2 Ağustos 2017 Çarşamba

“Ha nikâh memuru, ha müftü ne fark eder” öyle mi? - FATİH YAŞLI

Urfa Siverek’te “Rüyamda tebliğ edildi” diyerek Atatürk heykeline saldıran mürteci için basitçe “Meczup işte” deyip geçebilir miyiz, münferit bir hadise midir bu, marjinal bir eylem midir?
İsteyen meseleyi hâlâ böyle görme saflığında ısrar edebilir ama biz bunu yapamayız; cübbeli, sakallı, takkeli mürtecinin heykele tırmandığı o görüntü “büyük resmin” bir parçasıdır çünkü ve o büyük resmi diğer parçalarıyla birlikte görmedikçe, bu hadiseyi de, olan biten diğer şeyleri de hiçbir şekilde anlayamayız.

O büyük resmin adı “dinselleşme”dir, o büyük resim gericiliğin toplumu dönüştürme projesidir ve proje her gün gözlerimizin önünde hayata geçirilmektedir. Güncel örneklerine hepimiz şahidiz işte: Müfredattan evrim teorisinin çıkartılması, cihadın derslerde anlatılacak olması, Ensar’la Milli Eğitim Bakanlığı’nın imzaladığı protokol, İstanbul’da İslam üniversitesi kurma planları, müftülere nikâh kıyma yetkisinin verilmesi, hilafeti diriltme arzuları “ilk başörtülü büyükelçi” şovları…
Anlaşılan, rejim 16 Nisan şaibeli referandumunu kazanıp anayasal statüye kavuşmuş olmasının da etkisiyle, “devletin fethi”ni “toplumun fethi”yle taçlandırmak için vites artırmış, dinselleşme projesine hız kazandırmış durumdadır. Çünkü toplumun, devlet aygıtı kadar kolay teslim alınamayacağı, gerek 16 Nisan Referandumu’nda gerekse Adalet Yürüyüşü konjonktüründe, çıplak gözle görülebilmiştir ve toplumun yeterli ölçüde teslim alınamadığı bir durumda rejim inşasının tamamlanamayacağı açıktır.

İktidar partisi hegemonya kurmakta zorlanmakta, toplumsal rızayı kolay kolay tesis edememekte, toplumun çok önemlice bir bölümünün nezdinde giderek meşruiyet kaybına uğramaktadır. Dolayısıyla hem bugün için dinselleşme üzerinden safları sıklaştırıp, MHP, BBP ve tarikatlar örneğinde olduğu gibi dinci-milliyetçi iktidar blokunu tahkim etmeye çalışmakta, hem de yarınki tabanını, yarınki ideal vatandaş profilini yaratabilmek için dinselleşmeye  yüklenmektedir.
Burada daha önce defalarca yazdığımız üzere, rejim belki hiçbir zaman anayasaya “Türkiye şeriatla yönetilmektedir” yaz(a)mayacaktır ama yaşadığımız süreç fiili olarak bir şeriat rejiminin kurumsallaşması, dinin siyasal ve toplumsal yaşamın hem kurucu hem düzenleyici ilkesi haline dönüşmesi olarak okunmalıdır. Yani Türkiye’de artık “Şeriat gelir mi” diye tartışmak abestir, gelen çoktan gelmiştir ve durumun böyle olduğunu bilerek hareket etmek gerekmektedir.
Dinselleşme dalgasının yükseltileceği ve iktidarın bu dalganın sırtına binerek yeni bir ivme yakalamak istediği açık olduğuna göre, “Ne yapmalı” sorusunda laiklik başlığının bir kez daha karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Din dersleri, imam-hatipleştirme, müfredattaki değişiklikler, yolsuzluk ve yoksulluğun üzerinin dinle örtülmeye çalışılması, müftülere nikâh yetkisi ve “çocuk gelin”ler meselesi, tarikat ağlarının devlet aygıtındaki etkinliği, iktidarın icraatları ile dinselleşme arasında kurulan özdeşlik… Bunların hepsi, gericiliğin toplumsal ve siyasal projesinin insanların hayatına doğrudan temas edişinin birtakım örnekleridir ve bu toplumun en az yarısında çok ciddi bir öfke birikimine sebep olmaktadır.


