyatro batırıcısıdır” demişti. Ama tiyatro batırmayı başarısızlık olarak görmüyor. Hep yeni bir şeyler yapmak istiyor. Şehirlere, köylere, kasabalara tiyatro götürüyor. Bir şeye yeniden başlamadaki heyecan onu ayakta tutuyor. Belki de hayatının temel anlayışı “keşfetmek”. Keşfetmek sadece basit bir heyecan değil onun için. Bu heyecanın başkaları için de bir aydınlanma vesilesi olmasını istiyor. Tiyatro oyuncusu Gökhan Mete anlattı, Şalvar Davasının (Kartal Tibet,1983) çekimlerinde İznik’te bir otelde beraber kalıyorlarmış. İhsan Yüce yakınlardaki bir antik kentten getirdiği küçük taşları saatlerce inceliyormuş. Onun yaşam motivasyonu bu taşlara bakarken duyduğu haz. Bu yüzden “başarısızlık” kelimesinin lugatında olduğunu sanmıyorum. Birçok şey yapmaya çalıştı, denedi, yapamadı, tekrar denedi. Yeniden başlamak arzusu ona Anadolu’nun köylerine tiyatro götürme şevki veriyor. İhsan Yüce yolda olmayı seven biri, vardığı yerle anılmayı seven biri değil. Bir işin içinde devinmek, onun içinde erimek, yok olmak istiyor. 1971’de kızı dünyaya gelmese köy tiyatrolarında koşturmaya devam edecekti muhtemelen. 

Anadolu’ya taşımaya çalıştığı politik tiyatro köylerde nasıl bir karşılık buluyor?

O dönemde tiyatroyu kırsalda yapmaya çalışmak ekonomik ve fizik olarak zor bir iş. Bazı köylerde politik olarak zorluklarla karşılaşıyorlar, mesela 1971’de, Antalya’da oynadıkları Cahit Atay’ın “Karaların Memetleri” adlı oyun sabote ediliyor. Eşi Zerrin Acuner de sahnede ve hamile. Elektrikleri kesiliyor, ama oynamaya devam ediyorlar. Tur otobüsleri taşlanınca tatları kaçıyor. İhsan Yüce o yıl baba olunca sinemaya ağırlık veriyor.

Kendi çocukluğu nasıl geçiyor?

1929’da Cebrail Bey ve Efruze Hanım’ın oğlu olarak Elazığ’da doğuyor. Aile Elazığ’a Beyaz Rusya’dan göç ediyor. Bu göç esnasında Ermenilerden kalan köylerden birine yerleştiriyorlar. Zor bir çocukluk yaşıyor. Orada kalamayacağını anlıyor, kabuğunu kırmaya çalışıyor. Başka yerlere gitmeye çalışıyor.



Kabuğunu kırmaya çalıştığını nasıl anlıyoruz, gençliğinde neler yapıyor?

Babası Cebrail Bey iki arkadaşıyla Suriye’ye ticaret yapmaya gidiyor. Çok uzun süre geri dönmeyince aile endişeleniyor. İhsan Yüce 12-13 yaşlarında “ben babamı bulurum” diyerek Suriye’ye gidiyor. Babasını bir hastanede buluyor. O iki arkadaşından biri ölmüş, diğeri kör olmuş; Cebrail Bey olanları hatırlamıyor. Bu olay aile için bir muamma. İhsan Yüce’nin kendisini bilinmez bir yere atmasındaki motivasyonun sonraki hayatına yayıldığını düşünüyorum.

Oyunculuğa nasıl başlıyor?

1940’lı yılların sonunda bütün aile İzmir’e göçüyor. İlk yerleştiklerinde işportacılık, ayakkabı boyacılığı gibi birçok iş yapıyor. Halkevleri’nin kurslarına gidiyor, kendisini geliştiriyor. İlk sahne tecrübesini, heyecanını Halkevleri’nde tadıyor. Küçük piyesler sahneliyor. İlk ciddi tiyatro deneyimi 1957’de, Akın adlı oyunda oynuyor. 1961’de, İzmir turnesindeki Oraloğlu Tiyatrosu’nun ekibiyle tanışıyor, ahbaplık kuruyor. Lale Oraloğlu’nun kızı Alev Oraloğlu’nun bir portresini yapıp hediye ediyor, Lale Oraloğlu resme bayılıyor. İhsan Yüce çok maharetli, resim, ahşap oyma ve kostüm dikme gibi işlere eli yatkın. Oraloğlu Tiyatrosu’nun dekorlarını ve afişlerini yapmaya başlıyor. Kısa zamanda kendisini sevdiriyor ve Oraloğlu Tiyatrosu’nun kadrosuna giriyor.

O dönem tiyatro ortamı nasıl? Oraloğlu Tiyatrosu ne tür oyunlar sahneliyor?

