31 Ocak 2017 Salı

‘Koalisyonlar kötüydü’ diyen Reisçilere bir çift sözüm var - ORHAN BURSALI

Bu ne nefret!? 14 yıldır iktidardalar ve neredeyse 14 yıldır bize “Koalisyonlar çok kötü, Allah ülkeye bir daha koalisyonlu hükümetler nasip etmesin” deyip duruyorlar. Ve reislik rejimi beklentisini de “Artık koalisyon dönemini ebediyen kapatıyoruz” diye tanıtıyorlar.
Koalisyonlar niye kötü olsun? Eğer bazı aklıevvel, siyasal ve demokratik kültür olarak geri ve koalisyonları ülke yararına bir uzlaşı temelinde yürütmeyi becerememiş bazı partiler ve siyasi liderler çıktıysa bu ülkeden, suçu niye koalisyonlara yıkalım?
Yeminli Reisçilerin, ekranlarda ve yazılarında sık dile getirdikleri koalisyon mu, aman aman nesini savunabiliyorsun biçimindeki, bazen terbiyesizliğe bile varabilen bilinçsiz - bilgisiz- kasıtlı saldırıları, salt Reisçiliklerindendir. Bize tek adam rejimini dayatmanın payandası.. Buna bağlı olarak, bazen yılda bir hükümet kurulduğunu da anımsatıyorlar.
Evet geçmişte, dediğim gibi, uzlaşıyı değil dayatmayı öne çeken liderlerden kötü hikâyeler var. Ama bu var diye, tüm ülkeyi, tüm hayatımızı, tüm yasayı-anayasayı, hiç uzlaşısız, sıfır demokratik, tam bir dayatma biçiminde, 14 yıllık politik-kültürel, sosyal müktesebatı ayan beyan ortada bir kişiye teslim etmenin gerekçesi olabilir mi? Nerede görülmüş böyle bir şey!
Ayrıca, koalisyonları kötüleyenlere karşı, koalisyonların nimetlerini sayıp dökmenin tam zamanıdır: 

 


Koalisyonun nimetleri
 
1) Koalisyonlar, tek adamın, tek partinin kitlesine değil, geniş bir seçmen tabanına dayanır. Bu bakımdan, halkın temsiliyeti bakımından geniş bir demokratiklik içerir.
2) Koalisyonlar, ülkeyi bugünkü gibi bölmez, siyasi nifaklar sokuşturarak, birbirini boğazlayacak seçmen kitlesi yaratmaz. Oysa tek parti iktidarı, sürekli iktidarda kalmak için, bugün net görüldüğü gibi, yoğun kamplaşma ve ülkeyi parçalara ayırma yoluna rahatça gidebilir.
3) Koalisyonlar, yasalara ve anayasaya daha uygun davranır. Ortaklar birbirlerini bu konuda denetlerler. Yargı da daha rahat görevini yapar, tek adama bağlı olmaz.
4) Koalisyonlar, kamplaştırıcı Milliyetçi Cephe hükümetleri dışında, siyasal demokratik ortamlarda hareket etmiştir.
5) Hiçbir koalisyon döneminde, 2010’dan sonra olduğu gibi, yüzlerce gazeteci içeri tıkılmamıştır.
6) Hiçbir koalisyon döneminde, ülke bu kadar kaotik, terör dolu olmamış, ordusuna kumpas kurulmamış; anayasayı delik deşik eden, kendi iktidarını ebedileştirmek için anayasa değişikliklerine gidilmemiştir.
7) Hiçbir partide, hiçbir koalisyonda, bir tek adam, partisinden tüm biat etmeyenleri, biraz farklı görüş savunan herkesi temizleyerek, eleyerek, saf ve bütünleşik bir koyu lider partisi yaratmaya gitmemiştir. Bu kadar uzun süren tek parti iktidarında bir lider, sandığa dayanarak zerre demokratik olmayan bir lider partisi yaratmıştır. Bu fırsatı, bu kadar uzun süren iktidar süreci sayesinde yakalamıştır.
8) Özetle, uzun süren iktidarlar, bizim gibi her türlü kültürel yoksunluk içindeki ülkelerde, dikta ve her şeye hükmetme eğilimlerini zirveye çıkartmaktadır. Mesela Almanya’da Merkel de 11 yıldır iktidardadır, yeniden seçilme şansı vardır, ama siyasal kültür ve zemin, toplum, ona otoriter rejim yolunu açmamıştır.
9) Bir konu daha var ki, onu da yazacağım. Koalisyonlar döneminde ekonomi daha mı kötüydü? 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET
 
OKUR NOTU:
Bir süredir Türkiye’nin teknolojide daha fazla hamle yapması, sanayi üretimini teknoloji üzerinden yapması gereğini belirtiyorsunuz. Bunu kendiniz veya ülkenin idealleri olarak arzuladığınızı düşünüyorum. Çünkü açıklanan eğitim raporlarına bakınca genel olarak bu kadar yetersiz bir eğitime ve bu kadar düşük öğrenme-gelişme motivasyonuna sahip olan bir ülkenin, teknolojik atılım yapması imkânsız. Tabii ki çeşitli münferit başarı öyküleri doğabilir, ama ülke olarak bu hamleyi istikrarlı hale getirmek için eğitim mutlaka ileri gitmelidir. Veya bizim durumumuz budur diye kabullenip ideallerimizi buna uygun hale getirmemiz yerinde olur... Yazılarınızı zevkle okuyorum ve aynı biçimde Herkese Bilim Teknoloji dergisinin takipçisiyim.
Prof. Dr. Ömer Aydemir
Manisa Celal Bayar Üni. Psikiyatri A.D.

Kıbrıs’a dikkat! - ALİ SİRMEN

Onur Öymen, Dışişleri Bakanlığı Müşteşarlığı da yapmış, çok deneyimli bir diplomat, aynı zamanda, iki dönem İstanbul ve Bursa milletvekili seçilmiş bir siyasetçi. Ayrıca seçkin bir yazar olan Onur Öymen, Kıbrıs konusunda endişelerini şöyle dile getiriyor:

 
9 Ocak’ta Cenevre’de Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında başlayan, 12 Ocak’ta Türkiye, İngiltere ve Yunanistan dışişleri bakanlarının da katılımıyla gerçekleştirilen görüşmelerde, yaratılan iyimser havaya rağmen somut bir sonuca varılamadı. Bu görüşmelerin en önemli yönü tarafların ilk defa olarak birbirlerine toprak konusunda harita vermeleri oldu. Oysa, şimdiye kadar yapılan görüşmelerde üzerinde görüş birliğine varılan en önemli noktalardan biri toprak meselesinin, ancak diğer bütün konularda tam mutabakat sağlandıktan sonra ele alınacak olmasıydı. Garantiler, güvenlik, dönüşümlü başkanlık gibi çok önemli konularda bile uzlaşma sağlanmadan somut toprak tavizlerini içeren harita verilmesi Türk tarafı açısından çok önemli bir taviz niteliği taşımıştır.
Üstelik, Sayın KKTC Cumhurbaşkanı ve baş görüşmeci Mustafa Akıncının böyle bir harita verilmeden önce KKTC hükümetine ve meclisine danışmamış ve yetki almamış olduğu anlaşılmaktadır. KKTC hükümetinin bu nedenle Cumhurbaşkanı Akıncı’ya bir muhtıra vererek tepkisini dile getirdiği basında yer almıştır. 


***
Siyasi açıdan savunulması mümkün olmayan bu durumun bir de hukuki boyutu vardır. KKTC anayasasının 2. maddesi ‘KKTC, devleti, ülkesi ve halkı ile bölünmez bir bütündür’ hükmünü içermektedir. Aynı anayasanın, 3. maddesine göre, ‘hiçbir organ, makam veya merci kaynağını anayasadan almayan bir yetki kullanamaz’. Bunlar, anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleridir. Bu nedenle, Sayın KKTC Cumhurbaşkanı’nın tek başına somut toprak önerilerini karşı tarafa sunması, bence anayasaya da uygun değildir.
Güvenlik konusunda da, ciddi bir sorun yaşanmaktadır. 2004 yılında, Türkiye tarafından benimsenen ve Türkiye’nin telkiniyle KKTC halkı tarafından referandumda onaylanan Kofi Annan Planı Ada’daki Türk askerlerinin çekilmesini, bir süre için 650 askerin bırakılmasını, daha sonra onların da Türkiye’ye gönderilmesini öngörüyordu. Rum basınında yer alan bilgilere göre, şimdi yürütülen görüşmelerde Rum tarafının Türk askerlerinin yüzde 75’inin derhal, geri kalanının da kısa bir süre içinde çekilmesinde ısrarlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu talep kabul edildiği takdirde, gerek Kıbrıslı Türklerin gerek Türkiye’nin güvenliği açısından çok ciddi sorunlar ortaya çıkacaktır.
Bugün bütün bölgede barış ve güvenlik içinde yaşayan tek ülke Kıbrıs’tır. Bunun sebebi de Ada’daki Türk askeri varlığıdır. O nedenle, Türk askerlerinin çekilmesi son derece sakıncalı olacaktır


***
1960 tarihli Londra ve Zürih antlaşmalarına göre, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan garantör ülkelerdir. Şimdi, Rum tarafı ve Yunanistan bu garantörlük sisteminin sona erdirilmesini istemektedir. Böyle bir durum, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki etkin rolünü fiilen ve hukuken sona erdirecektir. Sayın Baykal’ın Fox TV’de dile getirdiği Kıbrıs’ta Türkiye’ye bir askeri üs verilmesi önerisi henüz Türkiye ve KKTC tarafından bile sahiplenilmemiştir.
Müzakerelerde, üzerinde büyük ölçüde görüş birliğine varılan nüfus ve yerleşme konularında da iki kesimlilik ilkesini ortadan kaldıracak tavizler verildiği anlaşılmaktadır. BM temsilcisinin bile bu gidişle kısa bir süre sonra kuzeydeki Rum nüfusunun Türkleri geçeceğini ifade ettiği söylenmektedir.
Bu ve benzeri gelişmeler Kıbrıs’ın Girit gibi elden çıkarılması sonucunu verecek kadar kaygı vericidir.

Onur Öymen’in diplomat dikkatliliğiyle dile getirdiği bu kaygıları paylaşıyorum. Üstelik kamuoyunun Kıbrıs konusundaki ilgisizliği endişeleri daha da arttırıyor.
Bunca sorun arasında unutulmuş görünen Kıbrıs konusunda daha duyarlı olmalıyız.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Yol ayrımında ‘hayır’lar ve ‘evet’ler - EROL MANİSALI

Meclis’ten “geçirilen” referandum önerisinde “evet” ve “hayır”ın ne anlama geleceğini yediden yetmişe, cahilden aydına, zenginden fakire halkın çok iyi anlaması gerek. “Anlasınlar” demek yetmez. AKP, CHP, MHP, HDP, partiler dışındaki tüm sivil toplum örgütlerinin bunu iyi “anlatmaları” Türkiye’nin yarını
açısından yaşamsal önem taşıyor.
Var olmak ya da yok olmak arasında bir seçim kadar önemli. “Evet” ve “hayır”ları sıralayalım;
- Yargı düzeninin bir adam tarafından belirlenmesine “hayır”.
-Dinciliğe ve yobazlığa “hayır”, inanç özgürlüğüne ve laikliğe “evet”.
-Diktatörlüğe ve antidemokratik düzene “hayır”, demokrasi içinde kuvvetler ayrılığına “evet”.
-Yönetimlerin “denetim dışı” bırakılmalarına “hayır”, denetim ve şeffaflığa “evet”.
-Kulluk düzenine “hayır”, hukukun üstünlüğüne “evet”.
-Kadın-erkek eşitsizliğine “hayır”, eşitliğine “evet”.
-Basında baskı ve kısıtlamalara “hayır”, basın özgürlüğüne “evet”.
-Irk ve din ayrımcılığına “hayır”, birlikte eşit koşullarda yaşamaya “evet”.
-Çağdışı ve dinci eğitime “hayır”, çağdaş ve pozitif bilime dayalı eğitime “evet”.
-Sadece sandık demokrasisine “hayır”, katılımcı demokrasiye “evet”.
-Parti-devlet bütünleşmesine “hayır”, parlamenter rejime “evet”.
-Üniversite özerkliğini ortadan kaldıran merkezci ve otoriter yönetime “hayır”, üniversitelerin idari ve bilimsel özerkliğine “evet”.
-Partili cumhurbaşkanına “hayır”, tarafsız olana “evet”.
-Sanata ve sanatçılara getirilen yasak ve kısıtlamalara “hayır”, sonsuz sanat özgürlüğüne “evet”.
-Sevr’e “hayır”, Lozan’a “evet”.
-Her türlü askeri ve sivil darbelere “hayır”, çağdaş demokratik düzene “evet”.
- Dinci odaklı örgütlenmelerin düzene egemen olmalarına “hayır”, demokratik ve toplumcu örgütlenmelere “evet”.
Saydıklarıma eklenecek daha çok şey var: Siyahla beyaz gibi ayrılırlar. “Evet”ler ve “hayır”lar arasındaki karşıtlık çok nettir: biri demokrasiden uzaklaştırır, otoriter ve totaliter bir düzene, yani faşizme götürür, diğeri ise çağdaş ve demokratik bir düzene götürür.
 
