4 Temmuz 2024 Perşembe

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

 

Sivas’tan Kayseri’ye bir çizgi -Ergin Yıldızoğlu-

Sivas Madımak katliamının yıldönümünde, Kayseri’de patlak veren, hızla başka kentlere yayılan katliam girişimlerini izlerken aklıma geldi: Kuantum mekaniğinde, “dolanıklığın” (iki veya daha fazla parçacığın aralarındaki mesafeden bağımsız birbirine bağlı/ bağlantılı olması) salt mekâna değil zamana ilişkin bir durum, zamanın da bu “dolanıklığın” yarattığı bir illüzyon olabileceğine ilişkin bir tartışma var (https://www.cam.ac.uk/research/news. 12/10/23; New Scientist, 21/6/2024). 

SAÇMA GİBİ AMA...

Sivas ve Kayseri olayları arasında bir “dolanıklık” aramak belki saçma bir çaba. Ne ki Madımak yangınının, katliamın açtığı yaralar, 31 yıl sonra bile kanamaya devam ediyor. Orada bir kitlesel kalkışma ve pogrom söz konusuydu. Kimi yönlendirici aktörlerin varlığı bir provokasyona ve gizli servis (Gladio?) operasyonuna işaret ediyordu. Kayseri’de patlak veren olaylarda da bir kitlesel pogrom girişimi görülüyor. Bu olayların hızla birçok kente sıçraması da bir provokasyon, gizli servis operasyonu şüphesi uyandırıyor.

Bu iki pogrom arasında, atılan sloganlar, “ötekini” yakma arzusu gibi benzerlikler de var. Her iki olayda harekete geç(iril)en kitlelerin aynı “hakikat rejimi” içinde yaşadıklarını, benzer töre, sosyal çevre, dil ve kavramların/değerlerin (“habitus”un) ürettiği öznelliklerin “sürüleri” olduğu kolaylıkla görülebiliyor

Bu gözlemlerden hareketle, iki farklı zamanda ve mekânda, dünyanın ve ülkenin farklı hallerinde ortaya çıkan bu iki “olayı”, “zamanda dolanıklık” gibi bir metafor  aracılığıyla birbirine bağlamak bana o kadar da saçma gelmiyor. Sivas katliamının sorumlularını savunan avukatların siyasi kimliklerini, ait oldukları “habitus”u hatta “hakikat rejimini” düşünerek 1994 belediye seçimleriyle tırmanışa geçen siyasal İslamın bugün iktidarda olduğunu, bu 22 yıl boyunca, liderlerinin, entelijansiyasının, Sivas katliamı anımsanınca aldıkları tutumları, gösterdikleri düşünsel refleksleri de göz önüne alarak o “metaforun” içeriğini zenginleştirebiliriz. Dahası, Kayseri ve diğer illerde patlak veren pogrom girişimlerini, bunların maddi zeminini hazırlayan jeopolitik, kültürel hatta demografik mekân düzenleme (ya da yıkma) politikalarından soyutlayarak düşünmek de olanaklı değil.

"AH BİZ EŞEKLER"...

Sivas ve Kayseri olayları arasındaki “dolanıklığı” düşünürken ülkeyi bu noktaya getiren sürece destek vermiş olanları unutamayız. Şairin dediği gibi “Bunca bilgiden sonra, ne affı?” (Eliot, Gerontion- 1920).

O 22 yıl başlarken Avrupa Birliği, ABD, büyük sermaye AKP’yi destekliyor, liberal entelijansiya AKP’nin “Türkiye’de demokrasiyi normalleştirdiğini”, “demokratik devrimi tamamladığını” iddia ediyorlardı. Hatta AKP “Kürt sorununu” da çözecekti. Bunlar, siyasal İslamın hegemonya kurma sürecine “özgürlükleri” savunma adına yakıt taşırken “süreç olarak faşizmin” çoktan başlamıştı. Olanlara bakarak  “Tehlikenin farkında mısınız” diye soranlara, ulusalcı, “ulusalcı sosyalist” (NAZİ), darbeci gibi kavramlarla saldırıyorlardı. Rejimi değiştirecek, “süreç olarak faşizmi” adeta sıçratacak bir anayasaya “yetmez ama evet” demekten de çekinmediler. Büyük sığınmacı felaketini başlatan, insan bedenlerini diplomatik koz gibi kullanmaya olanak veren Suriye savaşına taraf olmayı da desteklediler. Bu kez uyaranları ırkçılıkla suçluyorlardı.

Ve hâlâ Sivas katliamının adını koyamıyorlar! Sivas’ta olanın adı “Çok kötü bir şey” değil, dinci, faşist bir katliam. O katliamda, siyasal İslamın kültürel hegemonya inşa sürecinin karşısında durabilecek, dinci faşizmin liberal işbirlikçilerinin “ayaklarına takılacak” 33 devrimci, laik kültürün yeri doldurulamaz “öncü savaşçıları” yok edildi. Bu “kültür savaşçılarının” en kıdemlilerinden, liberal entelijansiyanın daha sonra “ama aldatıldık” ağlaşmaları için de geçerli, “Ah biz eşekler” başlıklı ölümsüz ve evrensel öykünün yazarı Aziz Nesin son anda kurtulabildi.

Evet, Sivas ve Kayseri adeta bir “zamanda dolanıklık” örneği. O günden bu güne gelişin zeminini hazırlayan, son uğursuz gelişmeleri adeta kaçınılmaz kılan süreci, sorumlularını, izledikleri aklı iyi düşünmek, tutum alırken, “ideal olanın” kalıplarına tutsak bir “güzel ruh” olmaktan kaçınarak “somut durumun somut analizine”  dayanmak gerekiyor

                                                              /././

'Ekonomistin' dayanılmaz hafifliği muhalefetin kaçınılmaz ağırlığı -Ergin Yıldızoğlu-

Ekonomi salt “ekonomik” değildir; aynı zamanda siyasi ve kültüreldir. Bu gerçeği yadsıyan hemen kendisini etik sorunlarla yüz yüze bulur.

FAŞİZME ALET OLMAK VAR...

“Ekonomist” Olivier Blanchard, 2008-2015 arasında IMF baş ekonomistiydi, Halen MIT’de profesör. Fransa, seçimlerine giderken Blanchard, “X”te bir mesajında, kendisini sosyalist partiye yakın gördüğünü belirtirken Ulusal Toparlanma (Faşist) ve Yeni Halk Cephesi olarak şekillenen kamplaşma karşısında “Yeni Halk Cephesi’nin ekonomik programının Ulusal Toparlanmanınkinden daha tehlikeli  olduğunu” iddia etti: “UT’nin ekonomik programının mantık ve tutarlılıktan yoksun bir noel ağacı olduğunu iddia etmiştim... YHC’nin ekonomik programı ise çoğunlukla kendi içinde tutarlıdır, zenginden yoksula, firmalardan işçilere çığır açan bir yeniden dağıtıma dayanmaktadır (...) YHC’nin programı ‘Neden bu kadar tehlikeli?’ Solda iki tür program arasında ayrım yapmak çok önemlidir. Şansları eşitlemeye ve yaratma ve üretme güdülerini yok etmeden  (kapitalistin hevesini kırmadan-EY) yeniden dağıtmaya çalışan sosyal demokrat bir program, kabaca sosyalist partinin programı... ve ‘YHC’nin programı’.  “Bu seçimde... Göçmenlik, ırkçılık, dış politika, Ukrayna’ya destek gibi başka temel konular da var... Ben kendi kulvarımda, programların ekonomik yönleri üzerinde kalmaya çalışıyorum.”

