13 Ocak 2017 Cuma

Ceset tarlasında gelincik görmek - TAYLAN KARA

G. Orwell’ın soğuk savaş yıllarında sosyalizme karşı kapitalist blok tarafından çok kullanılan,  meşhur 1984 romanında çift düşünce (double think) kavramının yanında bir de “çift dil” vardır (1).
Kitapta, sürekli bir savaşın olduğu yerde “Barış Bakanlığı” vardır.
 İşkence yapılan yerin adı “Sevgi Bakanlığı”dır.
Bütün haberleri sansürleyen, gazeteleri ve bilgi akışını geriye dönük olarak sürekli değiştiren kurumun adı “Doğruluk Bakanlığı”dır.
Kısıtlı kaynakları yöneten kurumun adı ise “Bolluk Bakanlığı”dır.
Burada dil, var olanı temsil etmemekte, tersine var olanı gizlemek için kullanılmaktadır. Dilin, nesnel gerçekliğe yaklaştırıcı bir işlevi yoktur,  nesnel gerçekliği örtücü bir işlevi vardır artık… Bu kavramlaştırmanın, günümüzün dünyasını anlamayı kolaylaştıracağını düşünüyorum.

*
12 eylülün “çift dil”ini hatırlayalım.
On binlerce insanın hapislerde işkence görmesine “huzur ve istikrar” deniyordu.
Grevlerin yasaklanıp, işçi haklarının açık açık gasp edilmesine “çalışma barışı” deniyordu.
Bir tüketim maddesine yapılan zamma, “fiyat düzenlemesi” denmekteydi.

*
“Gerçekliği politik ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyen” işte bu dil, egemenlerin dilidir. Bu dil, bir otelin yakılıp 2’si gösterici toplam 37 kişinin ölümüne neden olan bir katliamı, “Sivas olayları”  ya da “Madımak yangını”  olarak anar. Bütün o yaşananları bilmeyen de sanki piknik tüpünden çıkan talihsiz bir yangın zanneder.
Afganistan’da bir bomba patlar ve “en az” 150 kişi katledilir, haberin başlığı “Afganistan’da gerginlik”tir.
Yüz binlerce insanın öldürülüp yakıldığı Auschwitz toplama kampının girişinde “Çalışmak özgürleştirir” yazıyordu.
Yüz binlerce insanın öldürülüp milyonlarca insanın evinden edildiği Irak’a ABD “demokrasi” götürmekteydi.

*
Egemen ideoloji, hakimiyeti altındaki insanların nesnel gerçekliği olduğu gibi görmesini istemez, çünkü bu kendi iktidarına yönelik büyük bir tehdittir. Bu nedenle böyle örtücü bir dil kullanır. Ezilenlerin ise gerçeğin ortaya çıkması için bu örtücü dili kırması ve gerçeği açığa çıkarmaya çalışması beklenir. Çünkü örtüyü kaldırıp gerçeğin ortaya çıkması en çok alttakilere yarar.

*
Aşağıdaki alıntılar daha önceki bir yazımın da konusuydu.
“Bu arada, depolitize olmak durumunda kalan edebiyat da kendini dile getirmek için siyasal angajmanın dışında yeni alanlar aramaya başlar. Türkiye’ye onarılmaz zararlar verdiğini düşündüğümüz 12 Eylül yönetiminin, Türk edebiyatına farkında olmadan yaptığı bir iyiliktir bu." (2)
Prof. Dr Yıldız Ecevit, 2000’li yılların yeni romancısını şöyle tanımlamaktadır:
“Yeni romancı yıllarca yaşadığı sanatsal esaretin zincirini kırmış, zembereğinden boşanmış bir yay gibi coşkuyla özgürlüğü yaşıyor. Geleneksel estetiğin dogmatizmi, bu güçlü coşku karşısında silahsız kalmıştır” (3).
Bu alıntıların üzerine ne kadar yazılsa azdır.
Hayatın her alanında toplumu geriye götüren, siyasal ve sosyal hakları tartışmasız gasp eden, on binlerce insana işkence yapıp yüz binlerce insanı haksız yere cezalandıran bir olay, kültür alanında nasıl bir iyiliğe vesile olabilir? Bütün bir toplumu ortaçağ karanlığına boğan 12 Eylül, Türk Edebiyatı’na nasıl bir iyilikte bulunmuş olabilir?
Yıldız Ecevit, kitabında bu sorunun yanıtını kendi bakışı doğrultusunda vermiştir.

*
Aslında yanıt basittir: Y.Ecevit’in “iyilik” dediği şeye biz kötülük diyoruz.
Çift dil burada da geçerlidir.
Bizlerin “piyasa diktatörlüğü” dediğine Y.Ecevit “sınırsız özgürleşme” demektedir.
Bizlerin “vasat edebiyatı” olarak tanımladığı şeyi Y.Ecevit “sanatsal” olarak adlandırmaktadır.
Bizlerin “sermaye ideolojisi” dediğini Y.Ecevit “ideolojik olmaktan çıktı” diyerek kutsamaktadır.
Y. Ecevit’in “ideolojik değil” dediğine biz “ideolojinin daniskası” diyoruz.
Siz, bir şeye “bu ideolojik değildir” dediğiniz için o şey ideolojik olmaktan çıkmıyor.
Y. Ecevit’in sözünü ettiği “iyilik”, sanatı aydınlanma ve emeğin etkileşiminden kurtarıp piyasanın mutlak hizmetine sunan bir yıkım sürecidir. Onun selamladığı şeylere bizler yıkım diyoruz.


Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu, iki ayrı dil, iki ayrı algılama, iki ayrı anlama halidir.  Çünkü aynı zamanda iki ayrı bakış, iki karşıt dünya görüşüdür.
Neye baktığınız değil nereden baktığınız önemlidir. Senin “diktatörlük” gördüğün yerde birileri “huzur” görür. Senin ceset gördüğün yerde birileri gelincik tarlası görür.
Neredeyse bir kuraldır bu: Bireylerin ve toplumların nesnel gerçeklikle olan bağını koparmak isteyen her ideolojinin dile yaptığı şey budur.
Çünkü en iyi onlar bilir; dilini konuştuğun ideolojilerin düşüncelerini düşünürsün.
Kimin kavramlarını kullanırsan, onun sonuçlarına ulaşırsın.

Taylan Kara/ SOL
taylankara111@mail.com

Kaynaklar:
1.George Orwell, 1984, Can Yayınları, 2016, İstanbul
2. Yıldız Ecevit, Kurmaca Bir Dünyadan, İletişim Yayınları, 2013, İstanbul.
3. http://www.insanokur.org/yaratma-coskusuna-taniklik-etmek-prof-dr-yildiz...
Yazı, 01/01/2010 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde yayınlanmıştır.

‘Ecevit’in sorgulanması’ mı? - Meriç Velidedeoğlu


“TBMM”nin, “15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu” kapsamında, “10. Cumhurbaşkanı Sayın Necdet Sezer”e de, yanıtlaması için “18 soru” gönderildi. Bu sorulardan biri de -ışıklar içinde yatmasını dilediğimiz-“Bülent Ecevit”in, “F. Gülen” yapılanmasıyle ilgili tutumu üzerineymiş.
Ne var ki, bu “Darbe Komisyonu”, Başbakan B. Ecevit’i soruşturduğu gibi, “Sayın Sezer”in ikinci Başbakanı Recep Tayyib’in, kendisine onay için gönderdiği -yerel yönetimlerde “reform” isteyen-“İl Özel İdareler Yasası”nın, “14. maddesi”ni “veto” etmesinin (10.7.2004) nedenini de sormalıydı.
Çünkü bu “14. madde” ile “İl Genel Meclisleri”nden, özerklikten öte, “bağımsız” niteliğe kolayca dönüştürülecek “yerel bir meclis” oluşturulmaktaydı ki, bu “bağımsız meclis” bir süre sonra alacağı bir kararla, istedikleri bir ülkeye bağlanabiliyordu.
Ve değerli dostlar, bu yöntem ülkemizde uygulanmıştı. “Sevr”e göre İzmir ve geniş çevresini içine alan bir “özerk yerel yönetim” kuruldu, ardından “bağımsız yerel yönetim”e geçildi; bir süre sonra da, bu yönetimin “il genel meclisi”nin alacağı kararla, “Yunanistan”a bağlanacaktı “İzmir ve havalisi”!..
İşte, Başbakan Recep Tayyib’in, “TBMM”den geçirtip onay için Cumhurbaşkanı Sezer’e götürdüğü yasanın “14. maddesi” ile bu sonuca götürecek yolun önü açılıyordu.
Üstelik ülkenin türlü yerlerinde örneğin Güneydoğu’da, Diyarbakır’da oluşturulacak bir “yerel yönetim”in -böyle bir kararı alacak-“il genel meclisi”ne de yol gösterilmiş oluyordu ki, bu durum ülkeyi bölen parçalayan bir “darbe”, “sivil darbe” değilse neydi?
Dolaysiyle günümüzün bu “Darbe Komisyonu”, 10. Cumhurbaşkanımız Sn. Sezer’e, Başbakanı Ecevit’i sorduğu gibi, yine Başbakanı Recep Tayyib’i de sorması gerekmiyor muydu? Gerekmez mi?
Gerekmesine gerekir, ama soramaz. “O artık bir Cumhurbaşkanı!”...
Dahası, “Başkan” olmak için Türkiye”de, -tüm hukuku çiğneyerek-“rejim”i değiştirme yolunda; ülkemiz, “Türk Tipi Başkanlık” adını verdiği Başkanlığı uğruna alt-üst olurken, artık “can dostumuz (!)” olmaktan çıkarılan “ABD”, bizi de -kuşkusuz tüm dünyayı da- ilgilendiren bir devinim içinde.
Bir yandan “Trump”ın, yönetimi bütünüyle ele almasına sayılı günler kalmışken; seçildiğinde dünyanın “kara derili” bir “İsa” diyerek sevinç içinde karşıladığı “Başkan Obama”yı da “Beyaz Saray”dan uğurlama telaşı içinde.
Bilmem ki anımsanır mı, Obama’nın seçimi kazanıp (2009) “Başkan” olduğunda, “Van”ın “Çavuştepe” köylüleri, tüm hayvanlarını (44 tane) kurban ederek, “Amerikan Başkanı”nı, bu denli candan, böyle bir boyutta kutlamaları?
Başkan Obama’nın, ilk” yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye yapmasının (5.4.2009) nedeni bu “kurbanlar (!)” mı dersiniz?
Ya Obama’nın “Başkan” seçiminin hemen ardından, “Kuzey Irak”ı Türkiye’nin “Kürdistan” olarak anmasına ne dersiniz? (24.3.2009)
Yine aynı yıl, Bitlis’in ilçesi “Güroymak”ın adının, Norşin” olarak yönetimce dile getirilmesi ya da “34 PKK”lı teröristin, “Habur Sınır Kapısı”ndan girerek teslim olması, uçarak ayaklarına giden yargıçlarca “sınır mahkemelerinde” yargılanıp, yeri göğü oynatan törenlerle karşılanması da neredeyse “Obama yılı” denecek olan “2009”daydı...
Bunlar ve daha beterleri sürdü gitti “Obama’nın Başkanlığı” dönemi boyunca; yine de insan merak ediyor, yazının başında sözü edilen Çavuştepe köylüleri ne durumda, bu “yedi yılın” sonunda?
Ayrıca, Cumhurbaşkanı’nın bugünkü danışmanı “İ. Kalın” gibi olan -hani “ABD” yetkililerine Başbakan Recep Tayyib için “kullanın” diyen (12.4.2006)- danışmanı da merak ediyor insan; Cumhurbaşkanı’nın, “ABD”ye bu denli kızmasında, bu söylemin de “payı var mı”? diye... Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

12 Ocak 2017 Perşembe

Her “hayır” “evet”, her “evet” de “hayır” demektir, “Hayır”cılar siz neye “evet” diyorsunuz ?- İLKER BELEK


