20 Ocak 2021 Çarşamba

Zor zamanlar üzerine - Ekin Sönmez / SOL-GELENEK

 

Hangisi daha hayalcidir? Koşulların verili durumda aleyhte gözükmesine bakıp hedefleri revize etmek mi, ileriye, bugünün ötesine bakmak mı?

Komünist partilerin tarihi ile ilgili yazılıp çizilenler, akademik çalışmalar, anı, günce, anekdot, biyografi ve otobiyografiler, hatta kurgu eserlerden oluşan bir derya. Bir bölümü devrimciler tarafından yazılmış, bir bölümü karşıdevrimciler tarafından. 

Yirminci yüzyılda dünya ölçeğinde komünist partilerin durumunu sadece yüzeysel şekilde düşünecek olursak, aklımıza birçok metnin gün ışığına çıkmadığı uzun süreli illegal dönemler olduğu kadar, resmi devlet tarihi ve devletlerarası ilişkiler ile parti tarihinin iç içe geçtiği dönemlerin de olduğu gelebilir. Dolayısıyla, bu yazılanların oluşturduğu, çeşitli güvenilirlik düzeylerinde ve yazan öznenin kim olduğunun son derece belirleyici olduğu bir kaynak havuzudur. 

Tarihçi Perry Anderson 80’lerin başında yazdığı bir makalesinde bu havuzu beş türde grupluyor: Anılar, resmi tarih kitapları, bağımsız solcu yazarların tarih kitapları, liberaller tarafından kaleme alınanlar ve Soğuk Savaş kalemlerinin yazdıkları. 

Ancak aynı makalede her bir türe dair verdiği örneklere ve bu eserlerin büyük hacimlerine sığdırılamamış kısıtlarına da yer veriyor. Bunlara şimdi, eski Sovyet arşivlerinden çıkan gizli belgeleri ve günümüz devrimci partilerinin özgün tarih çalışmalarını da eklemek gerek.

Dolayısıyla “komünist partilerin tarihine şu veya bu açıdan bir bakış”, öyle kolay bir bakış olmaktan çıkar. Üstelik bu kadar yazı çiziye rağmen hâlâ bazı konulardaki belirsizlik sürerken (Komintern tarihinden tutun, yirminci yüzyılda farklı ülkelerde gerçekleşen devrimler ve bunların birbiriyle ilişkilerine kadar) ve birinci elden araştırma bulguları kullanmadan varılacak çıkarımların, genellemelerin ciddi bir sınırı var. Hem yazarken hem de okurken bu sınırların ayırdında olmak ve havuzda bir damla ile muhatap olunduğunu unutmamak gerek. Dolayısıyla bu yazının, olsa olsa bugünkü zor koşullarda bizi ayakta tutan şeyin tarihteki izlerini hatırlatmayı amaçlayan bir kısa gezinti olabileceği söylenebilir.

Adı üstünde, zor koşullar. Yani hastalık, ölüm, yıkım, savaş, salgın gibi, hayatta kalmanın bazen mucizevi hale geldiği somut engellerle dolu özel dönemler. Zora dayanmak, eğilip bükülmemek, örgütsel, siyasi ve ideolojik olarak mevzi yitirmemek hiç kolay bir şey değil. Komünist partiler de buna tâbi, yani tarihimiz bize peş peşe sıralanacak ve her biri ayrı bir destan olacak öyküler bahşetmemiş. Ele geçen her fırsat, her coğrafyada en devrimci şekilde kullanılamamış. Zaten hatasızlığı beklemek de hayatın olağan akışına aykırı olur.1 

Nitekim özellikle geçtiğimiz yüzyıla bakacak olursak zor şartlarla, savaşla, darbelerle, dikta rejimleriyle sınanan pek çok komünist partinin, bu süreçlerden ya ideolojik olarak bazı tavizler vererek (“Ben doğruyu söylüyorum” diye olanaklara sırtını dönmek, kafasını kuma gömecek bir sekterlik içine girmek de bir tavizdir2), ya örgütsel yapısında kayıplar yaşayarak, ya da sınıf uzlaşmacılığına kayarak, hatta kendi kendini tasfiye ederek çıktığını görürüz. Kıta Avrupası partileri de Avrokomünizm’in etkisinin uzandığı bazı Latin Amerika partileri de buna iyi örnekler oluştururlar.3 Geçtiğimiz yüzyıl dünyanın ilk işçi devletinin kurulduğu, faşizmin ortaya çıktığı ve komünistler tarafından dize getirildiği, insanlığın fezaya çıktığı yüzyıldır; ama aynı zamanda Marksizm’in en çok çarpıtıldığı ürünler de literatüre geçtiğimiz yüzyılda girmiştir.

Zor şartların düzen partilerini ne hale getirdiği ise aslında bundan çok daha acıklıdır. “Normal şartlarda” zaten belli bir apolitik destekçi kitlesinin niceliksel ve siyasi varlığını veri alarak yolunu bulan burjuva partileri, kaygan bir zemine kurulu oldukları için o zeminin şöyle bir sallanmasıyla kolaylıkla yıkılabilir. Zorluklar böylesi partileri iktidardan indirebilir, içlerinden bazı aktörler gemiyi terk edip arkasına bakmadan ikbalini başka denizlerde arayabilir, hatta ülkeden geri dönmemek üzere ayrılabilirler. Sermaye sınıfı işini artık görmeyen bu tür partileri tarih sahnesinden silmeye ve bir yenisini kurmaya karar verebilir, bunu uygular da... Yalnızca Türkiye siyasi tarihinin bir burjuva partileri çöplüğü olduğu düşünülmesin. Fakat komünist partilerinin zorluklar karşısında ayakta kalmalarını, geleceğe uzanmalarını sağlayan, “tarihten silinmeye bağışık kılan başka yönleri var.4 Elbette işçi sınıfı var oldukça sınıf mücadelesi de var olacaktır, komünistler de… Kastım bu değil. Bir parti olarak ayakta sağlam kalmak, öz(n)el müdahaleler gerektiriyor. Odaklanmaya çalışacağım alan burası olacak.

Bir kere şartlar ve güç dengesi ne olursa olsun kararını kendi başına vermek (yanlış bir karar da olsa), kendi göbeğini kendi kesmek, sonraki kuşaklara üzerine basacağı sağlam bir zemini bırakabilmenin anahtarı. Üstelik bu, söylemde ne kadar radikal gözükse de yaptıklarıyla düzeni destekleyen bir siyaset yürütmekten çok daha onurludur. İkincisi tarihe bakabilmek, tarihin ortaya koyduğu değişim ve ilerleme fikrinden güç alarak geleceği hayal edebilmek. Yani biricik teorik yöntemleri, zor zamanlarda da komünistleri ve partilerini diri tutan yanları. Yalnızca diri değil, aynı zamanda gerçekçi ve iyimser kalmak da bu yöntemin kılavuzluğu ile mümkün.

*

Buna karşılık, durgun, sakin, istikrarlı görünen zamanlarda aslında küçük görünen ya da hiç görünmeyen birçok tehlikeli değişiklik bir zemin aktivitesi olarak sürer.5 

Küçük burjuva katmanların siyasi tercihlerini temsil edecek aktörler çeşitlenir, bunlar arasında geçişkenlikler artar. Küçük ideolojik farklılıklar büyük önem taşıyormuş gibi görünür, toplumdaki gerçek çelişkileri örten katmanlar boyutlanır. Topluma yol gösterici konumda olanlar arasında saf değiştirenler, güce yakın durma eğiliminde olanlar çoğalır. Bıkanlar, küskünlüğe, yılgınlığa kapılanlar olur. İleriye bakmak unutulur, geçmişte, nostaljide olmadık iyilikler aranır. İleriye bakılmadığı ölçüde devrim fikrinden uzaklaşılır. Şüphecilik, hasımlık, tereddüt, bulanıklık, korku ağır basar. Üretici güçlerin enerjisi düşer. Böyle anlarda, aynı ağır havayı soluyan komünist partilerin devrimciliğini koruması hiç de kolay değildir.

Bugünden bakacak olursak 1905 burjuva devriminin yenilgisinden sonra Rusya’nın içine düştüğü gericilik, bu durgun zamanlara bir örnektir. Koşullar her şey için fazlasıyla elverişsizdir. Emekçiler yabancı sermayenin boyunduruğu altındadır, borçlar büyüktür, günde 10-12 saat çalışılmaktadır; ama yine de baskın bir yoksulluk vardır. Halk adına 1905’te kazanılanlar şiddet ve zorbalıkla geri alınmıştır. Kadrolar çeşitli ülkelerde dağınık noktalardadır, sürgündedirler, hapistedirler, yayın çıkarmak, dağıtmak binbir türlü engeli aşarak ancak mümkün olmaktadır. 