Blanchard, faşist programı küçümsüyor. Halbuki faşist program her zaman üzerinde her şey olan bir noel ağacına benzer, ana akım partileri, “Bu saçmalık nasıl olsa yönetemez” diye büyük sermaye de “Nasıl olsa yönlendiririz” diye düşünür. Faşist hareketin niyetiyse “yönetmek” değil devleti ele geçirmektir. Blanchard bu kritik anda, “süreç olarak faşizmi” durdurabilecek bir programa, ama “Ben ekonomistim diyerek” karşı çıkıyor.

HALK DÜŞMANLIĞI RİSKİ

Blanchard’ın Türkiye versiyonları var: Bunlardan biri, asgari ücrete zam yapılmaması üzerine “Bundan iyisi olmaz... Ben olayın ekonomik boyutunu değerlendiriyorum” diyor. Böylece bu “ekonomist” de asgari ücretle yoksulluk sınırında yaşamaya çalışanların sıkıntılarına, krizin yükünün bunların sırtına yıkılmasına, bu durumun olası kültürel ve siyasi sonuçlarına kayıtsız kalıyor. Üzülmedim desem yalan olur ama şaşırmadım. O da şu saçmalığın tutsağı:

“Popülizme, romantizme gerek yok. Duymak istediğinizi değil, duymanız gerekeni söyleyelim” (...) Seçimlerde çok yanlış karar verdi Türk milleti. Bedelini çok ağır ödeyecek. Enflasyon çıkarken bir bedel ödenirse, düşürülürken 10 bedel ödenir. Kapıda iflaslar var, esnaf için siftahsız günler var, kepenk indirmeler var, artacak işsizlik var. Acı vermeyen çıkış yok bu cendereden.” Bu yalnızca saçma değil, çok acımasız ve bir o kadar da bayatlamış bir yaklaşım: Krizin faturasını krizi çıkaranın üstlenmesini isteyen “popülist romantik”. Bu ekonomist ise akılcı ve gerçekçi. Evet “gerçekçi” ama “kapitalist gerçekçi” bir bakış: Kapitalist sınıfın çıkarları gerçek, halk sınıflarının çıkarları romantik fantezi. Bu tepe taklak  “gerçeklikte” emekçi sınıfların taleplerini dile getirenler “elit” sayılıyor ve egemen sermayenin taleplerini dile getirenler “halk” hatta “ulus” oluyor.

Bu da bizi, “meselenin özüne” getiriyor: Kapitalist gerçekçi ekonomistler, halk sınıflarına bu kadar doğrudan ve acımasızca saldıran politikaları savunduklarına göre Türkiye kapitalizminin (aslında egemen sermayenin) krizi “yüzeyde” (fiyatlar-gelirler alanında) görünenden çok daha derindir. Egemen sermaye, bağımlı olduğu uluslararası mali sermayenin talepleri karşısında, kendisini ayakta tutan toplumsal dokuyu, rejimi yöneten siyasal İslamın sınıflarıyla ittifakını tehlikeye atmaktan kaçınamayacak kadar çaresizdir.

Bu koşullarda, emekçi-orta sınıf halkın çıkarlarını koruyacak, büyük sermayenin yükü üstlenmesini sağlayacak bir program, o krizi daha da derinleştirecek, egemen sermaye ile siyasal İslamın sınıfı ittifakının iktidarıyla çatışacaktır. Ne yazık ki böyle bir programı geliştirmek, ana muhalefet partisi CHP’nin sergilemekte olduğu,   “yumuşama, normalleşme” gibi reflekslerden (“Doğru adımlar, iyi tedbirler görüyoruz” gibi saçmalıklardan) çok farklı bir kararlılık ve cesaret gerekiyor.

                                                      /././

Suriyesizler! -Mehmet Ali Güller-

Kayseri olayları, başka illere sıçraması ve ardından Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye karşı tepkiler ve Türk bayrağı yakılması...

Şanghay’dan saat farkıyla izlediğim olayların ardından sosyal medyada yorumladım: “Türk bayrağını yakanlar Suriyeli değil Suriyesiz! AKP’nin Suriye’ye karşı desteklediği ve Suriye içinde kendi denetiminde kurduğu nüfuz bölgesinde yaşayan Suriye karşıtı Suriyesizler bunlar. Neden? Çünkü bölgenin zorladığı Ankara-Şam normalleşme çabasından rahatsızlar,  Kayseri’deki olayı bahane edip Ankara ile Şam’ı karşıt tutmaya çalışıyorlar. Daha önce de normalleşme gündeme geldiğinde, yine provokasyonlar yapmışlardı.”

İKTİDAR ÜÇ KERE SUÇLUDUR

Diğer yandan Erdoğan’ın Kayseri olayları konusunda muhalefeti suçlaması, tam bir hedef saptırmadır. Türkiye’de çıkmış ve AKP’nin bu politikası sürdüğü müddetçe çıkacak tüm olayların “asıl” sorumlusu iktidarın kendisidir.

Çünkü AKP sığınmacı sorunu konusunda üç kere suçludur:

1) İktidar, sınırları açıp Suriye’ye cihatçı gönderirken Türkiye’ye de sığınmacı doldurduğu için suçludur.

2) İktidar, Avrupa’ya gitmek isteyen sığınmacıları engelleyip, AB’yle fon karşılığında geri kabul anlaşmaları imzalayarak Türkiye’yi Avrupa önünde tampon ülke, göçmen ve sığınmacı deposu yaptığı için suçludur.

Tampon Ülke kitabımda (Kırmızı Kedi, 2021) anlaşmaları ayrıntılı yazdım. O anlaşmaları nasıl savunduklarını da... Başbakan Binali Yıldırım 2016’da “Türkiye olmasa mülteciler Avrupa’yı istila edecek” diyordu, Cumhurbaşkanı Erdoğan da 2019’da “Avrupa’nın huzurunu 4 milyon sığınmacıyı Türkiye’de tutmalarına”  bağlıyordu. Yani iktidar Avrupa’nın huzuru kaçmasın diye Türkiye’nin huzurunun kaçmasını, Avrupa istila edilmesin diye Türkiye’nin istila edilmesini sağlamış oldu!

3) İktidar, Şam’la normalleşme fırsatlarını sürekli elinin tersiyle iterek sığınmacıların dönüşünü fiilen engellediği için suçludur.

EMPERYALİST GÖÇ STRATEJİSİ

Unutulmasın: Göç ve sığınmacı sorunu başından beri sıradan bir “mazlumlara kapı açma” olayı değildi, üst boyutu “emperyalist göç stratejisi”, alt boyutu Erdoğan’ın çifte hedefiydi: Sığınmacıları hem Türkiye’deki ümmetçilik projesinde kullanacaklar hem de ÖSO (Özgür Suriye Ordusu’nun ismini sonra Suriye Milli Ordusu SMO yaptılar) üzerinden Suriye topraklarında “nüfuz bölgesi” kuracaklardı.