1- Bu anayasa değişikliğinin amacı net: Tek adam rejimi, diktatörlük.
2- Son 1 senedir zaten başkanlık gibi yönetiyorlardı. Böyle olsa bile anayasal düzenleme iki bakımdan önem taşıyor: a) Türkeş’in de ısrarla uyardığı gibi, mevcut fiili başkanlık suçtur ve bu suçtan kurtulmak için hukuksal bir düzenleme gerekmektedir. b)Öte yandan zorladıkları anayasal düzenlemeyle geçecekleri başkanlık sisteminin fark yaratacağı da kabul edilmelidir. Anayasa Mahkemesi’nden başlamak üzere bütün hukuksal yapının belirlenmesinde başkana tanıyacakları yetkiler bunu gösteriyor.
3- Dolayısıyla, yaratacakları zeminde muhalif güçlerin hareket etme kabiliyeti azalacaktır.
4- Yani, bu iş referanduma kadar giderse, “hayır” denilmesi gerektiği gayet açıktır.
5- Ancak bu kez bu “hayır”ın, “hayırda hayır vardır” kolaycılığıyla gerekçelendirilmesi mümkün değildir.
6- Eğer Türkiye’de sol adına doğru bir hatta durmak ve geleceğe bu manada bir şeyler devretmek gibi bir niyet varsa, “hayır” lafını düşünerek söyleme zorunluluğu da var demektir.
7- Diyalektik işte: Bütün doğal ve sosyal olayların, süreçlerin içine sinmiş bulunuyor. Bunun gereği olarak her “hayır” bir şeylere “evet” demiş olmak sonucunu doğuruyor. Siz “ben öyle niyet etmemiştim” deseniz bile diyalektik yazgı değişmez.
8- Ancak Türkiye’deki kimi sol çevrelerin, bu zorunluluğu dikkate almak istemeyen bir hercai tutum takındıkları ve hatta bazılarının bizzat “hayır”ın ilişkilendiği “evet”i hayata geçirmek gibi bir niyet bile taşıdıkları anlaşılıyor.
9- Bu tutumun varacağı yer, dünyada ve Türkiye’de başkanlık gereksinimini yaratan iktisadi/siyasal nesnelliğin kabul edilmesi ve yeniden üretilmesine katkıdır. Kaçınılmaz olarak.
10- Kapitalist iktisadi/siyasal nesnelliğe dokunmayan “hayır”ın anlamı topluma başkanlığın olmadığı her tür siyasal seçeneğin kabul ettirilmesidir.
11- Böyle olsa bile, başkanlığın reddinin sağlanmasının, giderek tırmanmakta olan AKP diktasına karşı halk sınıflarına moral kazandıracağı ve solun önünü açacak bir ortam yaratacağı iddia edilebilir.
12- Bu tez 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’ye verilen desteğin de gerekçesiydi ve “seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla şekillenmişti.
13- Boşluğa konuşmuyoruz, boş kağıda yazmıyoruz, bugün yaptıklarımızın hiçbir etkisi olmayacakmış gibi düşünme ihtimalimiz yok. Her şey bir etki bırakıyor. Artık sıfır noktasına geri dönüş imkansız.
14-İçini doldurmaksızın ifade edilecek “hayır”ın sonucu o nedenle AKP’ye karşı birikmiş muhalif enerjinin düzen kanalları içinde eritilmesine hizmet etmekten başka bir şey olmayacaktır.
15- Referandum sandığından “hayır”ın çıkartılmasının başarılmış olması durumunda ertesi gün milyonlarca “hayır”cının konuşacağı şey AKP’nin küçültülmesini hedefleyen yeni iktidar arayışı olarak şekillenecektir: Tamamen düzen içinde. Bu artık, yaratılmasına bizim de katkıda bulunmuş olduğumuz yeni bir toplumsallıktır.
16- Sonuç: İçinde bulunduğumuz noktada başkanlık gereksiniminin üretim ilişkileriyle bağlantısını, Türkiye’nin sorunlarının diktatörlüğün engellendiği koşullarda bile çözümsüz olacağını, sosyalist bir düzene mecburiyetimizi işaret etmeyen “hayır” muhalefetinin varacağı nokta; AKP’nin bir şekilde zayıflatılmasının toplum tarafından büyük kazanım olarak algılandığı noktadır.
17- Yukarıda hafifçe dokundurdum: Biz bu senaryoyu 7 Haziran genel seçimlerinde de yaşadık. O’nu başkan yaptırmama stratejisinin içi hem pratik hem de siyasi açılardan tamamen boştu: a) Pratik açıdan: HDP’nin barajı geçmesini sağlayacak en iyi matematiksel ihtimal halinde bile AKP’nin iktidar kudretini yitirmesi olanaksızdı. AKP dışı bir seçenek CHP-MHP-HDP işbirliğini gerektiriyordu. Olacak iş değildi. b) Siyasi açıdan: AKP’nin kendisini dışlayan senaryolara sessiz kalacağını beklemek, toplumsal tepkiyi bu beklenti üzerinden şekillendirmek, aslında AKP’nin “çözüm” masasını aylar öncesinden dağıtmış olmasının da göstermiş olduğu üzere, tam olarak hataydı.
18- Hatalar yapılır, bazıları düzeltilir, bazıları önemli olmayabilir. Ancak yukarıdaki hata ölümcüldü. Nedeni, hakkında büyük siyasal beklentiler yaratılan senaryonun gerçekleşmemesi durumunda büyük bir hayal kırıklığının, takatsizliğinin ortaya çıkmasının kaçınılmaz olmasıydı.
19- Biz bunların tümünü söyledik. Etkisi olmadı. Beklentiler düzen içinde şekillendirildi. Gerçekleşmeyince de, farklı bir perspektifin işlenmemiş olması nedeniyle, tamamen çöktü.
20- Bugün solun siyasal olaylardaki tutumunu belirleyen temel kriter, çözümün düzen içinde mi yoksa sosyalizmde mi arandığıdır. Sosyalizmi bugünün meselesi olarak görmeyenlerin, “şimdi zamanı değil, daha acil sorunlarımız var, önce diktatörlüğü savuşturmalıyız, faşizme karşı cephe” diyenlerin bağlanacakları yer sorgusuz bir “hayır” olacaktır. Kim bilir belki de “yetmez ama evet”ten sonra siyasi literatürümüze “yetmez ama hayır”ı kazandıracaklar. Ah bir de ilk grubun başına gelenleri kavrayabilseler.

İlker Belek / SOL

OHAL’in anayasası - ALİ RIZA AYDIN


 “Cumhuriyet”in, “demokrasi” ve “cumhurbaşkanı” maskeleri altında yıkılışının hukuksal metni olan anayasa değişikliği teklifi yolculuğuna tıkır tıkır devam ediyor. Maddeler bir bir kabul ediliyor. Meclis, biraz kavga karışık İçtüzük masumiyetiyle yıkılış tehlikesinden kurtulmanın olanaksızlığını gösteriyor.
Uçurumun kenarına geldikten sonra, bu tehlikenin yaratıcıları olan AKP ve MHP arasından milletvekili devşirmek; tahterevalliyi 330 ağırlığının altına çekmeye kalkışmak iyice küçülmüş bir umut.
Ama bu umudun kahramanları, aldıkları milyonlarca oyu arkalarında bırakıp, hukuksuzluk içinde hukuk oynamaya kalkan CHP ve kolu kanadı kırılmış HDP milletvekilleri değil.
Halkı unutup, temsil yetkileriyle bu işi çözemeyecekleri apaçık ortada… Ama o kadar dalmışlar ki rollerine, “anayasa değişikliği” diye baktıkları paketin, yeni bir anayasa niteliği taşıdığını, yürürlükteki Anayasa’nın 2. maddesini değiştirdiğini de halkı unuttukları gibi unutarak, maddeleri görüşmeye kalkışıyorlar; meşru olmayanı meşrulaştırıyorlar. Sonra da, “haydi halkoylaması yoluyla mücadeleye” diyecekler.
Lime lime parçalanmanın, faşizmin, şeriatın, diktatörlüğün hukuk metnine karşı, bu metnin aktörlerinin koydukları kurallar içinde nasıl mücadele edilebilir? Bu oyuna bir de hile karıştırıldığında, nicelikten başka ve derin anlam ifade eden “silahların eşitliği”nden söz edilebilir mi?
Anayasa değişikliklerine karşı fikrini söylemek isteyen bireylere ve demokratik kitle örgütlerine polisle saldırarak, yalnızca temsilciler aracılığıyla yapılan anayasa halkın anayasası olabilir mi?  
İstikrardan söz ediyorlar; piyasanın, sömürü düzeninin, gericiliğin istikrarından… Ve bir de sürekli OHAL düzenini sağlayacak “baskının, şiddetin istikrarı”ndan… Esnek, güvencesiz, örgütsüz, sessiz emeğin istikrarından; cadı avının, kronik işsizliğin istikrarından…
Sonra “kriz”den söz ediyorlar, siyasal ve toplumsal krizden; parlamenter rejimin yönetememe krizinden. Ekonomik krizi es geçip, darbe girişimi bahanesine sığınıp, patlayan bombaların ve katliamların yarattığı krizden söz ediyorlar.
İstikrar dediklerinin devamı da krizlerinin önlenmesi de bir noktayı işaret ediyor: tek kişilik hükümeti, anayasalı hükümdarlığı. “O sabah, herşey refaha kavuşacak, herkes huzura erecek” söylemini çivi gibi çakıyorlar beyinlere.
Halkoylamasını, halkın katılımı olarak yutturup, “demokrasi”yi tek kişinin seçimine indirgeyip “kişisel iktidar”ın dayanağı yapıyorlar. “Herşey sermaye için”, “herşey emeğin sermayeye kul edilmesi için” diyen “kişisel iktidar”ın dayanağı…
Demokratik toplum düzeni seçimden seçime Meclis’e temsilci göndermekten ya da “cumhurbaşkanı” adlı “başkan” seçmekten ibaret değildir, bir…
O temsilciler halkı yok sayamaz, iki…
Bu anayasa değişikliği, yeni rejim getirmekle, kurulu meclis tarafından yapılamaz, üç…
Anayasa değişikliğini isteyenlerin birazcık yasal dayanakları varsa bile, bu değişikliğe karşı çıkanlara saldırarak bu dayanağı da yok etmişlerdir, dört…
Halkın baskı ve şiddetle susturulduğu yerde, temsilcilerin temsil yetkileriyle meşruiyet sağlanamaz, beş…
Meşruiyeti olmayanlarla anayasa değiştirilemez, altı…
Direnme hakkı, demokratik toplum düzeninin ve yürürlükteki Anayasa’nın özünde yer alır, engellenemez, yedi…
Tarih bu tür kirli oyunlarla nasıl mücadele edileceğinin örnekleriyle dolu ve bu örnekler egemenlerin koydukları kurallarla oynanan oyun örnekleri değil; düzene karşı mücadele edenlerin direnme hakkından kaynaklanan kurallarla yaptıkları mücadelenin örnekleri.
Kirli oyunların ve OHAL’in anayasası, polisin halka sıktığı gaz bombasının dumanının içine sığar ancak. Duman dağıldığı zaman, kafasını kuma sokan devekuşu gibi ortada kalır.
Hükümdarlık anayasasının devleti de şeriata ve faşizme sığar ancak. Onların cürmü de sermaye sınıfının ömrü kadar yaşar.
Yıktıkları “cumhuriyet”in nasıl kurulduğunu çok iyi bilirler. Şimdi “sosyalist cumhuriyet”in nasıl kurulacağını göstermenin zamanı…
O kuruluş mücadelesi içinde ve sonrasında görecekler, “yurtseverliği”, “yurttaşların hak ve özgürlüklerini”, “gerçek eşitliği ve adaleti”, “gerçek demokrasi”yi, “halkın devleti”ni ve halkın katılımıyla tartışılarak oluşan “toplumcu anayasa”nın nasıl yapılacağını…  

Ali Rıza Aydın / SOL

Şu İncirlik meselesi - FATİH YAŞLI


Geçen yıl bu zamanlar, milletçe bir Rus uçağı düşürmenin sarhoşluğu içerisindeydik hâlâ. “Emri ben verdim”ler, “Yine olsa yine yaparız”lar, Rus uçağı düşüren ilk NATO üyesi olmakla övünmeler, yeni-Osmanlıcı zırvalar havada uçuşuyordu. Aradan sadece bir sene geçti ve bugün Rusya en yakın dostumuz, ABD ve NATO düşmanımız, İncirlik’i kapatmaktan, hatta Rusya’ya vermekten söz ediyoruz hep beraber.

Kimse böylesine keskin bir dönüşümü yeni şartlara uyarlanma kabiliyetiyle, esnek dış politikayla, gelişmeleri doğru ve hızlı okumakla açıklayamaz, olan bitenin bununla uzaktan yakından alakası yoktur. Mesele, rotasız ve kaptansız bir geminin çaresizce bir oraya bir buraya savrulması, karaya oturmamak için bütün dengeleri alt üst ederek gemiyi batıracak hesapsız kitapsız manevralara girişmesi, akılsızca birtakım blöfler yapması ve bunu dış politika diye yutturmaya kalkışmasıdır.

Türkiye sosyalizm düşmanlığıyla ve Sovyetler Birliği korkusuyla NATO’ya gireli ve hem İncirlik’i hem de ülkenin dört bir yanını ABD ordusuna/NATO’ya açalı neredeyse 70 sene oldu. Bu 70 sene boyunca milliyetçisiyle, İslamcısıyla, liberaliyle, muhafazakârıyla Türkiye sağı ve düzen siyaseti ne NATO’ya, ne de İncirlik başta olmak üzere ABD üslerine bir itirazda bulundu. Bilakis, “baş düşman”a karşı ABD ehven-i şerdi, “kızıl emperyalizm”e karşı en güçlü müttefikimiz Amerika’ydı, NATO üyeliği ve üsler de bunun bir göstergesiydi.

Reel sosyalizm çözüldü, Sovyetler Birliği dağıldı ama NATO kendisini küresel kapitalizmin polis gücü olarak tahkim etti ve varlığını sürdürdü, Türkiye de NATO’nun aktif bir üyesi olmaya devam etti. Kosova’da, Afganistan’da, Libya’da NATO operasyonlarında hep ön saflarda yer aldı, NATO üyeliği Türk dış politikasının baş enstrümanlarından biri olmaya devam etti ve bu durum mevcut iktidar döneminde de değişmedi.

Bu elbette ki şaşırtıcı değildi, çünkü siyasal İslam’ın Türkiye’deki temsilcilerinin ne dünya düzeniyle ne de onun kurumlarıyla herhangi bir dertleri vardı. Nasıl ki IMF ve Dünya Bankası ile koordineli bir şekilde neo-liberal iktisat politikalarını tavizsiz bir şekilde uyguladılarsa, NATO’yla ilişkileri de aynı şekilde devam ettirdiler. Daha üç beş sene önce gündemimizde olan Ergenekon ve Balyoz operasyonları ordudaki anti-NATO unsurlara karşı gerçekleştirilmişti, daha iki yıl önce NATO en yetkili ağızdan Rusya’ya karşı Karadeniz’de daha aktif rol almaya davet ediliyordu ve daha geçen sene bir Rus uçağı düşürülerek belki de Suriye savaşındaki son koz oynanmaya kalkışılmıştı.

Ne olduysa 15 Temmuz’da oldu, ABD’nin bir süredir Suriye’de YPG ile yaptığı işbirliğine bir de darbedeki tavrı/rolü eklenince, Rusya ve İran ise kendi ulusal çıkarları adına Amerikancı bir darbeye karşı iktidarın yanında yer alınca, İslamcılar birden Amerikan karşıtlığını, anti-emperyalizmi ve İncirlik’i keşfettiler, Türkiye solunun elli yıldır söylediği şeyleri kendileri söylemeye başladılar.

Peki buradan bir anti-emperyalizm çıkar mı, burada “milli” bir politika, “ulusal çıkarlar”ı gözeten bir politika var mıdır? İslamcılar gerçekten ABD ile kavga mı ediyorlar, emperyalizmle milli güçler ve o güçlerin temsilcisi olarak İslamcılar arasında bir savaş mı var ve bu savaştaki yerimiz İslamcıların yanı mı?
Bu soruların kesin, net, açık bir yanıtı var: Hayır! Ortada anti-emperyalist bir mücadele yok, emperyalizmle pazarlık var. Obama döneminde bozulan ilişkilerin Trump’la birlikte düzelebileceğine duyulan inançla 20 Ocak günü, yani Trump’ın resmen göreve başlaması bekleniyor. ABD’yle İslamcılar arasında bir “uzlaşmaz çelişki” yok. İslamcılar ABD’ye bu adaletsiz ve eşitsiz dünya sisteminin hegemon gücü olduğu için değil, “Neden bizimle daha çok işbirliği yapmıyorsun, neden daha fazla taşeronluk şansı vermiyorsun” diye kızıyorlar. Aldıkları pozisyon ülke menfaatleriyle ve ulusal çıkarlarla değil kendilerinin kişisel ikbaliyle ilgili, koca bir ülkenin kaderini tek bir adamın kaderine bağlıyor, ülkeyi ateşe atıyor, felakete sürüklüyorlar. Bu nedenle de ABD ile savaştıkları falan yok ve öyle olsaydı dahi safımız gericiliğin safı olmazdı; çünkü bizim ABD, NATO ve emperyalizm karşısında alnımız ak, tarihimiz, mirasımız orada, öylece mağrur bir şekilde duruyor, 6. Filoculardan anti-emperyalizm öğrenecek değiliz.

Velhasıl, İslamcıların İncirlik’i kapatmaları da, anti-emperyalist olmaları da mümkün değil. Ortada üç şey var: Birincisi, emperyalizmle pazarlık ve el yükseltme arzusu, ikincisi ABD karşıtlığı üzerinden İslamcı-milliyetçi safları sıklaştırma ve başkanlığa böyle gitme planı ve üçüncüsü bir kısım işbirlikçinin desteğini de alarak Kemalistleri/Cumhuriyetçileri yanına çekemiyorsa bile tarafsızlaştırma, etkisizleştirme kurnazlığı.

Bu yüzden pek yakında Trump’la mutluluk pozları verildiğinde biz şaşırmayacağız. “One minute”i, Halep’i, Başika’yı, Mavi Marmara’yı unutanlar ise şaşırmaya ya da şaşırıyormuş gibi yapmaya devam edebilir.

FATİH YAŞLI / BİRGÜN

‘Sözüme güvenme!’ diyor milletvekili - ALİ SİRMEN

Anayasa değişikliğinin ilk tur oylamasında 338 evet ile iktidar istediği sonucu elde etti. Her ne kadar, 338 rakamı ilk tur için, iktidar cephesi kurmayları tarafından hesaplananın altında olduğundan, AKP’lileri ikinci turdaki olası fireler ile ilgili olarak telaşlandırdıysa da, ikinci turda zorunlu 330’un bulunmaması olasılığının çok çok zayıf olduğu görülüyor.
AKP’nin, tıpkı birinci turda olduğu gibi, ikinci turda da istediği sonucu, anayasa değişikliklerinin gizli oyla yapılmasını amir olan anayasanın 175. maddesini çiğneyerek alacağı kesin gibidir.
Arkadaşımız Kemal Göktaş, dünkü yazısında gizlilik ilkesinin ihlalinin bir iptal nedeni olabileceğini belirtiyor. Ancak yazı dikkatle okunduğunda, bu AYM’nin, bugünkü koşullar altında, iptal kararı vermesi ihtimalinin ortadan kalktığı, dolayısıyla anayasanın 175. maddesinde belirtilen gizli oy zorunluluğunun ihlalinin yaptırımsız kalacağı da kolayca anlaşılıyor.

***
Anayasa değiştirilirken anayasa ihlalinin hukuken yaptırımsız kalması, eylemlerin siyasete, milletvekillerine ve Meclis’e duyulan saygı ve güveni derinden sarsmasını engellemiyor. Ne yazık ki, salı günkü oturumda bu sonucu doğuracak sahneler yaşandı.
Oysa, Meclis’e saygı ve güven Cumhuriyet Türkiye’sinin ana ilkesi ve dayanağıdır. Çünkü bağımsızlık ve Kurtuluş Savaşı’nı baştan sona yöneten, asker ve sivil herkesin üstünde olan halk iradesinin temsilcisi yüce Meclis’ti.
Mustafa Kemal’in büyüklüğü, halk iradesinin temsilcisi o yüce Meclis’in toplanmasını ve savaşın yönetimini ele almasını sağlamasıdır. Mustafa Kemal’i Gazi Mustafa Kemal yapan da, 1. Meclis’i Gazi Meclis yapan da aynı etkenlerdir.
Bu gerçeği sade vatandaş kadar, hatta ondan da daha çok Meclis’in üyelerinin kavramaları ve ona uygun davranmaları gerekiyor.
Kimse yüce Meclis’i “cüce Meclis” diyerek, küçümsemeye yeltenenlerin eline koz vermemelidir.
Kapalı oy kabinine girerken oyunu herkese ve kameralara teşhir eden kişiler bu münasebetsizliği yapmışlardır.
Bir milletvekilinin bu tür davranışı ne anlama geliyor?
Milletvekili bu davranışı ile şunu söylemiş olmuyor mu:
- Benim de, başka milletvekillerinin de sözüne inanma, sen gösterilen kanıtlara bak! 

***
Anayasa değişiklikleri oylamasının gizli olmasını emreden 175. madde, parti yöneticisi olsun ya da olmasın herhangi bir kimsenin bir milletvekiline bu konuda oy kullanırken baskı yapmasını engellemek için getirilmiştir.
Milletvekillerinin kendi iradelerine sahip çıkmaları halinde, zaten kimsenin onlara bu yönde soru sormaya cesaret bile edememesi gerekir.
Eğer milletvekili, yine de bu yönde bir soruyla karşılaşırsa çağdaş demokrasilerde yanıtı açık ve nettir:
- Anayasanın amir hükmü gereği vicdanımın sesine uyarak oyumu verdim, nokta!
Hadi diyelim ki, milletvekili parti disiplini ve dayanışması adına, oyunun içeriğini açıklamakta sakınca görmedi ve kullandığı oyu parti yöneticisine açıkladı. O zaman da, “Söylediğinin doğruluğu ne malum? Hangi yönde oy kullandığını ispatla!” gibi bir çıkışla karşılaşırsa, temsilcisi olduğu milli iradenin ve üyesi olduğu yüce Meclis’in itibarını korumak adına, yanıt olarak, sözüne güvenilmesi gerektiğini, bir Meclis üyesinin sözünün güvenilir olduğunu, başka bir güvenceye gerek olmadığını vurgulaması gerekmez mi?
Milli iradenin tecelli ettiği yüce Meclis’in üyesinin, hem kendisinin hem de Meclis’in itibarını koruyacak böyle bir davranışta bulunmak yerine, oyunu göstererek bağlılığını kanıtlama yolunu tutmasının Türkçedeki karşılığı şu değil midir:
- Sözüme güvenme, haklısın! Ama bak sana kanıt gösteriyorum. Vallahi billahi istediğin doğrultuda oy kullandım.
Bundan daha fazla yüce Meclis’in itibarını zedeleyecek bir davranış olur mu?
Yüce Meclis’in itibarına milletvekilleri herkesten çok özen göstermek zorunda değiller mi?




ALİ SİRMEN / CUMHURİYET

11 Ocak 2017 Çarşamba

Meclis’e sesleniyoruz - ÖZGÜR MUMCU

Memleketimizde, bugünkü iktidarla zirveye ulaşmış bir anlayış var. Buna göre demokratik bir anayasal rejimin temeli “kuvvetler ayrılığı” imha edilmesi gereken bir engel. Hatta biraz “gâvur icadı”, “vesayet aracı.”
Bütün niyetlerin bu kadar açıkça ifşa edilmediği yine de anlaşılmasının hiç de güç olmadığı günlerde şöyle yakınıyordu Sayın Erdoğan: “Ama kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor. Diyor ki ‘senin de bir oynama sahan var’ diyor.”
O gün şikâyet ettiğini bugün ortadan kaldırmak istiyor. Oysa kaldırmak istediği sadece demokrasinin değil aynı zamanda meşruiyetin de temeli. Sistem başkanlık da olsa, parlamenter de olsa öyle. Kaldı ki, başkanlık sisteminin en büyük özelliği bırakalım kuvvetlerin birleşmesini, kuvvetlerin kesin bir şekilde ayrılmasıdır. Hem de parlamenter sistemde hayal edilemeyecek kadar ayrılması.
Meclis’te görüşülen başkanlık sistemi değil. Kim bunu iddia ediyorsa ya kötü niyetlidir ya da bilgisiz. Meclis’te oylanan, benzerlerini 1960’larda sömürgeden yeni çıkmış devletlerde görebileceğiniz “başkancı sistemdir.”
Türkiye’nin toplum yapısının da idare geleneğinin de bu deli gömleğine sığması imkânsız. AKP ve Bahçeli’nin milletvekilleri felaketle sonuçlanacak bir toplum mühendisliği faaliyeti yürütmekte.
Öngörülen değişiklikle gelecek anayasayı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olarak tanımlamak yanıltıcı olacaktır. Şayet kabul edilirse bu anayasanın tek adı “Recep Tayyip Erdoğan Anayasası” olabilir. 



Hukukta kuralların soyut ve genel olması ilkesi mevcut. Bırakalım herhangi bir hukuk kuralını, devletin temeli anayasayı şahsa özel yaparsanız o devlet sarsılır. Bunun da sorumlusu üst akıl, uluslararası komplolar falan değildir. Bir toplumu ve idare geleneğini bir kişinin siyasi ikbaline bağlarsanız devletin bağışıklığı düşer. Nezleyle atlatabileceği rahatsızlıklarda verem olur. Yaşadığımız da bundan farklı değil.
Dün, Meclis’te yapılan anayasa değişikliğiyle amaçlananın Atatürk anayasalarına dönmek olduğu söylendi. Anayasalar koşullarının ürünüdür. 1924 Anayasası bir tek parti devleti anayasasıdır. Değiştirilmeden çok partili sisteme geçilince büyük bir sistem krizine yol açmıştır. Bugün de hedef çok partili sistemden tek parti sistemine geçmektir. Yani sistem değil bir rejim değişikliğinin ortasındayız.
Memleketimizi her türlü saldırıya karşı savunmasız bırakacak bir rejim değişikliği bu. Fiilen başkancı sisteme geçileli beri sayısız terör eylemi ve bir darbe girişimi yaşandı. Bahçeli’nin milletvekilleriyle bu fiili durum kalıcı hale getirilmek isteniyor. Sonuç değişmeyecek, girdiğimiz şiddet türbülansı ve yönetim krizi derinleşecektir.
Şiddet, sonrasında olağanüstü yetkiler ve en nihayetinde kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması Sezar’dan 1930’ların Avrupa’sına sıklıkla kullanılan bir yol planı. Biz de farklı bir şey yaşamıyoruz. Gelgelelim bu yol planının bugüne kadar ne bu planın peşinde koşanlara, ne toplumlara ne de devletlere acı ve felaket dışında bir şey getirdiği görülmüştür.
Her türlü engellemeye karşın Meclis’e seslenmek zorundayız. Tarihi ve bilimsel olarak neredeyse laboratuvar deneyi kesinliğinde ispat edilmiş bu tespite kulağınızı tıkamayın. Bu memleketi uçurumdan aşağı yuvarlamayın. Meclis’e sesleniyoruz, “intihar etmeyin”.

ÖZGÜR MUMCU / CUMHURİYET

Elektrik kesintileri neyin sonucu? - ERİNÇ YELDAN

Geçen hafta içerisinde başta Marmara Bölgesi olmak üzere Türkiye’nin büyük bölümünü olumsuz etkileyen ve ciddi ekonomik kayıplara yol açan elektrik kesintileri yaşandı. “Resmi kaynaklar” kesintilerin nedenini soğuk hava şartlarına bağlar ve iletim şebekesinde yaşanan arızalarla açıklamaya çalışırken, TMMOB Makine Mühendisleri Odası 4 Ocak tarihli basın bildirisiyle sorunların gerçek özünü kamuoyu ile paylaşmaktaydı.

 
Makine Mühendisleri Odası’nın (MMO’nun) açıklamalarına göre, kesintilerin temel nedeni ve daha genel olarak ülkemizde enerjiye erişimde yaşanan sorunların ana kaynağı, enerjide dışa bağımlılık, kaynak kullanımı ve yönetimindeki plansızlık ile enerji yönetimindeki hatalardır.
 
MMO, 2015’te elektrik üretimi içinde, doğalgazın payının yüzde 37.9 olarak gerçekleştiğini; bu oranın 2016’nın ilk on bir ayında yüzde 33.4’e gerilemiş olduğunu belirtmektedir. Geçen hafta yoğunlaşan soğuklar nedeniyle, kentlerde ısınma amaçlı doğalgaz talebinde ciddi bir artış yaşanması ve iletim şebekesinden verilebilecek gaz miktarı sınırlılığı nedeniyle BOTAŞ bu talebi karşılayabilmek için, başta Trakya/Marmara Bölgesi’nde olmak üzere, doğalgazla çalışan kamu ve özel tüm elektrik üreten santrallara verilen gazı önce yüzde 50 oranında azaltmış, sonra nerede ise tamamıyla kesmiştir. 
 
MMO’nun paylaştığı verilere göre, “Türkiye genelinde elektrik üretiminde, doğalgazın payı 1 Aralık 2016’da yüzde 35.67 iken, bu pay 24 Aralık’ta yüzde 16.09’a, 27 Aralık’ta yüzde 22.24’e düşmüştür. Doğalgaz yakıtlı santralların devre dışı kalması sonucu doğan açık; başta hidrolik ve ithal kömür olmak üzere, diğer kaynaklardan yapılan elektrik üretimiyle karşılanmaya çalışılmıştır. Bu sınırlı üretim artışı da ihtiyacı karşılamayınca elektrik kesintileri uygulanmış; bu gelişmeleri yoğun kış şartları nedeniyle iletim şebekesinde yaşanan arızalar izlemiş; elektrik kesintisi nedeniyle doğalgaz yakıtlı kazan ve kombiler de çalışmayınca insanlar konut ve işyerlerinde soğuk ve karanlıkla karşı karşıya kalmış; aydınlatılamayan işyerleri kapanmış; fabrikalarda üretim ve milyonlarca liralık üretim kaybı olmuştur.”
***
Bilindiği üzere “ülkemizde doğalgazın yüzde 99’u ithal edilmektedir. AKP izlediği enerji politikaları ile; enerjide dışa bağımlılığı azaltma ve ‘yenilenebilir enerjiyi destekleme’ söylemine karşın, doğalgaza ve ithal kömüre ağırlık veren karar ve uygulamalarıyla, dışa bağımlılığın ve fosil yakıt egemenliğinin artmasını sağlamıştır. 2002’den bugüne, birincil enerji arzında yerli kaynakların payı yüzde 31.6’dan yüzde 24’e gerilemiş ve enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 76’ya ulaşmıştır.
TMMOB Petrol Mühendisleri Odası Enerji Politikaları Çalışma Grubu Başkanı, değerli çalışma arkadaşım Necdet Pamir ise Türkiye’nin doğalgaz depo kapasitesinin toplam tüketimimizin sadece yüzde 5’i seviyesinde (2.66 milyar metreküp) olduğunu vurgulamakta ve bunu ülkemizin enerji güvenliği açısından çok ciddi bir zaaf olarak değerlendirmektedir. Necdet Hoca, geçen yıllarda elektrik kurulu gücü ve üretiminde kayda değer ölçüde artışlar sağlanırken, iletim şebekesinin bu artışları karşılayacak düzeyde geliştirilmediğine dikkat çekmektedir. Necdet Hoca’nın paylaştığı verilere göre “2002-2015 döneminde elektrik üretimi yüzde 102, kurulu gücü yüzde 130 oranında artmıştır. 380 KV trafo merkezlerinin kurulu gücü yüzde 195; 154 KV trafo merkezlerinin kurulu gücü de yüzde 94 gibi yüksek miktarlarda artmıştır. Ne var ki bu artan kurulu gücü iletecek iletim hatlarında yeterli miktarda genişleme yapılmadığı görülmektedir. 380 KV iletim hatlarının toplam metrajı yüzde 33; 154 KV iletim hatlarının toplam metrajı ise yüzde 45 gibi çok düşük oranlarda artırılabilmiştir.”
***
MMO ülkemizin enerji güvenliğinin sağlanması üzerine bir dizi çözüm önerisini bizlerle paylaşmaktadır:
Soğuk kış günlerinde kentsel gaz tüketiminin arttığı dikkate alınarak; santralların gazını kesmek yerine, şebekeye verilecek gaz miktarında artışa olanak sağlayacak olan doğalgaz depolama ve sıvılaştırılmış gaz terminali yatırımları hızla sonuçlandırılmalıdır.
Elektrik ihtiyacını karşılamada bugüne kadar akla ilk gelen yol olan çok sayıda yeni elektrik tesisi kurmak yöntemi yerine, yıllardır özelleştirilecekleri gerekçesiyle herhangi bir yenileme yapılmaksızın çalıştırılarak özel sektöre devredilen, yeni sahipleri özel şirketler tarafından da yenilenmesi ihmal edilen santrallarda ciddi bakım, onarım, iyileştirme çalışmaları ile santral verimlerini ve üretimlerini artırma, çevresel sorunları azaltma çalışmaları hızlı bir şekilde yapılmalıdır.
 
Mevcut santralların arıza ve arıza dışı nedenlerle kullanılamayan kapasitesi, santrallarda iyileştirme yatırımları, kestirimci ve planlı bakım onarım uygulanması vb. yöntemlerle devreye alınmalı, proje üretim kapasitelerinin tam olarak değerlendirilmesi hedeflenmelidir. Barajlı santrallarda gelecek yıllardaki elektrik üretimini olumsuz etkileyecek üretim zorlamalarından sakınılmalı, bütüncül bir planlama ve akılcı bir su yönetimi uygulanarak güvenilir ve sürdürülebilir üretim sağlanmalıdır.
Sözün özü: Bir kamu hizmeti olan ve bu nedenle tamamen piyasaya bırakılmayıp Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu aracılığıyla denetlenmesi ve düzenlenmesi öngörülen elektrik sistemi ne yazık ki derinleşen bir bataklığa dönüşmüştür. Çözüm, piyasanın kâr amaçlarının dışında, kamu yararına şeffaf ve adil düzenlemelerden geçmektedir.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

10 Ocak 2017 Salı

Denizde karartı var, şu gelen Katar Emiri midir? - ORHAN GÖKDEMİR



Karadeniz sahil yolu projesi ile başladı her şey. Yol, 7 başbakan döneminde ihale edildi. İlk ihaleye 1987 yılında Turgut Özal döneminde Çarşıbaşı-Trabzon-Araklı arasındaki bölüm için çıkıldı. Sonra Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit dönemleri girdi araya. Hepsi yola bir parça ekledi. Sonuncusu da Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığında ihale edildi. 542 kilometre asfalt, 27 kilometre köprü, 60 kilometre tüp tünel demek bu. 4.2 milyar Dolar harcayarak Karadeniz sahilinin çoğunu betona, asfalta boğup yok ettiler. Sebep? Otomobiller geçsin diye. Demiryolu yapmadılar, deniz yoluna dönüp bakmadılar.



 Ülkemizin sağcılığının doğayla inatlaşmasıdır bu. Çıkar için, hırs için, bir avuç Dolar için, yağma için Karadeniz’i zehirlediler. Şehirlerle, kasabalarla, dağlarla, insanlarla, hayvanlarla, börtü böcekle denizin arasına beton ve asfalta yüzlerce kilometrelik duvar ördüler. Öyle ki dereler denize kavuşacak yer bulamayınca taşıp alıp götürdü önüne ne çıktıysa.  Kaç bedeni aldı denize attı bilinmez. Derelerin kıyısındaki insanlara düşman olmasının hikâyesidir bu.

Sahili bitirince sıra geldi dağlara. Hes’ler, maden aramaları, taş ocakları falan derken delik deşik ettiler dağları da. Derelerin suyunu bitirdiler. Öyle ki bazı dağ yamaçlarının yerinde yelle esiyor şimdi. Kamyonlarla, iş makinalarıyla alıp alıp götürdüler dağı, taşı, toprağı. O kadar ki yıllar sonra ziyaret etmek istediğim köyümün yolunu bulamadım, kayboldum. Ne dağ yerinde, ne dere, ne orman, ne ağaç. Ne varsa yağmalanmış.

Bir de yaylaları birbirine bağlayacak yol yapıyorlar şimdi. Adını da “yeşil yol” koydular. İçeride devletin güvencesinde olan tutuklu ve hükümlüleri topyekûn yok ettikleri operasyona da “hayata dönüş” adı vermişlerdi hatırlayacaksınız. Devlet aklı ve üslubudur bu. Sağdan devşirilmiştir ve ne dediyse tersi doğrudur.

xxx

Trabzon’un Sürmene ilçesi Çamburnu bölgesinde 7 Ocak gecesi orman yangını çıktı. Toplam alanı 51 hektar olan parkın yaklaşık yarısı, 50 futbol sahası büyüklüğünde orman alanı yandı. Çamburnu Tabiat Parkı, bir sarıçam türü olan Koçhiana’nın deniz seviyesine kadar inebildiği nadir alanlardan biriydi. Şimdi yarısı yok.
Bu tabiat parkıyla ilgili projeler yapıyorlardı bir süredir. Konuyla ilgili haberlere göre tabiat parkına 15 adet orman köşkü, kır lokantası, mescit, yağmur barınağı, 3 adet yöresel ürün satış birimi, giriş kontrol noktası ve 29 adet kamelya yapımı planlanıyordu. Yağı bol bulmuş Bedevilerin yönettiği Körfez ülkeleri şeyhleri şıhları da pek sevmişti bölgeyi. Petro-Dolarlarını getirip, kıyıya yığacaklardı. Bildik zihniyet işte!
Hal böyle olunca Sürmene’de çıkan yangının ardından akıllara iki soru geldi: Yangın bölgeye otel yapmak isteyen Katar Emirine ya da bölgede bulunan katı atık tesisinin eklerine alan açmak için bilinçli çıkarılmış olabilirdi. Hangisi daha korkunç bilemiyorum. Dünya mirası tabiat parkı katı atıkla, Körfez’den gelen sıvı atık arasında sıkışmış durumda. Her durumda yağma kaçınılmaz. AKP’nin daha önce de ormanlık arazileri rant için kasıtlı olarak yaktığını ve böylece orman vasfı kaybettirilen arazilerin imara açıldığı sır değil. Yapar mı yapar! Ama bunlar yine de çok ürkütücü geliyor insana. Nasıl bir siyasi yapılanma, nasıl bir kör zihniyet vatanına, toprağına, ormanına bu kadar yabancılaşmış olabilir?

xxx

Karadeniz ormanlarını nem ve ağaçlar korur hâlbuki. Ağacın türü, yaprağının biçimi, denizden akıp ormanı okşayarak geçen bulutun-sisin nemi, yağmurun sürekliliği orman yanmasın, ağaç kurumasın diye sanki bilinçli olarak oraya toplanmış gibidir. O yüzden Karadenizli bilmez orman yangınını. Yaprakların kuruyup döküldüğü sonbahar ayları dışında orman yangını olmaz Karadeniz’de.
Karadeniz’de yangın Karadeniz insanın bozulması ile baş göstermiştir. “Yağmalanmış fındık bahçesindeki bok böcekleri” başlıklı yazımda not etmiştim; Karadenizli Karadenizli değil artık. Göçüp gidenler yağmacı. Yaz aylarında dönüp ne varsa talan edip gidiyorlar. Kalanlar düşkün; devletten, iktidar partisinden aldıkları yardımla geçiniyorlar. Ne denize, ne toprağa, ne ağaca, ne ormana, ne kurda, ne kuşa saygısı var artık. Öyle bir denklem ki bu, toprağın üstünde toprak sayesinde yaşayanlar toprağa düşman. Karadeniz'de yağı bol Bedevi gelsin, istediği yere otel yapsın, biz de nemalanırız diye ormanını yakabilecek yeni bir canlı türü ortaya çıktı. Bunu söylemezsek eksik kalır, bize yakışmaz!

xxx

Stat adı altında devasa bir beton ve demir abidesi yaptılar denizi doldurup. (Hoş yeni değil, Samsun’dan Ordu’ya kadar yol niyetine, inşaat niyetine, havaalanı niyetine denizi doldurup duruyorlar.) Açarken de bir Bedevinin fotoğrafını astılar stada, marşını çaldılar ne hikmetse. Sanırsın stadın parasını o bedevi ödedi. Neymiş? Yatırım yapacakmış şehre, otel dikecekmiş dağın yamaçlarına.


Stat gıcır ama stadı teslim ettikleri futbol kulübü maddi ve manevi olarak çökmüş durumda. Belki de tarihinin en kötü dönemini yaşıyor Trabzon takımı. Çünkü futbol, işleyen bir mekanizmanın küçük bir parçasıdır sadece. Şehirde basın yok, sanat yok, kültür yok, müzik yok. Hayatı bitme noktasına getirilmiş. Her yanda nefes almayı imkânsız kılan bir ırkçılık ve dincilik. Nasıl olacak futbol? Vahşi bir gladyatör gösterisine dönüşüyor sahadaki haliyle. Gol yiyen kaleciyi vurmak istiyor taraftar, gol atamayan forveti aslanların önüne atılıp parçalama hayali kuruyor.
Hâlbuki bu yağma düzeni onun aleyhine işliyor her geçen gün. Ormanına, ağacına, dağına, taşına, deresine, börtü böceğine sahip çıkamadığın vatan senin değildir. Trabzon Trabzonlunun elinden kayıp gidiyor. Bedevinin ağzını sulandıran da işte bu…


xxx

Biz artık vahşi kapitalizmin, ona dayalı yağma düzeninin ne demek olduğunu biliyoruz. Yayladan otoban geçirdin mi yamacındaki ormanın yanar. Kıyıdan otoban geçirdin mi altından geçen dere gereksizleşir. Deresiz, ormansız, ağaçsız Karadeniz olur mu? İlk yağmurda altındaki toprağın kayıp gittiğini fark eder dehşete kapılırsın. Sen doğayla düz olmazsan doğa gelir seni düzler çünkü. Bunu sana yağmacı sağcı değil ancak o düşman bellediğin solcu söyler. Ve benden söylemesi, bütün bunlar olup bittikten sonra seni uyarana, gerçekleri yüzüne yüzüne söyleyene düşman olsan ne fayda? Ormanı yanmış ayı gibi öyle kalırsın ortada!


Karadeniz’i ancak Karadenizli koruyabilir. Ama nasıl yapar bilmem; taşını toprağını sevmeyi, sisine dumanına bağlanmayı yeniden öğrenmek zorunda artık. Bunun ilk şartı da içine düştüğü, düşürüldüğü yobazlıktan, sağcılıktan, yağcılıktan kurtulması.

Cumhuriyete, laikliğe düşman olursan yağı bol bulmuş Bedevi gelir, yamacına yerleşir. Bir de bakmışsın ormanın yanmış, deren yağmalanmış, gölünün üzerine beton dökülmüş.
Kaldır başını bir bak kardeşim, seni Bedeviye muhtaç eden düzen nicedir!

Orhan Gökdemir / SOL

Anayasalar, amayasalar - ALİ SİRMEN


31 Aralık 2016 tarihli “Anayasa hükmünde kararname” yazımla ilgili olarak, anayasa hocası, eski Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam’dan bir mesaj aldım.
Değerli dostum şu hususu vurgulamaktaydı:
Temel hak ve özgürlükler için anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbir alma 1982 Anayasası’nın 15. maddesinin verdiği bir yetki. Böyle bir yetki önceki anayasalarda yoktu. Kısacası tipik bir 12 Eylül hukuku. Bunu tamamlayan başka bir kural OHAL KHK’lerini yargısal denetime kapayan 148. maddedir. Bu da 12 Eylül hukukunun tipik örneklerinden. Önceki anayasalarda yok. AKP bu iki maddeye dayanarak, KHK düzenini kurmuş, Anayasa Mahkemesi de, yeni kararıyla eski içtihadından dönerek AKP’nin güvenini boşa çıkarmamıştır.
Fazıl Sağlam, bugün uygulanmakta olan OHAL ve KHK’ler düzeninin temelinde 12 Eylül hukukunun payını vurgularken, çok iyi bir saptamada bulunuyor.
Bugün yürürlükte olan ve anayasa değişikliğiyle tescil edilerek, güya anayasal güvenceye kavuşturulmak istenen tek adam sisteminin gelişmesini anlamak için, 12 Eylül rejimi ile Reis sisteminin sürekliliğini görmek gerekir.
Şu anda TBMM Genel Kurulu’na inmiş olan metni, Kenan Evren’in bedenine uygun biçilmiş olan anayasanın, bu kez daha da zırhlara büründürüp geliştirerek Tayyip Bey’in bedenine uygun hale getirme çabasıdır.
Girişim bir süre safındırlara 12 Eylül vesayetinden kurtulmak olarak yutturulmuştur. 

***
Oysa Reislik sisteminin yasası, Kenan Evren’inkinden çok daha baskıcı ve totaliter bir metindir.
Zaten bunların her ikisini de, çağdaş hukuk ve demokrasi açısından “anayasa” olarak kabul etmek mümkün değildir.
Anayasalar, toplumlarda yönetilenlerin hak ve özgürlüklerinin alanını genişleten, bunları yönetenler karşısında güvenceye alan kurumlardır.
Magna Carta’dan başlayarak tarih boyunca anayasal metinlere baktığınızda hep bu özelliği görürsünüz.
Bizim tarihimizde de ilk anayasal metin olarak ister Sened-i İttifak’ı, ister Tanzimatı kabul edin, her ikisinde de yine bu özelliği görürsünüz. Eğer anayasa olarak sunulan metin, yönetilenin hak ve özgürlükleriyle güvencelerinin alanını genişletmeyip, yönetene yeni baskı imkânları tanıyorsa gerçek anlamda anayasa değildir.
Çağımızda bu gibi metinler, halkın onayına sunulurken kurnaz bir yöntem uygulanmakta, önce bütün temel hak ve özgürlükler sıralanmakta, bunların güvence altında olduğu söylenmekte, ancak ardından da eklenmektedir:
Ama şu şu özgürlükler, şu şu hallerde kamu yararı açsından kısıtlanabilir.
İşte özgürlükleri önce varmış gibi gösteren ardından da “ama” deyip “kamu yararını” ileri sürerek, istisnaları sıralayan metinlere anayasa değil, sık sık yinelenen ve artık istisna olmaktan çıkıp, ana kural haline gelmiş, “ama”lı istisnaları yüzünden “amayasa” diyoruz.
Anayasa ile bu sütunda sıkça kullandığım “amayasa” tümüyle birbirlerine zıt kavramlardır.
Anayasaların toplumsal mutabakatı ve demokratik meşruiyeti sağlamaları için belirli bir hazırlanma ve kabul süreçleri vardır.
Amayasalar, bu süreçlere uyulsa bile demokratik meşruiyet kazanamazlar. 

***
Durumu şöyle özetleyebiliriz:
Eğer bir metin, topluma (yönetilenlere) kendi yürürlüğünden önceki döneme oranla daha fazla siyasi, ekonomik, hukuki hak ve güvence sağlıyorsa, çağdaş anlamda bir anayasadır, sağlamıyorsa değildir.
Fazıl Sağlam bu olguyu şu şekilde dile getiriyor:
Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa yoktur.
Prof. Sağlam, burada Kemal Gözler’in “Elveda kuvvetler ayrılığı, elveda anayasa” makalesine atıfta bulunarak, kuvvetler ayrılığının ve doğallıkla yargı bağımsızlığının belirleyici öğe olduğunu söylüyor.
Reis sisteminin temel yasası, bu hafta TBMM Genel Kurulu’na iniyor. Buraya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında bize de artık söyleyecek tek şey kalıyor:
- Hadi bakalım, kolay gelsin!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

9 Ocak 2017 Pazartesi

En sıkışık dönemde başkanlık - İZZETTİN ÖNDER

Her alanda olduğu gibi siyaset bilimi alanında da ortaya koyulan kurallar ve sistemler yıllar boyu yaşanmışlıklardan, hatta acı deneyimlerden süzülerek oluşmuş formatlardır. Feodal yapıdan ulus devlet yapısına geçişte, feodal beyin yetkilerinin devlet adı verilen yeni yapılanmaya devrinin bir şekilde denetlenmesi söz konusu olduğunda, hem siyasal yapı hem de bu yapının benzinini sağlayan ekonomik güç burjuvazi açısından sıkı denetime tabi tutulur şekilde oluşturulmuştur. Parlamenter sistemler ya da çok çeşitli denetim mekanizmaları ile zapturapt altına alınan çeşitli başkanlık sistemleri de aynı mantıkla ve despotluk oluşturmayacak şekilde, teorik altyapıları oluşturularak, uygulamaya koyulmuştur. Bazı Batı ülkelerinde görülen krallıklar ise, siyasi yetkiyi haiz olmayan sembolik geleneksel yapılar olarak korunmuşlardır. Biyolojik evrime benzer şekilde siyasi yaşamın da evrimi neticesinde, olağanüstü bir alt-üst oluş yaşanmaz ise, söz konusu sembolik yapıların yeryüzünden silinmesini beklemek fazla hayal olmasa gerek.

Hangi formatta olursa olsun, siyasi yapıların oluşumu toplumsal dengenin sağlanması açısından fevkalade önemlidir. Özellikle de dışişleri konularında geçmişin bilgi ve deneyim havuzunun derinliği devlet yönetiminde hem uluslararası yalpalamaların önüne geçer, hem de ulusal çıkarın olabildiğince üst düzeyde korunması mekanizmasını oluşturur. Daha da önemlisi, bu süreçte siyasi kararlarda yetki paylaşımı ve idari derinlik sağlanarak, vicdani ve yasal sorumlulukta yaygınlık ve paylaşım yolu ile kararlarda salabet ve sorumlulukta da güç birliği oluşturulabilir.
Türkiye, İkinci Paylaşım Savaşı döneminde işbaşındaki oldukça deneyimli siyasiler ve bürokrasi kademesi ile şanslı idi. Günümüzün yeni oluşan emperyalist paylaşım dünyasında Türkiye’nin konumu siyaset ve çatışmaların yumuşak karnıdır ve bu durum fevkalade kırılganlık yaratmaktadır. Akla ziyan bir derin politika inadı ile gelinen noktanın nasıl bir yanlış olduğunun bizzat üst düzey politikacı tarafından açıklanması belki bir samimi itiraf olabilir. Ancak, dış siyaset ibresinin Rusya ve Şanghay cihetine çevrilmesi, söz konusu açıklamanın samimi itirafın ötesinde, iradesiz sürüklenişin hezimeti olduğunu göstermeye yeter. Öylesine çaresiz dönüş yapılmıştır ki, büyükelçisi vurulan Rusya Türkiye’ye tarizde bulunmak yerine, hayret verici şekilde tazimde bulunmuş ve nerede ise şükranlarını sunucu iltifata yönelmiştir. Zira açıktır ki, mesele Türkiye ile Rusya arasında değil, Rusya ile ABD ya da NATO arasındadır. Bundan dolayı olsa gerek, son saldırının ertesinde ABD bildirisinde Türkiye’yi “ittifakımız” olarak değil de, “NATO ittifakımız” olarak niteleyerek kayda geçirildi. Eğer lider siyasetçilerimiz dışişleri monşerleri ile bu durumu mütalaa etmeye tenezzül ederlerse, herhalde farkı idrak edebilirler!

Birinci halkada Rusya ve ABD, ikinci halkada İsrail, İran, belki İngiltere vb olarak etrafımızda örülen çıkar halkalarının her biri arasında olduğu kadar, bu güçlerle Türkiye arasındaki ilişkilerin simülasyon yöntemi ile öngörülmesi ya da çözümlenmesi önemlidir. Satranç oyununu yasaklayan bağnaz zihniyet çemberindeki tek siyasiye tam da satrancı andıran dış siyaset terk edilemez. Böylesi karmaşık durumda sokak zekâsı araba döneminde kağnı ile yola çıkmaya benzer. Her dönemde olduğu kadar, ama özellikle de karmaşık dönemlerde özgürlük içinde faaliyetini icra edebilen parlamento, bakanlar kurulu, yargı organı, üniversiteler ve basın siyasi kararların alınmasında etkili olarak önemli işlevler görür. Kısacası, böylesi zor dönemden geçen Türkiye’mizde tek-adam rejimine yer yoktur. Çünkü küresel kutuplar arasındaki gerginliğin had safhaya varma eğilimi gösterdiği bu dönemde Türkiye’de kurulacak bir tek-adam yönetimi, kendisinin dahi fark edemediği şekilde, halkımızın ve ülkemizin çıkarlarına yönelik değil, belki de bazı suç ve zaaflarından dolayı siyasiyi ele geçiren emperyal güç adına faaliyet yapar konuma gelebilir. Hem de günümüz koşullarında tüm yasal ve aleni danışma ve karar organlarından izole edilen bir siyasi liderin etrafına kimlerin ne sıfatla kendi danışmanlarını yerleştirebilecekleri günümüz koşullarında fevkalade kolay iken!

Günümüzde parlamenter sistemler belirli yapılarda şekillenmiş ise, başkanlık sistemleri de son şeklini almıştır. Türk tipi başkanlık adı ile bilinen bir başkanlık sistemi söz konusu olamaz. İsmi ile olduğu kadar tasarlanan yapılanmanın biran evvel kurulması için yapılan inanılmaz mücadele de halkın kafasındaki kuşkuları arttırıcı niteliktedir. KHK ile işinden olan kamu çalışanları ve üniversite elemanları olağan dönemde doğal olarak yargıya gidecek ve durum uluslararası boyuta taşınacaktır. Hukuksuzluğun hukukla inşa edilmeye çalışılması “organ reddi” benzeri refleksle halkımız tarafından dışlanacaktır. Bu dışlamaya ne yüksel(til)ecek terör ne de sair baskı yöntemleri engelleyebilecektir. İnanıyorum ki, tüm yaşananların ışığında halkımızın çoğunluk iradesi aklıselimi işaret edecektir. Parlamento son dikta tasarısının oylamasında gelecek dönemde milletvekili olma endişesini değil, halkının ve ulusunun mutluluğunu düşünecektir. Zira milletvekilleri oylarını kullandıktan sonra bağlı oldukları partinin başkanına değil, kendilerine oy veren halka dönecek ve onlara hesap verecektir. Bu hesabı veremeyen her milletvekili yaşamının sonuna dek vicdan azabı ile baş başa kalacaktır.
Söylenenleri kesinlikle dışlamıyorum; Türkiye’ye üzerinde bir şok programı uygulanmakta ve tam anlamı ile “formatlama” işlemi için zemin hazırlanarak, sonuca ulaşılmaya çalışılmaktadır. Ne var ki, nafile yaşanan bu kadar acı ve acılar etrafında şekillenen ulusal bilinç, üzerine giydirilmeye çalışılan formatı yırtıp atacaktır. Türkiye Ortadoğu’da tükenmek ve karanlığa gömülmek istemiyorsa buna mecburdur.
   

İzzettin Önder / SOL

Savaşları bitirecek gelişme, iktidara ne zaman gelir - ORHAN BURSALI

Eski dünyanın şirketleri yerini Bilgi Toplumu şirketlerine bırakıyor. Ama siyaset 400 yıllık geçmişin elinde..
Üçüncü dünya savaşı” seri yazılarında, 300 yıllık Sanayi Toplumu ve öncesinin “bilgi, politika, alışkanlıklar, emperyalist sömürü biçimleri, silahlanma, kültür, gelenekler ve dini kültürler”den oluşan bir “birikim”in, ulus devletleri ve çağımızı yönettiğini belirtmiştim. Bugünkü “yönetim-egemenlik müktesebatı”nın arka planında en az 300 yıllık birikim var.
Bugünkü siyasi kültürün ve partilerin hemen hepsi de bu müktesebatın ürünü. Yönetim ve var oluş biçimlerine kadar. 



Dünya bunu aşacak mı, aşamayacak mı, işte bütün sorun bu!
Yeni ve farklı bir toplum, ekonomik ve yönetim boyutuna geçmek zorunda dünya.
Ekonominin biçimi bunu belirleyecek varsayımından hareket edeceğiz. Çünkü toplumların ve tüm yönetim biçimlerinin esas altyapısını ekonomik faaliyetler oluşturuyor. 

10 yılda büyük değişim
Bugün dünya ekonomisinde şirketlerin uğraş alanlarında son 10 yılda bile büyük değişimler gerçekleşti.
Şimdi aşağıdaki listeye bakın. Orada 2006 ve 2016 yıllarında, halka açık şirketler arasında piyasada değeri en yüksek 6 şirketin sıralamasını görüyorsunuz.

[Haber görseli]

2006’daki sırada teknoloji şirketi olarak sadece Microsoft’u görüyoruz. Diğerleri: 3 tane petro-enerji şirketi, bir tane finans (Citigroup) ve bir tane de çoklu üretim yapısına sahip G. Electric. Belirteyim: Bu şirketlerin hepsi dijital teknoloji çağından önce, yani Sanayi Toplumu ve ekonomisinin (Microsoft dışında) devleri. Microsoft ise 2001’den itibaren tek tekno şirket olarak listede yerini almıştı.
2016’ya gelince, 5 tane teknoloji çağının şirketi listeyi istila etmiş durumda. Sadece Exxon Mobil yerini koruyabilmiş, o da 5. sırada. Aralarına finans bile girememiş. 

Çok ciddi radikal dönüşüm var
2016’ya damgasını vuran şirketlerin hiçbirinin “sanayi toplumu ve ekonomisi” ile ilişkisi yok.
Tarihsel - “ailesel” bir geçmişi yok, hiçbir sanayi toplumu çağı şirketi ile hiçbir göbek bağı bulunmuyor.
Yaratıcıları, dijital-elektronik çağının gençleri. 1980 sonrası nesiller. Dijitalleşme ve bilgisayarlaşma başlayınca ortaya çıktılar.
Servetlerini, şirketlerini tamamen bu ortamda yarattılar.
Bu yeni dönem, Bilgi Toplumu/ Ekonomisi dönemi.
Var olan eski sanayiyi de dönüştüren, dijitalleştiren, “yeniden elektronik olarak giydiren” bir ağ ortamında iletişimini geliştiren Bilgi Toplumu Ekonomisi/ şirketleri.. Sanayi 4.0 budur. Ve sahibi Bilgi Toplumu şirketleri – ekonomisidir.
Sanayi toplumu siyaseten -tabii ki ekonomik olarak küçülerek- yaşarken ve dünyayı yönetirken, Bilgi Toplumu ekonomisi tabandan hızla dünyayı ele geçiriyor ve siyaseti de etkilemeye başlıyor.
Bu bir yeni durum. 

Savaşa ihtiyaçları yok
Bilgi ekonomisinin savaşa ihtiyacı yok. Dünya Savaşı’na (3. mesela) tabii ki hiç yok.
Yerel savaşlara da.. Suriye savaşına, Irak savaşına hiç mi hiç yok.
Tersine bu savaşlar, kendilerinin ekonomik olarak da bu ülkelerde yayılmalarına engel. Pazar daralması yaratıyorlar.
Savaşların destekçileri eski dünyanın savaş-petrol, enerji şirketleri. Bunların destekçileri de Neo-conlar (Yeni Muhafazakârlar). 

Dünyanın açmazı burada
Sanayi Toplumu ekonomileri henüz siyasette çok etkenler. Çünkü her zaman bugünü yöneten eski toplumun müktesebatı oluyor. Toplumun kılcal damarlarında yaşıyorlar ve yönetiyorlar. Din gibi bir müktesebata da dayanarak. Bizi geçmiş yönetiyor.
Yeni Bilgi Ekonomisi ve Toplumu yeni büyüyor. İktidardan uzak henüz.
Ayrıca, ileri sürülenlerin aksine, bilgi toplumu yeni bir sınıf da yaratıyor (proletarya değil).
Bu konuyu yer yer sürdüreceğim.
2009’da Türkiye Bilimler Akademisi yayınları arasında çıkan “Bilgi Toplumu Sınıfı Dünya ve İktidar Sorunu” 140 sayfalık kitapçığımda bu konuyu tartışmaya açmıştım. Şimdi yeni verilerle sürdürülmesi gerekiyor.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Büyük ikramiye Varlık Fonu’na çıktı - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF) geçen ağustosta kuruldu. Yetki ve imtiyazları hayli genişti. İstenen her tür kamu varlığının buraya devri mümkündü.

 
Bu yüzden, kimileri “ikinci Hazine” dedi ona, kimileri de “ikinci Merkez Bankası"
AKP, “200 milyon dolar toplayacak” denilen TVF’yi, Sayıştay denetimi dışında bıraktı.
Aslında hepten denetim dışında kalacaktı ama Meclis’te tartışma büyüyünce, “bağımsız denetim” maddesi eklendi. 
 
Gelgelelim bu, Fon hesaplarının bütçede gösterileceği, ne olup bittiğinin görünür olacağı anlamına gelmiyordu.
İşi bilenler, “Türkiye’nin petrolü, değerli madenleri, gelir fazlası yok. Maksat fon yaratmaksa, önce mevcut borcu düşürün” dedilerse de işe yaramadı.
Zira lafta parlak cümleler edilse de asıl niyet, teklifin “gerekçe”sinde yazılmıştı:
“Otoyollar, Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması.”
 
Yani? Her vesile cebimizden beş kuruş çıkmadığı söylenen, lütuf gibi sunulan Yap İşlet Devret (YİD) modelli projeleri yapan müteahhitlerin mali sıkıntısını çözmek.
TVF bu işi nasıl mı yapacaktı?
İktidarın “verilsin” diyeceği her türlü kamu varlığını, menkul kıymet haline getirip piyasalarda satışa sunarak. Beklenen an, beş ay sonra geldi. TVF’nin “kâğıt” haline getireceği ilk kamu varlıkları OHAL kararnamesiyle belirlendi. 

Ganyan kuponu Cengiz, Kolin için
Binlerce insanın yaşamını eksilten son OHAL KHK’si müteahhitlere yaradı.
Milli Piyango’nun, Türkiye Jokey Kulübü’nün lisans hakları ve at yarışlarının yapıldığı arsa araziler TVF’ye verildi.
(İşin ilginç yanı, Milli Piyango zaten özelleştirme portföyündeydi.)
Artık şunu söyleyebiliriz: Oynanacak her kupon, satın alınacak her bilet, kazınacak her kart, YİD projelerine bir yol olacak.
Siz bunu, millete küfreden Cengiz’in de aralarında yer aldığı az sayıdaki müteahhitler olarak da okuyabilirsiniz. 

Döviz rezervleri eriyor
“Dolar bozdur” kampanyaları, dolardaki tırmanmayı, dolayısıyla TL’nin değer kaybını durduramadı.
Dolarizasyon arttıkça, döviz rezervleri de eriyor.
Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervi, bir haftada 3 milyar 683 milyon dolar azaldı. Bu azalışla rezervler de 92 milyar 51 milyon dolara geriledi.
Altı aylık ithalatı karşılamayan bir düzeyden bahsediliyor.
Hamaset nutukların arttıkça dolarizasyonun azalmadığı artık net biçimde ortada.
Peki, bu sonuçta, bir hafta içinde iki terör saldırısı yaşamamızın, ölüp parçalanmamızın da bir payı olabilir mi?
İktidar mensupları, soruyla ilgileniyormuş gibi görünmüyor.
Ama anlaşılmaz bir akıl tutulmasıyla anmadıkları bu gerçeği bildiklerinden de ben eminim: Can güvenliği ile ekonomiye güven arasında sanıldığında daha güçlü bir bağ bulunmakta.
Katliam, terör saldırısı, linç, toplumsal kutuplaşmayla yayılan şiddet dalgasını, bunun büyüttüğü can korkusunu azaltamazsanız enflasyonun çift haneye gitmesini önleyemezsiniz. 

Bankalar her şeyi affeder mi?
Meclis’te bir torba kanun görüşülüyor. Emekli aylıklarına zam diye başlayıp, 19 kanunda değişiklik yapan bir tasarı bu. Esnafın, KOBİ’lerin bir süredir beklediği sicil affıyla ilgili madde de bu “torba”da. Fakat söz konusu maddede öyle bir gramer ayrıntısı var ki, getirilen sicil affının boşa çıkması riski içeriyor.
Madde, sicil affından yararlanan kişi ve işletmelerin tekrar kredi için başvurduklarında “ 
Bankalar kredi kuruluşları ve finansal kuruluşlar tarafından dikkate alınabileceği...” ifadesini içeriyor.
Bu risk, genel kurulda tartışıldı. CHP’li Bülent Kuşoğlu, o ifadenin Bankalar ve finans kuruluşları açısından “zorunluluk” hükmü taşıması gerektiğini, aksi halde Risk Merkezi’nin, pekâlâ kendi kayıtlarını dikkate alabileceğini söyledi: “Tavsiye niteliğinde kanun yapma anlayışı söz konusu olamaz. Bunun esnafa, KOBİ’lere hiçbir faydası yoktur.
Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın cevabı “Tasarının arkasındayız endişe etmeyin” oldu.
Bu arada, anlattığımız görüşmenin AKP’li vekillerin sahte pusula kullandığı tasarı oturumu olduğunu da not düşelim.

Başkanlık hesabı OHAL KHK’sinde
OHAL rejiminde güvenlik önlemlerinin artırıldığı varsayılır değil mi?
Böyle bir rejimde gerçekleştirilebilmiş Reina katliamının faili hâlâ ortada yok.
Buna karşın, katliamın ardından “Mahallemize cihatçı çeteleri sokmayacağız” diyen gençler cezaevinde. Son üç OHAL KHK’si, 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin sonuçlarına yönelik tedbirlerle zerrece ilgisi olmayan maddeler içeriyor. 
 
Hâkim ve savcı alımında 70 puan koşulunun, uzman çavuş alımında eğitim koşulunun kaldırılması, kamudan ihraç edilenlerin emekli ikramiyelerine el konularak mutlak yoksulluğa mahkûm edilmeleri de öyle.
İhraç edilenler arasında görme, yürüme engelli kişilerin bulunması da imza sahiplerine pek dert olmamışa benziyor. 
 
Bir KHK’de de Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun bir maddesi yeniden düzenlenmiş: “Yerleşim yeri adresi yurtdışında olan Türk vatandaşlarının adres kayıtları, yaşadıkları ülkede kullanılan adres verilerine veya o ülke ve bağlı olduğu temsilcilik bilgisine göre tutulur.”
Böylece yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarının yurtdışı seçmen kütüğüne adres beyanı zorunluluğunu kaldırılıyor.
Maddenin, bugün görüşmeye başlanacak, baharda da referanduma sunulması düşünülen Türk tipi başkanlık ile bir ilgisi yoktur tabii. (!) Sahi OHAL kimin içindir?

Çiğdem Toker
Cumhuriyet

8 Ocak 2017 Pazar

Şeriatçılarda kişilik bölünmesi - AYDEMİR GÜLER

“Şu şekilde yaşamak istiyordum da yaşayamıyorum… diyen var mı” diye sormuş Tayyip Erdoğan.
Kime? Muhtarlara… Yok demişlerdir, Allaha şükür…
Muhtarlık ciddi müessesedir ve konumuz sık sık Saraya tutsak edilen bu insanlar değildir. İşin ilginç tarafı -dinleyicileri tam olarak bilemiyorum- istekleri ile yaşamı arasında kapanmaz bir açı oluşan kişi konuşmacının ta kendisidir.


Emin olun, yorgun ve dağınık Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü adamı Tayyip Erdoğan dilediği gibi yaşayamamakta ve büyük acılar çekmektedir. Tabii geniş bir kalabalıkla birlikte…
Tayyipçiliğini 2013 Haziran’ında “götünün kılıyız” şeklinde ifade eden ve benim bütün televizyon ekranlarında sansürsüz yayınlanan bu sözü böylece aktardığım için ayıp etmiş olamayacağım “taban” da dilediği gibi yaşayamamaktadır ve bu gidişle asla yaşayamayacaktır. Yakında hakiki isteklerini değiştirmek için ciddi bir çabaya gireceklerinden, değiştiremezlerse de gizlemek zorunda kalacaklarından korkarım. Zaten bu işe başlayan ve çırpınıp duran taban bu imkânı bulabilir; Erdoğan o kadar şanslı olmayabilir.

Tayyipçilerin bir akşam yeşil bayrak açıp protestoya gittikleri Rus temsilciliklerine, peşi sıra kravat takıp taziye ziyaretinde bulunmaları çok yakın geçmişte yaşanmıştır ve anlatmaya çalışacağım sıkıntının basit bir simgesidir. Gerçek durum bu örnekten çok daha müşküldür.
Mantıksal olarak Tayyipçilik tüm AKP’yi kapsar. Ancak AKP eşzamanlı olarak ortaya çıkan zırvalıkları temizlemek zorundadır. Bu çabaya ortalama haftada iki defa sözünü çaktırmadan (!) düzelten Erdoğan da ortaktır.

Tayyipçiler samimi IŞİD’cidir. Kobane günlerinde Kürt kentlerinde “yaşasın IŞİD” sloganıyla elde silah dolaşan özel tim üyeleri Tayyipçidir mesela. Lakin reisleri IŞİD’i terörist, IŞİD de AKP Türkiye’sini gâvur ilan etmiştir. Takiyye dedikleri bu olmasa gerektir!

Ortalama gerici dünyanın herhangi bir yerinden Göbeklitepe’ye baktığında, işte demektedir, önce inanç, önce din vardı. Toplumsal gelişmeymiş, ekonomik yapıymış geçiniz. Önce yerleşik yaşamın, sonra anladığımız anlamda dinin gelişeceği yalanlanmıştır. İlk anıtsal yapıları din adına diken inanan insandır…
“Ortalama gerici” diye bir şey vardır, ancak gericilik 21. yüzyılda kararını tutturamaz. Gazı kökleyip yola devam etmesi zorunludur ve varacağı yer Afgan dağlarında Buda heykellerini bombalamak, Palmyra’da taş taş üstünde bırakmamaktır. Göbeklitepe’nin resimlerine bakıp ağızlarının sulandığı kesindir.

İstedikleri gibi yaşayamayacak ve salyalarını yutmak zorunda kalacaklar!
Şeriatçı polis, şeriatçı televizyoncu, şeriatçı rektör, şeriatçı bakan ve benzerlerinin bir özelliği de, oportünist sözcüğü az kaçtı, sahtekar olmaları. İyi de; bunların altında saf tutan “kıllar”, kendi kendilerini beyinsiz ilan etmiş olsalar bile, bir şeye inanmak zorundadırlar. Kişiye iman etmenin sınırı var. Aptalca, akılsızca, ahlaksızca da olsa bir fikre inanacaklar, bir sloganın peşinden gözleri kapalı veya gözlerini kan bürümüş biçimde gidecekler. Dilediği gibi yaşamak deyince, ben bunu anlarım. Ama artık öyle bir slogan kalmamış görünüyor ve geriye kolektif acı kalıyor.

Arkadaşını Noel baba kılığına sokup kafasına tabanca dayamak, gece kulübü kan olup aktığında artık yutulması zorunlu bir salyadır. Ama Noel babanın sakalını ve o kurusıkı tabancayı da yutacaklar!
Yutamazlar, unutmak isterler, unutamazlar, inanmalıdırlar ve aynı zamanda inkâr etmelidirler. Bugünün ve geleceğin kendilerine ait olduğunu sananlar geleceksizdir ve satranç antrenmanına hiç alışık olmayan kafaları aşırı ısınmıştır.

Türkiye gericiliğinin devreleri yanıyor. Tayyipçi taban mantıksal tutarlılık gereği IŞİD’cidir ve sokakta görüp katliam failine benzettikleri, yani IŞİD’ci zannettikleri şahsı linç etmektedirler.
Konu dış politika oportünizmi olmaktan çıkmış, -eğer bunlara sadece biyolojik anlamda insan demekte bir sakınca yoksa- bir insanlık trajedisine dönüşmüştür. Türkiye yobazları topluca kişilik bölünmesinden mustaripler artık.

ABD’ye giden Dışişleri bakanı ajan mıdır, Fethullahçı mı? Yoksa her musibetin başı ilan edilen CIA’yi de mi ininde yok edeceklerdir? Yoksa ayar tutmayan gericiler, aynı anda birden fazla kıçta bitemeyeceklerine göre “düşman” kıçı mı yalamak durumundadır?
Erdoğan’ın yaşamaktan muradı şeriat düzenini yönetmekti diye biliyorduk. Artık mümkün olmaktan çıkmıştır ve kişiliklerin lime lime bölünmesi kaçınılmaz görünmektedir.
O gün gelecek ve muhtarlar bir zamanlar sarayın salonunda neler neler çektiklerini anlatacaklar. Söylemedi, demeyin.

*    *    *
Bu yazıyı yazdıktan sonra Diyanet’in gericiliğin standartlarını belirlemek için çalışma yürüttüğü haberini okudum. Buna göre tarikatlarla görüşen Diyanet İşleri beş ilke belirlemiş. Özetle gericilerimiz artık başkalarını dinden çıkmakla suçlamayacak, ötekileştirmeyecek, dini kendine göre yorumlamayacak, kişileri merkeze koymayacak, her durumda şiddete karşı duracaklarmış. Ne diyeyim, olmayacak duaya âmin diye diye bölecekler kişiliklerini. Hayırlı olsun ve şimdiden peşin peşin güle güle.

Aydemir Güler / SOL

‘Öz kültür’ aldatmacası - TAYFUN ATAY

Öz kültür yoktur. “Özümüze dönelim” sözü de eğer masum bir cehaletle söyleniyorsa lafügüzaf, yok bu konularda hasbelkader mürekkep yalamış olanlarca politik, ekonomik, ideolojik hesaplar doğrultusunda telaffuz ediliyorsa da gaflet, dalalet ve hıyanettir. Kültür, sürekli bir oluştur. Bu oluş hali, her daim başka ve farklı ögelerle, çevrelerle, değerlerle, anlayışlarla, inançlarla diyalog, etkileşim ve alışverişler doğrultusunda şekillenir.


Kültürün zenginliği, yetkinliği ve gücü, “öz”ünden değil “melez”liğinden gelir. Kanlı bir finalle noktalanan yılbaşı kutlardın- kutlamazdın kavgasında en çok dillere dolanan sözlerden biri de bu “öz kültür” ve ona paralel olarak “yabancı değerler” teraneleriydi. Mesela Nazilli’de Noel Baba’nın kafasına silah dayadıkları “müsamere”de Alperenler, “Amacımız insanların özüne dönmesi” dedikten sonra, “Bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını üstlenmiş Müslüman Türk milleti” olduklarını kaydederek bu “öz”ün ne olduğuna açıklık getiriyorlardı. Diyanet de Yılbaşı kutlamasını gayri meşru ilan eden hutbesinde, gerekçe olarak “değerlerimizle örtüşmeyen, başka kültürlere, başka dünyalara ait eğlenceler”den dem vurmaktaydı. Bunları tartışalım!..

Alperenlerimiz “Bin yıldır İslâm’ın sancaktarlığını yapan Müslüman Türk milleti” olarak belli ki kendilerini Malazgirt-sonrası tarihle özdeştirip “öz”lerini de bu çerçevede açıklıyorlar. Yani Türklük dendiğinde Ergenekon, Ötüken, Altaylar, Bumin Kağan, Kutluk Bilge Kül Kağan, Orhun Abideleri “öz”e dâhil edilmiyor, dışta bırakılıyor. Keza ne “Gök Tengri”, ne Altay Şamanizmi, ne Maniheizm, ne de Budizm, zamanın değişik evrelerinde Türklerle ve Türklükle hemhal olmuş inanç kalıpları olarak en azından tarihsel bir mânâ ve ehemmiyet arz etmiyor. Böylesi bir “öz”e, beni bırakın bu ülkede Türkçü, milliyetçi, ülkücü çizgiyi sahiplenen pek çoklarını dahi ikna edemezsiniz. Türklük, eğer bir “kültürel oluş” şeklinde ele alınacaksa bunlar olmadan hiçtir ve İslâm’ın bir “mütemmim cüz”ü olmaktan öteye de geçmez. “Öz”ünüzü böyle bin yıl önceden başlattığınızda hem “siz”den önce İslâm vardır, hem de ayrıca “bin yıl İslâm’ın sancaktarlığını yapmış olma”ya kendinizden başka kimseyi, hele ki Arapları (hele hele Vahhabileri) hiç ikna edemezsiniz. Elbette “öz”lük iddiası hiçbir kültürel örüntü açısından savunulamayacağı gibi İslâm açısından da öyledir.


Ancak ideolojik bir zorlama yahut imanî bir iyimserlik doğrultusunda bunu iddia edebilirsiniz. Ama tarihsel-sosyolojik açıdan bunda ısrar etmek kimsenin harcı değildir. Açın bakın Diyanet’in yayınlarında dahi İslâm’ın nasıl İslâm-öncesi Cahiliye çağının kültürel örüntüsünden beslenerek doğuş bulduğuna ilişkin bilgilerin (elbette fazla öne çıkartılmadan) “arz edildiğini” görürsünüz. Daha önce yazdık, çoğaltalım: “Âmin” deyişi İslâm’dan önce vardır. Sünnet, İslâm’dan önce vardır. Kurban, İslâm’dan önce vardır.
Oruç, İslâm’dan önce vardır. Hac ve umre, İslâm’dan önce vardır. Namaz, İslâm’dan önce vardır. Tespih, İslâm’dan önce vardır. Ve en önemlisi, bir yaratıcı kavramlaştırması olarak “Allah” lâfz-ı celîli, İslâm’dan önce vardır. İslâm-öncesi çok-tanrıcı (politeist) Arap toplumunda tanrılar panteonunun doruğundaki güç olarak; evreni yaratan, düzenleyen, rızıklandıran en üstün tanrı olarak Allah vardır ve Araplar, insanı ve onun içinde yaşadığı âlemi Allah’ın yarattığına inanmaktaydılar (bkz. “İslâm’a Giriş-Temel Esaslar”, DİB Yayınları, 2008, s. 46 ve Şinasi Gündüz, “İslâm Öncesi Arap Dini” [“Yaşayan Dünya Dinleri” içinde] DİB Yayınları, 2010, s. 549). İslâm, bu bakımdan, doruğunda Allah’ın bulunduğu politeist Arap inanç sisteminin monoteist “tek bir Allah” inancına reformundan ibarettir. Hatta bu, yani “tek-tanrıcılık” bile yeni sayılmaz! Çünkü politeist-putperest Arap inanç geleneğinin yanı başında “Haniflik” denilen, Hz. İbrahim’le ilişkili bir tek tanrı inancını Cahiliye döneminde yaşayanlar vardır. Yine rehberimiz “Diyanet” olsun, buyurun: “Haniflere göre Allah, bütün dünyanın tanrısı, her şeyin yaratıcısı ve bütün yaratılmışlar onun kuludur. Yaratan, yaşatan, rızık veren, öldüren ve dirilten odur. Haniflerin bu inançları, İslâm inancının aynıdır” (“İslâm’a Giriş-Temel Esaslar”, s. 47).

Görüldüğü üzere İslâm, ne aldıysa “Cahiliye”den almıştır. Aldıklarını zamanın yeni şartları, ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir senteze uğratarak “kültürel oluş”unu sağlamıştır. Dolayısıyla burada bir “öz”den ziyade “bağdaştırma”dan (senkretizm) söz etmek gerekir. Ayrıca “İslâm” adı altında tarihten bugüne farklı diyarlarda söylem ve pratik olarak karşımıza çıkan çokluk ve çeşitlilikten söz etmedik ki onlar da var.


Dolayısıyla “İslâm’ın sancaktarı Müslüman Türk milleti”nin “öz be öz” kültürünün Arap, İran, Fas, Pakistan, Malezya, Endonezya coğrafyalarında hükmü var mı, onu hiç sormayın!.. Peki, bir kültür ne zaman “öz”lük iddiasında bulunabilir ve buna çevresini ikna eder?.. El cevap, “iktidar”la buluştuğu zaman, ama onu bir başka yazıda tartışalım. Köşeden yine bir hayli taştık çünkü!.

Tayfun Atay
CUMHURİYET

Lozan’ı tartışmak değil, savunmak - ALİ SİRMEN

Numan Kurtulmuş’un, “hangi yanlışları, neden yaptıklarını açıklamadan” baştan beri Suriye politikasının büyük yanlışlarla dolu olduğunu düşündüğünü vurgulayan sözlerinin bir anlamı olmadığını söyleyen Ceyda Karan haklıdır.
Aynı şekilde, son yıllardaki girişimleri yalnızca Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğüne değil, ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin birliği ve toprak bütünlüğüne de yönelik olduğu artık iyice belirginleşmiş olan, radikal İslamcı ve de etnik kökenli terör örgütleri karşısındaki tutumunu netleştirmediği sürece, Ankara’nın Moskova ile birlikte Suriye’deki ateşkesin güvencelerinden biri olması da Ankara-Moskova ekseninin başarılı işbirliği sonucunda oluşan yeni durumun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden geçirilmiş olmasının da tek başına bir önemi olmadığını söyleyenler de haklıdırlar. 



Türkiye-Suriye konusunda olduğu kadar, tüm Ortadoğu’ yu kapsayan politikasında da tepeden tırnağa yeniden bir düzenleme yapmadığı, eski kahredici yanlışlıklarını düzeltmediği sürece Astana görüşmelerinden de Suriye’nin ve dolayısıyla kendi çıkarları doğrultusunda bir sonuç çıkmasını sağlayamayacaktır.

***
Oysa olayların bugün vardığı noktada, Suriye’deki gelişmeler yalnız Şam için değil, Ankara için de bir hayat memat meselesi haline gelmiştir.
Ne var ki, Ankara’daki iktidar uzun bir süre, Lozan ile tescil edilmiş, Türkiye’nin birliği ve toprak bütünlüğü güvencesinin artık kendi sınırları dışında, Halep’ten, Şam’dan, Bağdat’tan geçtiği gerçeğini de tıpkı Lozan’ın anlam ve önemini olduğu gibi kavrayamadığını birbirini izleyen davranışlarıyla tekrar tekrar gözler önüne sermişti.
Aslında başka türlü olmasını beklemek abes olurdu.
ABD Dışişleri Bakanlarından Condoleizza Rice, daha 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post’ta yayımlanan yazısında 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini açık açık söylüyordu. Sınırları değişecek, ülkeler içinde Türkiye’nin de bulunduğunu kavramak için arif olmaya gerek yoktu, gafil olmamak yetiyordu.
Türkiye ise bu durumda, Amerikan projesinin eşbaşkanlığına adaylığını koyduğunu iftiharla açıklıyordu.
Evet, Suriye’deki olaylardan çok önce, her şey Körfez Savaşı ile Irak’ta başlıyordu.
Türkiye için, yüzyıl başında ABD önderliğinde dizayn edilen ve erken seçimle iktidara yerleştirilen yeni oluşumun hikmet-i vücudu da bu projedeki eş güdüm göreviydi.
Körfez Savaşı ile Irak’ta başlatılan bölgenin istikrarsızlaştırılması ve Sykes-Picot’dan yüzyıl sonra sınırların yeniden oluşturulacağı bir ortamın yaratılması girişiminin Lozan’da tescil edilmiş olan Türkiye’yi de etkileyeceği aşikârdı. 

***
Bu durumda sırça köşkte oturanın “komşusunun camını taşlamaktan kaçınması zorunluluğunu” çok iyi bilmesi gereken Türkiye’nin aralarında IŞİD’in de bulunduğu Obama’nın Dışişleri Bakanı John Kerry tarafından geçen gün bir kez daha açıklanmış bulunan radikal İslamcı terör örgütlerinden yana ağırlık koyup, Suriye’yi istikrarsızlaştırma politikasının baş aktörleri arasında yer alacağı yerde, bölgede istikrarı destekleyecek politikaları yeğlemesi beklenirdi.
Ama Ankara tam tersi yolu tuttu.
Bu yol bölgeyi Lozan’ı da tartışma konusu eden bir allak bullak edişe götürürdü, nitekim öyle de oldu.
ABD planının tekerine çomak sokan, bölgedeki yeni dengesizlikten rahatsız olan Putin Rusyası oldu. Neyse ki, bir zamanlar Rus uçağını düşürmekle iftihar eden Ankara, bu kez durumu iyi değerlendirdi.
Bu yeniden değerlendirme, ancak, Suriye’nin ve diğer bölge ülkelerinin toprak bütünlüklerinin Türkiye’nin tapusunu da yakından ilgilendirdiğinin bilincine varılması ile bir anlam taşıyacak ve böylelikle Lozan da savunulacaktır.
Her şey açıkça gösteriyor ki, artık gün Lozan’ı tartışmak değil, savunmak günüdür.

Ali Sirmen
CUMHURİYET