1960’lar özel tiyatroların izleyiciyle aralarındaki bağın en kuvvetli olduğu yıllar. Metin And 60’ların tiyatro ortamının çok hareketli olduğunu, birçok tiyatronun kurulup battığını, yerlerine yenilerinin açıldığını anlatır. Oraloğlu Tiyatrosu genelde yabancı eserlerin uyarlamalarını sahneliyor. Kadınlar I-ıh Derse’yi uyarlıyorlar mesela. İhsan Yüce kendi tiyatrosunu kurmak için 1965-1966 sezonunda Oraloğlu Tiyatrosu’ndan ayrılıyor. İhsan Yüce feodalite karşıtı, halkın sömürülmesine ve bunun farkında olmamasına çok dertleniyor. Bu yüzden Balıkesir’de açtığı tiyatronun köylülere ulaşması için çaba veriyor. 1968’de Gen-Ar ve Arena-Ulvi Uraz Tiyatrosu’na katılıyor. Ömrü çok kısa olan Ankara Drama Sahnesi’ni kuruyor. 1969’da Direklerarası Kabare Tiyatrosu’nu kuruyor, ama o da tutmuyor.

"Bir arkadaşı “amansız bir tiyatro batırıcısıdır” demişti. Ama tiyatro batırmayı başarısızlık olarak görmüyor. Hep yeni bir şeyler yapmak istiyor. Birçok şey yapmayı denedi, yapamadı, tekrar denedi. Yeniden başlamak arzusu ona Anadolu’nun köylerine tiyatro götürme şevki veriyor."

Neden tutmuyor?

İlk olarak Rıfat Ilgaz’ın Çatal Matal oyununu sahneye koyuyorlar. Çatal Matal bir müzikal komedi ve politik bir taşlama. İkinci oyun Marquerite Duras’nın Hiroşima Sevgilim’i. Bu oyunların tarzları birbirinden çok farklı. İhsan Yüce bunları arka arkaya sahneliyor. Dönemin tiyatro eleştirmenleri bu üslubu eklektik buluyor. Bu eleştirilere hiç aldırmıyor, yılmadan yoluna devam ediyor.

Nasıl bir yol o?

Geleneksel kalıplar ona yeterli gelmiyor, onları zorluyor. Hem ilgi çekebileceğini hem de derdini daha iyi anlatabileceğini düşünerek Direklerarası Kabare’yi kuruyor. “Direklerarası” geleneksel Türk tiyatrosunu –ortaoyunu, kavuklu-pişekar– simgeliyor. “Kabare” ise yerli tiyatro geleneğine ait bir tarz değil. Direklerarası ile kabareyi birleştirmek, Hacivat ile Karagöz’ün çağdaş bir üslupla oynanmasına çabalıyor. Dönemi için hatırı sayılır bir yabancılaştırma denebilir bu tür için. Başlarda seyirci ilgisi oldukça iyi olmasına rağmen kısa bir süre sonra azalıyor. İhsan Yüce’nin yapmaya çalıştıklarına bugünden bakarsak “bağımsız tiyatro” olarak adlandırılabilir. 1960’larda, büyük prodüksiyonlu oyunların popüler olduğu bir dönemde, İhsan Yüce’nin yapmaya çalıştığı tiyatro rağbet görmüyor. Bir süre sonra ekonomik nedenlerden Direklerarası Kabare kapanıyor.

İhsan Yüce’nin siyasal dertlerinin olduğu anlaşılıyor. Hangi figürlerden etkileniyor?

İhsan Yüce Anadolu’yu karış karış gezmiş biri. Bu gezilerinde ezen-ezilen ilişkilerinin, sürgünlerin, yurtsuz bırakılmanın değişmediğini, hatta arttığını gözlemliyor. Lütfi Akad’ın Işıkla Karanlık Arasında kitabında “yarayı göstermek” diye bir ifade var. Yüce’nin temel derdi bu: “Yarayı göstermek”. Zapatista hareketine ilgisinin olduğunu biliyoruz. Elia Kazan’ın Viva Zapata’sı o dönem pek çok insanı etkilemiş. İhsan Yüce gibi devrimci damara sahip birinin Meksika devrimini takip etmemesi, öncü devrimcilerden etkilenmemesi garip olurdu.

Sinemaya adım atarken pek hevesli değil, ama Charlie Chaplin’e hayranlığı var.

Sahne Işıkları’ndaki Calvero karakteri onu çok etkiliyor. Calvero’nun bir palyaço olması, toplumu neşe ile uyarmayı seçmesi İhsan Yüce için önemli olmuş. Chaplin’in dünya sinemasında yaptığı İhsan Yüce’nin de yapmaya çalıştığı şey. Chaplin bunu makine dişlilerinin içine girerek yapıyor, İhsan Yüce de Kibar Feyzo’da duvara “Faşo Ağa” yazarak... 1960’larda sinemayı pek önemsemiyor. O yıllarda sinema onun için ev kirasını çıkarmayı sağlayan bir uğraş. Bir süre sonra etkilendiği toplumcu edebiyatçıların eserlerini senaryolaştırarak tiyatroda yapmaya çalıştığı şeyi sinemada yapmaya başlıyor. Metin Erksan’ın araladığı, Lütfi Akad’ın ittirdiği, Yılmaz Güney’in, tabiri caizse, tekmeyle açtığı “toplumcu gerçekçi” sinemanın kapısından İhsan Yüce de giriyor. İlk yaptığı işlerde o hevesle sinema deneyimsizliğini görmek mümkün. Ama tecrübe kazandıktan sonra Fırat’ın Cinleri, Kibar Feyzo gibi çok önemli filmler ortaya çıkarıyor. Özellikle Bebek (1979) bir bağımsız sinema başyapıtıdır. 

