18 Ocak 2021 Pazartesi

CHP'deki zihni kuşatma - Turgay Develi / SOL

Avrupa tipi bir sosyal refah devleti oluşturma amacı güden, CHP'yi Avrupa tipi bir sosyal demokrat partiye evrilten bu mantık, ne yazık ki dünyada son 40 yılda yaşanan olayları doğru okuyamıyor. 

Cumhuriyet Halk Partisi, sosyal demokratlar için her dönem kadim bir tartışma konusu olmuştur. 

"Kapatılmalı mı, vakıf olarak mı yapılandırılmalı yoksa yeni bir parti ile mi devam edilmeli?"  temelli bu tartışmalar öteden beri yapılsa da, tartışmanın önemli merkezlerinden biri, Erdal İnönü'nün fikri önderi ve sonradan da 99 numaralı üyesi olduğu TÜSES'tir.

CHP'nin Atatürk ile bağını koparmaması, ulus devlet reflekslerinden vazgeçememesi nedeniyle sosyal demokratlığını yeterli bulmayanların, yeni bir parti kurma tartışmaları da ünlüdür. Bu çalışmalara katılanların büyük çoğunluğu SODEP, SHP, DSP, CHP üst yönetimlerinde çeşitli zaman dilimlerinde görev yapmış veya düşünceleri ile CHP'yi etkilemiş, Fuat Keyman, Derya Sazak, Hasan Cemal, Erol Katırcıoğlu, Bülent Eczacıbaşı, Asaf Savaş Akat, Osman Ulagay, Ercan Karakaş, Şahin Alpay, Seyfettin Gürsel'in de aralarında bulunduğu gazeteci, siyasetçi veya iş adamlarından oluşuyor. Çoğunluğu TÜSES kurucusu, üyesi veyahut burada yapılan çalışmaların katılımcısı.

Sonradan CHP PM ve MYK'sında görev alan Prof. Dr. Burhan Şenatalar'ın, yine sonradan CHP PM ve MYK'sında uzun yıllar görev yapan Prof. Dr. Sencer Ayata'nın sunumunu yaptığı 2008 tarihli bir toplantıda, "CHP nasıl dönüşecek? CHP dönüşemez, CHP’nin dönüşme ihtimali yoktur, CHP dediğiniz parti yüzde 40 oy alsa Türkiye sosyal demokrasiyi iktidara getirmiş olmaz. Lütfen artık"  sözleriyle feveran edişi, tartışmaya damga vurmuştu. Prof. Şenatalar'ın açık tavrından da görüldüğü gibi, bu tartışmalarda ana eğilim yeni parti kurulması yönündeydi.

Dernek, vakıf ya da hareketler aracılığıyla yapılan bu tartışma ve çalışmalarda tartışılan farklı görüşlerden yola çıkılarak varılan tek bir sonuç vardı: CHP'nin misyonunu tamamladığı, Atatürkçülük diye de ifade edilen ve ulus bilincini oluşturan düşünce/devrimlerin artık çağın gerisinde kaldığı.

Sosyal demokrasinin CHP'de yaşam alanı bulamayacağını düşünerek kapatılmasını savunup yeni parti kurmak için yola çıkanlar, Avrupa'da sosyal demokrat partilerdeki oy kaybı tablosu karşısında yeni partinin başarılı olamayacağını düşünerek, çıktıkları yoldan rücu edip, rotalarını, "sosyal demokrat ilkeler bu partide yaşam alanı bulamaz, kapatılsın" dedikleri CHP'ye kırarak, Sayın Kılıçdaroğlu'nun da tercihi ile parti yönetiminde etkili hale geldiler.

Şimdi, bu perspektife sahip iş adamı, akademisyen, yazar, reklamcı, sosyolog veya bunların da aralarında bulunduğu siyasetçiler, CHP'nin siyasi omurgasını oluşturuyor. 

Kendilerini sosyal demokrat ve liberal olarak tanımlayan bu kadro, Türkiye'de iktidara giden yolda siyasetin ana aksını laiklik/dindarlık, mezhep, alt/üst kimlik, kent/kırsal gibi çatışmalar üzerinden yorumluyor. 

Sosyal Demokrasi menşeili bu küresel/liberal entelijansiya, partiyi bu aks üzerinde tutarak, bilinçli ya da bilinçsiz, aslında ekonomik sistem temelli tartışmaların önünü tıkayıp, bu yolla neoliberal ekonomik düzeni de sorgulatmayarak, sadece çizilmiş sınırlar içerisinde iktidar yolunun "aranmasına!" izin veriyor. Bu da bağımsızlık temelli kamucu, halkçı siyaseti imkansız kılıyor.

Avrupa tipi bir sosyal refah devleti oluşturma amacı güden, bu doğrultuda da CHP'yi Avrupa tipi bir sosyal demokrat partiye evrilten bu mantık, ne yazık ki dünyada son 40 yılda yaşanan olayları doğru okuyamıyor. Emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi, uzlaşma ile çözme hedefli sosyal demokrasinin özellikle son 40 yılı, temsil ettiğini ileri sürdüğü emekçilerin tırnaklarıyla kazıyarak kazandığı haklarının neoliberal politikalar adı altında sermaye tarafından geri alınmasını seyrederek (bazen de bizatihi çanak tutarak) geçmiştir.

Sosyal demokrat partilerin dünya çapında azalarak bitmesinin sebebi de bundan fazlası değildir. Sovyetler örneğinin tüm gücüyle bir alternatif olarak "öte tarafta" durduğu bir devirde, komünizm "tehditi" sonucu sermayenin uzlaşmaya "mecbur kalması" sebebiyle ortaya çıkan sosyal refah devletinin, günümüz şartlarında Türkiye için bir örnek olabileceğini düşünmek, tüm siyasetini bunun üzerinden kurgulamak büyük bir vasıfsızlık örneğidir.

Bahsettiğim bu mantık Cumhuriyet Halk Partisi'ni, sermaye ve kitleler arasında konumlanan düzenleyici bir role sokup, tüm siyasetini bu şekilde bir tampon olmak üzerine kurguluyor. Amaçları sermaye ve emek arasındaki uzlaşmayı Türkiye'ye uyarlamak, bu yolla liberal ve sosyal demokrat bir Türkiye yaratmak. 

Bu tür bir konumlanma, emek ve sermaye arasında bir dengenin olduğu, sendikaların ve örgütlü işçilerin kendi haklarını koruduğu, bunun karşısında ise sermayenin yer aldığı bir devirde "işe yaramış!" olabilir. Ancak şu an elimizde, 40 yıllık bir neoliberal talanın ardından gelir adaletsizliğinin tavan yaptığı, huzursuzlukla çalkalanan bir dünya var. 

Sermayenin serbest dolaşımının önündeki tüm engellerin kalktığı, refahın eşit bir şekilde dağıtılmasını sağlamak üzere kurulmuş olan ulusal kurumların dönüştürülerek piyasanın önündeki engelleri kaldırma araçları haline geldiği bu dünyada, geniş halk kitlelerini sermayeden koruyacak araçların tamamı ise ortadan kaybolmuş durumda.

Sermayenin ulus dinlemeden ülke ülke gezdiği bir ortamda, sosyal demokrat partiler tarafından organize edilen "ulusal" emek-sermaye uzlaşmalarının da pratikte bir hükmü yok. Zira artık ortada ulusal olan bir şey kalmadığı gibi, sermayenin herhangi bir grupla uzlaşmak için de bir sebebi yok. 

Günümüzde tüm dünyada popülizmin güçlenmesi, ırkçılığın artması, sosyal tansiyonların yükselmesi gibi sonuçların kaynağı burada yatıyor. Toplumdaki dip hareketleri anlamak, izlemek ve yorumlamakla görevli siyaset bilimciler ve sosyologlar ise, sermayenin bu tahakkümünü göremedikleri, görmek istemedikleri veyahut göstermek istemedikleri için, hazırladıkları gösterişli raporlarda gerçekler yerine düzen adına yaptıkları terziliğe yer veriyorlar. 