Bolşeviklerin etrafında öne çıkan isimlerin çoğunda çözülmeler olmuştur. Lunaçarski, Bogdanov gibi aydınlar partiden uzaklaşmıştır. Menşeviklerin siyaseti tavizler üzerine kurulu hale gelmiştir. Üstelik partinin “demoralize” olduğunu dillendirip durmaktadırlar. Vakti gelince parti Menşeviklerden arınır ve Lenin’in tabiriyle Merkez Komitesi “dirilir”; fakat sonuçta eski yoldaşlar karşı sınıfın saflarındadır artık. Avrupa’nın ortasında Almanya Sosyal Demokrat Partisi kurumsallaşmakta, otoritesi büyümekte ama parti merkezi adım adım milliyetçileşmektedir.

Savaşın başlamasıyla işler değişecek, durağanlıktan büyük bir hızla çıkılacaktır. Fiziksel, maddi, toplumsal açıdan çok daha hareketli ve yıpratıcı günler gelecektir. Fakat Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik kanadının, komünistlerin savaşın ortasında elde ettikleri zaferin gerisinde, öncesindeki karşıdevrim yıllarında partiyi ayakta tutabilmeleri ve partinin gerçek işlevini hiç saptırmamaları yatıyordu. Panik yapmadan kadroları toparlamak, bir sonraki karşı saldırıya hazırlanmaktı anahtar. Çünkü nesnel koşulların halkın öfkesini kızıştıracağını, tekelleşme ve uluslararası rekabetin kaçınılmaz olarak bunu doğuracağını öngörüyorlardı. Ayrıca devrimin yenilgisinden “ne yapmamalı”yı çıkarmaya değil bu süre içinde işçi sınıfının kazandığı mücadele becerisine odaklanmışlardı. 

Lenin’e göre 1905-1908 arasında üç yıl içinde kazanılan bu beceri, Alman işçi sınıfının 1848-78 arasında otuz yılda kazandığı beceriye denkti ve hafife alınmamalıydı. Devrim fikri onlar için günceldi ve kitleler için de güncel olacağı zamanın geleceğini bilmekte, o günlere hazırlanmaktaydılar.  Hazırlık ekonomistlerle, legalcilerle, milliyetçilerle, ya da Rusya’yı bir sosyalist devrim için fazla geri bulanlarla ayrışmak, bu sapmaların işçi sınıfının düşüncesini ve ruh halini belirlemesini önlemek için sabırla çalışmayı gerektiriyordu. Teorik temellerin manipüle edilmesine izin vermemek ve materyalizmi sahiplenmek de bu hazırlığın bir parçasıydı. Böyle olmasaydı, o çok yaygın ve bulaşıcı yılgınlık, bezginlik, uzlaşı ve teslimiyet havasına kapılsalardı (ki o kapasitede ve formasyondaki kişiler için buna gerekçeler üretmek büyük mesele olmasa gerek) birkaç yıl içinde savaş makinesinde ezileceklerdi. Hatta ezilen yalnızca Rusların değil, Alman, Macar, Slovak ve tüm Avrupa işçilerinin devrim umutları olacaktı bile denebilir. Öyleyse 1908-1912 aralığında, Bolşevik olmak mı, Menşevik olmak mı daha gerçekçidir? Hangisi daha hayalcidir? Koşulların verili durumda aleyhte gözükmesine bakıp hedefleri revize etmek mi, ileriye, bugünün ötesine bakmak mı? Bugünün Türkiye'sinde mecliste siyaset yapanların bize vaaz ettikleri gerçeğe mi, hayale mi daha yakındır?

*

Zor zamanlar, kitleler için suların durgun olduğu dönemlere göre çok daha öğretici, cesaretlendirici ve dönüştürücüdür. Dostları ve düşmanları seçmek daha kolay hale gelir. Tumturaklı laflar ederek gerçeği gizlemek ise güçleşir.

Yunan İç Savaşı zor zaman denince akla ilk gelen örneklerden sayılabilir. Nazilere karşı tüm halkın bir arada verdiği bir savaştan sonra, ülke İngilizlere ve Amerikalılara teslim edilmek üzeredir. Yunanistan Komünist Partisi (YKP) faşizm canavarının tüm dünyada Sovyetler Birliği ve partizanlarca bertaraf edilmesinden hemen sonra bugün sorgulanmayı hak eden bir adım atmıştır: Barış ve demokrasi adına hükümetteki işbirlikçilere güvenmek, imzalanan anlaşmalar sonucunda gardını düşürmek, silahını bırakmak. 

Bu hatanın büyük bir bedeli oldu. 

Aynı işbirlikçiler, ülkenin Amerika’nın Türkiye’yle birlikte doğuya uzanan iki elinden biri olmasına muhalefet edeceklerini bildikleri komünistlere karşı, üstelik CIA beslemesi faşistleri de gölge kuvvet olarak yanına alıp, bir cadı avına çıktılar. Gerçi silah bırakılmasaydı da, savaş sonrası kurulan yeni düzende Yunanistan’ın Amerika’ya tâbi olması için en başta ülkede büyük bir meşruiyet sahibi olan komünistlerin başının ezilmesi gerekecek ve mücadele iki taraf için de sürecekti. 

Nitekim ABD’nin bu süreçte sinsi ve açık hiçbir çirkinlikten kaçınmadığını görürüz. Her biri ayrı bir özgül ağırlığa sahip birçok nesnel ve öznel faktörün, iç ve dış istikrarsızlıklar, kararsızlıklar ve zaman yitirmelerin de iç içe geçtiğini söyleyebiliriz. Üstüne savaş yorgunluğu… Bir komünist parti için daha zor bir zaman, daha çetin şartlar olabilir mi? Birkaç yıl öncesine kadar, yani İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yunan Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (EAM) muazzam savaşımı halkın dörtte üçünü kapsamış, bu savaştan bir işçi iktidarı ile çıkmak bile mümkün görünmüşken...

Yunan komünistlerin 46’da Demokratik Ordu’yu örgütlemeleri, özgür bir Yunanistan kurmak için üç yıldan uzun sürecek yeni bir savaşa girmeleri bir meydan okumadır. İç savaş boyunca ve ertesinde, illegal olmanın zorluğunun da eklenmesine rağmen yaptıkları tercih eli kolu bağlı beklemeyi kabul etmemek olmuştur. Bu sürekliliğin arkasında, EAM’ın cephedeki deneyiminin ve halk desteğinin getirdiği özgüven kadar, geleceğe dair mutlak bir inanç olmalıdır. Sotiriyu bir komünist ve bir gazeteci olarak o günleri anlattığı kitabında bu duyguyu şöyle ifade ediyor: “Direnişi gerçekleştiren ve inanılmaz güçlüklerle karşılaşan, katledilen bu güçlü, bu büyük kuşak, topraklarımıza tohumu serpmiştir. Bu tohum bir gün mutlaka yeşerecektir.” Yalnızca Yunan halkına değil, tüm dünyada sömürge karşıtı eylemlere, işçi sınıfının barış mücadelesine ilham olan isimler bu inanç ve adanmışlık kolektif olarak var olmasaydı; ayaklarını kendi topraklarına basmakta ısrar etmeselerdi olmazdı. Bugün Beloyannis tüm komünistler için hâlâ yaşayan ve başını dik tutmanın sembolü olan bir figürse, Yunanistan Komünist Partili gençler yeni Niko’lar ve Elli’ler olarak yetişiyorsa, tohum toprakta tutmuş ve kafasını çıkarmayı başarmış demektir.

*

Yunan İç Savaşı’nda da, Bolşeviklerin 1905 burjuva devrimiyle açılan dönemin kapanışından sonraki arayışlarında da ortak olan ve sonucu belirleyen nokta halkın kendi geleceği adına karar verme hakkını kullanmış olmasıdır.6 Bu hakkın meşruiyetine hiçbir gölge düşürmemesi ve başka hiçbir önceliği de bunun önüne koymama iradesidir. Sınıfsal bakış açısını hiç elden bırakmamak, diğer tüm kavramları, savaşı, barışı, demokrasiyi, diplomasiyi bu bakış açısıyla okumaktır. Bu sınıf mücadelesinin kızıştığı, siyasetin sıcak savaş biçimini aldığı ve muazzam güçlüklerin yaşandığı durumda da, hiçbir şeyin kolay kolay değişmezmiş, gericiliğin geriletilmesi mümkün değilmiş gibi göründüğü durumda da geçerlidir. Sonucun birinde zafer, diğerinde yenilgi olması bunu değiştirmiyor. Yenilgi her zaman ihtimallerden biridir ve eğer gerçekleşirse, ondan sonra da mücadele devam eder. Yenilgiden daha tehlikeli olanı ise şudur: Militanlardaki gelecek için karar verme duygusunun yitirilmesi, belirleyen değil belirlenen olduğu hissine kapılması, bir an için bile olsa siyasetsizliğe düşme. Yenilginin kalıcılığına inanma. Çünkü o zaman yalnız bugünün ağacı kurumuş olmuyor, gelecek için tohum ekme faaliyeti de ortadan kalkmış oluyor.

