500 yıllık tarihin ayakta kalma mücadelesi -Elif Ekin Saltık / Evrensel-

Deva Hamamı, bir zamanlar salgın hastalıkları önlemek için kente girenlerin temizlendiği bir mekandı. Bugünse 500 yıllık tarihi dokusuyla sanat ve kültürün buluşma noktasına dönüşmeyi bekliyor.

Diyarbakır Bilen bilir, Diyarbakır deyince ilk akla gelen Sur ilçesidir. İlçe tam 12 bin yıllık tarihe sahip. Diyarbakır’ın ilk yerleşim yeri olan Sur aynı zamanda kentin en önemli belleği. Bu bellek fazlasıyla tahrip edilmiş olsa da bugün halen ayakta kalmaya çalışıyor.


Sur’daki önemli tarihi yapılardan biri de hamamlar. Kentte bulunan 30 tarihi hamamın yarısı yıkılmış, yarısı da bakımsızlıktan harabe halde. Osmanlı döneminde salgın hastalıkları önlemek, kentte yaşayanları korumak için dışarıdan gelenlerin hamama girmesi zorunlu tutulur, kente gelenler hamamda bir güzel temizlendikten sonra kente alınırmış. Kente girişi sağlayan sur kapılarına yakın hamamların olması da bu yüzdenmiş. Bu hamamlardan biri de 500 yıllık tarihe tanıklık eden Deva Hamamı.

Tarihin kalbinde bir yapı

Sur kapılarından biri olan Mardin Kapı tarafında bulunan ve 1520-1540 yılları arasında (16. yüzyıl) inşa edildiği söylenen, Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinde öve öve bitiremediği Deva Hamamı bölgenin en büyük hamamlarından biri. Eski adı Hamamıkebir (Büyük Hamam) olan hamam, vilayet salnamesindeki kayıtlarda ise “Deve (Deva) Hamamı” olarak yer alıyor.

Diyarbakır’ın en büyük hamamı olması nedeniyle büyük hamam deniyor Deva Hamamı’na. Şifa kaynağı olması nedeniyle ise “Deva” ismini alıyor. Rivayet odur ki kervandan kaybolan bir devenin birkaç gün arandıktan sonra burada bulunması nedeniyle halk arasında Deve Hamamı olarak da söylenegeliyor. Dikdörtgen planlı olan hamam bazalt ve moloz taştan yapılmış, 500 metrekare alana sahip. Hamamın iki girişi var. Sekiz köşeli bir kubbesi var, kubbeye geçişler tromplarla sağlanmış. Soğukluk yan yana iki kubbe ve yarım kubbeyle örtülmüş.

Deva Hamamı yeniden hayata döndü

Fotoğraf: Elif Ekin saltık

Uzun yıllar bakımsız kalarak harabeye dönen ve defineciler tarafından tahrip edilen Deva Hamamı, 2018 yılından itibaren Cuma Akgün tarafından devralınmış. Akgün, büyük bir emek ve fedakarlıkla hamamı temizleyerek atıl durumdan kurtarıp halkın ziyaretine açtığını anlatıyor: “Çöple dolmuştu. 40 traktör çöp çıkardık. Uyuşturucu bağımlıları giriyordu. Bu tür mekanlar kültürel mirasımız. Tescilli bir yapı. Yetkililerin buraya gelip görmesini istiyorum. Restore edilip turizme kazandırılmalı.”

Hamamdan sanat mekanına dönüşüm

Deva Hamamı, günümüzde geleneksel bir hamam işlevinden ziyade, tarihi atmosferini koruyan bir kafe olarak hizmet veriyor. Ziyaretçiler, hamamın otantik atmosferinde çaylarını ve kahvelerini yudumlarken, aynı zamanda bu tarihi mekanı gezme ve tanıma fırsatı buluyor. Cuma Akgün, mekanı bir yandan işletirken diğer yandan da ziyaretçilere hamamın tarihi ve mimari özellikleri hakkında bilgi vererek bir nevi gönüllü rehberlik yapıyor.

Hamam bugün görsel ve işitsel sanat yapanların en uğrak yerlerinden biri. Müthiş bir akustiğe sahip, bu nedenle de konserlerin verildiği, tiyatro gösterilerinin yapıldığı, sergilerin açıldığı önemli bir kültür sanat alanı aynı zamanda. Hamamın yazın serin kışın da sıcak olduğunu söyleyen Akgün devam ediyor: “Hamamın mimari yapısı özellikle fotoğrafçıların ilgisini çekiyor.” Öğle saatlerinde içeri giren güneş ışınları şahane bir görsellik oluşturuyor gerçekten de. Hamam şu anki haliyle bile yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekerken Diyarbakır’ın kültürel mirasının bir parçası olarak yaşamaya devam ediyor.

Elif Ekin Saltık / Evrensel

70’lerin Darüşşafaka’sında bir İngiliz: Türkiye, diğer ülkelerden farklıydı…-Büşra Sanay / T24-

 "Türkiye'de yaşamak benim için yeni bir dünyaydı ama değişik demek daha doğru olabilir. Çünkü daha önce başka yerlerde yaşamıştım ama İstanbul’da insanların yaşayışları benim için farklıydı. Türkiye diğer gördüğüm ülkelerden daha farklıydı. Diğer ülkeler belki daha düzenliydi. İnsanlar dedim ya, çok arkadaş canlısıydılar. Ve bu benim için çok önemliydi. Çünkü İngiltere’de insanlar genellikle çok soğuk değil ama bireysel yaşıyorlardı"

büşra sanay 23 kasım haftalıkBüşra Sanay (solda) ve Anne Clare


“İnsana insan gerek.” Ne güzel bir laf. Derin, gerçek ve İonna Kucuradi’nin dediği gibi insanın içini sıcacık yapar. Sizlere, tanışalı neredeyse iki yıl olan ve çok güzel paylaşımlar, sohbetler yaptığım bir arkadaşımı anlatmak istiyorum. Anne Clare. Londra’da onu ilk gördüğümde mevsimlerden bahardı, hava ne soğuk ne sıcaktı. Mahallede çok sevdiğim kahve dükkanındaydım ve mekanın sahibi Sami abiyle kahve içiyorduk. Ki, kendisi tam bir İstanbul beyefendisidir. Bilahare ondan da söz etmek isterim. Her sohbetimizde, çocukluğundan gençliğinden aklında kalanları anıları, mekanları anlatan tam bir kitap ve İstanbul kurdu kendisi. Tam da o esnada kapı açıldı ve biri içeri girdi, bir kadındı. Sami abiyle konuşmaya başladılar ve sohbet Türkçe ilerliyordu. Burada sorun yok ama sohbetin İngiliz aksanıyla şahane bir Türkçe olarak devam etmesi dikkatimi çekmişti. Kimin bu denli konuştuğunu merak ettim, arkamı döndüm ve sordum;

“Merhaba, acaba nerede öğrendiniz bu Türkçeyi? Çok güzel konuşuyorsunuz.” Cevap şöyleydi:

“Ben uzun yıllar Darüşşafaka’da İngilizce öğretmenliği yaptım!”

“Ne zaman?”

“1972-1979 yılları arasında…”

Anne Clare ile arkadaşlığımız o gün başladı. Genelde bende buluşuyoruz, hava güzelse yürüyoruz. Her gün 5-6 km yürüyor. Haftada iki gün koroda şarkı söylüyor, beş ya da altı dil konuşuyor ve son öğrendiği dil de İtalyanca. Mutlaka her gün en az yarım saat İtalyanca romanından bir kuple okuyor. Ayrıca çok British bir tatlı olan Apple Crumble çok seviyor, benim de bunu çok iyi yaptığımız söylüyor. Bir ara ona, İstanbul’da yaşarken çektiği fotoğraflar olup olmadığını sormuştum. Bana 70’lerde İstanbul’da, hatta Türkiye’nin başka şehirlerini ziyaretinde çektiği fotoğrafları gösterdi. Yazıda onlardan bazılarını da göreceksiniz. Sohbetlerimizde Anne’e, İstanbul’a ve Darüşşafaka’ya dair çok soru soruyordum, sanırım onun anlatması özellikle çok hoşuma gidiyordu. Hem bir yabancının gözünden İstanbul’u yaşama deneyimi hem de ben doğmadan öncesi. Anne’i insanların tanımasını ve eğer bu yazıya denk gelirlerse de, öğrencilerinin onu hatırlamasını isterim. Sorularım onu 20li yaşlarına götürdü. Şimdi 79 yaşında ve hatırlayabildiği kadarıyla o günleri konuştuk.