Yani Türkiye’nin sığınmacı sorununun kaynağı, ABD ve AB’nin emperyalist politikalarıdır, o politikalarla işbirliği yapan AKP iktidardır.

Bu tablo bizi sorunun hangi perspektifle ele alınması gerektiğine götürür:

TEPKİ SORUNUN KAYNAĞINA GÖSTERİLMELİ

Tepkiyi sorunun kaynağı olan ABD, AB ve AKP yerine sığınmacılara göstermek, büyük hatadır ve daha önemlisi olası sonuçlarıyla değerlendirilirse kendi kendimize tuzağa düşmektir. Tepki sorunun sonucuna değil, sorunun kaynağına gösterilmelidir.

Sığınmacı sorunu konusunda gösterilebilecek en iyi tepki, Ankara-Şam normalleşmesini savunmak ve iktidara Şam’la görüşmesi için baskı yapmaktır. (Üstelik önceki yazımda da belirttiğim gibi bu kez normalleşme konusunda bölgesel gelişmelerin dayatması da var.) Çünkü normalleşme hayata geçtiği takdirde:

1) Şam yönetimi tüm topraklarında egemen olacak, ABD sponsorlu PYD devleti olasılığı ortadan kalkacaktır.

2) Dünyanın dört bir yanından Suriye’ye Esad’ı devirmeye gönderilmiş/gelmiş  cihatçı örgütler tasfiye edilecektir.

3) Ankara kurduğu, beslediği ÖSO’yu dağıtmak zorunda kalacaktır.

4) Suriyelilerin vatanlarına geri dönüşü başlayacaktır. Muhalefet iktidarla normalleşme, yumuşama arayışı hatasını terk edip Türkiye’nin Suriye’yle normalleşmesi için iktidara karşı sertleşmeli, ağır siyasi baskı uygulamalıdır.

                                                      /././

Esad ile Erdoğan’ın mesajlarının arka planı -Mehmet Ali Güller-

Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye, gözlemci üye ve diyalog ortağı olan ülkelerden birer gazeteci olarak komisyonların etkinliklerini izlemek üzere Çin’deyiz ama aklım Suriye sınırında. Zira bu çok önemli sorunumuz için yine bir fırsat doğdu.

İzleyebildiğim kadarıyla kamuoyunun bir bölümü, Erdoğan’ın Esad’la yeniden görüşebileceğine dair mesajına, haklı olarak önem atfetmedi. Çünkü benzeri mesajlar, sığınmacı sorununun etkisiyle Mayıs 2023 seçimi öncesinde de vardı, hatta bakanlar düzeyinde harekete bile geçilmişti. Ama seçim bitince normalleşme mesajları da bitmişti.

Diğer yandan Erdoğan’ın mesajındaki bazı vurgular da kamuoyu açısından samimi bulunmadı. Bir kere hâlâ Esad yerine Esed diyordu. Ve daha önemlisi, sahadaki uygulamanın tersine, “Bizim Suriye’nin içişlerine karışmak gibi bir derdimiz asla yok” diyerek normalleşmeye “gerçeklik ve doğruluk” zemininde başlamıyordu (AA, 28.6.2027).

MOSKOVA: KOŞULLAR ÇOK ELVERİŞLİ

Ancak Erdoğan’ın mesajı, bu kez salt iç politik ihtiyaçtan değil, bazı bölgesel gelişmelerin dayatmasından kaynaklanıyor gibi.

Zira Erdoğan’ın mesajından bir gün önce Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad önemli bir çıkış yapmış ve Ankara’ya “adım atılmalı” işareti vermişti.

Esad, Rusya Devlet Başkanlığı Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrantyev’i kabulü sırasında şunları kaydetmişti: “Suriye, Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesine, bu sürecin egemenliğine saygı ve Suriye devletinin egemenliğini tüm ülke toprakları üzerinde yeniden tesis etme arzusuna dayanması halinde olumlu yaklaşmaktadır” (Sputnik, 27.6.2024).

Lavrantyev’in görüşmede normalleşme müzakereleri için “koşulların her zamankinden daha elverişli olduğunu” belirtmesi ise önemli ipuçları taşıyor.

Bu mesajdan üç gün önce, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan şöyle demişti: “Suriye ile ilgili Rusların ve bizim tarafın başardığı en önemli şey rejimle muhalifler arasında savaşın şu an itibariyle devam etmiyor oluşudur” (Habertürk, 24.6.2024).

Gerçi asıl başarı Atlantik baskısına boyun eğmeyen Esad yönetiminindir, saldırılara karşı vatan savunması yapan Suriye ordusunundur ve muhalifleri umutsuzluğa mahkûm eden Şam’ın kararlılığıdır ama başarıyı kim sahiplenirse sahiplensin, şu aşamada Suriye devleti ile Atlantik destekli muhalifler arasında bir çatışmanın yaşanmıyor olması, normalleşme için çok değerli bir zemindir.

ÜÇ BÖLGESEL GELİŞME

Gelelim hangi bölgesel gelişmelerin bu yeniden normalleşme eğilimli mesajları tetiklediğine, hatta dayattığına.

1) Kuşkusuz ABD sponsorlu PYD’nin devletleşme hedefli seçim arayışında olması, taraflara işbirliği dayatıyor. Esad’ın mesajındaki “egemenliğini tüm ülke toprakları üzerinde yeniden tesis etme” vurgusu önemli.

2) Bölge devletleri, ABD askerlerini bölgeden çıkarma kararı aldı ve bunu Washington’a dayatıyor. Bağdat, ABD’yi müzakere masasına oturtmayı başardı. Irak’tan çekilmek zorunda kalan ABD’nin, Suriye’de tutunma şansı zayıflar.

3) Türkiye ve Irak merkezli Kalkınma Yolu projesi, komşuları da kapsama potansiyeliyle hayata geçirilmeye çalışılıyor. Hakan Fidan, Çin’deki temasları sırasında Körfez’i Avrupa’ya bağlayacak bu projenin Kuşak ve Yol ile entegrasyonunu dile getirmişti.

Kalkınma Yolu’nun hayata geçmesi yolun güvenliğine bağlı. Ve hem Ankara ile Bağdat hem de Tahran ile Şam, ABD sponsorlu teröre karşı ikili-üçlü işbirliği yapmaya başladı. Örneğin Irak İçişleri Bakanlığı’na bağlı Sınır Güçleri Komutanı  Muhammed el Sıedi, Türkiye ve İran sınırlarının güvenliği için Ankara ile iki, Tahran ile altı aşamadan oluşan plan ve yöntem belirlediklerini açıkladı (CGTN Türk, 25.4.2024).

PAZARLIĞA KURBAN EDİLMEMELİ

Kısacası Moskova’nın belirttiği gibi “koşullar her zamankinden daha elverişli” ve yukarıda işaret ettiğimiz bölgesel gelişmeler Ankara Şam normalleşmesini dayatıyor. Mesele, dün bunu seçime kurban eden Erdoğan’ın şimdi de NATO zirvesi ile başlayacak Atlantik’le yeni pazarlığında kullanıp kullanmayacağı.