‘İyileri’ dışlayan bir düzen mi?
 
AKP’ye bakıyorsunuz: Abdüllatif Şener gibi çok değerli bir insan partisinden ayrılmak zorunda bırakılıyor: çok olumlu, yararlı şeyleri savunduğu için: ülkenin ulusal çıkarları için çaba gösterirken dışlanıyor.
MHP’de Ümit Özdağ’dan Meral Akşener’e kadar cumhuriyeti, Atatürkçülüğü savunan birçok milliyetçi adeta kovuluyorlar, Türkiye’nin yararına görüşleri savundukları için. Bir FETÖ komplosu ile Deniz Bölükbaşı’nın da yolu kesildi.
CHP’de bile Onur Öymen, Süheyl Batum, Nur Serter, Umut Oran, Birgül Ayman Güler ve birçokları ayrılıyorlar. Komplo kurulan Deniz Baykal’ın başına gelmedik kalmıyor.
Atatürk Türkiye’sinin değerlerini korumaya çalışan insanlar dışlanıyorlar.
Partilerin (ve Meclis’in) iç yapısı zamanla değiştirilerek 18 maddelik son öneriyi çıkaracak hale getiriliyor. Hem de kadınların bile fiziki kavga ve şiddete dahil olduğu bir ortam yaratılarak.
Ve sonuçta Türkiye nisanda “evet”lerini, “hayır”larını sıraladığım siyahla beyaz kadar zıt, ayrıştırmacı ve keskin bir ortama sokuluyor. Terör, Güneydoğu, Suriye’de çatışmalar ve “OHAL” ortamı içinde yeni bir rejime götürülmek isteniyor.
BOP için Lozan’ın tersyüz edilmesine yönelik çok kuvvetli sinyaller var. Irak ve Suriye’de Kürdistan kantonları, Güneydoğu’da çatışmalar, içerde rejim değişikliği: FETÖ, PKK, IŞİD, Irak ve Suriye’de savaş: ülkemiz sanki bir sonuca doğru götürülüyor. Halk bu gerçeği görmek zorunda. Aklı başında kalan insanlar ve kurumlar bütün bunları halka anlatmak yükümlülüğünde. Yoksa ülke yarın Afganistan’a döner. Kimse, “bize bir şey olmaz” diye kendini aldatmasın.
Ankara’nın Esad’la savaşı, Suriye Kürt kantonuna neden oldu. Trump, “Suriye’de güvenli bölge” diye Kuzey Irak’taki eski senaryoyu tekrarlıyor. Putin, yeni Suriye anayasası önerisinde bu kantona Kürtlere özerklik ile yeşil ışık yakıyor. Ve iktidar “tek adamlı bir anayasa” istiyor. Sonuç belli değil mi? Televizyonlardaki kimi uzmanlar da, acaba Trump ne istiyor diye saçmalamazlar mı?
Aptalı oynaya oynaya bu hale geldik zaten. “Kara mizah” bu olsa gerek…


Erol Manisalı / CUMHURİYET

Hayır’dan sonra - ORHAN GÖKDEMİR


Çok basit bir tarifimiz var, tekrarlıyoruz: Cumhuriyet, cemaatleri, tarikatları, kurumsallaşmış dini, aristokrasiyi, monarşiyi dağıtıp, geriye kalanlardan bir yeni halk yaratma işidir. İş, yeni bir kamusal alana ihtiyaç ortaya çıkarır. Özgürleştirilmiş meydanlardır cumhuriyet. Örnekleri var. Bir meydanda toplanıp Bastille’i basanlar yeni bir halk olur. Fransız halkıdır bu. Moskova’da, Kızıl Meydan’da, Çarı kovalamak için toplananlar artık yeni bir halktır. Sivas’ta, yoksul Ankara’da toplanıp işgalcilerin üstüne yürüyenler, İstanbul’da Sultanı kovalayanlar, halifeyi alaşağı edenler artık ne tarikattır, ne de cemaat. Sultanahmet’te toplanıp Halide’yi dinleyenlere yeniden bakın; Onlar artık ümmet değil halktır. Türkiye halkıdır. Cumhuriyet özetle budur. Cumhur’un bir alanda toplanıp, kendisini kul yapanlara meydan okumasıdır. Meydanı ve kendisini özgürleştirmesidir. Kısaca devrim diyoruz.
Devrim bu ise karşı devrim de cumhuriyetle halk olmuş kalabalıkları yeniden ümmet olmaya çağırmak, tarikatların, cemaatlerin içinde toplamaya çalışmaktır. Olabilir mi, imkânı var mıdır, tartışırız. Ama yapmaya çalıştıkları budur. Böyle bakıldığında Fransız Devrimi ile Rus Devrimi, Rus Devrimi ile Türk Devrimi akrabadır, ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Biz şimdi hepsini bir ve aynı görüyoruz. Bu gelenek bizimdir.
Geleneğimizi sahipleniyoruz. Ümmet olmaya çağrılanları, cemaatlerin, tarikatların içinde insanlıktan çıkarılmaya çalışılanları yeniden ortak bir meydanda toplanmaya, yeniden halk olmaya çağırıyoruz. Tereddüt yersizdir; Bu artık bütünüyle sol bir iştir. Gezi’de, meydanı da, bayrağı da, cumhuriyeti de, laikliği de zalimlerin, egemenlerin, gericilerin elinden aldık, artık bizimdir. Devrim artık cumhuriyeti ezilenlere zimmetleme girişimidir.

xxx

Cumhuriyeti ezilenlere zimmetleyebilir miyiz? İmkânı var mı?
Cumhuriyet, sultanın mülkü olan topraklarda bir halk yaratma hamlesiydi. Yakup Kadri’nin Yaban’ına bakın, imkânsız görünen bir iştir. Devrimciler halk için savaşmaktadır ama aslında ortalıkta bir “halk” yoktur. Ümmettir çünkü. Yaban, halksız aydındır. Halksız aydın halksızlıkla kıvranmaktadır ve bir halk yaratmak zorunda olduğunun farkına varmaktadır. Cumhuriyet, sultanın mülkü olan topraklarda sultanın mülkü olan insanlarla yeni bir halk ve yeni bir ülke yaratma ütopyasıdır.
Yarattılar mı? Evet. Tamama erdi mi? Hayır. Çünkü bu uzun soluklu bir mücadeledir. İşte yüzyıl sonra yine sultan özentileri, cariye kalıntıları, kapıkulları, tuhaf görünüşlü yeniçeriler türedi. Yine meydanlarda sultanın mülkü olmaya teşne tuhaf kalabalıklar dalgalanıyor. Cumhuriyete şaşı, laikliğe düşman cahil bir sürü ile karşı devrim örgütleme kalkışan cüretkârlar var.
Not ediyoruz: Cumhuriyet’in bir “komplo” olduğun sananlar, laikliğin bir “aşırılık” olduğunu düşünenler çok kısa bir zaman sonra yanıldıklarını anlayacaklardır. Çünkü Cumhuriyet bütün bunların ötesinde bir insan olma ve bir insan kalma mücadelesidir. Kim engelleyebilir, kim tersine döndürebilir? Cumhuriyet insanlığın en büyük, en kapsamlı ütopyası, kulu insan yapma hayalidir. Bu hayal de bizimdir.

xxx

Kemalizm mi? Belki. Ama artık bütünüyle sol bir işten söz ediyoruz. Ölçümüz Kemalizm’in kurduğu cumhuriyette yeniden, ağa, şeyh, halife, sultan olabileceğini sanan yobaz gafiller değil. Şurası açık; Kemalizm’den geriye gitmeyiz. Diyorlar ki, “Kemalizm çok aşırı, çok radikal davrandı, o yüzden hata yaptı.” Mümkün mü? Kemalizm’i ancak yeterince radikal olmamakla eleştirebiliriz. Yeterince radikal olmamış, olamamıştır. Kemalistler dini kullanabileceklerini sandılar. Halkı disipline etmek için dini kullanmaya kalkıştılar. Sonra, cumhuriyetin yarattığı yeni insandan korktular. Köy enstitülerinden, 1960’da parlayan soldan korktular. İmam hatiplerle bu yükselişi engellemeye kalkıştılar. Sonra ülkeye egemen olan gafiller, Kemalizm’den uzaklaşıp anti-Kemalist bir Atatürkçülük imal ettiler. Bu düzen Atatürk’ün önde göründüğü, arkada karşı devrimin hüküm sürdüğü bir düzendi. Kurucusu Kenan Evren’dir. Kenan Evren cumhuriyeti işkence ederek öldürdü ama siyasi ömrü ölüyü kaldırmaya vefa etmedi. Bu yüzden imamları çağırdılar ölüyü kaldırsın diye. İmamlar geldi, cenaze namazından sonra ölüyü gömmeye götürüyoruz diye alıp tecavüze yeltendiler. Anayasayı değiştirip sultanlık ilan etmeye kalkışmalarının nedeni işte bu.
Muhafazakârlıkmış… Ne muhafazakârlığı? Neyi muhafaza etmişler şimdiye kadar? Osmanlının bile kuralları, belli ölçüleri vardı. Bunlar bütün kuralları yıktılar, bütün ölçüleri sildiler. Bir kuralsızlık ve bir ölçüsüzlük düzeni kurdular. Artık her türlü muhafazakârlığın imkânsız olduğu bir noktadayız.
Cumhuriyet bir halk yaratma işidir evet. Ama bu iş de halk olmak isteyen bir mazlumlar topluluğunu gerektirir. Teslim etmeli ki, bu ülkenin büyük kalabalıkları kendisine rağmen halk yapıldı, yurttaş yapıldı. Şimdi de gönüllü kul olmak isteyen geniş kalabalıklar var. Düşkünleştirildiler ve her türlü yazıma hazır hale getirildiler. Bu dinci gericiliğin, cumhuriyet düşmanlığının kitle tabanıdır.
Öteki yanında egemen sınıfların cumhuriyetin devrimci yanından duydukları derin korku var. Cemaat düzeni, tarikat düzlemi onlar için daha elverişli çünkü. Baksanıza ülkeye. Bir tek grev yok, bir tek öğrenci hareketi yok. İşçi gitti, mürit geldi yerine. Bir düşkünler düzeni kurdular böylece. Toplumu dinselleştirerek bütün hücrelerini bozdular. Toplum dediğimiz şey aşırı büyümüş bir kanserojen ur sanki. Bu uru dağıtmadan yeni mümkün değildir.

xxx

Evet, devraldığı sorunları çözemedi cumhuriyet. Korktu, öteledi. Halkının karnını doyuramadı, eğitimini sağlayamadı. Bu topraklarda yaşayan herkesi, dinine, diline, ırkına bakmaksızın yurttaş haline getirebilmeliydi. Başaramadı. Demek ki yeni ve devrimci bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Demek ki, yeniden başlarken eşitliği mutlaka sağlayacağız. Demek ki ürettiğimizi yeniden ve eşitçe bölüştüreceğiz. Demek ki sosyalist bir cumhuriyetten başka şansızımız yok.
Denedik, olmadı. Yine deneriz, oldururuz. Oldurmayıp ne yapacağız? Yeniden kul olacak bir sultan mı bulacağız kendimize? Yeni zenginlerden yeni şeyhler mi yaratacağız? Bir imama mı devredeceğiz akli yeteneklerimizi? Toplanırız meydanlarda, hep birlikte özgür ve eşit yeni bir cumhuriyet kurarız. Bu daha kolay!
Görüyoruz, cumhuriyeti hedef almak demek Osmanlıcılık ve hilafet demek. Mümkün mü? Olsa olsa dinsel tonu yüksek bir diktatörlük kurarsınız. Sopasını da dinin arkasına saklarsınız. Petrolünüz varsa Suudi Arabistan olursunuz. Yoksa Afganistan’dır varabileceğiniz yer. Bu ülke giderek daha fazla Afganistan’a benziyor farkındaysanız. Hiç kimse Türkiye’de bir Afganistan kuramaz. Olmaz. İzin vermez bu ülke. Birikimleri var, deneyimi var.
Evet, azaldı cumhuriyet. Laiklik azaldı. Bunların azalmasının nasıl kanlı, karanlık bir gelecek vaat ettiğini görüyor artık kalabalıklar. Bu ülkenin en yakıcı sorunudur bunlar. Geldiğimiz yer bu: Ya laik bir cumhuriyet olacağız, ya mahvolacağız.
Yıkıldı. Önemli değil. Kurulabileceğini biliyoruz. Kurarız. Mutlaka. O ışığı görüyoruz, o ışık yakın. Tabii bu derlenip toparlanma, örgütlenme, düşünme, yeni fikirler geliştirme gereğini ortadan kaldırmıyor.
Evet, toplanıp bir yol bulacağız. Bulamazsak, gelenlerle yürüyüp yeni bir yol olacağız. Mutlaka ama…