İlk deneyimi hangi film?

1971’de çektiği Hayat Cehennemi-Hiç. Filmin her yerinden iyimserlik ve tevazu akıyor, ama kamera kötü, ışık kötü, doğal olarak ortalama bir film çıkıyor. İyi gişe yapmıyor.

Yılmaz Güney’in “kapıyı tekmeyle açması”ndan sonra, “içerik devrimi” o dönem sinemacılar arasında çok tartışılıyor. İhsan Yüce bu tartışmaların neresinde duruyor?

Metin Erksan’ın Gecelerin Ötesi toplumcu gerçekçi sinemanın ilk örneğidir denebilir. Susuz Yaz ve Yılanların Öcü ile devam eden bu anlayışının en çarpıcı örneklerini Yılmaz Güney vermeye başlıyor. İhsan Yüce’nin sinemadaki öncülerden çok toplumcu gerçekçi edebiyattan etkilendiğini söylemek mümkün. Feodaliteyi odağına alan bir toplumcu gerçekçilik anlayışına sahip. Lütfi Akad örneğin, daha şehirli bir toplumcu gerçekçi bir kanatta. Köy hayatı o dönemde genelde melodramların konusu. Kırsaldaki yaşantıyı toplumcu gerçekçi bir anlayışla ele alan sinema güçlü değil o dönemde. İhsan Yüce’nin rol modelleri Yaşar Kemal, Bekir Yıldız, Osman Şahin, Muzaffer İzgü, Abbas Sayar gibi isimler.

70’ler avantür sinemanın yükseldiği bir dönem. Avantür sinemayla ilişkisi nasıl?

Mecburiyetten avantür film senaryoları yazıyor. Behçet Nacar’la olan dostluğu onu ucuz aksiyon ve erotik film yazmaya itiyor bir süre. Halit Refiğ “Gurbet Kuşları’nı çekebilmem için iş yapan beş film çekmem gerekiyordu. Filmografimde 70 film varsa kendim için çektiğim 10 film vardır” diyor. İhsan Yüce’nin de Fırat’ın Cinleri ve Kibar Feyzo arasında para kazanmak için çektiği bir sürü filmi var böyle.

"İhsan Yüce Oğuz Atay’ın Günlük’te sözünü ettiği “sessiz fazilet”in canlı örneği. Müthiş erdemli, entelektüel bir insan. Öldüğünde gazeteler yazmaz, ama mahallesindeki beş kişi deli gibi ağlar. Böyle insanlar sessizce işlerini yapar ve bu dünyadan sessizce gider."

70’ler aynı zamanda toplumsal mücadelenin yükseldiği, buna karşılık devletin sinemaya yoğun bir müdahalesinin olduğu bir dönem. İhsan Yüce bu zorluklarla nasıl başa çıkıyor?

70’ler dendiğinde sol-sosyalist düşüncenin yükseldiği, erotik komedilerin yavaş yavaş ülkeye girmeye başladığı, televizyonun yaygınlaşmasıyla sinemanın seyircisinin azaldığı, ağır sansür koşullarının hüküm sürdüğü bir dönemden bahsediyoruz. Dönemin tabiriyle, “patronlara karşı” bir cümle söyleyen filmler sansüre uğruyor. Yüce’nin senaryosunu yazdığı Fırat’ın Cinleri (Korhan Yurtsever, 1977) sansürden geçemiyor. İhsan Yüce o filmde cin çıkartan bir cinbazı oynuyor. Kürt, köy, işçi, cinci hoca gibi konulardan bahsedince sansürden geçemiyorsun. İhsan Yüce insanların zihninde ufacık bir kapı açma ihtimali varsa o ihtimalin üzerine giden biri. Has devrimci ve toplumcu gerçekçi sinema yapan bir insan. Sansürle, yoksullukla boğuşmuş, buna rağmen yazmaya devam etmiş biri.

1970’lerde örgütlü mücadelenin içinde yer alıyor mu?