Eğer gericilik insanların hayatını doğrudan belirlemeye ve dinselleşme toplum üzerinde doğrudan rahatsızlık hissedecekleri bir baskı mekanizması haline gelmeye başlamışsa, laiklik mücadelesinin de doğrudan insanların gündelik yaşamlarıyla temas etme, bugüne ve geleceğe dair rahatsızlıklarıyla, endişeleriyle, meseleleriyle ilişkilenme zamanı gelmiş demektir. Bu ise laiklik mücadelesinin nasıl ete kemiğe büründürüleceği üzerine kafa yormak anlamına gelir ve yönelinilmesi gereken ilk alan eğitim alanıdır. Veli örgütlenmeleri, öğretmenlerin okullarda daha fazla inisiyatif alması, imam-hatipleştirmeye karşı semtlerde ve mahallelerde verilecek mücadeleler, alternatif evrim okullarının, atölyelerinin açılması, evrim broşürlerinin, kitapçıklarının bastırılması, zorunlu din dersleri için verilecek dilekçeler, açılacak davalar, ses getirecek kitlesel eylemler ve boykot, hepsi düşünülmeli, hepsi planlı programlı bir laiklik mücadelesinin unsurları olarak hayata geçirilmelidir.
Laiklik mücadelesinin kitleselleşip toplumsallaşması, bu mücadelenin taşıyıcısı olan, bu mücadeleyi halkla buluşturmayı amaçlayan öznenin de kitleselleşmesi ve toplumsallaşması anlamına gelecektir. “Rejime karşı nasıl mücadele etmeli” sorusuyla, “Sol bir çıkış için ne yapmalı” sorusunun kesişim noktası laiklik mücadelesidir ve bu iki soruyu ortaklaştırarak yanıtlamak artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Yalılarda oturmaya devam edebilmek adına, kendi kız çocuklarının başına gelmesine asla rıza göstermeyecekleri bir uygulamayı “Ha nikâh memuru, ha müftü, ne fark eder” diye savunabilme haysiyetsizliğinin karşısında bize düşen, artık basitçe bir hayat tarzını değil, hayatın kendisini savunmaktır ve savunma hattının kurulacağı yer de burasıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Bu yobazları bu liberaller yetiştirdi! - ENVER AYSEVER

Dangalağın biri elindeki satırla/baltalya Atatürk heykeline saldırıyor… Etraftakilere vaaz vermeye kalkıyor… Kameraları görünce yılışıyor… Sonrası malum! Sanırım kimse bu görüntüyü yadırgamamıştır. Dün de böyle tipler vardı, bugün de var. Ancak farklı olan şudur; bu adam sırtını iktidara yasladığının farkında ve oradan aldığı güçle, “yeni Türkiye benim” vurgusu yapıyor. Bir yanıyla doğrudur, çoktandır meczuplar ülkesine olduk!

Maçka Parkı’nda bir genç kadın, adına özel güvenlik denen kerameti kendinden menkul bir ahmak tarafından açıkça giyiminden ötürü taciz ediliyor, herifçioğlu işi polis çağırmaya kadar götürüyor, ardından kamuoyuna yansıyınca olay üstü örtülsün diye geri adım atılıyor. Dün de böyle alçak ve de ahmak ahlak bekçileri vardı, bugün de var. Fark şu; bu saldırgan görevli iktidarda olduğunu hissediyor ve oradan devşirdiği güçle eşkıyalık yapıyor. Gericilik ayaklanmış, her yanda salgın biçimde kendini gösteriyor.

Lümpenliğin, kabadayılığın, mafyalığın egemen olduğu bir düzen kuruldu. Fatih Terim adlı spor adamının(!) telefonla tartıştığı kişiyi dövmek için, üşenmeden onca yol yapması başka nasıl açıklanır? Sonu Terim’in istediği gibi olmuyor, o ayrı. Lâkin dükkânı basılan kebapçının sosyal medyadan yayılan görüntülerde: “Onu gördüğüm yerde döveceğim” demesi de işin cabası! Orman kanunları geçerli…

OHAL uygulamalarının bu yazdıklarımdan farkı yoktur. Padişah buyruğu verildiği an, gideceğiniz bir mahkeme yoktur. Diyelim kırk yıllık evli Ayşe ve Mehmet’le ilgili bir KHK çıktı ve dendi ki: ‘Bundan böyle Ayşe’nin kocası Mehmet değil Ahmet’tir.” Akşam Ahmet gelecek, eve yerleşecek, çocukların babası olacak ve gece mecburen yatağa gelecek ve… Neyse… İstediğin kadar ‘Bu herif kocam değil’ diye yırtın, bir kez hüküm verilmiş, o saatten sonra poponu  da yırtsan KHK ile atanmış kayyum kocayı alacaksın koynuna… Memlekette hukuk dediğin budur…