Bana kalırsa pandemi bu ikisinin karması bir dönemi teşkil ediyor. Gelişmelerin hızını düşündüğümüzde ise başımız dönüyor. İçinde bulunduğumuz seferberlik hali, adeta bir savaşı çağrıştırıyor. İşçi sınfının dünya çapında örgütlülüğü, zihninin berraklığı, açıklığı açısından bakıldığında ise uzun sürmüş bir kış uykusu ile uyanıklık arasında bir alacakaranlık hali var. Bir yandan yirmi birinci yüzyılda aşı karşıtlığının çeşitli versiyonları ve “önce birileri yaptırsın göreyim de ben sonra yaptırırım” diyen bencillik hayretler içinde bırakırken, diğer yandan bir işçi kardeşimiz bir eline “iş”, diğer eline “aş” yazarak yaşamına son veriyor. Güvensizlik, panik, korku da var; siyahlardan, çekik gözlülerden nefret de. Aralarda bir yerlerde dayanışma da filizleniyor, öyle ki yaşlılar gençlere yoğun bakım yerlerini veriyor. Ve nasıl bundan yüz elli yıl önce, yüz yıl önce devrimler bastırılırken Versay’a, çara teşekkürlerini sunuyorduysa burjuvazi, bugün de insanlar yüzer yüzer ölürken, TÜSİAD yine “istişare ortamı için iktidara teşekkürlerini” sunmakta. Buna karşılık pandeminin tüketim coşkusu içinde aklı ve ruhu erimekte olan orta sınıflara işçiliklerini hatırlatmış olması, ömrümüze rast gelmiş bu uğursuz vebanın gözden kaçmaması gereken bir boyutudur.

Tüm bunlardan sonra bu yazının vermek istediği mesajı şöyle özetleyebilirim: İnsanlığın yüz yılda bir gördüğü bir pandemiyi ve kapitalizmden kaynaklı büyük bir ekonomik durağanlık-bunalım dönemini eş zamanlı olarak yaşıyoruz. Bilim yolumuzu biraz aydınlatmış olsa da dünya çapındaki bu virüs salgınının kısa vadede ortadan kalkacağına dair umutlanmak için oldukça erken. Fakat koşullar ne kadar zor olursa olsun üretici güçlerin, biz emekçilerin tek bir kurtuluş yolu var: Sosyalist bir gelecek için birlikte mücadele etmekten vazgeçmemek. O geleceğin ne kadar yakın olduğu, bugünleri nasıl değerlendirdiğimizin sonucu olarak karşımıza çıkacak. Zor zamanlarda nasıl siyaset yaptığımız, hangi tohumları ektiğimiz, yarın toplayacağımız meyveyi belirleyecek.

Ekin Sönmez / SOL-GELENEK

  • 1.“Akıllı kişi hatalar işlemeyen kişi değildir. Böyle insan yoktur, olamaz da. Akıllı kişi, önemli hatalar işlemeyen, hatalarını kolayca ve çabucak düzeltmesini bilen kişidir.” sözleri, kendi zamanını olduğu kadar geleceği de gerçekçilikle ele alan Bolşevik Devrim’in önderine aittir.
  • 2.Örneğin Britanya Komünist Partisi, uzun yıllar İşçi Partisi’nin basıncı karşısında böyle bir konumda kalmıştır. Küçük parti olmanın verdiği göreli rahatlıkla kokmamış, bulaşmamış olmak bugünden bakılınca övünülecek bir duruş olarak gözükmüyor.
  • 3.Meksika gibi bir ülkenin 13 yıl fiilen komünist partisiz kalmış olması çözülmenin gidebileceği en uç noktalardan birini gösteriyor.
  • 4.Komünist partisi olmaktan vazgeçenler tarih sahnesinden ya siliniyor ya da artık kendileri bile kendilerine komünist demiyor.
  • 5.Beyin elektriksel dalgalarını inceleyen elektroensefalografi (EEG) yönteminde, dinlenme hali diyebileceğimiz durağan halde devam eden ve dar bir aralıkta sürekli bir dalgalanma olarak gözüken elektriksel aktiviteye zemin aktivitesi denir.
  • 6.Kostas Pateras. Yunan İç Savaşı Üzerine Notlar (1946-1949). Gelenek, 2009, 90: 85-92. https://gelenek.org/yunan-ic-savasi-uzerine-notlar-1946-1949/

Türkiye'nin 'Kırmızı Pazartesi'si*: Hrant Dink katledileli 14 yıl oldu - SOL

 Cemaat, AKP, Genelkurmay, Ülkücüler ve medya... Hepsi birlikte hedef aldı, ölümünün ardından ise sadece tetikçiler yargılanarak tutuklandı. Şimdilerde onların da tahliyesi konuşuluyor.


19 Ocak 2007'de, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin Şişli Halaskârgazi Caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitirmişti Hrant Dink.

Ölümünün üzerinden tam 14 yıl geçti.

Bu 14 yılda ölümü önce Ergenekon'a havale edildi, sonrasında Cemaat'e.

Ancak hiçbir zaman cinayetin tüm sorumluları hakkında etkili bir soruşturma yürütülmedi. Örneğin Erdoğan'a göre, Hrant Dink davası kişiselleştirilmiş, Dink’in yazılarını, onun düşünce dünyasını kabullenmemek gibi bir nedenle işlenmişti.

Bu cinayette sonrasında bakan olacak dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler'in bir dahli yoktu örneğin Erdoğan'a göre. Öyle ya, Dink'in tehdit edildiği İstanbul Valiliği'nden MİT katılımlı toplantıdan dolayı Güler'i suçlamanın bir anlamı yoktu, ne de olsa şimdi cemaat merkezli duruşmalarda "tanık" sıfatıyla ifade veriyordu Güler... Daha önce de Ergenekon merkezli duruşmalarda "başka" isimler tanık olarak yer alıyordu, yine gerçek sorumluları aklamak üzerine kurgu duruşmalar yapılıyordu.

     Çizer: Canol Kocagöz

Neler olmuştu?

Agos Genel Yayın Yönetmeni Dink, Kasım 2003 – Mayıs 2005 tarihleri arasından Agos gazetesinde Ermeni Diasporasını eleştiren 11 haftalık yazı dizisi yayımladı.

Bu yazı dizisinden bir bölüm gerekçe gösterilerek hakkında birçok gazete tarafından hedef gösteren haber ve yazılara yer verildi.

301. maddeden yargılandı ve aksi yönde verilen bilirkişi raporuna rağmen 6 ay hapis cezası aldı.

2004 tarihinde Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu iddiasını içeren yazı nedeniyle hedef alındı.

4 Şubat 2004 günü, daha sonra AKP'nin İçişleri Bakanı olacak Muammer Güler'in valiliği döneminde İstanbul Valiliği’ne çağırılarak iki istihbaratçı tarafından "uyarıdı".

Bu da yetmedi, “Bu haberi yayımlayan kişi ülkenin birliğine ve bütünlüğüne nifak sokuyor” diye bir açıklama yaptı Genelkurmay. 

Ülkü Ocakları, 26 Şubat’ta Agos gazetesi önünde “Ya sev ya terk et” eylemi düzenlendi, dönemin Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz, “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir” dedi.

Kısacası cinayetten önce "ortam hazırlanmış", gerekli zemin oluşmuştu.

Oluşan bu zemin, Cemaat-AKP ittifakı döneminde "yeni bir sürecin" kapısını açacak adımlardan biri olarak görüldü ve defalarca ihbar edilmesine, neredeyse devletin tüm kurumları bilmesine rağmen göz göre göre cinayet geldi. 

Herkesin haberi vardı

Trabzon’da McDonalds’ın bombalanması eyleminde bombayı hazırlayan kişi olan ve Dink cinayeti planlayıcılardan olan Erhan Tuncel, polis muhbiriydi.

Sadece bu da değil, Dink’in vurulacağı, emniyete cinayet öncesinde tam 17 kez ihbar edilmişti. Bu ihbarlardan biri, Ogün Samast'ın cinayeti işlemek üzere İstanbul'a geldiğini dahi içeriyordu.

Cinayet ihbarı Trabzon'dan İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne de iletilmişti, şimdilerde dava kapsamında tutuklu olan ancak cinayetten sonra uzun süre korunan dönemin İstanbul İsthbarat Şube Müdürü olan cemaatçi Ali Fuat Yılmazer, bu ihbarın gereğini yapmamıştı.

Trabzon Terörle Şube Müdürü Yahya Öztürk, cinayet öncesinde Yasin Hayal’e “Bu bayrak düştü. Ya Yasin kaldıracak ya Erhan kaldırır, bu görev sizin” diyordu.

Yasin Hayal’in eski eniştesi Çoşkun İğci’nin cinayetten aylar önce Yasin Hayal’in planları konusunda Jandarma istihbaratına bilgi vermiş olmasına rağmen bu bilginin uzun süre gizlendiği de ortaya çıkacaktı.

Emniyet istihbaratçısı Muhittin Zenit, cinayetten sonra aradığı Erhan Tuncel'e  “Koyum ...a, gebermişse gebermiş” diyordu.

Ve belki de tüm bu sürecin finali olarak olarak sonra Samsun’da "yakalanan" Ogün Samast’la hem polis, hem de jandarma görevlileri Türk bayrağı önünde hatıra fotoğrafı çektirecekti.

Cinayetten sonra iki açıklama...

İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın, cinayetten 3 gün sonra basına verdiği demeçte “Dink cinayetinin herhangi bir siyasi boyutu ve örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayettir” diyecekti.

Bundan 5 yıl sonra ise bu kez Erdoğan, üstelik de cemaatle gerilimin de başladığı günlerde "Hrant Dink davası bence kişiselleştirilmiş davadır. Dink’in yazılarını, onun düşünce dünyasını kabullenmemek gibi bir nedenle yapılmıştır. Paralel yapı meselesinde ise devleti ele geçirme, ulusal güvenliği tehdit gibi büyük bir amaç var. Dink’in bu amacı gerçekleştirmelerini kolaylaştıracak devlette bir konumu yoktu ki. Bu teoriler paralel yapıyla mücadelenin hedefini saptırmadır. Mesela bu yapının parasal boyutu var" ifadesini kullanacaktı.

Şimdilerde artık tahliye konuşuluyor

Geçtiğimiz yıl mayıs ayında, Hrant Dink suikastının tetikçisi Ogün Samast, denetimli serbestlik hükümleri kapsamında 9 ay sonra dışarı çıkabileceği haberi gündeme gelmişti.

Ancak bu bilginin ortaya çıkmasından birkaç ay sonra Samast cezaevinde gardiyanlara saldırmaktan yargılandığı davadan da hapis cezası aldı ve tahliye süreci uzamış oldu.

Samast'ın Dink davası kapsamında tahliyesine yol açan şey ise, cinayetin yargılamasının "örgüt" kapsamında değil "sıradan bir cinayet" olarak yapılması oldu.

Rakel Dink 'bir gece ansızın gelebiliriz' denilerek tehdit edildi, onlar da tahliye edildi

Hrant Dink Vakfı, geçtiğimiz yıl mayıs kendilerine e-posta yoluyla gelen mesajda, "Bir gece ansızın gelebiliriz" denilerek Rakel Dink ve avukatların ölümle tehdit edildiğini duyurmuştu.

Söz konusu tehdit mektubunu yazan Hüseyin Ateş ve Ersin Başkan, sadece 4 ay cezaevinde kalırken, "Zincirleme şekilde imzasız mektupla veya özel işaretlerle tehdit" suçundan çıkartıldıkları mahkemece tahliye edildiler.

SOL

* Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in 1981’de yayımlanan ve başyapıtları arasında yer alan romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsünü anlatır. Hrant Dink cinayetinde ise cinayetin işleneceğini görmesi gereken herkes gördüğü gibi, bu kişiler aynı zamanda cinayeti teşvik de etmişlerdir...

19 Ocak 2021 Salı

Bal arısı dediğin hippi bir eşek arısı - 1+1FORUM

 ARILARIN DÜNÜ, BUGÜNÜ, MUHTEMEL GELECEĞİ

Arılar 120 milyon yıldır varolmaya, gezegenin florasını büyüleyici bir şekilde etkilemeye devam ediyor. Antroposen çağında ise insanın evriminde de payı bulunan bu muazzam varlıklar “çoklu stres bozukluğu”ndan mustarip. Arıların uzun tarihini, bugünkü durumlarını “Arıların Bildikleri” kitabının yazarı Thor Hanson’dan dinliyoruz. 
                                          Albrecht Dürer, Bal Hırsızı Aşk Meleği, 1514

Kitabınızı okuyunca bitki dünyasındaki hemen her şeyi arılara borçlu olduğumuz izlenimi oluşuyor.

Thor Hanson: En başta arıların çeşitliliğinin altını çizmeliyiz. Aklımıza hemen bal arıları geliyor ama, tüm kuşların ve memelilerin toplamından daha fazla türe sahip bir canlıdan bahsediyoruz. Dünyada 20 binden fazla arı türü var. Arılar, guguk arıları ya da kurşun kalem ucundan büyük olmayan ter arıları gibi ufacık olabilir. Porto Riko’ya özgü yağ toplayan cüsseli arılar ya da kanatlarını açınca avcunuzun tamamını kaplayan Endonezya’daki yaprak kesen Wallace arıları gibi kocaman olabilirler. Renkleri alışık olduğumuz sarı ve siyah şeritlerden parıltılı bir mora kadar değişkenlik gösterebilir, kırmızı ya da soluk mavi şeritli arılara rastlayabiliriz. Hatta bazı arılar tıpkı opal taşı gibi fiziksel özelliklerini kullanıp ışığı gökkuşağının renklerine kırabilir.
Bu çeşitlilik kısmen arıların çiçeklerle kurduğu yakın ilişkiden kaynaklanıyor. Arılar ve çiçekli bitkiler beraber evrimleştiler, birinde vuku bulan çeşitlilik diğerinde de çeşitliliğe yol açtı. Arılar hem kendi gıdaları hem de yavrularına, yani kovan veya yuvadaki minik larvalara götürdükleri gıdalar için tamamen çiçeklere bağımlı. Nektara ve polene ihtiyaçları var. Bitkiler açısından bakınca da çiçekler arasında polen taşınabilmesi için arıların ziyareti şart. İlginç bir karşılıklı evrimsel ilişki söz konusu. Bakmaktan zevk aldığımız çiçekler kendilerini arılara çekici kılmak için bu renklere bürünmüş. Çiçekleri hayal edince aklımıza gelen renklerin bazıları, örneğin maviler ve morlar tam da arıların görme spektrumunun merkezine denk geliyor. Bu, tasarımsal bir olgu. Çiçekler sadece renkleriyle değil, kokuları ve şekilleriyle de arıları cezbetmek için evrimleşti. Tabiatta görüp kanıksadığımız birçok şeyin üzerinde arıların etkisi büyük.

Peki, arılar var olmasaydı çiçekler neye benzerdi? Arıları kendilerine çekmek zorunda olmasalar o güzel kokuları olur muydu?

Bu soruyu yanıtlamak için başka hangi canlıların çiçekleri ziyaret ettiğine bakmamız lâzım. Arıların yokluğunda çiçeklerin eşek arıları ve sinekler gibi farklı böceklerle evrimleşeceğini tahmin edebiliriz. Bu canlılar kokulu yağlara ve çürük et kokusuna çekim duyuyor. Bu yüzden etrafta birçok ölü et görünümlü çiçek bulunacağını tasavvur edebiliriz. Zaten doğada kimi sinek türlerini cezbetmek için çürük et gibi görünen ve kokan çiçekler var. Ancak bunlar çok nadir, zira arılar bu işte çok daha başarılı. Bizim güzel bulduğumuz kokuların, renklerin ve şekillerin arılara da çekici geliyor olması hoş bir tesadüf.

Çiçek denince ilk akla gelenlerin yanı sıra, birçok meyve ve sebze, portakal, elma, kabak, hepsi çiçek açıyor…

Çok doğru. Pazarda sebze, meyve tezgâhlarında gördüğümüz gıdaların birçoğu, hatta hemen aklımıza gelmeyen kabuklu yemişler, çiçekli bitkiler. Örneğin, yediğimiz her bademin tohumu bir arının ziyaret ettiği bir çiçekten geliyor. Aynısı nebati yağlar için de geçerli. Kanola yağı arıların ziyaret ettiği ve tozlaştırdığı, büyük ve güzel sarı çiçeklere sahip hardal otundan elde ediliyor. Hatta soya fasulyesi gibi kendi kendine tozlaşabilen bitkiler de arıların katkısıyla yüzde 10-40 daha çok verim veriyor.

"Arı ürünleri eski çağlarda çeşitli ilaçların doğal hammaddesiydi. Balmumu su yalıtımı için kullanılıyor, insanlar balmumundan silinebilen tabletler yapıyordu. Biraz kafayı bulmanın en eski ve güvenilir yöntemlerinden biri de mayalanmış baldan elde edilen likördü."

Arıseverler boğazımızdan geçen her üç lokmanın birinden arıların sorumlu olduğundan sıkça bahseder. Kitabınızda bu önermenin ne anlama geldiğini boğazına düşkün birinin gözünden açıklıyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Söz konusu oran küresel tarımsal üretime dair bir istatistik. Üretimin yüzde 35’i ya arılar tarafından gerçekleştirilen tozlaşmaya bağlı ya da tozlaşmadan faydalanıyor. Yiyeceğin sadece niceliğine değil, niteliğine de odaklanmanın ve bir öğünü arıların üretimine katkıda bulundukları içerik açısından incelemenin ilginç olacağını düşündüm.
Herhangi bir yiyecekten ziyade, bir pazar yerinde denk gelemeyeceğiniz, arılara ilişkin bildik gıdaların dışında gözüken bir yiyeceğe, örneğin hamburgere bakmayı seçtim. Hamburgerde birçok arı ürününün bulunduğunu fark ettim. Arılar olmasa, önce turşu, marul ve soğandan vazgeçmemiz lâzım. Et kalabilir, zira hamburger köftesini ot ve tahılla beslenen hayvanlardan elde edebilirsiniz. Polenleri rüzgârla taşınan tahıllardan sandviç ekmeği üretebilirsiniz, ama ekmeğin üzerindeki susam tohumlarını çıkarmamız gerekir. Özel sosu bile yok etmemiz gerekir. Malzemelerin içeriğine daha yakından bakınca kırmızı biberden ete zengin tadını ve dokusunu veren nebati yağlara kadar arıların varlığına bağımlı en az beş malzeme daha keşfettim. Buradan arıların olmadığı bir dünyada da beslenebileceğimiz, ancak yiyeceklerimizin yavanlaşacağı ve besin değerlerinin düşeceği sonucunu çıkarabiliriz.