Pek çok siyasal ve sendikal faaliyetin içinde. Sine-Sen üyesi. 1974 başında Bilge Olgaç, Talat Gözbak gibi oyuncu ve yönetmenlerin yer aldığı bir ekiple Türkiye Kültür Emekçileri Sendikası’nı (Kültür-İş) kuruyorlar. 1977’ye kadar gittikçe ağırlaşan bir sansür var. Sansür iyice dişini göstermeye başladığında yapımcısından yönetmenine, ışıkçısından kostümcüsüne, Ankara’ya bir yürüyüş başlatıyorlar. Kamer Sadık, Yadigâr Ejder, Süreyya Duru, Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Necdet Kökeş… İhsan Yüce de orada tabii. Dönemin Milliyetçi Cephe hükümeti bu yürüyüşü “sinemacılar porno filmlerin oynatılması için yürüyüşe geçti” diyerek karalıyor. Yürüyüş üç gün sürüyor. Ankara’ya girmelerine izin verilmiyor, ama temsilciler Kültür Bakanlığı ile görüşmeler yapıyor. 1977’den 80’e dek sansürün hafiflediği söylenebilir. Sinema emekçilerinin günlük çalışma saatleri ilk kez bu dönemde belirleniyor ve düşürülüyor. Yürüyüş sansüre karşı başlasa da sinema emekçilerinin çalışma hayatına olumlu katkı sağlayan kararların alınmasına vesile oluyor. 



Bu olumlu hava pek uzun sürmüyor, 12 Eylül 1980 darbesi geliyor. İhsan Yüce nasıl etkileniyor darbeden?

İhsan Yüce günü birlik yaşayan biri, ekonomik olarak da etkileniyor. Darbe dönemi Yüce için, yaşanan toplumsal travmaya ek olarak, “kirayı hiç ödeyemedim” dediği bir dönem. Geçim derdiyle türkücü filmleri yazmaya başlıyor. Bu dönemde Fazilet ve Öğretmen dışında övünebileceği bir senaryosu yok. Aslında 1980-1990 arası en çok film yönettiği dönem. Deliler Koğuşu, Bizim Sokak, İbişo gibi filmler yapıyor. Bu filmlerde gene kendi dertlerini anlatmaya çalışıyor, ama yapmak istediklerini tam olarak yapamıyor.

Darbeyle birlikte toplumun her kesimi devlet şiddetine hedef oluyor. İhsan Yüce bu dönemi nasıl geçiriyor?

Darbe sonrasında Sinematek başkanı olduğu gerekçesiyle Ahmet Sezerel hakkında yakalama kararı çıkarılıyor. Tuncer Necmioğlu da aranıyor o dönem. İhsan Yüce’nin devletten kaçanlara evini açmama ihtimali yok. İkisi de Yüce’nin evinde saklanıyor. (gülüyor) İhsan Yüce’nin evi dergâh gibi, 1970’lerden beri herkes onun evinde saklanıyor. Eşiyle kavga eden de, evi olmayan da İhsan Yüce’nin evinde kalıyor. Kırkambar dedikleri bir çorba yapıyorlar, içine bulabildikleri bütün sebzeleri koyuyorlar. Herkes o çorbadan içiyor. Mutfağında herkesi doyurmaya yetecek erzak olduğu söylenir. Şarabını, rakısını kapan Yüce’nin evine destursuz girebiliyor. Tarık Akan’ın Pehlivan filmini çalışmak için İhsan Yüce’de bir hafta kaldığı söylenir. Pehlivanlık müessesinin hiyerarşik ve folklorik ilişkilerini tartışmışlar. Sabahlara kadar muhabbet ediyorlar. Uzun muhabbetlerin olduğu Salacak’ta güneşi batırıp doğduran çok uzun muhabbetlerin olduğu masalar…

Neler konuşuluyor o masalarda?

Tarih, felsefe, siyaset, film, şiir… Bektaşilik üzerine çok konuşulurmuş. Konuşulmayan tek şey Yeşilçam dedikodusu. Hiç sevmezmiş Yeşilçam dedikodusunu. Salacak’ta Arap’ın Yeri’nde Yılmaz Güney’ sineması üzerine konuşmaya başlıyorlar, laf dönüp dolaşıp Kürt meselesine, oradan Sümerlere kadar geliyor. İhsan Yüce’nin gözlük camları koyu renkli olduğundan uyuyup uyumadığı anlaşılmazmış. Muhabbet sırasından biraz kestiriyor. Yüce’nin uyuduğunu fark etmeyen bir arkadaşı “İhsan Baba, sen ne diyorsun bu konuda?” diye sorduğunda doğrulup “onların hepsi Kürttü” diyor. Uyurken bile muhabbetin içinde. (gülüyor)

O dönem Üsküdar nasıl bir yer?