Elbet bu noktaya bir günde gelinmedi. Bir muhafazakâr kadın bakan, ailesinde kim varsa kurumlara atadı. Kim şaşırdı buna? Devlet her yanıyla böyle yönetilmiyor mu? Üstelik tüm bunlar; özgürleşiyoruz, vesayetti bitti denerek, oldu. Ömrünün tamamını Fethullah güzellemesi yaparak geçiren Gülerce, kamuoyuna ders vermeye kalkıyor. İtirafçılık, ispiyonculuk, yalancılık etik ölçü haline gelmiş. Böyle olmazsan “öteki” haline geliyorsun. Peki, tüm bunları kim yarattı?

Geçen gün bir ilan gördüm, Şirince Nişanyan Otel’de “Siyaset Kampı” olacakmış. Murat Belge, Asaf Savaş Akat, Fuat Keyman, Etyen Mahçupyan, Baskın Oran hocaymış. Hemen kayıt olmak lazım. Bu adamları dinleyerek AKP’nin nasıl iktidar olduğunu anlayabilirsiniz. Sosyalistlere küfür bunlarda, Mustafa Kemal ve aydınlanma düşmanlığı bunlarda, piyasacılık bunlarda, AB işbirlikçiliği bunlarda… “Yetmez Ama Evet” ailesinin güzide üyeleri bunlar… İşin b.ku çıkınca da “kandırıldık” diyenler. Yukarıda saydığım lümpen meczuplar cumhuriyetinin kanaat önderleri!


Mesele şu; ortalama bir siyasal İslamcının ‘cihatçı’ olduğunu ve şeriat devleti kurmak isteyeceğini bilmeyen liberallerin elinde oyuncak olduk. Şimdi yine ortadalar, yedikleri naneler yetmiyormuş gibi bize akıl vermeye kalkışıyorlar. Şunda anlaşalım: Yaşamının herhangi bir döneminde siyasal İslam’la iş görmüş birinden kimseye hayır gelmez. Demokrasi zırvası üzerinde tepinerek müftülerin nikâh kıyacağı günlere kadar geldik. Çünkü liberal “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” der. Sonra pişman olunca da “kandırıldık” deyip yırtacağını zanneder. Öyle değil kardeşim, unutmam ve bunun hesabını mutlaka sormak isterim. Siyasal tavır takınan herkes, yaptıklarının sorumluluğunu taşımalı.

Bellek yoksa yaşam yok!

Bu yobazları bu liberaller yetiştirdi!

ENVER AYSEVER / BİRGÜN


Hayat tarzı dayatmak - ÖZGÜR MUMCU

Sene 2012, sayın Erdoğan henüz başbakan. Partisinin İzmir İl Kongresi’nde konuşuyor ve şöyle diyor: “Türkiye’de kimse kimseye yaşam tarzı dayatmaya, ideoloji enjekte etmeye kalkmasın.”
Pek güzel, büyük çoğunluğun onaylayacağı sözler. 
 
Sene 2015, sayın Erdoğan artık cumhurbaşkanı. 19. Milli Eğitim Şûrası’nda konuşuyor ve şöyle diyor: “Bizim bazı sıkıntılarımız var hâlâ. Bu sıkıntıları anaokulundan başlayarak bir hayat tarzı sunarak yeneceğiz.”
 
Sonra? Sonrası iyilik güzellik. Milli Eğitim Bakanlığı, kamuoyunda Nurcu diye bilinen, Said Nursi’nin talebelerinden Hüsnü Bayramoğlu’nun önderliğindeki “Hizmet Vakfı” ile bir değerler eğitimi kitapçığı hazırladı. 
 
Devlet okullarının süratle birer imam hatip okuluna çevrildiği, “proje okulların” geleneklerinden kopartıldığı, kamusal laik bir eğitimin neredeyse hayal olduğu bir dönemdeyiz. 
 