Ancak önemle belirtelim: Erdoğan bu fırsatı şimdi de kullanmazsa partisinin ve iktidarının gerilemesini daha da hızlandırmış olacak.

                                                         /././

Lityum darbesi nasıl önlendi? -Mehmet Ali Güller-

Bolivya’daki askeri darbe girişimi, bu ülkenin Çin ve Rusya ile kurduğu “eşit ekonomik ilişki”ye karşı ABD’nin denediği ikinci lityum darbesidir.

Batarya (pil) nedeniyle zaten iletişim teknolojisinin en önemli ihtiyacı olan lityum, özellikle son yıllarda elektrikli otomotiv sektörünün ihtiyacı da eklenince, çok daha önemli hale geldi. Lityumun fiyatı hızla arttı. Tahminlere göre 2040’a kadar lityuma talep 40 kat daha artacak.

Peki lityum nerede? Dünyadaki bilenen toplam lityumun 86 milyon ton olduğu hesaplanıyor. Lityuma en fazla sahip üç ülke ise şöyle sıralanıyor: Bolivya’da 21, Arjantin’de 19 ve Şili de 10 milyon ton. Yani toplam lityumun yüzde 60’ı sadece bu üç ülkede.

TESLA MARKALI DARBE

Ancak ABD açısından bir sorun var: Washington, “arka bahçesindeki” ülkelerle eskisi gibi sömürge anlaşmaları yapamıyor. Latin Amerika’da yükselen Bolivarcı dalga ile çok kutupluluk ve Küresel Güney’in uluslararası ilişkilere ağırlık koymasının birleşmesi, tıpkı Afrika’da olduğu gibi bu kıtada da ülkelerin ABD yerine Çin’le “eşit ilişki” modelini seçmesine neden oluyor.

2006 yılında Bolivya’nın ilk yerli devlet başkanı seçilen Eva Morales, 2019’a kadar yönettiği ülkede sadece okuma yazma oranını artırıp yoksulluğu azaltmadı, sadece ülkenin Gayri safi milli hasılasını dört kat büyütmedi; bunu sağlamak için öncelikle  ülkenin doğal kaynaklarını yöneten şirketleri kamulaştırarak sömürü düzenini değiştirdi.

Kamulaştırılmış bu devlet şirketleri 2019 yılında Çin’le çok önemli lityum anlaşması imzalayınca, ABD harekete geçti ve darbe yaptı. Lityum’a Tesla otomobili nedeniyle en çok ihtiyaç duyan Elon Musk’ın sosyal medyadaki o mesajı küstahçaydı ama açıklığı nedeniyle öğreticiydi: Bir sosyal medya kullanıcısı Musk’a “Asıl halkın çıkarına olmayan şey, senin lityuma sahip olabilmen için ABD hükümetinin Bolivya’da darbe yapmasaydı” deyince, Musk şu yanıtı vermişti: “Kime istersek darbe yaparız.”

ABD’NİN ÇİN-RUSYA RAHATSIZLIĞI

Evet, ABD 2019’da Bolivya’da lityum darbesi yaptı ve Morales’i devirdi. Ancak Amerikancı cuntanın Jeanine Anez hükümeti bir yıl sonra halka ve Morales’in Sosyalizme Doğru Hareket Partisi’ne yenildi. 8 Kasım 2020’de Luis Arce hükümeti işbaşı yaptı, Morales 9 Kasım 2020’de Bolivya’ya döndü.

Morales’in eski Maliye Bakanı Arce, gerçi kimi konularda ondan ayrılsa da temel konularda kamucu çizgiyi sürdürdü. Bolivya, bu yıl Çin’le yeni bir lityum anlaşması daha imzaladı. Buna göre Çin 1 milyar dolarlık yatırım daha yapacaktı. Bolivya bu yıl ayrıca Rusya’yla da lityum anlaşması yaptı.

Yani ABD lityum için 2019’da Morales’i devirmiş ama hedefine ulaşamamıştı. Cuntacılar yenilmiş, Bolivya kamucu çizgisini sürdürmüştü: ABD’yle değil, Çin ve Rusya’yla işbirliği yapıyordu.

DARBEYE KARŞI GREV GÜCÜ

ABD Güney Komutanlığı (SOUTHCOM) Komutanı General Laura J. Richardson  iki yıl önce Atlantik Council’de şu mesajı vermişti: “Dünyadaki lityumun yüzde 60’i lityum üçgeni olan Bolivya, Arjantin ve Şili’de. ABD Büyükelçileriyle konuştuğumuzda görüyoruz ki Çin lityum konusunda bu bölgede çok gelişmiş ve çok agresif bir zeminde. Bölgenin bu stratejik doğal kaynakları ABD için ulusal güvenlik meselesidir. Bölgedeki rakip güçlere karşı oyunu hızlandırmamız gerekir” (Caner Çiftçi, cumhuriyet.com.tr, 27.6.2024).

İki yıl sonra ABD ikinci kez harekete geçti ama bu kez başaramadı: Bolivya İşçi Merkezi darbeye karşı süresiz grev ilan ederek, sosyalistler militan tutum alarak, halk alanlara çıkarak Amerikancı darbe girişimini önledi. Bitirirken önemli bir değişime işaret edelim. Emperyalist ABD, hegemonyası zirvedeyken 20 yüzyıl boyunca, Latin Amerika’dan Afrika ve Ortadoğu’ya, kolayca darbe yapıyor ve rejimleri değiştiriyordu. 21. yüzyılda ise hegemonyası zayıfladıkça Amerikancı darbelerin yerini, püskürtülen darbe girişimleri alıyor.

(Cumhuriyet) 



T-24 "KÖŞEBAŞI" -4 Temmuz 2024-

 

Şimdi Açık Radyo’nun sesine açık olma zamanı - Candan Yıldız-

Açık Radyo’nun “Kapalı Radyo”ya dönüştürülmesi, Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra’nın ömrünü verdiği gezegenin geleceğine ilişkin sesleri duyamamak demek.

RTÜK oy çokluğu ile 29 yıldır yayın yapan Açık Radyo’nun lisansını iptal etti.

“Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo”nun sesi kesildi.

İktidar yanlısı olmayan basın kuruluşlarını cezalandırma listesi oldukça kabarık olan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Açık Radyo’nun sesini kesti. 1995 Haziran’ından bu yana, tam 29 yıldır yayın yapan Açık Radyo’nun yayın lisansı iptal edildi.

Bir yayın kuruluşunun yıllarca verdiği emek, bir kararla ortadan kaldırıldı. Üstelik tarihi bir ironiyle…

Kainatın en cılız seslerine bile “Açık” olan, o sesleri duyan radyoyu 'Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz” maddesinin ihlali ile ilgili verdiği “program durdurma” cezasını uygulamadığı gerekçesiyle susturdu.

