18 Ağustos 2013 Pazar

Aymazlıktan Caymazlığa Deprem...- MİNE KIRIKKANAT

Dün, Marmara’da 14 yıl önceki büyük depremin yıldönümüydü. O gün bugündür, aynı fayın çok yakında yeniden kırılacağını bilmeyen, duymayan yok.
İBB Meclisi’nin CHP’li üyesi Avukat Dr. Tuncer Özyavuz soruyor: “Peki, İstanbul’un en büyük bütçeli, en iddialı kurumu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu beklenen İstanbul depremine hazırlık için neler yapıyor?”
Tuncer Özyavuz, geçen mart ayında, yani Taksim Gezi olaylarından çok önce gönderdiği ve bugüne sakladığım iletisinde, sorusunun cevabını da vermişti. Özetleyerek bilginize sunuyorum:
“Depremden hemen sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de depremi önemsemiş, iki yıllık bir hazırlıktan sonra valilikle birlikte Acil Eylem Planıhazırlamıştı. Depremde vatandaşların nasıl davranacağı, nerelere çadır kurulacağı, nerelerin sağlık alanı olarak kullanılacağı, helikopterlerin kullanacağı alanların nereler olacağı, planda ayrıntılı olarak belirlenmişti.
Bu acil eylem planında, 1.196.757 çadır kapasiteli 484 çadırkent yeri, 219 helikopter pisti, 152 soğuk hava deposu yeri, yardım malzemeleri için 241 depo yeri tespit edilmişti.
Oysa öngörülen 484 çadırkent yerinin çoğunda bugün rezidanslar, plazalar, AVM’ler yükselmekte. İstanbul’un en lüks, en yüksek ve en pahalı binaları olarak gösterilebilecek Zeytinburnu Kazlıçeşme’de İstanbul’un tarihi siluetini bozan, Başbakan’ı küstüren Onaltı Dokuz projesi; Bayrampaşa’da Ora AVM, Zeytinburnu’nda Sahilpark Veliefendi, Bahçelievler’de Starcity Outlet Center, Zaman gazetesi binası, Ağaoğlu MyCity, Meydan AVM, Bayrampaşa’da Forum İstanbul AVM, Üsküdar’da Kiptaş Ünalan Evleri, Tuzla’da Kiptaş 2-3 Etap Konutları, Maltepe’de DAP Royal Center, Gaziosmanpaşa’da TOKİ Avrupa Konutları, Esenler’de Kemalpark Evleri, Bağcılar’da Çınar Olimpia Park Sitesi, Bakırköy’de Ataköy Konakları, Capacity AVM, Beşiktaş’ta Selenium Plaza, Ortaköy Ermeni Vakfı arazisine yapılan rezidans, Ali Sami Yen’in yerine yapılan gökdelenler, Anthill Acil Eylem Planı’nda Çadırkent olarak belirlenmiş yerlerdi!
Tüm bu çadırkent alanlarının projeleri İBB Meclisi’nde AKP’li meclis üyelerinin kararı ile kabul edildi. Bu projelere oy veren AKP’li meclis üyelerinin kaçı buraların, aslında çadırkent alanı olduğunu, oyları ile birilerine haksız kazanç sağlandığını, İstanbul’un yağmalandığını, yarın muhtemel bir İstanbul depreminde çocuklarının, torunlarının, eşlerinin sığınacağı bir çadır kent bulamamalarında kendilerinin de suçu olacağını biliyor acaba?
14 milyon nüfuslu İstanbul’un, en önemli kurumu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde ve Türkiye’nin TBMM’den sonra en büyük meclisi olan İBB Meclisi’nin bir ‘Deprem ve Doğal Afet Komisyonu’ bulunmaktadır. Bu komisyonun, en yoğun çalışan komisyon olması, İstanbul’u depreme hazırlamak için gece gündüz hazırlık yapması gerekirken, şimdiye kadar hiç toplanmamış olmasının bir anlamı olsa gerekir.
AKP’nin İstanbulluyu düşündüğü yok, umarım Allah İstanbullunun yardımcısı olur...”
Demek ki sayın seyirciler, açgözü deprem meprem aymaz, AKP ranttan caymaz!
G NOKTASI
Başbakan Erdoğan’ın “Bitirin!” emri verdiği yeni Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda, AKP’li üyelerin telaşını anlıyorum. BDP’li üyelerin acelesini de anlıyorum, çünkü bu anayasa, zaten Kürt açılımı için yapılıyor. Ama sadece Kürt sorununa çözüm değil; Türkiye’nin en büyük sorunu, demokrasi yokluğuna çare üretmesi gereken muhalefetin, CHP ile MHP’li üyelerin gayretkeşliğini kesinlikle anlamıyorum!
Yeni anayasa, Başbakan’ın diktat yöntemlerine mi set çekecek? Hükümeti, şu anki yasaların öngördüğü ve uymadığı insan hakları, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğüne mi uymak zorunda bırakacak? Yargıdaki, polisteki hukuk dışılığı mı önleyecek? Seçim yasasındaki %10 barajını mı indirecek? MEB’in iman seferberliğinde İHL’ye dönüştürdüğü genel lise öğrencilerini, illa ki imam hatip olmaktan mı kurtaracak?
Anayasa hukukçusu ve CHP milletvekili Prof. Dr. Süheyl Batum, uzlaşma komisyonundan alelacele geçen 60 maddeden, tam da Türkiye’de devlet şiddetiyle engellenen toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü; avukatların tutuklandığı bir süreçte savunma özgürlüğü ve çocukların zorla imam hatip yapıldığı bir dönemde inanç özgürlüğüyle ilgili maddelerde varılan savruk uzlaşmalara itiraz etmiş. Başbakan’ın direktifleri doğrultusunda tam gaz çalışan komisyonda “oyun bozan” muamelesi gören Batum’un titizliği, kendi partisinden üstelik çok saygın iki isim Atilla Kart ve Rıza Türmen’i de sinirlendirmiş.
Sevgili Süheyl Batum’a, Türkiye’nin asıl yaralarına parmak basan itirazları nedeniyle teşekkür ediyorum. Başbakan’ın “Bitirin!” direktifi doğrultusunda gayretkeşlik yapan komisyonun diğer CHP’li üyelerine de şöyle bir durup, kendilerine kime ve neye hizmet ettiklerini sormalarını öneriyorum! 
“İnanç, daima cehaletten beslenir.”

JEROME TOUZALIN
Mine Kırıkkanat

18 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

TOKİ Çeşme'de Neden Israrlı? - OKTAY EKİNCİ

Ege’deydim; gündem elbette Ergenekon kıyımıydı ama beni gören, sözü de planlanan TOKİ konutlarına da getirdi...
TOKİ, biliyorsunuz, halkın konut ihtiyacını karşılama amacı taşıyan bir kamu kuruluşu… Ne var ki hem kent ve çevre değerlerini tahrip eden, hem de yoksullar yerine varsıllara hizmet eden projeleriyle giderek tepki topluyor.
Özel yasalarla imar yetkilerini tekeline alan; ayrıcalıklı yapılaşma haklarını“konut pazarlaması”nın tekdüze rant projeleriyle uygulayan TOKİ’nin yarattığı “betonlaşma” da tepkilerin doruğa çıkmasına neden oluyor.
Nitekim İzmir’in gözbebeği Çeşme’de 430 dönüm araziyi eline geçirip 1500 konutluk bir proje uygulayacağı söyleniyor… Oysa Çeşme’de kentsel kimliği korumak, “Ege’nin tarihi kıyı yerleşimi” karakterini sürdürmek, böylece “turizm kenti” niteliğini yitirmemek için 2 kattan fazla yapıl(a)mıyor.
Herkes bu imar düzenine uyarken TOKİ’nin özel yetkilerini “şımarık”ça kullanarak 4 katlı projeyle ortaya çıkması, Çeşme’ye değil, “rant”a hizmet etmesi anlamına geliyor.
Çeşme’
‘Siyasal rant’ın projesi
Meğer Çeşme’de TOKİ sadece parasal rantın değil, “siyasi rant”ın da peşindeymiş!..
Ne var ki böylesine bir “izan”sızlık ulusal ölçekte tartışılması gerekirken ancak yerel basında yer alabiliyor… Milliyet Ege 6 Ağustos’ta birinci sayfadan verdiği Mustafa Yılmaz’ın haberinde konuyu siyasi açıdan da değerlendiriyor.
TOKİ projesinin, aslında ilçeyi ele geçirmek isteyen “AKP’nin planı” olduğu belirtilen yazıda deniyor ki: “Çeşme Belediyesi 2 kat kararını çiğneyen TOKİ’ye karşı; STK’ler ve meslek odaları büyük bir ‘planlama yanlışı’olduğunu söylüyor; Mimarlar Odası planlara dava açtı ama Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kararından dönmüyor...”
Neden?
Çevre ve demokrasi
Yanıtı yine Mustafa Yılmaz’ın aynı yazısında; “aslında AKP’nin Çeşme’ye toplu konut yapma isteği, AK Parti’nin bu ilçeyi alma girişimlerinin bir parçası. 2009 yerel seçimlerinde AKP 5245, CHP 6044 oy aldı, yani fark 800 bile değildi.”Yani ilk yerel seçimlerde yeni belediye başkanını toplu konutlara yerleştirilecek seçmenler belirleyebilir. Böylece TOKİ’nin çevre ve kent dokularına darbelerin yanı sıra “demokrasiyi etkileme” gibi bir işlevinin de olduğu kanıtlanabilir.
Çeşmeliler, TOKİ’ye karşı “çevre ve demokrasi” direnişlerinde destek bekliyorlar. İlçenin güzelliğini korumanın ulusal bir görev olduğunu da anımsatarak...
Oktay Ekinci
18 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

İhalenin ustaları - Cumhuriyet Portal

Milletvekili seçildikten sonra sahip oldukları şirketler aracılığıyla belediyelerden ihale almayı sürdüren AKP'lilerin muhalefetin eleştirisi üzerine başka şirketler aracılığıyla ihale almaya başladığı ileri sürüldü.

Yerel seçimlerle ilgili partilerin çalışmaları hızlanırken iktidar partisi AKP ile ana muhalefet partisi CHP arasındaki çekişme yolsuzluk iddialı dosyalarla başladı. CHP, vekil olduktan sonra sahip oldukları şirketler aracılığıyla belediyelerden ihale almayı sürdüren AKP’li milletvekillerinin “etik eleştiriler” üzerine farklı bir yönteme başvurduğunu ileri sürüyor. Şöyle ki; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde danışmanlarından biri olan Harun Karaca’nın sahibi olduğu şirket AKP’li belediyelerden “yoksullara dağıtılacak erzak-gıda yardım paketi” ihaleleri alıyordu. Karaca 2011 yılında AKP’den İstanbul milletvekili seçildi. Milletvekili olduktan sonra belediyelerden bir-iki ihale daha alan Karaca’nın şirketi daha sonra ihalelere girmeye ara verdi. 2012 yılında Karaca’nın şirketinin ihaleler aldığı belediyelerin “erzak ihalelerini” başka bir şirket kazanmaya başladı. AKP’li belediyeler aynıydı; fakat şirketler farklıydı. Ortak nokta ise ihaleleri alan yeni şirketin sahibi olan kişi Karaca’nın sahibi olduğu şirketin finans sorumluluğunu yapan isimdi. CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi Serdar Bayraktar, bu durumu, “AKP ihalelerde kalfalık dönemini kapamış ustalık dönemine geçmiştir” sözleriyle yorumladı. AKP İstanbul Milletvekili Karaca ise “başka bir isim üzerinden ticaret yaptığı iddiasının çirkin bir iftira olduğunu” belirtti. Cumhuriyet, AKP Bitlis Milletvekili Vedat Demiröz’ün sahibi olduğu şirket ile Sivas Milletvekili Ali Turan’ın aile şirketinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle “iş yaptığını” 3 ay önce kamuoyuna duyurmuştu.
CHP, belgelere ulaştı
CHP’nin yerel seçimler öncesi İstanbul’da oluşturduğu yolsuzlukları araştırma komisyonu AKP İstanbul Milletvekili Karaca hakkında önemli bir iddiayla ilgili belgelere ulaştı. Buna göre 12 Haziran 2011 seçimlerinde İstanbul milletvekili olan Karaca’nın sahibi olduğu KA-PE Gıda Şirketi bu tarihten sonra hem Başakşehir hem Sancaktepe belediyelerinin açtığı yoksul ailelere kolilerle dağıtılan gıda paketleri için açılan ihaleleri aldı. Milletvekili olduktan sonra bu iki belediyeden ihale alan Karaca’nın şirketi 2012 yılında aynı ihalelere katılmadı. Aynı belediyelerden ihaleleri bu kez farklı bir şirket aldı. KA-PE şirketinde finans sorumluluğu da yapan bir kişiye ait olan bu şirket aynı belediyelerin erzak ihalelerini aldı. Bu firma bu iki ilçe belediyesinin dışında Fatih Belediyesi ve Sakarya Belediyesi ile birçok kamu kurumunun kolilenmiş erzak alım ihalelerini aldı. Şirketin yalnızca 4 AKP’li belediyeden aldığı ihalelerin toplam tutarı 2.5 milyon TL’ye ulaştı. İstanbul Ticaret Odası kayıtlarına göre ise vekil Karaca 2013 yılında KA-PE şirketindeki hisselerini tamamen devretti.
CHP: Minareye kılıf bulmuşlar
İBB Büyükşehir Belediye Meclis Üyesi Serdar Bayraktar konuyu gazetemize şöyle değerlendirdi: “Karaca milletvekilidir. Sahibi olduğu şirket belediyelerden ihaleler almıştır. Bir TBMM üyesi anayasanın 82. maddesine göre kamusal nitelikteki kuruluşlara karşı taahhüde giremez. 2011 sonrasında ihaleleri KA-PE Gıda’da müdür olan bir kişinin sahip olduğu firmanın alması dikkate değerdir. Belirttiğimiz yolsuzluklar, etik ilkelere aykırı uygulamalar, artık yakınlar eliyle yürütülmektedir. Bu noktada AKP, ihalelerde kalfalık dönemini kapamış ustalık dönemine geçmiştir. Yani artık mızrak çuvala sığmamış. minareye kılıf bulunmuştur...”
AKP: Çok çirkin bir iftira
AKP İstanbul Milletvekili Harun Karaca ise, “İddia milletvekili olduktan sonra şirketinizin çok fazla ihale almadığı ancak KA-PE şirketinde finans sorumluluğu yapan isim adına başka bir şirket kurulduğu ve ihalelerin bu şirketin almaya başladığının görüldüğü iddiasıdır. Yani iddia ihaleleri almanız etik olmayacağı için emrinizdeki bir kişiye şirket kurdurarak bazı belediyelerden ihaleler almaya devam ettiğiniz şeklindedir. Sayın Karaca, bu iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz” şeklinde sorumuza şu yanıtı verdi: “Çok kısaca cevap vereceğim. Çok çirkin bir iftira olduğunu, başkası üzerinden ticaret yapmanın da etik olmadığını ifade etmek isterim.”
2004’te yine gündeme gelmişti
Karaca’nın ismi basında ilk kez 2004 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin dağıttığı on binlerce kolilik erzak için yapılan ihale sırasında gündeme gelmişti. Karaca’nın ismi o dönemde 15 millyonluk koli erzak-gıda paketi ihalesini alan şirketin ortağı olarak köşe yazılarına konu olmuştu. Karaca, Başbakan Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığı döneminde danışmanlarından birisiydi...
Cumhuriyet Portal

18 Ağustos 2013

11 Ağustos 2013 Pazar

Sıra Özel Büyük Kuruluşlara Geldi - Öztin Akgüç

Ekonomik model, üretim, tasarruf, yatırım üzerine değil de rant, borç, talan, tüketim üzerine oturtulduğunda, diğer olanaklar tükendiğinde, sıra büyük özel kuruluşların paylaşımına gelir.
AKP döneminde özelleştirme etiketi altında kamu malları talan edildi, babalar gibi satıldı, kamu mülksüzleşti. 2B arazileri de elden çıkarılıyor. Başlangıçta 25 milyar USD (ABD Doları) satış bedeli tahmin edilen 2B arazilerinin satışından elde edilecek hasılat 9.8 milyar USD’ye çekildi. Fiili satış bedelinin bu tutarın da altında kalacağı anlaşılıyor. 2B arazileri dışında satılabilecek bir otoyollar kaldı. Bu satıştan sonra kamuda satılabilecek fazla bir şey kalmıyor.
AKP iktidara geldiğinde dış borç tutarı 130 milyar USD dolayında idi. Günümüzde 350 milyar USD’yi geçti. Cari işlemler açığı artarak sürdüğüne göre yıl sonunda 400 milyar USD’ye yaklaşacak. Bazı yorumcular dış borcumuzun birçok ülkeyi kıskandıracak kadar düşük olduğunu söylüyor. Kendi bastığı veya kullandığı yerel para cinsinden borçlanan bir ülke ile yabancı para cinsinden borçlanan bir ülkenin borç karşılaştırması yanıltıcı olur. Biz TL basıyor, TL kullanıyor; fakat USD ve Avro alarak borçlanıyoruz. Borç ödeyebilmek için USD ve Avro cinsinden gelire gereksinimimiz var. Sürekli cari işlemler açığı verdiğimize göre, dönemsel olarak ürettiğimiz mal ve hizmetlerden daha fazlasını dış ülkelerden alıyoruz, demektir. Dış ülkelere mal ve hizmet satışımızdan elde ettiğimiz gelir, dış ülkelerden aldığımız mal ve hizmetler için yaptığımız ödemeleri dahi karşılamadığına göre, dış borç ödemek için kaynak nasıl yaratacağız? Bu sorunun yanıtını veren analist yok. Kaldı ki bizim dış borçlarımızın faiz oranı, risk primi nedeniyle çok yüksek. Batılı diye hayıflandığımız İtalya bile yıllık yüzde 1.875 faizle borçlanabiliyor. Tüm bu farklılıkları dikkate almadan bizim dış borç yükümüz hafif demek, en azından ciddiyetten uzak oluyor. 
***
Büyük şehirlerde, özellikle İstanbul’da ne park, ne yeşil alan bırakıldı. Rant uğruna her yer betonlaştırıldı. Kentsel dönüşüm diye toprak rantına el kondu. Şimdi bazı projelerle yeni rant alanları yaratılmaya çalışılıyor.
Kamu talan edildiğine, dış borçlarda sınıra yaklaşıldığına, rant alanları daraldığına göre, yandaş desteklemek, yandaş sermayeyi güçlendirmek, yandaş yaratmak için, yeni bir kaynağa gereksinim var. Yeni kaynak, özel sektörün büyük kârlı kuruluşları, bunların paylaştırılması olabilir.
Hükümetle, Sayın Başbakan’la iyi geçinelim, fırsat buldukça pohpohlayalım, bize sıra gelmez, dokunulmaz anlayışı yanlış bir davranıştır. Sonucu erteler ama değiştirmez. Türkiye’nin en büyük özel sektörüne ilişkin baskın ve incelemeler, bana göre cezalandırmadan çok, dağıtım, paylaşım güdüsü, niyeti taşıyor.
Özel sektör, bu tür uygulamalara karşı çıkarken, özür dilerim, ihtiyatı, övgüyü elden bırakmıyor. Hangi ekonomik başarı? Nerede yaratılan istihdam olanakları? Nerede artan küresel itibar? Bunların kanıtı var mı? Halkının önemli bir bölümünün yoksulluk hatta açlık sınırının altında yaşadığı bir ülkede vatandaşa nasıl olumlu katkı sağlanmış? Bu soruların da nesnel bir yanı yok.
***
Kuşkusuz bir ülkenin, gerçek anlamda girişimciye, özel sektöre gereksinimi var. Ama ne tür girişimciye? J. Schumpeter’in tanımladığı türden girişimciye... Yenilikçi, yaratıcı girişimciye, yeni ürünler geliştiren, yeni teknolojiler uygulayan, yeni pazarlar bulan, doğrudan ve dolaylı biçimde istihdam yaratan girişimciye.
Yağdanlık ve yalakalıkla, temelsiz övgülerle, iktidarla iyi geçinip kamudan teşvik, ihale, özelleştirme, kredi, fon gibi çıkarlar koparmaya çalışan, özür dilerim sözde işadamlarının ülkeye ne katkısı olabilir? İşadamlığı da nitelik gerektirir. Vasıfsızlık işadamlığı özelliği değildir.
Günümüzde kamu işletmeciliği tasfiye edildiğine, 1000 büyük sınai işletmenin en az yüzde 98’ini özel kuruluşlar oluşturduğuna göre, düşük yatırım hacmi, büyüyen cari işlemler açığı, artan dış borç, ithalatın ancak yüzde 60’ını karşılayabilen ihracat, kullanılan kaynaklara göre yeterle katma değer yaratamama gibi sonuçlardan hükümetin yanı sıra özel sektör de sorumludur.
Özel sektör kendine çekidüzen vereceğine, yağdanlık ve yalakalıkla durumunu kurtarmaya çalışıyor; hele hele kurulu özel tesislerin paylaşımını hedefliyorsa daha da yazık. Türkiye’nin ekonomik sorunları giderek ağırlaşacak demektir.
Öztin Akgüç

11 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

'Osmanım' Nasıl Kurtarılır? - Orhan Bursalı

Hemen aklınıza Vasıf Öngören’in “Asiye Nasıl Kurtulur”u gelmesin. Bu epik tiyatroyu Vasıf, sanırım 1970’lerde yazmadan önce Berlin’e gelmişti; dönemin ünlü Berliner Ensembl Tiyatrosu’nu ziyarette ve bir oyun seyretmekte tıfıl bir öğrenci olarak kendisine eşlik etmiştim. Bu tiyatronun kurucuları, efsaneBertolt Brecht und Helene Weigel idi.
Vasıf’ın “kötü yola düşmüş” Asiyesi’ni kurtaran yoktu, tersine, devlet durmadan Asiyeler doğuran, üreten toplumsal yapının destekçisiydi… Ancak toplumcu bir düzende belki Asiyeler kurtulabilirdi...
Ama aynı devlet bakın benzer bir şekilde “kötü yola düşmüş” Osmanım’ı nasıl da kurtarıyor! Demek ki isterse yapabiliyormuş!
Osmanım dediğime bakmayın, bir tabir bana ait değil, “gizli tanık” olarak dinlenirken, polisin savcıların kendisine “Osmanımmmmm” diye seslenmesiyle kimliği açığa çıktı!
Davada tanıktı, sanıktı hem de gizli tanıktı! Dünyada bir kez daha asla görülemeyecek bir “atipik” durum, Propaganda şefi ve uydurukluk makinesi gibi çalışan H. Çelik’in deyimiyle! Yani savcılar ve mahkeme etinden, sütünden, budundan herşeyinden yararlandılar; bu kadar hizmetten sonra, tabii ki salıverdiler! Neymiş? “Osmanım”ın Danıştay cinayetinde parmağı olduğu kanıtlanamamış... Oysa telefon sinyalleri, Yıldırım’n 10 dakika mesafede olduğunu gösteriyordu!
Yani “çetenin” asli elemanlarından…
***
Osman Yıldırım’ı Danıştay cinayetiyle tanıdık... “Türban kararları” bahanesiyle Danıştay’ı basan ve Yücel Özbilgin’i öldüren Alparslan Arslan ve ayrıca Cumhuriyet gazetesini de bombalayan çete üyeleri, Ankara’da yargılanıyor ve müebbet ve ağır cezalar alıyor. Bitmiş sonuçlanmış bir dava...
Ergenekon’la ilişkisi ne? Savcıların, cemaat ve iktidarın, Ergenekon davasında “kanlı bir olay”a ihtiyaç duymalarından... Danıştay baskını iktidar yandaşlarınca hemen “Ergenekon’un eylemi” diye damgalanmıştı, anımsayın! Didindiler, çırpındılar bu bağı kurmak için... Öyle ki, İlhan Selçuk’u, Mustafa Balbay’ı ve Cumhuriyet gazetesini, kendi binalarını bombalamakla suçlamaya kadar vardırdılar işi!
“Osmanım”ı ikna bu nedenle önemliydi... Ergenekon savcıları, iktidar, yüksek yargı organları eşgüdümle çalıştılar mı ‘Osmanım’ı iknada? Ergenekon eski yargıçlarından Köksal Şengün olayı bütünüyle biliyor, bu nedenle soruyor:“Osman Yıldırım’la Ankara’ya gidip kimler konuştu?” Arkadaşımız İlhan Taşçı, Cumhuriyet’te 7 Ağustos’ta “Osmanım’ın sır dolu görüşmesi” başlıklı haberinde açıkça yazıyor: Zekeriye Öz ve Mehmet Ali Pekgüzel bakanlığın da izniyle Ankara’ya gidiyor, F tipi cezaevinde yatan Osman Yıldırım’la konuşuyor, onu ikna ediyorlar…
“Osmanım” ikna odasında halledilince, hemen yargı tepeden çalışıyor. Yargıtay savcısı Danıştay davası Ergenekon davasıyla birleşsin diyor, Yargıtay kabul ediyor, dava bozuluyor ve dosya Silivri’ye gönderiliyor…
Böylece “Osmanım”ın ulvi görevi başlıyor!
Sorguya alıyorlar, Danıştay baskınını Ergenekon işledi dedirtiyorlar, bazı sanıkları suçlattırıyorlar ve olayı bitiriyorlar. Artık hem sanık hem tanık o, üstelik bir de “gizli tanık”, iyi mi! Yemede yanında yat! Önemli olan hukuk mukuk değil, “Osmanım”ın tek eveti ile idam sehpasının kurulması! Osmanım’ın söylediklerini destekleyecek tek bir kanıta ihtiyaç olabilir mi?!
Osmanım” olayı, aslında bütün Ergenekon davası sanıkları arasında kurulan“suç” bağlarının tıpkısının aynısıdır!
Ama allahları var, Osmanım’a verdikleri sözü tuttular, yattığı süre kadar ceza ile salıverdiler. Yüzünü değiştirecekler, yeni kimlik verecekler, koruyacaklar..
Ohh ne âlâ, Osmanım için Mualla! Ama ben inanıyorum, şu günler geçsin, Osmanım’ın vicdanı dile gelecektir...
Tabii Danıştay cinayeti dosyası da sahipsiz kaldı, çünkü Ankara’daki yargılamada ağır ceza alanların hepsi “delil yetersizliği” ile beraat etti! Peki kim kaldı geride? Tetikçi Alparslan Arslan... Tetiği onun çektiğinden en küçük bir “karartma” yapabilselerdi, o da dışarıda olacaktı...
***
Ergenekon davası ile Yurt gazetesi genel yayın müdürü ve televizyon programcısı Merdan Yanardağ’ın bir ilgisinin olduğunu anımsayan var mı? Sorguya çağırmışlardı, ifadesini verip normal hayatına dönmüştü... Sevgili Merdan’a da suç örgütü üyeliği yüklemezler mi? Hadi bakalım, şimdi arıyorlar! Merdan, gazetesiyle, programlarıyla cemaate ve iktidara karşı dik duran bir sosyalist gazeteci arkadaşımız.
“Torba yasa”ya son anda adeta bir geceyarısı maddesi ekleyerek, suçlu ilan ediverdiler!
İşleri güçleri hayatları karartmak… Solculara karşı bitmek tükenmek bilmeyen kinleri her daim devrede! 
Orhan Bursalı

11 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Tetikçi cemaat oldu - Leyla Tavşanoğlu / Söyleşi

İngiliz gazeteci Gareth Jenkins ergenekon davasının kararlarını değerlendirdi
Cemaat güç ve iktidar elde etme hırsı içinde. Gündemlerinin tamamıyla dine dayalı olduğunu hiç düşünmüyorum. Tabii bir bölümü öyle. Ama geri kalanı iktidar ve güç hırsından kaynaklanıyor.
Çıkarlarına halel getiren kim varsa üstüne gidiyorlar.
Cezanın Tayyip Erdoğan için ciddi biçimde rahatsızlık uyandırmış olması gerekir. Burada iki varsayım var. Birincisi, Erdoğan’ın da Ergenekon üyesi olduğu, ikincisi de Erdoğan akıl tutulması nedeniyle bütün devlet sırlarını bir terör örgütü başıyla paylaşmış.
Ünlü Ergenekon raporunun yazarı İngiliz gazeteci Gareth Jenkins’le konuşuyoruz. Ergenekon kararlarını değerlendirirken öyle şeyler anlatıyor ki neredeyse dudaklarım uçukluyor. Bu söyleşiyi okuduğunuzda dehşete kapılacağınızdan hiç kuşkum yok. - Siz baştan beri Ergenekon davasının adil bir dava olmadığını ileri sürdünüz. Hatta, Ergenekon iddianamesini satır satır okuduktan sonra “Düşle Gerçek Arasında” başlıklı bir de rapor yazdınız. Şimdi Ergenekon kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
GARETH JENKINS - Ben böyle kararlar bekliyordum, ama bu kadar ağır cezalar beklemiyordum. Yani 117 yıl ceza nasıl olur? Tamam, Ergenekon davasında sanıkların mahkeme tarafından suçlu bulunacakları konusunda en ufak bir şüphem yoktu. Ama demin de dediğim gibi bu kadar uzun cezalar beklemiyordum. - Örneğin Mustafa Balbay’ın 34 yıl 6 aya mahkûm edilmesini nasıl karşıladınız?
Olaya mantık açısından baktığınız zaman Balbay’ın 34 dakikaya bile çarptırılmaması gerekir. İddianameyi, Balbay’a atfen yazılan sözleri okudum. Adam, her gazetecinin yaptığı gibi toplantılarda notlar tutmuş. Yani herhangi bir suç işlediğine, bir terörist örgüt üyesi olduğuna dair en küçük bir kanıt bile yok. Ona verilen ceza beni şaşırtmadı. Ne daha uzun ne de daha kısa bir ceza alacağını tahmin ediyordum. 
- Bir de önceki Genelkurmay başkanlarından emekli Orgeneral İlker Başbuğ’a verilen ömür boyu hapis cezası var. Başbuğ, Başbakan’ın kendisi tarafından onaylanan bir kararla Genelkurmay Başkanlığı’na atanmış ve iki yıl boyunca Başbakan’la birlikte çalışmıştı. Bu süre içinde Başbakan’ın Başbuğ’un bir terör örgütü lideri oluşundan hiçbir şekilde şüphelenmemesi biraz garip bir durum değil mi?
Bu sorunun sorulması gerekir. Olaya tarafsız bir gözle baktığınız zaman bu cezanın 
Tayyip Erdoğan için ciddi biçimde rahatsızlık uyandırmış olması gerekir. Burada iki varsayım var. Birincisi, Erdoğan’ın da Ergenekon üyesi olduğu, ikincisi de Erdoğan öyle bir akıl tutulmasına uğramış olmalı ki iki yıl boyunca bütün devlet sırlarını bir terör örgütü başıyla paylaşmış. Ergenekon davasına baktığınız zaman bu insanların birileriyle kurdukları temasları temel aldığı görülüyor. Üstelik, aralarındaki kimilerinin kötü insanlar olduklarını bildiğimiz halde bu görüşmelerde hiçbir suç delili de yok. Dolayısıyla, eğer bu dava birilerinin birileriyle temasları ve görüşmelerinden yola çıkılarak açılmışsa bugün Tayyip Erdoğan’ın da hapiste olması gerekirdi. Ama bu sözlerimden sakın Erdoğan’ın terör örgütü üyesi olduğunu düşündüğüm gibi bir anlam çıkarılmasın. Tabii ki böyle bir şeye inanamam. Ben sadece işin mantığından ya da mantıksızlığından ve varsayımlardan söz ettim.- Yani siz Ergenekon denilen bir terör örgütünün varlığını kabul etmiyor musunuz?
Etmiyorum. Ergenekon önceden hazırlanmış bir plandı.
- Peki, bu planı kim hazırlamış olabilir?
Bunu tahmin etmek zor. Dava 2007’nin yazında Ümraniye’deki bir evde el bombaları bulunması üzerine açıldı. Derken savcı 
Zekeriya Öz yine aynı yıl emniyet müdürlüğüne geçmişteki bütün siyasi ve ırkçı cinayetlerin dosyaları için başvuruda bulundu. Daha sonra tutuklanan kişilere baktığınızda bunların öbür cinayetlerle uzaktan yakından ilişkilerini gösterecek en küçük bir delil bile olmadığını görüyorsunuz. Demek ki Öz, çok önceden kafasında böyle bir örgütün varlığını tasarlamıştı. 
34 dakika bile fazla
Jenkins, Balbay’ın toplantıda not tutarak bir gazetecinin yapması gerekenleri yapmış olduğunu bu açıdan bakıldığında herhangi bir suç işlemediğini söyledi
- İyi de Zekeriya Öz bu işi tek başına yapmış olabilir mi?
Olamaz. Benim şüphem Zekeriya Öz, böyle bir örgüt olduğunu düşünen ya da böyle bir örgüt olduğu izlenimini kamuoyuna vermek isteyen bir grup insandan birisidir. Aslında Türk milleti kendisine söylenenlere inanır. Ben akılsızlar demiyorum. Sakın yanlış anlamayın. Ama insanlara güveniyorlar. Kendilerine söylenenlere inanırlar. Bunlar da milletin bu söylenenlere inanma eğilimine güvendiler. 
- Davanın tam ortasında Zekeriya Öz’ün ortadan kaybolması size garip gelmiyor mu?
Gelmez olur mu? Bakın Egrenekon, Balyoz ya da İzmir’deki askeri casusluk davalarını incelediğinizde hepsine de hem yargıda hem de poliste aynı insanların baktığını fark ediyoruz. 
- Üç yıl kadar önce sizinle yaptığımız ilk söyleşide Gülen cemaatinin bu davaların tetikçisi olduğunu söylemiştiniz. Hâlâ aynı kanıda mısınız?
Bu konuda kafamda hiçbir kuşku yok. Kimi insanlar Fethullah Gülen cemaatini hizmetleri için destekliyor. Sanıyorum bu insanların birçoğu Ergenekon davasında olan bitenlerden habersiz. Birçoğu bu davaların doğru verilere dayandığına inanıyor.
Ama, medyada da boy gösteren cemaat içinde küçük bir grup bu davalarda çok önemli roller oynadılar. Örneğin, iddianameyi okurken bunun içinde yer alan iddialarla cemaat yayın organları olan Zaman, Today’s Zaman gazetelerinde çıkan haberlerdeki iddiaların birebir örtüştüğünü görmek beni şoke etmişti.
Ben Ergenekon’la ilgili raporumu yayımladığımda da bana saldıranlar bu Gülen medyasının şahsiyetleriydi.
 Ahmet Şık, Hanefi Avcı neden hapse atıldılar? Çünkü Fethullah Gülen ve cemaati aleyhinde kitap yazmışlardı. Ya da Nedim Şener...- Siz tam Ergenekon kararları açıklandığında BBC’nin Türkçe servisine bir demeç verdiniz. Orada söylediklerinizi tekrarlar mısınız?
Tutuklananlarının hepsinin ortak yanlarına baktığınız zaman tamamının Gülen cemaatinin çıkarları aleyhine faaliyet gösterdiklerini görüyorsunuz, dedim. Örneğin, 
“Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının üyeleri, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği yöneticilerinin hepsi bu nedenle gözaltına alınıp tutuklandılar.
Bu insanlar okul çocuklarına Gülen cemaatinin yaptığı gibi burs veriyordu. Yani Gülen cemaatinin eğitim alanına onlara göre tecavüz ediyorlardı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden burs alan öğrenciler, PKK üyesi olmakla suçlandılar. Yani Gülen cemaati sadece kendilerine düşman değil, çıkarlarına zarar veren rakipler olarak gördükleri insanları da cezalandırma ve öç alma yoluna gitti.
Hatta laik askerleri de Fethullah Gülen’in ABD’ye kaçmasına zorlayan kişiler olarak damgaladılar. Bir başka olay da gazetenizin başyazarı 
İlhan Selçuk’a yaptıkları inanılmaz muameleydi. Şimdi, bütün bu suçlanan kişilerin kimliklerine baktığınızda hepsinin bir şekilde Gülen cemaati aleyhinde faaliyet göstermiş şahsiyetler olduklarını fark ediyorsunuz. Demin Gülen cemaatinin düşmanlar, rakipler ve öç alma gibi üç unsurdan yola çıkarak bu davalarda hedef aldıkları insanları cezalandırma yoluna gittiğini söyledim. Bir unsur daha var. Cemaat güç ve iktidar elde etme hırsı içinde. Gündemlerinin tamamıyla dine dayalı olduğunu hiç düşünmüyorum. - Başbakan Erdoğan’a MİT Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden yapmak istedikleri gibi mi?
Evet. - Sizin de üzerinize gelmediler mi? Bana sizi yazdığınız rapor yüzünden çok ciddi biçimde tehdit ettiklerini söylemiştiniz. Hâlâ böyle tehditler alıyor musunuz?
Özellikle medyalarında ağır karalama kampanyasına girişmişlerdi. Sadece onlar da değil. Bugün de yapabilirler. Ama ne yapabilirler? Ancak ya tutuklatırlar ya da beni sınır dışına gönderirler.
- Nasıl tutuklatırlar? Siz İngiliz vatandaşı değil misiniz?
Mantıken böyle bir şey yapamamaları lazım. Ama burada mantık yok ki. Mantık olsaydı bu dava böyle sonuçlanmazdı. Hatta olmazdı. Bunca insan bu kadar uzun süreli tutuklanmazdı. Eğer bu ülkenin haberalma örgütünün en tepesindeki isim PKK’ye yardım ve yataklık etmekten sorgulanmak istendiyse ya da 
“Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin merkezlerine baskın düzenlendiyse burada mantık aramamak lazım. Bütün bu mantıksızlıklara karşı doğru bildiğimi her zaman söyleyeceğim. 
Ergenekon algısı değişti
- Siz uluslararası platformlarda Ergenekon davasının ne olup ne olmadığını anlatmak için konferanslar verdiniz. Aldığınız tepkileri ya da değerlendirmeleri söyler misiniz?
Verdiğim konferanslar ve katıldığım panellerde anlattıklarımın uluslararası alanda insanların Ergenekon’la ilgili düşüncelerini muazzam ölçüde değiştirdiğini söyleyebilirim.
Ergenekon’la ilgili ilk yazım Ocak 2008’deydi. O sırada 
Veli Küçük, Muzaffer Tekin tutuklanmıştı. O ilk yazımda Türkiye’nin sonunda karanlık geçmişiyle yüzleşmekte olduğunu yazmıştım. Çünkü Veli Küçük’ün ya da Muzaffer Tekin’in geçmişte pek çok karanlık olaya bulaşmış olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama o yazıda da bir soru işareti vardı. Çünkü neyin olup bittiğinden tam olarak emin değildim. Aradan iki üç ay geçtikten sonra işin böyle olmadığını arkadan gelen tutuklama dalgalarından sonra anladım. Öte yandan konuştuğum insanlar benim yanıldığımı, Türkiye’nin geçmişini temizlemekte olduğunu, derin devletle hesaplaşmanın başladığını söylüyorlardı. 
Erdoğan’a gülüyorlar
- Peki, Gezi olaylarının Başbakan tarafından uluslararası komplo olarak nitelenmesine ne diyorsunuz?
Bu olaylar Başbakan’a göre, hükümeti kıskananlar tarafından tezgâhlanmış. Aslını ararsanız hiç kimse kıskanmadığı gibi gülüyorlar, sarakaya alıyorlar. Onlara iddianamenin bir bölümünü okuduğum zaman insanlar gülmekten katılıyordu. Söylemek istediğim davayla ilgili uluslararası algının muazzam ölçüde değiştiğidir. 
- Siz bütün Ergenekon davası süresince eski Genelkurmay başkanları Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt’ın ciddi biçimde sorgulanmamasına ne diyorsunuz? Oysa Büyükanıt 28 Nisan e-muhtırasını bizzat yazdığını itiraf eden kişi değil miydi?
Bir kere Özkök’e dokunmazlar çünkü cemaat onu seviyor. Büyükanıt’a neden dokunmadıklarını tam olarak bilmiyoruz. Ama Dolmabahçe’deki görüşmede bir anlaşmaya varıldığı söyleniyor. Büyükanıt’ın, kendisiyle ilgili söylentiler nedeniyle kamuoyunun diline düşmek istemediğini biliyoruz. 
Türkiye kaba kuvvet devleti
- Bütün bu konuştuklarımızdan sonra Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu söyleyebilir misiniz?
Sadece bu dava değil, başka davalara da baktığımızda bunu söyleyemeyiz. Türkiye bu haliyle hukuk devleti değil, sadece bir kaba kuvvet devleti (power order). Güç kimin eline geçerse o ne yapacağına karar veriyor. 
- Önceki söyleşimizde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin neredeyse bütün komutanlarının tutuklanmasının Türk ordusunda çok ciddi psikolojik sıkıntılar yaratmasının yanı sıra NATO’nun askeri gücü için de bir tehdit olduğunu söylemiştiniz. Hâlâ bu görüşte misiniz?
Evet, hâlâ bu görüşteyim. Yapılmaması gereken iki önemli şey var. Birisi siyasetin askerileştirilmemesi, ikincisi de askerin siyasete bulaştırılmamasıdır. Bu son YAŞ toplantısından sonra askerin siyasete bulaştırıldığını açıkça gördük. Asker liyakat çerçevesinde görev yapmalıdır. Siyasinin beğendiği asker atanacak, beğenmediği ise emekliye sevk edilecek diye bir durum olamaz. 
PORTRE
GARETH JENKINS
İngiliz gazeteci, yazar, analist. 1989’dan beri İstanbul’da yaşıyor. Üniversitede antik Yunanca ve Latince okudu. The Sunday Times, Jane(se yayınlarına ve kimi düşünce kuruluşlarına yazılar yazıyor. The Economist Intelligence Unit’e birkaç rapor hazırladı. Uzmanlık alanları sivil-asker ilişkileri, siyasi İslam ve terörle mücadele. “Türk Silahlı Kuvvetleri ve Siyaset” ve “Türkiye’de Siyasi İslam: Batı’ya Koşarken Yönünü Doğu’ya mı Çeviriyor?” isimli kitapları var. “Gerçekle Düş Arasında Ergenekon Davası” başlıklı ünlü raporun yazarı.

11 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Fırıldak, Hüloooğğ, Hesaplaşma - Nilgün Cerrahoğlu

Şafak Sezer’le ablası Gönül Akpınar arasındaki “hesaplaşma” dikkatinizi çekmiştir…
Abla Akpınar; Sezer için “fırıldak!” deyimini kullanmaktan çekinmedi, “Benim böyle bir kardeşim yok. Ben çapulcuyum, o fırıldak. Ben artık Memet Ali Alibora’nın, Ethem Sarısülük’ün ablasıyım” dedi.
“Sanatçı” Sezer de ablaya Twitter’dan, “Ömür biter hüloooğğğ bitmez. Hüloooğğğçular için şafak vakti. Konu: Gönül abla, Ders: Fırıldak” şeklinde, yitirdiği irtifayı daha da düşüren bir yanıt verdi.
Sezer’in, Erdoğan’ın önünde diz çökerek Gezi Direnişi’ni ortaoyununa çevirmesine abla anlaşılan katlanamamış.
En küçük kardeşini -ki küçük kardeşler genelde hep korunup kollanır- bir hamlede gözden çıkarmış.
Bunu da gizi saklı değil, sağır sultanın duyacağı şekilde kamuoyu önünde“akrabalıktan istifa ederek” yapmak istemiş.
Aile ve şahsı adına duyduğu acıyı böyle hafifletiyor belki Akpınar. “BabamızPolat Sezer çok değerli bir adamdı” diyerek içini döküyor:
“Bize çocukluğumuzdan beri Atatürk, CHP ve Beşiktaş öğretti. Şafak’ın tavrı ve açıklamaları çok zorumuza gitti… Diğer kardeşlerim Şafak’la konuşabilir, onu affedebilir ama ben affetmeyeceğim!” 
‘Kardeş kavgası’ iklimi
Türkiye bu hale geldi.
İki kardeşi yüz yüze bakamaz hale getiren “kutuplaşmalar”, Şafak Sezer örneğinde görüldüğü gibi ailelerin içine girdi.
Ben bu raddede kutuplaşmaları yalnız yedi yıl yaşadığım İspanya’da görmüştüm…
20. yüzyılın ikinci çeyreğinde Avrupa’nın en kanlı iç savaşını yaşamış ülkedeki siyasi parçalanmalar ve hesaplaşmaların ailelere girdiği bana anlatılmış; her ailede, iç savaşın iki uç cephesine verilen kurbanlar olduğu söylenmişti.
İspanya’ya vardığımda, kanlı “kardeş kavgası”nın üzerinden 40 yıl geçmişti. Ama yaralar tazeydi. Öyle ki “hassas yaraya tuz basmamak” adına herkes söylediği sözün nereye gideceğine hâlâ özenle dikkat ediyor, bilhassa“demokratikleşme” misyonunu üstlenen siyasetçiler “uzlaşma yanlısı” dil kullanmaya azami gayret gösteriyorlardı. 80’lere damga basan ve dünyaya çok başarılı bir örnek olarak gösterilen İspanya’nın “demokrasiye geçiş modeli”nin ruhu, gerçekte tamamen buna, eski yaraları deşmemek ve yeni kamplaşmalar açmamak üzerine endeksliydi.
Bizde tam tersi bir durum var.
Türkiye’de “demokratikleşme” davasını sözde bayrak edinen ve her vesileyle bununla şişinen bir iktidar; en tahrik edici söylemlere sarılıyor.
Başbakan’ın her gün “bunlar” diye AKP dışındaki herkesi dışlayarak yaptığı konuşmalar ötesinde, bu kutuplaştırıcı koroya en yakın mesai arkadaşları da katılıyor.
Ortamı yumuşatmaya çalışmak dururken onlar da yangına benzinle gidiyor. Son örnek Yalçın Akdoğan’ın, Ergenekon kararları için yazdıkları…
“Star”da bir köşesi olan Akdoğan; “Ergenekon Davası, Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır” diyor: “Ergenekon Davası’yla sadece bir zihniyetten hesap sorulmuyor, aynı zamanda bu anlayış yargı yoluyla tasfiye ediliyor.” 
Başbakan’ın en yakın çevresi, yargıyı gizlenemez biçimde bir “hesaplaşma”mercii olarak görüyor.
Sevgili Mümtaz (Soysal) Hoca’nın dediği gibi, “Bir hukuk süreci için kullanılabilecek bir kavram ya da etiket ancak bu kadar tehlikeli olabilir… Bir‘siyasi dava’nın kurbanı olduklarını ileri sürenleri haklı göstermek için‘hesaplaşma’ sözcüğünden daha iyisi bulunamazdı.”
‘Atmosfer zehirlendi’
Ülkede pompalanan propagandaların aksine bu yaşananlara dışardan bakanlar da durumu tam böyle görmekte. Dış basına bilmem hiç göz attınız mı?
İngiltere’den “Times”, Ergenekon süreci için “Erdoğan’ın düşmanları cezalandırıldı” değerlendirmesini yaptı. “Guardian” harbiden “Hükümet orduyla hesaplaşıyor” dedi.
“Der Spiegel”, “Erdoğan muhaliflerini susturuyor” tespitinde bulundu.
“New York Times”, “Erdoğan intikam duygusuyla ve askeri düzen tarafından ezilmiş sınıfının hissettiği içerlemeyle hareket etti” diye yazdı.
İtalyan basınından “Repubblica” ise “Erdoğan’ın yumruğu gazetecilere ve askerlere indi” demekten kaçınmadı. “Türkiye’de atmosferin zehirlendiğini”öne süren gazete; “Türkiye’de neler oluyor” sorusunu sormayı ihmal etmedi.
“Erdoğan kendisine karşı çıkan herkese -ki buna artık dışarısı dahil- yumruğunu indiriyor. Türkiye’de neler oluyor?” diyen “Repubblica” özetle şöyle devam etti:
“Son dönemde çarpıcı bir dini içerik kazanan hükümet, kendisine karşı mücadele edenlere karşı safları sıklaştırıyor. Otoriter görünüm içinde olan Erdoğan, anayasada laikliğin garantörü olarak tanınan askerleri ve özgür basını çok sert bilek güreşi ile mat etti.” 
Bu minval yorumları çoğaltmak mümkün. Ama anladınız.
Ergenekon kararlarına “demokrasinin zaferi” diye alkış tutan artık pek kalmadı.
Yapılan değerlendirmelerde bilakis hep Türkiye’yi teslim alan hesaplaşma iklimi öne çıkartılıyor. Gezi’den bu yana sertleşen iktidara, işini yitiren gazetecilere ve en son Ergenekon’da en ağır cezaları alan basın mensuplarına sürekli atıf yapılıyor…
Ergenekon sürecini “tüm kusurlarına rağmen” kucaklayan “yetmez ama evet”çi aydınlara kapak olsun!
Nilgün Cerrahoğlu

11 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

İzan Kalmadı, İman Verelim! - Mine Kırıkkanat

Türkiye’de dinin çok uzun süredir politikaya alet edilmesi ve başta devlet, tüm dünya işlerinin hiç olmazsa görünüşte “Allah’ın iznine” bağlanması, ister istemez toplumsal algıya da sızdı. 
Ülkedeki en örgütlü İslamcı yapılanmanın, “Sızıntı” başlıklı bir dergi çıkarması da boşuna değildir. İstenen oldu. Uhrevi ile dünyevinin birbirine karışması, insanları sorumsuzluğa itti.
Çünkü herkesin, her işin Allah isterse olup istemezse gerçekleşmeyeceğine inandığı yerde, elbet vicdan sorgulaması da yersiz ve gereksiz. Zarar veren de kaderci, zarar gören de.
Mademki en üst karar merci Allah, gaddarın cezai ehliyeti yok, mağdur da zaten onun Allah’ından bulmasını bekliyor.
Adalet, bizzat adliye kurbanlarının algısında, Allah’a havale.
Böylece ülkede sadece bireyler değil, kurumlar da “inanılan” ile “yaşanan”arasında fark gözetmez oldu. 
***

Önce Balyoz, ardından Ergenekon davalarının kamuoyu nezdinde sanıkların suçluluğuna inananlarla inanmayanlar arasında bir çekişmeye dönüşmesi, belki toplumsal kanaat açısından normal karşılanabilirdi. Ancak özel yetkili mahkemelerdeki yargı süreci gerçeği ortaya çıkarmak için değil, sanıkların suçluluğuna “inandırmak” için kullanılınca; verilen kararlar sübjektif olmaktan öteye hukuk devletinin idam ilamı oldu.
AKP öncesi dönemde “basın yoluyla suç işlemek” kapsamında hakkında 31 dava açılmış, hatta Genelkurmay Başkanlığı’nın 3 yıl hapis, 10 adet generalin de muazzam tazminat talepleriyle yargılanmış ve hepsinden beraat etmiş bir gazeteci olarak hukukla yakından ilgilenmek zorunda kaldım.
Balyoz ve Ergenekon davalarında sanıklara yöneltilen suçlara dair, elbet benim de bir inancım, kanaatim var. Ama adaletten beklediğim gerçekçilik adına, adli sürecin başından beri sanıkların suçsuzluğunu değil, suçlu olsalar bile “adil yargılanma” hakkını, hukukun üstünlüğünü tesis etmek için yargının tarafsız olması gerektiğini savundum.
***

Oysa bu davalarda evrensel hukuk ilkelerinin tamamı linç edildi, sanıkların suçluluğu sahte belgeler, satın alınmış ve bazısı akıl hastası, bazısı cinayet ve terör suçlusu tanıklarla kanıtlanmaya çalışıldı. Hatta Teğmen Çelebi özelinde olduğu gibi polisin telefonuna sehven yüklediğini bizzat itiraf ettiği “kuşkulu”numaralar bile ağır mahkûmiyet nedeni olabildi.
Dünyanın bütün mahkemelerinde, yargıçların “kanaatine”  göre kararlar verilir. Ama “yargı heyeti kanaati”ne göre verilen hiçbir karar ağırlaştırılmış müebbet, iki kere müebbet olamaz, bu kadar çok sayıda sanığı kapsayamaz. Böylesi hem esasa aykırıdır hem de usule.
Sonuç olarak bu davalarda sanıklar, hukuksal anlamda kanıtlanamayan suçları işlemiş olsalar bile hiçbir demokraside verilmeyecek ölçüde ağır cezalara çarptırıldılar. Osman Yıldırım gibi çok ağır suçlar işlediği kanıtlanmış sanıklar “tanık”  olarak mahkemelerin istediği yönde ifade verdiği için salıverilirken suçu kanıtlanmamış kişilerin ağır cezalara çarptırılması; ister istemez tüm dünyada AKP iktidarı ve Türkiye’nin İslamcı dönüşümüne karşı çıkabilecek muhalif seslerin susturulduğu bir komplo olarak algılanıyor. 
***

Bu komplo, polis, hükümet ve yargının el ele verdiği, hükümet tarafından ele geçirilen medyanın da kamuoyunu “inandırmaya” çalıştığı bir büyük plan. Bir gıdım aklı kalan herkes, Balyoz ve Ergenekon mahkûmlarının, Abdullah Öcalan’ı kapsayacak bir affa kadar rehin tutulacağını biliyor.
Uzaktan ve tarihsel süreç içinde bakıldığında, Türkiye’yi ele geçiren rejim,Hitler Almanyası ya da Mussolini İtalyası’ndan çok Frankist İspanya’yı anımsatıyor.
Çünkü Hitler’in faşizme taşıdığı Almanya’daki iktidarının onuncu yılında (1930-1940) hemen hiç muhalifi kalmamıştı! Keza faşist İtalya’da da Mussolini çok geniş bir halk desteğine sahipti.
Oysa İspanya’nın yarısı Frankist değildi ve faşist İspanya, cumhuriyetçi İspanya’yı ezmek zorunda kaldı. Bu da bir iç savaş gerektirdi.
İşte bu yüzdendir ki Türkiye’de olanlar ve bundan böyle olacaklar, İspanya’ya daha çok benziyor. AKP rejimi ve yandaşları, ülkenin yarısına, hatta yarısından fazlasına hâkim değiller, olamadılar. Ya ezmek ya da ezilmek zorundalar.
Tabii Allah’ın izniyle! 
G NOKTASI
ANNEM ANNEM
Adı Annem’di
Soyadı Annem
Kadrim Kadrim diye
koştu peşimden
Annem Annem diye
koştum peşinden
ona yapışık üçyıldızdık biz
Kadri Perizat Melek
yokluktan acılardan
ne kaldıysa geriye
alınteri gözyaşı dolu elleriyle
avuç avuç verdi bize
hep gülelim diye
Onsekiz Temmuz bindokuzyuzdoksansekizde
soyadı duman gibi
süzüldü gökyüzüne
beşyüzsene de geçse beşbinsene de
ne hale gelirse gelsin evren
yıldızlar birbirinden
hiç ayrılır mı Annem.
A. KADRİ ERGİN
“Sebep sonuç
ilişkisine dayalı iman,
batıl inançtır.”

LUDWIG WITTGENSTEIN
Mine Kırıkkanat

11 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

9 Ağustos 2013 Cuma

İnsancıl Müslümanlık - Öztin Akgüç

Emperyal güçlerin, yerli politikacıların siyasal amaçlarla sömürdükleri geniş bir kesimin dindar görüntüsü altında nemalandığı, bazı ülkelerde terörle özleştirilmeye çalışılan Müslümanlığın bu bayram gününde aydınlığa kavuşturulması gereği var. Bu aydınlanmayı yapması gerekenlerin suskunluğu, ürkekliği, belki kişisel çıkar hesapları, politikacıların hışmından korkmaları, ne yazık ki, böyle bir yazı yazmak yükümlülüğünü doğuruyor.
* Müslümanlık insancıldır, haksızlığa karşı başkaldırıdır, adil bir toplum düzeni amaçlar.
* Müslümanlık özgürlükçüdür, Müslümanlığı başlangıçta geniş çapta kabul edenler kölelerdir. Müslümanlıkta kölelik yoktur; köleler azat edilmiştir. Bu olgu dahi Müslümanlığın özgürlükçü, haksızlığa başkaldırı olduğunu kanıtlar.
* Müslümanlık hoşgörü dinidir.
Bunun en büyük kanıtı “Medine Mutabakatı”dır. Hz. Muhammet’in MS 622 yılında Yesrib’e (Medine) göçü “Hicret” olarak bilinmektedir. Hicret, İslam dininin önemli dönüm noktalarından biridir. Hz. Muhammet, Medine’de kendisi ile birlikte göç eden Mekkelilerden ve Medine ileri gelenlerinden oluşan bir şûra toplamış, bu şûrada, ilk İslam toplumsal mutabakatı olarak nitelendirilebilecek ortak yaşam sözleşmesi hazırlanmıştır.
“Medine Mutabakatı” olarak adlandırılan bu belge daha sonra o yörede yaşayan Hıristiyanları, Musevileri ve putperestleri de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Sözleşmenin ana teması; “Medine’de yaşayan her toplumun kendi geleneklerine, inançlarına ve hukuklarına göre yaşamlarını sürdürmelerinde tamamen özgür” olmalarıdır. Belgede çok kimlikli çok kültürlü, değişik inançlardan bir toplum yaşamı öngörülmekteydi. Yaşama, inanç farklılığı nedeniyle müdahale, zorlama söz konusu değildi.
* Müslümanlıkta dayanışma esastır. Zekât, Kurban Bayramı, Müslümanlığın bu yönünün önemli kanıtlarıdır. Müslümanlık, gelir ve servet dağılımında denge ve yoksulların korunmasını amaçlar.
* Müslümanlıkta gösteriş ve israf yoktur.
Müslüman alçakgönüllüdür, mahviyetkârdır; israftan kaçınır. Dini kendi çıkarları için araç olarak kullanmaz. Günümüzde gösterişli, israfa kaçan iftar sofraları, medya eşliğinde kılınan cuma ve bayram namazları, ne ölçüde Müslümanlıkla bağdaşır? Ne yazık ki günümüz uleması, sözde mutasavvıfları bu konuda suskundur.
* Müslümanlık laiklikle bağdaşır. Medine Mutabakatı, Müslümanlığın ne ölçüde özgürlükçü ve hoşgörülü olduğunun kanıt belgesidir. Din ve siyaset birbirinden ayrıdır. Müslümanlık yaygınlaşacak ve dünyada daha çok itibar kazanacaksa, bu ancak laik Müslümanların katkısı ile olacaktır.
* Gerçek demokrasi Müslümanlığın siyasal düzenidir.
Özgürlükçü, adil, hoşgörülü, barışçı bir inancın günümüzdeki düzeni, şekli, eksik bir demokrasi, örtülü faşizm, tek adam yönetimi değil, gerçek bir demokrasidir.
Kişilerin din istismarı, diktatör olma hevesleri, iktidara geldikten sonra iktidardan gitmemenin yollarını aramaları ve Ortadoğu halklarının Reform, Rönesans dönemlerini ve Sınai Devrimi’ni yaşamamış olması ne yazık ki“Müslümanlık demokrasi ile bağdaşmaz” gibi yanlış görüşlerin, kanıların doğmasına neden olmaktadır.
Laik Müslümanlığın dinci gruplara karşı güç kazanması, İslam ülkelerinde gerçek demokrasiyi, vazgeçilmez düzen haline getirecektir.
* Müslümanlık barışçıldır.
Günümüzde emperyal güçlerin desteği ile yeşeren terör grupları, ne yazık ki Müslümanlık hakkında yanlış kanıların doğmasına, algı yönetimine yol açmaktadır.
Müslümanlığı anlatabilmek, yüceliğini ortaya koyabilmek için; dini, politikacıların, sözde ulemanın, din tacirlerinin, dinden nemalanan grupların, TRT mutasavvıflarının elinden, sömürüsünden kurtarmak gerekir.
Günümüzde milyonlar Arapça, Latince, İbranice Tanrı’ya yakarıyor. Niçin Tanrı’ya yakarış dille sınırlandırılıyor. Bunu anlayabilmiş değilim. Bence “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrı’dan başka yoktur tapacak” şeklinde bir seslenişten daha etkili duyuru yoktur.
Öztin Akgüç

9 Ağustos 2013 - Cumhuriyet