Said Nursi talebeleriyle yapılan işbirliği protokolünden sonra Milli Eğitim Bakanlığı, iktidarın doğal bir uzantısı niteliğindeki Ensar Vakfı ile yeni bir işbirliği protokolü imzaladı. 

Cumhuriyet gazetesinde Çiğdem Toker iki gün üst üste konuyu ele aldı. Okumanızı tavsiye ederim.
İşbirliği protokolüne göre Ensar Vakfı, ortaöğretim kurumlarında kulüp kuracakmış. Vakfın, iktidarın kanatları altında gelişip serpildiği malum. Ancak başkaca malum olan ise kamuoyunun hiç azımsanamayacak bir kesiminin söz konusu vakfa karşı dinmeyen tepkisi. 
 
Tepkiler, Ensar Vakfı’nın iki öğretmeninin ve bir il yöneticisinin farklı zamanlarda çocuklara cinsel istismar ve tecavüzden mahkûm olması. Bu istismar ve tecavüz vakaları farklı şehirlerde ve farklı zaman dilimlerinde gerçekleşmiş. Dolayısıyla vakfın iç işleyişi ve denetimi belli ki ciddi sorunlar içeriyor. Sistematik ve yaygın istismar ve tecavüz vakaları konusunda bırakalım kendini savunup açıklamayı, iktidarın bazı mensuplarını da arkasına alarak saldırıya geçmiş bir yapıdan söz ediyoruz.
Bu istismar ve tecavüz vakaları haricinde işin elbette anayasada yer alan laiklik ilkesine aykırılığı da açık. Neden “değerler eğitimi” “Hizmet Vakfı” ya da “Ensar Vakfı” gibi dini vakıflara verilir? Zorunlu din derslerinin bile AİHS’ye aykırılığı söz konusuyken, değerler eğitimi neden Nurcularla, Ensarcıların eline bırakılır? 
 
“Kimse kimseye hayat tarzı dayatmasın” diyen Erdoğan neden üç sene sonra anaokulundan itibaren hayat tarzı sunmaktan bahsetmeye başlamıştır. Bu açıklamasını takiben eğitimin dini bir nitelik kazanmasının hızlanması ve tartışmalı vakıfların Milli Eğitim’e sızması nasıl değerlendirilmeli?
Bugün devletin bütün kurumları altüst halde. Sürekli yeni personel alınıyor. Bu alımlarda bazı tarikatların başrolde olduğu giderek daha fazla dillendiriliyor. 
 
Yeni bir Gülen tipi sızmanın yaşanmayacağının garantisi var mıdır? Kamusal alanı dinileştirmenin sonuçlarını devlet kurumlarının çökertilmesiyle yaşadık. Ders mi alınmadı yoksa yine “benim tarikatım iyidir” anlayışından mı medet umuluyor? 
 
Saf saf sorduğuma bakmayın. Ama yine de siz de sormaya devam edin. Bir de bu gidişata karşı eğitimde laikliğe bağlı sivil toplumun çok kapsamlı bir faaliyete girişmesinin zamanı gelmedi mi?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