Anne Clare

- Anne, biraz kendinden söz etmeni isteyeceğim. Kaç yılında nerede doğdun? Ne eğitimi aldın?

1946 Temmuz ayında Londra’da, güney Norwood’da doğdum. İlkokulda evimize yakın olduğu için bir kilisenin okuluna gittim.  Sonra ortaokulda iyi bir okula gitmek için geçmem gereken bir sınav vardı, maalesef geçemedim ama yine de gittiğim ortaokul özel okul olmamasına rağmen özellikle İngilizce ve Fransızca eğitimi açısından çok iyiydi. Sınavlardan da çok iyi sonuçlar alıyordum. 16 yaşıma gelince de iyi bir liseye başladım. Orada da İngilizce, Almanca ve Fransızca öğrendim, ardından öğretmenler okulu maceram başladı (Teachers Training Collage). Burası Cambridge’deydi ve çok iyi bir öğretmenler okuluydu. Bu okul o zamanlar değil ama şimdi Cambridge Üniversitesi’nin bir parçası oldu. Okul bittiğinde hem Fransızca hem İngilizce öğretmeni oldum. Hemen Fransa’ya gittim öğretmenlik yapmak için. Bir okulda stajer öğretmen olarak göreve başladım, İngilizce öğretiyordum büyük öğrencilere. Fransa’yı çok seviyordum, orada daha uzun kalmak isterdim ama İngiltere’ye dönmem gerekiyordu. İki sene İngiltere’de öğretmenlikten sonra Almanya’ya gittim.

- Almanya’da hangi dil üzerine öğretmenlik yaptın?

Almanya’da, tercümanlık okulunda İngilizce öğretiyordum. İki sene vergi ödemeden kalabiliyordun ama sonrasında tüm vergileri ödemen lazımdı. O yüzden oradan da ayrıldım.

- Peki Türkiye hikâyen nasıl başladı?

Almanya sonrası İngiltere’ye dönüp, burada çalışmak istemiyordum ve o yüzden başka ülkelerde iş arıyordum. Aslında Brezilya’ya gitmekti amacım çünkü, o dönem Portekizce öğreniyordum. Ama İngilizce öğretmeni aramıyorlardı, yani bana göre bir iş yoktu. Tam da o günlerde gazetede bir ilan gördüm. İş İstanbul’daydı ve her şey böyle başladı.

Fotoğraf: Anne Clare

- Yıl kaçtı İstanbul’a gittiğinde ve kaç yaşındaydın?

1972’de 26 yaşımdaydım İstanbul’a Darüşşafaka’ya öğretmen olarak gittiğimde ve 1979 senesinde de ayrıldım Türkiye’den.

- Gitmeden evvel, Türkiye hakkında bir bilgin fikrin var mıydı ve gördüğün ilanda ne yazıyordu?

O zaman Türkiye ve İstanbul hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bu iş ise, British Council destekli bir işti. Konaklama ve yol masraflarının bir kısmını destekledikleri yazıyordu. Kazanacağım para da fena değildi. İşi aldım. Ama nasıl bir yer olduğunu bilmediğim için de biraz korkuyordum açıkçası. İstanbul’a, Atatürk Havalimanı’na indiğimde, Darüşşafaka’dan birkaç öğretmen beni karşıladı ve bana yardımcı oldu. İngilizce öğretmeni değillerdi ama oldukça iyi İngilizce konuşuyorlardı. Her şey çok iyi geçti. Okula vardık ve bir odaya yerleştim.

- Okulda yatılı olarak ne kadar kaldın?

Yalnızca ilk sene okulda yatılı kaldım. İstanbul’a alışmam biraz zaman aldı çünkü bazı şeyler bana değişik bazı şeyler ise zor geliyordu. Ama İstanbul’u çok sevdim. Okuldaki insanlar çok iyi niyetlilerdi.

- Ailene, İstanbul’a gideceğini söylediğinde ne dediler?

Tabii ki kabul ettiler. Çünkü zaten daha önce de farklı ülkelerde de kalmıştım.

Fotoğraf: Anne Clare

- İstanbul’un çok neyi şaşırttı, büyüledi seni? Nesi değişik geldi. Hiç Türkçe bilmiyorsun, İstanbul’a dair bir şey bilmiyorsun. Kimseyi de tanımıyorsun. İlk günlerini hatırlıyor musun insanları, çevreyi, sokaktaki hayvanları?

Mesela dolmuş vardı, Londra’da yoktu öyle bir şey. Ayrıca, sokakta meyve sebze satılıyordu ve bu insanlarla herkes pazarlık yapıyordu. Bu çok enteresandı. İngiltere’de öyle bir şey yoktu görmemiştim. Ve Darüşşafaka, Fatih’te çarşıya yakın bir yerdeydi. Orada yollar çok kötüydü, hep çukurlar vardı. Yağmurlu bir gündü okula gidiyordum, o yollardan birinde düşmüştüm her yanım çamur olmuştu. Böyle bir anı da hatırlıyorum.

- Şimdi hâlâ dolmuşlar var ve pazarlık yapılıyor. Sen de yaptın mı pazarlık?

Nasıl yapıldığını öğrenmiştim ve evet en sonunda ben de pazarlık yapıyordum. Fakat her şeyi net hatırlamıyorum.

- Darüşşafaka’yı biraz anlatabilir misin? Nasıl bir okuldu, öğrenciler derslerde nasıldı, eğitim sistemi üzerine neler hatırlıyorsun hepsini çok merak ediyorum.

Çocukların bu okula girmek için yapılan sınavı kazanmaları lazımdı tabi. Hepsi Anadolu’dan gelmiyordu. Öğrenciler genellikle uslu ve çok akıllıydılar. 11 -16 yaş arası çocuklardı. Hakikaten öğrenmek istiyorlardı ve iyi çalışıyorlardı. Bazıları çok çok iyi sonuç alıyordu. Okulda benden başka İngiliz ve Amerikalı öğretmenler de vardı. Matematik ve fen dersleri İngilizce öğretiliyordu. Mesela bir kız öğrenci Harvard Üniversitesi’nden burs kazanmıştı. Ama bir tek sınıf vardı ki çok yaramazdı. Bazı öğretmenler okuldan ayrıldı sırf bu yüzden. Okul bir ara yalnız erkek okuluydu ve bu yaramaz sınıf, son erkek sınıftı. Sonraki sınıflar kız ve erkek karışıktı. Çünkü eğer bir disiplin problemi olursa bir okulda, işte orada çok büyük sıkıntılar yaşanıyor. Ben de sınıfa İngilizce öğretiyordum ve bu sınıftaki çocuklar yüzünden ben de okuldan ayrılmayı düşünüyordum ama ayrılmadım. Tam hatırlamasam da şimdi, beni deli ettiklerini söyleyebilirim. Ama sonra, kalmaya karar verdim çünkü bir sonraki sene onlara ders vermeyecektim. Genel olarak, çok çalışkandılar. Okul binası ise fena değildi ama eskiydi. Şimdi yeni bir yerde olduğunu biliyorum ama nerede olduğunu bilmiyorum.

Darüşşafaka'da derste...

- Senin adın Anne ve Türkçede de biliyorsun ismin “anne”ye çok benziyor. Bununla ilgili anın var mı?

İsmimle dalga geçmemişlerdi ama söylediğim başka şeylerle ilgili oluyordu. Mesela sınıftayken, onlar sık sık bana bir şey soruyorlardı ve ben de genelde “well” diyordum. Onu hep taklit ediyorlardı “weelllll” diye.

- Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de öğretmenlik yaptın ve sonra Türkiye’ye gittin. Türkiye’de o dönem yani 1972’deki eğitim sistemi ile diğer ülkelere baktığında nasıl bir fark vardı?

Darüşşafaka özel bir okuldu ve çok çok iyiydi. İngilizce dersleri çok önemliydi. Çocuklar iyi çalışıyorlardı ve bunun sonunda da iki senede İngilizceyi hakikaten çok iyi konuşuyorlardı. Matematik ve fen bakımından harikaydı. Tarih, coğrafya gibi dersler ise zaten Türkçe öğretiliyordu. Bence çok çok iyi bir okuldu. 

- Peki Türkçeyi nasıl öğrendin? 