Söz konusu idari para ve yayın durdurma cezasının gerekçesi 24 Nisan 2024 tarihli Açık Gazete programındaki ifadeler… RTÜK, Açık Gazete programına katılan konuğun “…Ermeni, yani Osmanlı topraklarında gerçekleşen tehcir ve katliamların, soykırım olarak adlandırılan katliamların 109. Yıldönümü, sene-i devriyesi. Bu yıl da yasaklandı biliyorsunuz Ermeni soykırım anması” şeklindeki ifadelerine programcı ya da programcıların düzeltme girişiminde bulunmadığı gerekçesiyle ceza verdi.

RTÜK Kanunu, “programlarının yayını veya yayınları süreli durdurulan medya hizmet sağlayıcı kuruluşun yaptırım kararının tebliğine rağmen kararın gereklerine aykırı olarak yayınlarına devam etmesi halinde yayın lisansının iptaline karar verilir” diyor.

Öğrendiğim kadarıyla, idari para cezası ve RTÜK’ün verdiği tarihlerde ve aynı yayın saatinde 5 program durdurma cezası ( 10-14 Haziran arası) elektronik olarak tebliğ edilmiş Açık Radyo’ya. E-Mail ile yapılmış sayılan 'tebligat'ların ne kadar hukuki olduğu tartışması bir yana, Açık Radyo, karar üzerine para cezasının ilk taksidini ödeyerek kararı uygulama adımını atmış. İdari yargıya başvuru sürecine ilişkin bir yorumla "program durdurma" kararının uygulamasını, yargı kararı eşliğinde planlamış olabilir Açık Radyo…

Karar oy çokluğu ile alındı. Karşı oy kullanan üyelerden bazıları “30 yıllık bir radyo, bağımsız, çoklu ortaklık yapısıyla yayın yapıyor, İstanbul gibi mega şehirde insanların nefes aldığı, çok renkli, çok sesli yayıncılık yapan bir radyo. Türkiye için varlığı bir şans. Ortada kötü bir niyet yok. Olsaydı idari para cezasının ilk taksidi ödenmezdi. Bu iyi niyete itibar edilmeli, kolaylık sağlanmalı” dese de lisans iptali kararı çıktı.

Lisans iptali demek yayın kuruluşunun fişini çekmek demek.

4 AKP, 1 MHP, 2 CHP, 1 DEM ve 1 İYİ Parti kontenjanından oluşan 9 kişilik Kurul, çeyrek asırlık bir yayın kuruluşunu, üstelik manifestosunda “Tüm çıkar gruplarından bağımsız, temel insan hak ve özgürlüklerini savunan, çok kültürlülüğü, kültürler ve kimlikler arası ilişkileri ele alan bir yayıncılığı amaçlıyoruz” diye yazan bir radyonun kapısına kilit vurdu. Bilenler bilir, dinleyen bilir…

Vasata mahkûm olmayan öyle bir yayıncılık geçmişine sahiptir ki Açık Radyo, örneğin bir yayında ABD’deki siyahların isyanını anlatan bir programı dinlerken dünyaca ünlü cazcı Nina Simone’nun Mississippi Goddam parçası ile tanışırsınız. Hem o şarkının öyküsünü öğrenir hem de o ezginin eşliğinde “Black lives matter-Siyahların hayatları değerlidir” hareketine yelken açarsınız. Matruşka gibi… Bilgiden bilgiye akarsınız.

İşte bu nedenle Açık Radyo’nun “Kapalı Radyo”ya dönüştürülmesi, Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra’nın ömrünü verdiği gezegenin geleceğine ilişkin sesleri duyamamak demek.

Gezegeni evlere kapatan bir pandemiye ilişkin tıp dünyasının en yeni en taze ne konuştuğundan haberdar olamamak demek, vasata mahkûm olmak demek.

RTÜK’ün lisans iptal kararı henüz Açık Radyo’ya ulaşmamış. Radyo karar ulaşıncaya kadar yayın yapabilecek. Radyonun avukatları da karara ilişkin gerekli itirazlarını, başvurularını yapacak. Zira mahkeme süreçlerinden sonra eğer mahkeme itirazı kabul etmezse radyonun cihazları mühürlenecek.

Sürecin nasıl işleyeceğini göreceğiz. Telefonla görüşüne başvurduğum CHP kontenjanından RTÜK Üyesi İlhan Taşçı“RTÜK, Açık Radyo idari para cezasını ödediği için kurumun bu tutumunu iyi niyetle yorumlaması gerekirdi. Zira Açık Radyo belki teknik aksaklık belki mevzuata hâkim olmama gibi nedenlerle program durdurma cezasını uygulamamış olabilir. 30 yıllık bir yayın kuruluşunun fişinin çekilmesi hem basın özgürlüğüne bir müdahaledir hem de farklı sesleri dile getiren platformları dinleyenler, izleyenler için çok büyük bir kayıptır” yorumunu yaptı.

Ne demişti Açık Radyo yola çıkarken; “Radyo, televizyon, gazete, dergiler, sıkıcı ve vasatçı. Hepsinden öylesine kuru bir gürültü çıkıyor ki, sonuçta, bir ‘kakofoni’den başka bir şey doğmuyor. Bir anlamda, kitle iletişim araçlarının gerçek bir iletişimsizliğe yol açması gibi bir paradoks söz konusu.”

Şimdi Açık Radyo’nun sesine açık olmanın zamanı…

                                                                      /././

Sinan Ateş cinayetinden taşan skandallar: Utanmayanların öpücüğü -Gökçer Tahincioğlu-

Görmek isteyen görüyor, geriye kalanlar kalabalık. Geriye kalanlar da konforlu yaşam alanını bırakmamak için haksızlıklara, adaletsizliklere göz yuman büyük bir kalabalıktan ibaret… Mutlu olsun onlar, keyifleri kaçmasın. Ama bilsinler ki bir cinayet sanığının, sanık sandalyesinden gönderdiği utanmaz öpücük de yarattıkları ülkenin sonucu…

Bugün aktif ve kritik bir devlet görevinde bulunmamasına rağmen korumalarla gezen, silah ruhsatı alan, çakarlı araçlarla gezen kim varsa hepsinden duyacağınız ortak yalanlar var:

“FETÖ, PKK, DHKP-C beni tehdit ediyor, namlunun ucundayım…”

Bu kişilerin söz konusu örgütler için en ufak bir öneminin olmaması da bir yana, bu komik ve büyük yalanın başka kanıtları da var.

Tek bir tehdit almamaları misal… Araştırın, göreceksiniz…

Ama burası Türkiye, anahtar sözcükler her zaman iş görür.

* * *

Sincan’da bu hafta başı görülmeye başlanan Sinan Ateş cinayeti davasının önemi, sadece bir eski Ülkü Ocakları Başkanı’nın Ankara’nın göbeğinde öldürülmesi ve bu cinayetin üzerinin örtülmesi için siyasetin, bürokrasinin seferber olmasından ibaret değil.

Bu dava, daha ilk duruşmada, devletin kritik noktalarındaki insanları çırılçıplak hale getiren, günahlarını görünür kılan bir özelliğe sahip olduğunu gösterdi.

Nasıl mı?

* * * 

Hasan Ferit Gedik, 2013’te, henüz 21 yaşında, İstanbul Gülsuyu’nda, mahallede uyuşturucu satılmasına karşı düzenlenen yürüyüşte faşist bir çete tarafından öldürüldü.