                                 Agostino Veneziano, Ejderha ve Arı, 1514-1536

Arı ve arı ürünleri tarihte sadece beslenme amaçlı kullanılmamış, değil mi?

Evet. Tüm öykü arıların gıda üretimindeki kritik öneminden ibaret değil. 19. yüzyıla kadar tozlaşma mefhumundan habersiz olmamıza rağmen, arılara düşkünlüğümüz binlerce yıl öncesine uzanıyor. Balmumundan yapılan mumlar binlerce yıl boyunca en temiz ışık kaynağıydı. Arı ürünleri eski çağlarda çeşitli ilaçların doğal hammaddesiydi. Balmumu aynı zamanda su yalıtımı için kullanılıyor, insanlar balmumundan silinebilen tabletler yapıyordu. Biraz kafayı bulmanın en eski ve güvenilir yöntemlerinden biri de mayalanmış baldan elde edilen likördü. Tüm bunlardan dolayı insanların at, deve ya da ördek gibi hayvanları evcilleştirmeden, elma, yulaf, bezelye ve karpuz gibi tanıdık ürünleri üretmeden çok daha önce arıcılıkla uğraştığına şaşmamak gerekir. Kahve bile hayatımıza arılardan çok sonra girdi. Arıcılığın bir sanat ve bilim olarak en azından Mısır’daki Orta Krallık Dönemi’ne (MÖ 2050-MÖ 1650) kadar uzandığını bugüne kalan çizimlerden biliyoruz. O döneme ait mezarlarda arıcılık faaliyetlerine, kilden yapılmış karmaşık kovanlara, bu kovanların çeşitli tarım ürünlerinin ve yabani çiçeklerin mevsimlerine göre Nil nehri boyunca taşınmalarına dair harika resimler mevcut.

Kitabınızda arıların insanların evriminde de rolü olduğunu düşünen bir beslenme antropoloğuyla sohbet ediyorsunuz.

Bu harika bir konu. İnsanların arılarla bağından bahsettiğimizde genelde bal arılarının evcilleştirilmesi ya da olsa olsa binlerce yıl önce doğada yaban bal arılarının ya da başka arıların yuvalarını arayışımız akla geliyor. Ancak, Las Vegas’taki Nevada Üniversitesi’nden antropolog Alyssa Crittenden ve çalışma arkadaşlarının araştırmaları arılarla bağımızın milyonlarca yıl önceye uzandığını gösteriyor. Türümüzün evrildiği Batı Afrika coğrafyasında hâlâ geleneksel avcı-toplayıcı yaşamı süren Hadza kabilesinin beslenme alışkanlıklarını incelerken ne kadar bal tükettiklerini de gözlemliyorlar. Bu topluluk sadece bal da değil, aynı zamanda bal peteklerindeki larva ve polenleri de topluyor. Bal deyince aklımıza tatlı niyetine yediğimiz bir gıda geliyor, ama Alyssa kabile üyelerinin tükettikleri toplam kalorinin yüzde 15’inin baldan geldiğini hesaplıyor. Bu oran senenin belli dönemlerinde yükseliyor. Bal toplayıcılığının büyük kısmını gerçekleştiren ve kampa dönmeden topladıkları balın bir bölümünü tüketen erkekler için bu oran daha da yüksek. Bu son derece ilginç bir tespit, çünkü evrimsel bağlama oturttuğumuzda aynı coğrafyada benzer bir yaşam süren atalarımız da büyük ihtimalle farklı davranmıyordu. Hadza kabilesi her gün bal arıyor. En sevdikleri yiyecek bal. Sürekli bal arılarının ve bölgede bal üreten en az altı farklı türün kovanlarını arıyorlar.

"Bal arıları eşek arılarından evrilirken beslenme konusunda önemli bir adım attı. Etoburluğu bırakıp bitkilerin ürettiği gıdalarla beslemeyi öğrendiler. Çiçeklerin derinlerindeki nektara ulaşabilmek için uzun dil ve yuvalarına polen taşımak için kıllar geliştirdiler. Bal arıları esas olarak uzun saçlı, çiçeksever vejetaryenlerdir."

Şempanzelerin ve başka büyük maymunların da bal tükettiğini biliyoruz, aynısı neden Homo habilisHomo erectus ve hatta Australopithecus türleri için geçerli olmasın? Bu türler aynı coğrafyada tatlı gıda aradığını tahmin ettiğimiz atalarımız. Baldan gelen kalorinin atalarımız üzerindeki etkisi üzerinde düşünmek ilginç, zira insan evriminin öyküsü aynı zamanda beynimizin büyüklüğünün de öyküsü. Başka besinler tükettiğimizde vücudumuz beyni beslemek için nişasta ya da benzer maddeleri glikoza dönüştürüyor. Bal içinse bu gerekli değil. Ezeli tatlı düşkünlüğümüzün bizi bal peşinde arılara yönelttiğini düşünebiliriz. Bu sayede elde ettiğimiz kalori zamanla beynimizin büyümesine yol açmış olabilir. Çünkü, av verimliliğini artıran ya da pişirme yoluyla daha çok kalori elde etmeyi mümkün kılan tüm teknolojik ve toplumsal yenilikler aynı zamanda ağaçlardaki büyük bal arısı kovanlarını da daha ulaşılır kılacaktır. Örneğin, taş aletlerle ağaçları kesip bal elde edebilirsiniz. Yiyecekleri pişirmek için ateşe hükmetmeyi öğrenmişseniz, dumana da hükmedebilir ve bunu arıları sersemletip bala daha kolay ulaşmak için kullanabilirsiniz. Bütün bunlar balın insan evriminden sorumlu olmasa da avcılık, pişirme ve diğer yeniliklerle birlikte bizi biz yapan şeylere katkıda bulunan bir etken olduğunu düşündürüyor.

Lucas Cranach, Venüs ve Bal Hırsızı Aşk Meleği, 1525; sağ sütun yukarıdan aşağı: Milattan önceye ait Ana Tanrıça figüründe arı; Kral Hilderik'e ait altından yapılma arılar (481); Antik Mısır’da mezar duvarı rölyefi (MÖ 7.-6. yy)

Dünyadaki arı nüfusunun hızla azaldığı sık sık dile getiriliyor. Arılar tükenme tehlikesiyle karşı karşıya mı?

Son dönemde arılara dair bu haberlerden endişelenmiş, hatta şaşkına dönmüş olabilirsiniz. Ancak, konuya dair tartışmalarda eksiklik ve bilgisizlik gözlemliyorum. Arılar hakkında ne biliyoruz? Bazen uzmanlar bile detaylarda tökezleyebiliyor. Geçenlerde arabada radyo dinliyordum. Bir bilim tarihçisi Avrupa’dan yola çıkıp Plymouth ve Jamestown’a varan sömürgecilerin yanlarında bal arıları getirdiğini söylüyordu. Bu kısmı doğru. Bal arısı Avrupa ve Afrika’dan gelen bir tür. Ancak ardından, eğer bal arıları getirilmeseydi tarım ürünlerinin tozlaşmasının mümkün olmayacağını söyledi. Az kaldı arabayla takla atıyordum. Kulaklarıma inanamadım. Kuzey Amerika’da mutlu mesut vızıldayıp uçuşan dört bin yerli arı türüne ne oldu? Arılara dair herhangi bir incelemeye, kitaba ya da derse başlamadan önce temel bir soru sormamız gerekli: Arı nedir?
Bu sorunun kısa ve akılda kalıcı bir yanıtı var ve bu yanıt evrime dair tüm kilit noktaları kapsıyor. Arı dediğimiz şey hippi bir eşek arısıdır. Öncelikle eşek arılarının bal arılarından daha önce geldiğini hatırlamalıyız. Eşek arıları, bal arıları ortaya çıkmadan önce, milyonlarca yıl boyunca gezegende mutlu mesut gezdi. Bal arıları eşek arılarından evrildi. Hâlâ da görünümleri epey benziyor ve iki grup bu yüzden çok sık karıştırılıyor. Bir piknikte kızarmış tavuğunuz etrafında uçuştuklarında ya da sandviçinizden salam çalmaya çalıştıklarında bal arılarını suçlamayın, size saldıranlar eşek arılarıdır. Zira eşek arıları leşle beslenen etobur hayvanlardır. Sürekli öldürecek başka böcekler ya da larvalarını beslemek için yuvalarına götürecekleri et parçaları ararlar.

"Darwin çiçekli bitkilerin bir anda çoğalışını “menfur sır” olarak tanımladı ve kendi kademeli evrim anlayışına ters gördü. Oysa çağdaşı Saporta çiçekli bitkilerin arılarla etkileşimleri sayesinde hızlı evrimleştiğini savunuyordu. Saporta’nın haklılığı 20. yüzyılın başında anlaşıldı."