ORHAN GÖKDEMİR / SOL

Oyun…- ORHAN AYDIN

-Hesaplaşma bunun adı. Bunca kavgaya, gürültüye, itiraza, reddetmeye, hayır denmesine karşın bu Anayasa da diretmenin başka adı yok.
Ülkenin bitirilemeyen bazı değerleri var.
Bu halkın aklı açık insanlığı laiklikten vazgeçmiyor, düşünce özgürlüğünü savunmaktan vazgeçmiyor.
Eğitim sisteminin dini esaslara evrilmesine diklenmekten vazgeçmiyor.
Kadın düşmanlığında sınır tanımayanlara, tecavüzcülere, tacizcilere tahammülü yok.
Adalet isteyenler halen çoğunlukta, yalana inanmıyorlar, işsizliği, yokluğu, yoksulluğu yaşayarak görüyorlar.
Ekonominin nasıl dibe vurduğunu, ülkenin varının yoğunun satılmasına karşın dış ve iç borcun nerelere tırmandığını ve bunun sürdürülemez olduğunu görüyorlar.
Elde var olan beton ve demir o da çürüyor, görüyorlar.
-Evet, halen savaşa hayır diyenler var, barış diyenler var, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık diyenler var.
Halen insanca yaşamak istiyoruz bu hayat hepimizin diyerek doğaya ve çevreye, kültürel varlıklara sahip çıkanlar var.
Aşı ve işini yitirmiş milyonlarca hak arayan mağdur var.
Hedefte olanlar bu insanlar.
-Hesaplaşma diye bir oyun yazmalı, bütün bunları anlatan görselleri ve şarkıları olan bir oyun.
Düşünsene; bir yerde Soma maden işçisi bağırıyor, başka yerde Havva Ana.
Bir yerde ürünleri çürüyen tarım işçileri bağırıyor, bir yerde iş cinayetine kurban olan taşeron işçiler.
Bir yerde avukatlar bağırıyor, bir yerde Cumartesi Anneleri.
Bir yerde Derelerin Kardeşliği bağırıyor bir yerde İda dağının eteklerindeki köylüler.
Bir yerde kadınlar bağırıyor, bir yerde çocuklar.
Bir yerde savaşa hayır diyenler bağırıyor, bir yerde barış isteyenler.
Sonra birlikte halaya duruyorlar, horon oynuyorlar, zılgıt çekiyorlar, çayda çıra oynuyorlar, zeybek oynuyorlar, cem ediyorlar ve ‘Biz Anadolu’yuz’ diyorlar.
-Yaman oyun olur, yapalım mı araştırmayı.
-Yapalım. Hesaplaşma bir pis oyunsa, biz gerçeğini anlatıp pisliği yere çalalım.
-Ağabey Engin hoca göçtü yıldızlara. Bizim kuşak;  yeşermeyi, köpük köpük al al olmayı, role sevdalanmayı, tiyatrolarımızı evimiz bellemeyi, şiirin ne güçlü bir aşk demeti olduğunu, müziğin keman ve piyano ile şaha kalktığını ondan öğrendik.
-Demek ki biz daha şanslıyız. Birlikte çalıştık. Ruhlarımıza dokunurcasına insanca.
Menekşe kokan masalcı baba gibi narin ve şen ve şarabi.


Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Dünya susmadı, Türkiye suspus - CUMHURİYET

Hükümet İslamofobi eleştirilerini unuttu, Trump’ın yedi ülke vatandaşlarına yasak kararına bir tepki gösteremedi. Yıldırım konuya ilişkin sorulara Meksika’yla yanıt verdi. Dünyada ise Trump karşıtı gösteriler vardı. 


ABD Başkanı Donald Trump’ın; İran, Irak, Libya, Somali, Sudan, Suriye ve Yemen vatandaşlarının ülkesine girişini yasaklayan kararnamesine karşı Ankara sessizliği tercih etti. Washington- Ankara ilişkilerinde yeni başkan Donald Trump ile yeni bir sayfa açmayı umut eden Ankara, yıllardır İslamofobi’ye karşı dile getirdiği söylemlerini son bir haftada unuttu. Ankara, Müslümanlara karşı açık bir ayrımcılığı simgeleyen bu kararı kınamadı. Dışişleri Bakanlığı konuyla ilgili yazılı açıklama yapmazken, ABD nezdinde girişim yapılıp yapılmadığı konusunda da bilgi paylaşılmadı. Trump’ın yedi ülkenin vatandaşlarına yönelik yaklaşımı sadece Başbakan Binali Yıldırım’a İngiliz meslektaşı ile basın toplantısında bir İngiliz gazeteci tarafından soruldu.
Ancak Yıldırım dini temeldeki bu ayrımcılık yerine Trump’un Meksika sınırına inşa edeceği duvar için tepki gösterdi. Yıldırım, “Uzun vadede onun sebeplerini ortadan kaldırmamız, bölgesel kalkınma farklılıklarının ortadan kalkması lazım. Bölgesel anlaşmazlıkların çözümü için Birleşmiş Milletler şemsiyesinde daha fazla gayret göstermemiz lazım. Yani siz duvar örersiniz, duvar çözüm olmaz, birikir, birikir o duvarlar da yıkılır. Berlin Duvarı da yıllarca durdu durdu bir gün yerle bir oldu. Niye? Çünkü değişimin önünde durulamaz. Değişimi yakalamak lazım. Bölgesel sorunları halının altına süpürmekle sorunları çözemeyiz. Sorunların üzerine gitmemiz lazım, büyümeden çözmemiz lazım. Dolayısıyla Amerika’nın yeni yönetiminin kararlarının içeriğini çok bilmiyoruz. Kulaktan duyma laflarla bunu değerlendirmek erken bir değerlendirme olur ama asıl çözüm, sorunların esasına inip sorunu ortaya çıkaran kaynakları ortadan kaldırmaktır” dedi.

‘Yeni bir bilince yol açabilir’
Vatikan Eski Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy ise çok sayıda ülkenin hâlâ tepki göstermemesini “Galiba bekliyorlar. Ankara da... Bir geri adım bekliyorlar; çabuk karar vermek, çabuk reaksiyon göstermek istemiyorlar. Bunun yüksek bir kararlılıkla tatbik edilip edilmeyeceği konusunda bir belirsizlik var. Mahkemenin aldığı karar da ortada. Ama ‘bekliyorlar’ demek iyi niyetli bir yorum. Kötü niyetli yorum ise bazı Batılı kurumlar bir şekilde ‘hemfikir’ olabilirler. Ben iyi niyetimi muhafaza edeceğim, en azından ABD’nin ve Batı’nın içinde bir uyanışa vesile olması açısından da iyi bir hareket başlayabilir” sözleriyle değerlendirdi. Gürsoy, durumun yeni bir bilince de yol açabileceğini belirterek “Hiç alışık olmadığımız bir tavırla karşı karşıyayız. Dünyanın içinden geçmekte olduğu birtakım problemlere ABD’nin bir tavrı olarak görülüyor. Fakat bir memnun edici tarafı var. Bizzat Amerikan halkı tarafından bunun yanlış bir şey olduğu ifade ediliyor. Bu yeni bir Batılı bilince Batılı bakışa olumlu anlamda sebebiyet verir diye ümit ediyorum” dedi.

 Bakan Bozdağ'ın Trump'ın yasak kararına yasak yorumu: ABD'nin takdiridir
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, ABD Başkanı Donald Trump’ın; İran, Irak, Libya, Somali, Sudan, Suriye ve Yemen vatandaşlarının ülkeye girişini yasaklayan kararnamesine ‘onların takdiri” dedi. Adalet Bakanı Bozdağ, katıldığı canlı yayında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Fethullah Gülen’in iadesi için son durumun sorulması üzerine Bozdağ, Trump’un göreve gelmesi üzerine yeni bazı bilgiler, belgeler ve delilleri ABD Adalet Bakanlığı’na gönderdiklerini belirterek, “Başkan Trump’ın bu konuda söylediklerine baktığınızda olumlu bir gelişme olabileceğine dair kanaatimiz güçlendi. Biz gerekirse ABD’ye bir kez daha gidip yeni Adalet Bakanı’na da Türkiye’nin bu konudaki beklentilerini ve hassasiyetlerini iletmek için bir fırsat buluruz diye düşünüyorum, gidebiliriz” diye konuştu. Gülen’in iadesini istediklerini bir kez daha anımsatan Bozdağ, “İnfaz edilsin” dedi. ABD Başkanı Donald Trump’ın; İran, Irak, Libya, Somali, Sudan, Suriye ve Yemen vatandaşlarının ülkeye girişini yasaklayan kararnamesine karşı Bozdağ; onların takdiri olacağını belirttti. Bozdağ, Adil Öksüz’ün nerede olduğunun sorulması üzerine de “Bu adamı hep beraber arıyoruz” yanıtını verdi.

DÜNYAYI ÇİLEDEN ÇIKARDI
ABD Başkanı Donald Trump’ın mültecilerle 7 Müslüman ülkenin vatandaşlarına getirdiği seyahat yasağı yalnızca ülke çapında protestolara değil, Washington’ın Batılı müttefikleri de başta olmak üzere uluslararası arenada sert eleştirilere ve hatta misillemelere hedef oluyor. Yasak kapsamına alınan Irak’ta meclisin, “ABD’ye misliyle muamele edilmesi” yönündeki yasa tasarısını onaylaması dün gündemde geniş yankı buldu.

Bağdat’tan misilleme çıkışı
Buna göre Irak meclisi, uluslararası örgütler ve ABD yönetimi ile görüşerek kararın gözden geçirilmesini isteyecek. Seyahat yasağı kaldırılmazsa, Bağdat’ın da ABD vatandaşlarına yasak getirmesini talep edecek. Uluslararası örgütler de Trump’ın cuma günü imzaladığı kararname ile İran, Irak, Libya, Somali, Sudan, Suriye ve Yemen vatandaşlarının 90 günlüğüne ve mültecilerin 120 günlüğüne ABD’ye girişini askıya almasına tepkili.

BM: İnsan haklarına aykırı
Addis Ababa’da Afrika Zirvesi’nin açılışında konuşan BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, “Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile” sınırların kapatılmasını eleştirdi. “Uyruğa dayalı ayrımcılık insan hakları yasalarına aykırıdır” diye tweet atan BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Zeyd Raad el Hüseyin, yasak için “kötü niyetli ve yasadışı” dedi.

İİT’den tepki
Yasak kapsamındaki ülkeler dahil 56 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), “Bu tür ayrıştırıcı ve ayrımcı adımlar, sadece aşırılıkçıların radikal söylemlerine hizmet eder ve terör yanlılarını özendirir” uyarısında bulundu.

‘AB’ye 3. tehdit Trump’
Avrupa Birliği’nin (AB) Brexit müzakerecisi Guy Verhofstadt ise “Trump, radikal İslam ve Rusya’nın ardından AB’ye yönelik üçüncü tehdit” çıkışı yaptı. Birlik, çifte vatandaşlarının “hiçbir ayrımcılığa uğramamasını” sağlama sözü verdi.

1 milyonu aşkın imza
Britanya hükümeti de vatandaşlarını koruyacağını duyururken Trump’ın bu yaz Londra’ya yapmayı planladığı resmi ziyaretin iptaline ilişkin imza kampanyasına destek çığ gibi büyüyor. Kampanya, İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in desteklemesinin ardından bir saatte yüz bin imzaya ulaşarak parlamentoda tartışılmaya hak kazandı. Dün akşam saatlerinde katılımcıların sayısı 1 milyon 300 bini aşmıştı. Ancak başbakanlık yetkilileri, daveti geri çekmeyi düşünmediklerini açıkladı. Trump’a eleştirilerini dün de yineleyen Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Terörle mücadele, belli köken ya da inançlardan insanlardan genel olarak şüphelenmeyi asla haklı kılmaz” diye konuştu. Kendilerinin de çifte vatandaşlarını korumak için ellerinden geleni yapacaklarını ekledi.

‘Acınası cahil insan’
İtalya Dışişleri Bakanı Angelino Alfano ise “Avrupa başkalarının tercihleri hakkında yorum yapacak bir pozisyonda değil. Yoksa bizim de duvarlar diktiğimizi unutmak mı istiyoruz?” diyerek mülteci krizine işaret etti. Endonezya, Hollanda, İsviçre ve İsveç hükümetleri de Washington’ı eleştirirken İsveç kraliyet ailesinden de sert bir tepki geldi. Prenses Madeleine’in İngiliz-ABD’li eşi işadamı Chris O’Neill, Instagram hesabından ellerini yüzüne kapatıp ağlayan Özgürlük Heykeli fotoğrafı paylaşarak Trump’a “Acınacak cahil bir insansınız” diye seslendi.