Sinan Ateş cinayeti davasında, fütursuzca gazetecileri tehdit eden, durmadan sağa sola laf atan, başına neyin ne kadar geleceğini son derece iyi bildiğinden gayet rahatça yalan söyleyen Doğukan Çep, bu cinayeti işleyen isimlerden biri. Gazetecilere dönüp öpücük gönderebilmesi rahatlığının kaynağı bu…

Bu cinayetten sonra diğer iki sanıkla birlikte aldığı ceza 35 yıl 4 ay…

Sinan Ateş cinayeti duruşmasında ise hukuki durumunu, “Firariydim ama besmele çekip tatile gidiyordum” diyerek açıkladı.

Dışarıya nasıl çıktı peki? Nasıl firari hale geldi?

Pandemi izniyle…

Slogan atsanız, terör suçlusu sayılıp aynı dönemde çıkamayacaktınız cezaevinden ama Doğukan Çep ve benzerleri rahatça salıverildi.

Devletin bize katillerin neden bu kadar kolayca salındığını açıklama yükümlülüğü yok mu? Tek gerekçe cezaevlerini ferahlatmak, daha çok öğrenci, daha çok solcu, daha çok işçi tutuklamak olabilir mi?

Bu mu ceza adaletiniz?

Bu mu yarattığınız toplum düzeni?

Bu kadar mı mühim sizler için o koltuklar?

* * *

Ama nasıl saklandı ki böyle bir isim, bunca zaman?

Bunu da sözlerinde bulmak mümkün…

Şöyle dedi Sinan Ateş duruşmasında:

"2013 yılına dönmem lazım. 2013 yılında İstanbul Gülsuyu’nde Gezi olaylarında kırmızı fularlı kız Ayşe Deniz Karacagil, Sinan Sağırlı, Cebrail Günebakan’ı vurduk. Bunlar MLKP terör örgütü üyesi. En son ESP’nin derneğine giriyoruz 10 kişiyi vuruyoruz. O zaman ESP’nin başında Figen Yüksekdağ var eş başkanı da Selahattin Demirtaş. Gazi mahallesinden oradan buradan DHKP-C’liler geldiler mahalleye yürüyorlar. Hasan Ferit Gedik ölüyor. Gedik sosyalist bir gençmiş, uyuşturucuya karşı yürüyormuş. Biz yakalandık, yargılanmaya başladık. Google Hasan Ferit Gedik yazın Allah için tabutun üstüne bakın. DHKP-C bayrakları. Biz bunları vurmuşuz, yargılanmaya başlamışız. Ayşe Deniz Karacagil, Gezi’ye gidiyor, Gezi de ağaç içinmiş ya. Ayşe Deniz Karacagil Gezi’den sonra Kandil’e gidiyor. Karayılan’ın yanında fotoğrafları var, Karayılan kızları sever. Sonra Ayşe Deniz Rakka’ya gidiyor, orada ölüyor. Vurduğum Cebrail Günebakan ve Sinan Sağırlı da 'Kobani’ye gideceğiz' diye Suruç'a gidiyor. Halbuki bunlar MLKP’de silah eğitimi alıyor. Çocuklara hediye götüreceğiz diye Amara Kültür Merkezi’nde pankart açmışlar, orada IŞİD öldürüyor. Bu şekilde davalarım düştü. CHP’nin milletvekilleri gelir, davalarımı sever."

* * *

Aslında şunu demek istiyor elbette: “Biz bu devlet için teröristleri vurduk kardeşim…”

Çep’in anlatımına bakarsak, şu tablo çıkıyor ortaya:

İstanbul’da bir savaş varmış, devletin askeri, polisi yenilmiş, savcısı, hâkimi yok olmuş, vatanı korumak bunlara kalmış… Onlar da işe nedense Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerine karşı çıkan gençlerden başlamış. Gerekeni yapmışlar. Terörist öldürmek sevapmış!

Tabuta örgüt bayrağı konuluyorsa, 21 yaşındaki bir çocuğun öldürülmesi meşru görülebilirmiş. Alkışlamamız, dua etmemiz lazımmış…

* * *

Çep, bir çırpıda kimleri vurduğunu övünerek anlatıyor.

Anlatacak tabii, cinayet işleyip, bu kadar insanı vurup da dört beş yılda serbest kalabilmek az iş değil.

Ama bunu nasıl başardığını, Sinan Ateş duruşmasından çok önce de görmek mümkün.

Hasan Ferit Gedik dosyasına baktığınızda bunu net biçimde görüyorsunuz. Üşenmeyin, küçük bir tarama yapın. Aynı çetenin 2013’ten önce de sonra da polisle nasıl ilişkiler geliştirdiğini, işlerini nasıl çözdüğünü, “ülkücüyüm” demenin ne kapılar açtığını göreceksiniz.

* * *

Hasan Ferit Gedik davası görülürken, Doğukan Çep’le birlikte yargılanan sanıklar, arkadaşları, dostları, cezaevinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup gönderdiler. Afrin operasyonu sırasında yazılmış olan mektup, besmele ile başlıyor, şöyle devam ediyordu:

 

“Sizin de cezaevlerinde emirlerinizi bekleyen ak değil ama kara da olmayan, şehadet şerbetine susamış, bir emriniz ile Afrin’de ve tüm hain yuvalarında savaşmaya hazır olan neferlerinizin olduğunu bilmenizi isteriz. Bir emrinizi bekliyoruz.”

* * *

Bu kadar, bu kadar kolay aslında.

Biraz kalabalık, biraz, “biz bu vatan için ölürüz” sözleri, biraz hamaset, biraz tehdit yeterli. Ve bir de devletten yardım alıp, insanların adreslerini isteyip, dövmeli, vurmalı, korkutucu olmalısınız. Sırtınızı sıvazlayan pek çok kişi olacak.

* * *

Gedik’in cenazesi, çıkartılan engeller nedeniyle üç gün boyunca defnedilemedi.

Vurulduğunda üzerinde olan kıyafetleri kaybedildi.

Olay anına ilişkin kamera kayıtlarının bir bölümü silindi.

Çete üyelerinin zaten dinlenen şahıslar olduğu, polislerle ilişkilerinin önceden bilindiği, haklarında hiçbir önlem alınmadığı ortaya çıktı.

Bu kadar ağır suçlara rağmen Doğukan Çep gibi bir isim tahliye edildi.

* * *

Sinan Ateş cinayeti, aslında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı gibi bir görevde bulunan, devlet nezdinde bile “dokunulmaz” sayılan bir ismin, bizzat bu ideolojiden geldiğini söyleyen insanlarca öldürülmesi nedeniyle çarpıcı. Cinayetin siyaset bağlantısı ve bunun açığa çıkmaması için gösterilen olağanüstü çaba nedeniyle ilgi çekici.

Ama asıl çarpıcı olan, bu devletin kime nasıl baktığını göstermesi.

Bu devlet tek bir ideolojiye mensup kişilere mi ait?

Bu ülke onların mı?