Bal arıları eşek arılarından evrilirken beslenme konusunda önemli bir adım attı. Etoburluğu bırakıp sadece bitkilerin ürettiği gıdalarla beslemeyi öğrendiler. Bu adımın ardından kendi evrim patikalarını oluşturdular. Alışkanlıkları ve bedenleri bu yeni yaşama uyum sağlamaya başladı. Çiçeklerin derinlerindeki nektara ulaşabilmek için boruya benzer uzun dil ve yuvalarına polen taşıma görevini üstlenmek için kıllar geliştirdiler. Elbette bu evrim öyküsünde çeşitli nüanslar mevcut. Bazı arılar polen toplamakla hiç uğraşmadan diğer arılara asalaklık yapar. Bazı eşek arıları da bitki özü yemek için çiçekleri ziyaret etmeyi sever. Ama bal arıları esas olarak uzun saçlı, çiçeksever vejetaryenlerdir. Yani hippi eşek arılarıdır. Tabii bu evrimsel faaliyet çok uzun zaman önce gerçekleşti. Arılar en az 120 milyon yıldır, dinozorların gezegenimizde baskın tür olduğu Kretase döneminin ortalarından beri bizlerle beraber.

Bu evrimin başlangıcında dünya nasıl bir yerdi?

Çiçekli bitkiler nadirdi. Sporlu bitkiler, ilk kabuksuz tohumlu bitkiler ve diğer tohumlu bitkilerin baskın olduğu bir flora içerisindeki rolleri azdı. Bu açıdan sadece çiçek ürünlerine bel bağlayan bir böceğin evrimi epey ilgi çekici. Tam da arıların evrimleştiği o kritik anda çiçekli bitkilerin de âni bir şekilde çoğalışı biyologlar ve paleontologlar için, hatta fosil kalıntılara son derece aşina olan Charles Darwin gibi araştırmacılar için bir sır teşkil etti. Darwin fosil kalıntıları içinde eğreltiotu, tohumlu bitkiler, kozalaklı ağaçlar, ginko ağacı gibi bitkiler bulunduğunu, ama çiçekli bitkilere rastlanmadığını biliyordu. Çiçekli bitkiler bir anda her yerde bitiverdiler ve çok çeşitliydiler. Darwin çiçekli bitkilerin âni yükselişini menfur bir sır olarak tanımladı ve bunu yavaş ve kademeli bir sürece dayanan kendi evrim anlayışıyla tezat gösteren kilit noktalardan biri olarak gördü.
Peki çiçekli bitkiler nasıl böyle hızla ortaya çıktı? Darwin’in “menfur sır” yorumunu yaptığı mektupta, kendisi kadar ünlü olmayan Fransız doğa bilimci Gaston de Saporta’nın yorumu göz ardı edilir. Saporta çiçekli bitkilerin kendilerini ziyaret eden böcekler, özellikle arılarla olan etkileşimleri sayesinde hızlı evrimleştiği fikrini ortaya atmıştı. Darwin bu fikre bir an bile inanmadı. Çiçekli bitkilerin uzak yerlerde yavaş ve kademeli bir şekilde evrimleşip akabinde fosilleştikleri bölgelere hızla yayıldıklarına inanmayı tercih etti. Tabii Darwin çok daha meşhurdu ve çok daha heybetli bir sakala sahipti. Viktoryen dönemde bu sakalların anlamını yabana atmamak gerek. O yüzden Darwin’in kuramı Saporta’nın haklılığını ortaya koyacak biyolojik saha çalışmasının yapılabildiği 20. yüzyılın başlarına kadar kabul gördü. Söz konusu çeşitliliğin sebebi böcekler, özellikle arılar ile çiçekli bitkilerin karşılıklı evrimiydi. Bu sürecin sonuçlarına tabiatın her yerinde rastlamak mümkün. Kretase döneminin aksine, bugün gezegenimizde çiçekli bitkiler baskın.

İngiltere-İskoçya sınırındaki Northhumberland kontluğunun Hayvanlar Dünyası kitabında arılar (1250-60)

Günümüzde arı nüfusunun azalışının sebepleri neler?

Koloni çöküş sendromu 2006’da ortaya çıktı. Kuzey Amerika’daki bal arısı kovanlarını kırıp geçirdi, ardından Avrupa’ya sıçradı ve durumun sebeplerini anlamaya çalışan birçok araştırmayı tetikledi. Koloni çöküş sendromunu başından beri inceleyen ve bu terimi ortaya atan Diane Cox Foster isimli bir böcekbilimciyle görüştüm. Son birkaç yılda bu sendromun neredeyse ortadan kalktığını anlattı. Bugün bu sendrom kaybettiğimiz kovanların yüzde 5’inden azından sorumlu. Ancak, her yıl kovanlarımızın yüzde 30-40’ını yitiriyoruz. Yerli yaban arıları üzerinde yapılan araştırmalar da büyük nüfus azalmasına işaret ediyor. Yaşadığım ABD’nin kuzey batısında, Pasifik bölgesinde en çok görülen tüylü arı türünün soyu neredeyse tükendi. Bunca yıllık araştırmaların sonucunda emin olduğumuz tek nokta arı nüfusundaki düşüşün tek bir sebebinin olmadığı. Bazı uzmanlar bunu “çoklu stres bozukluğu” diye tarif ediyor. Diane Cox Foster strese yol açan ana unsurları dört başlıkta özetliyor. Birincisi, arılara ya da larvalara tutunup onların vücut sıvılarından beslenen varroa gibi parazitler. İkincisi, neonikotinoidler gibi böcek zehirleri. Üçüncüsü, virüs, bakteri ve mantar gibi çeşitli patojenler. Son olarak da kentleşme ve endüstriyel tarımcılıktan kaynaklanan çiçek kıtlığına bağlı yetersiz beslenme. Bu etkenlere iklim değişimini ve istilacı türleri eklediğimizde işler daha da karışıyor, zira tüm bu etkenler birbirlerinin zararlarını da derinleştirebiliyor. Örneğin, laboratuvar testlerinde güvenli olduğu sonucuna varılan bir pestisit, içinde farklı mantar, böcek ve bitki öldürücüler barındıran bir tarlaya uygulandığında daha önce incelenmemiş ölümcül bir kokteyle yol açabiliyor. Ya da sağlıklı bir arıyı etkilemeyecek bir virüs halihazırda parazitlerin saldırdığı veya yeterince beslenemeyen bir arıyı öldürebiliyor.

"Bunca yıllık araştırmaların sonucunda emin olduğumuz tek nokta arı nüfusundaki düşüşün tek bir sebebinin olmadığı. Bazı uzmanlar bunu “çoklu stres bozukluğu” diye tarif ediyor."

Bal arısı uzmanı Dave Goulson meselenin arıların sağlığını tehdit eden bir kriz olduğu görüşünde. Arılar aç ve hastalıklı, serpilip gelişmemeleri şaşırtıcı değil. Ancak, Goulson iyi bir haber de veriyor. Arıların karşı karşıya olduğu sorunların karmaşıklığına ve bu sorunlar hakkındaki araştırmaların zorluğuna rağmen, şimdiden harekete geçebilecek kadar bilgiye sahibiz. Örneğin, arılara beslenebilecekleri daha bol çiçek ve yuva kurabilecekleri daha geniş ortam sağlayarak, pestisit kullanımını azaltarak ya da sona erdirerek, arı hastalıklarının başka yerlere yayılmaması için arıların ve arı ekipmanlarının uzak yerlere taşınmasından kaçınarak harekete geçebiliriz. Bu basit fikirleri uygulayarak büyük dönüşümlere yol açabiliriz. California’nın Orta Vadisi’nde yerli arıların doğal ortamının yok olduğu bir badem tarlasını gezmiştim. Burada bile yerli bitkilerden oluşan çitler yerleştirerek tarladaki yerli arıların çeşitliliğini tek mevsimde üç katına çıkarmak mümkün oldu.

Arılara zarar verdiği söylenen bir başka önemli konu da gezginci arıcılık. Bunun arılar için yol açtığı tehlikeler neler?

Arıların ve arı ekipmanlarının uzak mesafelere taşınmasına dair endişelerin ana sebebi hastalıkları da beraberlerinde taşımaları. Bal arılarından yerli arılara sıçrayan hastalık örnekleri mevcut. Bir geçişlilik olduğu kesin, ancak bu henüz yeni bir konu ve hakkında yeterince araştırma yok. Tarımsal gelişimin izlediği yol sebebiyle çetrefilli bir durumdan söz ediyoruz.

İnsanların bal arıları kadar yerli yaban arılarını da dikkate almalarını nasıl teşvik edebiliriz?