Avustralya’dan destek
Trump’ın yasak kararı ile birlikte pek çok trajik insan öyküsü de gözler önüne seriliyor. Kara listeye alınan ülkelerin vatandaşı olup, muhalif görüşleri nedeniyle kendi ülkelerinde hayati tehlikesi bulunanların durumu bilinmezliğini koruyor. Yasakla birlikte pek çok kişinin sevdiklerinden, ailelerinden, işlerinden kopmak durumunda kalacağına dikkat çekiliyor. Bu trajik hikâyelerden birinin kahramanı da hukuk mezunu genç Suriyeli Adel.. Eşi New York’ta yaşıyor. Ülkesindeki savaşla birlikte Lübnan’a geçen, uzun başvuru süreçlerinin ardından ABD’nin vize başvurusunu kabul etmesiyle sevince boğulan Adel, Trump’ın yasak kararı ile birlikte yıkılmış durumda. Babası ABD’li, annesi Suriyeli olan eşi Lamia ile buluşma hayalleri yarım kalmış halde. Adel yaşadıklarını “kâbus” olarak tanımlıyor, yeni bir yaşam, sevdiğiyle kavuşma hayalinin nasıl bir anda yıkıldığını anlatırken yine de bir yolunu bulup ne pahasına olursa olsun ABD’ye gideceğini söylüyor.

PARÇALANAN HAYALLER, BÖLÜNEN AİLELER..
Trump’ın yasak kararı ile birlikte pek çok trajik insan öyküsü de gözler önüne seriliyor. Kara listeye alınan ülkelerin vatandaşı olup, muhalif görüşleri nedeniyle kendi ülkelerinde hayati tehlikesi bulunanların durumu bilinmezliğini koruyor. Yasakla birlikte pek çok kişinin sevdiklerinden, ailelerinden, işlerinden kopmak durumunda kalacağına dikkat çekiliyor. Bu trajik hikâyelerden birinin kahramanı da hukuk mezunu genç Suriyeli Adel.. Eşi New York’ta yaşıyor. Ülkesindeki savaşla birlikte Lübnan’a geçen, uzun başvuru süreçlerinin ardından ABD’nin vize başvurusunu kabul etmesiyle sevince boğulan Adel, Trump’ın yasak kararı ile birlikte yıkılmış durumda. Babası ABD’li, annesi Suriyeli olan eşi Lamia ile buluşma hayalleri yarım kalmış halde. Adel yaşadıklarını “kâbus” olarak tanımlıyor, yeni bir yaşam, sevdiğiyle kavuşma hayalinin nasıl bir anda yıkıldığını anlatırken yine de bir yolunu bulup ne pahasına olursa olsun ABD’ye gideceğini söylüyor.

ŞİRKETLERDEN SIĞINMACI SEFERBERLİĞİ
Özel sektör, Trump’ın iltica ve seyahat yasağından etkilenenlere yardım için harekete geçti.

Starbucks’tan 10 bin iş
Seattle’dan dünyaya yayılan kahve zinciri Starbucks’ın yöneticisi Howard Schulz, gelecek 5 yıl içinde 10 bin sığınmacıya iş sağlayacaklarını duyurdu. Çalışanlarına hitaben yazdığı mektupta, “Size bugün derin bir endişe, buruk bir kalp ve azimli bir vaatle yazıyorum. Eşi benzeri görülmemiş bir zamanda yaşıyoruz. Ülkemizin vicdanının, Amerikan Rüyası’nın sorgulandığına tanık oluyoruz” ifadelerini kullanan Schulz, faaliyet gösterdikleri 75 ülkede savaş, zulüm ve ayrımcılıktan kaçan insanları işe alacaklarını, özellikle Amerikan ordusuna çevirmen ve destek personeli olarak hizmet vermiş olanları tercih edeceklerini belirtti.

Airbnb’den ev
Evini kiralamak isteyenleri ve gezginleri sanal ortamda buluşturan Airbnb sitesinin yöneticisi Brian Chesky, “Mültecilere ve ABD’ye alınmayan herkese” ücretsiz konaklama sağlayacaklarını duyurdu. Twitter hesabından “Açık kapılar ABD’yi birleştirir, kapatmaksa böler” mesajını paylaşan Chesky, Trump’ın getirdiği yasaktan etkilenen ve kalacak yeri olmayan kişilerin kendileriyle iletişime geçmesini istedi.

30 Ocak 2017 Pazartesi

Fitch bu; sever de döver de... Dümeni teslim etmişsiniz bir kere - İLKER BELEK

27 Ocak’ta hem Fitch hem de S&P AKP’nin notunu indiriverdiler. S&P görünümü durağandan negatife, Fitch ise kredi notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına düşürdü.
Eylül ayı sonunda ise Moody’s kredi notunu yatırım seviyesinin altına atmıştı.

*
Fitch Türkiye yatırım yapılamaz durumda kararını hem siyasi hem de ekonomik gerekçelere dayandırdı: Başkanlık takıntısı, başkanlık sisteminin denetleme mekanizmalarını zayıflatacağı, kamudan kitlesel tasfiyeler, OHAL, terör, dış borcun ulusal gelire oranının dört yıl içinde %22’den 30’a çıkmış olması, son bir yıldır ekonomik büyümedeki hızlı yavaşlama, enflasyonun %10’un üzerine yükselmesi.
Kendilerine göre mantıklı açıklamalar yapmışlar. Türkiye’de hem ekonomi bozuluyor, hem de siyasi ortam paranızın geleceğini etkileyecek derecede belirsizlikler yüklenmeye aday, demişler.

**
Moody’s, Fitch ve S&P. Bunlar uluslar arası tekelci sermayeye yatırım konusunda yol gösteren en önemli kuruluşlar. Hem doğrudan yatırım yapacaklara, hem de mali oligarşiye öneri sunuyorlar.
Kredi notu, ülkenin aldığı borcu geri ödeme kapasitesine, güvenilirliğine işaret ediyor. Düşükse yabancı tekeller doğrudan yatırım yapmıyorlar, tahvil almak içinse daha yüksek faiz istiyorlar.
Görünüm gelince, o ara bir gösterge ve bir sonraki notun ne olabileceğini ima ediyor. Negatifse not düşer ihtimali güçleniyor.
Anlaşıldığı üzere AKP ekonomisini çizmiş durumdalar. Böyle giderseniz arkası da kötü gelecek demeye bile getiriyorlar.

***
Bu işlerin sosyalist düzende tabi ki anlamı yok. Zira bugünün emperyalist sistemi içinde sosyalist bir ülke önemli derecede içine kapanacak, yani kendi yağıyla kavrulacak, bunun için zorunlu olarak sanayi ve tarıma yatırım yapacak, ancak ne olursa olsun toplumsal hasılanın eşit dağıtımı ilkesinden vazgeçmeyecek, özel aktörlerin ülkeyi yağmalamasına ve mali spekülasyonlara izin vermeyecek.
Öte yandan Türkiye gibi kapitalist bir ülke için durum tamamen farklı. Uluslararası kurumlar her ne kadar Türkiye’yi orta-orta ya da orta-üst gelir kategorisine dahil etseler de, işin doğrusu bizim emperyalist sistemin çeperinde yer aldığımız, yani her bakımdan sömürüldüğümüzdür.
Bağımlıyız. Kalkınma politikalarımızı efendiler belirliyor. Bu nedenle sanayisiz, tarımsız, borçlu ve kırılganız. Böyle olduğu için yabancı sermaye açısından derecelendirme kuruluşlarının verdiği notlar yabancılar için yaşamsal önem taşır. Adamlar para kazanacaklar, risk almak isterler mi ?

****
Nota ve notun arkasındaki gerekçelere dikkat etmemenin, istenilenleri yerine getirmemenin sonucu; yabancı sermaye girişinin azalması, mevcudun çıkması, bu ikisine bağlı olarak dövizin kıtlaşması, fiyatının yükselmesi, dış açığın artması, şirketlerin kapanması, enflasyonun, işsizliğin yükselmesidir.
Böyle olunca, yabancı sermayenin yeniden teveccüh için koyacağı koşul kaçınılmaz biçimde faizlerin artırılması olacaktır. Olmadığında doların çıkışı sürecek demektir.
Kapitalist nesnelliği kabullenmiş bir burjuva partisi olarak AKP’nin olanlara itirazı, gerçek bir itiraz değildir, tutumunun yurtseverlikle en küçük ilişkisi yoktur. Nedir ? Oyunun kurallarını anlamak istememektir. Tabana dik duruş yalanını yutturma çabasıdır. Süreci kısa vade için idare ederek başkanlığı kapma planıdır. Rusya gibi, Arap ülkeleri gibi başka diyarlardan sermaye girişi için zaman kazanma uyanıklığıdır.
Kapitalist sistem içinde kalınacaksa, global kriz başka emperyalist aktörlere yanaşarak sermaye girişini garantiye alma olanaklarını yok etmişse; sonuç hüsran olacak, dik durma lafları yalanıp yutulacak, faizler artırılacak, o zamana kadar iş işten geçmiş olacağı için döviz kuru da tırmanmış olacaktır.

*****
Fitch ve S&P’nin son notlarını iktidar cephesinin yine komplo olarak değerlendireceği açık. Nitekim Moody’s Eylül sonunda, yine benzer gerekçelerle kredi notunu yatırım yapılabilir seviyenin altına indirdiğinde Erdoğan “dikkate almıyorum, siyasi” demişti.
Ancak not artırımlarında duygular tamamen farklıydı. Örneğin 6.11.2012 tarihinde Erdoğan bu kez şöyle konuşuyordu: “Dün Fitch Türkiye’nin kredi notunu yükseltti. Kredi notunun artırılması ülkemize gelecek sermaye açısından teşvik edici bir öneme sahip. Bizim elimizi güçlendiren bir araç durumunda. Borsa tarihi rekor seviyeye çıktı, faizler ise 6.7 oranına geriledi. Uzun süredir hak ettiğimiz bu gelişmeyi olumlu buluyorum.” 

******
Bu kuruluşların çeperdeki ülkelere düşük not vermelerinin nedeni siyasi istikrarsızlık yaratmak olamaz mı ? Olur tabi ki. Emperyalizmden bahsediyoruz.
Olur da, o düzenin kurallarını kutsayan bir aktör olarak sizin yakınmaya hakkınız olmaz. Bu kaderden kurtulmanın tek yolu kapitalizmden kurtulmaktır.

Yoksa gözünüzün yaşına bakmazlar.


İlker Belek / SOL

İşçi sınıfına güvenin - ALPASLAN SAVAŞ

Bu kez işe yaramadı. Patronlar, hükümeti bir kez daha imdada çağırıp 20 Ocak sabahı Birleşik Metal-İş’in EMİS’e (Elektromekanik Metal İşverenleri Sendikası) bağlı 13 fabrikada başlattığı greve birkaç saat içinde yasak getirmeyi başardılar ama işçilerin işbaşı yapmasını sağlayamadılar. Oysa grev yasaklanır yasaklanmaz işçilerin kuyruğunu kıstırıp vardiyasına geleceğini, sonra da paşa paşa üretime başlayacağını düşünüyorlardı.


Öyle olmadı. Grev yasağının ardından yapılan işbaşı çağrısına tek bir işçi bile uymadı. Hiç kimse arkadaşını satmadı, üç gün boyunca bir tanesi bile fabrikaya uğramadı. Vardiya saatleri geldiğinde tutanak tuttu patronun adamları. Tek tek isimlerini yazdılar işçilerin “bu vardiyada işbaşı yapmadı… Diğer vardiyada da yapmadı… Bugün de gelmedi…” diye.

Patronların işbaşı yapmaları için günlerdir beklediği işçiler nihayet üçüncü günün sonunda geldiler. Gece vardiyasında kartlarını basıp içeriye girdiler. İş elbiselerini giyip tezgahların başına geçtiler. Geçtiler ama ne bir makara sardı o tezgahlarda ne bir tornavida döndü. Saatler geçti, çıt çıkmadı üretim hollerinden. Tek bir makine sesi duyulmadı sabaha kadar. Sonra vardiya bitti. Üstlerini değiştirip çıkış turnikelerinden geçtiler ve ayrıldılar fabrikalardan. Sonra diğer vardiya geldi. Bir önceki vardiyada arkadaşları ne yaptıysa onlar da onu yaptı.

Deliye döndü patronun adamları. Öğlen saatlerinde dolaşmaya başladılar işçileri. Avukatlar sendika temsilcilerinden yazılı savunma istediler. Kimse ne bir kâğıda imza attı, ne de birbirine “eyvah” dedi.
Olmadı yani. İşçiler “grev yasağını tanımıyoruz” dedi ve üretmedi.