Anayasaya yazın, yasalara koyun bilelim… Yanıtları elbette biliyoruz da malumun ilanını istemek de hakkımız…

* * *

Doğukan Çep’in savunmalarını esas alırsak, Sinan Ateş’e, Hasan Ferit Gedik dosyasından aldığı cezanın kaldırılması için iki kez 200 bin lira verdiğine, buna rağmen bir gelişme olmayınca ve Ateş telefonlarına çıkmayınca bacağından vurmayı kararlaştırdığına inanmamız gerekiyor.

Olamaz mı, mümkün elbette.

Ülkü Ocakları Başkanlığı yapmış birine karşı bu eylemin yapılmasının örneği yok ama mümkün.

Ama devamında da şuna inanmamız gerekiyor.

Tam da aynı sıralarda Sinan Ateş’in adresinin bulunması için Ülkü Ocakları’ndan birilerinin emniyetten yardım aldığına…

Bu insanların tek derdinin Sinan Ateş’in evinin önüne pankart asmak olduğuna…

Ne hikmetse tetikçinin sadece bacaktan vurmak için iki polis tarafından Ankara’ya getirildiğine…

Tetikçinin çakar lambalı araçla kaçırıldığına…

Bütün bu davanın FETÖ organizasyonu olduğuna…

Ama bir yandan da Ateş’in aslında olay sırasında yanında bulunan kendi arkadaşları tarafından öldürüldüğüne…

Hepsine aynı anda inanmamız gerekiyor.

* * *

Oysa resim bize başka bir şey söylüyor.

Ateş’in yakınlarının açıkça dillendirdiği bir cümleyi…

“Bize bile bunu yapabilenler, sizlere neler yapmaz.”

Neler yapmadılar ve hala öylesine kendilerini haklı görüyorlar ki akıl almaz…

Uzağa bakmaya gerek yok, kapasitesi her yıl daha da artan cezaevlerine bakın.

Kimlerin cezaevinde tutulup, kimlerin serbest kaldığına…

Kimlerin tutuklandığına ve kimlerin dokunulmaz olduğuna…

Göreceksiniz…

Görmek isteyen görüyor, geriye kalanlar kalabalık.

Geriye kalanlar da konforlu yaşam alanını bırakmamak için haksızlıklara, adaletsizliklere göz yuman büyük bir kalabalıktan ibaret…

Mutlu olsun onlar, keyifleri kaçmasın.

Ama bilsinler ki bir cinayet sanığının, sanık sandalyesinden gönderdiği utanmaz öpücük de yarattıkları ülkenin sonucu…

                                                                        /././

Ateşle imtihan -Mine Söğüt-

“Dünyayı bir benim tercihlerim mi kurtaracak ya da batıracak” demişsinizdir. Ve bunları yaparak açtığınız alanlarda kapitalizmin faşizmle el ele vererek zaferini kutlayışını yılgınlıkla seyretmişsinizdir. O yüzden bugün gözünüzün önünde her yer ateşe veriliyor …

Hem solcu, hem demokrat, hem vicdanlı, hem adil, hem insan haklarından yana, hem barışçıl biri olup hem de mültecilere yapılan saldırılara “mantık” çerçevesinde buz gibi duygularla bakamazsınız.

Sorunu iktidarın hataları üzerinden okuyup, faşistlerin saldırganlıkları üzerinden rasyonelleştiremezsiniz.

Bugüne kadar savunduğunuz değerlerin sizden ağır talepleri olur.

Bir kıvılcım parladığı anda, kim haklı kim haksız diye düşünmeden, kim ne der diye hesap yapmadan, “ama” ile başlayan cümleler kurmadan kendinizi o ateşe atmanız gerekir.

Bu ülkeye gelen, gelebilen, şöyle ya da böyle bu ülkeye yerleşen, yerleştirilen mültecilere “Biz devlet olarak hata yaptık, vazgeçtik, anlaşmaları bozuyoruz, tavizleri geri çekiyoruz, pazarlıklardan yıldık, göz yummaları bırakıyoruz ve legal ya da illegal elde ettiğiniz tüm haklarınızı elinizden alıyoruz. Toplayın pılınızı pırtınızı, çoluğunuzu çocuğunuzu derhal geldiğiniz yere geri gidiyorsunuz” denilmeyeceğini bilirsiniz.

Devlete bunu söyletmek imkansızdır.

Ama mültecileri korkutmak, yıldırmak, hırpalamak, öldürmek ve olayı tehlikeli bir sivil çatışmaya dönüştürmek mümkündür.

İnsanları birbirine kıydırır ve ortalığı ateşe verirseniz, devlet hatta devletler anca o zaman çözüm için belki takkelerini ortaya koyarlar.

Ama o da belki.

“Birkaç ev ve işyeri yakılırsa… Kapılarına işaretler konulursa… Birkaç tanesi meydanlarda uluorta dövülür, bıçaklanırsa… Birileri mahallelerinde dolanır, bağıra çağıra havaya ateş açarsa… Görün bakın bakalım kalıyorlar mı daha buralarda…” diye düşünenlerin yarısı sağcıdır ve onlar bu fikre heyecanla sarılır; diğer yarısı da solcudur ve onlar da akıllarına gelen bu fikre düşmekten utanır.

Sonra çıkar birileri bu fikri gerçekleştirir.

O andan sonra söylenecek çok şey vardır ama eğer siz “solcu”ysanız  biraz üzüntü ve endişeyle ama daha çok öngörülü olmanın yersiz kibriyle “Bunun böyle olacağı belliydi” dersiniz.

Aslında bunun böyle olacağı değil bunun böyle olmasına yol açacak zaaflarınızın varlığı bellidir. Ama oralara dönüp bakmayı tercih etmezsiniz.

Hem kapitalist bir sistemin neferi olup hem de solcu olamayacağınızı kabul etmek istememişsinizdir.

Gelir dağılımının adaletsiz olduğu, fırsat eşitsizliğinin ayyuka çıktığı bir dünyada hayata tutunmak için verdiğiniz “mantığa dayalı tavizler” hep hoş görülsün istemişsinizdir.

Solculuğun, demokratlığın, adil olmanın, insan haklarına saygı duymanın savunduğu değerleri beğenmekle yetinmiş, benimsemek konusunda bir zorunluluk hissetmemişsinizdir.

“Dünyayı bir benim tercihlerim mi kurtaracak ya da batıracak” demişsinizdir.

Ve bunları yaparak açtığınız alanlarda kapitalizmin faşizmle el ele vererek zaferini kutlayışını yılgınlıkla seyretmişsinizdir.

O yüzden bugün gözünüzün önünde her yer ateşe veriliyor …

Ve siz hayatın sol köşesinde bir yerlerde durup “Kimseye bir şey olmasını istemem tabii ama bunun böyle olacağı belliydi” diyorsunuz.

Siz böyle dedikçe… iktidar yola gelmeyecek ama o iktidarın son derece hesapçı ve hatalı kararlarıyla rasyonelleştirdiği faşizm ve ırkçılık gaza gelecek.

Bazı katlanılması zor gerçekler vardır.

Hem vatansever olup hem de savaşa karşıyım diyebilirsiniz ama ancak bazı savaşlara karşı olabilirsiniz.

Savaşları haklı ve haksız olarak adil bir şekilde ayırmaya kalkabilirsiniz ama ancak bazı savaşlarda adil olmayı başarabilirsiniz.