1 Ağustos 2017 Salı

Yeni bir yağmur gerek… - ORHAN AYDIN


-Makyaj lağım suları ile dökülünce talanın ne olduğu anlaşıldı mı acaba?
-Hayır, işi Allah’a havale ettiler.
-Deprem için söyledikleri “Bu kadar zina ederseniz olacağı bu.” gibi mi?
-Daha da ötesi “Kâfirlik yapıp dinden çıkarsan yağmur da yağar dolu da. Allah’ın gözü üstümüzde.” diyorlar.
-Vay anasını, iyice sıyırdılar.
-Aksine, ne yaptıklarını ve niye yaptıklarını biliyorlar. Ellerinin altında tuttuklarını, bu tür söylencelerle besliyorlar. Tüm olumsuzlukları ve kötü giden her şeyi kendisi gibi düşünmeyenlerin üstüne yıkmak olmadı Allaha havale etmek gerekir!
-Heykele saldırana ‘meczup’ demek gibi yöntemlerde var.
-Oralar sıkıştıkları alanlar. Yoksa paçayı kurtaramazlar. Adam bir IŞİD elemanından farksız. Bunlardan binlercesini tüm AKP mitinglerinde ve 15 Temmuz müsameresinde görmedik mi?
-Tekbir sesleriyle valilik makam koltuğuna oturanlarını bile gördük. Parklarda, toplu taşıma araçlarında yaşanan rezillikleri gördük. Her yerdeler.
-Düşman ilan edip canlarına ot tıkadığı eski ortağının yerini şimdi bunlarla dolduruyorlar.
Bakanlıklarda, emniyette, bürokraside onlarcası var.
-Yeni eğitim müfredatını böyle bir akıldan oluşan kurulun düzenlediği söyleniyor, medeni hukuk düzenlemesiyle imamlara nikâh kıyma yetkisi verenlerde bunlar.
-Onlar bunlar diye bir ayrım yok, bunların hepsi birden aynılar.
Çalanlarda aynı küfredenlerde, talancılarda aynı yalancılarda.
-Ne olacak böyle, nereye kadar dayanacak halk?
-Canı çıkana kadar susacak bu belli. Sustukça kaybediyorlar ve 2019 seçimlerini bekliyorlar.
-Olmuyor ki sandıktan demokrasi denen şey çıkmıyor.
-Yine çıkmayacak. Onlarca kez yazdık, bağırdık. Önce oylar çalındığı için memleket çalınıyor diye, yalnız başına sandık demokrasi değildir diye, örgütlen birleş dedik, isyan etmek bir insan hakkıdır dedik.
-Korkuyorlar.
-Nereye kadar?
-Yok olana kadar.
-Direnenler var.
-Var evet. Bir avuç erdemli insan seslerini yükseltiyor.
-Sonu yok mu bu kokuşmuşluğun?
-Var. Yeni bir yağmur gerek, toprağı yeşerten, hayatı çiçeğe boğan, sevinçleri fışkırtan yeni bir yağmur.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Yeliz’in canı cihat istiyor! - ORHAN GÖKDEMİR

15 Temmuz krizini fırsata çeviren AKP’nin gerici atakları kesintisiz sürüyor. Bunların başında Milli Eğitimin dinselleştirilmesi var.

Milli Eğitim Bakanlığı zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi taslak programını askıya çıkardı. Eğitim-İş de incelemenin ardından taslak program üzerine bir açıklama yaptı. Açıklamada, “Atatürk, diğer inançlar, laiklik yok. Cihada övgü ve mezhepçilik var” denildi. Eğitim-İş’e göre söz konusu müfredat, taslak olmayı bile hak etmeyecek kadar çağdışı ve dini terör örgütleriyle mesafesiz duran bir metin. Amacının Mustafa Kemal’e, onun hatırasına ve yol arkadaşlarına, Cumhuriyet’in değerlerine bir saldırı olduğu açık. Diğer din ve inançlardan söz edilmiyor mesela. Bu yolla hem devletin laiklik ilkesi, hem Türkiye’nin imzacısı olduğu uluslararası sözleşmeler, hem de Milli Eğitim Temel Kanunu hiçe sayılıyordu. Taslak müfredat toplumu bölüyor, mezhepçiliği kışkırtıyor.
Bunlarda şaşılacak bir yan yok çünkü söz edilenler çok uzun zamandır AKP’nin siyasi programının parçaları. 15 Temmuz krizinden önce utangaçça yaptığı işlerde pervasızlaştı, programın bu kadar açık bir biçimde telaffuz edilmesinin nedeni bu.

Bebelere cihat öğretecekler ve müftülükleri nikâh yetkisi ile donatacaklar. Bir tür “AKP şeriatı” getiriliyor yani. Çürümüş, çürütülmüş bir toplumun göstermelik dini hamlelerle ayakta tutma girişimlerinin sonuncusunu Yeliz kod Ahmet Hamdi Çamlı dillendirdi; “Cihat bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin bir faydası yok” dedi. Yeliz söylediklerinde haklı aslında. AKP’ye verilen oylarla seçmenin eğitim düzeyi arasında ters orantı olduğu sır değil. Öyleyse matematikten önce cihat öğretmek şart.

                                                                               ***
Peki, nedir bu çocukları uçuracak cihat?
En sade anlamı din için adam öldürme seferi. Bütün dinlerde var içeriği. Yahudi tanrısı öldürmeyi teşvik ediyor hatta. Hıristiyanlıkta yakın zamanlara kadar meşru sayılan işlerdendi. Hala “armagedon”dan söz eden, buna inanan yobazlar var Hıristiyan dünyanın siyasi şahsiyetleri arasında. Kıyametten önce iyilik ve kötülük orduları karşılaşacak, iyilik kazanacak, kurgu bu. İyilik ordusu dediği Yahudi-Hıristiyan ordusu tabii.