Sonra…
Sonrası deliye dönenlerin bu kararlılık karşısında mecburi geri adım atmasıdır. Bakan sendikayı arar, İki tarafı da görüşmeye çağırır ve o saate kadar burnundan kıl aldırmayan patron cephesi, işçilerin temsilcileri ile yeniden pazarlık masasına oturmak zorunda kalır.

Bu mücadele içinde pazarlıktan çıkan parasal  sonuç önem sıralamasında en başta durmuyor ama bu noktada azımsanmayacak bir kazanım var. İşçiler grev yasağına meydan okuyarak 1 Eylül 2016 tarihinden itibaren ilk altı ay için ücretlerine ortalama 443-510 lira arasında net zam aldılar. Fazlası var ama daha önemlisi grev yasağına karşı kazanılmış büyük bir başarı var.

xxx

Erdoğan’a başkanlık getirecek anayasa değişikliği görüşmelerinin tozu dumanı arasında, iki gün arayla beş ayrı işletmede grevlerin Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklanması, AKP iktidarının sınıfsal özünün en yalın görüntüsüdür. Ve aynı anlama gelmek üzere bu iktidar Türkiye burjuvazisinin eseridir.

Bu yasaklanan ilk grev değildi elbette. AKP iktidarının bu konudaki sicilinin hayli kabarık olduğu biliniyor. Lastik, cam, madencilik, metal işkolu, akla gelen hangi kritik sektör varsa, işçilerin toplu pazarlık hakkına patronlar çağırır çağırmaz müdahale etti bu hükümet. İktidarı boyunca yüze yakın işyerinde grev uygulamasını Bakanlar Kurulu kararlarıyla yasakladı. Yasaklamadıklarını ise kimi zaman doğrudan grev kırıcılığı yaparak engellemeye çalıştı. Çaykur’da grev başladığı gün binlerce mevsimlik işçiyi işe erken çağırarak, Darphane grevinde baskı makinalarını fabrikadan kaçırarak, THY grevinde polis sopasıyla greve katılımı engellemeye çalışarak bu kara sicile bir de grev kırıcılığını ekledi.

Siyasi ortam biraz mutedil olsa, şöyle mesela bir sosyal demokrat iktidar olsa grev hakkının bu denli baskılanmayacağına dair solda yaygın bir kanaat her zaman oldu. Oysa iki sınıf arasında yaşanan ve son derece güçlü bir çatışma olan grev söz konusu olduğunda sadece patronlar değil, onların siyasi temsilcilerinin de devreye girmesi sürpriz değil. Grev hakkının yasal çerçeveye kavuştuğu 1963 yılından 12 Eylül faşist darbesine kadar geçen süre zarfında patronlar muhatap kaldıkları grevlerde hükümetlere tam 252 erteleme kararnamesi çıkarttırdılar. Tamamına yakını da “milli güvenliğe aykırılık” gerekçesi taşıdı. 70’li yılların Karaoğlan’ının başbakanlığındaki üç Ecevit hükümetinin yasakladığı grev sayısı 48 idi. Sosyal demokrasi, en solda olduğu dönemde bile önceliği hep sermaye sınıfının ihtiyaçlarıydı.

xxx

Türkiye’de grev yasaklama burjuvazinin, kendi siyasi temsilcilerine bellettiği bir sınıfsal reflekstir. Özellikle 12 Eylül sonrasında imalat sanayinde neredeyse sıfır grev riski ile üretim yapma lüksüne sahip bir sermaye sınıfıdır söz konusu olan. Küçük bir bölümünü sendikalı bırakmış, onun da neredeyse tamamını kendi kontrolündeki sarı sendikalara teslim etmiş olan sermaye sınıfı, istikrarı işçilerin örgütsüzlüğünün sürekliliğinde yakalamıştır.
Şimdi metal işkolunda bu istikrarın sürmeyeceği ortaya çıkmış durumda. Bunu birinci olarak başa yazmak yerindedir. 2010’da sınırları zorlanan, 2015’de geleneksel patron örgütü MESS’in neredeyse parçalanmasına neden olan metal grevleri, 2017’de yine bir grev ertelemesine rağmen işçiler lehine sonuç veriyorsa buradan yürünecek sağlam bir yol açılıyor demektir. Bu açılan yolda metal işçilerinin elindeki mevcut sendikal örgütlülük, günün Türkiye’sindeki teslim alınmış, hatta sıfırlanmış sendikal hareket düşünüldüğünde güvenli bir liman aslında. Birleşik Metal-İş, bugün metal işçilerinin patronlar karşısında daha fazlasını zorlayabilecekleri çok önemli bir mevzi haline gelmiş durumda.

xxx

Bu grevin başka ve en az yukarıda aktardıklarımız kadar değerli kazanımları var. Grev, sağlam bir işyeri örgütlenmesidir. İşçinin üretimi nasıl yapıyorsa, gerektiğinde onu dilediği kadar düşürmeyi, gerektiğinde ise hiç yapmamayı, üstelik bunu tepesinde kılıç sallanırken yapabilmeyi becerebilmesi, işyerinde örgütlü olması demektir. Üretim mekanına hakim olmak örgütlü iştir. İşçilere yıllardır unutturulan özelliktir bu. Yeni örneklerinin ortaya çıkması çok ama çok iyidir.
Sonra başarılı grev işçiye kimlik verir. Yanındaki arkadaşına güvenmesini öğretir. Güvendiği arkadaşıyla beraber hareket ettiğinde elde ettiği muazzam gücü gösterir. Bu dönüşüm işçileri, üretim ya da hizmet alanındaki amaçsız kalabalıklar olmaktan çıkarır, sınıf yapar.
Memleketi karanlıktan çıkaracak tek güç budur. Bunun için işçi sınıfına güvenin.
Bu gücün içinde işçi sınıfının çıkarlarını başa yazan siyasetin inatla örgütlenmesi gerekir. Bunun için kendinize güvenin.


Alpaslan Savaş/ SOL

(Bu yazı Boyun Eğme Dergisinin 27 Ocak 2017 tarihli 63. sayısında yayınlanmıştır)


Engin Cezzar da yok artık! - AHMET CEMAL

Cumartesiyi pazara bağlayan gece, sevgili öğrencim Selami’den gelen bir mesaj. “Bilmem duydunuz mu?” diye başlıyor.



Duydum. Engin Cezzar da yokmuş artık.
Epey uzun bir süredir kimi ölümlerin bir anlama daha geldiğinin farkındayım. Böyle ölümlerin her biri benim için yeni bir tenhalaşma. Hem de artık kalabalıklaşması olmayan bir tenhalaşma.
Haberi televizyondan duymamın hemen ardından anılar yağmuru da başlıyor. İlk kapımı çalan, dostların dostu Erdal Öz’ün birinci ölüm yıldönümünde mezarlık ziyaretinden sonra Öz’lerin Şile’deki evlerinin bahçesinde geçirdiğimiz saatlerin anıları. Öğlen yemeği için Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Cüneyt Türel ve daha birkaç dostla birlikte kafamıza göre bir masa oluşturmuştuk. Neşemizle ve esprilerle, sanki Erdal’ın ölmüşlüğüne meydan okumuştuk.
Bunun ardından, çok daha eskiye ait bir anılar tutamının içine düşüyorum.
Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir’de yarattığı uygarlık ve aydınlanma anıtı Anadolu Ünversitesi’nde, Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’ndeki ilk yıllarım. “Dünya Tiyatro Tarihi” derslerinin yanı sıra, o yıl konservatuvar müdürü Prof. Dr. Zühtü Altan’ın ricasını kırmayarak son sınıfın programındaki “Çağdaş Tiyatro” derslerini de üstlenmişim. Ama bu işin üstesinden gelebileceğimden pek emin değilim. O yıl konservatuvar öğrencileri ile bir oyun hazırlamak üzere Engin Cezzar da Eskişehir’de. Bir gün bana: “Bu çarşamba vaktim var, senin Çağdaş Tiyatro dersinin ilk saatine konuk olarak geleceğim!” diyor.
Tiyatronun Olimpos Dağı’ndan benim dersime bir konuk! İlk saatten sonra bir şey söylemiyor. “İkinci derse de kalıyorum” diyor. İkinci dersin bitiminde ayağa kalkıp öğrencilerime şöyle diyor: “Kısa konuşacağım. Ahmet Cemal gibi bir hocanız olduğu için çok şanslısınız. Doğrusu yerinizde olmak isterdim!
Engin Cezzar’ın bu kendinden son derece emin yüreklendirmesi olmasaydı, sonraki yıllarda Eskişehir’de ve ardından İstanbul’daki konservatuvarlarda tiyatro dersleri vermeye onca hevesli olur muydum, gerçekten bilemiyorum.
Engin Cezzar’ın Eskişehir’de geçirdiği zamanlar boyunca o tadına doyulmaz akşam sohbetlerimizin bana kazandırdığı zenginlikleri sonradan hep öğrencilerime de aktarmaya çalıştım. Bu kazanımlarımı “zenginlik” diye nitelendiriyorum, çünkü Engin Cezzar, her şeyden önce katıksız bir “Tiyatro İnsanı”ydı, bundan ötürü de hayatı boyunca tiyatro alanındaki bütün etkinliklerini bir “Tiyatro İnsanı” kimliğiyle sahip bulunduğu, eşine ender rastlanır bir tiyatro kültürü zemininde inşa etti.
Böyle bir kimliğe ve o kimliği oluşturan kültüre sonradan Beklan Algan, Ayla Algan ve Erol Keskin’de rastlayacaktım.
Engin Cezzar’ın Türkiye’ye döndükten sonra sergilediği o efsanevi “Hamlet”ini seyretmenin mutluluğuna da ermiş biri olarak, anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

AHMET CEMAL / CUMHURİYET

29 Ocak 2017 Pazar

Çocuklarımız Çanakkale Köprüsü’nde rehin - ÇİĞDEM TOKER

Aslında başlık, “Çanakkale Köprüsü’nde deolmalı.
Uzamasın diye burada anlatmayı seçtim. 




Çanakkale Köprüsü, iktidarın Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yaptırdığı kamu projelerinin tamamı gibi, çocuklarımızın geleceğini rehin alan, onların refahından çalan, eğitimlerine hayallerine uygun biçimde istihdam edilmelerini önleyen bir proje.
Bakmayın Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın tekliflerin alındığı canlı yayında projeyi başarı hikâyesi tadında sunmasına.
Yapılan; kamu kaynaklarını yıllar boyu sömürecek, bize vergi olarak dönecek, nihayetinde AKP rejiminin Hazine’nin ayağına taktığı “garanti” prangasına ağır bir halka daha eklenmesinden başka bir şey değildir.
Çocuklarımızın geleceğini şirket çıkarlarına rehin bırakan sistemi bir daha anlatalım: Dört ayrı Ortak Girişim Grubu’nun (OGG) teklif verdiği Çanakkale Köprüsü’nde süreler yarıştırıldı. Yapım ve işletme unsurlarından oluşan toplam süre uzunluğunda en kısa süreyi teklif eden, avantaj sağlıyor. Burada en kısa süreyi, 16 yıl 2 ay 12 gün ile Daelim-Limak-SK-Yapı Merkezi’nden oluşan OGG verdi. (İkisi Avrasya Tüneli’nden tanıdık.)
Süreye 5.5 yıllık yapım süresi dahil. Yatırım bedeli ise 10 milyar 354 milyon 576 bin 202 TL olarak açıklandı.
Toplantıyı izleyen bir meslektaşımız, -iyi ki- araç başına maliyeti sordu.
Bakan Arslan “15 Avro +KDV” dedi. Bu rakamın şartnamede yazılı olduğunu belirtip değişemeyeceğini de sezdirdi.
Gelin görün ki bunun üzerine toplantıyı izleyen gazeteci arkadaşlar “Peki, günlük, yıllık verilen araç garantisi kaçtır?” diye sormadı. 10 bin? 20 bin? 30 bin? Kaç?
Toplantıyı izleyen gazeteci arkadaşların sormadığı diğer soru şuydu:
“Hazine araç başına geçiş ücretini Avro üzerinden garanti ediyorsa, nasıl oluyor da şirketler yatırım bedelini TL üzerinden hesaplıyor? Yatırım bedeli aslında yabancı para cinsinden de tepki çekmemek içinmi TL açıklandı?
 
Şu anda 67 lira
Hizmete açılacağı tarihe bakılırsa Çanakkale Köprüsü, AKP rejiminin, Cumhuriyetle rövanşizm için seçtiği bir proje: 2023. Beri yandan bu, yapım süresine karşılık geliyor.
Dolayısıyla dörtlü OGG, inşaatını bitirdikten sonra köprüyü yaklaşık 11 yıl işletecek. (2034’e kadar.)
Devlet, YİD modelli projelerde KDV’yi yüzde 8 uyguluyor.
“15 Avro + KDV” üzerinden hesaplarsak, bugün hizmete açılmış olsa, sadece köprü için araç başına 67 TL ödemeliyiz.
Bakan’ın verdiği bilgiye göre ayrıca otoyolda km başına da 5 sent eklenecek. Dört şirketin bu projeden kâr edebilmesi için de herhalde yatırdıkları 10.5 milyar TL’den çok fazlasını ödeyecek aslan Türk milleti. Aziz milli irade. 