Bu arada bunalan ve merkez partiler tarafından çıkarları temsil edilemeyen kitleler ise, sürekli olarak düşen hayat kalitelerini şu ya da bu soruna (göçmenler, yabancılar vb.) atfederek kendilerince, deyim yerindeyse başı kesik tavuklar gibi oradan oraya savrularak bir çıkış yolu arıyor. 

Ulus devletlerin işlevsiz hale getirildiği bu ortamda, ülkemizi de mikro milliyetçilik kuyusuna atarak, sadece milliyet temelinde değil, belirli bir coğrafyada din, dil, mezhep ve bütün bu ögelerin alt kültürlerini ayrı bir siyasal birimin gerekçesi olarak kabul eden bu siyasi anlayışın nihai amacı, ülkenin kurucu partisi dahil bütün siyasi mekanizmaları sermayenin aparatı haline getirip, küresel düzene hizmetini kesintisiz hale getirmek.

Üretimi ve tüketimi tek tipleştirip, dünyayı da tek bir pazar haline getiren küreselleşmenin, üretimin ve elde edilen kazancın dağıtımı, sermayenin belli ellerde toplanması, zenginliğin belli alanlarda yoğunlaşmasına, dünyadaki insanlar arasındaki gelir adaletsizliğini arttırarak çok büyük kitlesel sorunlara yol açtığı ortada. 

Bu durumun 40 yıllık neoliberal politikaların bir sonucu olduğunu görememek, aksine Avrupa'ya altın çağını yaşatan refah devleti dönemini sosyal demokrasinin başarısı olarak okumak, sonuç olarak ikinci yüzyıl beyannamesinin çerçevesini sosyal demokrat/liberal bir çerçeveye oturtarak  refah devleti vaadinde bulunmak, tarihin nesnel koşullarının doğru kavranamadığını gösteriyor. 

İşçi sınıfının sendikal örgütlülük üzerinden ürettiği güç ile kazanılmış örnekleri sadece sosyal demokrasiye mal etmek, öykünülecek başarı hikayeleri yaratmaya çalışmak politik bir çaresizliğin yansımasından fazlası değil.

Günümüzün küresel koşullarında, oyuna talip olunan kitlelerin ihtiyacı, ellerini tutup özgürlük, demokrasi ve refah masalları anlatacak bir sosyal demokrat parti değildir. Tüm dünyadaki kitlelerin ihtiyacı, başlangıç olarak, zamanında sermayeyi uzlaşmaya mecbur bırakan iradenin tekrar canlandırılması, sonuç olarak sermayenin dizginlenmesi.

Sermayenin küresel çapta hareket ettiği, katma değeri ucuz iş gücü olan ülkelerde üretip vergi cennetlerine kafasına göre taşıdığı, yani üretilen katma değeri ve refahı paylaşmayı açıkça reddettiği bir devirde yaşıyoruz. Bu açgözlülüğü dizginleyerek halkının ulusal çıkarlarını korumayı ana politikası haline getirmeyen bir siyasi partinin, ülkesinde ve dünyada olup bitenden haberinin olmadığı, dolayısıyla da iktidar olma şansının olmadığı ortada. 

Tekrarlayalım: Türkiye'de sermayedarların kimseyle uzlaşmak için bir sebepleri yok. İktidar partisinden kurtulmaya çalışıyor da değiller. Öte yandan geniş muhafazakar kitleler, aslı (Adalet ve Kalkınma Partisi ve içinden kopan parçalar) orada dururken taklidine (aynı kimlik siyasetini  "ılımlı" olarak uygulamak isteyen CHP) itibar edeceklerine dair en ufak bir emare de vermiyor. Yani, Cumhuriyet Halk Partisi içerisine yuvalanan Türk tipi sosyal demokratların uzlaştırmaya çalıştığı tarafların her ikisinden de bu yönde bir talep yok. Dolayısıyla bu siyasetin hitap ettiği kitle aslında bir boş küme. Mevcut yönetime göre de seçmen kitlesi yaratılamayacağına göre, partideki bu melez ablukanın sonlanması gerek.

Cumhuriyet Halk Partisi gibi seçmen kitlesi laik, cumhuriyet değerleri ile yetişmiş ve o değerlere sahip bir partide, partinin kurucu değerleri olan aydınlanma ve bağımsızlık temelli görüşleri dillendiren tek bir kişiye dahi açık kapı bırakılmaması ise apayrı bir tartışma konusu. Ulus devletin dişlerinin sökülerek devletin sermayenin çıkarlarına alet edilmesi, "serbest piyasa" adı altında adeta bir din haline gelmiş durumda. 

Batı dünyası, önde gelen düşünce kuruluşları ve akademisyenler önderliğinde bu politikaları terk ederken, Cumhuriyet Halk Partisi'nin karar organları, ezberlerini bozan bilgiden cüzzamlıymışçasına uzak durduklarından karanlık çağlarda yaşıyor, kendilerini uyaranlara ise kapıları kapatıyor. Bu vesileyle tekrar uyaralım: bağnazlığın türü ne olursa olsun zararlıdır.

Turgay Develi / SOL


17 Ocak 2021 Pazar

Neoliberalizm, çılgın Trump ve faşist komplo - Taner Timur / BİRGÜN-Pazar

2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney liberal bir kampanya yürütmüş, bu yüzden de parti yandaşlarından bir kısmı seçim sandığına gitmemişti. Oysa -tarihin cilvesi- dört yıl sonra buna isyan etmek büyük bir iş adamına düşecekti. Gerçekten de 2016 yılında, ABD politikasında dünyayı da sarsacak bir dönüşüm yaşandı.

Ayaklanma? Darbe? Faşizm? 6 Ocak 2021’de, Amerika’da Kongre binasına yapılan saldırı hâlâ tartışılıyor ve belli ki daha uzun süre de tartışılacak!

Gerçekten de 6 Ocak’ta Washington’da neler yaşandı?

Aslında ilk işaretler 19 Aralık 2020’de gelmişti. O gün, Trump, yandaşlarına bir tweet atmış ve “6 Ocak’ta Washington’da büyük bir protesto yapılacak; orada ol; vahşi olacak!” demişti. Anlaşılan, seçim yenilgisini bir türlü hazmedemeyen narsist Başkan, Beyaz Saray'ı terk etmemek için her şeye kararlıydı. Nitekim binlerce kişi çağrısına uydu ve “orada” oldular! Gerisi de geldi.

ABD kamuoyunda “MAGA kalabalığı” (Make America Great Again Mob) olarak adlandırılan güruhun saldırısı, çıldırmış bir başkanın kışkırtmasıyla başlamıştı. Şimdi de herkes yaşanan “vahşet”in toplumsal nedenlerini ve olası sonuçlarını konuşuyor. Oysa ortalık hâlâ yatışmadı ve en büyük korku da 20 Ocak devir töreninin daha da vahim bir kalkışmaya yol açma olasılığı? 6 Ocak skandalını Cumhuriyetci çoğunluk da kınamış olsa bile, alarm zilleri çalmaya devam ediyor. YouGov anketine göre parti seçmenlerinin yarısına yakını da (yüzde 43’ü) işgali onaylamıştı!

***

Aslında yaşadığımız dünyada, Amerika, Amerika’dan çok fazla şeyler ifade ediyor ve Washington’da olanlar da hepimizi yakından ilgilendiriyor. Böylece 6 Ocak’taki saldırı karşımıza bir çeşit “üç bilinmeyenli bir denklem” çıkardı. Bilinmeyen ve yanıt aranan sorular da, sırasıyla, şunlar:

►2021 yılında uluslararası kapitalizm nasıl bir tablo sergiliyor? Yoksa emperyalizmin dönüşüme uğradığı, yeni bir aşamaya geçtiği sarsıntıları mı yaşıyoruz? Yoksa “neoliberal” dönem kapanıyor da, “neoemperyal” çağ mı başlıyor?

►Eğer öyleyse, bu dönüşümde ABD nasıl bir yer işgal ediyor? Yoksa Uzakdoğu’daki gelişmeler, giderek bu ülkeyi “emperyal zincirin zayıf halkası” konumuna mı sürüklüyor?