Müslümanlar geri kalır mı, “sürekli savaş”a dönüştürdüler kavramı, müminin nefes alıp verdikçe yapması gerektiği bir işe çevirdiler. İşte tablo ortada; insanın insanı boğazladığı bu düzen esinini dinlerin o karanlık torbasından alıyor. Emperyalizmin muhtaç olduğu esinin kaynağı da dinler haliyle. IŞİD, El Kaide gibi kiralık katliam organizasyonlarının elinin dinde, poposunun emperyalizmin kucağında olması rastlantı değil.

“Ulema”ya göre “bir amaca yönelik olarak olanca gücü kullanmak” anlamındaki “cehd”den geliyor. İslam’da kavuştuğu anlam, tanrı uğrunda silahlı savaş. Bu savaşın amacı tanrının sözünü yüceltmek. Yani Kuranı ve hükümlerini “tüm düşünce, inanç ve din”lerin üstüne çıkarmak ve egemen kılmak. Ayet ve hadislerde, çoğu yerde "cihad" bu anlamında, yani “tanrı yolunda ve din uğrunda silahlı kutsal savaş" anlamında kullanılmış. Bu anlamda kullanıldığı da açıkça belirtilmişti; "Kâfirlerle savaşmak, onları öldürmek, onların elinden mallarını, mülklerini almak, yağmalamak, mabetlerini yıkmak, putlarını kırmak."

Bir anlamı daha var: Tanrı ve din uğrunda manevi savaş. Ama bunun da makbulü silahlı savaş ile birlikte yapılan. İma ettikleri çeşitli. Biri, her tür şeytanın oyununa karşı uyanık olmak, ödün vermemek, şeytanı yenmeye çalışmak. Bir başkası, nefisle savaşmak. Dünyanın baştan çıkarıcı zevklerine yüz vermemek. "Cihad"ın bu anlamını benimseyen daha çok “light” islam gizemcileri.
Hal bu olunca “kesintisiz cihat” yaklaşımı öne çıkıyor. Peygamber, ümmetinin cihadının, "kesintisiz" olacağını ve kıyamet alametlerinden olan "DeccaI öldürülünceye kadar" süreceğini bildirmiş. Kanıtı hadis.

Kimlere karşı yapılacak cihat? Genel olarak tüm kâfirlere karşı. Hadislere bakılacak olursa Müslüman olmayan herkesle savaşmak şart. Yani ya öldürülecekler ya Müslüman olacaklar. Bunlar da hadislere göre ikiye ayrılıyor: Putperestler ve "kitap” ehli.  Muamele ise Müslümanlarla aralarında saldırmazlık anlaşması olması veya olmaması durumuna göre değişiyor. Anlaşma yoksa bu durumda olanlar, iki şeyden birini seçmek zorundadırlar: Ya İslam ya da ölüm. Emir açık: "Bunları yakalayın, nerede bulursanız öldürün." Kaynak Egemen Bağış’ın “bakara makara”sı. Bu hüküm, dinden dönenler için de geçerli. Kaynağa göre anlaşma varsa, antlaşmanın gereğine uyulur. Ancak bu durum, Peygamber döneminde, sadece İslam'ın güçlenmesine değin sürmüş. Sonrası için söz konusu değil. Bir ayete bakılacak olursa arada antlaşma olan putperestlere, "yeryüzünde dolaşabilmeleri için dört ay süre" verilmiş. Bu süre geçtikten sonra, onlara karşı Müslümanların ne yapmaları gerektiği şöyle ifade edilmiş: "Nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin… Eğer tövbe ederler, namaz kılarlar ve zekât verirlerse serbest bırakın.”

“Kitap ehli”, yani Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiler için de durum putperestlerden çok farklı değil. Bunların önlerinde üç seçenek var: Ya islam, ya cizye, ya ölüm. Müslümanlarla aralarından anlaşma varsa antlaşma hükümlerine uyuluyor. Durun “iyi işte anlaşmaya uyuyorlar” demeyin. Sünnete bakmamız gerekiyor bu durumda. Peygamber döneminde, arada "saldırmazlık antlaşması" bulunan kimi kitap ehline "antlaşma hükümlerini bozuyorsunuz, kimileriniz gidip şurada burada aleyhimizde bulunuyor" denerek saldırılmış ve öldürülmüş. "Ben-i Kurayza” adlı Yahudi kabilesi o talihsizlerden biri. Bunları kılıçtan geçirtirken, iddialara göre Peygamber de başlarında bulunmuş, müminlerini iyi katliam yapıyorlar mı diye denetlemiş….