Osmangazi’nin Hazine’ye zararı büyük
AKP’li bakanların, YİD projeleri için sözleşmelere koydukları talep tahminleri tutmuyor.
Talep tahminleri tutmayınca da garantiler, Hazine’nin dolayısıyla halkın sırtında vergi ve daha yüksek işsizlik patlayacak.
Misal Osmangazi Köprüsü. Alayıvala ile açılan köprünün geçiş ücreti 35 dolar +KDV.
Bugünkü kurla 145 TL yapıyor.
Kur tırmanınca Ulaştırma Bakanlığı, vatandaşa iyilik yapıyor gibi rakamı 65.6 TL’de sabitledi.
Bu projede köprü ve otoyol için şirkete verilen araç garantisi 40 bin. Köprüden geçen araç sayısı net olarak açıklanmıyor. Buna cesaret edemiyorlar. Ama bilenler, ortalamanın 10 bin civarında olduğunu söylüyor.
Ortalama 10 bin aracı veri kabul edersek aradaki 30 bin aracın geçiş ücreti üzerinden ortaya çıkan rakam 702 milyon TL. Üstelik bu sadece inmiş fiyat üzerinden yapılan bir hesap. 35 dolar + KDV üzerinden bir aracın gerçek geçiş ücreti 146 TL. Aradaki 81 TL fark da Hazine’nin şirkete olana yükümlülüğü. Bu tutarın bir kısmı KDV oranının aşağıya çekilmesiyle düşse bile, her koşulda Hazine’den yine şirkete fark aktarılacak.
Bankacılar, bu tutarın 500 milyon dolar civarında olduğunu söylüyor.
Hal böyleyken Çanakkale Köprüsü’nde aynı yöntemle teklif almaya diyecek söz bulamıyor insan. 


Yatırım yapılamaz ülke
S&P ve Fitch’ten art arda gelen açıklamalarla, üç büyük derecelendirme kuruluşu da yatırımcıya “Türkiye’ye gitmeyin” demiş oluyor.
Derecelendirmenin birden çok kriteri, birden çok da amacı var.
Sermaye yeterliliği, mal varlığı, yönetim kapasitesi gelirler, likidite, faiz riskine duyarlılık gibi kriterler. Amaçların en önemlisi de piyasalara, yatırımcılara yön çizmek.
Dikkat çekelim:
Fitch açıklamasında öne çıkan not düşürme gerekçesi ekonomik veriler değil.
Siyaset ve güvenlik alanında yaşanan olumsuz gelişmeler.
Başkanlık, yapılan değişikliğin “denge ve denetleme”yi yıpratacağı, kamudaki kitlesel tasfiyeler, basını susturma operasyonları, terör saldırıları. Özetle güzelim ülkeyi insan onuruna yaraşır biçimde yaşanılır olmaktan çıkaran, her geçen gün ağırlaşan koşulların listeli bir özeti var Fitch açıklamasında.
Yarından itibaren piyasaların açılmasıyla ağır bir sarsıntı geçirmemeyi diliyoruz.
Eğer ki sahip oldukları kirli medya üzerinden “üst akıl” bahanesinin hâlâ alıcısı olduğunu düşünenler varsa kayıt düşelim: Enflasyon iki haneye çıkınca “üst akıl”ın piyasası falan da kalmaz.
Yeri gelmişken bu köşede neredeyse iki ay önce (4 Aralık 2016) çıkan yazının başlığını buraya bırakayım:
“Mesele sadece güven, biliyorsunuz değil mi?”

 
Türk Telekom’un borcu ve ‘takip’
Üç ay önceydi. Türk Telekom’un ana hissedarı Saudi Oger Grubu’nun hâkim ortak olduğu Oger Telekom’un kredi geri ödemesinde sıkıntı yaşadığı ortaya çıktı. Yalanlanmayan o haberlere göre Oger Telekom, dört yıl önce kullandığı refinansman kredisinin taksitinde güçlük yaşıyor, bu güçlük özellikle iki özel Türk bankasına yansıyordu.
Sonrasında Oger Telekom borsada işlem gören şirket hisselerini satmaya başladı. Türk Telekom’daki yüzde 55’lik hissede bir değişiklik olmadığı da duyuruldu.
Bankacılık hassasiyeti yüksek bir sektördür.
Göstergelerin olumsuz gittiği dönemlerde çok daha hassas.
O yüzden sektörde, bugünlerde konuşulanları kısa bir not olarak aktarmakla yetineceğim.
Lübnan şirketinin toplam borcu içinde, iki Türk bankasına ödeyemediği borcun 2.5 milyar dolara ulaştığı (1.5 biri, 900 milyon dolar diğeri) bankacılık mevzuatına göre “takipteki krediler”e alınması gerektiği halde “aldırılmadığı” kulislerde konuşuluyor.
Eğer doğruysa, borcun ödenemiyor olması bir dert, “takip”e aldırılmaması çok daha büyük bir dert.   


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Kalkanı kâğıt olmak - Mine G. Kırıkkanat

New York, 1958. Yüz Yirmi Altıncı Sokak’la Sekizinci Cadde’nin kesiştiği köşede, Braddock Bar. Dışarıda karlı buzlu bir şubat ayı. İçeride soğuğu buzlu alkolle kesmeye çalışan zavallılar.
Burası Harlem.
Bütün müşterilerin çehresinde küçük haydutluğun ürkütücü karanlığı var.
Masalardan biri devriliyor ansızın. İki siyahın sustalı bıçakları parlıyor, salonun loşluğunda. Birbirlerine saldırıyorlar. Sustalılar inip kalkıyor rakibin kollarına, güğsüne. Birinin deri ceketinde, ötekinin uzun paltosunda derin yaralar açılıyor. Ancak kan akmıyor. Çıka çıka, kurumuş matbaa mürekkebi yüklü kâğıt şeritler çıkıyor bıçak deliklerinden...
Çünkü yoksulluk paltolarının altında, kat kat gazete kâğıtları var. İki baldırı çıplak, içlerine gazete sararak korunmaya çalışmışlar kışın ayazından. Birbirlerini yaralamak için değil, kâğıt zırhlarını parçalamak için vuruşuyorlar. Gazetelerden oluşan kalkanı parçalanan zenci, soğuktan ölmeye aday.
Chester Himes’ın “Beş Köşeli Meydan” adlı polisiye romanından bu bölümü okurken, bir Türk gazetesinin çok eskiden yaptığı reklama gidiyor aklım. İstanbul, 1970’li yıllar. Radyoda, sıcaklığıyla ürperten bir kadın sesi. “Küçük ve çelimsiz bir çocuktum” diye anlatıyor. “Fazla paramız yoktu. Soğuk kış günlerinde okula giderken, çok üşürdüm. Annem, paltomun içine gazete sayfaları koyardı. Göğsümü ve sırtımı o gazete korurdu, soğuktan.


***
Kadın, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en büyük yıldızı, Türkan Şoray. O zamanlar basının ‘amiral gemisi’ diye anılan, artık kendi hayaletini bile güçlükle taşıyan gazetenin reklamını yapıyor, bu sözlerle. Ama anlattıkları gerçek, duyguları içten.
Gazete bir kalkandır. Yoksulları soğuktan, varsılları budalalıktan korur. Kâğıdı ekmek gibidir, hamurdan yapılır.
Sözcükler su gibi dizilir sütunlarına, yukarıdan aşağı akar...
Gözlerle içilir, akılla okunur. Kimisi kötü bir yiyecek gibi, midesini bulandırır insanın. Kimisi lezzetli bir şarap gibi, daha çok içme isteği uyandırır.
Resmi tarihi yargılar, peşin yargıları dengeler, kuşku duymayı öğretir, düşünmeye yöneltir.
Gazete.
Son yıllarda Türkiye, basından politikaya, her alanda ‘aşağıya doğru yükselen’ değerlerle doldu. Gazetelerin hâlâ soğuktan korunmaya yaradıklarına kuşkum yok. Ama budalalıktan yana nasiplerini, hem de bol kepçelerle aldıkları kesin. Aşağı düzeye yükselen Türkiye değerlerini değiştirmek, elbette bir gazetenin, bu sütunların harcı değil. Ancak karanlıkta ışıyan ateşböcekleri gibi, bir tutam aydınlık için, insanı insan yapan ne varsa ve evrensel düşünce adına savunulacak ne kaldıysa, mürekkebimin son damlasına kadar savunacağım.
Söz veriyorum.*

***

Yukarıdaki satırlar, Radikal gazetesinin 13 Ekim 1996 tarihli ilk sayısında yayımlanan ilk yazımdan altıntıdır.
Gazeteciliği 1986’dan 1991’e kadar dış muhabir olarak çalıştığım Cumhuriyet’te öğrenmiştim. Arada büyük bir kriz atlatılmış, gazete Birinci Cumhuriyet’çilerle İkinci Cumhuriyet’çiler arasında gidip gelmiş, yine bir darboğazdan geçiyordu. İlhan Selçuk, “Gönül rahatlığıyla git” demişti. “Yine gelirsin!”
Ölümünden sonra haklı çıktı. 2010’da geri geldim. Neden mi? Çünkü yukarıda verdiğim sözü tutmaya çalışmış, kaypakların “esneklik meşrebi”ne uymamıştım.
Bugün düşününce, çalıştığım bütün gazetelerde yaşanan sorunların, son toplamda Atatürkçülerle “liberal” denilen esnekler arasındaki mücadele olduğunu anlıyorum. Başka bir deyişle, ilkeleri olanlarla ilkeleri zamana ya da mekâna, daha çok da hırslarına ve çıkarlarına göre değişenler arasındaki mücadele.
Liberallerin esneme yeteneği pek yüksek. Ama bu esneklik nedense, asla Cumhuriyet’in temel ilkeleri, örneğin ulusal birliğe, bütünlüğü, laikliğe falan kaymıyor. Nedense hep tersine, ötekileştirmeye esniyor. 


***

Üstelik çok örgütlüler. Birlikte hareket ediyorlar.
Adeta bir misyonları var: Girdikleri bütünü parçalamak, eğer bu bütün Cumhuriyetçi bir gazeteyse, batırmak. Başarıyorlar da. Ben liberal esneklerin ele geçirdikleri bir gazeteyi batırmadan bıraktıklarını görmedim! Çünkü patronlar da esnek mi esnek, yeri öpmeye hazır zaten...
Bunlar, camide ateizm propagandası; ateist dernekte de din propagandası yapılmayacağını çok iyi biliyorlar. Zaten yapmaya da cesaretleri yoktur, ödleri kopar.
Ama Atatürk’ün kurduğu ve adını verdiği bir gazetede, Atatürk’e dil uzatabiliyorlar. Acaba bu cüreti nereden buluyorlar? Kuşkusuz bizim demokratlığımıza güveniyor, hiç tınmıyorlar. 




Haklılar. Çünkü onlar “gibi” yapıyor, ama biz gerçekten demokratız.
Okurlarım, Nuray Mert için ne yazacağımı merak ediyorlardı...
Ali Sirmen, Orhan Bursalı, Işıl Özgentürk ve hele Erdal Atabek Hocamızın kelamına ekleyecek sözüm yok.
Ama bu yazımı, kendisine ithaf ediyorum.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
*Yalnız Kalem / Dafnekitap, 2016



İhanet - densizlik - ALİ SİRMEN


Haberi okuyunca ne zamandır siyasal haberlerle kararan içim aydınlandı. Olay olağanüstü kıvraklığı ve şeytani zekâsıyla “Şeytan” lakabıyla anılan Fenerbahçeli eski futbolcu Rıdvan’ın anayasa referandumunda “evet” diyeceğini açıklaması üzerine, kimi CHP’lilerin buldukları “Şeytan’a uyma! Hayır de!” sloganı.
İnsanı gülümseten, zekâ ürünü bir davranış.
Halkoylaması sürecinde en fazla ihtiyaç duyduğumuz şey de işte bu.
Aynı gün Cumhuriyet’te de, Arda Turan’ın açıklaması vardı.
Açıklamanın içeriğini çok beğendiğimi, başkancı sistem hakkındaki görüşlerine katılmadığım Arda’nın, bir birey olarak düşüncesini açıklama hakkını savunan ve yurt ve Atatürk sevgisinden şüphe etmenin kimsenin haddi olmadığını belirten düşüncelerine içtenlikle katıldığımı belirtmek isterim.
Ve yine içtenlikle söylemeliyim ki halkoylamasında “evet” diyeceklerini açıklayan Rıdvan da, Arda da hain de değillerdir, düşman da.
Tabii “hayır” diyeceğini, başına gelecekleri göze alarak, büyük cesaretle ilan eden, Meltem Cumbul için de aynı şeyi söylemeliyiz. Reis düzenine “hayır” diyecek olanların “evet”çilerin, “evet”çilerin de “hayır” diyenlerin hain ve düşman olmadıklarını kabul etmeleri ve bunu içselleştirmeleri, toplumun barışın ve demokrasinin önkoşuludur.
Eğer bu mutabakat sağlanamazsa, sonuç ne olursa olsun, bundan toplumca hepimiz zararlı çıkarız. 