Çok zordu ilk üç sene. Sıkıntı çektim. Çalışıyordum ama zordu. Bir kitap almıştım Türkçe öğrenmek için. Ama şimdi adını ve yazarını hatırlamıyorum. Onu okumaya çalışıyordum, başladığımda çok az anlıyordum, devam ve tekrar ettikçe kitabın sonuna doğru çok daha iyi anlamaya başlamıştım. Sonra başka kitaplar okumaya devam ettim, bu sistem benim için çok kullanışlıydı. Hatırladığım kadarıyla Türkçe kurslar da yoktu Türkiye’de. Türkçeyi gerçekten kursa giderek öğrenmeyi çok isterdim ama kurs bulamamıştım. Fakat en önemlisi şuydu ki Türklerle konuşmağa çalışıyordum ve çoğu arkadaşlarım ise Türk’tü.

Büşra Sanay (solda) ve Anne Clare

- Kitap hâlâ seninle mi? Saklıyor musun hatıra olarak?

Kim bilir nerede!

- Türkiye’de yaşarken İngiltere’ye ne kadar sıklıkta gidip gelirdin?

Her sene bir ya da iki kez giderdim.

- Türkiye’de yaşadığın dönem sosyal hayattan, insanlarda söz etmeni istesem nasıl anlatırsın? Neler kaldı aklında?

Türkler çok kibar ve arkadaş canlısıydı. Londra’da insanlar öyle değildi maalesef. Çok soğuklardı bence. Mesela İstanbul’da insanlar beni bazen evlerine davet ediyorlardı çay içmeye. Tamam bir çay içerim ama ısrar ederlerdi, “lütfen burada kalın, yemek de yiyin” derlerdi ve bana hep bir şeyler verirlerdi. Sonra o akşam orada kalırdım. Ve bu insanlar yakın arkadaşım değillerdi, tanıdıklardı. Ayrıca sokaktaki kedi köpekler çok güzeldi. Londra’da sokakta kedi köpek yoktu ve onları her yerde görmek beni mutlu ediyordu ama bazen üzülüyordum. Çünkü her zaman yemek bulamıyorlardı.

- O dönem İstanbul huzurlu ve güvenilir miydi?

Bana hiçbir şey olmadı, başıma bir şey gelmedi. Eve bazen akşamları geç dönerdim, hatta evim bir yokuşun üstündeydi sonra taşındığım ev de başka bir yokuştaydı. Hiçbir zaman bir problem yaşamadım. Ama Londra’da dört defa sokakta başıma olay geldi. Apartmandaki komşularla da iyiydik.

Fotoğraflar: Anne Clare

- Nerede yaşadın İstanbul’da?

Beşiktaş, Serencebey Yokuşu’nda oturuyordum. Oturduğum ev Boğaz’ı görüyordu. Çok güzel bir manzarası vardı.

- Akşamları dışarı çıkıyor muydunuz arkadaşlarınla? Nerelere giderdiniz?

Yemek yemeğe çıkıyorduk. Beyoğlu’na giderdik. Konserlere gidiyorduk.

- Kimleri izledin?

Zeki MürenAjda Pekkan.

- En sevdiğin Türkçe şarkılar neler?

Nazlı Dilber, Üsküdar’a Gideriken, Hadi Bakalım Kolay Gelsin, daha çok var ama hepsini hatırlamıyorum. Çok seviyordum Türk müziğini. İlk gittiğimde kulağım alışık değildi hatta düşünüyordum ki bu sesler bana karmaşık ve bağırışımalar gibi geliyordu. Ama iki sene sonra çok alıştım ve sevdim. Çok sık dinliyordum. (Anne ve ben bir araya gelince mutlaka Türkçe şarkılar açıyoruz ve benim bilmediklerimi biliyor.)

- İzin günlerinde, çalışmadığın zamanlarda neler yapardın?

Niye bilmiyorum ama fazla yürümüyordum İstanbul’da. Genellikle restoranlara gidiyordum. Ama iş yüzünden çok meşgul olduğumu hatırlıyordum ve gerçekten yorucuydu öğretmenlik. Hafta sonları evde çocuklara ders hazırlıyordum. Ama bazen dolmuş ve otobüse binip bir yerlere gidiyordum. Fotoğraf çekmeyi çok seviyordum.

Fotoğraf: Anne Clare

- İstanbul’da kadın ve erkek giyimini, modasını nasıl bulurdun?

Bölgeye bağlı. Doğu İstanbul’da daha çok başörtülü kadınlar vardı. Ama Taksim tarafları öyle değildi. Genellikle İstanbul’dakiler İngilizler gibi görünüyordu kıyafet bakımından. Bazıları çok şıktı. Mesela bazı öğretmeler tam batıdaki insanlar gibiydi. Okulda hiç başörtülü öğretmen yoktu ya da çocuklar yoktu.

- Adalar’a gittin mi?

Tabii. Adalar’ı çok seviyordum. Arkadaşlarımızla gidiyorduk.

- Türkiye’de yaşadığın dönemde çok fazla şehir gezmişsin. En çok nereleri sevdin?

O zamanlar Marmaris, Alanya, Kaş çok güzeldi ama Fethiye beni çok etkilemişti. Kaş’ta kalamazdın o zamanlar, çok küçük bir yerdi. Ayrıca Dalaman’da çok güzel bir yerdi, Kral Mezarları vardı yakınlarda. Karadeniz bölgesi çok güzel ve yeşildi.

- En sevdiğin Türk yemekleri nelerdi?

Sanırım en çok mezeleri seviyordum.

- Türkiye’de yaşamak sana neler kattı?

Benim için yeni bir dünyaydı ama değişik demek daha doğru olabilir. Çünkü daha önce başka yerlerde yaşamıştım ama İstanbul’da insanların yaşayışları benim için farklıydı. Mesela aile yaşantıları gibi. Değişik geliyordu. Örneğin 18 yaşındaki bir çocuğun hâlâ ailesiyle yaşaması gibi. Türkiye diğer gördüğüm ülkelerden daha farklıydı. Diğer ülkeler belki daha düzenliydi. Oralarda pazarlık yapılmazdı, daha bireysel yaşarlardı ama Türkiye çok fazla kültürün olduğu bir yerdi. Akdeniz ve Ege kültürleriyle beraber. Dolayısıyla Türkiye komşuluğuyla, yemekleriyle, sokaktaki hayvanlarıyla, etrafıyla başka bir yer. İnsanlar dedim ya, çok arkadaş canlısıydılar. Ve bu benim için çok önemliydi. Çünkü İngiltere’de insanlar genellikle çok soğuk değil ama bireysel yaşıyorlardı. Değişik insanları tanıdım, farklı müzikler öğrendim. Farkları çok seviyordum.

Fotoğraf: Anne Clare

- Türkiye’nin diğer ülkelerden farkı neydi senin için?

Her şey daha doğaldı. Sokaklar, İstanbul’un dışındaki yerler. Bazen güzel değildiler ama ben değişimi seviyorum. Mesela ben İstanbul’da oturduğum zaman çok eşek vardı sokaklarda. Çok vardı. Ve onlara eşya taşıtıyorlardı. O hayvanlar bir şeyleri getirip götürüyordu. Sokaklarda birtakım insanlar da bazı şeyleri satıyorlardı. Ve onlar da sırtında büyük kutularla sepetlerle taşıyorlardı. Bunlardan çok görüyordum.

- Türkiye’de yaşarken sana en çok neler sorulurdu İngiltere’yle ilgili?

İnsanlar, Kraliçeyi görüp görmediğimi soruyorlardı. Bir de “evli misin?”, “çocuğun var mı?” diye çok soruyorlardı, nefret ediyordum bu sorulardan. Okuldaki insanlar değildi bunu soranlar. Ama biriyle biraz sohbet ettiğin zaman biriyle hemen öyle şeyleri merak ediyorlardı. Başta garipsedim, çünkü bu sorular özel sorulardır ve İngiltere’de öyle şeyler sormazlar. Ama sonra alıştım tabi.

- Türkiye’ye yerleşmeyi düşündün mü hiç?

Hayır öyle şeyler düşünmüyordum. Ama Türkiye’yi çok seviyordum. Her şeyini çok seviyordum. Şehir çok güzeldi bir kere, yemekler şahaneydi. Okulu çok seviyordum.

Fotoğraf: Anne Clare

- Türkiye ye giderken hiç fikrin yoktu ama yedi sene yaşadıktan ve çalıştıktan sonra Türkiye’yi çok seven biri olarak ayrıldın. Ne hissettin?