İki tür arasında bir tercih yapmak zorunda olduğumuzu düşünmek bir hata. Çünkü bir polen taşıyıcısını korumak için atılan adımlar, örneğin daha fazla doğal yaşam alanı açmak ya da pestisit kullanımını azaltmak diğerleri için de faydalı olacaktır. Elbette evcil bal arıları ile yerli arılar arasında rekabet yaşanabilir. Eğer yeterince bitki dikmeden binlerce evcil arıyı hobi mahiyetinde bahçenize koyarsanız büyük ihtimalle halihazırda çiçek nüfusu az olan bir bölgeye bir sürü karnı aç canlıyı salmış olacaksınız. Sadece yuvalara değil, yakındaki besin ve su kaynaklarına, yaşam alanının tümüne dair kafa yormalısınız. Bu hem yerli arılar hem de bal arılarını korumak için geçerli. Bence evcil bal arıları ile yerli arılar arasındaki en büyük rekabet çiftçiler için kritik önem arz eden büyük arıcılık operasyonlarıyla ilişkili. Elma, biber ya da badem gibi ürünlerin hasat mevsimleri bittikten sonra, arıcıların arılarını götürebilecekleri çayırlara ihtiyaçları var. Batıdaki gelenek arı kovanlarını alıp dağlara çıkmak. Çok sayıdaki aç bal arısını bu tür bölgelere götürmenin yerli arılar üzerinde olumsuz etkiler yarattığını görebiliyoruz.

 

The Splendid Table söyleşisi ve Seward Park Audubon Center  sunumundan derleme.


Çeviren: Yiğit Atılgan

Közdeyişler - Attila Aşut / BİRGÜN

Diktatörler güçlü oldukları için değil, korktukları için saldırırlar!

★ ★ ★

Madensuyu, turşu suyu, şalgam suyu derken şimdi de TOMA suyu!

★ ★ ★

Gezi'de "çapulcu" idik, Boğaziçi'nde "terörist" olduk! Eyvallah!!!

★ ★ ★

Türkiye’de her muhalif bir gün “teröristliği” tadacaktır!

★ ★ ★

“Çağrılmayan Yakup” gitti, “İstenmeyen Melih” geldi!

★ ★ ★

“Dağdan inip ovada siyaset yapsınlar” diyorlardı. Şimdi şehirdekileri dağa çıkmaya zorluyorlar!

★ ★ ★

Öcalan’la iş tutanlar, Demirtaş’ı “terörist” ilan etti!

★ ★ ★

Osman Kavala, Türkiye’nin Dreyfus’u mu?

★ ★ ★

Trump, atı alıp Washington’u geçemedi! O, ABD’nin “çılgın proje”siydi. Neyse ki dünya bu beladan kurtuluyor!

★ ★ ★

Eskiden her taşın altında CIA vardı. Bugünlerde ne yana dönsek karşımıza Katar çıkıyor!

★ ★ ★

Türkiye'de Reis’i eleştirmek suç, ana muhalefet partisi genel başkanına "Seni kazığa oturturum" demek düşünce özgürlüğü!

★ ★ ★

"Şahsım devleti"nde bakanların istifa hakkı yoktur, yalnızca "affını talep etme" hakları vardır!

★ ★ ★

Bazı AKP’liler “Fransız malıdır” diyerek laikliği de boykot listesine almış!

★ ★ ★

Anayasa rafa kalkmış, mahkeme kararlarını takan yok! Kılıçdaroğlu, "Muhtarlar Yasası'na ihtiyacımız var" diyor! Şaka gibi!

★ ★ ★

Bizim bildiklerimizi bize anlatarak muhalefet olunmaz!

★ ★ ★

KKTC, Türkiye’nin nesidir?

★ ★ ★

Saray’ın Ersin Tatar'a cömert desteği, KKTC'ye daha çok cami ve imam-hatip okulu olarak geri dönecek.

★ ★ ★

Ne çok vatanımız varmış! Anavatan, Yavru Vatan, Mavi Vatan, şimdi de Uzay Vatan!

★ ★ ★

Bugün RTE'ye en büyük yalakalığı yapanların geçmişini biraz kazırsanız altından su katılmamış FETÖ’cüler çıkar!

★ ★ ★

Ülkede "Mehdi Ordusu" rüyası görenler, "İmam'ın Ordusu"ndan hiç ders almamış olanlardır!

★ ★ ★

Şeyhlerin, şıhların gerçeği de sahtesi de bizden ırak olsun!

★ ★ ★

“İki ayyaş”ın yaptığı yasaları, birkaç “mürteci”nin yaptığı yasalardan yeğ tutarım.

★ ★ ★

Omurgasız entellerle halkçı politika üretilemez.

★ ★ ★

"18 yıldır fikri iktidarımızı kuramadık" diye hayıflanacağınıza, "fikir" diye sarıldığınız çağdışı dogmaları sorgulayın!

★ ★ ★

Şehir hastaneleri Erdoğan’ın hayali idi, ülkenin kâbusu oldu!

★ ★ ★

Saraylar yapmaya paramız var, ilaç almaya yok!

★ ★ ★

Ejder suyu ile besleneler, yoksullara ancak “sabır” tavsiye edebilir.

★ ★ ★

Çoklu baro, çoklu hukukun ilk adımıdır.

★ ★ ★

“O beni bağlamaz, bu beni bağlamaz…” Söyler misiniz, sizi hukuk da bağlamazsa ne bağlar?

★ ★ ★

Anayasamızın 138. maddesine göre "Hiç kimse yargıya emir ve talimat veremez.”

Bir kişi hariç!

★ ★ ★

Menemen Belediye Başkanlığı’nı CHP’ye vermemek için çamura yatanlar, merkezi iktidarı vermemek için neler yapmaz!

★ ★ ★

Devlete ve orduya düşman olanlar, erki ele geçirince herkesten çok devletçi ve orducu olurlar!

★ ★ ★

Saray’ın atanmış bürokratları milletin seçilmiş vekillerini azarlıyor! Şimdi seçilmişlerin değil atanmışların üstünlüğü var!

★ ★ ★

AKP’nin eğitim politikası hayli tanıdık: Şu okullar olmasa maarifi ne güzel yönetirdik!

★ ★ ★

İktidarı ve muhalefetiyle düzen partileri milliyetçilikte yarışıyor!

★ ★ ★

AKP iktidarı "darbe paranoyası" yaşıyor. Oysa asıl darbeyi ilk seçimde sandıkta halktan yiyecek!

★ ★ ★

Erdoğan'ın ve Bahçeli'nin gündem değiştirmek için ettikleri lafları ekranlarda saatlerce tartışmak, onların amacına hizmet ediyor.

★ ★ ★

Bulanık bilinçle tutarlı muhalif olunmaz.

★ ★ ★

Türkiye'nin bugünkü koşullarında yazı yazmaktan mutlu değilim. Çünkü yazmak istediklerimi değil, yazmam gerekenleri yazıyorum!

★ ★ ★

Seksen yıllık yaşamımda ben rüzgârı arkama alarak değil, hep rüzgâra karşı yürüdüm!

Attila Aşut / BİRGÜN

Dünya borç krizi yolda mı? - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Borçların artış hızı ve geldiği düzey Dünya Bankası’na göre dördüncü dalgayı öncekilerden daha riskli kılıyor. Salgın, ekonominin daralması, sağlık ve sosyal harcamalarını finanse etmek için bütçe açıklarının artması sonucunu doğurdu.

Finansal piyasalar ABD’deki Kongre baskınını da takmadı, yükselmeyi sürdürdü. Ülkede Covid-19’dan ölenlerin sayısı 400 bini aşarken dahi müzik susmadı, çılgın Wall Street partisi hız kesmedi. Borsaların Amerikan Merkez Bankası başkanlığındaki performansından pek hoşnut kaldığı, bankaların verdiği konferanslara en az 7 milyon dolar telif ücreti akıttığı Janet Yellen’ın Hazine Bakanlığı’na atanması da finans kapitalin moralini iyice yükseltti.

Derken “Piyasalar nereye?” sorusunu yönelten çatlak bir ses yükseldi. Eğer bu sesin sahibi muhalif bir iktisatçı, sol bir örgüt sözcüsü filan olsaydı “Her zamanki hazımsızlık” denip geçilebilirdi. Ne var ki uyarı Wall Street’in duayen yatırım gurularından Jeremy Grantham’dan gelince işin rengi değişti.

2021 YAZ BAŞLARINDA DÜZELTME GELEBİLİR

Grantham şöyle konuştu:

Uzun ve uzun boğa piyasası 2009’dan kopup geldi ve sonunda tam teşekküllü epik bir balona evrildi. Aşırı değerlemeleri, şiddetli fiyat artışlarını, yeni halka arz çılgınlıklarını, isterikli biçimde spekülatif yatırımcı davranışını dikkate alarak, bu vakanın finansal tarihe Güney Denizi balonu, 1929 Büyük Depresyonu ve 2000 teknoloji hisseleri çöküşü gibi devasa balonlardan biri olarak kayıt düşeceğine inanıyorum.( Jeremy Grantham Waiting About The Last Dance GMO Blog 5 Ocak 2021 )

Peki bu mutluluk rüzgarı, gürül gürül sabit sermaye yatırımlarının, ekonomide yeni kapasite yaratımının sonucu olarak mı esiyor? Bu sorunun yanıtı için de isterseniz sözü Princeton Üniversitesi’nden Atıf Mian’a bırakalım:

Finansta neler oluyor? 1980’den beri ABD ekonomisinin finansa bağımlılığında muazzam artışlar oluyor. Toplam borç 1980’de ulusal üretimin yüzde 147’si iken 2019’da görülmemiş bir düzeye, 2019 sonunda ulusal üretimin yüzde 254’üne yükseldi. Eğer bu ek kredi bekleneceği üzere üretken yatırımlar için kullanılsaydı, biz çoktan bir yatırım patlamasına tanık olmuştuk. Ne var ki yatırımların ulusal üretimindeki payı 1980’lerde ortalama yüzde 24 iken 2010’larda yüzde 21’e geriledi.