İhsan Yüce 1971’de kızının doğumuyla birlikte “yerleşik” hayata geçiyor ve Üsküdar’da bir ev tutuyor. O dönem Üsküdar’ın Şemsi Paşa civarı sağcı, Salacak solcu. Mahalleler politik olarak ayrılmış durumda. Şu anda Kız Kulesi’nin karşısında Salacak Çay Evi vardır. Orası eski Salacak İskelesi’ydi. O iskelenin hemen yanında soğan ve domates ektikleri küçük bir bostanları var. Masalarını iskelenin en ucuna kuruyorlarmış. İskelenin biraz yukarısındaki Arap’ın Yeri’nden balıklar geliyor, bostandan da domatesler, soğanlar. Dünyanın en güzel günbatımında demleniyorlar. Mazlum Çimen türkü söylüyor, Rıfat Ilgaz şiir okuyor, Ahmed Arif “Dağlarının ardı nazlıdır…” diye başlıyor. Böyle bir atmosfer. İş toplantısı yapacakları zaman Arap’ın Yeri’ne gidiyorlar. Tarık Akan ve Kemal Sunal’la Arap’ın Yeri’nde buluşuyorlar. Salacak sahilinde kurdukları masa kamuya açık. Balıkçısından şarapçısına herkes orada. Münir Özkul da has bir akşamcı olduğu için iş konuşmak sahildeki masayı tercih edermiş. Bugün bile o iskelenin etrafındaki balıkçılara İhsan Yüce’yi sorduğunuzda tanıyanlar çıkıyor. Sait Faik öldüğünde Burgazada’ya gidip “burada çok önemli bir edebiyatçı yaşıyormuş” dediklerinde Burgazlılar “bizim adada öyle biri yok” dermiş. Çünkü herkes onu “şarapçı Sait” olarak biliyor. (gülüyor) İhsan Yüce de böyledir. Salacak’taki balıkçılar sinemacılığından çok, dostluğuyla bilirler onu. “İhsan Baba’yla sabahlara kadar muhabbet ederdik” diyorlar. Salacak sahilinden yol geçtikten sonra oraların büyüsü bozuluyor. Ama evlerde toplanmaya devam ediyorlar.

Can Yücel’in uzun yıllar Kuzguncuk’ta yaşadığı biliniyor. İhsan Yüce ile Can Yücel’in yolları kesişmiş mi?

Çok sıkı dostlar. Yüce’nin Ankara’da tiyatro yaptığı dönemden tanışıyorlar. Anadolu mitolojisi üzerine çok konuştukları söylenir. Can Yücel “Anadolu mitolojisini İhsan kadar bileni yoktur” dermiş. İhsan Yüce’nin cenaze namazından sonra Can Yücel kabristana gelmiyor. Nedenini soranlara “İnsan arkadaşını gömer mi yahu?” diyor. Can Yücel hiçbir arkadaşının defnine katılmamış. Cenaze namazından sonra İmrahor Birahanesi’ne gidiyor, birkaç tek atarak İhsan Yüce’yi anıyor.

Anadolu ile kurduğu yoğun bağın nedeni ne sizce?

Anadolu İhsan Yüce için kendisini aradığı bir yer. İnsan hikâyeleriyle yoğurulmayı seviyor. Kürtlerin, Ermenilerin, Türklerin yüzyıllar boyu yaşadıkları İhsan Yüce’yi pişirmiş. “Dinliyor” aslında. O kadar ki karpuzun büyürken çıkardığı “kırt” sesinin bile ne olduğunu biliyor. İhsan Yüce anlattığı konuların bizzat yaşayanı da. Anadolu’da geçen birçok aşiret hikâyesi anlatılmıştır, ama İhsan Yüce bizzat o insanlarla konuşmuş ve derin tanışıklıklar kurmuş. Aslı Yüce’nin sakladığı İhsan Yüce’ye ait yazıların çoğu Anadolu ile ilgili. Anadolu’nun bir yerinde gördüğü bir mezarın krokisini bile çizmiş. Filmlerinde sıklıkla değindiği feodalite gerçekliğini 1940’lardan beri biliyor. Bir sürü köy ağası görmüş, çoğuyla tanışmış. Bir köyü ziyareti sırasında onun geldiğini duyan köy ağası “Vay, sarı derviş gelmiş!” diyor, İhsan Yüce ile mırra içmek istiyor. Anadolu’nun ağalarını, beyleri çok yakından tanıyor. Kibar Feyzo’daki meşhur “Faşo Ağa” duvar yazısını bir köy gezisinde görmüş. Bu gezilerde şahit olduğu toplumsal olguları ve topladığı bilgileri insanlara anlatmak istiyor.

Şiirle arası var mı?

Toplumcu gerçekçi şairleri seviyor. İkinci Yeni ile arası yok. (gülüyor) Masalarda doğaçlama olarak yazdığı “Felsefe” ve “Ekmek, Şarap, Sen ve Ben” isimli iki şiiri var. Mazlum Çimen bu iki şiiri birleştirip besteliyor. O masalarda oturan pek çok kişi bu şiiri bilir. Bir de eşi Zerrin Acuner için Çikitam isimli matrak bir şiir yazdığı söyleniyor. Çok aramamıza rağmen Çikitam’ı bulamadık.

Anadolu heterodoksisiyle çok ilgili olduğu görülüyor. Bu ilginin kaynağında neler var?

Hiçbir inançla doğrudan alâkası yok. İnandığı tek şey sevgi. Aslı Yüce bir gün ona “tanrı nedir” diye soruyor, “tanrı sevgidir” diyor. İlla bir inanç sistemi ile bağdaştırmamız gerekirse, Bektaşi olduğunu söyleyebiliriz. Bektaşiliğe inandığı için değil, sevginin kutsallığına inandığı için. Yunus Emre konusunda çok derin bilgisi var. 1974’te çekilen Yunus Emre Gönüller Fatihi‘nin senaryosuna danışmanlık yapmak için yönetmen Özdemir Birsel’le bir görüşme yapıyor. Birsel İhsan Yüce’nin Yunus Emre hakkındaki bilgisini görünce hayretler içinde kalıyor. İhsan Yüce Oğuz Atay’ın Günlük’te sözünü ettiği “sessiz fazilet”in canlı örneği. Müthiş erdemli, entelektüel bir insan. Kimsenin farkında olmadığı, ama etrafındaki herkesin hayatına dokunmuş biri. Öldüğünde gazeteler yazmaz, ama mahallesindeki beş kişi deli gibi ağlar. Böyle insanlar sessizce işlerini yapar ve bu dünyadan sessizce gider.

Express, sayı 173, Güz 2020

Her evin delisi kendine güzel - Miyase İlknur / CUMHURİYET

Basın mensupları iki koldan kıskaca alınmış durumda. İktidarın büyük ortağı yargıyı harekete geçirirken küçük ortak da evin delilerine adını öyle kulağa fısıldama şeklinde de değil, alenen bağıra çağıra ismini vererek hedef gösteriyor. Sonra da dalga geçer gibi “Birkaç yumruk yüzünden fırtına koparılıyor?” ya da “Bizim evin delisi çok” türünden cümleler kuruluyor. 

Ana muhalefet liderine linç girişiminde bulunulduğunda “Ne işi varmış orada?” diyen bu zihniyet, mafya babasının tehditleri üzerine yapılan eleştiriler karşısında da “O bizim dava arkadaşımız” diye arka çıkmıştı. 

17 Şubat 2016 günü Merasim Sokak’ta PKK tarafından düzenlenen ve 29 insanımızın yaşamını yitirdiği katliam günü bir meslektaşımızla bu vahşet nedeniyle Kandil’i suçlarken bu konuşmayı dinleyen üçüncü bir meslektaşımız can havliyle atılıp “Ama bu katliamı PKK yapmadı ki?” deyince hayretler içinde “Kim yaptı peki” diye sormuştuk. Omuz silkerek “TAK yaptı” deyivermişti.

Yahu TAK kim, o da Kandil’in emrinde değil mi” diye sorduğumuzda da “Onlar asi çocuklar, Kandil’i falan dinlemiyor” diye yanıt vermişti. “Bölgede kendilerini eleştirenleri katletmekten çekinmeyen PKK, TAK’a söz geçiremiyor öyle mi” diye sormanın da bir anlamı yoktu o saatten sonra. 

MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın sözleri bana o diyaloğu anımsattı.

Devlet Bahçeli, MHP’ye genel başkan seçildiği ilk yıllarda farklı bir portre çizerek karşı kamptakilerin bile takdirini kazanmıştı. 1980 sonrasında hapisten çıkan bazı ülkücülerin çek-senet mafyası, haraç kesme ve mafya grupları oluşturduğu bilinen bir gerçekti. Bahçeli, bu grupları gerek partisinden gerekse Ülkü Ocakları’ndan tasfiye etmişti. 2014 yılında Tekir Yaylası’nda düzenlenen geleneksel “Erciyes Zafer Kurultayı”nda da kurt gibi uluyan bir ülkücüye “Ne manası var böyle şeylerin.. Şu andan itibaren ocak dışındasın” diye ayar veren Bahçeli’nin, ülkücülerin giyim kuşamlarına çekidüzen vermesini istediğinde de MHP’nin ve ona bağlı kuruluşların eski görüntüsünden uzaklaşacağına dair olumlu bir beklenti oluşmuştu. 

Ne zamana kadar?

2000 yılında MHP’li eski Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu’nu hedef alan “Töre Dayağı”na kadar. Üstelik eski bakana, koruması ve şoförüne “Töre Dayağı”nı atan, evin delileri denecek partiyle inorganik ilişkisi olanlar da değildi. Bizzat milletvekili arkadaşlarıydı. Hoş, sonradan o dayağı atanlardan Cemal Enginyurt da partiden geçen yıl başka bir olay nedeniyle ihraç edildi ya...

Töre” dedikleri de genel başkanın aldığı karara aykırı tutum alınmasıydı. Koalisyon ortaklarının Cumhurbaşkanlığı adaylığı için Ahmet Necdet Sezer ismi üzerinde konsensüs sağlanmasına karşın MHP’den Somuncuoğlu, aday olmak istemesi nedeniyle bizzat milletvekili arkadaşları tarafından hırpalanmış ama Bahçeli, ne Somuncuoğlu’na “geçmiş olsun” dileğinde bulunmuş ne de saldırıyı gerçekleştiren milletvekilleri hakkında bir işlem yaptırmıştı.

3 Kasım 2002 seçimlerinde Trabzon üçüncü sıra adayı olan İbrahim Çakır, teşkilata ilişkin sorunları Bahçeli’ye iletmek için gittiği genel merkezde bizzat Bahçeli’nin özel kalem müdürü Ömer Karabaş tarafından darp edilmişti. 

Her fani ‘Töre Dayağı’nı bir gün tadacak

Ülkücü camianın “Töre Dayağı”nı son iki yılda siyasilerden gazetecilere pek çok kişi yedi. Bu saldırılar sonrasında oklar MHP’ye yöneldiğinde bu kez tehdit, hakaret ve eleştiri yapanları hedef göstermeler başladı. Madem eleştirilerden rahatsız oluyorsunuz, o zaman bırakın saldırıya uğrayanları arayıp nezaketen “geçmiş olsun” dileğinde bulunmayı, hiç olmazsa bir kınama mesajı verin. 

Ne gezer?

Eee, o zaman da kusura bakmayın, eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulamazsınız. Nitekim saldırılar, sonra yakalanan failer de sizin arka bahçeniz Ülkü Ocakları’ndan çıkıyorsa gülü seven dikenine katlanır. Ya bu kişileri derhal ihraç edecek ve aranıza mesafe koyacaksınız ya da bu eleştirileri göğüsleyeceksiniz. 

Öyle görünüyor ki iktidar cenahında Tuğrul Türkeş dışında bu işin vahametini anlayan kimse kalmamış.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Şu meşum 2007 - Aydemir Güler / SOL

 Yetmez Ama Evet pankartının AKP’nin demokrasiyi ilerlettiği fikri doğrultusunda solcuların eline tutuşturulması için bir şok gerekiyordu. Hrant’ın bedenine uygulanan bu şoktur.

19 Ocaklarda gericilerin artık pek eğlenemediği görülüyor. 2007’nin o berbat günleri Türkiye sağının arayıp bulamayacağı türden zamanlardı. Tetikçiden kahraman yaratmaya soyunan ırkçı faşistler hayatından memnundu. Dinci gericilik ise kendisini faşizmin alternatifi olarak sunarak Cumhuriyet yıkıcılığını örtmenin formülünü yakalıyordu. 

Şimdi suçu Fethullahçılara yıkıp işin içinden çıkmanın sahtekarlık olduğu, her iki kanadın da üstünden dökülüyor. Herkes biliyor. Dinciler iktidardı. Kontrgerilla Gülencilerdeydi ve Türk faşizminin içinden katil çıkartmakta herhangi bir zorluk yoktu… 
Aralarından biri kusmuş yine; tek öldürülen Dink mi diye sormuş. Ermenileri şımartanlar varmış… Şımarık faşistleri bir kenara bırakalım. Kusmukları gerçeği örtemez.

***

Hrant “bizimdir”, ama burada “bizim” derken dayanağım yalnızca mağdurluğu, mazlumluğu ve genel olarak solculuğu değildir. Bunun ötesinde Hrant Dink Türkiye siyasetinde kimi kalıpları zorlayan yaratıcı bir figürdü. Bakmayın “Dostlarının”, hiç gecikmeden, hemen o ölür ölmez üstlendiği karanlık role; Dink’in adının istismar edilmesidir yaptıkları. Uğursuz misyonlarını alenen ifade edip “AKP’nin dostları” diyemezlerdi ya kendilerine! 

Hrant Dink’in konuşmalarını AKP demokrasisine bağlamak için eğip bükmekten çok daha fazlası gerekir. Dink’in birçok yerde işaretini verdiği, örneklediği bir Tez’i vardı. Türk milliyetçiliğinin, Ermeni milliyetçiliğinin, emperyalizmin tuzaklarının, diaspora müdahaleciliğinin mamulü bir dizi mayının arasından ilerleyerek, sade suya tirit bir insancıllığın ötesine geçerek halkların kardeşliğini inşa etmeyi denedi Dink. Kuşkusuz bu deneme sosyalizm zeminine ayaklarını basarak cüret edilebilir bir şeydir… Buna ayrıca yer ve zaman ayırmak gerekir. Bugün şu meşum 2007 yılını hatırlamakla yetineceğim.

***

2007 Cumhurbaşkanı seçimi yılıydı. Yedi yıl önce bir düğümlenmenin sonucu olarak göreve gelen Ahmet Necdet Sezer’i yıpratmaya dönük ilk operasyon, imza attığı olayların ne kadarının ayırdında olduğunu asla anlayamayacağımız Bülent Ecevit’in patlattığı krizdir. Anayasa kitapçığı fırlatıldı mı fırlatılmadı mı derken AKP’yi iktidara taşıyan seçime kadar gelmiştik. Şimdi ise proje hazırdı. Çürüyen Cumhuriyete Cumhuriyet düşmanı bir Başkan lazımdı.

