3 Ekim 2024 Perşembe

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -3 Ekim 2024-

İşte savaşın kazananları: ABD ve İsrail sermayeli savaş tekellerinin piyasa değeri katlandı -Uğur Zengin-

İsrail’in Filistin’e karşı başlattığı ve bir yılda bölgeye yaydığı savaş, silah tekellerini büyütüyor. ‘Havacılık ve savunma sanayi’ şirketlerinin hisse fiyatları bu bir yılda tırmandı.

Şirket AdıSermayeİsrail için Ne Üretti?Son 1 Yılda  Büyüme Oranı
RTX CorporationABDDemir Kubbe, sığınak delici bomba (2.2 ton), bombalar: AGM-65, Paveway, GBU-28, AIM-9X%73.4
Lockheed MartinABDF-16 ve F-35 savaş uçağı, Arrow 3 Füzesi, akıllı bomba (JDAM)%48.15
IMCOİsrailZırhlı araçlar için gelişmiş elektrik sistemleri, Video yönetim sistemleri%186
AshotİsrailJet motor şaftları, iniş takımı parçaları, yüksek kaldırma parçaları%112

İsrail’in ekim ayında Filistin’e başlattığı, bölgeye yaydığı savaş, savaş baronlarını büyüttü. ‘Havacılık ve savunma sanayi’ şirketlerinin hisse fiyatları hızla arttı. Başta ABD ve İsrail sermayeli olmak üzere askeri sanayide üretim yapan şirketlerin piyasa değeri son bir yılda katlandı. 165.5 milyar dolarlık piyasa değeriyle dünyanın en büyük savaş tekeli olan RTX Corporation’un hisseleri bir yılda yüzde 73.4 arttı. 144.4 milyar dolarlık değeriyle en büyük ikinci savaş tekeli olan Lockheed Martin’in hisseleri ise sadece son 3 ayda yüzde 30 değer kazandı.

RTX SAVAŞTAN EN KÂRLI ÇIKAN ŞİRKET

İsrail’in hava savunma sistemi ‘Demir Kubbe’nin üreticisi İsrailli Rafael Advanced Defense Systems şirketi ile ortaklığı bulunan ABD’li RTX Corporation, savaştan en kârlı çıkan şirket oldu. 165.5 milyar dolarlık piyasa değeriyle ABD’nin en büyük ‘havacılık ve savunma’ şirketi olan RTX’in New York borsasında işlem gören hisse fiyatları son 5 yılda yüzde 54 büyümüştü. Buna karşı İsrail’in Filistin’e yönelik başlattığı saldırılarla birlikte, İsrail ordusunun Filistinli sivillere karşı kullandığı füze, bomba, savaş uçakları için bileşenler ve diğer silah sistemlerini üreten şirketin hisseleri sadece son 1 yılda yüzde 73.4 değer kazandı.

İran’ın Tel Aviv’e yönelik saldırılarının yaşandığı günün ardından şirket hisseleri bir günde yüzde 2.7 yükseldi. Son 5 günde hisse fiyatlarında artış yüzde 3.22’yi buldu.

DÜŞEN HİSSELER SAVAŞ İLE YÜKSELDİ

Şirketin hisseleri ocak 2023 ile İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının başladığı 7 Ekim 2023 tarihleri arasında düşüş eğilimindeydi. Ocak 2023’te 102 dolar olan hisse fiyatı, 3 Ekim 2023’te 70 dolara kadar geriledi. İsrail saldırılarıyla birlikte hisse fiyatı hızla yükselişe geçti. 9 Ekim 2023’te 73.25 dolara çıkan fiyat dün 124 doları aştı.

FİLİSTİN’E RTX BOMBALARI DÜŞTÜ

RTX İsrail'in Patriot füzelerini ve Rafael ile birlikte ‘Demir Kubbe'yi de üretiyor. Gazze'ye karşı sık sık gerçekleştirdiği askeri saldırılarda İsrail ordusu, RTX’in 2.2 tonluk GBU-28 “sığınak delici” ve lazer güdümlü Paveway bombalarının yanı sıra AGM-65 Maverick hava-yer füzeleri, AIM-9X füzeleri, AIM-120 Sidewinder füzeleri ve TOW uzun menzilli füzelerini kullanıyor. Bu füzeler ve bombalar genellikle İsrail Hava Kuvvetlerinin F-16 ve F-35 savaş uçakları tarafından ateşleniyor veya bırakılıyor.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsüne (SIPRI) göre RTX, 2006 ile 2009 yılları arasında İsrail hükümetine en az 150 GBU-28 bombası ve 2004 ile 2015 yılları arasında 1200 Paveway bombası tedarik etti. ABD Dışişleri Bakanlığı 2015 yılında İsrail'e 2 bin 200 Paveway bomba kiti ve diğer silahların 1.8 milyar dolarlık satışını onayladı.

SIPRI'nın raporuna göre RTX ayrıca İsrail hükümetine en az 8 bin 188 TOW, 1360 AGM-65 Maverick, 4 bin 842 Sidewinder ve 154 AIM-120 AMRAAM füzesi sağlarken, ABD yabancı askeri satış (FMS) sözleşmeleri, ABD hükümetinin haziran 2021, temmuz 2020 ve nisan 2019'da İsrail'e füze bileşenleri tedarik edildi. Mart 2020, mayıs ve nisan 2019 ve aralık 2018'de ise RTX İsrail hükümetine AIM-9X füzeleri sağladı.

LOCKHEED MARTIN: F-35 SATTI

ABD’li küresel savaş tekeli Lockheed Martin, haziran 2024’te İsrail’e toplam 3 milyar dolar tutar karşılığında 25 adet F-35 savaş uçağı daha sattı. Uçaklar, İsrail Hava Kuvvetlerinin F-35 filosunu önümüzdeki yıllarda 75'e çıkaracak. İsrail'in orijinal 50 F-35 siparişinin şimdiye kadar 39'u teslim edildi.

Lockheed Martin ayrıca son yıllarda F-16'lar ve CH-53K King Stallion, Yas'ur helikopterleri ve Black Hawk'ları içeren anlaşmalarla İsrail’in en büyük tedarikçisi haline geldi. Boeing havacılık endüstrisiyle iş birliği yaparak Arrow 3 füzesini üretti ve Hava Kuvvetlerine F-15 uçakları ve "akıllı" bombalar (JDAM) sağladı.

Lockheed Martin'in Yönetim Kurulu Başkanı Jim Taiclet, İsrail'in Gazze'deki sivilleri katletmesine ilişkin “İsrail'i askeri operasyondan uzak tutmanın hiçbir anlamı yok. GSYİH'mizin yüzde 2'sinden fazlasını oluşturması gereken sanayi kompleksimizin geliştirilmesine büyük katkıları var. Silahlar ile çözülmesi gereken çatışmalar var ve biz bu silahları sağlamaya hazırız” demişti.

İSRAİL TEKELİ IMCO YÜZDE 186 BÜYÜDÜ

İsrail borsasında işlem gören İsrail sermayeli IMCO, son bir yılda yüzde 186 büyüdü. İsrailli savaş tekelleri Rafael, Elbit, ile Britanya sermayeli lüks otomobil üreticisi Rolls-Royce ve Fransa sermayeli Boeing ile çalışan IMCO, en hızlı büyüyen İsrailli savunma sanayi şirketi oldu. Şirket mayıs 2024’te İsrail Savunma Bakanlığı ile 100 milyon dolarlık satış anlaşması imzaladı. Şirket, İsrail Savunma Bakanlığına ait zırhlı araçlar için gelişmiş elektrik sistemleri, video yönetim sistemleri ve voltaj yönetim sistemi sağlayacak. Sadece bu anlaşmanın ardından IMCO’nun hisse fiyatı yüzde 19 arttı. IMCO, bu anlaşma ile İsrail’den aldığı sipariş tutarını tek kalemde ikiye katlamış oldu.

Şirket aynı dönemde ABD’de kurulu şirketi Advenced Defence Technologies ile de 9.5 milyon dolar tutarında satış anlaşması yaptı.

TRANSDIGM GROUP: YEDEK PARÇALARIN ŞEYTANI

ABD piyasasında işlem gören, İsrail’in savaş helikopterlerine ve diğer askeri sınıf makinelere yedek parça sağlayan Transdigm Group hisseleri ise son bir yılda yüzde 70 arttı. Şirket 2023 yılının son çeyreğinde kârını yüzde 23 artırarak 1 milyar doların üzerine çıkardı. Şirketin ocak 2023’te 650 dolar hisse fiyatı dün 1435 doları gördü. Hisse fiyatları bu yılın başından bu yana yüzde 42’nin üzerinde arttı.

Merkezi Cleveland’daki şirket ‘yedek parçaların şeytanı’ olarak anılıyor. Kurulduğu günden bu yana, Rishon Lezion'da şubesi bulunan ve havacılık, deniz ve kara alanlarında güvenlik güçlerine profesyonel kontrol ve izleme ekranları satan ScioTeq Ltd (eski adıyla Esterline) dahil olmak üzere 88'den fazla farklı şirketi satın aldı.

641 DOLARA MAL OLAN ÜRÜNÜ 10 BİN DOLARA SATTILAR

New York merkezli Ynetnews haberine göre Pentagon soruşturmaları, TransDigm’in bir yolcu uçağı için bir bağlantıda yüzde 4 bin 436 kâr elde ettiğini, 46 dolara mal olması gereken yarım inçlik bir pim için 4 bin 361 dolar ve 641 dolara mal olan bir hidrolik valf için 10 bin dolar talep ettiğini ortaya koydu.

                                                        /././ 

Haydut başı: Amerikan emperyalizmi -Mustafa Yalçıner-

Son yazımızın başlığı “Haydut Devlet: İsrail”di. Bu tamamen doğrudur ve ABD “haydut devlet” kavramını İsrail için üretmiş gibidir. Siyonist haydudun Lübnan’a yönelik son saldırıları bunu bir kez daha doğrulamıştır.

Her devlet bir şiddet aletidir demiş ve ABD büyük haydutturdiyerek noktalamıştık.

19. yüzyılın haydut başı neredeyse tüm dünyayı sömürgeleştiren İngiltere’ydi. Belki gelecekte bu payeyi bir başka emperyalist kuşanacak; ancak geçen yüzyılda İngiltere’den devraldığı haydut başılığı günümüzde kimseye bırakmayan ABD’dir.

Herhalde İsrail’in aklına estiği gibi saldırdığını kimse düşünmüyordur. Böyle düşünen varsa ya dinsel vb. ön yargılarla gözü kördür ya da fazlasıyla saftır!

İslami yaklaşım İsrail’i “kötülüklerin başı” sayar ve hatta ABD’yi ve giderek dünyayı Yahudilerin yönettiğine inanır. Kanıtları yok değildir: Rockefellerden Rothschild’e, Dupont’tan Morgan’a, H. Kissenger’e Amerikan mali oligarklarının önemli bir bölümü Yahudi asıllıdır ve Yahudi-Hristiyan öğretisi ABD’de etkilidir. Kuşkusuz ABD ile İsrail arasında fazlasıyla yakın, hatta iç içe geçmiş girift bir ilişki var. İsrail, Amerikan emperyalizminin en çok ve sorgusuz sualsiz koruyup kolladığı, yakın desteğine mazhar bir haydut. Ancak ayrıntılı analizlere gerek kalmadan ön yargısız mantık bile İsrail’in ABD’yi yönettiğini değil ama tersini doğru sayacaktır.

İsrail, ABD üzerinde bir karşı etkiye sahip şüphesiz, ancak sonuçta ABD’nin Ortadoğu’daki gölgesidir. Bölgede ABD adına davranan ve onun herkesten ve her saldırıdan sakındığı göz bebeği taşeronudur. ABD, kiri pası nedeniyle doğrudan dahil olmak istemediği işleri İsrail’e gördürmektedir. İsrail de kendi özel çıkarları nedeniyle buna dünden razıdır.