                                                                           ***

Bir soru daha; Cihat “farz” mıdır, farz ise ne zaman farzdır, hangi şartlarda farzdır? Aslında her durumda!
Düşmanın saldırısı söz konusu değilken "kifayeten farz" (Farz-ı kifaye) söz konusu mesela. Müslüman “kafir”e durup dururken, sırf canı öyle istediği için saldırabilir demek bu. İlgililer de sırf Müslümanın biri canı istiyor diye gereğini yapmak zorunda. "Kafirler"e seçenekleri göstermelidirler ama. Kafirler, durumlarına göre seçeneklerden birini kabul etmek zorundadırlar. Kabul etmiyorlarsa, Müslüman ilgililere düşen cihattır. Eğer cihat hiç yapılmıyor ve toplum cihatsız bırakılıyorsa, suçlu toplumdur. Çünkü kişilere değilse bile, toplumun bütününe yüklenmiş olan "farz" yerine getirilmemiştir.

Peki, toplum cihada çıkınca ne yapar?
Tabii ki öldürür. Kimleri öldürür? Eli silah tutan tüm erkekleri. Bunun neredeyse istisnası yok, yaşlılar ve deliler dâhil. Karşı tarafta olan "yakınlar-akrabalar", aileden kişiler de öldürülür kurala göre. Ayetlerde, "iman"ı bırakıp kâfirlik yolunu seçen babanın, kardeşlerin dost edinilemeyeceği, cihat söz konusuysa babaların, oğulların, kardeşlerin, eşlerin ve kabile üyelerinin tanrı ve peygamber karşısında önemlerini yitirecekleri, bunlara karşı savaşılması gerektiği bildiriliyor.

                                                                           ***

AKP’nin hazırladığı yeni müfredatla çocuklara öğretilecek olan işte bu; Din uğruna ölmek, öldürmek, tutsak, düşmek, tutsak almak, yakmak, yıkmak, yağmalamak, kendisi gibi olmayana, kendisi gibi düşünmeyene işkence etmek… Suriye’de, Irak’ta emperyalizm destekli IŞİD denilen şu katiller şebekesinin yaptıklarına bakın. Cihattalar işte!

Yeliz’in ve şebekesinin istediği, özlediği şey tam da bu işte. Baba oğlu, kardeş kardeşi öldürsün istiyor Yeliz ve arkadaşları, çocuklar buna göre yetiştirilsin diyor. Hile, hurda da var cihatta. Tek hedef var çünkü; Düşmanı, güya Müslüman olmayanı yenmek, öldürmek, yok etmek. Müslüman olmayan kim? Yeliz ve ait olduğu şebeke dışındaki herkes. İktidar çoktan arkasından dolaştı eğitimin zaten. Seçmeli dersler arasında “siyer” var mesela. Peygamberin gaza ve cihatlarını anlatıyorlar çocuklara. Bildiğiniz cihat dersi. Bu kez farkı kapsamında. Bütün öğrencilere öğretmek istiyorlar cihadı.

Uygulamada bir anlamı yok elbette. ABD yedeğindeki Suudiler mi çıkacak cihada, yoksa yağı bol bulmuş ve neresine süreceğini bilmeyen Katarlılar mı? Halifelik gibi cihad da “müminlerin” ortasına atılmış içi boş bir tenekedir. Çok gürültü çıkarır ama etkisizdir. Osmanlı da denemeye kalktığı her seferde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı zaten. En son V. Mehmed tarafından ilan edilmiş, Cihan Savaşı’nın bütün Müslümanlar tarafından umumi bir cihat olarak telakki edilmesi emredilmiş. Tabii kulak asan olmamış, kim takar V. Memed’i. Pılıyı pırtıyı toplayıp ülkeden de kaçtılar ardından.
Cumhuriyet öyle kuruldu.

Ama şurası açık, matematikten nasibini almamış gericilik yine cihat istiyor. Bunun sağladığı bir açıklık daha var: Gericilik sen dur demezsen durmaz!