Dönemin Cumhuriyetçiliği maça yenik başladığının farkında mıydı acaba? Dinci gerici cephe bir siyasi partide temsil ediliyordu, aday seçenekleri üç aşağı beş yukarı belliydi. Karşı taraftaysa ciddi kitleleri toplayan mitingler dizisinin son halkasında “sol partilere birlik çağrısı” yapılıyordu. Lakin gericiliğe gösterilen direnç siyasi adresten yoksundu. Kimdi Cumhuriyet Mitinglerini yapanlar, hangi parti temsil edecekti onları? Siyasi program aramayalım, tamam; ama AKP’li Cumhurbaşkanı seçilmesin diye ne yapacaklardı? Adayları var mıydı?

Aslında adres hanesinin boş kalmasını askerler de tercih ediyor olmalıydı. Nisan-Mayıs aylarına damga vuran kitlesel mitingler akadursun, 27 Nisan’da Genelkurmay’ın internet sitesine muhtıra tadında ama yaptırımsız bir basın açıklaması metninin asılı vermesinin iki nedeni olabilir: Sanal muhtıra ya egemen güçlere “sokağa bakıp ürkmeyin, bu iş bizim” demeye getiriyordu, ya da olası bir halk hareketinin cuntacılıkla damgalanıp dağılmasını amaçlıyor, kıyafet balosuna demokrasi kostümüyle gelen gericilerin işini kolaylaştırmış oluyordu.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun Cumhurbaşkanı oylamasının yapılabilmesi için gereken vekil sayısının 367 olduğunu ilan ederek sahneye koyuverdiği silah, ister istemez patladı. Ama patlama kaçınılmazsa da, ortada siyasal özne olmayınca, etrafından dolanılabiliyormuş… CHP’nin oturumlara katılmaması halinde AKP’nin parlamento gücü yetmiyordu. Pekala, o halde erken seçim!

2007 seçimlerinde yüzde 46,5 oranına ulaşan AKP yine “nitelikli çoğunluğu” yakalayamadı. Ama yalnızca AKP ve CHP’nin girebildiği 2002 Meclisinden farklı olarak artık MHP ve (CHP listelerinden aralık kapı bulan) DSP de vardı parmak hesabında. İstemeyen gelmesindi, Kanadoğlu’nun kriterine uygun biçimde seçtiler Abdullah Gül’ü. 

***

19 Ocak bütün bu sürecin başlangıç noktasıdır. Dinci gericiliğin 2007 yılındaki zafer yürüyüşünün açılışı Hrant Dink’in sırtından vurulmasıyla yapılmıştır. Cumhuriyeti yıkacak olan AKP “kontrgerillayı dağıtacak olan güç” olarak sahne almalıydı. Kuşkusuz NATO üyesi bir Ordunun her daim ağırlık taşıdığı, 12 Eylül faşizmi sayesinde karanlık çağlara dönmüş bir devletin içinde çete arayan sıkıntı çekmezdi. Günah keçisinin adı “Ergenekon” olarak kondu. Oysa sadece AKP döneminde değil, on yıllardır semirtilen Fethullahçılar devletin ve kontrgerillanın içinde çoktan kilit unsur olmuşlardı. 

Cinayet sayesinde kamuoyunun inandırıldığı iddiaya göre 12 Eylül’le hesap soracak olan AKP idi. Birikimcilerin teorisine göre demokratik devrimi tamamlamak imamlara kalmıştı. İmamların üfürmesi yetmez, liberal demokratların kampanyaları gerekirdi bu iş için. Rastlantı değildir, Ufuk Uras’ın Meclise giriş yılıdır 2007. Uras önemsiz, ama solun AKP’nin kuyruğunda resmedilmesi çok önemlidir. Yetmez Ama Evet pankartının AKP’nin demokrasiyi ilerlettiği fikri doğrultusunda solcuların eline tutuşturulması için bir şok gerekiyordu. Hrant’ın bedenine uygulanan bu şoktur.

Yeri gelmişken; solun üstüne yıkılan bu gölgeyi kaldırmak için çok uğraştık demek durumundayım. En sonunda operasyonun yeni bir halkası olan 12 Eylül 2010 Anayasa oylamasında solun belli başlı yapılarını Hayır çizgisinde buluşturduk. 

***

Cinayet herkesin gözlerinin önünde, Dink’i alenen hedef göstere göstere, katilin çıktığı bölgede başka saldırılarla tatbikatlar yapıla yapıla, istihbaratçılardan mahkemelere, karakollardan gazetelere mükemmel bir mimari kurguyla işlendi. 19 Ocak bizim Kırmızı Pazartesilerimizden bir tanesidir.
Şimdi o mimari yok. Gericiler çoktan birbirine düştü, Fethullahçılar darbeci, liberaller muhalif oldu. Bize düşen görev ise yalnızca gerçekleri hatırlatmak değil. Hrant Dink’in ve Cumhuriyetimizin katlinden sorumlu bu alçaklar sürüsünden hesap sormak. Biliyoruz, o hesap mahkeme duvarlarına sığmaz.

Aydemir Güler / SOL