Mian’a göre bu çarpık manzaranın açıklaması da şöyle:

Yatırımlardaki durgunluğa karşın finansın yükselişi, ekonomistler Thomas Piketty, Emmanuel Saez ve Gabriel Zucman’ın ortaya koydukları gibi, en zengin yüzde 1’in vergi sonrası gelirinin toplam gelirin yüzde 9’undan son yıllarda yüzde 15’e sıçramasıyla ilintili. Zenginler gelirlerinin daha yüksek oranını tasarruf ederken, en alttaki yüzde 90’ın tasarrufları giderek düşüyor. Finansal sektör de bu süreçte 2008’e kadar zenginlerin tasarruflarının hanehalkı borcuna dönüşmesinde, 2008’den sonra ise bütçe açıklarının finanse edilmesinde aracılık yaptı (Atıf Mian OECD Library How We Should Think About Finance?)

Biden’ın başkanlığı devralmasıyla birlikte kurumlar vergisini artırması borsaların pek hoşuna gitmeyecek. Grantham’a göre yaz başlarında bir düzeltme gelmesi pek sürpriz olmayacak. 1929 krizi, 2007-2008 Küresel Finansal Krizi hep ABD’den tetiklenerek dünyaya yayıldığı için bu kehanetin gerçekleşmesi evrensel boyut kazanabilir.

DB BAŞ EKONOMİSTİ DE BORÇ KRİZİ DİYOR

Geçtiğimiz hafta Dünya Bankası (DB) baş ekonomisti Carmen Reinhart da pandeminin geride bırakılmasıyla bir küresel borç krizinin patlak verebileceği uyarısında bulundu. Çünkü şirketlerin, hanehalkının ve hükümetlerin bu süreçte biriken borçlarının sorun yaratma riski yüksek. 2008’de Kenneth Rogoff ile finansal krizlerin tarihini konu alan bir kitaba imza atan Reinhart borç krizinin ani bir şokla gelmeyeceğini, yavaş bir tempo izleyeceğini düşünüyor.

Pandemideki kapanmaların istihdam ve tüketici harcamalarını olumsuz etkilemesinin, önümüzdeki dönemin ekonomik performansına yansımasını kaçınılmaz görüyor. Süreç uzadıkça kişilerin, ailelerin, firmaların ve ülkelerin bilançolarındaki bozulmaların, ertelenen borçların da vadesinin gelmesiyle sorun yaratacağı endişesini dile getiriyor (Reinhart Frets World Faces Financial Crisis if Pandemic Lingers Bloomberg 13 Ocak 2021).

DÖRDÜNCÜ DALGA DAHA TEHLİKELİ

Reinhant’ın sözleri DB’nin Ocak 2021 Küresel Ekonomik Beklentiler raporunda “Küresel borcun dördüncü dalgası” başlığı altında sistematik biçimde analiz ediliyor. Borçların ilk dalgası 70’ler ve 80’leri kapsıyor ve Latin Amerika borç krizi ile sonuçlanıyor. İkinci dalgada ise 1990’dan 2000’lerin başına kadar süren, Doğu Asya’da bankaları ve firmaları, Avrupa ve Orta Asya’da hükümetleri vuran kriz patlak veriyor. Üçüncü dalgaya gelince, 2007-2009 arasını kapsayan döneme yayılıyor, bir çok ekonomiyi keskin durgunluklara sürükleyen Küresel Finansal Kriz’le sonuçlanıyor.

Dördüncü dalga düşük faiz ortamı, yeni finansal enstrümanların ve finansal piyasa oyuncularının ortaya çıkması özellikleriyle önceki dalgalarla benzeşiyor. Ancak bu dalgada yatırımların zayıf seyri ve düşük büyüme temposu onu öncekilerden daha tehlikeli hale getiriyor. Tarihsel anlamda düşük faiz oranları, bir sonraki finansal stres ve sermaye çıkışları aşamasına kadar şimdilik şirketlerin sorunlarının üstünü örtüyor.

Borçların artış hızı ve geldiği düzey de DB’ye göre dördüncü dalgayı öncekilerden daha riskli kılıyor. Pandemi ortamında hem ekonomilerin daralması, hem de sağlık ve sosyal harcamalarını finanse etmek için bütçe açıklarının artması, borçların GSYH’ye oranının keskin bir biçimde zıplaması sonucunu doğurdu. Gelişmekte olan ülkelerde 2020 öncesi borçlar her yıl GSYH’nin yüzde 7’si kadar artarken, 2020’de sırf kamu borçlarının GSYH’nin yüzde 9’u kadar yükselmesi, şirket borçluluğunun da muhtemelen keskin bir kabarış göstermesi bekleniyor. (World Bank World Economic Prospects report Ocak 2021 )

DB aşırı borç sorununun çözümü için üç Ortodoks politika seçiminden; büyüme temposunun artması, mali disiplin ve özelleştirmeden söz ediyor. Heterodoks yaklaşımlar da, finansal baskının yanı sıra yüksek enflasyonla borçların eritilmesi (tabii ki yabancı para cinsinden borçlarda bu yöntem geçersiz), borç erteleme ve zenginleri vergilemek olarak sıralanıyor. DB’nin teorik düzeyde bile olsa, heterodoks önlemleri telaffuz etmesi dahi kendi açısından bir ilerleme kabul edilebilir.

UNCTAD: 1 TRİLYON DOLARLIK ERTELEME GEREKLİ

Dış borçların GOÜ’lerin kalkınma hedeflerini sekteye uğratmadan yapılandırılmasını savunan kuruluş ise Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’dır (UNCTAD). GOÜ’lerin dış borçları 2019 sonunda 10.1 trilyon dolara ulaşıyor. Borçların GSYH’ye oranı da 2008’de yüzde 22.8 iken 2019’da yüzde 29’a yükseliyor. Borçların ihracat gelirlerine oranı da aynı zaman aralığında yüzde 68.3’ten yüzde 110.7’ye fırlıyor. Uluslararası rezervlerin kısa vadeli borçlara oranı ise yüzde 505’ten yüzde 278’e düşüyor. Bu da şoklara olan kırılganlığın artışı anlamına geliyor.

Borçların bileşiminde de riskleri artıran değişimler görülüyor. Örneğin kısa vadeli borçların toplam borçlara içindeki ağırlığı 2000’ler başında yüzde 14 iken, 2019’da yüzde 29’a yükseliyor. Uzun vadeli garantisiz özel sektör borçları da 2000’de toplam borçlar içinde yüzde 26 paya sahipken, 2008’de yüzde 48’e çıkıyor, 2019’u da bu düzeyde kapatıyor.

Alacaklıların kompozisyonuna bakıldığında ise özel sektör kredilerinin arttığı görülüyor. Özellikle yüksek ve orta gelirli GOÜ’lerde gözlenen uluslararası tahvil ihraçları, aralarında “akbaba fonların” da bulunduğu çok sayıda alacaklının ortaya çıkmasını getiriyor.

UNCTAD, GOÜ’lerin 2020 ve 2021’de yüksek gelirli ülkeler için 2 trilyon dolar ila 3 trilyon dolar arasında, orta ve düşük gelirli ülkeler için ise 700 milyar dolar ila 1 trilyon arasında anapara ve faiz ödemesi gerektiğini tahmin ediyor. Bu rakamlar, pandeminin getirdiği kamu sağlığı harcamalarının yol açtığı finansman yükünü kapsamıyor.

Borç ödemelerinin askıya alınmasının geçici bir çözüm olacağı, ancak kapsamlı bir kurtarma programı gündeme gelmez ise önümüzdeki dönemlerde yeni sorunlar yaratabileceği vurgulanıyor. UNCTAD ülkelerin talebine bağlı olarak devreye girecek, Nisan 2020’de ortaya attığı 1 trilyon dolarlık borç erteleme programını yineliyor ( UNCTAD Impact of the COVID-19 Cenevre 2020 ).

Cenevre merkezli bu BM kuruluşunun avadanlığında bir borç krizi sırasında devreye sokulabilecek ciddi bir teknik önlemler programı bulunduğu görülüyor. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda UNCTAD’ın bu ön hazırlığı bizler için de yol gösterici olacak.

Haliyle, konu açılmışken dış borç krizlerinin her üç dalgasında da sarsıntılar yaşayan Türkiye’nin bugünkü durumunun bir analizini bekliyorsunuz. İsterseniz kapsamlı bir değerlendirme yapabilmek için onu da haftaya bırakalım…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN