10 Aralık 2013 Salı

İsmet Paşa’yı Unutmamak-OKTAY AKBAL

İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası ile İngiltere savaştı. İkisi arasındaki kavga öteki devletlere de bulaştı. Hitler’in Almanya’sı kısa sürede tüm Avrupa’yı eline geçirdi. Rusya, İngiltere, Fransa ve öteki milletler beş yıl süren bir yıkımla, ezilmekle,sefaletle, açlıkla, bin bir türlü yoksullukla karşı karşıya kaldı. 

Bir tek ülke var İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan. Tek askerinin haksız bir savaşta ölmemesini sağlayan. Kısacası benim kuşağımı kurtaran. Bizler yaşı doksanlara varanlar, yıllarımızı barışta geçirdik. Çok yokluk çektik ama savaş yüzü görmedik. 
Oysa Türkiye’nin içine katılmadığı bir dünya savaşı yoktur. Birincisini hatırlayalım, Avrupa’dan Asya’ya kadar savaş çilesini çekmeyen kalmadı. Bu hengâmeden bir tek ulus kurtuldu. Yani biz, sen, ben, o, tüm Türk milleti. 
Günümüzde böyle bir savaş olsa acaba Türkiye bunun dışında kalabilir miydi? Bunu kime borçluyuz? Kime olacak, İsmet İnönü’ye... 
Beş yıl boyunca büyük zekâ oyunlarıyla bizi savaş dışı tuttu. Benim kuşağım bugünyaşıyorsa İsmet Paşa’dır teşekkür etmemiz gereken. 
İlk defa bir dünya savaşına girmediysek, bunu unutmayalım İsmet Paşa’ya borçluyuz. Benzeri görülmemiş bir beceri ile bizler savaş mavaş yaşamadık. 
İsmet Paşa bunu nasıl yaptı? Nasıl Churchill’lere, Stalin’lere, Roosevelt’lere rağmen başardı. Türlü nedenlerle kaçtı savaştan. Böyle bir kanlı savaşa girmenin ülkenin mahvolması olacağını bildiğinden.Savaş yıllarından sonra İsmet Paşa’nın karşısına çıkan bir çocuğun “Sen bize ekmek yokluğu bile çektirdin” demesi üzerine ne demişti: “Ama ben senin babanı ölmekten kurtardım.” 
Ne büyük bir başarıdır, İsmet Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı’nda ve çok önce Lozan’da da gösterdiği davranış. Kimseyi incitmeden başarıyı sürdürmek... 
Ama biz nankörcesine İsmet Paşa’nın aleyhinde de bulunan gafiller gördük. Bugün işbaşındaki hükümet olsaydı aynı başarıyı gösterebilir miydi? Yoksa savaşa girmek kazançlıdır diye kendini de milletini aldatarak felakete mi sürüklerdi? Yakın geçmişteki usta politikacılığın en büyük ustası İsmet Paşa’yı oturup kalkıp saygıyla anmalıyız. 
Umut ederim yaşadığımız günlerde böyle bir savaş çıkmaz. Birleşmiş Milletler bilmem kimler mi engel olur, sanmıyorum. O eski ustalar yok artık. Düşünüp taşınıp davranırlardı, artık bu düzeyde, bu yetenekte kimse yok.Bu yüzden bir daha yazayım, İsmet İnönü döneminin milletimiz için ne büyük bir şans olduğunu. Ondan sonraki iktidarları bir düşünün, var mı İsmet Paşa gibi bir adamımız?..

OKTAY AKBAL
Cumhuriyet

9 Aralık Laiklik Günü - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Takvimin her günü malum artık parselli: Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü,Öğretmenler Günü, Engelliler Günü, Anneler Günü, Babalar Günü vs. liste uzayıp gidiyor.
9 Aralık da… Laiklik Günü olmuş! Ne yazık ki henüz dünyada değil…
Ancak laikliğin anavatanı Fransa’da, iki yıl önce 9 Aralık “laiklik günü” olarak saptanmış.
Sosyalist Hollande’ın cumhurbaşkanlığı altında bu anlamlı günün şimdi bir “laiklikbayramına” dönüştürülmesi tartışılıyor.
“Laiklik günü”, “9 Aralık” haftasına yayılan çeşitli aktivitelerle kutlanıyor.
İnternette “jour de la laicite” yazıp biraz gezindiğinizde… Fransa’nın çeşitlikentlerinde, din ve devlet işlerini ayıran “9 Aralık 1905 yasası” adına birbirinden ilginç toplantılar, konferanslar ve sergiler düzenlendiğini görüyorsunuz:
“2013’te laiklik”“21. yüzyılda cumhuriyetin kurucu ilkesi laiklik”, “Kimlik ve laiklik”,“Geçmişte ve günümüzde laiklik”, “Birlikte yaşamanın anahtarı laiklik”, “Sosyal barış ve laiklik”, “İşyeri ve kamu hizmetinde laiklik”, “Kadın hakları ve laiklik”…Laikliği tüm veçheleriyle masaya yatıran ve güncel perspektif içinde inceleyen temalar böyle uzayıp gidiyor.
Fransa’da “laiklik” ilkesinin ölmediğini, geri plana atılıp unutulmadığını açık şekildeanlıyoruz.

‘Laiklik İnşallah!’
“Laiklik Günü” inisiyatifi, Hollande devreye girmeden çok önce; Sarkozy’nin merkezsağ “UMP/Halk Hareketi Birliği” partisinin sosyalistlerle birlikte ortaklaşa senatodangeçirdikleri bir kararla ortaya çıkmış.İnisiyatife destek veren sosyalistler; “Laikliğin yıkılmasına izin veremeyiz.Cumhuriyetin kurucu ilkesini yaşatmak amacıyla pedagojik bir gün düzenlemeliyiz!” demişler.
Sağ parlamenterler de “cemaatler arasında yükselen duvarlardan” yakınmışlar veCumhuriyetin aşınan değerleri için bir bellek tazelemesine gereksinim olduğunu ilerisürmüşler…
“Laiklik günü” kararı, böylece merkez sağ-sol arasında kurulan geniş tabanlıkoalisyonla senatodan geçmiş.
“9 Aralık”ı şimdi de bir bayram olarak tescilleyecek karar, Mecliste onay bekliyor...
Sivil toplum her halükârda “laiklik gününü” şimdiden kutluyor.
Müslüman örgütler ve Fransa İslam Konseyi, bu “gün”e, “Müslümanlara karşı olduğu”gerekçesiyle direnç gösteriyor.Ancak sivil toplum içinde laikliği sahiplenen Müslümanlar da beri yandan iki yıldır kendi aktivitelerini düzenliyorlar.
Bu eylemler arasında dikkatimi çeken bir afişin adı örneğin; “Laiklik İnşallah!”Tunus’un Arap Baharı sonrası “laik anayasa beklentilerine” atıf yapan bir belgeselin adı olan “Laiklik İnşallah!”; Fransa’nın Müslümanları için gayet sevimli bir slogan örneği sunuyor…
‘Aktif laiklik’ ve laiklik şartı
9 Aralık vesilesiyle öne çıkan en önemli kazanımlardan biri de, okullarda hazırlananöğretici ve bilgilendirici tartışmalar.Bu tartışmalarda sözgelimi; “Küçük çocuklara laikliği nasıl anlatırsınız?”, “Laikliğinresmi nasıl yapılır?” gibi temalar dikkat çekiyor.
“Aktif laikliğin modası geçti; post-modern anlayış artık ‘pasif laiklik’tir” diye bizde esip üfürenlere inat, yepyeni bir enerjiyle laikliğe sahip çıkan Fransa’da devlet okullarının hepsinin duvarlarına bu öğrenim yılından itibaren “15 maddelik” bir laiklik şartnamesi asıldı örneğin.
“Fransa’nın bölünmez, laik, demokratik ve sosyal cumhuriyet” olduğuna gönderme yapan ilk şartın adından özetle; 
1. Laik cumhuriyet din-devlet işlerinin ayrılmasını örgütler, 
2. Laiklik herkesin vicdan özgürlüğünü teminat altına alır. Herkes inanmak-inanmamak özgürlüğüne sahiptir, 
3. Laiklik yurttaşlık haklarının kullanılmasını sağlar, 
4. Cumhuriyet, bu ilkelerin tamamının kendi okullarında uygulanmasını öngörür, 
5. Laiklik, öğrencilerin paylaşılan ve ortak bir kültür edinmelerini temin eder; 
6. Laiklik ifade özgürlüğüne erişilmesine olanak verir; 
7. Laiklik her türlü şiddeti ve ayrımcılığıyadsır; kızlar ve oğlanlar arasında eşitlik öngörür; 
8. Eğitim laiktir. Hiçbir ders/konu;bilimsel, pedagojik tartışmalar dışında tutulamaz. 
9. Öğrenciler; düşünceleri ve eylemleriyle laikliğin yaşatılmasına katkıda bulunurlar... maddeleri geliyor.
Önemli başlıklarıyla özetlediğim “laiklik şartnamesi”, “Laiklik, insanları kamplaştırarak birbirleriyle savaşmaları için değil; tam tersine tarafları kamplaştırarak karşı karşıya getirmek isteyenlere karşı hep beraber savaşmak adına gereklidir” diyen Eğitim Bakanı Vincent Peillon tarafından hayata geçirildi.Aynı zamanda filozof olan Peillon; “öğrencilerin iyiyi kötüyü, haklarını, ödevlerinibilmesi, toplumsal değerleri kavraması ve evrensel değerleri benimsemesi” için okullarda ayrıca 2015 yılından itibaren uygulanacak bir “laiklik saati” öneriyor!
Erdoğan bir ara “kişi laik olmaz, devletler laik olur!” demişti…Fransa “laik devlet” nasıl olunur gösteriyor.

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

8 Aralık 2013 Pazar

Asıl Gizlemek İhanettir - CAN DÜNDAR

Seramikçiler bilir:
Mesela bir vazo yapılırken dayanıklı olsun diye üzerine saydam bir tabaka sürülür.
Bu tabakaya “sır” denir.
Sır”, vazoyu parlatıp güzel gösterdiği gibi, dış etkilerden de korur, temizlenmesini kolaylaştırır.
***
Dün Başbakan Erdoğan devletin “sır”larından bahsedip “gazetecilerin, köşe yazarlarının, üzerinde gizlilik belgesi olan MGK bilgilerini, devletin mahremini teşhir etmesi özgürlük değil, vatana ihanettir” deyince hatırladım bunu...
Sırlar hızla dökülmeye başladı.
Koruyucu dış tabaka çatladı, parlaklık elden gitti.
Artık temizlenmesi de zor.
Panik ondan...
***
Mücevherciler bilir:
Bir yüzük yapılırken işlenmiş elmas, taş bir yuvaya mıhlanır.
Elmas parlak görünsün diye de mücevherle yuva arasına madeni bir yaprak konur.
Bu gümüş yaprağa “foya” denir.
Elmas, yuvasından düşerse, aslında kendi başına parlamadığı, ışıltısını altındaki foyadan aldığı anlaşılır.
Buna, “foyası meydana çıkmak” denir.
***
Erdoğan’ın konuşmasından anlıyoruz ki, millete mücevher diye yutturulan “taş”,ışıltısını altındaki foyadan alıyormuş.
Taş yuvadan düşünce, foya da çıktı meydana...
Meğer yıllarca askerin “irticayla mücadele planları”ndan yakınır görünen hükümet, güç kendisine geçince kendisine rakip gördüğü “cemaati bitirmek” için askerle el ele planlar yapmış.
“Yapmadık” demiyor Başbakan...
Ne diyor?
“Bu sırrı açıklamak, vatana ihanettir” diyor.
***
Üniversitede master tezimi “Devlet sırları ve basın özgürlüğü” üzerine yazdım.
Tezim şuydu:
Devlet sırrı kavramı genellikle, kamu yöneticilerinin işlediği suçların üstünü örtmekte kullanılan bir paravandır.
Ne demişti geçenlerde özel harekâtçı Ayhan Çarkın:
“Vatan millet diyerek cinayetler işledik, adına ‘devlet sırrı’ dedik.”
Mesela bazı kamu görevlilerinin kirli ilişkilerini belgeleyen MİT raporları devlet sırrı sayılmıştır.
Mesela örtülü ödenek paralarıyla suikast silahları alınıp Kürt işadamlarının yargısız infazı devlet sırrıdır.
Mesela Susurluk Raporu’nun “Devlet kurşunuyla öldürülen gazeteciler” sayfaları, sır kapsamındadır.
Bizim güvenliğimiz için bizden gizlenmiştir.
***
“Devlet sırrı” denilen şey, çoğu zaman “hükümetin sırrı”dır.
Hükümet pis bir işe bulaştığında, dosyasının üzerine “Çok Gizli” damgasını vurur.
Kendi çıkarını “ulusal çıkar” diye yutturur.
Kamu çıkarının devlet çıkarıyla çeliştiği nokta budur.
Suç büyüdükçe, devlet koca bir “sır küpü”ne dönüşür. Meclis’e bile açmaz sırlarını...“Milli iradenin üstünde hiçbir güç olamaz” diye efelenenler bile o sırrın ardına saklanmaya başlar.
Ta ki sırlarıyla birlikte gidene kadar...
***
Son zamanlarda en kararlı devletçiye dönüşen Hünkâr, bir yandan “Cemaat ne istedi de vermedik” havası basarken öte yandan MGK’de apolet takıp cemaatçi avına çıkıyorsa, bunu bilmek hakkımızdır.
Asıl “ihanet”, bunu gizlemektir.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Piri Reis Haritası 500 Yaşında-MUSTAFA BALBAY

2013, Piri Reis’in dünya haritasının çizimini tamamlamasının 500. yılı.
Piri Reis iyi bir bilim insanı, iyi bir araştırmacı, iyi bir gezgin. Yarattığı dünya haritasında bunların üçünün de payı var. 

Haritanın 500. yılı nedeniyle UNESCO da Piri Reis’i anma etkinliklerini programına aldı. Türkiye’de de özellikle son bir aydır değişik kentlerden Piri Reis haberleri geliyor. İstanbul’da haritalar 21. yüzyılın teknolojisine göre yeni kimlik kazanıyor. Roma’da özel sergiler düzenleniyor.
Haberlerin yoğunlaşması doğal, çünkü yıl bitiyor! Böylesi anmaların kaderi bu. Yıl geldiğinde program hazırlığına girişiliyor. Program yılın ikinci yarısında kotarılıyor. Yılın sonuna doğru yoğun mu yoğun faaliyete girişiliyor. Oysa planlama bir iki yıl önceden başlasa, etkinlikler bütün yıla yayılsa kalıcı bir anlamı da olur.
Her neyse en azından kıymet verilmiş olmasını önemseyelim.
***
Yukarıdaki son cümlenin altını ayrıca çizelim. Çünkü dünya çapında değere sahip Piri Reis pek çok bilim insanı ve aydın gibi yaşamın doğal akışı içinde ölmedi, öldürüldü.
Kim öldürttü?
Buna tarihçilerin yanı sıra özel olarak bilim tarihiyle de ilgilenenlerin verdiği yanıt şu:
Kanuni.
1465’te doğduğu tahmin edilen, 1554’te öldürülen Piri Reis, yaşamının son anlarına dek bilim insanlığını, araştırmacılığını sürdürdü. Kulağına gelen kimi dedikodulara kıymet veren Kanuni, Piri Reis’i Mısır’da öldürttü. Mısır’a, Aden Körfezi, Hürmüz Boğazı, Basra, Süveyş seferlerinden sonra dönmüştü.
Piri Reis’in yaşamından kesitler paylaşalım...
Girişte vurguladığımız gibi, hem gidebildiği yere kadar dünyayı dolaştı hem masa başında yapılabilecek en ayrıntılı çalışmaları gerçekleştirerek çağının en ileri haritalarına ulaştı.
Bilim insanı her şeyi bilen kişi değildir. Hangi bilgiyi nerede bulabileceğini ve nasıl kullanabileceğini bilen kişidir.
Piri Reis, Amerika kıtasını da dünya haritasına yerleştiren ilk kişi olarak biliniyor. 1513’te tamamladığı bu haritayı hangi kaynaklara dayanarak çizdiğini de ayrıntılarıyla açıklıyor.
Buna göre her biri dünya haritasının belli bölümlerini içeren 33 çizimden yararlanıyor. Bunlar arasında Kristof Kolomb’un haritasının yanı sıra pek çok Arap ve Hint coğrafyacısının çalışmaları da var. Hatta antik dönemdeki çizimleri de dikkate alıyor. Bu anlamda Piri Reis’in başarısı bilgileri birleştirme gücünden de geliyor.
Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’a girerken beraberinde Piri Reis ve onun çizdiği dünya haritası da bulunuyordu.
Piri Reis iki dünya haritasının çizimini yaptıktan sonra bir de “Kitab-ı Bahriye” bıraktı. Bu eserin içinde, Akdeniz, Kızıldeniz, Hint Okyanusu, Çin Denizi ile ilgili ayrıntılı bilgilerin yanında 234 yerleşim yerine ilişkin harita da vardı.
***
Piri Reis öldürüldükten sonra deyim yerindeyse haritaları da öldürüldü. 16. yüzyılın devamında ve 17. yüzyılda medreselerdeki haritalar, “resme benziyor” gerekçesiyle kaldırıldı.
İşte uygarlık treninden koptuğumuz an, o andır. Osmanlı o dönem iki önemli süreci ıskaladı; keşifler ve aydınlanma.
İkisi birbiriyle bağlantılı büyük bir dönüşüm.
Eğer bugün gerçekten yaşadığımız çağa ait olmak istiyorsak, yönümüzün uygarlığa dönük olmasında samimi isek önce tarihin hangi süreçlerinde yanlış yaptığımızı iyi bilmeliyiz ki, onları tekrarlamayalım.
Bu bağlamda soralım:
Bugünkü eğitim anlayışımızla, iktidarın eğitime, üniversitelere bakışıyla Piri Reis’ler yetiştirebilir miyiz? Çok zor.
Yetiştirirsek bile kıymetini bilemeyiz.
“Piri” deyince sorarlar; neyin piri?..
“Reis” deyince dolanırlar; nerenin reisi!  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

7 Aralık 2013 Cumartesi

‘Bir Şehri Tam Kalbinden Vurmak’ - ÇİĞDEM TOKER

Yaşar Özerdoğan, İsmail Altun, Mustafa Özalpuğan.
Hızla unutacağız bu isimleri...
Nasılsa bilinçaltı, o ürkütücü oyunu için hazırda beklemiyor mu?..
Nasılsa Zonguldak; hele bir de Gelik değil mi?.. 


En fazla 60 lira gündelik uğruna, yerin 260 metre altında can verdiklerini hatırlayacağız.

“Alıştığımız bir şeydi yaşamak” dediği gibi şairin; ölüm şekillerini içten içe “olağan”karşıladığımız için unutacağız.
Oysa hiç unutmayalım; ocağın ruhsatsız olması sebep değil, sonuç.
Ocağın iki hafta önce mühürlenmesi; ocak sahibinin cezaevinde olması da...
- Onlar açlığa mahkûm edildikleri için öldüler.
- Vaktiyle kentin kalbi konumundaki Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) taammüden vurulduğu için.
- 2002’de, personel sayısı 16 bin olan TTK’de, bugün 10 bin kişi çalıştığı için.
- Norm kadrosu bugün dahi 14 bin 500 kişiye izin veren TTK’nin, Ankara’daki yüksek siyaset izin verse alabileceği 4 bin 500 işçiden biri olamadıkları için.
Yaşar, İsmail ve Mustafa’nın önünde iki seçenek vardı:
Ya göç edeceklerdi Zonguldak’tan; son üç yılda göç eden tam 17 bin kişi gibi...
Ya da kölelik düzeninde çalışmaya boyun eğeceklerdi.
İkincisini seçip yerin 260 metre altında öldüler.
***
Bakın, CHP Zonguldak Milletvekilleri Ali İhsan Köktürk ile Mehmet Haberal’ın TBMM’ye verdiği (31 Ekim 2013) Araştırma Önergesi ne diyor:
- Kömür üretimi düştü: TTK’de 2002 yılında 16 binlerde olan çalışan sayısı 10 binler seviyesine, 2.2 milyon ton olan yıllık üretim 1.5 milyon ton düzeyine geriledi. Zonguldak’taki pek çok il müdürlüğü ve genel müdürlük ya kapandı ya da il dışına taşındı.
- Teşvikte üvey evlat: Teşvik uygulamalarında Zonguldak, üvey evlat muamelesi gördü. Önce teşvikli illerin kapsamı dışında bırakıldı. Sonra da sektörel teşvik olarak uygun olmayan bir teşvik sistemi Zonguldak’a giydirilmeye çalışıldı.


- Vergi ödüyor, karşılığını alamıyor: Pek çok il ödediği verginin çok üzerinde kamu yatırımı alırken Zonguldak ödediği verginin 1/4’ünü bile kamu yatırımı olarak alamıyor. Zonguldak, en çok vergi tahsilatı yapılan iller sıralamasında 727 milyon TL ile 19. sırada. (Ocak-Mart dönemi) Buna karşın, 133.6 milyon TL kamu yatırımı ile 57. sırada.
- İşyerleri kapanıyor: Zonguldak’taki kapanan esnaf sayısı büyük rakamlara ulaşmış, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı ile 2011 yılları arasında 25 bin 825 esnaf kepenk kapattı.
- Her yıl 6-7 bin göç: 2010’da, 619.703 olan Zonguldak nüfusu, 2011’de 612.406’ya, 2012 yılında 606.527’ye, 2013 yılında da 602 bin 127’ye düştü. Türkiye’nin dört bir tarafından göç alan Zonguldak, bugün net göç veren 14 ilin arasında.
***
TTK zarar ediyor. Sayıştay raporlarında gerekçe olarak üretimin azalması, buna da üretim yapan işçi sayısının düşürülmesi gösteriliyor.
Bir kentin ekonomisi altüst olurken ülkenin dengelerini de vuruyor.
Cari açık ekonominin yumuşak karnı değil mi? Ne vakit cari açık dense, 60 milyar dolara yaklaşan enerji ithalatı hemen “sanık” sandalyesine oturtulmuyor mu?
İşte Köktürk, tam bu noktada çok can alıcı bir şey söylüyor:
“Yerin altında çıkarılmayı bekleyen büyük kömür rezervleri var. Ama Zonguldaklimanına ithal kömür taşıyan gemiler yanaşıyor. Bir şehrin psikolojisi bundan daha‘iyi’ çökertilir mi?”Doğrudur; hızla unutacağız bu isimleri:
Yaşar Özerdoğan, İsmail Altun, Mustafa Özalpuğan.
Ama unutmayalım; onlar açlığa mahkûm edildikleri için öldüler.
“Bir şehir tam kalbinden vurulduğu” için...  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

3 Aralık 2013 Salı

Siyasette Nasıl Geldiysen Öyle Gidersin- CAN DÜNDAR

Diyelim ki bir bavul dosyanın depremiyle iktidara geldiniz.
O dosyalar olmasa, yine hükümet olmuştunuz belki, ama iktidar olamazdınız.
Bir bavul dosya, önünüzdeki en büyük engeli temizledi.
İşte öyle koltuğa oturduysanız, -bu meşhur Ankara atasözüne göre- yine bir bavul evrakla koltuktan düşersiniz.
Dün sarayınızın kapısına basamak olan “bavul”, bir bakarsınız bugün aynı kapıya barikat kurmuş.
***

Ankara’da her siyasetçi bilir bu atasözünü...
Mesela ihanetle geldiyseniz, gidişiniz de ihanetle olur.
Demirel partinin başına geçtiğinde, Celal Bayar“Tapulu arazimize gecekonduyapıyorlar” demişti.
Sonra Demirel yasaklıyken Özal, ona yaptı aynısını...
Sonra Özal Köşk’e çıkınca, sözünü dinlemeyen Mesut Yılmaz’ın ardından, “İhanet,ihanet” diye bağırmaya başladı.
Tıpkı Erbakan’ın, Erdoğan’ın ardından bağırdığı gibi...
Şimdi “Nankörler, ne istediniz de vermedik” dövünmeleri, hem ihanet fişeği, hem de gidiş alametidir.
Siyasette âdet, geldiğiniz yoldan dönmektir.
***
O meşhur Ankara atasözüne göre mağduriyet hissine sığınarak gelenler, iktidarda fazla şişip saldırganlaşınca kendi mağdurlarını yaratır.
Ve yeni mağdurlar, kendilerini ezmeye başlayan mağrurların bir zamanlar kullandığı mağduriyet silahıyla iktidara yürür.
Diyelim MGK kararlarıyla “mürteci” diye hedef gösterildiniz. Takip edildiniz. Bunu kullanarak iktidara geldiniz. Bir de bakarsınız, koltuğun pişkinliğiyle, askerlerle el ele, dünkü yol arkadaşlarınıza “mürteci” damgası vurup takibe başlamışsınız.
“Diklenmedik, dik durduk” efsanenizi yere çalmışsınız.
Geldiğiniz yoldan gitme zamanı kapıyı çalmış demektir.
***
Atasözünün güvenilirliğine en büyük kanıtlardan biri de Washington’ın desteğiyle iktidara gelmektir.
O rüzgârla uçmayı kabul ettiğinizde, aynı rüzgârla alabora olmayı da kabullenmişsiniz demektir.
Amerikan rüzgârı bu, belli mi olur; gün gelir esintiyi Pensilvanya’dan yana döndürür, Ankara’da ampulleri söndürür.
Şimdilerde Ankara’da çok etkili bir Batılı büyükelçinin, bir eski siyasetçiye“Türkiye’de yakında tarih değişecek, hazırlıklı olun” dediği konuşuluyor.
Atalar ne güzel söylemiş:
“Siyasette nasıl gelirsen, öyle gidersin.”

CHP-BDP ittifakında yolun sonu
Mustafa Sarıgül’ün adaylığının açıklanmasının ardından gözler yeniden Sırrı Süreyya Önder’e çevrildi.
Acaba kulislerde söylendiği gibi bir CHPBDP ittifakı olabilir mi?
Bazı ilçe belediyeleri karşılığı BDP, İstanbul’da aday göstermekten vazgeçebilir mi?
Dün son durumu Sırrı Süreyya Önder’e sordum.
Yanıtı şu oldu:
“İlkesel ve açık bir ittifak olursa adaylığımı yeniden gözden geçiririm.”Bu cevap, içinde itirazı da barındırıyor.
Çünkü görünen o ki, iki parti arasında “ilkesel” ve “açık” bir ittifak yok.
Sadece örtülü ve dolaylı müzakereler var.
Önder, “Kürt hareketi de HDP de tarihinde olmadığı kadar esnek davrandı, ama maalesef beklediğimiz feraseti göremedik” diyor.
Görünen o ki, ittifak kapısı büyük ölçüde kapandı.
Yerel seçimde herkes kendi kulvarında koşacak.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Düşüş - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Muharrem İnce Hüsnü Mübarek’in, Hitlerin sonu nerede bitti? Bütündiktatörlerin sonu nerede bitti, buna herkes iyi baksın!” dedi: “Tarih, hukuk,okuduklarımız doğruysa bunların da sonu iyi olmayacak!” diye uyardı. 
Diktatörlerin sonunun, değişmez doğa kanunu gibi, gerçekten kötü bittiğini görüyoruz.Astığı astık, kestiği kestik liderler konjonktür değişince eşekten düşmüş karpuz gibi dağılıyor. Ya Şah gibi misal sürgüne gidiyor, ya Mübarek gibi kafese giriyor, ya kellelerini yitiriyorlar. 
Kurala istisnalarının sayısı, bir elin parmaklarını geçmez.
 
Stalin, Franco ve Pinochet… yataklarında ölen diktatörler. Üçü de Soğuk Savaş’ın en derin noktasında; “kutuplaşmanın” sıra dışı ikliminden ve bu iklimin yarattığı dokunulmazlıktan yararlandı. 
Bunun dışında Muharrem İnce’nin dediği gibi tüm büyük diktatörlerin sonu hüsranlabitti. Kanlı diktatörleri bırakın… 
Berlusconi örneği önümüzde. 
Ülkesinde rakipsiz sayılan, bir dönemin en güçlü isimlerinden biri olan Berlusconi, göz önünde önlenemeyen bir düşüş yaşıyor.Ne geçmişteki siyasi gücü ve etkisi; ne serveti, ne hâlâ sahibi olduğu muazzammedya imparatorluğu; Çizme’nin son yirmi yılına “tek adam” profiliyle damga basanişadamı politikacıyı çukurdan kurtarabiliyor. 
Ağır çekim bir film gibi günden güne bu muazzam gücün eriyişini izliyoruz. 
Gerçekle kopuşun sonu… 
Berlusconi yıllarında İtalya’da demokrasi askıya alınmadı. 
Muhalifler/gazeteciler hapse atılmadı. İliklere sinen bir “korku imparatorluğu”yaratılmadı. 
Berlusconi’yi bu yüzden “diktatör” olarak adlandıramayız. Ancak İtalyan lider hep çokgüçlü bir “tek adam” oldu.Medyalarıyla kamuoyunu şartladı. Kendisini üç kez başbakanlığa taşıyan partisinde sade onun iradesi geçerli kılındı. Şirketi gibi yönettiği “Forza Italia/Bastır İtalya”da, yalnız Berlusconi’nin belirlediği, parlamentoda kaldırma makinesi olarak işlev yapan isimler milletvekili olabildi. 
Yalnız onun çıkarlarına uygun bulduğu yasalar meclisten geçebildi. Sadece takdirbuyurduğu kişiler bakanlığa yükselebildi, üzerlerini çizdikleri her türlü şansı yitirdi. Onu tenkide yeltenenler, siyasetten tümüyle silindi. 
Böyle böyle Berlusconi, “gerçekle” temasını yitirdi… 
Tek adam imparatorluğu çözülüyorİsyan bayrağını ilk olarak dört yıl önce karısı Veronica açtı. 
Veronica Berlusconi, “Repubblica”da yayımlanan “kilometre taşı” bir mektupla;kocasının her türlü bir “klinik vak’a” haline geldiğini ve artık buna dayanamadığınısöyledi. Tası tarağı toplayıp sahneden çekildi… 
Akabinde Berlusconi, kendisini “düşüşün başlangıcı” “bunga bunga” partilerineverdi...“Bunga bunga”, dünyanın ağzına sakız olurken; ekonomik kriz son darbeyi indirdi. 
İtalya’da Berlusconi ile gereken finans disiplini ve kemer sıkma politikalarınınmümkün olamayacağını gören Avrupa’nın patronu Merkel; CumhurbaşkanıNapolitano’dan özetle Berlusconi’yi başbakanlıktan indirmesini istedi! 
Güçlü dış dinamik Merkel’in devreye girmesiyle… Berlusconi 2011 sonundabaşbakanlıktan ayrıldı. Ve 2013 seçimlerinden sonra kurulan mevcut hükümette, koalisyon ortağı olmasına rağmen, başbakanlığa talip çıkamadı… 
Siyaseten nispeten geri çekildiği dönemde işte, hakkında “vergi kaçakçılığından” 1yıllık “ev hapsi/sosyal hizmet” cezası geldi! Hükmün kesinleşmesiyle, Berlusconi’ninpartisi bölündü.“Şövalye’nin manevi oğlu” diye bilinen mevcut Başbakan Yardımcısı (Brütüs!)Angelino Alfano ile koalisyon hükümetinde kalanlar “Yeni Merkez Sağ” isminde bir parti kurdular.“Forza İtalia”da ısrar edenler, Berlusconi ile yola devam etmeye karar verdiler. 
Çocuklar da kapışıyor 
Partide ihanet şoku atlatılamadan, Berlusconi parlamentodan ihraç edildi. 
Bu ihracı, bu kez Berlusconi’nin ilk ve ikinci evliliğinden olan çocukları arasındakikapışma izledi… 
Berlusconi’nin ilk evliliğinden olma Marina Berlusconi’ye medya şirketlerindeki tümyetkileri devretmesi, ortanca kız Barbara’nın gücüne gitmişti. 
Barbara da Marina’ya nispet… “Milan”ın başına geçmek istedi. 
“Milan”a Barbara’nın göz dikmesi, takımın başarılı CEO’su Adriano Galliani’yi kızdırdı. Galliani de başkaldırdı… “Milan” yönetimi de sonunda, tıpkı “Forza Italia” gibi işletme ve spor bölümleri adı altında Barbara ile Galliani arasında ikiye bölündü.Berlusconi örneği bize şunu gösteriyor: Güçleri tek elde toplamak, işler tıkırındaykengöz kamaştırsa da; çark ters döndüğü anda aksi tesir yapıyor. 
Birbirine sıkı sıkıya eklemlenen halkaların birinin aradan çıkması, zinciri çözüyor. 
Berlusconi’nin çöküşü ibret verici bir öykü.Siyasetten aile içi kavgalara dek… içinde değme romancıların düş gücüne taş çıkaran malzeme var.

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

1 Aralık 2013 Pazar

Tanilli Hoca’yı Anarken-GÜRAY ÖZ

Server Hoca’yı, Tanilli Usta’yı yitireli iki yıl oldu. Geçen cuma akşamı, Cumhuriyet ailesinin, yakın dostlarının, duygu ve düşüncenin birlikte büyük bir zenginlik olduğunu kısacık konuşmasıyla bizlere aktaran oğlu Bülent Tanilli’nin katıldığı toplantıda andık onu.
Büyük insanları anmanın ölçüsü olmaz. Bu anma da öyleydi. Onun mahkemede yaptığı, savunma demek ayıp olur, konuşmayı yeniden dinlerken Marksizmi ne büyük bir belagatla, ne büyük bir özgüven ve bilime saygıyla yaptığını hepimiz dinledik. Gecenin karanlığı yavaşça çökerken Taksim Meydanı’na, 1 Mayıs Alanı’na, onun orada tekerlekli sandalyesiyle muktedirlere nasıl meydan okuduğunu hatırladım sonra.
***
Vurup öldürmek istediler, vurdular ama öldüremediler. Büyük bir dirençle yaşamaya ama bencil bir yaşama tutkusuyla değil, üretme ve söyleyemediklerini söyleme, yazamadıklarını yazma tutkusuyla direndiğini ve başaracağını anlayamadılar. Yazdığı kitaplarla, yaptığı konuşmalarla, gönderdiği her iletiyle, mesajla gençlere, insanlara umut aşılayacağını bilemediler.
“Uygarlığın Tarihi”ni yazarken öldürmeye yeltenenler ve onların arkasındaki karanlık belki hâlâ egemendir, ama o uygarlık da işte orada yenilmez bir şekilde durmuyor mu? Sonunda kazanacak olan o aydınlık değil mi?
Marksizmin bu büyük öğrencisinden, büyük savunucusundan, anlatıcısından öğrendiklerimiz ve okumayı sürdürdüğümüz sürece öğreneceğimiz çoktur. Yeter ki onun ne anlattığını, nasıl anlattığını, yaşamanın ancak direnmekle anlam kazanabileceğini bize öğrettiğini unutmayalım.
***
Usul usul yağan yağmur Serez Çarşısı’na da böyle yağıyordu belki, ne değişir ki?Bedreddin’i astılar ama o çağları aştı geldi, Nâzım’ın dizelerine kondu. Server Hoca’nın yaşamı da kitapları da her biri bir derinliğe işaret eden anıları da karanlığın içinde parlayıp duruyor işte.
Zorbalığa düşkün hurafenin, hurafeye medyun zorbalıkla kapıştığıbugünlerde Server Hoca’nın yazdıklarını okumanın anlamı daha da önem kazandı. Ömrünü boydan boya Aydınlanma savaşına adamış, onun çağdaş anlamı üzerine düşünmeyi, üretmeyi ve anlatmayı meslek, yaşam tarzı edinmiş bir bilgeyi anlatmak kuşkusuz kolay bir iş değildir. Onu denemiyorum zaten. Onu konuşurken dostlarının anlattığı anılar da onu anlatmaya yetmedi. Ama hepimizin de içinden taşan derin bir sevgiyi orada görmek bile yeterliydi Server Hoca’yı anlamak için. Çünkü Tanilli ne zaman bizimle konuşsa, ne zaman bize bir şey söylese gözlerinden bir ışık bize uzanırdı. Yalansız dolansız, hesapsız bir ışık.
***
Yaşıyor olsaydı o ışığı hep görecektik. Şimdi ona yakın olmuş insanların işi biraz daha zordur. Evet kitapları var, ama biz onun bize uzanan ışığını yitirdik. O nedenle anılar incecik yağmurun altında biraz hüzünle karıştı. 1 Mayıs Alanı gecenin yoğun gürültüsüne rağmen sessiz geldi bana. Bir çığlık gibi yükselen sesin onun elinde taşıdığı pankart olduğunu sandım bir an. Yargıçların karşısında “Ben işte bunları savunuyorum” derken “Peki, siz neyi savunuyorsunuz” der gibiydi Server Hoca.
Anma toplantısı sessizce dağıldı. Sessizlik düşüncenin yaşadığı, hayat bulduğu mekândır her zaman. Sonra geriliğe karşı bir çığlığa dönüşür ve o nedenle hurafenin ustaları, zorbalığın mirasçıları çaresiz geçmişe bakarlar. Geçmişe bakarlar, hep geçmişe bakarlar, çünkü gelecek onlara ait değildir.
Server Hoca’nın bize anlattığı da budur işte.  

GÜRAY ÖZ
Cumhuriyet