Son saldırılarıyla İsrail kuşkusuz kendisini de sağlama almaya çalışmakta, ama asıl ABD stratejik yöneliminin gereğini yapmaktadır. Gazze soykırımının ardından, İran’da Haniye suikastı, Lübnan’da önce çağrı cihazları ve ardından telsizleri patlattıktan sonra Hizbullah’ın karargahına saldırarak Nasrallah’ı ve Güney Cephesi komutanıyla diğer önde gelen komutanları öldürmesi Ortadoğu’yu savaşın alevleri içine çekmeye yöneliktir. Hizbullah bölgede İsrail’in rakipleri arasında en önde geleni olmasının yanında bölgenin ve hatta dünyanın en tutarlı Antiamerikan, hatta antiemperyalist güçlerindendir. Bir yıldır süren saldırganlığıyla İsrail savaşı yayma tutumu izlerken İran’ı da yanıt vermeye ve savaşa dahil olmaya zorluyor. Darbe vurdukları İran’ın yakın müttefikleri ve örneğin Haniye Tahran’da öldürüldü. Yanıt vermediğinde müttefiklerini yüzüstü bırakıyor ve korkuyor görüntüsü verecek olan İran kendi cephesinin moralini de olumsuz etkileyecek, yanıt verse savaşa çekilmiş olacaktır. “İki ucu pis değnek” açmazına alınmaktadır.

Savaşın bölgeye yayılması tek başına İsrail’in boyunu ve cürmünü aşan bir yönelimdir.

Öte yandan Çin’in hızla gelişip ekonomik olarak dünyaya yayılarak “tahtını” tehdit ettiğini gören ABD, yeterince güçlenmeden onu ya savaşarak bertaraf olmaya ya da boyun eğmeye zorlamak üzere hamleler yapmaya çoktan başlamıştır. Savaşın, Çin’in iktisaden ABD’yi çoktan geride bıraktığı Ortadoğu’ya yayılması zorlaması bu türden bir hamledir. Filistin’in haritadan silinmesi ya da direnemeyecek duruma sıkıştırılması, Suudilerle ilişkilerini geliştiren Çin’in Hint Okyanusu ve BAE üzerinden “Kuşak-Yol İnisiyatifi”nin bir parçası olarak Avrupa ve Afrika’ya uzanan ticaret yoluna alternatif Hindistan, Suudi Arabistan, İsrail ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya uzanacak “yeni ekonomik koridor” açılmasıyla doğrudan ilişkilidir.

ABD, önce yakın müttefiki Rusya’yı Ukrayna’da savaşa zorlayarak zayıflatıp Çin’i yalnızlaştırmaya girişmiş, Avrupalı emperyalistleri de yanına çekerek ticari ve sınai ambargo uyguladığı Çin’in gelişmesinin de önünü kesmeye yönelmiştir. Şimdi Ukrayna’ya uzun menzilli füzeler vererek Rusya’yı karşı hamleye, örneğin en azından taktik nükleer silahlar kullanmaya zorlamakta ve Avrupa’yı ateşe atmaktadır.

İsrail saldırganlığı bu genel tablo içinde anlam kazanır.

Saldırılarını sorgusuz destekleyen Amerikan haydutluğu görülmeden İsrail haydutluğu anlaşılamaz!

                                                        /././

İktidar neden yapamayacağı bir anayasayı gündem yapmak için bu kadar uğraşıyor? -İhsan Çaralan-

TBMM’nin 28 dönem 3. yasama yılı önceki gün   Meclisin “kendiliğinden” toplanmasıyla başladı.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un açılış konuşmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan Meclise hitap etti.

Halkın büyük geçim sıkıntısı içinde olduğu; çiftçilerden işçilere, emeklilerden emeği ile geçinen her toplumsal kesimin eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten işsizliğe, yerel hizmetlere, hayatın her alanında büyük sorunlar yaşadığı ülkemizde Cumhurbaşkanı başlıca üç konu üstünde durdu:

* Birincisi “yeni bir sivil ve demokratik anayasa” vaadi! Nasıl bir anayasa yapmak istediklerini 22 yıllık icraatlarını tarif etmeye çalıştıkları anayasa ile taban tabana zıt oluğunu hiç umursamadan anlattı! TBMM’nin 3. yasama yılında böyle bir anayasa yapmayı başaracaklarını iddia etti.

* İkincisi; ekonominin iyiye gittiği, enflasyonun düşmeye başladığı ve yakın bir zamanda sıkıntıların aşılacağına dair çizdiği pespembe tablo. Buna “Halk inanır mı inanmaz mı”yı hiç umursamadan!

*Üçüncüsü ise İsrail’in bir yıldır Filistinlilere karşı giriştiği kanlı katliamların Lübnan’a da yayılmasıydı. Dünyadaki ve İslam dünyasındaki duyarsızlıktan yakınan Erdoğan hamaseti İsrail’e karşı mücadelede dünyaya liderlik etme zamanının gelindiğine kadar götürdü! “İsrail’in gözü bizim vatan topraklarımızda, Anadolu’da” diyerek çıtayı Başdanışmanı Yiğit Bulut ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “İsral’in hedefi Türkiye’dir” iddiasına koydu. İsrail için hayati önemde olan ticaretin resmiyette yasaklansa da fiiliyatta üçüncü ülkeler üstünden bugün bile sürdürülmesini umursamadan!

ERDOĞAN VE PARTİSİNİN GERÇEKTEN ANAYASA YAPMA GİBİ BİR İSTEĞİ VAR MI?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meclis konuşmasında böyle ete süte karışmaması elbette tek adam rejiminin artık halka verecek inandırıcı herhangi bir vaadinin olmamasındandır. Ama bugün burada bu yanın üstünde durmayacağız. Tersine bugün AKP’nin TBMM’nin 1. ve 2. yasama dönemlerinde gündeme getirip çeşitli girişimler yaptığı yeni “sivil ve demokratik bir anayasa” yapma iddiasının üstünde duracağız.

28 Mayıs 2023 akşamı 3. kez ve anayasaya da aykırı olarak cumhurbaşkanı seçildiği günün hemen arkasından ilan ettiği “yeni anayasa yapma” çağrısından beri Erdoğan ve AKP yeni anayasa yapma iddiasını diri tutmaya çalışıyor. Ancak ne önceki ne de o çağrıdan sonraki uygulamalarına bakıldığında Erdoğan’ın mevcut anayasanın ne dediğini umursamadan, anayasaya aykırı ne yapılacaksa onları yapmaya devam ettiğine tanık oluyoruz. Bu yüzdendir ki Erdoğan’ın yeni anayasa iddiasına karşı çıkan muhalefet “Sen önce mevcut anayasaya uy” demektedir!

Erdoğan ve partisinin “Sivil ve demokratik yeni bir anayasa yapacağız” diye ortaya çıkmalarından beri sürdürdüğü uygulamaların; sivil ve demokratik anayasanın ‘s’ ve ‘d’si ile bile aralarındaki makası her geçen gün artırması açıkça gösterdi ki; Erdoğan ve AKP’nin Meclis grubunun aslında “sivil” ve “demokratik” bir yana; sıradan bir anayasa gibi bile ciddi bir isteği yoktur!

Tersine onların asıl talebi kendilerini yasa ve anayasa ile sınırlamamış keyfi bir yönetimdir. Bu yolda sermaye muhalefetinin de hoşgörüsü çerçevesinde mevcut anayasayı tanımamayı “kazanılmış bir hakka” dönüştürmüş bulunmaktadırlar.

İşlerine geldiğinde muhalefeti ve karşıtlarını anayasaya uymamakla suçlayarak sindirme, işlerine gelmediğinde “Bu cunta anayasası, buna mı uyacağız?” deme konforunu meşrulaştırmışken tek adam yönetimi neden yeni bir anayasa istesin ki!

Tabii gerçekte yeni anayasa amacı olmayan bu girişim mevcut anayasanın “Bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesinin ‘iki kez’ ile sınırlandırılması”, “Barajın yüzde 50+1’den yüzde 40’lara çekilmesi” gibi bazı maddelerinin pazarlıklarla değiştirilmesi Erdoğan ve partisi için çok iyi bir “bonus” olur!

MEVCUT MECLİS BİR ANAYASA YAPABİLİR Mİ?

Aslına bakılırsa mevcut Meclisin anayasa yapacağını iddia ederek ortaya çıkmanın kendisi bile iktidarın gerçekte anayasa yapma niyetinin olmadığının kanıtıdır.

Çünkü bırakalım “kurucu meclisi”; iktidar anayasa gibi temel bir yasayı yapmak istiyorsa bunu en güçlü oluğu, toplum nezdinde itibara sahip olduğu dönemde yapsaydı en azından niyetinin ciddiliği konusunda inandırıcı olabilirdi.

Ama tek adam yönetimi ve AKP iktidarı;

* Sistemin tel tel döküldüğü,

* Meclisin güvenirliğinin anketlerde bile en alt sıralara indiği ve toplumsal dayanağı bakımından meşruiyetinin tartışılmaya başlandığı,

*AKP-MHP çoğunluğunun Saray’dan gelen istekler karşısında hiçbir itirazda bulunmadan kaldır parmak indir parmak tarzının tek yasa yapma yöntemi olduğu,

* Kürtçe konuşan milletvekilinin Meclis zabıtlarına “Bilinmeyen bir dille konuştu” diye kayda geçirildiği,

* Seçilmiş bir milletvekilinin Anayasa’ya aykırı olarak hapiste tutulmasını önleyebilecek bir otoriteye sahip olmayan bir Meclisin tüm ülke halklarını birleştirecek bir anayasa yapacağını iddia ederek elbette kimseyi inandıramaz. İnandıramıyor da.

Nitekim Numan Kurtulmuş da bunu kabul etmekte ve eğer AKP ve CHP önayak olursa “yeni anayasa” konusunun halkın gündemi olacağını söylemektedir.

Kısacası “yeni ve demokratik anayasa” sorunu tek adam rejimi ve onun müttefiklerinin boyunu çok aşan bir sorudur. Bu yüzden onların girişimleri gerçek bir demokratik anayasa ihtiyacını istismar etme ve bunun arkasında halkın boğazını sıkan Erdoğan-Şimşek programını hayata geçirmenin örtüsü olarak kullanmaktır.

MEVCUT MECLİSLE KURUCU MECLİSİN FARKI NE?

Gerek anayasa hukukçusu bilim insanları gerekse özgürlük ve demokrasiden yana tutum alan siyasi çevreler, olağan seçimlerle görevlendirilmiş bir meclisin yeni bir anayasa yapma yetkisi olmadığını söylüyor. Çünkü anayasa yapmada asıl olan anayasa yapma amacıyla seçilmiş delegelerden oluşan “kurucu meclis”lerdir ve bu çevreler Erdoğan’ın ve partisinin “Ben yaptım oldu” anlayışının ifadesi olan bu girişime esastan karşı çıkıyor.

AKP ise bütün itirazlara “Ne yani cuntanın anayasasını mı savunuyorsunuz? Cunta anayasasını milletin seçtiği vekiller feshedip neden yeni bir anayasa yapamasın?” diye itiraz ediyor. Kurtulmuş pazartesi günü Meclisin önceki yasama yıllarındaki çalışmalarını değerlendirdiği konuşmasında bunu “TBMM'nin böyle bir yetkisi yoktur, diyenler, demokrasiyi özümsememiş olan kesimlerdir” demeye kadar götürdü.

Oysa kurucu meclis sadece mevcut siyasi partiler ve parti liderlerinin, seçilmiş vekillerin oluşturduğu meclis değildir. Tersine kurucu meclis, sendikalar, emek örgütleri, kooperatifler, odalar, barolar, etnik gruplar, aydınlar, akademisyenler, kültür çevreleri ve tabii siyasi partilerin de temsilcileri… gibi toplumun mümkün tüm kesimlerinin temsilcilerinin özgürce “nasıl bir anayasa” tartışması içinde seçtikleri delegelerden oluşan bir meclistir.

                                                           /././

Enflasyon eşitsizliği -Koray R.Yılmaz-

Malumunuz maaş, ücret artışı gibi hususlarda enflasyona bakılıyor. Her altı aylık dönemde, ya da yılda bir gelirin kaynağına göre, gazeteler yeni maaşlar şu kadar, asgari ücret bu kadar olacak diye yayınlar yapıyor. Hatta son zamanlarda neredeyse her ay enflasyon oranı açıklanır açıklanmaz olası yeni maaş ve ücret tabloları sunulmaya başlandı.   

Peki bu kadar önemli olan enflasyon nasıl ölçülüyor. Hayır niyetim burada ciddi ciddi bunu anlatmak değil ama dikkat çekilmesi gereken hususlar var. Çünkü enflasyonun hesaba katılması işçi sınıfının ve genel olarak emekçi kesimlerin ekonomik refahının ve bu refah seviyesi ile ilişkili politikaların belirlenmesinde kilit rol oynuyor. Asgari ücret, emeklilik maaşları, yoksulluk politikaları, sosyal yardımlar vb. birçok başlık enflasyon oranından etkileniyor.

En yaygın olarak kullanılan enflasyon ölçüsü Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) iken ABD başta olmak üzere birçok ülkede Kişisel Tüketim Harcamaları (Personel Consumption Expediture) vb. farklı endeksler de söz konusudur. Ancak tüm bu ölçümlerin ortak noktası nüfusun bir bütün olarak karşı karşıya kaldığı ortalama mal ve hizmet fiyatlarında tek bir değişim varsaymasıdır. Bu varsayım gerçek olmadığı gibi gerçeği de gizleyen sonuçlar üretir. Nasıl Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) toplam ölçümleri ekonominin farklı noktalarında ekonomik büyümedeki farklılıkları maskeleyebilirse, benzer şekilde enflasyonun toplam ölçümü de yoksulların karşılaştığı fiyatların ve fiyat değişikliklerinin orta gelirlilerden, orta gelirlilerin ise yüksek gelirlilerden, daha yapısal bir analizle toplumun farklı sınıflarının ve hatta sınıf içi farklı bileşenlerinin karşılaştığı fiyat ve fiyat değişikliklerinin birbirlerinden temelde farklı olabileceğini gizleyebilir.

Aslında farklı gelire sahip kesimlerin faklı mallar ve hizmetler tükettiği Alman istatistikçisi ve iktisatçısı Ernst Engel’den (1857) beri bilinmektedir. Ancak bu olgu üzerine yapılan çalışmalarda enflasyon olgusunun daha fazla görünür olmasıyla birlikte son zamanlarda bir artış dikkat çekiyor. Yeni çalışmalarda farklı kesimlerin enflasyon oranlarının farklılaşması “enflasyon eşitsizliği” bağlamında ele alınıyor. Çalışmalar gelir dağılımının en altında yer alanların yıllık enflasyon oranlarının, gelir dağılımının en üstünde yer alanlardan önemli ölçüde daha yüksek olduğunu ve bunun da gelir eşitsizliğini etkili bir şekilde artırdığını tespit ediyor. Gelirleri hızla artan en üst kesimin harcamalarından daha fazla pay almak için rekabet eden firmalar, bu kesimin tüketimine konu olan ürünlerin fiyat artışlarını düşük gelirli insanlar için üretim yapan firmalar gibi rahatlıkla artıramıyorlar. Bu da yoksullar aleyhine bir görünüm arz eden “enflasyon eşitsizliği” olgusunu pekiştiren ve gelir eşitsizliğini de besleyen bir unsur olarak beliriyor.    

Çalışmalar farklı gelir grupları için farklılaşan enflasyon ölçümlerine dayalı olarak farklı ekonomik göstergelere doğru analizlerini genişletiyorlar. Soru şu hale geliyor? Eğer enflasyon bağlamında tek bir değişim oranı yoksa ve yoksulların enflasyon oranı hesaplandığından daha yüksekse bunun örneğin yoksulluk, gelir eşitsizliği vb. üzerindeki etkisi ne olur? Varılan sonuç çarpıcıdır: Gelire göre fiyatlardaki değişimi doğru bir şekilde hesaba kattığınızda (yani yoksullar için gerçekçi bir enflasyon oranından hareket ettiğimizde) yoksulluk belirgin bir şekilde artmakta ve gelir eşitsizliği genişlemektedir. Bu düzeltmelere dayalı olarak yapılmış bir çalışma ABD için yoksulluk içindeki kişi sayısında yaklaşık %8’lik bir artış, yoksulluk oranında %1 bir yükselme tespit ediyor. Bu 3,2 milyon daha fazla yoksul demektir. 1,7 milyon kadın, 1,5 milyon erkek. Yoksulluk değişimlerine çeşitli alt demografik gruplar bağlamında da bakılmış ve örneğin 1,1 milyon daha fazla yoksul çocuk, kadın reisli hanelerde 1,2 milyon yeni yoksul anne, 1,2 milyon fazladan yeni beyaz yoksul, 650.000 fazladan yoksul siyah birey gibi sonuçlara ulaşılmıştır. Yine başka bir yoksulluk ölçümü olan derin yoksulluğa bu yeni enflasyon ölçümleriyle bakıldığında 800.000 insanın daha derin yoksulluk sınırının altında kaldığı bulgulanmıştır. Özellikle de sosyal ve ekonomik yardım ve önlemlerin alınmasında yoksulluk sınırının önemi düşünüldüğünde, geleneksel tek bir değişim oranı veren enflasyon ölçümünün bu yardımlara ihtiyaç duyan insan sayısını olduğundan çok daha az gösterdiği açıktır. Yoksulların refahını artıracak politikalar geliştirmek için öncelikle onların refah düzeyini çarpıtan ölçüm tekniklerinden kurtulmak gerekir.

Farklılaştırılmış enflasyon verileri ile hane halkı gelirlerine baktığımızda da gelir dağılımının hem mevcut durumunun hem de zaman içindeki seyrinin açıklandığından çok daha kötü olduğu görülmektedir. ABD özelinde yapılan çalışmada 2004-2018 arasında en düşük %20’lik gelire sahip olan kesimin gelirinde %0.9’luk bir azalma görülürken, farklılaştırılmış enflasyon ölçümü ile bu azalma oranı %6.7’ye çıkmaktadır.

Çalışmalar enflasyonun gelir dağılımının en alt düzeylerinde daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’de ise gelir dağılımının en altındakiler daha ziyade enflasyonun nedeni olarak ortaya konuyor. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan, ülke sermayedarının ücret mallarına yönelik olarak yoksul kesimin talep artışı karşısında üretimi artırmaktan aciz olduğunu açık etmeyi göze alarak “Tabii bir numaralı risk olarak gördüğümüz şey bizim beklentimizin bir miktar üzerinde gerçekleşen asgari ücret artışı… Şu anda tahmin ettiğimiz ama tam olarak ne kadar olacağını bilemediğimiz etki, asgari ücret artışının talep kaynaklı etkisi” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Daha yakın zamanda açıklanan OVP belgesindeki “asgari ücret artışlarının dezenflasyon süreciyle uyumu gözetilmeye çalışılmaya devam edilecek” vurgusu da aynı anlayışı yinelemiştir.

Şimdi soralım ücretleri, maaşları, yoksul insan sayısını, sosyal yardımları belirleyecek olan enflasyon oranı, Türkiye’de tek bir değişim oranı yerine en azından gelire göre farklılaştırılarak hesaplansaydı gerçekte ücretler, maaşlar, sosyal yardımlara hak kazanan sayıları nasıl değişirdi? Çalışmalar bize olması gerekenin açıklananlardan daha fazla olacağını söylüyor. Biz ise enflasyondan daha fazla etkilenmiş kesimin gelirini daha da fazla azaltmaya çalışıyoruz. İşte size verili ekonomik göstergelerin sınıfsal sonuçları. O zaman tamamlayalım ekonomiyi ölçmek de sınıfsal bir meseledir.

                                                         /././

Arsuz’da arada kalmış bir ‘Ev’ -Sedef Akçay-

Talin Azar’ın kaleme aldığı “Ev, İskenderun Sancağı 1934”, ünlü Fransız Pilot Maryse Hilsz’in uçağının 1934’te Arsuz’a zorunlu iniş yapmasıyla başlıyor.

Bazı kitaplarla kurduğumuz bağlar özeldir. Şimdi bahsini edeceğimiz kitabın bende oluşturduğu yer gibi. İstos Yayınlarından çıkan Ev, İskenderun Sancağı 1934  kitabını görür görmez çok heyecanlandım. Bu heyecanıma sebep kuşkusuz doğduğum, büyüdüğüm toprakları anlatan bir kitapla karşılaşıyor olmaktı. Arsuz’da geçen bir hikayeden esinlenilmiş yine Arsuzlu biri tarafından yazılmış kitap. Üstelik hikayenin başkahramanı Fransız kadın pilot, 1934 yılında Arsuz’da günlerini geçiriyor. Oldukça merak uyandıran ve şaşırtan bir durum bu. Önce, bu hikayeyi nasıl daha önce duymadım diye, sonra da 1934’lerde bir kadın pilotun Arsuz’a yolu nasıl düşer ki diyerek şaşırdım.

ROMANIN GÜCÜ: KURGU
Kitabı kısaca özetlemek gerekirse: Talin Azar’ın kaleme aldığı eser haziran 2023’de İstos Yayınlarının Neaturkika dizisinin ilk kitabı olarak yayımlandı. Kitabın editörlüğünü de Meltem Oral ile Foti Benlisoy yaptılar. Kitap, ünlü Fransız Pilot Maryse Hilsz’in uçağının 1934 yılında Arsuz’a zorunlu iniş yapmasıyla Hilsz’in, Arsuz’un ünlü, zengin ailelerinden Maliklerin evine misafir olmasını merkezine alıyor. Romanın gücü olan şey de burada devreye giriyor: Kurgu. Maryse Hilsz’in Arsuz’a gelişi gerçek, Malikler diye bahsi geçen aileyse kurgu. Talin Azar romanın başındaki notlarda bu durumu çok iyi açıklamış, “Ev neredeyse kelimesi kelimesine gerçek bir hikaye olabilirdi. Fakat gerçek bütün detaylarıyla aktarılabilir mi? 

Öte yandan anlatıcı, hayal gücüne ne ölçüde hakim olabilir ki?​” Kitabın sonunda Maryse Hilsz’e ait fotoğraflar, Hilsz’in Arsuz’a zorunlu iniş yaptığını aktaran L’Est Republican haberi, yine Hilsz’in Arsuz’daki günlerinde Sayegh (Sayek) ailesiyle geçirdiği vakitlerden fotoğraflar yer alıyor. Malikler diye kurgulanan ailenin Sayekler olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

GÖRÜNMEZ SINIRLAR, YAPAY BİR DÜŞMANLIK…
1934 yılında özel idare statüsüyle Alexandrette Sancağı (İskenderun Sancağı) Fransa’nın Suriye’deki manda yönetimine bağlı olarak yönetiliyordu. Arsuz da bu sancağın nahiyelerinden biri. Ne var ki sancağın sonu yaklaşıyordu. Böylesi bir siyasi atmosferde bölgede yaşayan halklar değişimin her an gerçekleşebileceğini ve bu değişimde ne yapmaları gerektiğini tam olarak bilememenin sancısını yaşıyorlardı.
 
Roman dönemin bu karmaşasını, arada kalmışlığını ve bölgede yaşayan halkların çeşitliliğini çok güzel anlatmış. Tabii bu çeşitlilik içerisindeki dönemin getirdiği gerilimler de şöyle ifade ediliyor romanda: “Tarafların birbirlerine hiç güveni kalmamıştı. Hiç olmadığı kadar düşmandı herkes birbirine. Aleviler Sünnilere, Hristiyanlar Müslümanlara, Türkler Araplara, Fransızlar Türklere… 
Görünmez sınırlar halkı birbirinden uzaklaştırıyor, yapay bir düşmanlık şehrin sokaklarında kol geziyordu. Yapay sevinçler ve yapay düşmanlıklar. Muğlak bir toplum…” Yıllardır bir arada ve barış içinde yaşayan halklar siyasi kışkırtmalar ve güvensizlik düşüncesiyle birbirinden uzaklaşır olmuştu. Romanda Malik ailesinin reisi Alexander Malik’in düşüncelerinden bu karmaşayı görebiliyoruz: “Nüfus karışmıştı. Herkesin birbirinin etnik kimliğiyle ilgili aklı da fikri de karışmıştı. Adana’daki Ermeni olaylarından kaçıp gelenler Türk tarafı için büyük tehdit olarak algılanıyordu. Bütün Ermenilere potansiyel Arap ya da Fransız destekçisi ve Türk düşmanı olarak bakılıyordu. Kendisi Ortodoks Hristiyandı. Cahil ve fanatik birileri sırf bu yüzden pekala kendisini de tehdit unsuru olarak algılayabilirdi. Bu da Fransız hakimiyetini ve korumasını seçmek için dolaylı fakat bir diğer etkendi işte.” İşte böylesi bir dönemi anlatıyor “Ev”. 
Üstelik bunu kurguyla birlikte yapıyor olması kuru bir tarih anlatısının ötesinde insanı o yıllara ve o duygulara götürüyor.

Tüm yaşananların sonucu olarak bildiğimiz üzere ilerleyen yıllarda Hatay Meclisi kurulacak ve 1939’da Hatay Türkiye’ye katılacak. Bu dönemde birçok Ermeni, Hristiyan başlarına neyin geleceğini bilemedikleri için geçmişlerini, topraklarını, mallarını bırakıp göç ettiler. Mesela Hatay denilince turistik olarak mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri sayılan Türkiye’nin tek Ermeni köyü Vakıflı neden tek Ermeni köyü? Nereye gittiler, neden bir tek orada kaldılar?... Burada aslında toplumsal olarak hafızasız bırakılmanın, çarpık bir bilinçle tarihe bakıyor olmamızın yansımalarını görüyoruz.

Maryse Hilsz’in hayatını biraz araştırınca aslında ne kadar önemli biri olduğunu da görüyoruz. Yoksul bir aileden gelip, kadınların kısıtlı haklara sahip olduğu bir dönemde pilot olmayı başarmış. Bunun yanı sıra Hilsz, 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Fransa’da işgale ve iş birlikçi rejime karşı Fransız direnişinde önemli bir rol oynamış. Böyle güçlü bir karakterin romanda anlatımı da aynı şekilde kararlı, cesur ve asi. 
Hilsz, Arsuz’da geçirdiği günlerde evin büyük oğlu, “yakışıklı bahçıvan” lakabını taktığı Paul’e aşık oluyor ve kısa da olsa bir ilişkileri oluyor. Tüm duygusuna rağmen bu ilişkiyi geride bırakıp hayatına, özgürlüğüne, ilk aşkı olan göklere dönüyor Hilsz. 

Bir diğer dikkat çeken nokta da şu; Maryse Hilsz, Arsuz’a gelince Malik ailesiyle rahatlıkla Fransızca konuşabildiğini görüyor ve çok şaşırıyor. İskenderun’da yapılan bir davete katıldıklarında şaşkınlığı daha da artıyor. Çünkü dünya büyük bir kaos, yoksulluk ve buhran içinde ve İskenderun gibi küçücük, hiç bilmediği bir yerde bambaşka hayatlar yaşanıyor. Tabii burada sınıfsal farkların yansımalarını da görüyoruz, burjuvalar koşullar ne olursa olsun aşağıdan sınıflara kıyasla karmaşadan çok daha farklı şekillerde etkileniyor.

‘ANTAKYA TARİH BOYUNCA YERLE BİR OLSA DA HEP DİRİLDİ’
Romanda yer yer Arapça, Fransızca konuşmalar da var. Bu da romana ayrı bir zenginlik katmış. Arsuz’da, Samandağ’da, Defne’de, İskenderun’da aslında Hatay’da hâlâ Araplar yaşıyor ve Arapça konuşuyorlar ama tabii ana dilinde eğitimin olmadığı ülkemizde dil de zamanla unutuluyor tıpkı geçmiş gibi. 

Romanda berber Abdo iki dilli olmayı ve ne yazık ki ikisinde de yarım olmayı şöyle özetliyor “Khvaca bağğhhd-el [sonra] bu yaş. Olduk elli beş! Arapça öğrenmemişik yazmayı. Türükçeyi mi öğreneceyiz? İmkanı yok, mabisir, ma mümken [Olamaz, mümkün değil].”

Talin Azar’ın bir konuşmasından anımsadığım kadarıyla, küçük bir hatırlatma yapmak isterim, kitap 6 Şubat depreminden sonra yayımlandı ve deprem bir süredir kenarda duran kitap çalışmasını hızlandırdı. Çünkü hafızaya sahip çıkmak gerekiyordu ve kitap da artık bu görev bilinciyle okurlarıyla buluştu. ‘Ev’in satışından İstos Yayınevinin katkılarıyla depremzede öğrencileri destekleme çabasında olduklarını da ekleyelim.

Kitabın teşekkür kısmından alıntıyla bitirelim:

Ev sayenizde yaşayacak.Ev bildiğimiz Hatay, Antakya tarih boyunca yerle bir olsa da hep dirildi…”

                                                             /././

                                                  Evrensel - GÜNDEM

Kaboğlu listesini açıkladı: Adil yargılanma hakkı için mücadele edeceğiz -Eylem Nazlıer-

İstanbul Barosu Başkan Adayı İbrahim Kaboğlu, yoğun katılımla gerçekleşen etkinlikte değişim vurgusu yaptı. Yönetim, disiplin ve denetleme kurulu adaylarını tanıttı.(https://www.evrensel.net/haber/529767)

                                                                    ***
Narin cinayetinin araştırılması talebi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi

DEM Parti’nin Narin Güran cinayetinin araştırılması için Meclis’te verdiği önerge AKP ve MHP oyları ile reddedildi.(https://www.evrensel.net/haber/529747)


(Evrensel)





T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -3 Ekim 2024-

 

Adı çıkmış dokuza, inmez sekize: Mekap’ın bitmeyen çilesi -Eray Özer-

Hazır eski Casio saatler, eski vatkalı ceketler filan patlamışken Türkiyemizin güzide 'hipster’ları Mekap’a da bir el atsa… Sokakta her ‘hipster’ımızın ayağında klasik Mekap’ları görmeye başlasak… Ne dersiniz, markanın kırk yıllık çilesi de bitmiş olmaz mı?

Bazı kelimelerin şu hayattaki yükü ağır oluyor.

Selpak örneğin.

Kullanıldıktan sonra yıkanan, eskilerin iddiasına göre ütülenen ve hatta kolalanan kumaş mendillerin yerini alan kâğıt mendilin bir gün kalbi kırıkların edebiyat malzemesi olacağını kim bilebilirdi?

Hammaddesi “selüloz” ile temiz anlamındaki “pak”ın birleşiminden mürekkep Selpak tüm kâğıt mendillerin jenerik ismi olmakla kalmadı, “Beni selpak mendil gibi kullanıp bir kenara attın”la taçlanan sitem dolu satırların da başrolünü kapıverdi.

Hadi selpak, markanın adını ürünle özdeşleştirmenin bir yandan da ekmeğini yediği için yükünü taşımakla mükellef diyelim… 1970’lerin, 1980’lerin “yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı” dönemlerinin kendince ‘havalı’ ve sağlam ayakkabısı Mekap’ın suçu neydi?

Fotoğraf: Mekap web sitesi

Sağlam, dayanıklı, muadillerine kıyasla konforlu ve her türlü arazide kullanılabilir olması mı?

Herhalde dünya üzerinde hiçbir marka işini düzgün yapmanın bedelini bu kadar ağır ödememiştir.

Geçen gün Artı Gerçek’te denk geldiğim bir haber sonrası yazıyorum bunları.

Haber şöyle: “Cezaevine gönderilen Mekap marka ayakkabılar cezaevi yönetimi tarafından ‘tahrik edici’ bulunduğundan ayakkabılara idare tarafından el konulmuştur.”

Mekap marka ayakkabılarını alamayan mahkûm İnfaz Hakimliği’ne başvuruda bulunmuş, bunun üzerine hakimliğe yazı yazan cezaevi yönetimi sarı renkli (bence daha çok kahverengiye benziyor o renk ama yazıda “sarı” olarak analım) Mekap ayakkabıların “PKK’yı simgeleyen” materyaller arasında olduğunu iler sürmüş.

İnsanın sorası geliyor: Peki, bundan ayakkabıların haberi var mı?

Haber ilginç olunca daha önce hakkında az buçuk fikrim olan Mekap’ın tarihine, PKK’yla anılmasına dair arşive bir göz atasım geldi.

Tam 52 yıldır üretim yapıyorlar.

Markanın ilk sahibi Hikmet Kurşunoğlu İtalyan ve Musevi ortaklarıyla 1972’de yurt dışından ilk poliüretan enjeksiyon makinesini almış ve ismini de yabancı kelime çağrışımı yapsın diye “Mekap” olarak koymuş.

Fotoğraf: Mekap web sitesi

Sonraları malum gelişmeler yaşanıp markanın adı PKK’yla anılmaya başlayınca satışlar düşmüş, ürün algısı değişmiş.

Aile de markayı elden çıkarmaya karar vermiş.

Trabzonlu Kurşunoğlu ailesinden yine Trabzonlu İskender ailesine geçmiş Mekap markası.

İskender ailesi aslında satın almadan önce uzun bir süredir Mekap’a saya üretimi yapıyormuş. Saya ayakkabının üst kısmı. Tabanın dışında kalan deri kısım yani.

1970’lerde, 80’lerde ithalat yasağı nedeniyle Adidas’lara Nike’lara ancak yolunu Karaköy’deki Amerikan Pazarı’na düşüren zengin çocukları el altından sahip olabilirken Mekap orta halli ailelerin hem sağlam hem de kendi dönemi için havalı spor ayakkabısı olarak pazarda itibarlı bir yer edinmiş.

Üniversite öğrencileri, orta ve ortanın altı sınıftan ailelerin çocukları… Herkes Mekap’larıyla gezer olmuş.

Satışlar patlamış. Üretim kapasitesi artırılmış.

Ben çok ucundan yakaladım, 80’lerde bir diğer yerli spor ayakkabısı Esem’le aralarında ince ince bir “sınıf savaşı” da yaşanmamış değil.

Esem bir tık daha fiyakalı, Mekap yakın takipte.

Ta ki, 80’lerin ortalarında dağa çıkanlar ayaklarına Mekap’ları geçirene dek bu ayakkabılara sahip olmak dünyanın en normal şeyiymiş.

Dedim ya, aslında iş ayakkabısı ama PKK’lılar bu ayakkabıyı tercih edince marka için de zorlu günler başlamış.

Aslında markaya ilk darbeyi Kürt sorununun ciddiyetini idrak etmesi birkaç yıl daha alacak Turgut Özal vurmuş.

Başbakanlığı döneminde henüz adı yeni duyulan PKK’lıları “Mekap’larıyla dağda gezen bir avuç genç” olarak tarif edince markanın başına gelmeyen kalmamış.

Mekap marka ayakkabı

Doğu ve Güneydoğu’da Mekap satan dükkanlara baskınlar…

Türk istihbaratının ayakkabı satışlarını takibe alması…

Daha neler neler…

Üstelik sadece istihbarat değil, Mekap’ın sahipleri de düşmüş bu işin peşine.

Öyle ya, marka PKK’yla anıldıkça satışlar düşüyor, itibar yerlerde geziyor.

Onlar da “Bu ayakkabılar nasıl oluyor da PKK’lıların eline geçiyor” diye araştırmaya başlamışlar.

Anlamışlar ki ayakkabıları Suriye’de başka başka şirketler ithal ediyor, PKK’lılar onlardan alım yapıyor. Baş edememişler.

Daha ilginç olanı aynı ayakkabıları bölgede görev yapan özel tim ve korucular da giyiyormuş. Sağlam ve uzun kullanımlı olduğu için…

Ama ne fayda. “Terörist ayakkabısı” algısı yapışmış bir kere…

Bir de işin kötüsü Mekap’ın bu sarı modeli jenerik bir hal almış zamanla.

İnternette aratınca bir sürü sarı klasik modelde Mekap çıkıyor karşımıza ama hepsi aslında başka başka markalar.

Tıpkı selpak gibi, o ilk modele benzeyen her markayı “mekap ayakkabı” adı altında satıyorlar.

Ben Mekap’ın kendi alışveriş sitesine girdim, o meşhur sarı ayakkabıyı göremedim.

Mekap diye satılanlar da dediğim gibi Mekap marka değil.

Yani marka aslında o ayakkabıyı üretmiyor ama aradan geçen 40 yıldan sonra hala markanın adı bugün bile bir şekilde PKK’yla yan yana gelebiliyor.

Muhtemelen girişte sözünü ettiğim habere konu olan ayakkabı da “Mekap” marka değildi. Bir benzeriydi.

Markanın çilesi bitmiyor anlayacağınız.

Mekap marka ayakkabı

Kurşunoğlu ailesi de İskender ailesi de dediğim gibi Trabzonlu. Devletle bir alacağı vereceği yok. İş güvenliği yasaları gereği bazı sektörlerde giyilmesi zorunlu olan ISO standardına uygun iş ayakkabıları üretiyorlar.

Markanın sahipleri zamanında basına “En az, teröristler giydi diye bizi eleştirenler kadar vatanseveriz” şeklinde açıklama yapmışlar.

Daha geçen yıl Hürriyet’e yaptıkları bir başka açıklamada “Mekap, geçmişte ve günümüzde hiçbir terör örgütü ile herhangi bir ilişkisi olmayan, Trabzon’da üretim yapan global bir markadır. …Markamızın bu tür siyasi çekişmeler ve haksız ilişkilendirmeler nedeniyle zarar görmesi, gerçeklerin araştırılmadan basında yer alması, sadece bir ayakkabı markası olmanın ötesinde sektöründe ülkesini gururla temsil eden, yıllık 3 milyon çift üretim kapasitesine sahip bir Türk markası olarak bizleri derinden üzmektedir. Bir markaya, üreticisinin iradesi dışında bunca sosyolojik, adli, kriminal ve tarihsel anlamlar yüklenmesi son derece talihsiz bir durumdur” diyorlar.

Haksızlar mı?

Vaziyet bugün bile aynı.

Lakin benim bir çözüm önerim var.

Yalan yok, önerimi Ekşi Sözlük’ten abarttım.

Diyorum ki, hazır eski Casio saatler, eski vatkalı ceketler filan patlamışken Türkiyemizin güzide 'hipster’ları Mekap’a da bir el atsa…

Modeli şehirli ve modern bir kimlikle birleştirse…

Şu talihsiz imajından kurtarsa…

Sokakta her ‘hipster’ımızın ayağında klasik Mekap’ları görmeye başlasak…

Ne dersiniz, markanın kırk yıllık çilesi de bitmiş olmaz mı?

Bir taşla iki kuş!

Neden olmasın?                             /././

DEM Parti Milletvekili Sırrı Sakık: Bahçeli'nin ‘Ülkemizde barışı sağlamak lazım’ sözlerini önemsiyoruz, Bahçeli ile tokalaşmamızı eleştiren troller umurumuzda değil -Candan Yıldız-

DEM Parti, “Dereyi görmeden paçaları sıvamayız” temkinliliğini elden bırakmıyor

Kürsüden söylenenler mi niyet ve siyaset yoksa kürsüden inip eşit seviyeden sarf edilen cümleler mi?

 Karşılaştığımız durum, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtecek naiflikte mi?

1 Ekim’deki grup konuşmasında, Kürtlerin çoğunluğunun oy verdiği DEM Parti’ye “Devşirilmiş ve DEM’lenmiş fosillere meydanı boş bırakmayacağız” diyen MHP lideri Devlet Bahçeli, saatler sonra DEM’lilerin elini sıkıyor. Yeni yasama yılı resepsiyonunda bu konunun sorulması üzerine “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” yanıtını veriyor?

Her fırsatta DEM Parti’nin kapatılması gerektiğini söyleyen, Anayasa Mahkemesi’ne bu bağlamda ayar veren Bahçeli’nin “boş bırakamadığı meydanı” nasıl dolduracağını sorgulamak şart.

Dün iki kritik hamle yapıldı…

 CHP, yeni yasama açılışında konuşan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı  Erdoğan’ı ayakta karşılayan CHP’liler ile ayakta karşılamayan CHP’liler, Genel Merkez’in “Ayakta karşılanacak” talimatını protesto edip Genel Kurul salonuna girmeyen CHP’liler diye ayrışmış durumda.

DEM Parti’de de Bahçeli’nin ‘el sıkma’ hamlesinin parti içinde konuşulduğu açık… Zira görüntüleri izlediğinizde DEM’den İstanbul Milletvekili seçilen Demokratik Bölgeler Partisi Eş Başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar bir manevrayla Bahçeli’nin elini sıkmamak için oradan uzaklaşıyor.

 Parti grubunun ön sıralarında oturan DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan, Grup Başkanvekili Gülistan Koçyiğit, eski eş genel başkanlardan Pervin BuldanSezai Temelli, DEP’ten bu yana kesintili de olsa parlamenter siyaset içerisinde yer alan Sırrı Sakık Bahçeli’nin uzattığı eli havada bırakmadı.

MHP lideri Devlet Bahçeli, TBMM'nin yeni yasama yılının açılışında DEM Parti sırasında oturanlarla tokalaştı

Siyasette normalleşme, yumuşamanın altını her partinin farklı dolduğunu biliyoruz.

Cumhur İttifakı, “pembe” muhalefetle yumuşamadan söz ederken, DEM üçüncü yol siyasetinin gerçek anlamda bir normalleşme yaratacağını söylüyor.

Zira AKP-MHP ittifakı milletvekili seçilen Can Atalay’ın cezaevinde kalmasını, Osman KavalaSelahattin Demirtaş hakkında ‘ihlal’ kararlarına uyulmamasını normalleştirmeye çalışıyor. Mafya-siyaset ilişkisinin adeta normalleşmesini, yargıya müdahale edilmesini topluma kabul ettirmeye çalışıyor.

 Durum böyleyken Bahçeli neden bu hamleyi yaptı?

 Ortadoğu’da olası yeni düzenin getirebileceği olası sonuçlara karşı ön almak mı?

Partilerin içinde tartışma yaratmak mı?

Tuncer Bakırhan’ın arkasında oturan, yerinden kalkarak Bahçeli ve Grup Başkanvekili Erkan Akçay’la el sıkışan Sırrı Sakık’a siyaset için sürpriz olan bu ‘el sıkma’ diplomasisini sordum.

Sakık şunları söyledi: “Bizim toplumsal barışa ihtiyacımız var. Bahçeli’nin ‘kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım’ sözlerini önemsiyoruz. Parlamentonun diyalog ve müzakere sürecine evrilmesini önemsiyoruz. Ortadoğu kan gölü. Bahçeli eğer samimiyse iç barışı sağlamalıyız. Partiler kendi seçmenlerine değil ülkelerine mesaj vermeli. Biz müzakere ve mücadele partiyiz. Bahçeli’nin adımı olumlu. Meclis oturumunu yönetirken de bana ‘parlamentoya dönüşüne sevindim’ demişti. Gruptaki konuşmaların bir karşılığı yoktur. Bu söylemler ülkeye zarardan bir şey getirmedi. Bahçeli’nin el sıkması bir lütuf değil. Ben Tuncer Bakırhan’ın arkasında oturuyordum. MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay ağır bir beyin ameliyatı geçirmişti. Ben ona geçmiş olsun demek için ileriye giderken Bahçeli elini uzatınca ben de uzattım. Bazı trollerin bunu eleştirmesi umurumuzda değil. Grubumuzun önüne kadar geliyor, selam veriyor, elini uzatıyor ne yapsaydık? Diliyorum umuyorum ki bu konuda samimi adımlar atılır.  Önümüzdeki süreçte göreceğiz.”

 DEM Parti’den görüştüğüm bazı isimler ise Bahçeli’nin tavrının şaşkınlık yarattığını söyledi.

Görüşlerden biri Bahçeli’nin ‘el sıkma’ diplomasisinin ‘acaba Kürt meselesinde yeni bir süreç mi’ sorusuna yanıt verir nitelikte…

“Protokol gereği tokalaşmamak olmazdı, Meclis kürsüsünde başka konuşan Bahçeli’nin gelip el sıkması onun sorunu. AKP-MHP ittifakının Ortadoğu’daki gelişmeler nedeniyle daha baskıcı olacağını düşünüyorum. Yeni anayasa tartışmaları gerçekçi değil.”

 Devlet içinde özgül ağırlığı olan MHP’nin genel başkanı Bahçeli’nin yeni dönemden kastı neydi, göreceğiz.

DEM Parti Bahçeli’nin kendisinin gelip el uzatmasına “Meclis müzakere zeminidir” üzerinden bakıyor. Ancak konu daha yetkili kurullarda görüşülmüş değil. “Dereyi görmeden paçaları sıvamayız” temkinliliğini de elden bırakmıyor DEM Parti…

                                                                  /././

Tosuncuklar, bitcoin çaresizliği ve çıplak ayaklılar -Gökçer Tahincioğlu-

Ülkenin dört bir yanında işçiler grev yapıyor, gençler kumardan medet umuyor, yurtdışına kaçmanın yollarını arıyor. Anlaması gerekenler kürsüden halkı, sorunları aktaranları tehdit ediyor. Yalın ayak kalmış bir toplum, Ankara’nın kapısında durmuş, duyulmak, görülmek istiyor.

Madenciler günlerdir Ankara’ya yürüyor.

Çıplak ayaklarla, görülmeyi, duyulmayı umarak.

Meclisin önüne gelerek, taleplerini haykırmak, anlatmak istiyorlar.

Ankara girişinde durduruyor ayakları yara bere içerisinde kalmış, nasırlarmış madencileri.

Eylem izinleri olmadığını söylüyor, izin gerekiyormuş gibi…

Trafiği aksatmadan, kaos yaratmadan, şiddete başvurmadan taleplerini haykırmak emniyete göre “izin” gerektiriyor.

Anayasa elbette yok hükmünde, oradaki eylem özgürlüğü, fikirlerini açıklama özgürlüğü elbette yok hükmünde.

Şartlar sunuluyor, pazarlık yapılıyor.

Fernas işçilerinin talepleri basit, ölmek istemiyorlar. İnsanca yaşamak talebinden bile öncelikli bir talep ve basit. Ölmek istemiyorlar diğer Soma madencileri gibi…

* * *

Ülkedeki gençlerin, işçilerin, memurların, çocukların, yaşlıların, kadınların ve hatta hayvanların düştüğü umutsuzluğun, derin yokluk ve yoksulluğun farkında değil kimse.

Dertler bambaşka…

Kürsüden gazetecilere hakaretler yağdırılıyor, gazeteciler tehdit ediliyor.

Aynı akşam barıştan, birlik ve beraberlikten söz ediliyor.

Türkçesi belli…

Ankara’nın ortasında işlenen cinayetlere, yıllardır başta Ankara olmak üzere ülkenin dört yanında terör estiren suç örgütlerine, bunların arkasında kimin olduğuna karışmayın, sessiz kalın, sessiz sedasız yaşayıp gidelim…

* * *

Ama insanların çaresizliğinin örnekleri var.

Bir yandan zenginleşme umudu, bir yandan yaşayabilme çabası adına özellikle gençler olmadık yöntemlere başvuruyor artık.

Çiftlikbanklar’a, benzer dolandırıcılıklara alışığız.

Ama teknoloji ilerliyor.

Yeni yöntemlerden biri bitcoin dolandırıcılığı…

Bugüne kadar milyonlarca kişinin sadece bin lirayı iki bin lira yapıp o ayı rahat geçirmek adına ne kadar para kaybettiklerine dair haberleri okuyorduk.

Şimdi anlaşılıyor ki Telegram aracılığıyla, bitcoin saadet zincirleri kuruluyor.

* * *

Yöntem aynı aslında. “Ponzi” sistemi burada da devam ediyor.

Sosyal medya platformlarında bolca gördüğümüz bitcoin uzmanlarından büyük bölümünün aynı zamanda Telegram kanalları var.

Bu uzmanlar, kanala girip bitcoin ve altcoinler’den hangilerine ne zaman yatırım yapmaları gerektiği konusunda görüş almak isteyenlere farklı tekliflerle geliyorlar.

Asıl bilgileri “gold” adını verdikleri odalarda paylaştıklarını belirterek, onları buraya davet ediyorlar.

İlk vurgun burada yapılıyor.

Bir hevesle ayrıca “yardım” adı altında para ödeyenler, “gold üye” sayılıyor.

Gold üyelere ise daha sonra farklı bir teklifle geliniyor.

“Siz boşuna riske girmeyin, minimum 30 bin lira yatırırsanız sizin adınıza coin yatırımları yapılacak ve üyeler arasında kar payları paylaşılacak.”

Hem yatırdıkları paradan kâr edecekleri vaat ediliyor hem de ayrıca üye oldukları gruptan kâr payı alacakları.

* * *

Şu ana kadar birden çok “uzman” kayıplara karışmış durumda. Para kaptıran onlarca kişi, en azından ana paralarını alabilmek için birilerine ulaşmaya çalışıyor.

“Yardım” adı altında toplanan paraları geri alabilmek kolay değil elbette.

Bu yöntemin “dolandırıcılık” sayılıp sayılmayacağı bile belirsiz bu aşamada.

Ancak artık dolandırılanlar gruplar kuruyor, topluca savcılıklara başvuruyor.

Bu gruplardan birinde 45 kişi var. İçlerinde 500 bin lira para yatıranlar bile bulunuyor.

* * *

Benzer şekilde kumar grupları da oluşturuluyor.

Türkiye’de kumarhane açmak yasak ama sanal kumarhaneler 24 saat açık.

Burada kısa sürede kendi çaplarında servet kaybedenler, kumar sitelerini takip eden gruplara giriyor ve orada para kazanabilmek için saadet zincirlerine dahil oluyor.

* * *

Bu yılın başından beri, ülkenin dört bir yanında sesleri duyulmasın diye uğraşılan işçiler grevler yapıyor.

İşsizlik almış yürümüş durumda.

Gençler kumardan medet umuyor bu da olmazsa yurtdışına kaçmanın yollarını arıyor.

Herkes durumunun anlaşılmasını bekliyor.

Anlaması gerekenler kürsüden halkı, halkın sorunlarını aktaranları tehdit ediyor.

Yalın ayak kalmış bir toplum, tıpkı madenciler gibi Ankara’nın kapısında durmuş, duyulmak, görülmek istiyor.

Sadece bu düzeni kabul etmeyenler, inadına kabul etmeyenler görülmenin zorluklarına rağmen, en azından geriye kalanlar görür, duyar ve anlar diye inadına direniyor.

                                                                    /././

Kutsal kitaplar bahane savaş şahane -Mine Söğüt-

Savaşlar ilk çıktığında tüm insanları öfkelendirmek yerine üzse, ama çok üzse… Yeryüzünde hiç kimse bir daha bu kadar kolay savaşamaz bir diğeriyle

Bugün “İsrail Lübnan’dan sonra gözünü topraklarımıza dikecek” diyenler, bunu savaşın bu topraklara sıçramasından korktukları için söylemiyorlar.

Kendilerinin de parçası olduğu, savaş ekonomisine bel bağlayan onaylanmış total bir dünya ticaretinin çığırtkanlığını yapıyorlar.

Tıpkı, ömrü önceden belirlenmiş cihazlar üreten ve önümüzdeki yıllar içinde kaç kişiye o cihazlardan kaç tanesini satacağını baştan hesaplayıp ekonomik rotasını ona göre çizen büyük şirketler gibi, ne zaman nerede nasıl bir savaş çıkacağını öngörüp ona göre silah üretip satan büyük şirketler, bu şirketlerin arkasında kapı gibi devletler var.

Ve kimsenin buna bir itirazı yok.

Patlayan her savaşı birileri ticari bir ilmin azmiyle asırlık planlar çerçevesinde önceden görebiliyorlar. Ekonomik ve politik kazanç hesaplarından yola çıkarak tüm savaşları bilinçli bir şekilde körüklüyorlar.

Terör örgütleri bunun için var. Halkı kimlik siyaseti yaparak birbirine düşüren politik iradeler bu işe yarıyor. Kimin elinin kimin cebinde olduğunu anlamadığımız bir dünya siyaseti bu kazanç hırsının rüzgarından güç alarak esip gürlüyor.

Ve savaşlar gerektiği zaman kolayca çıkıyor.

Gerektiği zaman da hemen bitiyor.

Ve dünya savaşların ardındaki asıl meseleleri hiçbir zaman tüm gerçekliğiyle kayda geçirmiyor.

Kimse açık açık çıkıp, İsrail’e ve destekçilerine ya da onun hedefindeki Müslüman ülkelere ve destekçilerine “Kutsal kitaplar bahane, savaş şahane, di mi?” diyemiyor.

Hıristiyanlardan budistlere tüm dinlerin, hâkim oldukları coğrafyalardaki siyaseti biçimlendirme hırsının tehlikeleri ağza alınmıyor.

Neredeyse hiç kimse savaşların bitmesi için önce dünya çapında bir silahsızlanmanın konuşulması gerektiğinden bahsetmiyor.  

O yüzden bir savaş çıktığında herkes yerini fazla düşünmeden hemen alıyor.

Kim haklı kim haksız, herkes kendi konumuna göre hızla belirliyor.

İyinin mağduriyeti ile kötünün galibiyetine dair çevrelerindekilerin de onayını kolayca alabilecek ortak hassasiyetler ve itirazlar hızla inşa ediliyor.

Bu sırada tanklar yola koyulmuş, füzeler havalanmış, bombalar patlamış, silahlar ateşlenmiş… herkes yaşanacak cehenneme dünden hazır.

Dünya ölüleri, savaş zenginleri paraları aynı anda saymaya başlıyor.

Savaşların haklılığına veya haksızlığına dair hamasi destanlar ustalıkla yazılıyor. Duygu sömürüsünden öteye geçmeyen söylemler havalarda uçuşuyor.

Bu arada savaş ekonomisinin sonuçları zarardan çok kâr hanesine kaydediliyor.

Siz de…

Ekranların karşısına geçip savaşı izlemeye başlıyorsunuz.

Aklınız sivilin insan olduğuna ama askerin insandan sayılmamasına hemen yatıyor.

Mantığınız savaşın taraflarına aynı devletlerin silahlar satmasını kabulleniyor.

Kalbiniz bir yandan yemek yerken bir yandan ekrandan savaşı seyretmeyi kaldırıyor.

Gece karanlığında füzelerin düştüğü yerden havalanan toz bulutları ve fışkıran alevler, etraftan bilmediğiniz dillerde atılan çığlıklar…

Eğer füze sizin için kötü olanın ülkesine düşmüşse seviniyorsunuz.

İyi olanın ülkesine düşmüşse içinizde asla dinmeyecek bir öfke, savaşı izliyorsunuz avucunuzda bir tutam çekirdekle.

Ta ki o füze sizin şehrinizi hedefleyene, tanklar sizin ülkenize girene, ateş sizin bacanızı sarana kadar. İşte o zaman imkânınız varsa seferler iptal edilmeden ilk uçağa atlayıp ülkeyi terk ediyorsunuz. Savaş uzarsa illegal yollardan kaçmayı deniyorsunuz. Vatanınızı değil önce yaşlılarınızı ve çocuklarınızı ve paranızı ve canınızı kurtarmak istiyorsunuz. Eğer bir bombardımanda ölmezseniz, cephede can vermezseniz, kaçarken yollarda her şeyinizi yitirmez de o savaştan bir şekilde sağ çıkarsanız…

Savaşın bittiği gün savaşın bittiğine seviniyorsunuz.

Ve savaş başladığında neden öfkelenmek yerine üzülmediğinizi hiç düşünemiyor;

Savaş bittiğinde elinizde kalanın aslında sevinç değil üzüntü olduğu gerçeğini zihninize kaydetmiyorsunuz.

Ancak savaşa dair dokunaklı bir film seyrettiğinizde ya da bir roman okuduğunuzda savaşın kazananı olmadığını görüyorsunuz. Yaşadığınız hayatın gerçekle bağını hiçbir zaman kurmuyorsunuz.  

O yüzden her savaştan sonra yine başa dönüyor dünya.

Oysa…

Savaşlar ilk çıktığında tüm insanları öfkelendirmek yerine üzse, ama çok üzse…

Yeryüzünde hiç kimse bir daha bu kadar kolay savaşamaz bir diğeriyle.

                                                         /././

Bu modeller hep böyle! -Mustafa Durmuş-

Uluslararası işçi sınıfı ve dünya halkları bu çöküşe karşı ortak bir programla mücadeleyi yükseltmediği sürece, kapitalist barbarlığın ve otoriter rejimlerin damgasını vurduğu yüzyılımızda çöküş kaçınılmazdır

Günümüzde dünyayı büyük ölçüde teflon karakterli politik liderler yönetiyor. Bu tür liderler teflon tava gibidir, üzerlerine hiçbir şey yapışıp kalmaz. Dün söylediklerinin bugün tam tersini rahatça söyleyebilirler, dün yaptıklarının tam tersini bugün yapabilirler. Bunların destekçisi medya ise liderlerin bu halini, “iş bilir”, “zekice”, “pragmatik”, “dünya liderliğinin ve oyun kuruculuğunun bir gereği” gibi sıfatlarla açıklarlar. Oysa bu açıkça bir ilkesizlik, omurgasızlık ve oportünizmdir.

Örneğin Arjantin’in elinde testere ile kitleleri tehdit eden, aşırı sağcı, kadın düşmanı Devlet Başkanı Javier Milei öyle bir U dönüşü yaptı ki daha önce Çin’i, Komünist “Suikastçi”den “Çok İlginç Ticaret Ortağı”na terfi ettiriverdi.

Javier Milei

Milei, bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce, henüz seçim kampanyasındayken Bloomberg’e verdiği bir mülakatta Çin’den, “suikastçı” olarak bahsetmişti: “Komünistlerle anlaşma yapmayız... Ne komünistlerle, ne Küba'yla, ne Venezuela'yla, ne Kuzey Kore'yle, ne Nikaragua'yla, ne de Çin'le ilişkileri teşvik ederim... Çin'de insanlar özgür değil, istediklerini yapamıyorlar ve yaptıklarında da öldürülüyorlar. Bir katille ticaret yapar mısınız? Sadece Çin ile değil, hiçbir komünistle iş yapmayacağım... Ben özgürlük, barış ve demokrasinin savunucusuyum. Çinliler buna uymuyor... Biz kıtanın ahlaki feneri, özgürlüğün, demokrasinin, çeşitliliğin ve barışın savunucusu olmak istiyoruz. Biz devlet olarak komünistlerle ya da sosyalistlerle herhangi bir eylemi desteklemeyeceğiz.” (1)

Nitekim Milei Hükümeti, Arjantin’in BRICS-artı ittifakına üyeliğini iptal ettikten sadece birkaç ay sonra NATO'nun “küresel ortağı” olmak için başvuruda bulunacak kadar ileri gitmiş, Arjantin'i Batı emperyalizmine sıkı sıkıya bağlayan anlaşmalar imzalamıştı. Hatta bu yolda Milei, İsrail'in soykırıma varan savaş suçlarına tam destek sözü verirken, Ukrayna'ya silah göndermeyi de teklif etmişti.

Milei bu noktaya nasıl geldi?

Aralarında kendi Devlet Başkanlığı Genel Sekreterliği görevini yapan kız kardeşi Karina Milei, Ekonomi Bakanı Luis Caputo ve Dışişleri Bakanı Diana Mondino'nun da bulunduğu üst düzey Arjantinli bakanlardan oluşan bir heyetin geçtiğimiz günlerde düzenlenen BM Genel Kurulu sırasında Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile bir araya geldiği haberi Washington'da alarm zillerinin çalmasına neden oldu.

“Arjantinli medya kuruluşu Infobae'ye göre, bu görüşmenin amacı iki ülke arasındaki stratejik ekonomik anlaşmayı yeniden başlatmaktı: Biden yönetimi Milei Hükümetinin Çinli lider Xi Jinping'in etkisinin ötesinde olduğunu düşünüyordu. Ancak Arjantin Devlet Başkanı aniden Arjantin’in merkez bankası rezervlerini destekleyen Çin takas hattını yenilemek ve Çinli şirketlerin Washington'un küresel olarak stratejik gördüğü iki maden olan lityum ve bakır yatırımlarını kolaylaştırmak için komünist rejimle yakınlaşma arayışına girdi.”

Bu son çare U dönüşünün, Milei'nin kendi hükümetinin hayata geçirdiği ekonomi politikalarının neden olduğu derin ekonomik ve sosyal krizden çıkartmaya yönelik çabaların bir sonucu olduğu açık.

Çin ise, 2009 yılında, dönemin Devlet Başkanı Cristina Fernández de Kirchener ile para birimi takası imzaladığından beri Arjantin'in en büyük alacaklısı konumunda. Bu takas şu anda Merkez Bankası'nın tükenen kasasındaki en büyük döviz rezervi kaynağını oluşturuyor. Bu aynı zamanda 18 milyar dolar değerinde dünyanın en büyük yuan takas hattı. Ayrıca Çin Brezilya'dan sonra Arjantin'in en büyük ikinci ticaret ortağı.(2)

Ekonomik ve sosyal çöküş

IMF'ye olan yaklaşık 40 milyar dolarlık borcu da dâhil olmak üzere, devasa borçlarını ödemeye devam etmek için Milei Hükümetinin bu takas hattının akmaya devam etmesine umutsuzca ihtiyacı var. Öyle ki ülkenin altın rezervlerinin önemli bir kısmını çoktan rehin vermiş durumda.

Milei geçen yıl Aralık ayında başkan seçildiğinde Arjantin’de yıllık enflasyon yüzde 161 idi. Yüksek enflasyon, ekonomik zorluklar ve diğer bazı etkenler faşist, emekçi ve kadın düşmanı Milei’nin başkan seçilmesini sağlamıştı. Milei iktidara geldikten sonra ulusal para birimi pesoyu devalüe etti. O günden bu yana (Temmuz ayında) enflasyon yüzde 263’e çıktı. Arjantin şu anda dünyadaki en yüksek enflasyon oranına ve üçüncü en yüksek faiz oranına (yüzde 40) sahip ekonomilerin başında geliyor.

Başkanlık seçimi sırasında pesoyu ortadan kaldırıp ABD dolarına geçeceği ve merkez bankasını kapatacağı sözünü de veren Milei ülkedeki ekonomik durumu daha da kötüleştirdi. Şu anda 1 Arjantin pesosu 0,0011 ABD dolarına eşit. Milei yüksek enflasyon ve yüksek döviz kuru ile Arjantin işçi sınıfını ve halkını iyice yoksullaştırdı. Arjantin Katolik Üniversitesi tarafından ocak ayında yapılan bir araştırmaya göre, ülkedeki 46 milyon insanın yaklaşık yüzde 60'ı yoksulluk içinde yaşıyor ve bu oran son 20 yılın en yüksek seviyesi. (3)

Kıssadan hisse

Bir ülke kendi varlıklarını, kaynaklarını halkından yana ve halkının refahını yükseltmeye odaklı ve çevre ile uyumlu bir sosyoekonomik kalkınma için değil de, bir oligarşiyi ve onun iş birliği içinde olduğu emperyalizmi beslemek için kullanıyorsa, o ülkenin ekonomik ya da siyasal bağımsızlığından söz edilemeyeceği gibi, yöneticilerinin sadakatinden, yurtseverliğinden ya da ilkeli duruşundan da söz edilemez.

Bu tür liderlerin iş başında tutulması ise (aşırı sağcı, otoriter ve emek karşıtı politikalarından ötürü), yüksek enflasyon, devalüasyon, işsizlik, yoksulluk ve topyekûn bir sosyal çöküşe neden olur.

Uluslararası işçi sınıfı ve dünya halkları bu çöküşe karşı ortak bir programla mücadeleyi yükseltmediği sürece, kapitalist barbarlığın ve otoriter rejimlerin damgasını vurduğu yüzyılımızda bu çöküş kaçınılmazdır. Oysa bunu hala tersine çevirebilmek mümkündür.

Dip notlar:

https://www.nakedcapitalism.com/2024/10/washington-enters-panic-mode-as-even-mileis-argentina-seeks-closer-economic-ties-with-beijing.

https://apnews.com/article/argentina-inflation-milei-single-digits (15 Mayıs 2024); https://wise.com/gb/currency-converter/ars-to-usd-rate (1 Ekim 2024.)

                                                              /././

Soyut norm denetimine ilişkin bir öneri…-Murat Batı-

Barolar, odalar, sendikalar, akademisyenler, üniversiteler kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlardaki kanunların Anayasa'ya aykırılığı iddiasıyla soyut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne gidebilmeli.

Kanunların Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle dava açma hakkı Anayasa’nın İptal Davası kenar başlıklı 150’nci ve Anayasa’ya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi kenar başlıklı 152’nci maddelerinde düzenlenmiştir. Kanunların iptali için davanın, Resmî Gazete’de yayımından itibaren 60 gün içinde (AY m.151) açılması gerekir. Buna soyut norm denetimi denir. Davayı, Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubu ve TBMM üye tam sayısının en az 1/5 tutarındaki milletvekilleri açabilir.

İlaveten görülmekte olan bir davada taraflarca ileri sürülen Anayasa’ya aykırılık iddiasının ciddi bulunması veya mahkemece resen buna karar verilmesi durumunda bu konuda verilecek karara kadar davanın geri bırakılarak işin Anayasa Mahkemesi’ne intikal ettirilmesiyle başlayan yargısal denetim sürecine somut norm denetimi denir.

Görüldüğü üzere kanunların Anayasaya aykırılığı nedeniyle dava açma hakkı soyut norm denetimi yoluyla Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubu ve TBMM üye tam sayısının en az 1/5 tutarındaki milletvekilleri ile somut norm denetimi yoluyla mahkemelere tanınmıştır.

Bunlar dışında kimsenin böyle bir hakkı bulunmamaktadır.  Peki Türkiye Barolar Birliği, Türmob gibi birlikler ile akademisyenlere soyut norm denetimine gitme yolu açılamaz mı?

Buna cevap bulmak için dünyadaki uygulamalarına bir bakmak lazım.

Dünyadaki uygulamalar nasıl?

Polonya, Romanya, Bulgaristan, Brezilya gibi ülkelerde yargı başta olmak üzere üniversiteler, meslek örgütleri gibi diğer belirli bazı anayasal kurum ve kuruluşlar AYM’ye soyut norm denetimi yoluyla iptal davası dava açabilmekteler.

Örneğin Polonya Cumhuriyeti Anayasasının 191’inci maddesine göre, işveren örgütleri ve meslek kuruluşlarının yanı sıra sendikalar da kendi faaliyet alanlarıyla ilgili konularda anayasaya aykırı yasal düzenlemelere karşı Anayasa Mahkemesi’nde dava açma hakkına sahiptir.

Brezilya’da soyut norm denetimi yoluyla bir kanunun Anayasaya uygunluğunu inceleme yetkisi yalnızca Federal Yüksek Mahkemeye aittir (m.102). Anayasanın 103’üncü maddesine göre bir kanunun Anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla doğrudan Federal Yüksek Mahkemeye başvurma yetkisi (soyut norm denetimi) Cumhurbaşkanı, Temsilciler Meclisi ve Federal Senatonun Başkanlık Divanları, Eyalet Meclislerinin ve Senatolarının Başkanlık Divanları, Eyalet Valileri, Federal Başsavcı, Federal Barolar Birliği, Parlamentoda grubu bulunan siyasi partiler ve ülke çapında teşkilatlanan iş ve meslek örgütlerine aittir.

Romanya Anayasası m.146 ile avukatların doğrudan Anayasa Mahkemesine gidebilecekleri belirtilmiştir.

Bulgaristan Anayasasının 150’nci maddesinde de Yüksek Baro Kurulunun, vatandaşların hak ve özgürlüklerini ihlal eden bir kanunun anayasaya aykırı ilan edilmesi talebiyle Anayasa Mahkemesine başvurabileceği belirtilmiştir.

Fransa’da ise Anayasanın 62’nci maddesine göre soyut norm denetimi başvurusu Cumhurbaşkanı, Başbakan, Ulusal Meclis Başkanı, Senato Başkanı ve Ulusal Meclisin veya Senatonun en az 60 üyesi tarafından yapılabilir.

Ülkemizde olabilir mi?

Belirli organ ve kurumlar tarafından en azından kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlardaki kanunların anayasaya aykırılığı iddiasıyla dava açabilmesine olanak tanınabilir.

Her ne kadar Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yoluyla kamu gücünün yaptığı hak ihlalleri telafi edilebilse de bu mekanizma ancak hak ihlali vuku bulduktan (mağduriyet statüsü oluştuktan) sonra ve ancak bütün idari veya adli yargıdaki olağan kanun yolları tüketildikten sonra mümkün olabilmektedir. Kaldı ki bireysel başvuru mekanizması sadece başvurucuya yönelik sübjektif bir işlev görmektedir. Oysa bazı kişi ve kurumlar soyut norm denetimine başvurma konusunda yetkilendirildiğinde hak ihlalini baştan önleyici ve objektif etki doğuracak genel koruma mekanizması yaratılacaktır.

Bu kapsamda özellikle barolar, odalar, sendikalar, akademisyenler, üniversiteler kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlardaki kanunların anayasaya aykırılığı iddiasıyla soyut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne gidebilmeliler.

                                                                     /././

                                                       T24 - GÜNDEM

Resmi Gazete’de yayımlandı: HSK Yargıtay'a 8, Danıştay'a 3 yeni üye seçti

Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) Yargıtay’a 8, Danıştay’a ise 3 yeni üye seçti. Karar Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kurul, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Şaban Yılmaz, İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Murat Çağlak, HSK Genel Sekreter Yardımcısı Murat Pala ve İzmir Karşıyaka Başsavcısı Ali Rıza San’ın da aralarında olduğu 8 ismi Yargıtay üyeliğine atadı. Şaban Yılmaz’dan boşalan İstanbul Başsavcılığı’na ise hâkimliği döneminde verdiği tartışmalı kararlarla tanınan Adalet Bakan Yardımcısı Akın Gürlek getirildi. Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu hakkında verdiği hak ihlali kararı, Gürlek’in başkanı olduğu İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nce tanınmamıştı. Aynı Mahkeme, AİHM’in Selahattin Demirtaş davasında verdiği ihlal kararından önce Demirtaş’ı örgüt propagandası suçundan hapse mahkum etmiş, böylece Demirtaş’ın tahliyesinin önüne geçilmişti.

Yargıtay ve Danıştay’a yeni üyeler

HSK’nın yeni Yargıtay üyeleri bugün yapılan genel kurulda seçildi. Kurul, Yargıtay’da boş bulunan 8 koltuğa yeni üyelerini seçti. Buna göre İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Şaban Yılmaz, İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Murat Çağlak, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi (BAM) Daire Başkanı Osman Kiper, İstanbul BAM Üyesi Murat Boylu, İzmir Karşıyaka Başsavcısı Ali Rıza San, Kocaeli Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Kapıcı, HSK Genel Sekreter Yardımcısı Murat Pala ve İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Cengiz Doğan, Yargıtay’ın yeni üyeleri oldu. Kurul, Danıştay’a da 3 yeni üye seçti. Ahmet Cüneyt Yılmaz, Cengiz Aydemir ve Burakhan Melikoğlu Danıştay’a seçilen yeni isimler oldu.

İzmir Başsavcısı Bakan Yardımcısı oldu

Kurul, Danıştay ve Yargıtay’a yeni üyelerini seçerken, HSK 1. Dairesi de bu isimlerden boşalan koltuklara yeni atamalar yaptı. Daire, aynı zamanda HSK’dan da sorumlu olan Adalet Bakan Yardımcısı Akın Gürlek’i, Şaban Yılmaz’ın yerine İstanbul Başsavcılığına atadı. Daire’nin hazırladığı kararname ile ayrıca Eskişehir Cumhuriyet Başsavcısı Ali Yeldan, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’na atandı. 

AYM kararını tanımadı

İstanbul Başsavcılığına atanan Gürlek hâkimliği döneminde verdiği tartışmalı kararlarla tanınan bir isim. Gürlek, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olarak görev yaptığı dönemde kamuoyunda uzun süre tartışılan kararlara imza atmıştı. Gürlek’in başkanı olduğu İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi’nin Enis Berberoğlu hakkında verdiği hak ihlali kararını uygulamayarak AYM’nin kararını tanımamıştı. Gürlek’in başkanlığı döneminde aynı mahkeme, AİHM’in Selahattin Demirtaş davasında verdiği ihlal kararından önce Demirtaş’ı örgüt propagandası suçundan hapse mahkum etmiş, böylece Demirtaş’ın tahliyesinin önüne geçilmişti.

Kaftancıoğlu’nu mahkum etti

Gürlek ayrıca, CHP eski İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun sosyal medya paylaşımları nedeniyle 9 yıl 8 ay hapse mahkum etmişti. Gazeteci Can Dündar'ın gayrimenkullerine el koyma kararına da imza atmıştı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı'yı 2,5 yıl hapse mahkum eden Gürlek, Sözcü Gazetesi yazarlarının mahkum edildiği davayı karara bağlayan heyetin başkanıydı.

Kılıçdaroğlu “yeni Zekeriya Öz” demişti

Aralarında Selçuk Kozağaçlı’nın da bulunduğu ÇHD’li avukatların yargılandığı davada verilen tahliye kararlarının ardından görevden alınan İstanbul 37. Ağır Ceza mahkemesi heyetinin yerine yeni üyelerle beraber başkan olarak atanan Gürlek, avukatlara hapis cezaları vermişti. Gürlek, İstanbul’da Sulh Ceza hâkimi olarak görev yaptığı dönemde de şarkıcı Atilla Taş ve gazeteci Murat Aksoy’un tutuklanmasına karar vermişti. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 20 Ekim 2020'deki grup toplantısında, AYM’nin Enis Berberoğlu kararını tanımayan Gürlek'i 'Yeni Zekeriya Öz' diye nitelendirmişti. Gürlek, bu sebeple Kılıçdaroğlu'na açtığı 75 bin TL'lik tazminat davasını kaybetmişti.

                                                                   ***

Sinan Ateş davasında karar: 5 kişiye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi

Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Sinan Ateş suikastı davasında, karar açıklandı. Tetikçi Eray Özyağcı'ya, tetikçiyi olay yerine getirip götüren motokurye Vedat Balkaya, olay yerinde keşif yapan Suat Kurt, cinayetin azmettiricisi olmakla suçlanan Doğukan Çep ve eski Ülkü Ocakları yöneticisi  Tolgahan Demirbaş ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Eski Ülkü Ocakları yöneticisi avukat Serdar Öktem ise adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Tolgahan Demirbaş ile beraber tetikçiyi İstanbul'a kaçırmakla suçlanan eski Ülkü Ocakları yöneticisi Emre Yüksel "tasarlayarak öldürme suçuna iştirakten" 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 

Sanıklar Eray Özyağcı, Vedat Balkaya, Doğukan Çep, Suat Kurt, Tolgahan Demirbaş ayrıca saldırı sırasında Sinan Ateş'in yanında bulunan ve omzundan yaralanan Selman Bozkurt'a karşı öldürmeye teşebbüs suçundan 13'er yıl daha hapse mahkum edildi.  

Tetikçi Özyağcı'yı İstanbul'dan Ankara'ya getiren özel harekat polisleri Aşkın Mert Gelenbey ve Muratcan Çolak tasarlayarak öldürme suçuna iştirak"ten 18 yıl hapis cezası aldı. 

Duruşma başlamadan önce CHP Genel Başkanı Özgür Özel'e küfür eden tutuklu sanık Suat Kurt, jandarma ekiplerince duruşma salonundan çıkarıldı. Duruşmada verilen arada bir kişi Sinana Ateş'in ablası Selma Ateş'e saldırdı. Saldırgan gözaltına alındı.

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş, 30 Aralık 2022 tarihinde Ankara'nın Çankaya ilçesindeki Çukurambar semtinde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetmişti. Ateş'in öldürülmesine ilişkin 12'si tutuklu toplam 22 sanığın yargılandığı dava, Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nce Sincan Cezaevi Kampüsü'nde görüldü. Bugünkü duruşmaya sanıklar, müşteki Sinan Ateş'in ailesi ile taraf avukatları katıldı.

Duruşma başlamadan önce tutuklu sanıklardan Suat Kurt'un avukatı müvekkiliyle görüşmek istedi. Jandarma ekipleri görüşmeye izin vermeyerek, "Mahkeme heyetinden izin almanız gerekir" dedi.

Bunun üzerine Kurt, CHP Genel Başkanı Özel'e yönelik, küfür ve hakaretlerde bulundu. Jandarma ekipleri Kurt'u duruşma salonundan çıkardı. Mahkeme heyeti geldikten sonra Kurt'un avukatı heyetten görüşme talebinde bulundu ve görüşmeye izin verildi.

Karar için verilen arada Ateş ailesine saldırı 

Davanın bugün görülen duruşmasında karar için verilen arada bir kişi Ateş'in ailesine saldırdı.

Kameralara yansıyan görüntülerde bir kişinin Sinan Ateş'in ablası Selma Ateş'e fiziksel saldırıda bulunduğu görüldü. Araya giren Ateş ailesinin yakınları saldırganı durdurdu. Ateş'in yakınları yaşananlara tepki gösterirken Selma Ateş ve olay yerinde bulunan Sinan Ateş'in annesi Saniye Ateş bölgeden uzaklaştırıldı.

Saldırgan gözaltına alındı.

Karar açıklandı

Duruşmaya verilen aranın ardından kararını açıklayan mahkeme heyeti, sanıklar tetikçi Eray Özyağcı, olayda kullanılan motosikletin sürücüsü Vedat Balkaya ve cinayet mahallinde keşif yapan Suat Kurt'u "tasarlayarak kasten öldürme" suçundan ağırlaştırılmış müebbet, müşteki Selman Bozkurt'a yönelik "kasten öldürmeye teşebbüs" suçundan ise 13'er yıl hapis cezasına çarptırdı.

Özyağcı'ya ayrıca "ruhsatsız tabanca bulundurmak ve taşımak" suçundan 1 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

Mahkeme, dosyada "suça azmettiren" sıfatıyla yer alan sanıklar Doğukan Çep ve Tolgahan Demirbaş'ı "tasarlayarak kasten öldürmeye azmettirme"den ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum etti.

Ayşe Ateş'ten Sinan Ateş davası kararı ardından ilk açıklama: Ayakçılar yargılandı azmettiriciler dışarda, hiçbir yere gitmiyorum!

5 sanığa hapis ceza

"Tasarlayarak öldürmeye yardım" suçundan sanıklar Aşkın Mert Gelenbey, Murat Can Çolak ve Emre Yüksel'e 18'er yıl, sanık Mustafa Uzunlar'a ise 15 yıl hapis cezası veren mahkeme, sanık Alper Atay'ı da "suçluyu kayırma" suçundan 2 yıl hapis cezasına çarptırdı ancak cezası ertelendi. 

Sanıklar Zekeriya Asarkaya, Hakan Saraç, Ufuk Köktürk, Mehmet Yüce, Osman Bayraktar, Caner Günay, Umut Ersoy, Çağlar Zorlu, Aytaç Ataç ve Erdem Karadeniz'in üzerine atılı suçlardan beraatına karar veren mahkeme, sanık Günay hakkında "suçluyu kayırma" suçundan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ihbarda bulunulmasına hükmetti.

Kılıçdaroğlu: Bu dava burada bitmedi, Sinan Ateş'in niçin öldürüldüğünün yanıtını aldığımızda gerçek failleri de bulmuş olacağız

2 sanığın dosyası ayrıldı

Öte yandan, sanıklar Serdar Öktem ve Mustafa Ensar Aykal hakkında "tasarlayarak kasten öldürmeye yardım", Aykal hakkında ayrıca "kişisel verileri hukuka aykırı olarak ele geçirmek ve yaymak" suçundan açılan dava dosyasının ayrılmasına karar verildi. Buna gerekçe olarak, sanıkların cep telefonlarının incelenebilmesi için ABD'ye yazı yazılarak telefon şifrelerinin istenmesi gösterildi. Mahkeme, ayrıca sanık Öktem'in tahliyesine karar verdi.

Ateş ailesinin avukatı Kaya, Sinan Ateş davası kararını yorumladı: Sokrates der ki kanunlar kötü olsa da sabretmek zorundayız

                                                                ***

Ayşe Ateş'ten Sinan Ateş davası kararı ardından ilk açıklama: Ayakçılar yargılandı azmettiriciler dışarda, hiçbir yere gitmiyorum!

"Adalet yürüyüşünü, her bir suçlu cezasını bulana kadar, demir parmaklıkların arkasına girene kadar devam ettireceğim"

Ayşe Ateş'ten Sinan Ateş davası kararı ardından ilk açıklama: Ayakçılar yargılandı azmettiriciler dışarda, hiçbir yere gitmiyorum!


(T-24)