Hayatta bazı şeyler öyle. Bilmediğin ve yeni bazı şeyler daha güzel oluyordu öteki şeylerden. Ben hiç öğretmen olmak istemiyordum. Ama uzun lafın kısası hayatın karşıma çıkardığı fırsatlar ve insanlar, olaylar öğretmen olmama vesile oldu. Öğretmen olarak çalışmaya başladığım zaman çok korkuyordum. Fakat tuhaf bir şekilde çocuklarla iyi anlaştım. Öğretmenliğe burada başladım. 22 yaşımda öğretmen oldum ve 60 yaşımda bıraktım. 19 sene önce bıraktım. 36 yıl öğretmenlik yaptım. Bu memlekette 26 sene. Türkiye’den ayrılırken de buruk hissetmiştim.

- Darüşşafaka’dan ayrılmaya nasıl karar verdin?

Özel bir nedenim vardı. Ve oradan ayrılınca üzüldüm gerçekten. Bir veda partisi yapmışlardı bana, hediyeler verdiler.

- Peki döndükten sonrası?

İngiltere ye dönünce Londra’da SOAS’da üç sene Türkçe okudum. Maalesef sadece Türkçe değildi. Osmanlı tarihi dersimiz vardı, İslam tarihi ve İslam sanatı eğitimi aldım.

- Neden dönünce bu eğitimleri aldın?

Çünkü ilgileniyordum.

Fotoğraf: Anne Clare

- Türkiye’de yaşamasaydın bununla ilgilenmeyecek miydin sence?

Hayır ilgilenmezdim.

- İstanbul deyince aklına ne geliyor? İstanbul senin için ne demek?

Çok güzel bir şehir, eski binalar, yalılar, güzel yemekler…

- Türkiye’ye gittin mi bir daha?

Evet birkaç defa gittim yaz tatillerinde ama turlarla. İstanbul’a gitmedim.

- Belki beraber gideriz ne dersin?

Neden olmasın.

- Son olarak dil öğreten bir insana klasiktir ama sormak isterim, bir dil nasıl öğrenilir?

Temel grameri öğrenmek, o dilde konuşan insanlarla sohbet etmek ve o dilde kitap okumak.

Fotoğraf: Anne Clare
Büşra Sanay / T24

soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Kasım 2025-

 DİSK'teki ülkücü sendikacı yurt dışına kaçan Kürşat Yılmaz'la Milano'da buluştu: 'Suç örgütü lideri değil, mağdur...'-Emre Alım- 

MHP-AKP krizinin ortasında Türkiye’yi terk ettiği öne sürülen Kürşat Yılmaz’ın Milano’dan paylaştığı fotoğraftan "sürpriz" isim, DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası yöneticisi Alperen Şakacı çıktı. soL’un ulaştığı Şakacı, Yılmaz ile aile bağı olduğunu vurguladı, kabarık suç dosyasınıysa "FETÖ kumpası" olarak tanımladı.

     Kürşat Yılmaz (soldan ikinci), Alperen Şakacı (ortada)

Bundan iki hafta önce basına yansıyan dikkat çekici bir iddia vardı.

MHP-AKP krizinin tavan yaptığı sırada Devlet Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’a Türkiye’yi terk etme uyarısında bulunduğu, iki ismin bunun üzerine yurtdışına çıktığı öne sürülmüştü.

Sonrasında Çakıcı’nın değil ancak Yılmaz’ın ülkeyi terk ettiği ifade edildi.

İki isimden de açıklama gelmedi, MHP de söz konusu iddiaları yalanlamadı.

İddiaların merkezinde emniyetteki MHP tasfiyeleri duruyor, çete faaliyetleri dolayısıyla aralarında Çakıcı ve Yılmaz’ın da bulunduğu bir ekibin gözaltına alınacağı öne sürülüyordu.

Peki, neredeydi Kürşat Yılmaz ve nereye kaçmıştı?

Yılmaz kendisi sosyal medya üzerinden yaptığı bir paylaşımla bu iddialara yanıt verdi, Milano’daydı.

Yaptığı paylaşımda “Gün bugündür, kervan yürüyor... Bu yürüyüşe Allah’tan başka hiçbir güç mani olamaz” diyen Yılmaz’ın bu mesajının ne anlama geldiği son derece açık sanıyoruz.

Yılmaz işlerin aynen devam ettiğin belirtiyor, krizi doğrulayan bir gönderme yapıyordu.

Ancak ortada başka bir tuhaflık var.

Söz konusu fotoğrafta, DİSK’e bağlı Lastik İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu Üyesi ve Örgütlenme Dairesi Başkanı Alperen Şakacı da yer alıyordu.

Operasyona konu olacak diye yurt dışına kaçan bir çete liderinin yanında DİSK’e bağlı bir sendikanın yöneticisinin bulunması son derece ilginç.

Ancak bunun ilk olmadığını not etmek gerekiyor.

Şöyle ki, Şakacı ile Yılmaz arasındaki bağ yeni ortaya çıkmış değil.

Tarih 22 Temmuz 2025. Yani bundan 4 ay öncesi:

“DİSK'e bağlı Lastik İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Alperen Şakacı, suç örgütü liderliğinden yargılanıp tahliye olan Kürşad Yılmaz ile birlikte MHP Lideri Bahçeli'yi makamında ziyaret etti. Bir dönem MHP'den milletvekili adayı olan Şakacı'nın bu ziyareti tepkiyle karşılandı.”

Şakacı’ın yöneticisi olduğu Lastik-İş’in Genel Başkanı Alaaddin Sarı ise DİSK’in yönetim kurulunda yer alıyor.

Sarı, 2020'de düzenlenen DİSK 16. Genel Kurulu’nda DİSK Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmişti.

1

'Adımı o koydu, kulağıma ezanımı o okudu'

soL, o fotoğrafın öyküsünü tartışmanın odağındaki Alperen Şakacı'ya sordu.

Şakacı, Kürşat Yılmaz ile Milano'da bir araya geldiklerini ve o fotoğraf karesindeki kişinin kendisi olduğunu doğruladı. Yurt dışına birlikte çıkmadıklarını, ancak İtalya'ya gittiğinde orada olduğunu bildiği Yılmaz ile bir akşam yemeğinde buluştuklarını belirten Şakacı, tartışılan o yakınlığın sebebini ise "aile bağı"na dayandırdı.

DİSK'e bağlı bir sendikanın yöneticisi ile bir suç örgütü liderinin yan yana gelmesine yönelik eleştirilere ise şu yanıtı verdi:

"Kürşat Yılmaz benim annemin dayısı... Bana Alperen ismini veren kişi, yani kulağıma Alperen ismini, ezanımı okuyan kişidir. Kürşat Yılmaz benim ailemdir. Benim onunla oturup yemek yemem, vakit geçirmem kadar doğal ve normal bir şey yoktur."

Kendisini "Babadan sendikacı, işçi sınıfı için mücadele eden bir delikanlı" olarak tanımlayan Şakacı, şu an Türkiye'de olduğunun altını çizdi.

Şakacı, Yılmaz'ın "suç örgütü lideri" sıfatını da reddederek, "Tamamen FETÖ kumpasıyla yattı. Nezarethanede bir gün dahi yatacak bir suçu yok. Bir tane tokat atmışlığı yokken FETÖ kumpasıyla cezaevi yatmış bir mağdur" dedi.

Kürşat Yılmaz kimdir?

Suç örgütü liderliğinden yargılanan bir ülkücüden söz ediyoruz.

soL’da daha önce yer verdiğimiz bir haberimizden ilgili bölümü "Kürşat Yılmaz kimdir?" sorusuna yanıt olarak bu vesileyle yeniden hatırlatıyoruz:

"Yakup Kürşat Yılmaz. 12 Eylül Darbesi öncesinde MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği’nde (ÜGD) yöneticiydi. 12 Eylül darbesinin ardından MHP de yan kuruluşları ile birlikte kapatıldı. Boşta kalan ülkücülerin çoğunluğu başta çek-senet tahsilatı olmak üzere bir takım silahlı-külahlı kişisel işlere girişti ve kısa sürede büyük bir mafya organizasyonuna dönüştü. Kürşat Yılmaz da pratisyenliği ÜGD’de tamamlayan ve mafyaya terfi olan “ülkücü” mafya üyelerinden biri.  

Kürşat Yılmaz’ın en bilinen eylemi Kuşadası Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun öldürülmesi. Suyolcu, 16 Mayıs 1995’te Fırat Erdoğan isimli bir kiralık katil tarafından evinin önünde öldürüldü. Cinayetin sebebi Kuşadası’nda rantın giderek büyümesi ve mafyanın bu ranta el koymak istemesiydi. Hatta tarihe “Susurluk Olayı” olarak geçen kazada ölenlerin Kuşadası’nda bir toplantıdan döndüğü, toplantıda Kuşadası’nda açılması planlanan kumarhanelerin görüşüldüğü iddia ediliyordu.  

…Kürşat Yılmaz 1998’de Burdur Cezaevinden görevli Uzman Çavuş Numan Güvenir tarafından kaçırıldı. Kaçışla ilgili açılan davada cezaevi müdürü ve yardımcılarının da kaçışa yardımcı oldukları iddia edildi. Cezaevi müdürü Kürşat Yılmaz’ın torpilli bir mahkûm olduğunu, dönemin Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Hayrettin Gökdemir ve birkaç üst düzey yönetici tarafından sık sık ziyaret edildiğini anlattı. Kaçısın organizasyonu için bazı iş adamlarından da haraç alınmıştı.

Bunun üzerine Kürşat Yılmaz çetesine karşı bir operasyon düzenlendi ve 13 çete üyesi gözaltına alındı. Sanıkların karıştığı iddia edilen eylemler şöyleydi:

  • 3 Mart 1997: Kağıthane İlçesinde İzzet Fıçıcı’nın yaralanması
- 9 Kasım 1997: Kağıthane’de Halil Aydın’ın yaralanması

  • 15 Aralık 1997: Beyoğlu’nda Düver Bar’ın kurşunlanması
- 20 Şubat 1998: Şişli’de As Menkul Değerler’in kurşunlanması
  • 24 Nisan 1998: Gaziosmanpaşa’da İzzet Yılmaz’ın yaralanması
- 12 Mayıs 1998: Zeytinburnu’nda Mustafa İhtiyar’ın tabanca ile öldürülmesi

  • 3 Haziran 1998: Güngören’de Hayri Dinçer Ekerer’in yaralanması

Bu iddialar üzerine Kürşat Yılmaz Behçet Cantürk’ü öldüren güçlerin kendisinden Liceli iş adamı Halis Toprak’ı öldürmesini istediklerini, bunu reddettiği için bir takım cinayetlerin üzerine yıkıldığını söyledi.  Cezaevindeyken adı iki cinayete daha karıştı. O sırada, özel izinle İstanbul Emniyet Müdürlüğü Özel Kalem’inde çalışan Polis memuru Tülay Çetin‘le evlendi.

/././

 Ada vapurunun örttüğü -Aydemir Güler- 

İşte Öcalan geliştirdiği tezlerle aslında bu çaresiz kalabalığa çıkış yolu göstermiştir! Adını demokratik konfederalizm koyduğu modele göre mevcut devletlerin, onların egemenlik alanlarının ve sınırların önemsizleşip flulaşacağı bir gelecek bölgeyi beklemektedir.

Bahçeli “tabu devirme” misyonunu olası bütün bedelleri göze alarak yerine getirdiğini söylüyor. Sürecin en cansiperane savunucuları bile bu işin altına girenin –tabii ki DEM hariç- oy kaybedeceğini dile getirdiğine göre, kamuoyunun verili dengeleri itibariyle bu doğru da... Dolayısıyla AKP ve CHP’nin yolculuk için karar verene kadar bayağı kıvranmaları anlaşılır bir durum.

Ancak meselenin Öcalan’la görüşmeye kilitlenmesinin gizlediği başka şeyler var. 

Meclis heyetinin İmralı’da masaya oturmasının Öcalan’a kazandıracağı meşruiyet başlı başına bir sorun olarak görülüyor. Bu düzeyde bir temasın sembolik değer taşıyacağı ve bu açıdan bir sıçrama anlamına geleceği açık olmakla birlikte, böyle bir sorun tarifi, bugün Türkiye siyasetinde Öcalan’a zaten açılmış olan alanın etrafından dolanmak anlamına gelecektir. 

Israrla tekrar ediyoruz; hedeflenen “çözüm”ün içeriği konuşulmuyor. Silahların susması gibi aklı başında kimsenin itiraz etmeyeceği bir unsurdan başka bir şey yok ortada. Bir de, Türkiye içinde her şey hallolmuşçasına, düğümün Suriye ile ilgili olduğu kamuoyuna yansıyor. 

“Açık sözlü” sayılan Bahçeli yeni yıl mesajında telaffuz ettiği “iki asırlık ağırlık” lafını açıklamadı. Cumhurbaşkanı yardımcılıkları kota usulü dağıtılınca memleket hız mı kazanacak acaba? Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap ittifakının” Türkiye’deki karşılığının ne olacağı da konuşulamadı. Osmanlı millet sistemi hatırlatması ise “sömürge valisinin” tepki çeken periyodik gaflarından biri sayıldı, geçildi. Buna karşılık CHP Ankara’nın Amerikan sularına demirlemesi karşısında kendisinin Atlantikçilikte daha samimi olduğunu gösterme derdinde… 

İsteyen bu pervasız derecede cüretli ama açımlanmayan ve tartışmaya konu edilmeyen gevelemelerle Öcalan’ın sözlerini karşılaştırabilir!

Öcalan ve onun çizdiği çerçevenin içinde konuşan başkalarına göre Cumhuriyetin kurulması saltanata karşı ileri bir adım değil, özgürlükleri baskılayan bir rejime geçişti. Lozan anlaşması emperyalizme karşı bir kazanım değil, Kürtlerin dışlanması anlamına geliyordu. Kürt sorununun İslam kardeşliği zemininde çözülmesini savunduğuna göre laiklik de bir kenara bırakılmalıydı. Çözüm sürecinin ilerlemesi için aşiretlere uzanmak gerekiyordu…  

Siyasi iktidar ise bugüne kadar Cumhuriyet düşmanlığını bu açıklıkta dile getirmeyi hep eteklerindeki meczuplara bıraktı. Gidişattan duydukları memnuniyeti servetlerindeki patlamada gözlemlediğimiz patronlarsa resmi kutlama ve anma günlerinde yayınlanan reklam videolarına para döküyorlar! 

Gerici egemen güçlerin bıraktığı boşluğu dolduran Öcalan da -buna meşruiyet denir mi, onu geçelim- bir yılı aşkın süredir Türkiye siyasetinin en önemli oyun kurucularından biri haline geldi. 

Türkiye’nin bölünmesi tehlikesi hep konuşulur... ABD Büyük Ortadoğu’dan söz etmeye başladığından bu yana yaşananlara bakarsanız, geçenlerde yine Tom Barrack’ın bölgede aslında devlet falan olmadığını deklare edişini not ederseniz, bu risk hafife de alınamaz. Lakin Amerikancılık yarışındaki düzen siyaseti bu konuyu türlü demagojinin mezesi yapmaktan öteye de geçemez. 

İşte Öcalan geliştirdiği tezlerle aslında bu çaresiz kalabalığa çıkış yolu göstermiştir! Adını demokratik konfederalizm koyduğu modele göre mevcut devletlerin, onların egemenlik alanlarının ve sınırların önemsizleşip flulaşacağı bir gelecek bölgeyi beklemektedir. Bu, emperyalist “küreselleşme” saldırısını dünyayla bütünleşme diye sunan liberallerin veya cihat fırsatçılığına yoran siyasal İslamcıların yanında kuşkusuz çok daha güçlü bir açılımdır. Özetle Öcalan siyasi iktidar ve genel olarak düzen siyasetinin kurmayı beceremeyeceği bütünlüğü kuran kişidir. 

Yüz yüze görüşüp görüşmeme ikileminden çok daha önemli olan, görüşülenlerin, planlananların içeriğidir.  

O içerik onların olsun, bizim de sorularımız var: 

Cumhuriyete karşı şiddetlenen saldırı nasıl durdurulur? Cumhuriyetçilik nasıl ayağa kaldırılır? Emperyalizmin, sermayenin ve düzen siyasetinin ortaklaştığı tarihsel yıkım kararı nasıl geri püskürtülür? Kürt yurttaşlarımız, gerçekten eşitliği ve özgürlüğü, bir emekçi cumhuriyetini hedefleyen mücadelenin içinde nasıl konumlanabileceklerdir? 

/././

 Kapitalizmin bunalımı çip üretimi ve kullanımına nasıl yansıyor?-Erhan Nalçacı- 

Gerçekten sorun çok büyük ama bu teknolojinin ulaştığı yere ilişkin değil, kapitalizmin yapısının yol açtığı toplumsal bir bunalım.

Ekim Devrimi’nden sonra sosyalist kuruluşun çok erken döneminde Lenin sosyalizmi tanımlarken şöyle bir formül kurmuştu: 

Sosyalizm = Sovyet İktidarı + Elektrifikasyon

Tabi ki Lenin sosyalizmin bu formüle sığmayacağını biliyordu, ama o tarihsel dilimdeki esas noktaya işaret ediyordu. İşçi sınıfının iktidarındaki ülke hızla üretici güçleri geliştirmeliydi. Elektrik üretimine ilişkin plana vurgu yapıyordu bunun için.

Yüz yıl sonra bugün sosyalizmin tanımı için şunu söyleyebiliriz.

Sosyalizm = Emekçi sınıfların siyasi iktidarı + Çip üretiminin toplumsal mülkiyeti

Anlaşılıyor söylediğimiz ama önlem olarak söyleyelim, tabi ki sosyalizm yine bu formüle sığmaz, ama kapitalizmin geldiği aşama ve bunalımının sosyalizm tarafından aşılması için esas bir noktaya vurgu yapıyoruz.

Artık çipsiz bir meta üretiminden bahsetmek mümkün değil, hemen hemen her metanın içinde sayısız çip bulunuyor. Evet, giyeceklerde çip yok şimdilik belki ama onları üreten dokuma makineleri çip içeriyor. 

En gelişkin çiplerin özel bir ağı tarafından üretilen yapay zekânın da kullanılmadığı yer kalmadı neredeyse.

Bu bir insan ömrüne sığan çok hızlı gelişimin yarattığı sorunlar yaygın şekilde tartışılıyor. Ancak bu sorunlar üretici güçlerin gelişmesinin değil, kapitalizmin yarattığı derin bunalımın ürünü. 

Mülkiyet ilişkileri tartışılmadan çip üretimi, kullanımı ve yapay zekâ tartışılamaz günümüzde.

Geçen gün ABD Senatosu İstihbarat Komisyonu acı acı şu konuyu tartışmak zorunda kalmış. İki üç yıl içinde ABD’de üniversite mezunu gençlerin %25’inin yapay zekâ kullanımı nedeniyle işsiz kalacağı tahmin ediliyormuş. ABD’de her ailenin kendi çocuğunun üniversitede okuması için büyük bir masraf yaptığı göz önüne alındığında bu durumun büyük bir sosyal çalkantıya neden olacağını öngörüyorlar. 

Gerçekten sorun çok büyük ama bu teknolojinin ulaştığı yere ilişkin değil, kapitalizmin yapısının yol açtığı toplumsal bir bunalım.

Kapitalizm emekçilerin çok yönlü gelişmelerini hiçbir zaman umursamadı, emekçiler her zaman emek güçleri sömürülecek, işe yaradığı sürece istihdam edilecek sermaye unsurları olarak görüldü. Ne olacak şimdi, daraltılmış işleri yapay zekâ yapınca milyonlar öylece kalıyorlar ortada.

Sorun önemsizleştirilmeye çalışılıyor, 18. yüzyılda ip eğirme makineleri çıkınca ortaya elde ip üretenler yaygın olarak işsiz kalmış: Yarattığı nüfus kaymaları ve emek gücünde nitelik değişiklikleri önemli tabi o çağda. Ama bugün yaşadığımız bundan farklı bir olgu, kapitalizmde kârdan başka bir şeyi gözü görmeyen sermaye sınıfı insanın yerini tutabilecek bir üretim aracının mülkiyetini elinde tutuyor.

ABD’de sokağa inen askerler boşuna değil.

ABD’de, Çin’de, Rusya’da, her yerde insan biçiminde robotlar karşımıza çıkıyor. İnsanı taklit eden ve hatta bazı yönleri ile aşan her robot tekelci sermayenin kötücüllüğüne imza atıyor.

Savaştırmak için, sömürmek için, ayaklananları bastırmak için insanın yerine geçecek bir nesneye gereksinimleri var.

Uzağa gitmeye gerek yok, üniversiteler bugün Türkiye’de yapay zekâya yaptırılmış tezler sorunu ile karşı karşıya. Hileyi engelleyecek yapay zekâlar aranıyor. Tez yazanı icat eden hileyi saptayanı da piyasaya sürüyor.

Herkese aynı şeyi yaptırıyorlar. Algoritmalar insanı çok yönlü geliştirmeye değil, onları bağımlı hale getirmeye, onları yönlendirmeye dönük bir iblislikle hazırlanıyor.

Ve tabi ki kapitalizmin bu aşamasında emperyalizmin yarattığı rekabet ve bunalım da çip üretimi ve kullanımı üzerinden gidiyor. Küreselleşme söylemleri arasında kapitalizmin rekabetsiz, savaşsız olmayacağı ortaya çıkalı çok oldu.

Madem çipler bu kadar önemli bir gelişme ve insanlık için çok önemli neden birbirlerinin çip üretimi veya erişimini engellemeye çalışıyorlar? Dünya neredeyse bu çelişkinin üzerine inşa ediliyor. İki sene önce ele aldığımız bu konuya meraklı okuyucu bakabilir

Öyle hale geldi ki ABD 2022’de konuyla ilgili yasa çıkarttı: Çip ve Bilim Yasası

ABD kaybettiği çip üretimi tekrar ülkeye taşımak isterken Çin’in çiplere erişimini engellemeye çalışıyor. Ancak kapitalizmin bunalımı bu konuda da çarpan etkisi yapıyor, düzenin bunalımı derinleşiyor.

Örneğin, yapay zekâyı ortaya çıkaran çip ağları o kadar çok elektrik tüketiyor ki bir süre sonra ABD’nin eskiyen alt yapısının bu yükü taşıyamayacağı düşünülüyor. Veya yapay zekâ üreten şirketlerin hisse senetleri değerleniyor ancak yeterince kâr elde edemedikleri için bir çöküşün tetikleneceği sanılıyor.

Aşağıdaki grafik 2022’de yapılmış ve 2026’da çip üretiminin dünyadaki durumunu tahmin ediyor. Çin’in çip üretiminin artacağı ve Tayvan’ı yakalayacağı bu tahmin de yer almış. Çin tekellerinin hizmetindeki devlet desteği, elektrik enerjisi üretimindeki artış oranı, çip yapımında kullanılan nadir toprak elementlerinin tekeli ve yeni teknolojilere yapılan yatırım ile öne çıkacağı öngörülüyor.

Statistica’da yere alan grafik 2022 yılında yapılmış ve 2026’da çip üretimin ülkelere ve coğrafyalara nasıl dağılacağını tahmin etmeye çalışıyor. Çin’in 2022’de çiplerin %65’ini üreten Tayvan’ı yakalayacağı öngörülmüş. Öte yandan coğrafi eşitsizlik de dikkat çekiyor. Tahmine göre çip üretiminin %80’ininden fazlası Asya’nın doğusunda üretiliyor olacak.

Görüldüğü gibi dünya çip üretiminin %65’i neredeyse tek bir Tayvan Şirketi tarafından yapılıyorken ve en çok çipi metalara yerleştiren Çin’in katkısı sınırlıyken bu açığın kapanacağı öngörülüyor.

Ancak bunalım bunalım içinde, Çin Tayvan’ı illaki sınırlarına katmak istiyor ve bu ayrılığa yol açan 70 yıl önceki olay sınıfsal özelliğini yitirerek milliyetçi bir hırsa ve emperyalizmin en sıcak çatışma alanlarından birine döndü. ABD sermayesi şimdi Tayvan’daki çip üretimini hızla ABD’ye taşımaya çalışıyor. 

Başa dönersek, bu saçmalığa son verecek olan şey üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti olacak.

Böyle bir dünyada çip üretimi eşit bir şekilde dünyaya dağılabilir. 

Çip kullanımı ve yapay zekâ insanın çok yönlü gelişiminin hizmetine girebilir.

İşsizliğin ortadan kalkması bir yana emeğin niteliğinin çok fazla değiştiği yeni bir dünya mümkün olabilir.

O zaman ne olacak bu dünyanın hali diye yapay zekâya soru sormayı bırakıp kolları sıvayalım.

/././

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Kasım 2025-

 Jenga Ekonomisi (I): Türkiye ekonomisinden örnekler (2021-2023) -Binhan Elif Yılmaz- 

Jenga kulesindeki yükseliş alttaki tahta blokların çıkarılıp en üste konulmasıyla mümkün. Bir yandan önemli olan ilerlemenin doğru politika adımları ile gerçekleşmesi. Ama diğer yandan da kule çökmeden önce bir bloğu başarıyla kaldıran son kişi kazanır.

Jenga oyununu bilmeyen yoktur sanırım. Oyunda kuleden tahta bloklar çıkarılıp en üste yerleştirilir ve kulenin daha da yükselmesi sağlanır. Ancak çekilip çıkarılan her tahta blok kuleyi giderek daha fazla dengesizleştirir. Sonunda kule çöker.

Jenga ekonomisi, ekonomide kırılganlığı, istikrarsızlığı ve politika hataları sonucundaki kriz riskini Jenga oyunu üzerinden anlatan bir metafordur.

Türkiye ekonomisinin genel görünümüne bakıldığında ekonomik canlılığı görebilirsiniz; alışveriş merkezleri, havalimanları, caddeler insan dolu, trafik yoğun, tırlar sürekli bir şeyleri bir yerden bir yere taşıyor, yer-gök inşaat vb. Yani Jenga kulesi yıllardır yükseliyor, ayakta kalıyor, ama kule sağlam mı?

Ekonomimize daha yakından bakıldığında ve küçük işletmeler, ücretliler, emekliler, işsizler, iş bulma umudunu kaybedenler, kaybolan orta sınıf göz önüne alındığında Jenga kulesinin daha dengesiz ve sallantıda olduğunu görürsünüz. Kulenin çöküş olasılığı her zaman var. Peki kuleden hangi blok, ne zaman, nasıl çekildi? Hamleler fark edilmeden mi yapıldı, o esnada herkes başka yere mi bakıyordu?

Jenga ekonomisi metaforunda Jenga kulesindeki her blok, ekonomik büyümeyi, istikrarı ve toplumsal refahı sağlayacak bir ekonomik veri-parametreyi temsil ediyor; faiz, bütçe açığı, döviz kuru, krediler, enflasyon, hane halkı tüketimi, merkez bankası rezervleri, yabancı sermaye, dış ticaret açığı gibi.

Bu yazıda Türkiye ekonomisinde büyüme, istikrar ve refah arayışında 2021-2023 dönemini ele alacağım, 2023 sonrası ise bir sonraki yazının konusu.

2021 yılı son çeyrekte kulenin hızla yükselmesi tercih edildi, yani ekonomik büyüme öncelendi. Bunun için de “denenen” Türkiye Ekonomi Modeli, gevşek para politikasına ve rekabetçi kura dayandırıldı. Burada Jenga kulesinin bloklarını çekerek en üste yerleştirecek karar alıcı Merkez Bankasıydı. Bunu da hemen hemen her toplantıda faiz indirimine giderek yaptı. Düşük faiz ortamının yarattığı para bolluğu vardı, ihtiyaç, kobi, konut kredilerine olan ilgi artıyordu. Özel tüketim büyümeyi destekliyor, kule yükseliyordu. Ekim 2022’de politika faizi yüzde 10,5’a kadar inerken enflasyon yüzde 85,5’a yükseldi.

Diğer yandan para ikamesi vardı, ekonomiye dolarizasyon hakim oldu, maliyetler katlandı. Rekabetçi kur ise ihracatta beklenen başarıyı getirmedi, dış ticaret açığı 100 milyar $’a dayandı. Faiz adındaki bloğun çekilmesiyle Jenga kulesi en büyük sarsıntılarından birini geçiriyordu.

2021 sonunda kur sıçramalarının önüne geçmek, ödemeler dengesi krizine doğru gidişi engellemek gibi amaçlarla icat edilen KKM bloğu kullanıldı. Ancak kur istikrarı üzerindeki etkisinin sınırlı kalması bir yana, bütçeden mevduat sahiplerine ayrılan pay giderek büyüdü. 2022 sonuna kadar TL’den dönen KKM için bütçeden 92,5 milyar TL ödendi. Bu tutar bütçe giderlerinin yüzde 3,6’sı, vergi gelirlerinin yüzde 4,6’sıydı. 2023 yılının ilk yedi ayında ise bütçeden 59,5 milyar TL ödendi. Bu tutarın 34,5 milyar TL’lik kısmı sadece 1-15 Temmuz tarihleri arasına aitti.

KKM’nin maliyeti yaklaşık bir buçuk yılda 152 milyar TL olurken, yıl sonuna kadar bu rakamın ikiye katlanma ihtimali yüksekti. Ağustos 2023’ten itibaren TL’den ve dövizden dönem KKM için mevduat sahiplerine aktarım TCMB tarafından karşılanmaya başlandı. TCMB’nin 2023 zararı 818,2 milyar TL oldu, bu zararın büyük kısmının KKM kur farkı ödemelerinden kaynaklandığı hesaplandı.

Jenga kulesindeki bloklardan biri daha kuleyi yükseltirken dengesizleştirmişti. Türkiye ekonomisi 2022 yılını faiz, kur ve enflasyon sarmalında geçirmişti. Karşılaşılan enflasyon ve kur artışına, faiz bloğunda yanlış hareketler neden olmuştu. Kur, kısmen KKM kısmen TCMB kontrolü ile baskılanmaya çalışılıyordu. Ancak rezervler eriyor, ülkenin CDS primi yükseliyor, ne doğrudan yabancı sermaye ne de sıcak para ilgi göstermiyordu.

Yüksek enflasyon karşısında bütçe “kadük” kalmıştı, ek bütçe çıkarılması gerekti. Jenga kulesindeki bütçe bloğu da kuleyi yükseltecekti. Kamu ek bütçeyle daha harcamacı bir yapıya büründü. Ekonomi hem özel tüketim hem de kamu tüketimi kanalından büyümeye devam ediyordu. Ama potansiyelin üzerinde büyüyen ekonomi enflasyonu besliyor ve sabit ve dar gelirliler geçimlerini sağlamakta zorlanıyordu.

Ücret/maaş artışının belirlenmesinde TÜİK enflasyon verisi baz alınıyordu ama hane halkı bütçesinden en büyük pay temel harcamalara ayrılıyor ve bu temel harcama kalemlerinin enflasyonu TÜİK’in açıkladığı manşet enflasyonun çok üstündeydi. TÜİK Hanehalkı Bütçe Araştırması'nın 2022 sonuçlarına göre harcamalar içinde en yüksek payı yüzde 22,8 ile gıda harcamaları alırken, ikinci sırayı yüzde 22,4 ile konut ve kira harcamaları, üçüncü sırayı ise yüzde 21,3 ile ulaştırma harcamaları almıştı.

Tüm bu yaratılan ortam, hoşnutsuzluğa, toplumsal huzursuzluğa yol açıyor ve büyümeye katkı sağlamaktan çok, aşındırıcı etki yaratıyordu.

Bir yıl içinde de genel seçimler vardı. Kamu çalışanlarına seyyanen zam yapılırken, asgari ücret yılda iki kez arttırılıyor ama açlık sınırının altında kalıyordu, emeklilerde kök maaş sorunu çözülmüyordu. Ekonomik istikrarı sağlamak için acı reçeteden bahsediliyordu ama zihinlerde somutlaşmamıştı. Anlaşılan bir tahta blok daha harekete geçirilecekti.

Başta da belirttiğim gibi Jenga kulesindeki yükseliş alttaki tahta blokların çıkarılıp en üste konulmasıyla mümkün. Bir yandan önemli olan ilerlemenin doğru politika adımları ile gerçekleşmesi. Ama diğer yandan da kule çökmeden önce bir bloğu başarıyla kaldıran son kişi kazanır. Başka bir deyişle oyundaki amaç, bir sonraki oyuncunun dengesiz bir karar ya da yanlış bir blok seçimiyle kuleyi devirmesini sağlamaktır.

Bir sonraki yazımda 2023 seçimlerinden bugüne kadar kaldırılan kritik ekonomik Jenga bloklarının neler olduğunu ve ortaya çıkan etkileri yazacağım, görüşmek üzere.

/././

 Godot’yu mu beklemek zor, Papa Leo’yu mu?-Hasan Göğüş- 

Önümüzdeki hafta gerçekleşecek Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyaretine bazı kesimlerden farklı tepkiler geliyor. Avrasyacılar’ımızdan Papa’nın katılacağı İznik’teki töreni bir dini törenin ötesinde, “teolojik, jeopolitik, eskatolojik ve psikolojik boyutları olan çok katmanlı bir strateji” olarak nitelendirenler var. Korku senaryosu taraftarlarına göre, amaç Türkiye’yi bölerek İstanbul merkezli Vatikan tipi bir devlet kurmakmış…

papa leoPapa XIV. Leo

Vatikan, Roma’nın göbeğinde surlarla gizlenmiş dünyanın en küçük şehir devleti.Y üzölçümü 1 km2’y, nüfusu 1000 kişiyi bulmuyor. Birleşmiş Milletler’e üye değil ama ayrı milli marşı, pasaportu var. Üstelik Vatikan pasaportu, Türk pasaportundan daha değerli, 155 ülkeye vizesiz giriş sağlayabiliyor.

  Vatikan, uluslararası ilişkilerde kapsadığı coğrafi alanının büyüklüğünden çok daha fazla bir ağırlığa sahiptir. Vatikan Dışişleri Bakanlığındaki bilgi dağarcığı, “Benim” diyen istihbarat örgütünde yoktur. Büyük bir bölümü hâlâ gizli tutulan Vatikan arşivleri, tarihçiler için çok değerli bir kaynak teşkil eder. “Nuncio” adı verilen Papa’nın diplomatik temsilcileri, Katolik gelenekleri bulunan Hristiyan ülkelerde görev sürelerine bakılmaksızın kordiplomatiğin duayeni (en kıdemli büyükelçisi) sayılırlar.

Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyareti

Bu küçük ülkenin Devlet Başkanı ve Katolik Hristiyan aleminin Ruhani Lideri Papa XIV. Leo, önümüzdeki hafta, 27-30 Kasım tarihlerinde ilk yurt dışı gezisini gerçekleştirmek üzere Türkiye’ye gelecek. Papa XIV. Leo için üç bacaklı bir program hazırlanıyor. Ziyaret, diplomatik geleneklere uygun olarak Papa’nın Ankara temaslarıyla başlayıp İstanbul ve İznik’le devam ediyor.

Son 50 yıl içerisinde sırasıyla Papa VI Paul (1967), Papa II. John Paul (1979), Papa Benedict (2006) ve Papa Francis (2014) Türkiye’ye resmi ziyarette bulundular. Bu seferki ziyareti diğerlerinden farklı kılan en belirgin özellik, ziyaretin Hristiyan dünyasını ilgilendiren önemli kararların alındığı İznik Konsili’nin 1700. yıldönümüne rastlaması ve Papa XIV. Leo’nun Fener Rum Patriği Bartholomeus’la birlikte İznik’teki anma törenlerine iştirak edecek olması.

Önümüzdeki hafta gerçekleşecek Papa ziyaretine bazı kesimlerden farklı tepkiler geliyor. Avrasyacılar’ımızdan Papa XIV. Leo’nun İznik ziyaretini bir dini törenin ötesinde, “teolojik, jeopolitik, eskatolojik ve psikolojik boyutları olan çok katmanlı bir strateji” olarak nitelendirenler var. Korku senaryosu taraftarlarına göre, amaç Türkiye’yi bölerek İstanbul merkezli Vatikan tipi bir devlet kurmakmış. İstanbul, kanımca dünyanın en güzel şehri. Türk egemenliğine girdiği 1453’ten bu yana başta Yunanistan olmak üzere birçok ülkenin iştahını kabartmış olması gayet doğal ama bugüne kadar İstanbul’u almaya kimsenin gücü yetmedi. Osmanlı’nın en zayıf zamanından faydalanarak İstanbul’u işgale yeltenen, İngilizlerin yenilmez armadasına mensup gemileri, “geldikleri gibi geri gittiler.”

Papa XIV. Leo

Patrikhanenin ekümeniklik tartışması

Son günlerde Papa XIV. Leo’nun yaklaşan Türkiye ziyareti  vesile edilerek  Fener Rum Patriği’nin ekümenik olup olmadığı tartışmasının yeniden gündeme taşındığı da dikkat çekiyor. Hatta Patriğe, muhatabı Fatih Kaymakamı’ndan fazla itibar gösterenleri emperyalist emellere hizmet etmekle suçlayanlar oldu. Bazıları da Atatürk’ün, 1922 yılındaki Patrikhane’nin Türkiye sınırları dışına taşınması gerektiğine ilişkin sözlerine atıfla, Atatürk’ü de bu tartışmanın bir parçası yapmaya çalışıyorlar. Unutmamak gerekir ki Atatürk askeri dehâsının yanı sıra aynı zamanda parlak bir diplomat  özelliklerine sahipti. Bu sözleri sarf ettiği tarih, Lozan Konferansı’nın hemen öncesine tekabül etmektedir. En basit diplomasi kuralı, masaya otururken mümkün görünenden daha fazlasını istemeyi gerektirir.

Beckett’in Godot’yu beklerken oyunu ve Papa ziyareti

Papa XIV. Leo’nun ziyareti hakkında yazılıp çizilenler, bana Samuel Beckett’in eleştirmenlerince modern edebiyatın en gizemli oyunu olarak nitelenen “Godot’yu Beklerken”i hatırlattı. Eseri üzerinde o kadar çok farklı yorum yapılınca, yanlış anlaşılmalardan yorulan Beckett, bir aşamada “İnsanlar neden bu kadar basit bir şeyi karmaşıklaştırmak zorunda kalıyor, bir türlü anlayamıyorum” demiş.

Din turizminin önemi

Bu yıl 60 milyon turist ağırlamayı hedefleyen Türkiye, yaz turizmi açısından doyum noktasına yaklaşıyor. Artık yeni alanlara yoğunlaşılması gerekiyor. Bu çerçevede sağlık turizminde önemli mesafeler kaydedildi. İstanbul’da Taksim’e ne zaman çıksanız, mutlaka yeni saç ektirmiş kafası sargılı birilerine rastlıyorsunuz.

Portekiz, son yıllarda turizmde atağa kalkan ülkelerden biri. Portekiz için ‘futbol, fado ve Fatima’nın baş harflerinden oluşan 3F ülkesi yakıştırması yapılır. Türkiye’de çok az kimsenin bildiği Fatima, Lizbon’a 150 km mesafede ufak bir yerleşim merkezi. Hristiyan inancına göre, 13 Mayıs 1917 gibi çok eski olmayan bir tarihte Meryem Ana hayvanlarını otlatan üç çocuk çobana görünerek yaşça en büyüğü ile konuşur. Bu buluşmalar bir süre devam eder. Ancak Meryem Ana’nın görüşmelerinin gizli kalmasını istemesine rağmen, çobanlar ağızlarını sıkı tutamaz, son buluşma için 70 bin kişi toplanır. Ama artık Meryem Ana bir daha görünmez. Bugün önemli bir hac mekânı haline gelen Fatima’yı 10 milyonluk Portekiz’de her yıl ortalama 6  milyon Hristiyan ziyaret ediyor. Kordiplomatik Temsilcileriyle birlikte benim de davetli olduğum 2017 yılındaki 100. yıl törenlerine Papa Francis ile üç ülkenin devlet başkanları iştirak etmişti.

Aziz Nicholas

Tarih boyunca farklı inançlardan medeniyetlere ev sahipliği yapan Anadolu, toprakları üzerinde üç semavi dine ait çok sayıda kutsal mekân barındırıyor. Maalesef turizm için bunlardan yeterince yararlandığımız söylenemez. Santa Claus/Noel Baba efsanesine ilham veren Aziz Nicholas’ın mezarına sahip çıkamamışız. Kemiklerinin İtalya’ya kaçırılarak Bari’de adına inşa edilen “Basilica di San Nicola”ya gömüldüğünü, bize de Demre’deki boş sandukasının kaldığını yeni öğrendim. İtalyanlar, Bari’deki kilisenin içine Aziz Nicholas’ın mumdan yapılmış bir heykelini de yerleştirmişler. Aziz Nicholas’ın kemiklerinden “manna” denilen kutsal bir sıvı çıktığına inanılıyor. Her yıl 9 Mayıs’ta toplanan bu sıvılar Bari’ye gelen hacılara dağıtılıyor. Sizin anlayacağınız, üçüncü yüzyılda bugünkü Antalya’ya tekabül eden Myra’da yaşamış bir piskopos olduğu bilinen Aziz Nicholas’a uyanık İtalyanlar sahip çıkmış, turizmde getiri olarak kullanıyorlar. İçinde bulunduğumuz yılın sadece ilk çeyreğinde Bari’yi 484 bin turist ziyaret etmiş.

Umarım İznik Konsili’nin 1700. yılı ve Papa’nın ziyareti, din turizminin önemini hatırlamamıza vesile olur. Başka dinlere ait inanç mekânlarını dönüştürmek yerine, Trabzon’daki Sümela Manastırı, Van’ın Akdamar Adası’ndaki Ermeni Kilisesi gibi yerleri restore ederek dini turizm için daha fazla kullanırız.

/././

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...