►ABD’de “Trumpizm” neyi ifade ediyor? Bu mitoman başkanın, bunca skandaldan sonra hâlâ arkasında milyonlarca Amerikalıyı toplamasının sosyal karşılığı ne olabilir?

İşte ilk emperyalizm analizlerinden yüz yıl kadar sonra, günümüz sorunlarına -ve zihinleri kurcalayan “ne yapmalı?” sorusuna- yanıt aramaya yol açabilecek bazı sorular! İzleyen satırlarda -aynı sırayla- bu yanıtlara ipucu teşkil edebilecek bazı bilgiler vermeye çalışacağım.

***

2019 Kasım’ında ünlü iktisatçı Joseph E. Stiglitz dikkat çekici bir yazı yazdı. “Neoliberalizmin sonu ve tarihin doğuşu” başlığını taşıyan bu yazı, bir bakıma Fukuyama’nın otuz yıl önce “liberalizmin zaferi”ni ve “tarihin sonu”nu ilan eden eserine yanıt teşkil ediyordu. (Global Thought; 4 Kasım 2019). Columbialı profesöre göre, “neoliberalizm, kırk yıl boyunca demokrasiyi tahrip etmiş” ve tüm uluslara refah, ilerleme ve özgürlük vadeden bu sistem çöküş sürecine girmişti. Neoliberal uygulamanın ortaya koyduğu tablo, Karl Popper ve yandaşlarının yıllarca avukatlığını yaptığı “açık toplum”a hiç benzemiyordu. Aksine, nüfusunun büyük çoğunluğu “demagoglar ve otokratik liderler” tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyorduk ve bu dünyada -sosyal himaye, vergi ve ücret politikaları, finans düzeni vb- tüm uygulamalar tek bir ilkeye bağlanmıştı: Kapitalist rekabet! Zengin ülkelerde bile sıradan vatandaşlara “İstediğiniz politikalar uygulanamaz; çünkü bu durumda ülke rekabetçi olmaktan çıkar; çok iş kaybı olur ve siz de ıstırap çekersiniz!” deniyordu. Bu yüzden de geleceğe, seçkinlere ve ekonomi bilimine güven kalmamıştı. Özellikle makro-iktisat analizleri “2008’dekine benzer krizleri dışlayan modellerin uygulandığı” her yerde tüm itibarını kaybetmişti. Şimdi de “bu büyük düşkırıklığından doğan siyasal sonuçları” yaşıyorduk. Belli bir tarih sona eriyor, yeni bir tarih başlıyordu. Stiglitz’e göre bu yeni dönemde “Aydınlanmayı yeniden canlandırmak ve onun özgürlük, bilime saygı ve demokrasi değerlerine tekrar bağlanmak zorunda” idik.

***

2020 arifesinde Stiglitz’in temel düşünceleri bunlardı ve bu tezleri Nobel ödüllü bir iktisatçıdan duymak ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Oysa bu düşünceler yaygındır ve günümüzde -pandemik salgınla da katlanarak- karamsarlık ve manevi çöküntüye yol açıyorlar.

Aslında neoliberalizm büyük sermayeyi sınırlayan kuralları kaldırmış, uluslararası planda sermaye akışını hızlandırmıştı. Böylece yatırım fonları emeğin ucuz, çalışma koşullarının elverişli olduğu ülkelere doğru akmaya başladılar ve bundan da en çok -başta Çin- Uzak Doğu ülkeleri yararlandılar. Üstelik sadece fonlar akmıyor, bir takım fabrikalar da sökülerek bu ülkelere taşınıyordu. Batı’da “sanayisizleşme” yaratan bu süreç, kalkınmakta olan ülkeler arasında da “yükselen pazarlar” ayrışmasına yol açtı.

Oysa aynı yıllarda ABD’de kapitalizm de kabuk değiştiriyor, J. Haskel ve S. Westlake’nin “Kapitalsiz Kapitalizm” (Princeton Uni. Press; 2017) adını verdikleri bir yapılanmaya yol açıyordu. Bu kapitalizmde maddi yatırımların yerini hızla yazılım, marka, tasarım, Ar-Ge vb gibi alanlara yapılan “gayri-maddi” (intangible) yatırımlar alıyordu. Örneğin Microsft’ta maddi sermaye, şirketin piyasa değerinin ancak yüzde 1’i kadardı. Üretimde fizikî emeğin yeri giderek azalıyordu; örneğin toplam borsa değeri 5 trilyon doları aşan beş dev şirketin (GAFAM: Google, Apple, Facebook, Amazon, Microsoft) çalıştırdıkları işçi sayısı ancak 1,2 milyon kadardı. Bu gelişme gelir dağılımındaki eşitsizliği de hızla artırıyor, sınıf çelişkilerini keskinleştiriyordu.

Aynı süreç uluslararası planda da giderek yeni bir kutuplaşmaya yol açtı: Çin Halk Cumhuriyeti, imalatta “dünya atölyesi” haline gelirken, “soyut sermaye” de ABD’de yeni bir işsizler ordusu yaratıyordu. Üstelik Çin, büyük ölçüde “montajcı” bir imalatla yetinmiyor, ileri teknolojide de öne geçme hesapları yapıyordu. 2015’te ilan ettiği 'Made in China 2025' planına göre, dijital teknolojide on yıl içinde iç pazarın yüzde 80’ini, dünya pazarının da yüzde 40’ını ele geçirmeyi hedeflemişti. (Le Monde, 7 Ocak 2020). 2021 yılına gelindiğinde, artık küresel elektronik ürün ihracatının yarısına yakını Çin tarafından yapılıyordu.

Gerçi bu ürünlerde Çin’in katma değer payı azdı ve yüzde 22’yi aşmıyordu. Yine de bu ülke dev pazarı ve üretimde kullandığı “vahşi kapitalizm” yöntemleriyle ABD üstünlüğünü tehdit eder hale gelmişti. Steven Bognar ve Julia Richard’ın Çinlilerle işbirliği içinde gerçekleştirdikleri dokümanter filimde (American Factory; 2019) görüldüğü gibi, bir Çinli milyarderin ABD Ohio’da kurduğu cam fabrikası (Fuyao Glass America), sendika düşmanlığı, düşük ücretler, fazla mesai ve tatil kısıntıları ile -2021’de yüzde 8 büyümesi ve 2028’de de ABD’nin GSYH’sını geçmesi beklenen- “Çin mucizesi”nin anahtarını da veriyordu. Bu yüzden, dünya bu “mucize” karşısında büyülenirken, madalyonun öteki tarafı da unutulmamalıydı.

***

“Madalyonun öteki tarafı” en çok Amerika’da hissedildi ve halk tabakalarında iki türlü düşmanlığa yol açtı: Beyaz emekçilerin işlerini çalan “renkli” göçmenler ve buna uygun bir politika izleyen neoliberal “seçkinler”! 2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney liberal bir kampanya yürütmüş, bu yüzden de parti yandaşlarından bir kısmı seçim sandığına gitmemişti. Oysa -tarihin cilvesi- dört yıl sonra buna isyan etmek büyük bir iş adamına düşecekti. Gerçekten de 2016 yılında, ABD politikasında dünyayı da sarsacak bir dönüşüm yaşandı.

Donald Trump’ın adaylığı başlangıçta kendi partisinde bile ciddiye alınmamış, kaygı ve ironi dolu yorumlara yol açmıştı. İlginçtir, bugün yapılan faşizm tartışmaları da aslında 2016’da başladı. Bakınız o tarihte, henüz seçim bile yapılmamışken, muhafazakâr yazar Robert Kagan, “Amerika’ya faşizm nasıl gelir?” başlığı altında, neler yazıyordu: “Faşizm Amerika’ya çizmelerle, özel selamlarla gelmeyecek; bir televizyon madrabazı, bir sahte milyarder ve ders kitaplarına geçecek bir ego-manyağın halktaki nefret ve güvensizlik duygularını kışkırtmasıyla ve kör parti yandaşlığı, dava yokluğu ya da sadece basit bir korku gibi nedenlerle koca bir ulusal partiyi peşine takmasıyla gelecek”. (WPost, 18 Mayıs 2016).

Bu kaygılar Trump’ın başkan seçilmesiyle bitmedi; aksine, daha da şiddetlendi. Demagog iş adamı Beyaz Saray’a oturalı henüz dört ay bile olmamıştı ki Yale, Harvard ve New York üniversitelerinden 27 psikiyatr bir araya geliyor ve ruh sağlığı olmayan bir başkanın “tehlikelerine” dikkati çekiyorlardı. Düzenledikleri konferansta (20 Nisan 2017), Amerikan Psikoloji Derneği’nin özel bir muayene yapılmadan kamu yöneticileri hakkında tanı konmasını yasaklamasına rağmen (Goldwater Rule), bu yasağı çiğniyor ve Hitler iktidara gelirken Alman aydınlarının ve psikiyatri derneğinin sessizliğini ibretle hatırlatıyorlardı. Bununla da kalmadılar, Trump tehlikesi hakkında bir de kitap yayımladılar. (The Dangerous Case of Donald Trump; Macmillan, 2017). Haklıydılar; dikkat çektikleri “tehlike” dört yıl sonra Capitol Hill’in işgaliyle çok daha vahim bir şekilde ortaya çıkacaktı.

***

Aslında her faşizmin bir “çılgın”a ihtiyacı vardır ve Amerika’da da bu işlev -kısmen fıtrat ve yetişme tarzı, kısmen de rol icabı- Donald Trump’a düştü. Ne var ki bu milyarder iş adamı reel dünyadan hiç de kopuk değildi ve iş kaybına uğramış “derin Amerika”daki iki düşmanlığı çok iyi yakalamıştı. Küreselleşme Amerika’nın aleyhine işliyordu ve içerde göçmen işçiler, dışarda da Çin, Amerika’nın en büyük düşmanlarıydı. Politikasını da bu düşmanlığa dayandırdı. Bir yandan Meksika sınırına büyük bir duvar ördürüyor, öte yandan da Çin’le ticaretteki dengesizliğe son vermeye çalışıyordu. Çin, “MAGA”ya karşı en büyük tehlikeydi; gümrük savaşı teknoloji savaşıyla beraber yürütülmeliydi. Bu korkuyla 5-G’de tehlikeli atılımlar yapan Çin elektronik devi Huawei’ye yasaklar kondu; hatta bir ara şirketin mali direktörü de tutuklandı.

Ne var ki Trump yasaklarla yetinemezdi. İçerde de şirketleri teşvik ediyor, büyümelerine yardımcı olmaya çalışıyordu. Buna karşılık üretimi dışarı taşıyanlara da şiddetle karşıydı. Kongre’ye ilk seslenişinde bunu söylemiş, tweet’lerinde buna uymayanları tehdit etmişti. Aynı konuşmada aralarında Lockheed, General Motors, Fiat-Chrysler, İntel gibi devler bulunan on şirketi yatırıma teşvik etmiş, bu yönde de büyük bir vergi indirimi yapmıştı. Onlar da gerçekten milyarlarca dolarlık yatırım yaptılar. Ne var ki durum değişmiyor, üç yıl sonra da bunların toplam istihdamı eski düzeyi (Reuters araştırmasına göre 2 milyon işçi) geçmiyordu. Trump yönetiminin övündüğü borsa rekorları ise hisselerin yarısının nüfusun yüzde 1’inin elinde olduğu düşünülürse, kandırdığı “mağdur”larla alay etme gibiydi.

Mali durum da farklı değildi. Obama’dan devir alınan 300 milyar dolarlık bütçe açığı bir trilyon dolara çıkmış, üstelik aradaki fark da, vaat edilen altyapı yatırımlarından değil, zenginlere yapılan vergi indirimlerinden doğmuştu. Kısaca çılgın Başkan, 2020 seçimlerine ekonomik planda başarıyla değil, kötü bir karneyle girdi ve.. Kaybetti.

***

Aslında 2020 seçimlerinde şaşırtıcı olan seçimi Trump’ın kaybetmesi değil, 74 milyon kadar oy almasıydı. O tam bir faşistti ve “Bu terim hafiflikle kullanılmamalı” diyen iktisatçı Paul Krugman (Nobel 2008) , Kongre baskını üzerine Trump’ın “milliyetçi-ırkçı hedeflerine ulaşmak için şiddet kullanan gerçek bir faşist” olduğunu yazdı. (NY Times, 7 Ocak 2021).

Ne var ki neoliberal uygulamalarla birçok ülkede yoksul kitleler çaresiz kalmış ve demagog politikacıların peşine takılmıştı. En tehlikeli senaryo da Washington’da sahneye kondu. 6 Ocak’ta Kongre’yi basanlar aslında “Trumpist galeri”nin küçük bir modelini teşkil ediyordu. QAnon komplocuları, “Proud Boys” temsilcileri, acayip kılıklı provokatörler, ‘molotof kokteyl’li suikastçılar, herkes oradaydı. Hatta emlakçı bir milyoner, randevuya yetişebilmek için, Teksas’ta özel bir uçak kiralamıştı. Şimdi ise tüm ABD 20 Ocak’ta yapılacak Başkanlık töreni vesilesiyle daha da vahim bir senaryonun sahnelenmesinden korkuyor ve bunu önlemek için de 20 binden fazla ulusal muhafız görevlendirildi. Bu da bir “ABD mucizesi!” ve dünyayı kontrol eden ABD emperyalizmi, yurtdışında bulunan askerlerinden çok daha fazlasını (NY Times’e göre üç katını) seferber ederek, artık kendi Meclis’ini korumaya hazırlanıyor!

***

Bazı Amerikalı yorumculara göre Trump, 6 Ocak’ta demokratları da sokağa dökerek iç çatışma çıkarmak ve bunu bahane ederek sıkıyönetim ilan etmek istemişti. Bu bir darbe girişimiydi. Oysa olaylar kontrolünden çıktı ve Trump rezil oldu. Öyle ya da böyle, şimdi kendisi de korku içinde ve “çok sevdiği” yandaşlarını yatıştırmaya çalışıyor. Artık tweet de atamıyor ve siyasal hayatını tamamen söndürecek ikinci bir azil girişimiyle karşı karşıya bulunuyor!

Yine de anlaşıldı ki, Trump bitse bile, “Trumpizm” bir süre daha yaşayacak ve zaten bugünlerde de, başta Ted Cruz, birçok senatör bu “74 milyon”luk mirasa konmaya çalışıyor. Oysa karşılarında bir türlü kandıramadıkları ve özlemleri de Joe Biden’dan çok, Bernie Sanders tarafından dillendirilen bir mazlumlar ordusu var. Bu da demektir ki neoliberalizm çöker ve yeni bir tarih sayfası açılırken, Trumpist büyücü çırakları kirli oyunlarında bunların beklenti ve direnişlerini de hesaba katmak zorunda kalacaklar!

Taner Timur / BİRGÜN-Pazar


 

‘Exxen’ kayması - MURAT TIRPAN / BİRGÜN PAZAR

 

Acun'un dijital platformunun adı neden Exxen acaba? Türlümsü içeriklerin bir eksen etrafında dönüp durmalarından olmasın? Netflix'ten uzaklaşıp bir 'eksen kayması' yaşaması mı bekleniyor izleyicilerin yoksa? Seyir alışkanlıkları Masterchef'in, Survivor'ın ekseni etrafında dönen ortalama izleyicinin hızını artırmak mı amaç?

Türlü, gayet karaktersiz bir yemektir! Patlıcanlar, kabaklar, patatesler, soğan, sarımsak ve biberler bir tencerenin içerisine doluşup pek de tanımlanamayacak bir yiyecek oluştururlar. Farklı tekniklerle ayrı ayrı özene bezene yapılması gereken tüm bu sebzeler aynılığın vasatlığında bir girdap oluşturup dönüp durular.

Acun'un dijital platformunun adı neden Exxen acaba? Türlümsü içeriklerin bir eksen etrafında dönüp durmalarından olmasın? Netflix'ten uzaklaşıp bir 'eksen kayması' yaşaması mı bekleniyor izleyicilerin yoksa? Seyir alışkanlıkları Masterchef'in, Survivor'ın ekseni etrafında dönen ortalama izleyicinin hızını artırmak mı amaç?

Bu eksen kaymasını türlü pişirerek sağlamak imkânsız gibi bir şey. Masterchef'te bile sofistike bir şeyler pişirmek zorundasınız kazanabilmek için. Exxen'de böyle bir içerik yok, her şey çeşitlemelerden ibaret. Burada birkaç istisna dışında özgünlükten söz etmek zor, tüm ürünlerin zaten Acun'un kanallarında var olan eğlence programlarının çeşitlemeleri ya da YouTuberların hâlihazırda yaptığı işlerin farklı versiyonları olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Exxen'in büyük açmazı burada, başka şekilde online evrende var olan içeriği alıp kendi bünyesine entegre eden bir platform. Acun belli ki bu kaymanın kolay olmadığının farkında, bu yüzden platformun içeriklerini bir yandan televizyonunda da döndürmeye başlamış durumda. Kuşkusuz gurmeler değil hedefi, türlüyü en fazla kime satabileceğini iyi biliyor.

Bir zamanlar içerik her şeydi (Content is the King) şimdi ise içeriğin sıklığı ve sunulma şekli her şey haline geldi. Durmaksızın üretilen yeni içerik ve onun sizin önünüze albenili bir şekilde sunulması Netflix'in en büyük başarısı. Bu yüzden daha önce bu sayfalarda yazdığım bir yazıda bu tür platformları "anlatı makineleri" olarak tanımlamıştım. Arada sıradışı işlere yer verseler de bizi tavlama yolları sürekli üretilen anlatıların akışından ibaret. Bu akışın durmaması ve her içeriğin alıcısı için cilalanması gerekiyor. Oysa türlüde sebzeler kendiliklerinden vazgeçer, öne çıkamazlar. Birinin tadının baskın olması bile mümkün değildir. Bunu şöyle de anlatabiliriz sanırım, Exxen tıpkı bünyesindeki en iddialı ve yeni içerik olan Onur Ünlü'nün dizisi Şeref Bey'e benziyor fena halde, başta çekiciymiş gibi ama aslında içine ilgili ilgisiz birçok şeyin doldurulmuş olmasıyla dağınık ve vasat.

Türlünün öğrenci yurtlarında, ikinci sınıf otellerde bir önceki günden kalanlarla yapılanları vardır ki bunlardan uzak durulmalıdır. Patlıcan düşkünü bir adamı patlıcanı yok ederek yiyecekten soğutursunuz. Eskiyi yeni diye sunmanın en kolay yoludur bu bağlamda türlü. Burada olan da o, eski içerikler yeniymiş gibi bir araya getirilir ve karıştırılır. Sağda solda kendi başına belki lezzetli olan youtube içeriklerini alıp bir araya getirir, formatları da kendi içinde karıştır ve müşterinin önüne sunarsınız. Kendi başlarına sıcak ve eğlenceli sayılabilecek o formatların ne kadar samimiyetsizleştiğini Exxen'e göz atanlar hemen fark edecektir elbette. Sadık hayranlarınızı ya da ekseninizden çıkamayanları bir yana bırakırsak müşterinin bu içeriği ne kadar tüketmesini bekleyebilirsiniz?

Netflix gibi bir platformun ortaya çıkışı şüphesiz hayatımızı değiştirmişti. Netflix sonrası izleme alışkanlıklarımız, sinemaya gitme sıklığımız, filmler üzerine yaptığımız sohbetler tamamen değişti; bu ve benzeri platformların ürünlerine tabi olmaya başladı. Ralph Reyes artık bir klasik olarak kabul edilen, daha 2004 yılında yayımladığı Hakikat Sonrası Çağ adlı kitabında (Delidolu yay, 2017) bunu öngörmüştü. Şöyle yazıyordu Reyes, “Yaygın medya çağında, yaşamı repliklerle, arka planlarla ve çözüme bağlanan sonlarla devam eden bir dram olarak algılamamak zor. Tüm iletişim araçlarından sürekli akan iyi kurgulanmış bir dramın tüketicileri olarak, hepimiz hayat hikâyemizi anlatı akışına uydurma baskısı hissediyoruz” Bunu sağlayan başat eğlence fabrikası Netflix, ama biz de şimdi başka alternatifler de görmeye başladık. Örneğin Gain adlı yeni bir dijital platform -tutar mı o ayrı konu- yine aynı tür bir amaçla karşımıza çıkıyor, serviste, market kuyruğunda, birilerini beklerken izleyebileceğimiz kısa içerikler sunuyor bize. Ben sizin hayat akışınıza uyacağım, diyor. Bu yüzden de kendini sadece akıllı telefonlarla sınırlı tutuyor. Gain, çantamıza attığımız minik sandviçler gibi, acıktığımızda isteğimiz her yerde yiyebileceğimiz.

İlkel toplumlarda hikâye anlatıcılarının çevresinde toplanan insanlar ciddi bir ritüel gerçekleştirirlerdi. Hikâye anlatmak ve dinlemek ciddi (ve elbette eğlenceli) bir işti. Sinema tüm endüstrileşmesine rağmen bir modern mitoloji olarak hâlâ buna benziyor, ama internet değil. (Burada Mubi gibi klasik filmleri evimize getiren platformları ayıralım) Günümüzde internetteki endüstriyel anlatı makinelerinden çıkan sonsuz içeriği tüketmeye çalışmak (hiçbir ritüeli olmayan) sürekli fast-food yemeye benziyor. Netflix belki sağlıksız ama lezzetli bir fast food üreticisi. Ama arada softike yemekleri, farklı mutfakların lezzetlerini hatta müthiş deneyimler sunan füzyon ürünlerini de servis ediyor alıcısına. Bunun için de mutfağına büyük yatırım yapıyor zaten.

Oysa Acun'un türlüsü ucuz, kimliksiz, konserve ve bayat. Aslında kırtasiyeymiş gibi duran ama aynı zamanda telefoncu, oyuncakçı, hediyelikçi de olmaya çalışan dükkanlar kadar yerli ve elbette kitsch.

MURAT TIRPAN / BİRGÜN PAZAR

Tutku en çok kadınların işidir - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


Sevgili okurlarım haftada tek gün yazınca benim açımdan pek çok şey söylenmiş oluyor. Aşı tartışmaları, hain koronanın sınıfsal niteliği ve zenginin dostu olması, 65 yaş üstüne uygulanan faşist yaptırımlar, artık toplu taşımaya da binemiyoruz. Neyse ki gazetem ıslak imzalı çalışmakâğıdımı gönderdi, hiçbir biçimde örtülemeyen yoksulluk, genç işsizliği, kadın cinayetleri, doğanın yok edilmesi, kayak merkezleri, büyük otellerin barlarının açık olup tiyatroların, sinemaların, kahvelerin kapalı olması. Gittiğim pazarda yaşlı, genç kadınların satılamayan meyve ve sebzeleri tek tekayıklayıp poşetlere doldurması. Kısaca say sayabildiğinkadar. 

Ben de uzundur yazmak istediğim bir konuyu yazayım dedim: Başlığım da oldukça iddialı. Tutku en çok kadınlara yakışır. Tartışmaya açıktır.

Epey zaman önce anladım, “Erkek ya da kadın yazar yoktur, iyi ya da kötü yazar vardır; erkek ya da kadın yönetmen yoktur, iyi ya da kötü yönetmen vardır” diretmeleri boşuna, biz ne yaparsak yapalım cinsiyetimiz, mesleğimizin başına şak diye oturmaya devam ediyor ve belli ki yüzyıllar boyunca yeni biyolojik bir devrim gerçekleşip erkekler de doğurana kadar devam edecek. Öyleyse işin keyfini çıkarmaya bakalım. İşin keyfini çıkarmaya başlayınca, şaşırtıcı sürprizler yolunuzu kesiyor. Bunlardan biri karşıma Ankara’da yapılan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde bir belgesel olarak çıkmıştı. Önce adını sevdim, “Tutkuyu Filme Almak”. 

Belçika’da doğan, Afrika’da, ABD’de büyüyen yönetmen Marie Mandy yapmıştı bu belgeseli. Çok basit bir sorudan yola çıkmıştı. Şu dünyanın kadın yönetmenleri tutkuyu, aşkı ve cinselliği nasıl anlatıyorlar? Erkek yönetmenlerden farkları ne? Fark mı bilmem ama ben şapka çıkardım, belgeseldeki kadın yönetmenler son derece cesur ve acımasızlardı! Tutkunun ve cinselliğin o karanlık labirentlerinde gözü kara dolaşıyorlardı. Bu cesareti, bu gözü karalığı açıkça kıskandım.

Fransız yönetmen Agnes Varda’nın Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz kadın olunur” sözüyle başlattığı film, dünyanın her köşesinde film yapan kadın yönetmenlerin oluşturduğu bir tutku şöleniydi. Kadınlar bütün bildik söylemleri sarsacak görüntülerle herkesi,

kendini ve cinselliğini sorgulamaya davet ediyorlardı. 

İngiliz yönetmen Sally Potter “Tango Dersi” adlı filminde ellisine yakın bir kadının yirmili yaşlardaki öğrencisine duyduğu tutkulu aşkı, pervasızca görüntülüyor ve yaşından ötürü bu aşktan utanması gerektiği düşünülen kadının, tutkuya ve aşka sarılarak yaşamın en canlı damarlarından birine nasıl dokunduğunu anlatıyor, taraf tutuyor ve kadının bu eyleminde sonuna kadar hakkı olduğunu vurguluyordu. Öylesine cesurdu ki filmin kadın kahramanını da herkese inat, yüzündeki kırışıklıklara bakmadan sapına kadar sahici bir biçimde kendisi oynuyordu. Hayata ve tutkuya ait her şey, kimi Senegalli, kimi Tunuslu, kimi Amerikalı, kimi İtalyan bu kadınların ilgisi dahilindeydi. 

Politik tavrı ve cesur filmleriyle bildiğimiz İtalyan yönetmen Liliana Cavani’nin ana meselelerinden biri faşizm ve cinsellik arasındaki o ince, bıçak ucu çizgiydi. Faşizmin temel dürtülerini araştıran Wilhelm Reich’ın görüşlerini benimsediğini bildiğimiz Lilian’ın ülkemizde de gösterilen neredeyse vahşi filmi “Gece Bekçisi”nden en sert bölümler bu muhteşem belgeselde su gibi birbiri arkasından akıp gitti. Çocukluğunda Nazi kamplarında, genç Nazilerin cinsel objesi olan genç bir kadın, yıllar sonra rastladığı bir Nazinin arzu objesi olmayı yeniden bu kez gönüllü olarak istiyordu. Anlatılan tüyler ürpertici, ama bir o kadar da insana yakın bir tutku ilişkisiydi. Burada  elgeseldeki bütün kadın yönetmenleri ve onların filmlerini anlatmam olanaksız, arzuyu anlatan o muhteşem görüntülerini de... Yani sözün kısası, bu belgeselde cesareti seyrettim ve kendi sinemamız kendi edebiyatımız adına biraz umutsuzluğa kapıldım. 

Böylesine cesur olmak bizde mümkün mü? 

Müslüman bir toplum olduğumuzdan mı, çocukluğumuzdan beri cinsellik ve arzu bize yasaklandığından mı, kendi kişisel tarihimizi örselemekten korktuğumuzdan mı bizde bu cesaret yok? Varsa da çok cılız ve ifşa düzeyinde, tutkunun ve arzunun kadın anlatımı henüz yok. Yani fazlasıyla pembeyiz.. Artık kırmızıya geçmenin zamanı. Bütün utanmalardan ve iç sansür denilen o inanılmaz baskıdan kurtulmanın zamanı. Ve bize sadece ifşa değil, cesur görseller, cesur hikâyeler gerekir.

Yazımı sevdiğim kadın şair Gülten Akın’ı anarak ve ondan bir dörtlük söyleyerek bitirmek istiyorum: 

“Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi/ 

Bir şeycik kalmadı -Deneyin lütfen-/ 

Aydınlığım, deliyim, rüzgârlıyım/ 

Günaydın kaysıyı sallayan yele/ 

Kurtulan dirilen kişiye günaydın.”

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

 

‘Taneler kar olarak başlıyor, yağmur olarak iniyor’ - Merthan SÜMBELLİ / SÖZCÜ

İstanbul'a mevsimin ilk karı düştü. Son yıllarda yapılaşmanın etkisi mevsimlerin yaşanış biçimlerini de değiştiriyor. Kuvvetli olmayan kar yağışlarında yüksek binaların etkisi ne? Kar olarak düşmeye başlayan tane, neden kimi zaman yağmura dönüşüyor? Uzmanlar anlatıyor...


İstanbul'da uzun süredir beklenen kar yağışı nihayet kendini gösterdi. Uzmanlara göre yağışlar birkaç gün daha aralıklarla devam edecek. Ancak bu yağışlar İstanbul'un belirli bölgelerinde etkisini gösterirken, bazı bölgelerde ya çok daha az görülüyor ya da hiç görülmüyor.

İstanbul'un en yüksek rakımlı tepeleri 537 metre ile Aydos tepesi, 442 metre ile Alemdağ, 438 metre ile Kayışdağı olarak sıralanıyor. Popülerliğiyle nam salan Çamlıca tepesinin rakımı ise 268 metre. İstanbul'da genellikle kar yağışı yoğun olarak söz konusu tepelerde gerçekleşiyor.

  • Peki bunun nedeni sadece yüksekte yer almaları mı, yoksa başka etkenler de var mı? Dikey kentleşme, betonlaşma, ormansızlaşma gibi faktörlerin etkisi ne?

Meteoroloji Uzmanı Prof. Dr. Orhan Şen ve İstanbul Teknik Üniversitesi Meteoroloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Deniz Demirhan Sözcü için cevapladı.

DİKEY YAPILAŞMA KAR YAĞIŞINI NASIL ETKİLER? 

Meteoroloji Uzmanı Prof. Dr. Orhan Şen, dikey yapılaşmanın kar yağışına olumsuz etki ettiğini söylüyor. Binaların çok dar bir alanda konumlandırıldığını söyleyen Şen, “Şehir merkezinde çok yüksek binalar ve çok dar bir alana konulmuş vaziyette. İstanbul, Tokyo ve Şangay gibi kentlerde ısı adası etkisi çok fazla. Bunun için artık çözüm yok. Bu tarz planlamaları en başında mutlaka insanı ön plana alarak gerçekleştirmek gerekir. Yapılan gökdelenleri artık yıkamazsınız” ifadelerini kullanıyor.

‘Taneler kar olarak başlıyor, yağmur olarak iniyor’

İstanbul'un belirli bölgelerinde ısı adası etkisinin görüldüğünü söyleyen Dr. Deniz Demirhan da sistemin daha bitmediğini ve yağışların süreceğini vurguluyor. İstanbul'da meydana gelen kar yağışında sistemin çok kuvvetli olmadığını vurgulayan Demirhan, “Bu yağışlar kuvvetlenerek devam edecek. Şehir merkezlerinde kuvvetli bir yağış bekliyoruz.

Sistem çok güçlü değildi ve sıcaklık da yeteri kadar düşük olmadığı için ısı adası etkisini gördük. Şehir merkezlerinde özellikle çukur alanlarda yaşam alanlarında, evlerin yoğun olduğu bölgelerde sıcaklık yüksek. Taneler kar olarak düşmeye başlasa da düştükçe eriyor ve yağmur olarak yer yüzüne iniyor. Bazı bölgelerde hiç bulut bile oluşmuyor. Bu nedenle sistem de çok güçlü olmadığı için yağış görmedik.” dedi.

ʻʻ
"Şehir merkezlerinde özellikle çukur alanlarda yaşam alanlarında, evlerin yoğun olduğu bölgelerde sıcaklık yüksek. Taneler kar olarak düşmeye başlasa da düştükçe eriyor ve yağmur olarak yer yüzüne iniyor. Bazı bölgelerde hiç bulut bile oluşmuyor."
Dr. Deniz Demirhan

ISI ADASI ETKİSİ NE ANLAMA GELİYOR?

Dr. Deniz Demirhan, ısı adası etkisini şu şekilde açıklıyor:

“Şehir merkezlerinde sıcaklık, normalde olması gerekenin üstündedir. Çünkü şehir merkezlerinde güneşten gelen radyasyonu içine çeken beton yapılar, asfaltlar gibi bazı yapılar vardır. Bu yapılar çok güçlü bir şekilde güneş radyasyonunu içine çeker.

Bu yapılarda radyasyonu içine çekme ve orada tutma oranı çok yüksektir. Bunlar bütün gün boyunca ısınırlar. Gece olunca soğuma başlar ve güneş radyasyonu gider. Beton yapılar tuttukları o enerjiyi dışarıya doğru verme ihtiyacı duyarlar. Gece boyunca bu bölgeler, şehir merkezleri ısınır. Bu da sıcaklığın artmasına neden olur. Dolayısıyla betonun ve binaların daha az olduğu bölgelerden çok daha fazla sıcaklığa sahip olurlar. Bu tarz şehir planlamalarında park alanları gibi atmosferin nefes alacağı ortamlar oluşturulmalı.”

GÖKDELENLER İSTANBUL'U NASIL ETKİLEDİ?

Prof. Şen, şehir planlamasında yanlışlıklar yapıldığını ve gökdelenlerin gerekli rüzgarları bloke ettiğini söylüyor. İstanbul'un hakim rüzgar yönünün kış aylarında kuzeydoğu olduğunu ifade eden Şen, sözlerine şu şekilde devam ediyor:

“Bu, İstanbul'un havasını temizleyecek rüzgarın kuzeydoğudan geleceği anlamına gelir. Kış aylarında ulaşım ve ısınmadan dolayı hava kirliliği çok olduğu için havanın temizlenmesi önemli bir nokta. Ancak şehrin kuzeydoğusuna gökdelenler yapıldığı için bu yapılar rüzgarı bloke ediyor. Dolayısıyla İstanbul'daki hava temizlenmiyor. Bu tabii şehir planlamasında bilimin kullanılmasındaki eksiklikten kaynaklanıyor.”

DÜNYADA DOĞRU BİR PLANLAMA ÖRNEĞİ VAR MI?

Şen, şehir planlamasında ideal bir örnek olarak Manhattan'ı gösteriyor: “Manhattan'da uzmanlar şehir planlamasında önce rüzgar yönünü hesapladılar. Uzun araştırmalar sonucunda rüzgarın kuzeyden estiğini tespit ettiler. Ardından kuzeyden güneye geniş yollar yapıldı. Bu yollar rüzgar yönündedir. Bu yolların etrafına yüksek binalar rahatlıkla yapılıyor. Bu yollar orada rüzgar tüneli görevi görüyor. Bu tüneller vesilesiyle Manhattan'ın havası temizleniyor.”

ʻ
"Şehrin kuzeydoğusuna gökdelenler yapıldığı için bu yapılar rüzgarı bloke ediyor. Dolayısıyla İstanbul'daki hava temizlenmiyor. Bu tabii şehir planlamasında bilimin kullanılmasındaki eksiklikten kaynaklanıyor."
Prof. Dr. Orhan Şen

NÜFUS ARTIŞI VE HAVA KİRLİLİĞİ KAR YAĞIŞINI NASIL ETKİLİYOR?

Dr. Demirhan, nüfus artışının atmosfere yayılan emisyonlarda ciddi bir etkisi olduğunun altını çizdi. Atmosfere yayılan gazların niteliğinin de önemli olduğunu vurgulan Demirhan, “Nüfusun az olduğu ama fabrikaların çok olduğu bazı bölgelerde de çok fazla emisyon var. Orada hem hava kirliliği hem de ısı adası etkisi daha fazla oluyor. Yağışın olabilmesi için havada belirli bir partikül miktarı olmalı. Yoğuşma parçacığı denir buna.

Bu parçacıkların atmosferde bulunması gerekir ki su buharı onun üzerinde yoğuşsun ve sonra da yağmur damlası olarak büyüsün ve yere düşsün. Fakat atmosferde çok fazla kirletici varsa bu su damlacıkları farklı kirleticiler üzerinde yoğuşur ve yere düşmek için yeterli büyüklüğe ulaşamaz” değerlendirmesinde bulundu.

KAR YAĞIŞINA KÜRESEL ISINMANIN ETKİSİ
Prof. Dr. Orhan Şen, küresel ısınmanın iklim değişikliğine etkilerine de değindi: “Meteorolojik parametrelerde bir takım değişiklikler oluyor. Sıcaklıklar gittikçe artmaya başlıyor. 93 yıllık periyotta en sıcak 5 yıl son 10 yılda ortaya çıktı. En sıcak mayıs ve kasım ayı 2020 yılında oldu. Bu nedenler tabii ki kar yağışını olumsuz anlamda etkiledi. İklim değişikliğinden dolayı Akdeniz ikliminden çıkıp, yarı kurak bir iklime doğru gidiyoruz. Yaz mevsimi çok sıcak ve çok kurak geçiyor. Kış aylarıysa ılık ve az yağışlı geçiyor.”

DR. DEMİRHAN: PROBLEM KÜRESEL ISINMA

Dr. Deniz Demirhan, atmosferin çok hızlı bir şekilde ısınmaya devam ettiğini ifade etti. İnsan kaynaklı gazların atmosfere çok fazla yayıldığını, bu nedenle küresel ısınmanın önüne bir türlü geçilemediğini vurgulayan Demirhan, karbondioksit gazının atmosfere çok fazla yayıldığına dikkati çekti. 2020 yılında karbondioksit salınımının artış hızında bir azalma olduğunu söyleyen Demirhan, “Henüz iklim değişikliği ile ilgili önemli bir adım atılmış sayılmıyoruz. Karbondioksit miktarındaki bu artış oranı sıfırlanmadığı sürece bizim iklim değişikliği ile ilgili bir adım attığımızı söyleyemeyiz. Kar yağışının bir anda azalması ve sıcaklardaki artışın nedeni 1970'lerden beri iklim değişikliğinin içinde olmamız” dedi.

Merthan SÜMBELLİ / SÖZCÜ


İki yeni saray 740 milyon TL - Erdoğan Süzer / SÖZCÜ

 

2021 Yatırım Programı’na göre bu yıl Cumhurbaşkanlığı’nın yazlık-kışlık iki yeni sarayına, Ankara’daki sarayın bakımına ve yeni taşıtlara toplam 448 milyon 688 lira harcanacak. İlave iş çıkmazsa Marmaris’teki yazlık saray 640.5 milyon, Bitlis Ahlat’taki kışlık saray 99 milyon liraya mal olacak.

Tüm kamu kurum ve kuruluşları ile üniversitelerin 2021 yılında yapacağı yatırımlara ödenek izni veren 2021 Yılı Yatırım Programı açıklandı. Programa göre Cumhurbaşkanlığı bu yıl yazlık-kışlık saraylar ile, Ankara'daki sarayın bakım onarımı ve taşıt alımı için toplam 448 milyon 600 bin lira harcayacak.


Bugüne kadar 620 milyon 500 bin lira harcanan Marmaris Okluk Devlet Konukevi, 20 milyon lira daha ödeme yapılarak hizmete açılacak. Bitlis'teki Ahlat Köşkü'ne de bu yıl 89 milyon lira ödenek ayrıldı. Ahlat'ın toplam yatırımı ise 99 milyon lira olacak. Kışlık saray 5 bin 631 metrekare sosyal tesis ve 52 bin 949 metrekare peyzaj alanından oluşuyor.

150 MİLYON DİYE BAŞLADI

2021 Yılı Yatırım Programı'na göre Cumhurbaşkanlığının halen devam projelerine 250 milyon, yeni projelere de 198.6 milyon olmak üzere genel bütçeden toplam 448 milyon 600 bin lira ödenek kullandırılacak.

‘'Yazlık saray'' olarak bilinen Marmaris Okluk Devlet Konukevine, ilave bir masraf çıkmaması halinde bu yıl 20 milyon lira daha harcama yapılarak bitirilip Cumhurbaşkanlığının hizmetine açılması öngörülüyor. Yazlık sarayın inşasına 2018 yılında başlanmış ve o tarihte 150 milyon liraya mal olacağı öngörülmüştü.

Ancak projenin genişletilmesiyle yatırım maliyeti 640.5 milyon liraya çıktı ve 2020 yılı sonuna kadar da 620.5 milyon liralık harcama yapıldı. Yazlık saray, 37 bin 682 metrekare sosyal tesis ve 879 bin 677 metrekare peyzaj alanından oluşuyor.

3 MİLYAR LİRAYI AŞTI

2016 yılında yatırım programına giren ve 650 milyon liraya tamamlanacağı hesaplanan Ankara'daki Cumhurbaşkanlığı sarayının içinde yer alan ‘ek hizmet binasının' toplam 3 milyar 53 milyon 800 bin liraya mal olacağı da ortaya çıktı. Ek hizmet binası için bugüne kadar 2 milyar 972 milyon 800 bin lira harcandı. Programa göre, bu yıl da 81 milyon lira daha harcanarak bina tamamlanacak.

Erdoğan Süzer / SÖZCÜ

47 YENİ TAŞIT ALINACAK
Cumhurbaşkanlığı bu yıl içinde satın alacağı zırhlı araçlar dahil 47 adet yeni taşıt ile mevcut kara ve hava taşıtlarının bakım onarımı ve makine teçhizat gibi giderleri için bu yıl bütçeden 183 milyon 600 bin lira para harcayacak. Ayrıca özel geliştirilmiş yazılım için de 15 milyon lira harcama yapılacak. Cumhurbaşkanlığı, Ankara ve İstanbul'daki saray ve binaların bakım ve onarımı için de bu yıl 60 milyon lira daha harcayacak. Böylece 5 yılda bina bakım onarımına ödenen para 275.7 milyon lirayı bulacak.




16 Ocak 2021 Cumartesi

20 yılda 4 U dönüşü - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

 Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB ülkeleri büyükelçileri ile 12 Ocak’ta yaptığı toplantıda şöyle dedi: “Bin yıldır aynı coğrafyayı paylaşıyor, aynı medeniyet havzasından besleniyoruz. Türk tarihini nasıl Avrupasız okumak mümkün değilse, Avrupa tarihini de Türkiyesiz anlamak mümkün değildir.

Bu sözler bu kadarıyla kalsa, olguyu anlatan bir durum olacak ve bilimsel olarak itiraz edecek bir durum olmayacaktı. 

Çünkü...

İçinde, Huntington’ların uygarlığı dinlere ve milletlere ayırarak “çatıştırma” işleyen yaklaşımına “tek uygarlık, dünya uygarlığı” itirazı da var, Antik Yunan’ı Avrupa Rönesansı’na taşıyan İslam da... 

İçinde, Osmanlı’nın Bizans’ı içermesinin tarihselliği de var, Osmanlı İmparatorluğu’nun aynı zamanda bir Rumeli ve Doğu Avrupa imparatorluğu olduğu gerçeği de... 


Erdoğan’ın ideolojisi başka, siyaseti başka 

Ancak Erdoğan, bu iki doğru cümleyi, hedefi de, içeriği de oldukça yanlış olan bir “AB’ye sesleniş” konuşmasının içinde kullanmıştı. Nitekim, bu iki doğru cümleyi, şu yanlış cümle ve devamındaki benzerleri izliyordu: “Millet olarak geleceğimizi Avrupa ile birlikte tasavvur ediyoruz.

Erdoğan bir süredir “geleceğimiz Avrupa’da” diyor, ABD ve AB’yle “beyaz sayfa” açma çağrısı yapıyor...

ABD ve AB yaptırımları, ekonomik tablo, erken seçim baskısı ve bunun sonucu olarak yönetememe krizi Erdoğan’ı yeniden Batı’ya dümen kırmaya zorluyor. 

Yoksa Erdoğan, ideolojik olarak Batıcı değil; iktidar olmadan önce AB’yi “Hıristiyan Kulübü” olarak gören biri. Ama Erdoğan siyaseten en Batıcı politikacı; Papa heykelinin altında AB anayasasına imza atayacak kadar sıkı AB’ci; ABD’nin projesine eşbaşkan olacak kadar sıkı Amerikancı... 

İdeolojik olarak değil ama siyaseten öyle; çünkü AB’ye yaslanarak iktidarını kurdu ve AB’nin yardımıyla “Kemalist devrim” ile hesaplaştı. Sonra şartlar değişti ve AB yeniden Erdoğan nezdinde “Hıristiyan kulübü” oldu. Son birkaç yıldır arşivler Erdoğan’ın “Batı medeniyeti”ni hedef alan sözleriyle dolu...

Ve bugün, iktidarını sürdürebilmek için yeniden AB’ye ihtiyaç duyuyor Erdoğan; o nedenle “beyaz sayfa” açıyor, o nedenle “geleceğimiz Avrupa’da” sözleri veriyor. 

‘150 yıllık modernleşme’ 

Anımsarsınız, 6 ay kadar önce Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın şöyle demişti: “Bize 150 yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” (30.7.2020).

150 yıllık modernleşme dediği, kuşkusuz Türkiye’nin 150 yıllık demokratik devrim geleneğiydi; I. ve II. Meşrutiyet’ti, Atatürk Cumhuriyeti’ydi, 1876 tarihli Kanuni Esasi ile başlayan anayasa geleneğiydi, parlamentarizmdi ve Kemalist devrimin hedefi olan çağdaşlıktı... 

Öyle olduğu için de Kalın’ın sözleri Cumhuriyetçi cephede büyük tepki görmüştü.

İbrahim Kalın, 9 Ağustos 2020’de katıldığı bir TV programında sözlerine şunları da eklemişti: “Bize modernleşme adı altında dayatılan hikâyenin içinde beyaz olmayan adam yok. Siz yoksunuz, ben yokum, Çin medeniyeti, Hint medeniyeti, Afrika medeniyeti, Latin Amerika hatta Rusya yok. Bize dayatılan 150 yıllık modernleşmenin iki ana unsuru vardı: Avrupa merkezcilik ve oryantalizm.

Kalın, “150 yıllık modernleşme” ifadesini çok bilinçli seçiyor. Bu, ifadeyle aslında 19. yüzyılın ortalarından itibaren gericileşmeye başlayan ve giderek 20. yüzyılın başında emperyalist bir karakter kazanan Avrupa’yı bu topraklardan sürüp atan Türk devrimini hedef alıyor. Oysa Kalın’ın Avrupacı gibi sunduğu o Türk devrimidir ki insanlığa Avrupa’nın gerici yüzünü ve yenilebileceğini göstermiştir.

Kalın’ın “150 yıllık modernleşmeyi” Avrupacılık gibi sunması, kimi milliyetçi çevrelerde de “AKP, AB cenderesini kırıyor” varsayımıyla büyük destek gördü. Öyle ki işi en sonunda “Atatürk’ün Batı klasiklerini basması büyük yanlıştı” demeye kadar vardırmışlardı. 

Oysa Atatürk “Batı” klasiklerini değil, “dünya” klasiklerini basmıştı; Batı eserlerini de İslam ve Fars başta Doğu eserlerini de “tercüme” ettirip bastırmıştı. Bu, o kadar önemli bir ayrım ki, Atatürk’ün “Batıcı” değil, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” hedefine baş koyduğunu en iyi yansıtan uygulamasıydı çünkü... 

Devrim-karşıdevrim çarpışması

Sonuç olarak, Erdoğan’lar bir davanın peşindeler. “150 yıllık modernleşme”ye itirazları ondan. 

150 yıldır bu topraklarda padişahçılarla meşrutiyetçiler, ittihatçılarla itilafçılar, Kemalistlerle siyasal İslamcılar, devrimcilerle karşıdevrimciler mücadele etmektedir. 

En büyük gerçek budur. Bu gerçeği yok sayarak Erdoğan’ın iktidarını korumak için sık sık değiştirdiği siyasi manevralarına kananlar ve “taktik dalgalanmalarına” kapılanlar, örneğin Erdoğan’ın 20 yılda tam dört kez AB konusunda 180 derecelik rota değişikliği yapması karşısında sulara savrulurlar... 

Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet