29 Mayıs 2015 Cuma

Paydos! - ALİ SİRMEN

Hovarda, para destesini sol avucunun içine oturtmuş, sağ eliyle de hızla şarkıcı konsomatrisin ayakları altına sıyırıyor, katlanmış banknotlar pike yapıyorlardı, kadının ayakları dibine. 
Adanalı arkadaşlar, ilk defa tanık olduğum olay karşısındaki şaşkınlığımı gülümseyerek izliyorlardı.

Bereketli topraklar üzerinde, pavyonlarda alışılmamış bir sahne değildi bu. 
Aradan yıllar geçecek, Karaman Başyayla İlkokulu web sitesinden, benzeri sahneyi daha büyük bir şaşkınlıkla izleyecektim. 
Okulun Müdürü Ümit Öztürk, okuma yarışmasını kazanan öğrencilerden birinciye 20, ikinciye 15, üçüncüye de 10 lira ödül veriyor, bunu da kafasına pavyonda para saçılan konsomatrislere yapıldığı gibi yapıyor, görüntüleri de okulun resmi web sitesine kaydediyordu. 
Milli Eğitim’in, içinde bulunduğu dehşet verici durumun en çarpıcı göstergesidir bu. 
Belki de Ümit öğretmen halisane niyetlerle hareket etmektedir. Ama sonuç değişmiyor, okulda garip bir maganda ayini yapılıyor. 
Şubat ayında Antalya’da Kepez Atatürk Anadolu Lisesi’nde okula kısa etekle gelen kızlara karşı erkek öğrencileri örgütleyip, taciz timleri kurdurtmaya kalkan Müdür Muavini Filiz Güler olayından sonra, karşımıza şimdi de Ümit Öztürk çıktı.
***
Filiz Öğretmenler, Ümit Öğretmenler, sizler Tayyiban iktidarının milli eğitim darbelerinin canlı eserlerisiniz. 
Filiz Öğretmenler, Ümit Öğrdetmenler yarınki nesiller sizin eseriniz olacaktır.

Evet. Değerli Okurlarım, Cumhuriyet devrimi, temelleri 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Yasası ile atılmış olan büyük eğitim seferberliğiyle yaygınlaştı. 
Cumhuriyetin değerler ve kurumlarının temeli laik eğitim seferberliğiyle Anadolu toprağında filizlendirildi. 
Bunun son aşaması da Köy Enstitüleri oldu. 
Cumhuriyetin Anadolu halkına en güzel armağanı, öğretmenleridir. 
Çağdaşlaşmanın, Türk Rönesansının öncüleri öğretmenler sayesinde laik Cumhuriyet böylesine kök salabildi. 
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ulaşım ve iletişim olanaklarıyla laik Cumhuriyetin kurumları, Milli Eğitim ağından başka hiçbir kanalla böylesine maya tutamazdı. 
Milli Eğitim’in laik Cumhuriyetin oturmasında, değerlerinin ve kurumlarının yerleşmesindeki yaşamsal önemini Cumhuriyetin savunucuları kadar karşıtları da çok iyi kavramışlardır.
***
Dünyanın her yerinde cumhuriyetin laik değerlerinin mücadele alanı okullar olmuştur. Bu gerçek Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir. Bu yüzden, Milli Eğitim laik Cumhuriyet karşıtlarının ilk hedefi olmuş, sürekli saldırılara maruz kalmıştır. 
Sonunda durum o hale gelmiştir ki, bugün Milli Eğitim Örgütü, laik Cumhuriyetin bekası açısından, IŞİD’den daha tehlikeli hale gelmiştir. 
Ümit ve Filiz Öğretmenler bunun kanıtlarıdırlar. 
Evet unutmayalım ki, yarının nesillerini bu Filiz ve Ümit öğretmenler yetiştirecektir. Ve onlar bir, beş değil, artık binlercedirler. 
Cumhuriyet gazetesinin yöneticiliğini de yapmış olan ünlü tiyatro yazarı Cevat Fehmi Başkut’un, 1948’de yazdığı, öğretmenin daha o zamanda filizlenmeye başlayan dramını yansıtan oyunu “Paydos”un son sahnesinde Murtaza Öğretmen, mesleği bırakıp bakkallığa geçmek zorunda kaldıktan sonra, bir akşamüstü dükkânda kimse yokken, okuldaymışçasına, öğrencilerine seslenir ve perde onun şu sözleri üzerine iner: 
- Şimdi artık paydos çocuklar! 
Evet paydos! Laik çağdaş özgür, sorgulayıcı eğitime artık paydos! 
Paydos çocuklar! Paydos!

ALİ SİRMEN
CUMHURİYET

24 Mayıs 2015 Pazar

Kenan Evren’in cenaze töreni-ÖZTİN AKGÜÇ

Kenan Evren’in cenaze törenine katılım, söylenenler, yazılanlar beni şaşırtmadı. Beklentilere uygundu. Eğer Evren’in güçlü olduğu dönemde yanında olanlar, övgü düzenler; parklara, caddelere, okullara, sanayi sitelerine Evren ismini vermede yarışanlar, tablolarını satın alanlar, şerefine davet, ziyafet düzenleyenler cenaze törenine katılsalardı, o zaman şaşırırdım. Kişilik konusunda topluma haksızlık mı yapıyorum diye kendimi sorgulardım. 
Toplumun büyük bölümü tutarlı, kişilikli hatta düzgün davranış göstermiyor, ülkenin temel sorunu da buradan kaynaklanıyor. Kişi iktidarda iken, güçlü iken, çıkar dağıtabilirken, övgüde, tabasbusta, yaltaklanmada sınır tanımayanlar, kişi iktidar gücünü yitirdiğinde hemen sırt dönüp, eleştirmeye hatta gammazlamaya başlıyor. 
Bazı çevreler, kişiler, gruplar bugün sayın Cumhurbaşkanı’nı nasıl övüyor, göklere çıkarıyor, ismini tesislere, spor alanlarına, üniversiteye hatta canlı türlerine vermede yarışıyorlarsa, 1980’li yılların başlarında aynı belki daha fazlası Evren için yapıldı. Okullara, parklara, caddelere, kışlalara, sanayi sitelerine ismi verildi; şerefine toplantılar düzenlendi, Evren’le yakın ilişki kuracağı düşünülen kişiler medyada özel sektörde önemli orunlara, görevlere getirildi.
 
Günümüzde, diktatörlük, vesayet anayasası olarak nitelendirilen 1982 Anayasası halkın yüzde 92 oyu ile kabul edildi, Kenan Evren halkoyu ile seçilen ilk cumhurbaşkanı oldu. Medyada yapılan anayasaya oy verme çağrıları henüz bellektedir. İbadete çağrı yapar gibi anayasaya evet oyu verme çağrıları yapıldı. Şimdi halkın onayına kulp, bahane bulmaya çalışılıyor. Baskı ile oy verildiği savunuluyor. Eğer toplum baskı ile göz korkutma ile oy veriyorsa, o zaman sağlıklı bir seçim sonucuna, ulusal iradenin oluşumuna nasıl inanacağız? Baskıyla oy devşirme geçerliyse aynı sav sayın Cumhurbaşkanı’nın yüzde 52 oyu için de ileri sürülebilir. Aslında baskıya boyun eğenlerde eksiklik aramak gerekir. 
Evren iktidardan düştükten sonra eleştirmek, atıp tutmak marifet, yüreklilik değildir. Yürekli olanlar, Evren iktidarda iken cezayı, dışlanmayı göze alarak eleştirenler, bedelini de ödediler. Bedeli ödenmemiş, ucuz kahramanlık, demokratlık taslamak, kişilik noksanlığının kanıtı, göstergesi oluyor. 
Tutarlılık, kişilik, vefa göstererek, kınanmayı da göze alarak cenaze törenine katılan sivilleri, politikacıları kınamak değil takdir etmek gerekir. 
Egemen güçle mücadele, kişiler iktidarda, güçlü iken özveri gösterilerek yapılmalıdır.
Olaylar sonlandıktan sonra cesaret gösterisi ucuz kahramanlıktan ileri gitmiyor. 
Oy kaygısı ile Evren’i ölümünden sonra kınayıp, aşağılayarak merhum Özal ile merhum Menderes’ten övgü ile söz ederek miting meydanlarında oy devşirmeye kalkışmayı da etik bulmamak, eleştirmek gerekir.

ÖZTİN AKGÜÇ
CUMHURİYET

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Merkez Türkiye umut veriyor-ÇİĞDEM TOKER

İstihdam, ne kadar resmi ve soğuk bir kavramsa, “işsiz”, bir o kadar kişisel, bir o kadar yakıcı. 
En az 16 yıl eğitim öğrenim gördükten sonra, gepgenç insanların yıllarca işsiz kalma ihtimalinin en yüksek olduğu ülkeye Türkiye dendiğini biz biliyorduk bilmesine de, OECD’nin son raporu, bu gerçeği bir tokat gibi çarptı yüzümüze... 
Yoksulluk oranını belirleyen “Gini katsayısı”na göre Türkiye, yoksulluk sıralamasındaki 34 ülke arasında, “en kötü üçüncü ülke” olarak açıklandı. 
Bundan daha kötü veri ise gençlerle ilgili. 
Türkiye’deki gençler, nispi gelir yoksulluğu sıralamasında bütün OECD ülkeleri gençlerinden daha yoksul: Yüzde 28.5 
Oysa CHP’nin Merkez Türkiye projesi için “Bir hayal ürünü proje daha yapmışlar, üzerinde durmaya değer bulmuyorum” diyen Başbakan Yardımcısı Ali Babacanbakın 29 Eylül 2014’te ne demiş: 
“Gelir dağılımı giderek düzeliyor, Gini katsayısı düşüyor. Gini katsayısını OECD ülkeleri arasında en hızlı düşüren ülke Türkiye oldu.” 
Gelir dağılımı eğer 8 ayda tepetaklak olmadıysa, taraflardan biri doğruyu söylemiyor öyle değil mi? Ki o da muhtemelen OECD’dir!
***
Babacan gibi, “Daha yerini bilmiyorlar. Acz içindeler” diye aşağılayıcı ifadeler kullanan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in tepkisi, kurulan cümlelerden çok farklı bir gerçeği fısıldıyor bize: 
AKP iktidarı artık hayal kurduramıyor. 
İktidar partisi, 13 yıl boyunca, özgün tabanını kademeli olarak, sağlık, ulaştırma ve eğitim alanındaki hizmet projeleri sayesinde genişletti. 
Kendi siyasi çizgisiyle aynı noktada durmayan kitlelerin oylarını, “gündelik yaşam faydası” üzerinden çoğalttı. 
Ancak artık tablo değişti. Milli Gelir’in yedi yıldır 10 bin dolardan yukarıya kıpırdamadığı, büyümenin yüzde 3’lerde patinaj yaptığı, kuralsız denetimsiz ihale, taşeronlaşma, sağlık alanındaki geriye gidiş ve katlanan borçlarla, AKP iktidarı, artık gelecek tasavvuru sunan, heyecan veren bir projeyle halkın karşısına çıkmaktan uzak.

***
CHP ise tersine... İlk kez bu seçim döneminde yıllardır eleştirildiği somut proje üretememe algısını yıkmış durumda. 
Emekliye Ramazan ve Kurban bayramlarında ikramiye, gündelik hayat koşullarının iyileştirilmesine yönelik önemli bir adımdı. 
Türkiye’nin coğrafi konum ve genç nüfus avantajlarını eşanlı değerlendirmeyi hedefleyen Merkez Türkiye ise ülkeyi uluslararası mal ve hizmetlerin transfer üssüne dönüştürme fikriyle, fark yaratan bir proje. 
10 bin dolarlık orta gelir tuzağından çıkarak 33 bin dolar milli gelir hedefi koyuyor... 
En önemli iddiası, 6 milyon 200 bin işsizin, 2 milyon 200 binine istihdam sağlamak olan Merkez Türkiye, ticaret yükünü İstanbul’dan Anadolu’ya taşıyarak, göçü, sağlıksız kentleşmeyi, gelir adaletsizliğini önleme potansiyeline sahip. 
Dahası, burun kıvırma ve küçümsemelere konu olan 2035 tarihi, uzun vadeli ve kalıcı yapısı nedeniyle Merkez Türkiye’nin, umut verici en önemli özelliği. 
Kronik işsizliğe, derinleşen genç yoksulluğa çözüm üretemeyen, taşeronlaşmadan başka seçenek sunamayanlar, hayal kurma yeteneğini konformizm içinde yitirenler kavrayamasa da böyle.

ÇİĞDEM TOKER
CUMHURİYET

22 Mayıs 2015 Cuma

‘Lanetlenecek dönem!’- Meriç Velidedeoğlu



Her yıl “27 Mayıs” günü yaklaşırken; tüm sağcı, dinci, nurcu -kısacası tarikatçıiktidarlar ile yandaşları, her türden döneklerle birlikte “27 Mayıs”a ve ürünü olan “1961 Anayasası”na saldırmaya başlarlar. 
Bu durum -1965’ten bu yanayarım yüzyıldır sürmektedir; günümüzde de bu saldırı görevini “AKP” iktidarının “Başbakanı Davutoğlu” üstlenip mayıs ayına girince boşaldı atışa... 
İlk atış, “27 Mayıs’ı lanetleyin! Lanetleyin!”di, kuşkusuz arkasını da getirdi; kısılmış hırıltılı bir sesle konuştu, konuştu... 
Kendisini TV’de dinlerken dansöz “Kibariye”nin, “Davutoğlu” için yaptığı övgüyü insan anımsamadan duramıyor; “milli(!)” dansözümüz “Kibariye”“Başbakanımızıçok seviyorum; hele o ‘bıcır bıcır’ konuşması yok mu?” demişti. 
“Davutoğlu; işte o “bıcır bıcır” konuşmasıyla “27 Mayıs”ı dolaysiyle ürünü “1961 Anayasası”nı ağır bir dille eleştiriyordu; Bursa’daki metal sanayiinin binlerce emekçisinin direnişine duyduğu “öfke”yi; işçiye “sendika kurma hakkı”“grev hakkı” gibi sosyal haklar kazandıran “27 Mayıs Devrimi”nden, anayasasından çıkartıyor, bunların “lanetlenmesi”ni istiyordu; eh haklı (!), yasa tanımayan bir“icraat”a karşı “yargı denetimi”, ya da “yürütmenin durdurulması” gibi yaptırımları içren bu anayasa lanetlenmez de ne yapılır? 
Ayrıca, işçiye haklarını elde edebilmesi için kurallara uygun, “barışçıl olarak”yapılan “işin yavaşlatılması, işbaşında oturma grevleri, işyerlerini işgal” gibi eylemlere götürecek yollara “kapı açan” bu anayasa değil miydi? Bunları içeren, yasallaştıran“Uluslararası Çalışma Örgütü” (ILO) bu kapıdan içeri girmemiş miydi? 
Böylece, “27 Mayıs Devrimi”, ürünü olan 1961 Anayasası”“çağdaş demokratik bir hukuk devleti” tanımını içermesi yanında, ilk kez “sosyal nitelikli” bir “devletten”, kısacası “uyruklarının ekonomik ve sosyal durumlarını ve geleceklerini güvenceye bağlayan” bir “devlet”ten söz ettiği için, “Davutoğlu”nca lanetlenmesi gereken bir “anayasa (!)”dır. 
Kuşkusuz bu “sosyal haklar”la birlikte “evrensel hak ve özgürlükler” de “1961 Anayasası”nda eksiksiz uygulanması istenen ilkelerdi; bunların -ülkenin varlığına dokunacak durumlar dışında “sınırlanması”, “özüne dokunulması” ya da“vazgeçilmesi” düşünülemezdi; hele anayasamızda ilk kez yer alan “gösteri yürüyüşü hakkı” ve “erkler ayırımı” tam da lanetlenecek (!) kurallardı...

Öte yandan, “55 yıl” önce bu anayasa yapılırken dönemin “TemsilcilerMeclisi”ndeki görüşmelerde, “cumhurbaşkanını halkın seçmesi”de istenir; böyle seçilen bir cumhurbaşkanının ‘tarafsız’ olacağı ve ‘partili’ olmak vasfıyla hareket etmeyeceği” ileri sürülür (19.4.1861). Öneri sahibi “Raif Aybar” yaşayıp, önerisinin“R.T.E. Erdoğan”ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle gerçekleştiğine ve ardından“Erdoğan”ın tutumuna tanık olsaydı ne düşünür ne derdi acaba diye sormaya bilmem gerek var mı? 
Çünkü dilin kemiği olmadığı bilinir; “bıcır bıcır” olmasa da konuş babam konuş; böyle, artık anlamı kalmamış, anlamsız, kof, “laf kalabalığı”na karşı, “yürütmenindurdurulması” gibi bir yargı yöntemi, yargı garantisi koymamış anayasamız!”der“Hıfzı Veldet Hoca”
Belki, bilge halk ozanı “Yunus Emre”nin laf kalabalığına karşı, “Az söz erin yüküdür/Çok söz hayvan yüküdür” deyişi etkili olabilir, kuşkusuz ozanın ayrıca belirttiği gibi konuşanlarda bunu anlayacak “güher” var ise... 
Bilge “Yunus Emre” haklı, çünkü artık pek çok kişi gözümüzün içine baka baka“yalan” söylemekten çekinmiyor; bugün anlattıklarının, ertesi gün hiç sıkılmadan, rahatlıkla tam “tersini” anlatıyor; ne yazık ki bunun dört-dörtlük bir örneği “TC Devleti”nin başında olan “R.T.Erdoğan” değil mi? 
“13 yıl”dır bu böyle sürüyor, dolaysıyla artık kaçınılmaz bu sürece girdi; en küçük bir eleştiriye dayanamıyor; karşı gelenlere saldırıyor; özellikle de “ne isterlerse verip” saldırtıyor ve geride durup keyifle izliyor; “kumpas davaları” bu tutumun ürünüdür. 
Bu tür “tezgâh” davalarını kimi ülkelerin de -yakın geçmişlerinde- yaşadıkları bilinir; Fransa’nın “Dreyfüs Davası”, Osmanlı’nın “Çadır Mahkemesi” bunların en ünlüleridir; ne ki her iki yargılamada da “tek dava, tek sanık” vardır; oysa “kumpas davaları”“Başbakan Erdoğan”ın “savcı”sı olmak istediği “Ergenekon”la başlar; Balyoz, Poyrazköy, İstanbulİzmir Casusluk, Odatv ve ötekilerle sürer gider, dolaysıyla da “yüzlerce suçsuz insan”, üniversite hocaları, rektörler, bilim adamları, yazarlar, gazeteciler, aydınlar ve “TSK”nın her rütbeden -özellikle- Atatürkçü komutanları... 
Bu davaların duruşmalarını izlerken yapılan suçlamaları duyduğumda ne denli utandığımı unutamıyorum; bir de suçlananları, dayanamayıp aramızdan ayrılanları düşünürsek... Bunlardan biri olan “Alb. Murat Özenalp”i anlatan “Bir Kumpas Şehidi”ni okurken, “lanetlenecek” olan dönemin bu “13 yıllık” süreç olduğunu bir kez daha kabulleniyorsunuz. 
Yarın Beşiktaş’ta olalım, bütün “Özenalpler”i anmak için...

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
CUMHURİYET

21 Mayıs 2015 Perşembe

‘Bizden ne istiyorsunuz?’- NİLGÜN CERRAHOĞLU



Hürriyet’in “Cumhurbaşkanına sesleniyoruz” başyazısına, Erdoğan Kasımpaşalı geçmişine” bir göndermeyle yanıt verdi.
Bana gelip ‘sizin döneminizde 1’e 5 kazandım’ diyen sen değil misin?” deyip ekledi: “Aydın Beyben doğma büyüme Kasımpaşalıyım. Hakkın olmayanı öncekilerden aldığın gibi bizden alamazsın. Bunu bilmen lazım!
O an gözümde “amiral gazete” olduğu dönemde Hürriyet’in “RTE karizmasını” bu Kasımpaşalılık üzerinden parlattığı günler geldi.
Yıl 1998…
Ertuğrul Özkök, vaktiyle müthiş dümur olduğum için unutmadığım “Kasımpaşalı Haylazın Brando Olarak Portresi” yazısını kaleme alıyor.
Kasımpaşalı Haylaz ve Brando!
Hiç uçuk demeyeceksin! Yaranmak istediğin adaya iltifatın irisini salla gitsin, pişman olmazsın!” kuralıyla yazılmış olan bu yazıyı, “yalakalığın çerçeveletilecek örneklerinden biri olduğu için” için saklamıştım.
Daha önce de burada birkaç kez yazdım.

Dönüm noktasıErdoğan Türkiye’yi sarsan “Minareler süngümüz” şiirini okumuş tam ve başı dertte; Fazilet’te de Erbakan mı, Erdoğan mı tartışması yapılıyor...
Hürriyet yazarları tartışmada bölünüyor...
Özkök, yazıyı bu kritik zamanlamayla yazıyor ve yeni lider adayını cilalıyor.
Kafama “dönüm noktası” diye kazınan yazıda Özkök, Erdoğan’ı “yeni Özal” olarak damgalıyor.
Hürriyet yazarlarının bir bölümü Erdoğan’ı, Erbakan’dan daha radikal buluyor” deyip devam ediyor:
Benim bulunduğum küçük grup aksi görüşte. Erdoğan dikkatli ve yumuşak bir üslup kullanıyor. Hayat tarzında Fazilet’in kravatlı kanadını temsil ediyor. Ama...‘Demokrasi araçtır’ sözü peşini bırakmıyor. ‘Demokrasi tramvaydır…’ dediği (de)söylenmişti. Danışmanı Sadık Albayrak... ‘Bir ara Tayyip Bey’in İhtiras Tramvayı’na bindiğini yazmıştınız. Bir İhtiras Tramvayı varsa, başkan orda (muhafazakâr) Karl Madlen değil, (delidolu) Marlon Brando’dur’ (diyor).
Bugünlere işte böyle gelindi.
Erdoğan bugün Aydın Doğan’ı “ayağını denk al” doğrultusunda uyardığında, verilen mesajlar artık İhtiras Tramvayı’nın Brando’sundan çok “Baba”nın Brando’sunu düşündürüyor...
Doğan Grubu da bu mesajı aldığından bugün “Cumhurbaşkanına seslendiği” başyazısında; “Bizden ne istiyorsunuz?” diyerek haykırıyor: “Neden bize saldırıyorsunuz? Neden hedef gösteriyorsunuz? Sürgün mü edeceksiniz bizi?Neden korkmalıyız ki? Demokratik bir ülkenin cumhurbaşkanı, vatandaşlarına neden korku ile yaşamalarından söz etsin? Korku ve demokrasi yan yana gelebilecek kavramlar mıdır?
Artık demokrasi olmadığımızın kanıtı olan vahim satırlar bunlar.
Oh çekmenin sırası değil 
Bir o denli vahim olan... Hürriyet’in başyazısının ardından köşelerde hüküm süren sessizlik. Ayşenur Arslan’dan başka kimse dün doğrudan konuya el atmadı. 
Bunun bir nedeni “korku dağları bekliyor” sendromu ise, diğeri Doğan medyasının “inandırıcılığını” yitirmiş olması ve “AKP’nin kontrolsüz gücünde” katkısının bulunması... 
Muhalif basının arkasında kenetlenmesi gerektiği bir anda, yükselen birkaç sesten başka ses çıkmıyor bu yüzden. 
Sosyal medyada ne yazılmış diye şöyle bir baktım da... İnsanlar göz önünde olandan (yani basın özgürlüğünün sonundan) çok; perde arkasında olanla (komplolarla) meşgul. “Niye şimdi?” ve “Böyle bir yazı?” diyorlar.“Erdoğanologlar” ve “Hürriyetologlar” tam kadro devrede. Kimi “Oh olsun!” diye Doğan gibi bir güçlünün sindirilmesine seviniyor... 
Kimi “Üç günde anlaşırlar!” kehanetinde bulunuyor... Kimi Hürriyet’ten atılan yazarları sıralayıp, “Basın özgürlüğünü savunmak yeni mi aklınıza geldi?” diye soruyor. 
Ne olursa olsun bir gazeteye bu şiddetle yüklenmenin kabul edilmez olduğunu gözden kaçırıyorlar. 
Baskının sade Doğan Grubu’na değil; uçan kuşa gözdağı olduğunu görmüyorlar... 
Ayşenur Arslan gibi ben de Doğan Medya’dan kovulmuş olmama rağmen bugün “Bizden ne istiyorsunuz?” çaresizliğini dile getiren bir yayın organının çığlığına kulak vermeyi gazetecilik görevi biliyorum.

NİLGÜN CERRAHOĞLU
CUMHURİYET

Türkan Saylan’a terörist diyenler nerdesiniz??? - ZEYNEP ORAL

Ahlaksızlar, namussuzlar, sahtekârlar! Utanmazlar, insanlıktan nasibini almamış pislikler! İşbirlikçiler! 
8 sütuna manşetlerde haykırıyorlardı: “İşte! İşte Ergenekon’un finans kaynağı ortaya çıktı!” diyorlardı. “ÇYDD’nin Ergenekon’un finans kaynağı olduğu ispatlandı!”diyorlardı. Salyalarını akıtan diğerleri ise başka bir cevher bulmuştu: “Falanca filancaisimli şahısların ÇYDD’den burs aldıkları, ÇYDD’den burs alan bu öğrencilerin PKK/KONGRAGEL terör örgütü üyesi oldukları tespit edilmiştir” diye yazan alçaklar neredesiniz?

“ÇYDD örgütün dağ kadrosuna eleman kazandırıyor” diye televizyonlarda öten pislikler, “ÇYDD Güneydoğu’dan topladığı genç kızları, Türk ordusundaki subayların koynuna servis ediyor” diye kafalarındaki pisliği dışa vuranlar hâlâ ne yüzle ortalarda dolaşırsınız! 
18 Mayıs Türkan Saylan’ın ölüm yıldönümüydü. Yeniden, yeniden 2009’da, Türkan Saylan’a ve eşsiz kuruluşu ÇYDD’ye yapılan ahlaksız suçlamaları düşünmeden edemedim! İktidarın elvermesiyle, kışkırtmasıyla yapıldı bu suçlamalar; yandaş medyayla yaygınlaştırıldı. Bu suçlamalar onu yitirdikten sonra da devam etti!
Sevgi insanı 
Kendi de söylemişti zaten: “Beni hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gâvurluğum kaldı ne Kürtçülüğüm, ne de komünistliğim. Şu son aramayla da darbeci yerine kondum. Umurumda bile olmadı. Çünkü ben gâvur, Kürtçü, komünist veya darbeci değilim. Ben sadece, yüreği insan sevgisi dolu bir hekimim. Ülkemi, insan haklarına ve hukuka saygılı, demokrasiye inanan hükümetlerin idare etmesini isteyen bir vatanseverim.” 
Bu kadar açık seçik, bu kadar net! 
Uzun yıllar boyu, tüm çalışmalarına tanıklık ederken Türkan Saylan’ın yorulduğuna, öfkelendiğine ve yakındığına hiç rastlamadım. 
Ne zaman bir olumsuzluk görse, derhal çözüm yolları aramaya başlar; öfkelenmeyi“enerji kaybı” diye nitelerdi.
Çalışkanlığının, yapıcılığının kaynağında o sonsuz insan sevgisi vardı!
Devlet özür dilemeli 
Sevgili Aysel Çelikel iki gün önce Cumhuriyet’teki yazısını şöyle bitiriyordu: “Şimdi yargılanan 3 arkadaşımız için ve Türkan Saylan için beraat ve itibarlarının iade edilmesini ve devletin özür dilemesini bekliyoruz.” 
Sahte deliller, düzmece mahkemeler.. ve hâlâ süren yargılama! Oha! 
Sadece devlet mi? İktidar da özür dilemeli bence!
O filmi gösterin 
Birkaç akşam önce İş Sanat’ta Nurdan Arca’nın yönettiği, gerçekleştirdiği “TürkanSaylan Anlatıyor” adlı bir belgesel film gösterildi. 
35 dakikalık bu film boyunca Türkan Saylan, Zehra İpşiroğlu’nun sorduğu, hepimizin aklındaki soruları yanıtlıyor, anlatıyor... Kişiliğine, yaptıklarına, düşüncelerine dair müthiş zihin açıcı açıklamalar getiriyor. Söyledikleri, her söylediği, her önerisi, her analizi, her değerlendirmesi öyle önemli ki, bizler ne desek boş. Filme emeği geçenleri kutluyorum. 
Bu film bütün televizyon kanallarında gösterilmeli. 
İnanın o zaman Türkiye çok daha farklı bir yerde olur. Çağdaşlaşma yolunda önemli bir adım atmış oluruz.

ZEYNEP ORAL
CUMHURİYET

19 Mayıs 2015 Salı

Tarih tersine döner mi?-EMRE KONGAR

Tarihsel süreçler esas olarak teknolojik, coğrafi, siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel oluşumların bir toplamıdır...
Doğru olarak gözlenebildikleri zaman sonuçları kestirilebilir...
Çünkü bu süreçler, beklenmedik bir biçimde ortaya çıkmaz ve birdenbire tersine dönmezler...
Diyalektik bir mantıkla, bazen duraklayarak ve geri dönmüş izlenimi vererek, bazen de aynı yönde sıçrayarak ama kestirilebilir bir biçimde devam ederler!
***
Osmanlı İmparatorluğu’nun Endüstri Devrimi’ni kaçırdığı ve EndüstriDevrimi’ni kaçıran dintarım imparatorluklarının çöktüğü tarihsel bir gerçektir!
İmparatorluk kendi içinde Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirerek evrimleşemediği için, zayıflamış, toprak kaybetmiş, yoksullaşmış, savaşlarda yenilmiş ve sonunda galip devletler tarafından işgal edilmiştir!
Bu oluşumun doğal sonucu, Sevr Antlaşması ile imparatorluğun ortadan kaldırılması, topraklarının galip devletlerce paylaşılması ve paylaştırılmasıdır.
19 Mayıs 1919’daki durum budur!
***
Üstelik imparatorluğu yıkacak olan tarihsel süreç, 19 Mayıs 1919’da da durmamıştır:
İngiliz, Fransız ve İtalyan orduları fiilen, bugünkü Türkiye’yi işgal etmişlerdir...
Her yer düşman askeri kaynamaktadır.
Bu da yetmemiştir:
Batı’dan Yunan, Doğu’dan Ermeni orduları, kendi anavatanları saydıkları ve Müslüman Türkler tarafından işgal edildiğini düşündükleri Anadolu’yu geri almak için, taze kuvvet olarak saldırıya geçmişlerdir.
Bu da yetmemiştir:
Düşmana karşı direnmeye çalışan milli kuvvetler din düşmanı ilan edilmiş, katledilmelerinin vacip olduğu belirtilmiş ve Padişah’a bağlı kuvvetler isyan etmişlerdir.

***
Bütün bunlara karşı Bağımsızlık Savaşı yapanlar ise:
Yıllardır savaşmakta olan...
Yorgun, bezgin, kılıç artığı...
Yenilmiş bir ordudan geriye kalmış olan...
Hasta ve sakat insanlardır.
19 Mayıs 1919, Anadolu topraklarında tarihsel süreçlerin tersinedöndürüldüğü, akıl almaz olayların yaşandığı bir serüvenin başlangıçtarihidir!

EMRE KONGAR
CUMHURİYET

NUTUK 19 Mayıs’la başlar-MUSTAFA BALBAY

Mustafa Kemal Atatürk 15 20 Ekim 1927’de 5 gün süreyle Türk ulusuna hitaben CHP Kurultayı’nda okuduğu Nutuk’ta söze şöyle başlar: 
“19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım. Durum: ...” 
Bu başlangıç cümlesinin ardından 19 Mayıs 1919’daki durumu ayrıntılarıyla anlatır. 
İstanbul’daki yönetim acz içindedir... 
Anadolu, savaştan savaşa koşmaktan yorgun düşmüş yüzbinlerce evladını yitirmiştir... 
Emperyalist ülkeler bu topraklara ilişkin planlarını saltanat yönetimiyle açıkça konuşmaktan çekinmeyecek kadar ileri gitmiştir...Ülkenin dört bir yanında emperyalistlerle işbirliğine yatkın eğilimler filizlenmektedir... 

Buna karşın, bu toprakları vatan edinen insanların bağımsız yaşama duygusu körelmemiş, arayış içindedir... 
Mustafa Kemal bu tabloyu, tek tek olay kahramanlarının adlarını da vererek ortaya serer. Gerçeği bütün çıplaklığıyla anlatmaktan kaçınmaz. Çünkü kurtuluş ve kuruluş planlarını yıl yıl, hatta gün gün yapmış, adım adım alacağı kilometreleri hesaplamıştır. Yıllar sonra Kurtuluş Savaşı’nın öncesi ve sonrasına ilişkin ayrıntıları bilgileriyle ve belgeleriyle toplumla paylaşırken miladı 19 Mayıs 1919 olarak belirlemiştir. Çünkü bu tarih Atatürk’ün bir anlamda toplumsal doğum tarihidir. 
***
19 Mayıs 2015’e Atatürk’ün gözlüğüyle bakmaya çalışırsak, olaylar, olayların kahramanları ve araçları elbette çok farklıdır, ama öze indiğimizde ciddi benzerlikler vardır. 
Bugün Türkiye iyi yönetilmiyor. Bir yandan küresel aktörlerin bizden istediği her şeye evet diyen, bir yandan da hiçbir komşusuyla geçinemeyen bir yönetim anlayışı var. 
İktidar, neredeyse vatan şuurunu yitirmiş. 
İktidar sahipleri, kendi varlıklarını ve güçlerini korumak uğruna ülkede her türlü gerginliğe evet diyecek, hatta bunun planlarını yapacak kadar densizleşmiş.
Ülke ekonomisi üreten değil tüketen, her türlü kapkaççılığı mübah sayan bir anlayışa sürüklenmiş. 
Yurtta gerilim, dünyada gerilim anlayışı benimsenmiş, komşu ülkelerle yıllardır geleneksel sürdürüğümüz saygın ilişki, karşılıklı iç işlerine karışmama dengesi çoktan yitirilmiş. Bu durum ekonomiye de yansımış, komşularla hedeflenen sıfır sorunun yerine sıfır ilişki, sıfır ticaret noktasına gelinmiş. 
Eğitim, her yıl birkaç kez yapılan sistem değişikliği ile yazboz tahtasına dönmüş. 
Tarıma elverişli topraklar, üretimin değersizleşmesi nedeniyle kaderine terk edilmiş, adeta çölleşmiş.
Ülkenin 90 yıllık birikimini haraç mezat satan iktidar “onlar konuşur, ben yaparım”diyerek ülkeye yaptığı kötülüklerle övünür hale gelmiş.
***
Yukarıdaki örnekleri, aktardıklarımızın birkaç katı daha çoğaltarak vermek mümkün. 
Nutuk, durumu özetleyerek başlar ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile biter. 
Bu hitabe de biraz dikkatli okunduğunda içinde bugüne dair pek çok dersi barındırmaktadır. 
Gençliğin içinde her şeye karşın ciddi bir yurtsever köz vardır. 
Atatürk, bu öngörüsünde de yanılmamıştır. Her kesimi bedelini ödeyip satın alabileceğini sanan iktidar sahipleri, gençlik duvarına çarpmıştır. 
En güzel bayramlarımızdan biri olan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun!..

MUSTAFA BALBAY
CUMHURİYET

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Uygarlık düşmanı ‘gelişme’...- AHMET CEMAL



Birkaç akşam önce İz TV’de, Isparta il sınırları içersinde yer alan Eğirdir Gölü’ne ait nefis bir belgesel izledim. 
Film, nefis olmasına nefis, ancak konusu bağlamında gerçek anlamda utanç verici. Çünkü ülkemizin en büyük doğa zenginliklerinden birini sergilemesinin yanı sıra, böyle bir zenginliğin nasıl bir acımasızlıkla ve bilinçsizlikle yıkıma sürüklenmekte olduğunun da öyküsü. 
Çevresindeki sanayi tesislerinin atık sularıyla, tarım alanlarına uygulanan ilaçlamayla göl olmaktan hızla çıkıp bataklığa dönüşmenin yolunu tutmuş, bunun sonucunda da doğal yaşamını yitirmenin son sınırlarını da zorlamaya başlamış dev bir su birikintisi. 
Bu, yalnızca Eğirdir Gölü için değil, fakat Türkiye’nin en güzel göllerinin çoğu için artık yazgıya dönüşmüş bir öykü.

Uygarlık ve ‘gelişme’... 
İşin en acı yanı ise ülkemizde bu yazgının artık sadece göllerle sınırlı kalmaması, fakat ‘gelişme’ sözcüğünün acı gerçekleri perdeleyen koruması altında, örneğin‘kentleşme’ olgusu için de geçerlik kazanmış olması. 
Kentleşme’, kabaca iki aşamadan oluşan bir kavramdır. İlk aşama, belli bir yaşama biriminde nüfusun çoğalmasıdır. Kentleşmenin terminolojisinde gerçek anlamda kentleşmenin hemen öncesindeki aşamayı belirleyen bu durum ‘kentlere yığılma’ diye de tanımlanmaktadır. Ancak ‘kentlere yığılma’, tek başına ‘kentleşme’ olgusunu inşa etmeye kesinlikle yeterli değildir. Zaman içersinde bu ‘yığılma’nın birlikte yaşama bağlamında örgütlenmesi ve örgütlenen bu bütünün yine zamanla insana yakışır bir hayatın yansıması haline gelmesi, ‘kentleşme’yi tamamlayan öğelerdir. Bu yansımanın öteki adı ise ‘uygarlaşma’dır. 
Şimdi yine Eğirdir Gölü örneğine dönersek, doğal zenginlik ve dolayısıyla da insana yakışır bir hayatın ta kendisi olan bir çevrenin doğal yaşama koşullarının, insanoğlunun bilinçli ve bilinçsiz çabalarıyla bu özelliklerini yitirmesi, aslında uygarlığa yönelik bir yıkım eyleminden başka bir şey değildir.

Aynı saptamayı, başlangıçta uygar bir birlikte yaşama ortamı olması öngörülmüş kentlerin zamanla türlü rant kaygılarının ve hırslarının etkisiyle insanca hayatlarla ilintisiz odak noktalarına dönüşmesi durumu için de yapabiliriz. 
 
Düzmece gelişme modelleri...
Ülkemizde yıllardır yürürlükte olan model, Eğirdir Gölü örneğindeki gibi, bir gölün çevresini oradaki doğal hayatı yok olma noktasına getirecek sanayi tesisleri ile kuşatmanın veya silueti de dahil olmak üzere, bir kentin tarihsel dokusunu delik deşik etmenin ‘gelişme’ ya da ‘modernleşme’ diye adlandırılmasını öngören bir modeldir. Ve bu model, aslında bir uygarlık düşmanlığını vurgulamaktan başka bir şey değildir!

AHMET CEMAL
CUMHURİYET

Bize girecek kazık 20 milyar dolar (2) - ORHAN BURSALI

RTE ve eski Ulaştırma Bakanı Elvan’ın 4.5G’ye geçeceğiz açıklamasının çok başka boyutları var... Yine ben öncelikle 4G ihalesini durduran tek kişinin kararıyla, ülkenin kaderinin nasıl temelden sarsılacağına işaret edeyim önce. Böyle bir konuda uzmanlar, piyasanın teknoloji tarafı, oturur konuşur tartışır, yani ülkenin “ortak aklı” karar verir. 
Düşünün ki ortak akıl yok, başkalarının düşüncesi yok, tek kişi var ve hemen bunu itirazsız kabul eden bir de devlet ve hükümet tarafı... Ve korkudan sesini çıkartamayan bir “piyasa”. Ülkenin geldiği duruma bakın. Tam bir zavallılık! 
Muktedir için “kurum” diye bir şey yok. Tüm kurumların yerine kendini geçirmiş. Padişahlığı bile aşan bir durum! Bunun böyle olduğunu zaten bugüne kadarki pratiklerinde biliyoruz. Şimdi bunun 4.5G örneğinde de yaşıyoruz.
***
4.5G, dünyada resmi olarak kabul edilmeyen bir şirketin geliştirmekte olduğu “ara teknoloji” dedik.

Türkiye 4.5G’ye geçti diyelim. Dünya kabul etmez ve mesela akıllı telefon üreticileri telefonlarını buna göre ayarlamazlarsa, hiçbir telefonda bu teknolojiyi kullanamazsınız. Belki Çin’de kullanırsınız. 5G’nin gelmesini beklersiniz. “Teknoloji uzmanı dostum” diyor ki: “Mesela iPhone Türkiye’de çalışmaz olursa Gezi’deki slogan şekil değiştirir, ‘4G’me / iPhone’uma dokunmayacaktın’a döner iş.” 
RTE farkında mı bilmiyorum, ama ülkede 4G’yi geliştiren yerli teknoloji şirketlerini cezalandırmış olacak. ARGE’ye yatırımı teşvik etmek için “hükümet” ve bakanları ortalıkta gezerken, “Sakın AR-GE’ye yatırım yapmayın, kaybedersiniz” mesajını verecek. 
Uzman dostum diyor ki: Eğer 4G yerine hemen başka bir şeye yatırım yapacaksakkazanacağımız bir şey olmayacak. 5G teknolojisi 2018 yılında kesinleşecek. 4.5G ara teknolojisini geliştirmekte olan Huawei, bunu Türkiye’ye kabul ettirirse, AB’ye dönüp, ‘Bakın sizin üyeniz bir ülke bunu kullanmaya başladı, bu teknolojiyi benimseyin’ diyecek. Peki Avrupa bunu benimser mi? Zor, çünkü Huawei Avrupalı pek çok şirketin önüne geçer
Avrupa buna izin vermez. 5 yıl içinde geçeceği 5G teknolojisini bekler, çünkü şirketleri bunun üzerinde çalışıyor! 
Bu durumda Huawei 4.5G’ye yaptığı yatırımdaki zararı sineye çeker. Ama Türkiye’ye kabul ettirirse kârâ geçer...
Türkiye o zaman çöplük olur! 
Teknoloji konusunda karar verecek olan uluslararası kurum (ETSI), 4.5G’yi, 5G’ye kadar bir ara teknoloji olarak kabul ederse, “kısa sürede Türkiye 4.5G’sini söküpyerine 5G kurmakla mükellef olacak. Esas o zaman çöplük olacağız..” Geçmişte böyle örnekler var. “İlk telsiz telefon Panasonic’in CTI teknolojisi ‘ara teknoloji-interim’olarak ilan edilmişti. Ama 3 senede DECT teknolojisine geçildi ve Panasonic’leri çöpe attık.” 
Dünkü yazımda dedim ki, RTE’nin iptal ettirmeye çalıştığı 4G’nin teknolojisi (OFDM) ordu için geliştirilmişti. Yerli şirketlerce! TASMUS (Taktik Saha Muhabere Sistemi) adıyla kullanılıyor. Yerli fikri mülkiyet hakları var. Ve şimdi sivil kullanım için geliştiriliyor. Aselsan, Netaş ve Türk Telekom şirketi ARGELA tarafından. 
Peki, 5G devreye girerse 4G çöp olur mu? 4.5G çöp olur ama 4G çöp olmaz. Cumhurbaşkanı’na kim doğru bilgi vermiyor merak ediyorum... 
İlk GSM (cep telefonu) resmi teknolojisi olan 2G bile, kurulduğu hemen her yerdehâlâ hizmette. Çok az bir yerde söküldü. Dolayısıyla bir ‘çöplük’ten söz edemeyiz.Genelde telekom teçhizatının ekonomik hizmet ömrü 20 yıldır. GSM 1992’de hizmete girdiğine göre 2G’nin 2012’de hizmet dışı kalmaya başlaması normaldir. 2GGSM’in söküldüğü yerler, çok yoğun cep telefonu trafiği olan yerler.”
***
Peki maliyeti nedir? Teknoloji uzmanımın uzun hesabının kısası: 4.5G için telefon şirketlerinin Huawei’ye ödeyeceği yaklaşık 240 milyon dolar. Şirkete AR-GE maliyeti ve fikri mülkiyet hakları kârı olarak 140 milyon dolar kadar kalır.. Tabii abonelere yanibizlere maliyeti ise (girecek kazık), akıllı telefonlar değişeceği için, 20 milyar dolar! 
Son söz: 4G dursun 5G yapalım demek, 4G’de ARGE yapanı ürününe pazarıkapatarak cezalandırıp, ARGE zamanı geçtiği için 5G’de yabancı ürünü pazarlayacak tüccarlara yol açmaktır.” 
RTE’ye 4G’yi iptal etttirin diyen kimler?

ORHAN BURSALI
CUMHURİYET

4.5G: Adrese teslim, kokulu ihale! * ORHAN BURSALI

Bugün yüksek siyaset yok, ama “yüksek siyaset”in doğrudan ilgilendiği çok büyük akçeli bir konu var. 4.5G!.. Yüksek siyaset muazzam bir koku aldı gibi geliyor bana...Önce kısa bilgi: Nedir bu G’ler? İnternet ve cep telefonlarının iletişim standardıdır. 4G, dördüncü nesil’in (4. Generation) kısaltılmışı. Şimdi halihazırda kullandığımız iletişim standardı 3G’dir. Daha önceki 2G idi. Her yeni nesil iletişim standardı, bir öncekinden daha mükemmel bir iletişim hızı, kapsama alanı, veri alışverişi sunuyor. 4G hemen herkesin hayatını ilgilendirecek bir yüksek standart sunuyor. 4G pek çok ülkede de kullanılmaya başlandı... Biz-de de kullanılıyor!
Tam da 26 Mayıs’ta ihaleye çıkacakken hükümet, konuyla ilgisiz bir kişi, Cumhurbaşkanı devreye girdi ve Türkiye çöplük olmasın, bir iki yıl dişimizi sıkalım, 5G’ye geçelim, bu ihaleyi yapmayalım dedi.. ve ihale 3 ay ertelendi.
Dün de eski Bakan Lütfi ElvanAğustosta 4G değil, 4.5G ile 5G ihalesi yapılacak demez mi!.. 
Ne oluyor?

Birden 5G sevdası nereden çıktıÖncelikle: İşin rezaleti şu ki, hükümet orada, ama hükümet dışı kaynaklar olayı yönetiyor. RTE, kendi döneminde hazırlanan bir ihaleyi, kısa bir süre kala iptal ettiriyor... Kalkınma Bakanlığı’nın Bilgi Toplumu stratejik planında da 2016’da 4G’ye geçiş var. Ne oldu, 4.5G devreye girdi?
5 G teknolojisi öyle bir iki yıl diş sıkmakla gelmiyor, 2018’de uluslararası bir kurulun, 5 G’nin kesin içerik kararını vereceği ve en erken de 2020’den sonra kullanılmaya başlanabileceği yazılıyor.
Yani dünya 5-7 yıl boyunca 4G teknolojisini kullanacak, sonra 5 G’ye geçecek, bu süre içinde biz 3 G ile yetineceğiz.. Yoo hayır, yetinmeyeceğiz, biz 4.5G’ye geçeceğiz. Yani, bir adım önde olacağız...
Ama durun, ortada 4.5G diye uluslararası kabul görmüş resmi bir teknoloji mi var?
Yok. Daha doğrusu ülkemizde de faaliyet gösteren Çinli teknoloji devi Huawei 4.5G teknolojisi üzerinde çalışıyor. İnternet sitesinde bu teknolojinin ilk denemelerinin 2016’da yapılacağını duyuruyor. Ülkemizde tek; bir ihale açılsa 4.5G ihalesine sadece o girebilecek! Ve kazanacak.
Soruyorum bu konuyu çok iyi bilen teknoloji uzmanı arkadaşlarıma. Yanıtları:
Biz Türkiye’de 4.5 G uygulayacağız dediğinizde ad-res belli; Huawei. Bu ticaretin de ötesinde bir tekelci durum. 4.5G olarak lanse edilen nesne, resmi bir standart değil. Bir geçiş teknolojisi olarak Huawei tarafından öne sürülüyor. Bu ihale bu şekilde yapılırsa “adrese teslim” olacak. Operatörler tek kaynak olan Huawei’den teçhizat almak durumunda kalacaklar.
“4.5G Huawei’nin bir ‘ara’ (interim) teknoloji önerisi. Bakarsınız yaygınlaşmaz, Türkiye’de çalışır, yurt dışına gidersiniz, Çin’de bazı yerlerde çalışır, başka yerde çalışmaz. Böylece dünyanın gerisinden bu alanda da koparız.”
4G’lerimizin hepsi çöp olacak Ama işin başka bir yerli üretici boyutu var ki, Cumhurbaşkanı’nın çöpe attığı şudur: Yıllardır büyük AR-GE yatırımları-harcamalarıyla 4G’yi üreten ve teknolojiyi mükemmelleştiren şirketlerin çabaları, paraları, emekleri, alınterleri... 
4G teknolojisi Türkiye’de kullanılıyor. TSK’nin haberleşme sistemi TASMUS, tamamen yerli, burada bizler taarfından üretildi, geliştirildi ve 18 yıldır devrede. Bunu 2 Türk şirketi 1995’te, geleceği düşünerek geliştirdi! Peki bu askeri teknoloji sivilde de kullanılmıyor mu? Dikkat: Savunma Sanayii Müsteşarlığı bu amaçla ULAK projesini fonla destekliyor. Bu teknoloji aynı zamanda Türkiye’de büyük AR-GE yapan bir şirket tarafından da hazırlandı. Hiçbir şey gizli saklı değil, dünya ve Türkiye’deki şirketler 4 G’ye hazırlanırken... Birileri birdenbire kendini ortaya atıyor, bütün yapılanları çöpe atıyor ve 4.5 G’ye geçeceğiz, diyor! Bunun tekeli durumundaki Huawei, herhalde kendisine yapılan bu iyiliği asla unutmayacaktır. Tabii 4.5G ihalesi gerçekleşirse. 
***
Havada kesif bir koku var... Burunları bu kokuyu almakta uzmanlaşanlar, yine işbaşında mı?

ORHAN BURSALI
CUMHURİYET

Atatürk’ün adı neden okuldan silindi? - Işık Kansu

Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ildeki Mareşal Mustafa Kemal, Mustafa Necati, 23 Nisan okullarının adlarını değiştirdiğini bu köşeden duyurmuştuk.

Konya İl Milli Eğitim Müdürü Mukadder Gürsoy, konuyu gündeme taşıyan Cumhuriyetçi öğretmen örgütü Eğitim-İş’e bir yazı yazarak, okulların adlarının neden değiştirildiğini açıklamaya çalışmış.
Müdür Gürsoy’a göre, okul kaynaklarını verimli kullanmak üzere 4. sınıf öğrencileri -yani 9-10 yaşındaki çocuklar- arasında “üst kurum tercihleri” anketi düzenlenmiş. Anket sonucunda Selçuklu ilçesinde okuyanların yüzde 40’ı, Meram’da okuyanların yüzde 43’ü, Karatay’da okuyanların yüzde 48’i imam hatip okulu istemişler.
Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere, Selçuklu’daki öğrencilerin yüzde 60’ı, Meram’dakilerin yüzde 57’si, Karatay’dakilerin de yüzde 52’si, yani çoğunluk imam hatip okulunu tercih etmemesine karşın İl Milli Eğitim Müdürlüğü, küçücük çocukların seçimidir diyerek, kimi okulları imam hatibe çevirmiş.
Raslantı bu ya, adı değiştirilen ya da içinden derslik alınarak dönüştürülen okulların adı Mareşal Mustafa Kemal, 23 Nisan ve Mustafa Necati imiş!
Ad değişikliklerinin nedeni yalnızca bu değilmiş. Konya İl Milli Eğitim Müdürü Mukadder Gürsoy, bu gerekçeyi resmi yazısında şöyle açıklamış:
Efendim, Konya’da merkezi sınavlar yapılıyormuş. İsim benzerliği nedeniyle veliler ve öğrenciler okulları karıştırıyorlarmış, sınava gidecek öğrenciler yanlış adrese gidiyorlarmış, adaylar da mağdur oluyorlarmış.
Bundan dolayı, velilerin de yoğun talepleri doğrultusunda adları Mareşal Mustafa Kemal olan, Mustafa Necati olan, 23 Nisan olan okulların adlarında “bazı düzenlemelere” gidilmiş.
Müdür Gürsoy, açık açık “Bizler Atatürk’ten, Mustafa Necati’den, 23 Nisan’dan rahatsısız” diyemiyor, anlatıyor da anlatıyor.
Müdürümüzün gerekçelerini sevsinler, he mi...
TRT’deki haksızlıklar sorgulanıyor
İbrahim Şahin, TRT genel müdürü iken kurumun özellikle Cumhuriyetçi, deneyimli kadrolarını inim inim inletmiş, yerine Amasyalı hemşerileri ile cemaatçileri işe yerleştirmişti.
TRT’de haksızlığa uğrayan kadroların 6 yıl önce başlattıkları hukuk savaşımı sürüyor.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Şahin’in döneminde, TRT’deki uzman kadroları kızağa çekerek onları hak kaybına uğratan işlemlerle ilgili başvuruları reddeden Danıştay 5. Dairesi’nin verdiği kararı 2012 yılında bozmuş, “TRT Kurumu’nun işleyişi hakkında birçok konuda TRT genel müdürüne yetki verilmesi yönüyle davacılarınmenfaatının ihlal edildiği”ne karar vermişti.
TRT, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun bu kararı için düzeltme isteminde bulundu.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, geçen aylarda yaptığı toplantıda TRT’nin düzeltme istemini de tüm üyelerinin (17 üye) oybirliği ile reddetti.
İbrahim Şahin, TRT Genel Müdürlüğü’nden alınıp Samsun Valisi yapıldı. Ancak, TRT’de gerçekleştirdiği yasa dışı işlemler, Fizan’a da gitse peşini hiç bırakmayacak gibi gözüküyor.
Üçüncü yol
1923 devriminden yana gençlerin kurduğu “Üçüncü Yol” düşün sitesi, bilgisunarda http://ucuncuyol1919. com adresinden yayın yapıyor.
Sitede yayımlanan “Üçüncü Yol Bildirgesi” gençlerin rotasını gösteriyor:
“Türkiye’nin yönetimini ele geçirmiş yalancı ve zorbalar, aynı zamanda güdümlü muhalefetler, güdümlü bir milliyetçilik, güdümlü bir solculuk, güdümlü bir Kemalizm oluşturmuş ve sömürü düzenlerini sağlama almaya çalışmıştır. Kemalist mücadeleyi yeşertirken yapılması gereken görevlerden biri de gerçek Kemalizmi, kendi topraklarına ve halkına dayanan ulusal bir muhalefeti ortaya koymaktır.
Emperyalizme, ırkçılığa, bölücülüğe, gericiliğe, adaletsizliğe, halk düşmanlığına, tepeden bakmacılığa, insan ve doğa sömürüsüne karşı bağımsızlığı, etnik ve mezhepsel ayrım gözetmeyen, yurttaşların eşitliğine dayalı bir milliyetçiliği,özgürlüğü, çağdaşlığı, halkçılığı, Türk ulusunun ve insanlığın çıkarlarını savunmakiçin çıktığımız bu yol, var olma amacımızı gösteren yoldur.”
Yolları açık olsun.
Ağzınızı toplayın
Sosyal medyada, solcu geçinen aymaz takımı, Kenan Evren’in ölümünü bahane edip Uğur Mumcu’yu “faşistlik”le suçlayacak kadar iğrençleşti.
Yaşamını emperyalizm ve faşizme, her türlü uygarlık dışı girişime karşı verdiği savaşta yitirmiş bir seçkin insana yönelen bu ağır saldırıyı, 12 Eylül ve TurgutÖzal’dan bu yana Türkiye’de gerçekleşen karşıdevrimi “değişim” diye niteleyenler yapıyor.
Oysa Uğur Mumcu’nun “değişim”den anladığı bambaşka bir şeydir:
“Değişim; insanı, devlet karşısında ‘kul’ ve sermaye karşısında ‘köle’ yapan düzenekarşı insanların bilinçlenip haklarını elde etmeleri ve çağdaş dünyanın insanlığasunduğu bütün olanakları ve değerleri paylaşma özlemi ve istemi ile başlar.
Bu bilinç ve bu özlem varsa ‘değişim’ de var, yoksa yok!”
Mumcu, salyalı saldırgana böyle ağzını toplatır işte...

IŞIK KANSU 
CUMHURİYET

17 Mayıs 2015 Pazar

Khalkedon cumhuriyeti- MİNE KIRIKKANAT

Günümüzde İstanbul’un bir ilçesi sayılan Kadıköy, Doğu Romalı geçmişinde Konstantinopolis’in karşısına kurulmuş bir liman kentiydi. Anatolia’dan (Anadolu) Kadıköy’e gönderilen ve gemilere yüklenip dünyaya ihraç edilen Kalsedon taşına adını vermişti. 
Batı Roma’nın Hun istilasıyla uğraştığı 8 Ekim 451 sabahı, Kadıköy’de Hıristiyanlık tarihinin İznik’ten sonraki dördüncü ekümenik konsili toplanıyordu. 

Kadıköy Konsili’nin hepsi kutsal sayılan 28’inci ve son kararıyla, Roma’nın yeni emperyal başkenti Konstantinopolis Patriği, eski başkent Roma Patriği “Papa”ya eşdeğer ve öncül ilan edildi. 
Bu da Konstantinopolis Patrikliği’ni, Roma Papalığı üstünde yetkili kılıyordu. Çünkü patrikleri atayan ve azleden makam Roma imparatoru olup payitahtı Kontantinopolis, payitaht patrikliği de elbette birincil ve öncül olandı!
***
Kadıköy Belediyesi’nin yeni sosyal tesisi, Küçük Moda’daki Khalkedon bahçesinde Başkan Aykurt Nuhoğlu’yla konuşurken kafama dank ediyor: Üzerinde en uzun süre çalıştığım kitabım ve tam da Kadıköy Konsili’nden öteye Roma İmparatorluğu’nun Doğu ile Batı arasında bölünmesini incelediğim Bir Hıristiyan Masalı’nı Kadıköy’de bitirmem kuşkusuz bir raslantı değildi… 
Bir beton denizinde boğdukları için boğulduğum İstanbul’da, annemin hatırasını taşıyan bu ilçeye iki yıl önce, bana Roma’yı olmasa bile 1970’lerin İstanbul’unu anımsattığı için taşındım. Zaten taşınır taşınmaz da Aykurt Nuhoğlu’nun seçim öncesi ilk basın toplantısına katıldım. O gün bugündür, dikkatle izliyorum Kadıköy Belediye Başkanı’nı. 
Başkan Nuhoğlu sakin, uzlaşmacı, gösterişten uzak biri. Algılaması ile değerlendirmesi arasındaki hız, çok zeki olduğuna işaret ediyor. Türkiye’de yıllardır onun kadar alçakgönüllü, “bizden biri” politikacıya rastlamadım. Bir kitap imzalatmak için yarım saat kuyrukta bekleyen eşi Ebru’yu da tanıyınca, sıradışı nazik, ama inandıkları idealleri gerçekleştirmeye kararlı insanlar olduklarına inandım.
***
Aykurt Nuhoğlu’na göre yetki sınırsız değil, zaten olmamalı. Türkiye’de yönetim modelinin değişmesi, daha katılımcı bir model geliştirilmesi gerektiğine inanıyor. Yerel yönetimlere daha geniş yetkiler, hatta özerklik verilmesini savunuyor. 
Gerçekten de 17 milyon nüfusuyla pek çok ülkeden büyük olan İstanbul’un İBB’nin iki dudağı arasına baktırılması kadar akıl dışı, daha doğrusu “rant içi” bir yerel yönetim biçimi, dünyada yok. 

Aykurt başkan, Kadıköy halkının halen İBB ile kısıtlı ve sınırlı yerel yönetime daha etkin katılımını sağlayabilmek için bir kültür oluşturmaya çalışıyor. 
Katılım kültürü nasıl oluşur? Elbette insanları, tarafları bir araya getirip birinin diğerini anlayarak çözüm üretmesini sağlamakla. 
Kadıköy’ün en yeni ve büyük sorunu, CHP’ye oy veren sosyal demokrat bir çoğunluğun CHP’li sosyal demokrat bir belediye ile oluşturduğu “özgürlük” alanının, dışardan gelen yoğun özgürlük talebiyle istilası…
***
Muhafazakâr semtlerde boğulan, mahalle baskısından bunalan gençler, özellikle hafta sonları soluğu Kadıköy’de alıyor. Üsküdar, Ümraniye, hatta son zamanlarda Zeytinburnu’ndan akın akın geliyorlar… 
Esnaf memnun. Ama özgürlük adabını bilmeyen bu genç akıncılar, Kadıköy’ün yerlilerine, yerleşik kültürüne uygunsuz davranıyorlar. 
Aykurt başkan, bu konuda ilk zaferini İhsan Ünlüer sokağında önce esnafla mahalle halkını buluşturup ardından müşteri gençlerle konuşarak kazandı. Eskiden ruhsatı olmayan hiçbir yere, içki ruhsatı vermiyor. Büfelerin içki satış saatleri kısıtlandı, çok sıkı denetleniyor. Geçmişte bazı yerler için 2, bazıları için sabah 4’e kadar verilen çalışma saatini, topluca gece 2’ye çekmeye kararlı. 
Asıl hayali, Kadıköy sakinlerinin oturdukları sokaklara sahip çıkıp, karşılıklı anlayışa dayalı bir mahalle kültürü oluşturması. 
Eğer başarırsa, ben bile inimden çıkıp öne düşecek, Kadıköy’e özerklik isteyeceğim!
G NOKTASI 
Aykurt Nuhoğlu ortak bir kent kültürüne zemin yaratabilmek için eğitime, sanata, spora yatırım yapmak ve yaşlıları toplumsal etkinliklere katmak gerektiğinin bilincinde: Kadıköy Belediyesi, her yıl tarihi bir köşk satın almayı, restore edip halkın hizmetine açmayı hedeflemiş. Bu yöntemle Hasanpaşa’daki bir köşk Karikatür Evi, Eski Gazete diye bilinen bina Haldun Taner Evi’ne dönüşüyor. Ahmet Haşim Evi restore ediliyor, mal müdürlüğü binası için izin bekleniyor. Yeni açılan Kadıköy Akademi, Tasarım Atölyesi gibi 17 proje var ve hızla hayata geçiriliyor. 
Kadıköy’ün en büyük derdi, elbette ki İBB’nin bütünsel, AKP’nin de betonsal rantı… 
Ama bu çoook uzun bir “çalıyor ama çalışmıyor” destanı ki, başka bir yazıya ancak sığar. 
DUYURU: Bugün saat 15’ten öteye Sarıyer Belediyesi’nin Edebiyat Günleri çerçevesinde Kireçburnu Haydar Aliyev Parkı’nda okurlarımla buluşuyorum.
Ethem Sancak, Erdoğan’a olan aşkını “İlahi aşk iki erkek arasında olabiliyor” diye gerekçelendirdi. Biz başka bir şeye ilahi diyoruz, ama neyse!

MİNE KIRIKKANAT
CUMHURİYET

Bir Atatürk devrimcisinin ölümü - MUSTAFA BALBAY

Zafer Dershaneleri’nin ve Zafer Koleji’nin kurucusu, biyoloji öğretmeni Ali Demir’i geçen çarşamba günü ölümsüzlüğe uğurladık.

O amansız hastalığa yakalandığını öğrendiğimde bir an enerjisinin ve heyecanlarının zedelenmiş olabileceğini düşünüp büyük bir hüzne kapılmıştım. Ancak demir parmaklıkların ardında, arada cam bölme de olsa, özel bir izinle ziyaretime geldiğinde gördüm ki neredeyse tam tersi olmuş. Hani işi çok aceleymiş de bir an önce tamamlamak isteyen ama mükemmellik arayan insanlar olur ya, işte öyle telaş içindeydi. 
Özgürlüğe kavuştuktan sonra sıklıkla kucaklaştık. Ülkenin sorunlarından birini kapatıp ötekini açtık. Kanser gırtlağına dayanmış, boğazına düğümlenmişti. Ama onun başlıca kaygısı hâlâ, “Atatürkçü nesiller nasıl yetişir” sorusuna yanıt aramaktı. Bir de AKP iktidarının sandığa gömüldüğünü görmek. 
Son görüşlerimden birinde yataktaydı. Uzatmak istemediği sağlık konularını hemen kesip konuyu seçimlere getirdi. Gazetecilik diliyle söylemek gerekirse tek sütun halinde kalmış bedenini zorlanarak yukarı çekti, gözlerini dört açıp “Bana bak” dedi. İki elini de güçlü bir makineli tüfek kullanır gibi titreterek seslendi: 
“Bu kez de CHP’yi iktidara taşımazsanız, hepinizi tarayacağım!”
***
Ali Demir, 12 Eylül öncesinde hem öğretmenlik hem de TÖB-DER hareketi içinde mücadele önderliği yapıyordu. 12 Eylül’den sonra o dönemin darbe koşulları içinde öğretmenlikten koparılınca Zafer Dershanesi’ni kurdu. Hızla büyüttü. Atatürkçülüğünden, mücadeleci kimliğinden hiç ödün vermeden Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. 
2002’de ODTÜ mezunu oğlunu trafik kazasında kaybedince, bedenindeki ve ruhundaki en büyük yarayı aldı. Bu yara hiç kapanmadı ama oğlunun hayallerini de gerçekleştirme gücünü ona verdi. 
Geçen yıl Zafer Koleji’ni açmaya hazırlanırken iki kez inşaatı gezdirdi. O laboratuvarları anlatışı, 1500 kişilik çok amaçlı salonu bir ucundan öteki ucuna koşarcasına yürüyüp burada neler yapacağını hayal edişi hâlâ gözümün önünde.
***
Ali Demir’in en büyük özelliği ise ödünsüz Atatürkçülüğüydü. Sadece bu düşünceyi benimsemekle kalmamıştı, Atatürk’ü ve onun fikirlerini yaymak için her şeyi yapmıştı. 
Binlerce “Nutuk” bastırmış, her yere göndermişti. En son Ankara kitap fuarında Cumhuriyet standını birlikte paylaştık. Standın önünden geçen herkese Nutuk armağan ediyordu. İlk sayfasına da güzel bir imza atıyordu. 
Son aylarda en büyük hayali, dünya ölçeğinde kabul görecek bir Atatürk filminin çekilmesini sağlamaktı. Kimlerin senaryo yazacağını listeliyor, hangi sanatçıların rol alabileceği konusunda bizlerden yardım istiyordu. 
Ali Demir gibi ödünsüz Atatürkçüleri tanımayanlar, bu topraklarda Mustafa Kemal’lerin hiç tükenmeyeceğini bilmezler ve bunu söyleyenleri anlamakta zorlanırlar. 
Yazının girişinde Ali Demir için toprağa verildi demedik, ölümsüzlüğe uğurladığımızı söyledik. O yetiştirdiği öğrencilerde, kurduğu dostluklarda Mustafa Kemal sevgisini başlıca ölçüt alan bir kişiydi. Bu sözümüzü ete kemiğe büründürecek o kadar çok örnek var ki... 
Halsiz düşmüş bedenine karşın dipdiri ruhuyla son nefesine dek bunca yaptıklarının üzerine bir de “üniversite nasıl kurulur” arayışı içindeydi. 
Başta eşi Müzeyyen Hanım olmak üzere tüm Ali Demir ailesinin başlıca görevleri, onun eserlerini yaşatmak ve hayallerini gerçekleştirmek olmalı. 
Atatürkçülerin, yurtseverlerin, bilimin ve aydınlık bir Türkiye mücadelesi veren herkesin başı sağolsun...

MUSTAFA BALBAY
CUMHURİYET