***

Demokrasilerde herkes, düşüncesini özgürce ifade etmek, bunun için örgütlenmek hakkına sahiptir.
Toplum için neyin daha iyi ve yararlı olduğu konusunda birbirine zıt görüşleri olanlar illa birbirlerinin düşmanları değillerdir.
Benim gibi düşünmeyen karşımdakinin vatan haini ve düşman olmadığını kabul etmek zorunda olduğum ve karşımdakinden de aynı zorunlu davranışı beklemek hakkına sahip bulunduğum sistemdir demokrasi. Hatta demokrasilerde yurttaşın yalnız ülke için en iyi olduğu kanısını taşıdığı düşünceyi değil, ama aynı zamanda salt kendi çıkarına en uygun düşeni savunmak hakkı da vardır. İşçi sendikaları, işveren kuruluşları bu tür örgütlerdir ve ikna yoluyla, oylama yöntemiyle çıkarını savunmak da bireyin, çıkar gruplarının, sınıfların meşru haklarıdır.
Ancak bunun en uygun şekilde yaşama geçmesinin de kuralları ve adabı vardır.
Demokrasi bütün fikirlerin ve çıkarların kendilerini serbestçe ifade edip savunma hakkına sahip oldukları, bunun için örgütlenebildikleri rejimdir. Ama bu demek değildir ki, demokrasilerde her şeyi her yerde söylemek esastır.
Her fikrin ve çıkarın, kendini ifade ve savunma hakkına ve imkânına sahip olması, “evet”çilerin, “hayır”cıların mitinglerini basıp onları susturarak, kendi savlarını haykırmaları anlamını taşımaz. Burada esas olan evetçilerin de hayırcıların da eşit savunma haklarına sahip olmalarıdır.
Yoksa herkesin kendi düşüncesini karşısındakinin toplantısında savunmaya çalışması marifet değildir. 

***

Liberal partide sosyalizmin savunmasının, sosyalist partide de liberalizmin savunmasının yapılmasını istemek, tıpkı işveren kuruluşunun başkanının grev gözcülüğü, işçi sendikası başkanının lokavt sözcülüğü yapmasını istemek gibi abestir ve böyle bir davranıştan demokratik ahenk değil, anarşist kaos doğar.
Laiklik, herkesin yaşam biçiminde, karşısındakinin alanına tecavüz etmemek kaydıyla serbest olmasını savunur.
Ama laiklik Müslüman mahallesinde salyangoz satmak değildir.
Cemaat, tarikat gazetesinde laiklik propagandası yapmaya kalkışmak, ne laik düşünceye, ne yazının sahibine ne de cemaate veya tarikata bir şey kazandırır.
Aynı şekilde, laikliği savunmak için kurulmuş bir organda, laikliği getiren ile götüreni aynı kefeye koyan düşünceler ileri sürmek kimseye bir şey kazandırmaz.
Böyle bir davranış kuşkusuz hainlik değildir, ama densizliktir.
Demokrasilerde densizlik de suç değildir, serbesttir, ama hoş da değildir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Big Brother’ namaza çağırıyor! - TAYFUN ATAY


Birkaç gün önce kaybettiğimiz İngiliz aktör John Hurt, benim zihnimde George Orwell’in büyük eseri “1984”ün hakkını tam anlamıyla veren aynı adlı filmdeki Winston Smith rolüyle unutulmaz olmuştur. Film hiç şüphesiz artık bir klasiktir. Bugün bile ne zaman televizyondaki sinema kanallarında dolaşırken rast gelsem, ister ortasından olsun isterse sonundan, kendimi bir kez daha kaptırıp izlemeden edemem.


Elbette filmde sokaklardan evlere kadar, kenarda, köşede, kuytuda her yerde bir “yüz” olarak karşımıza çıkan “Big Brother”ın (Büyük Birader) ve onun liderliğinde süregelen “totaliteryanizm”in ete-kemiğe bürünmüş haline can verdiği rolle (O’Brien) Richard Burton da unutulmazdır. Winston’a “yasak meyve” yediren ve onu sonu yıkımla, “yaşarken ölüm”le bitecek ortak bir bireysel isyana kışkırtan Julia rolünde Suzanna Hamilton da öyle…

Ama filmi Winston rolüyle John Hurt taşır. En unutulmaz sahneler de her gün gerçekleştirilen düşmanları/hainleri lânetleyip “Big Brother"ı yüceltmeye dönük toplu törenlerdir. Denilebilir ki filmin Orwell’in yazılı metnine en büyük katkısı bu sahnelerdir. Ve bize, bin kelimeye bedel yalınlık ve çarpıcılıkta “Big Brother”da eritilmiş kitlenin adeta bir “zoraki ibadet”e nasıl tabi tutulduğunu resmeder.

George Orwell’in 1949’a tarihlenen romanının, o günün dünyasında yazarın karşısına çıkmış iki totaliter rejim, Hitler Almanya’sı ile Stalin Rusya’sından “kırma” bir esinlenme olduğu açıktır. Bir “totaliteryanizm distopyası” olan bu romanı, ondan uyarlama filmin başrol oyuncusunun kaybıyla gündeme getiriyor olmamın ne kadar anlamlı bulunacağından ise çok emin değilim. Çünkü bugünün dünyasında içinde bulunduğumuz coğrafya dâhil olmak üzere onun güneyinden kuzeyine, doğusundan batısına ve en uzak batısına (Atlantik-ötesine) kadar, Orwell ve eserini ürpere ürpere hatırlamadığımız tek bir gün dahi yok gibi!..

Ve elbette bizim buralarda da Orwell’in romanında geçen, geleceğe yönelik iç karartıcı kehanetleri bize çağrıştıracak mahiyette pek çok vaka hemen her gün karşımıza çıkıyor.
Bir “dinbaz totaliteryanizm”i hayata geçirme yolunda irili-ufaklı, küçük ya da büyük ölçekli mahiyette girişimlerde bulunmaktan geri kalmayan birçok kişi, çevre, kurum, vakıf, vesaire var.

Bunlardan biri de dün Ozan Çepni kardeşimizin haber olarak önümüze koyduğu, bize özgü bir “zoraki ibadet” uygulaması denilebilir.

Afyonkarahisar’da Müftülük ve Milli Eğitim Müdürlüğü el ele vererek yarıyıl tatilindeki 7-15 yaş arası öğrencileri “Haydi Namaza” adı altında bir etkinlikle topluca vakit namazlarına çekmeye yeltenmişler.

Kampanya kapsamında her gün erkek çocuklarının en az üç, kız çocuklarının da en az iki vakit, cami cemaatiyle namaz kılmasının sağlanması hedefleniyor.

 Milli Eğitim Müdürlüğü’nden tüm okullara gönderilen yazı ile öğretmenlere kampanyayı teşvik etmeleri yolunda resmen talimatta da bulunulmuş.

Bir öğretmene, tâbi olduğu resmi kurumca öğrenciyi namaza teşvik yolunda talimatta bulunulması bir zorlamadır ve akla hafiften de olsa “Dinde zorlama yoktur” ayet-i kerimesini getirmektedir.
Ama bu ayeti daha yüksek yoğunluklu olarak hatırlamaya bizi sevk edecek bir de “resmi talep” var: Müftülük, okulların Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerinden “Namaz Takip Çizelgesi” başlıklı bir imza sirkülerini çoğaltarak öğrencilere dağıtmasını istemiş. Böylece öğrencilerin cemaatle kıldıkları her namaz, cami görevlilerinin imzalayacağı bu belgelerle “takip edilmiş” olacak!..
Şimdi siz buna “din” diyorsunuz, öyle mi?!

Ve dini bu şekilde çocuklara iki haftalık tatilde onları mahalle-okul-müftülük baskısı altında namaza çekerek sevdireceğinizi sanıyorsunuz, öyle mi?..

Korkarım buradan çıksa çıksa 1984-benzeri hikâyelere, senaryolara, kurgulara kapı açacak sonuçlar çıkar.

Orwell’in bıraktığı yerden, ama Hitler Nazizm’i, Sovyet Stalinizm’i çağrışımlarının ötesinde, bir dinbaz-totaliteryanizmin Türkiye macerasına binaen!..

Tayfun Atay  / Cumhuriyet

28 Ocak 2017 Cumartesi

Din ile Aydınlanma arasında - ORHAN GÖKDEMİR



Karanlığı yıkıp geçen bir halk hareketine dönüşmeden çok önce her biri küçük bir kale görünümündeki korunaklı kentler arasında dolaşan bir takım tuhaf insanların işiydi aydınlık. Yerleşik dini eleştire eleştire dinsizliğin denizine yelken açan son dönem Aydınlanma filozofları işte o tuhaf adamların paltosundan çıktı. Bilim için dinden kurtulmanın şart olduğu kanısını yaygınlaştırdılar. Büyük Fransız İhtilali’nin kilise karşıtı girişimleri bu radikalizmin doruğu oldu.

Oysa görünüşün tersine Aydınlanma filozoflarının çoğu derin bir biçimde dinseldiler. Kiliseye muhaliftiler ama kaybolmuş bilgeliğe inanıyorlardı. Laboratuvarlarında aradıkları şey bilimden çok simya sihirbazlıklarıydı. Örneğin “müspet bilim”in kurucusu sayılan Newton’ın bir ayağı büyünün alanındaydı. Büyük Fransız Devrimi de, kiliseyi yerle bir ederken yerine kendi bilim kilisesini kurmayı amaçlamıştı. Bilim, örgütlenmiş din ile eski inançlara bağlı tarikatların çatışmasından çıktı. Ama bu, bilinçli bir çabanın sonucu değil, bir kaza ürünüydü. Simyacıların büyüye ulaşmak için denemekten başka yolu kalmamıştı, deneye deneye kimyacı oldular.

Aydınlanmanın rasyonel ve bütünüyle din dışı bir düşünce geleneği olduğu yargısının nasıl oluştuğunu incelemek ilginç sonuçlar verebilir. Hâlbuki gerçek bambaşkaydı. Aktörlerinin çoğu Masondu ve yüzleri antik Mısır’a dönüktü. Mısır’a duydukları derin bağlılık nedeniyle, o kültürden tek tanrılı dinlere kalan büyük mirası sezmişlerdi. İbadetler, inançlar, davranışlar, temele inildiğinde bütünüyle Mısır çıkışlı görünüyordu. Oruç, abdest, sünnet, tek tanrı gibi birçok inancın ve davranış biçiminin kaynağı orasıydı. Hıristiyanlığın teslisi ile İsis-Osiris-Horus inancı arasındaki bağı görmek için bilgin olmak gerekmiyordu. Öyleyse, “rasyonel” Aydınlanmacılar için “eski orijinal dine geri dönmek” doğru bir davranış olacaktı. Çoğu bunu yaptı. Bruno, Galileo, Copernik gibi öncüler, tanrının “Güneş” olması gerektiğine inanıyorlardı. Güneşi tanrı yaptılar. Evrenin merkezine güneşi oturtup dünyayı onun etrafında dönen basit bir gezegen derecesine indirgerken, inançlarının da gereklerini yerine getirmiş oldular.

Şimdi yeniden din ile ilgili büyük soruların sorulduğu o aydınlık çağın eşiğindeyiz sanki. Hemen her şeyi kontrolü altına alma arzusuyla kabından taşan inançlar, tarihi de yeniden ışığın geldiği o kaynağa doğru sürüklüyor. Üzerimize doğru gelen aydınlık bir dalga var…

***

Tarihin henüz dünya tarihi olmadığı bir zaman aralığından söz ediyoruz. Yani Avrupa henüz dünyanın kıyısında kendi başlangıcını yapmaya çalışan küçük bir toprak parçasından ibarettir. Çıktığı yolda, o yola çıkmadan çok önce geçenlerin bıraktığı ayak izleri onun için bir anlam ifade etmemektedir. O izlerin üzerine basa basa kendi gittiği yolu bir kez daha kendi adına keşfedecektir.

M.S. 3. yüzyılda yaşadığı sanılan Antik Yunan felsefe tarihçisi Diogenes Laertios “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri” adlı kitabında, Mısırlı hiçbir “filozofa” gönderme yapmamasına karşın, Mısır felsefesi hakkında şunları yazar: “Mısırlıların tanrılar ve adaletle ilgili olan felsefeleri şöyledir: Onlara göre evrenin başlangıcında madde varmış, sonra bundan dört öğe ayrılmış ve kimi canlılar oluşmuş. Güneş ve ay birer tanrıymış, birinin adı Osiris, öbürü İsis’miş… Onlara göre evren oluşmuş bir şeymiş, bir gün yok olacakmış ve küre biçimindeymiş. Yıldızlar ateşmiş ve yeryüzündeki her şey bunların ısısıyla oluşmuş. Ay tutulması, ayın dünyanın gölgesi üzerine düşmesiyle oluşuyormuş; ruh ölümden sonra da yaşar ve başka bedene geçermiş; yağmur havanın değişmesiyle oluşurmuş. Hekataios ve Aristogoras’ın anlattığı gibi, başka şeyleri de doğaya dayanarak açıklıyorlarmış. Adalete dayalı ve Hermes’e yakıştırdıkları yasalar çıkarmışlar, yararlı hayvanları tanrı sayıyorlarmış. Geometriyi, astrolojiyi ve aritmetiği onların bulduğunu söylerler.”

Bundan sonra “Yunan dehasını”, Platon’u, Aristo’yu, Sokrat’ı düşünün. Sonra Bruno, Galileo ve Copernik’i. Felsefede laf ebeliği gibi görünen şeyin nedeni işte düşünce coğrafyaları arasındaki bu büyük boşluktur. Bizim “bilimimiz” de o boşlukta ve evveliyatsız olarak başladı. Başarıları ortada ama 2500 yılı Leartios’un kaybolmuş bir geçmişe değin anlattıklarına ulaşmak için harcamamızın da makul bir açıklaması yok. Şimdi büyük sorularımız var ve elimizdeki sınırları genişletmeye, boşluğu doldurmaya mecburuz.

Bilimi de, dinleri de yaratanlar bizleriz. Dinde olduğu gibi bilimde de bir “anlayış” sorunumuz var. Tarih, aydınlık din adamlarının ve dar kafalı bilim papazlarının mümkün olduğunu gösteriyor. Anlayışımızı daha kapsayıcı kılmak, dinde olduğu kadar bilimde de dar kafalılığa düşmemek hepimizin temel ödevi.

***

Cahil her şeyi kendisinden başlatır. Tak tanrılı dinler, yeni bir ahlak yaratmanın ötesinde örgütlenmiş cahilliktiler. Her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar veya sildiler. Eskiden duydukları derin korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni bir tarihin kapısını açtılar.

Her şeyi kendisinden başlatan cahildir. Museviliğin içinden çıkan Hıristiyanlığın hiçbir yeniliği yoktu. Bir Yahudi tarikatı olmak üzere çıktıkları yolu yeni bir din olarak tamamladılar. Peki, Musevilikten önce Beni İsrail, Hıristiyanlıktan önce Hıristiyanlar, İslamiyet’ten önce Araplar dinsiz miydiler? Eskilerin “puta tapar” oldukları hep söyleniyor ama put hiçbir zaman ortak bir geçmişe işaret etmez. Dinler eninde sonunda birbirlerinin içinden çıkar. Evet, Yahudilerin Atoncu, Hıristiyanların Yahudi, Müslümanların da hepsiyle birlikte Sabi oldukları çoktan unutuldu. Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir eğilimleri vardır yine de. İddialarına bakılacak olursa hepsinin ortak inancı tek tanrı ama ortalık teslisten, ne tanrı ne insan olan meleklerden, imanın şartı haline getirilen pagan mabedi ziyaretlerinden geçilmiyor. Din değişmiş ama tavaf aynı tavaf. Bilimle baksan hepsinin inkâr ettiği geçmişini görürsün!

Din içi bir tartışma değil yaptığımız. Öyle bir tartışmanın da imkânı yok zaten. Dindeki tutarsızlıklar, bilime aykırılıklar onun doğasındandır. Çünkü o bir inanç sistemidir; malzemesi inanışlardır, mantığa ihtiyacı yoktur. Sünnet olur, çünkü Yahudiler de sünnet olmaktadır. Abdest alır, çünkü Sabiler de yıkanmaktadır. Meleklere inanır, çünkü eskiler çok tanrılıdır. Paganlar için de kutsal olan bir göktaşına tavaf ettikleri, inanç sahibine bilimsel olarak nasıl anlatılabilir ki? Bir inanç mensubu, farz edelim bir Hıristiyan veya bir Müslüman, dünyanın düz ve öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz zaten. Ama illa gerekliyse bir Hıristiyan veya Müslüman oldukları için kınanabilir. Sorun sistemin bütünündedir çünkü. Dine akıl ve mantık yükleme çabaları beyhudedir. Din, sonsuz evren karşısında, kısa hayatımızı rahatlatacak basit cevaplar sunuyor bize. Deyim yerindeyse “nefsimizi köreltiyor”. Bilim ile yürümek ise, henüz verilmemiş yanıtlarla yürümeyi göze almaktır. Bu gerilimi kaldırmak inançtan çok bilimsel bir terbiye ve disiplin ister.

Bunun bize söylediği şu: Din karşısında Voltaire gibi durmak gereklidir; bu eleştiri yapılmalıdır. Ama bizim için esas olan onun karşısında Marx gibi durmaktadır. Dediği gibi, dinde insanın acıları karşısında derin bir iç çekişi var ama bu sefil hayata karşı bir protesto da… Bilim iç çeken insanın acılarına çare bulamadığı sürece, din afyon olmaya devam edecektir.

Biliyoruz; Dine karşı o küstah tutumu gösteren eski devrimci sınıf, mevzilerini çoktan terk etti. Onun bilimi ile dini arasında artık bir fark görülemiyor. Bizim ise, bu iç çekişi eleştirirken anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Çünkü dini eleştirmek isteyen, önce onu mümkün kılan dünyayı eleştirmelidir…

***

Işığı arayan karanlıkta el yordamıyla yürümeyi öğrenmelidir. Mısır kökenli yazar Ahmet Osman’ın kitaplarını Türkçeye kazandırmaya vesile oluyorum uzun zamandır. Üçü, “Musa ve Akhenaton”, “Kayıp Şehir” ve “Krallar Vadisi’ndeki Yabancı” yayınlandı. Üçünün konusu da bildik dinler tarihi ama bambaşka sonuçlara varıyor yazar. Musa ile “kâfir kral” Akhenaton’u, Vezir Yuya ile Yusuf Peygamber’i özdeşleştiriyor mesela. Henüz üzerinde çalıştığımız bir başka kitabında ise Akhenaton’un tek tanrıcı dinini alaşağı eden oğlu Tutankamon ile İsa’yı özdeşleştiriyor. Böylece kutsal kitap hikâyeleri kutsal bir kelam olmaktan çıkıp yeryüzüne iniyor ve ete kemiğe bürünüyor.
Dinler tarihini Aton-Amon dini arasında bir kavga olarak açıklayan ilk kişi ise Ahmed Osman değil-şaşırtıcı gelebilir-Sigmund Freud. Ölümüne yakın yazdığı “Musa ve Tektanrıcılık” adlı çalışması, psikanalize dayanarak yeni bir dinler tarihi oluşturma girişimiydi. Aydınlıklar çağının karmaşık ruh hali sanırım biraz bu tartışmalara ve çabalara bakılarak anlaşılabilir.

***

Bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan cahilliği rehber edinmiş yobaz şiddeti ile yüzleşiyoruz. Yarım yamalak edindikleri sefil dogmalarını topluma dayatmaya, hayatı o dogmalara göre biçimlendirmeye çalışıyorlar. İddiaları bu. Mümkün mü göreceğiz. Ama ondan önce çok güçlü bir biçimde “hayır” diyeceğiz. Bilgiyle donanmış bir aydınlığı hangi karanlık yenebilmiş ki?

Orhan Gökdemir / SOL

Hayır ama nasıl hayır? - AYDEMİR GÜLER

Şimdi sanılabilir ki, Anayasa referandumunda bir tane dümdüz, ikirciksiz, sade mi sade hayır oyu var, bir de rezervli, yetmezli, amalı fakatlı hayır…
İkincisi biz oluyoruz! Böyle sanılınca da lüzumsuz yere laf kalabalığı yapmış oluyoruzdur. “Git kardeşim, temiz temiz hayır de, ötesini kurcalama.”


Veya bas geç!
Kimse kusura bakmasın, ama hayır bahçesini temiz tutmak için birtakım kayıtlar konması zorunludur. Çünkü hayırın has sahibi sanılanlar ortalığı fena halde kirletmiş durumdalar. Kayıtlarımız, ama ve fakatlarımız aksesuar değil zorunluluk. “Bas geç” lümpenliğiyle AKP’ye muhalefet edilemeyeceğinin öğrenilmiş olması gerekirdi.

***

Referandumda hayır çıkarsa, “Değişen bir şey olmaz. Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan ve Parlamento yerinde kalır, herkes yetkilerine sahip olur. Geçmişte nasıl gidiyorsa benzer şekilde yolumuza devam ederiz.
Bu sözler Kemal Kılıçdaroğlu’na ait! Dediği gibi olacaksa hayır oylarının zerre kadar değeri yok demektir. Hayır oyunun bir işe yaraması için bir değil birçok şeyin değişme yoluna girmesi gerekir. Ve kaldı ki, hakikaten bir şey değişmeyeceğine ikna olan insanların kalkıp hayır oyu vermeye sandığa gitmeleri için nasıl bir nedenleri olabilir? Türkiye “aman böyle kalsın” denecek bir ülke midir?
Anlaşılan ana muhalefet partisine göre öyle! Doğru soru şu: Kemal bey bu sözleriyle hayır oylarını güçlendireceğine inanacak kadar siyasal akıl yoksunu mudur, yoksa gizliden gizliye evet çalışmasına destek mi vermektedir? Ha bir de klasik CHP’gil siyaset teorisi var. Buna göre solcuyum diyenler zaten arka bahçeni oluşturmaktadırlar. Bunun garantisiyle parti sağa, daha sağa, her gün biraz daha sağa açılmalı ve sağcıları kazanmalıdır. CHP’yi aşan ve Türkiye’de ilericiliğin altını oyan, cumhuriyeti tüketen süreç sola bu mantıkla yutturulmuştur.

***

HDP bir diğer hayır’cı muhalefet partisi olarak biliniyor: “Anayasa görüşmelerinde biz HDP olarak, tutuklu milletvekillerimizin olması nedeniyle Meclis’te oy kullanmadık. Bu yolla ‘fire olur mu?’ tartışmasını da bertaraf ettik. Antidemokratik anayasal değişikliği durdurmak için mutlaka sandığa gidip, ‘hayır’ dememiz lazım. Sandığa gitmemek, oy vermemek de ‘evet’ demektir.
Sözler Diyarbakır milletvekili Ziya Pir tarafından İskenderun’da dile getiriliyor ve deneyimli bir gazeteci tarafından haberleştiriliyor. Bunu not ediyorum, çünkü yakın geçmişte HDP’nin bir açıklamasının bir başkası tarafından düzeltildiğine çok rastlandı. Bazı partiler bir “yanlış anlaşıldım” partisidir memleketimizde.
Ziya bey ne demiş oluyor? İlk cümle yeni bir sorunun vesilesidir: Bazı milletvekillerinin tutuklu olması durumunda bir siyasi parti hangi gündemlerde oy kullanır, hangilerinde oy kullanmaz?
Geçelim, çünkü peşi sıra anayasa görüşmelerinde oy kullanmamanın sağladığı yararla tanıştık bile. Fire olur mu tartışması bertaraf olmuş! Yani antidemokratik, alıntılamaya devam etmediğim pasajlarda düpedüz faşist denilen anayasa değişikliklerini bazı HDP’lilerin destekleme olasılığı varmış. Olasılık yok idiyse, yani ortada sadece bir karalama söz konusu olsaydı, gidip hayır’ı basardınız ve karalayanların da kafasına çalardınız. “Vekillerin tutuklanmasının karşılığı neden hangi oturumda ne yapmaktır” türünden teorilerle hiç uğraşmazdınız…
Oy kullanmama yoluyla yapılan gerçekten de “tartışmayı bertaraf etmektir.” Tartışma bertaraf olmuştur olmasına, ama bazı HDP’lilerin faşist değişikliklere oy verebilecekleri, Ziya beyin ifadesiyle “Faşizme dur demeyecekleri” olgusu ortada duruyor. HDP’nin hangi kısmı iktidardan hangi kısmı muhalefetten yanadır? Bu parti hakikaten hayır kampanyası yürütecek midir?

***

Referandum bir fırsattır. Geçenlerde Oğuz Oyan’ın yazdığı gibi örgütlenme ve mücadele fırsatıdır.
Referandum bir fırsattır. Bir kısmi başarının arkasının geleceğini ilan etme fırsatıdır. Artık bugüne kadarki gibi olmayacağının, cumhurbaşkanından da başbakandan da hesap sorulabileceğinin ilan edilmesi için fırsattır.

Referandum bir fırsattır. Burnu biraz sürtülmüş bir AKP’yle yeniden müzakere masasına dönmek için değil, halkımızın başka bir gelecek kurma gücüne inanması için fırsattır.

Aydemir Güler / SOL