Tarihi canınızın istediği yerden kendinize yontarak yazabilirsiniz ama kimseyi buna ilelebet inandıramazsınız.

“Hadi sağcı olalım, hem Türkçe bilmek de gerekmiyor” diye bir şaka vardır.

Kendinizi solcu hissediyorsanız, Türkçeyi kurallarına göre yazıp konuşmayı iyi biliyorsanız, bu zekice yapılmış şakaya gülebilir, sağcı ya da solcu olmak üzerine bunun gibi şahane başka şakalar da yapılabilirsiniz.

Ama sağ sol meselesinde sıra “ateşle imtihan”a gelince, işte orada durmak gerekir.

Dikkat edin, bir bakmışsınız… “Orada” duramamışsınız.

                                                                  /././

Mehmet Şimşek IMF’yi solladı: TÜİK tarihe geçti -Yalçın Doğan-

Gelirden en az pay alan nüfusun yüzde yirmisinde kişi başına düşen gelir ortalama 3 bin 600 dolar. En yüksek pay alan nüfusun yüzde yirmisinde ise, kişi başına gelir ortalama 26 bin dolar. Yedi katı bulan olağanüstü adaletsizlik.

Öncelikler arasında artık geriden gelen bir anlayış, enflasyonu körükleyen ana kalemin işçi ve memur ücretleri olması. Etkisi var ama, asıl devletin tüketim ve yatırım harcamaları, tasarrufta devletin rolü ön planda geliyor.

Ücretlerle ilgili anlayış 1970 ve 80’lerde Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) temel verilerinden biri. O yıllarda, Türkiye dahil, hangi ülkeyle anlaşma imzalasa, ücret artışlarında frenleme öncelik taşıyor.

Zamanla anlayış değişiyor, IMF’de ücret artışlarına frenleme yine var ama, ekonomik krizlerin çözümünde öncelik yapısal reformlarda.

Oysa, enflasyonla mücadelede Bakan Mehmet Şimşek için öncelik ücretlerde frenleme.

“Rasyonel politikalar”

4 Haziran 2023...

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin ne olduğu bilinmeyen politikaları sonrasında aynı Bakanlığa on üç ay önce Mehmet Şimşek atanıyor. Görevi devralırken, Şimşek:

“Rasyonel bir zemine dönme dışında seçenek kalmamıştır”.

Umutlu sözler. Yani, geçmiş dönem irrasyonel, akıl ve mantık dışı.

“Rasyonel zemin” ne?..

-Yolsuzluk iddialarının önlenmesi, tasarrufun sağlanması amacıyla İhale Yasası’nın değişmesi.

-Merkez Bankası’nın bağımsız kılınması.

-Kayıt dışı ekonomiye son verilmesi.

-Verilerinin inandırıcı olabilmesi için TÜİK’in şeffaf hale gelmesi.

-Kur Korumalı Mevduat (KKM) gibi, Hazine’nin en büyük yüklerinden birinin sonlandırılması.

-Kamu-Özel İş birliği çerçevesinde otoyol, köprü, hava alanı, hastanelere ödenen milyonlarca Euro tutarındaki garantilerden vazgeçilmesi, hiç olmazsa, TL’ye çevrilmesi.

-Büyük firmalara tanınan vergi istisnası, vergi indirimi ve vergilerin silinmesine son verilmesi.

-Gelir dağılımını bozan dolaylı vergilerin azaltılması.

-Milyonlarca insanın altında ezildiği kira sorununa kalıcı çözüm bulunması.

Mehmet Şimşek bir yıl içinde bunların hangisini yaptı?..

Dün Haziran enflasyonu açıklanıyor, daha açıklanırken petrol ürünleri zamlanıyor, ÖTV artıyor. Yüzde 38’lik elektrik zammı zaten gelmiş durumda.

Gelir bölüşümü iyice bozuldu

Ücretlilere ve emeklilere bu kadar yüklenmek zaten bozuk olan gelir bölüşümünü iyice bozuyor. Birilerinin yoksulluğu derinleşirken, birilerinin refahı artıyor.

Kimlerin?..

Gelirden en az pay alan nüfusun yüzde yirmisinde kişi başına düşen gelir ortalama 3 bin 600 dolar. En yüksek pay alan nüfusun yüzde yirmisinde ise, kişi başına gelir ortalama 26 bin dolar.

Yedi katı bulan olağanüstü adaletsizlik.

Bu durumda gözler Ocak ve Haziran aylarındaki yıllık ve altı aylık enflasyon oranlarına çevriliyor. Dolayısıyla, iktidarın dikkate aldığı TÜİK verilerine.

Çalışanların ve emeklilerin ücretleri o verilere göre hesaplanıyor. Ne var ki son yıllarda TÜİK oranları benzer hesapları yapan kuruluşların hep gerisinde çıkıyor. Dolayısıyla, ücret artışları düşük kalıyor, yoksulluk artıyor.

Ortalama fiyat listesini açıklamıyor

DİSK bağımsız kuruluşlarla TÜİK arasındaki farklı fiyat artış oranları karşısında harekete geçiyor.

6 Haziran 2022’de DİSK enflasyon hesaplamasının temelini oluşturan, TÜİK’in kullandığı madde sepeti ortalama fiyat listesinin açıklanmasını istiyor.

23 Haziran 2022’de TÜİK bu isteği geri çeviriyor.

4 Temmuz 2022’de DİSK Adalet Bakanlığı Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu’na itiraz ediyor.

3 Ağustos 2022’de adı geçen kurul da DİS’in itirazını geri çeviriyor.

11 Kasım 2022, DİSK bu kez İdare Mahkemesine dava açıyor.

31 Mart 2023, İdare Mahkemesi... Ve...

15 Mart 2024, o dava bu itiraz derken, Danıştay TÜİK’in madde sepetindeki ortalama fiyat listesini DİSK’e vermesine hükmediyor.

2 Mayıs 2024, iki ay önce, arada bazı yazışmalar, TÜİK akla ziyan bir açıklama gönderiyor DİSK’e:

“2022 yılı Mayıs ayından itibaren kurumumuz tarafından hesaplanmayan ve yayınlanmayan ortalama madde fiyatlarının halen kurumumuzda mevcut olmayışı nedeniyle, size gönderilmesi mümkün olmamıştır.”

Ne?..

Ortalama madde fiyatları yok mu?..

Ne?..

Peki, TÜİK o zaman enflasyonu neye göre, nasıl hesaplıyor?..

Ücret artışlarına temel olan hesaplama nasıl yapılıyor?..

DİSK bu skandal yanıt karşısında TÜİK yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunuyor.

Sonra?..

Sonrası malum!..

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Memur Soruşturmaları Bürosu DİSK’in suç duyurusundaki gerekçeleri “soyut ve genel” bularak, soruşturmaya gerek duyulmadığına karar veriyor.

Ortalama madde fiyatları olmadan enflasyon oranını hesaplayan TÜİK’i kutlarken, “rasyonel zemine dönen” Mehmet Şimşek’i de kutlamak gerek!...


NOT: DİSK’in başvurularıyla ilgili kronolojiyi aktarırken, DİSK’in internet sayfasından yararlandım.

(BİRGÜN)