Yeliz nerden bilsin cihadın içi boş bir tenekeden ibaret olduğunu. Öğrenir yakında, matematiksiz olmaz bu işler!

Orhan Gökdemir / SOL

*Boyun Eğme’nin 85. sayısından

19 Mayıs’ın yüzüncü yılında yeniden!.. - FİKRİ SAĞLAR

Milli Görüş eğitiminden gelseler dahi bugünkü AKP kadrosu, Erbakan’ın da ötesinde “emperyalist güçler” adına hareket etme kararı nedeniyle “din siyaseti” güden geleneksel partilerinin dışında bir parti kurguladı… Ana ekseni oluşturan Gülencilerin yanı sıra, çeşitli tarikatların desteğiyle 2002 yılında bir “cemaatler koalisyonu” hükümeti oluşturuldu!..

                                                                             •••
1. AKP hükümetinin başı Abdullah Gül’dü. Ancak Gül yerine o günkü Genel Başkan, asıl başbakan olarak dünyanın sayılı ülkelerinin siyasal yönetimleriyle görüştürüldü. Bizim Dışişleri Bakanlığı aylarca uğraşsa dahi organize edemeyeceği bir turne yapıldı. ABD Başkanı’ndan İngiltere Kraliçesi’ne, Fransa Başkanı’ndan Almanya Şansölyesi’ne varıncaya kadar ekonomi ve siyasetin en üst noktalarına Erdoğan tanıştırıldı. Bu gizemli ve bir o kadar da etkili turneyi düzenleyenin kimliği çok belliydi!..
                                                                             •••

BOP Eş Başkanı olduğunu övünerek açıklayan anlayış, doğal olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan yurttaşlarına hizmet etmek yerine, daha ilk andan itibaren işbirliğinde bulunduğu dış güçler adına ülke kaynaklarını kullanacağı açıktı!.. Oluşan bu yapı bir taraftan enerji savaşlarında, “Türkiye’nin jeopolitik” konumu nedeniyle taraf olduğu ülkelere çıkar sağladı, devletin gücünü onlar adına kullandı. Diğer yandan da bu hizmetinin karşılığında Ortadoğu coğrafyasında yaşayanların lideri olma talebini dillendirmeye çalıştı…
                                                                             •••

Giderek hırs arttı… Hedef şaştı!.. “Mağdur” edebiyatıyla oluşturulan sempati, “mağruru” oynarken kaybolup gitti!..
Demokrasiyi sandığa indiren düzen muhalefetten yoksun bırakılınca, insan hakları, eşitlik ve özgürlük kavramları da yok sayıldı… İçeride uygulanan din tacirliği, insanları birbirlerine düşürme manevraları, inanan inanmayan ayırımları toplumu kutuplaştırdı, böldü ve iç barışı yok etti…
Bu, baskıcı yönetimlerin her zaman başvurduğu kalleş bir yoldu.
İçeride böyle bir tehlikeli durum yaşanırken Suriye, Irak başta olmak üzere Ortadoğu kaosu gelişti. Yaratılan yeni terör örgütü IŞİD ve diğer İslami terör örgütleri, yönetimlerin müsamahası nedeniyle Türkiye’yi merkez üs haline getirdiler. Ülke mevcut siyasal yönetimin uyguladığı bu tehlikeli durumla mücadele ederken, Doğu Akdeniz’in altında bulunan petrol ve doğalgaz kaynakları bugünkü yönetimin arkasındaki güçler tarafından paylaşıldı. Bize de sadece boş boş bakmak kaldı!..

                                                                             •••

Bilinen o ki; kaprisler, kinler ve bunlara uygun sürdürülen kasıtlı politikalar cumhuriyeti müthiş zorluklarla karşı karşıya bıraktı... Geçmişle ilgili yalanlar, inanılmaz çarpıtmalar, aleniyet kazanan nefretlerle 90 yıllık cumhuriyetin temel değerleri yok edilmek istendi... Çağdaşlık, modernite, yaşam standardının yükseltilmesi, üretken bir ekonomi, adil bölüşüm, adalet gibi kavramlar dışlandı… Milli bayram kaldırılmaya çalışıldı. Laik Demokratik Cumhuriyetin kuruluş öyküsü aşağılandı!..

                                                                              •••

Bu gelişmeler sırasında Türkiye, ekonomik ve siyasal anlamda iflasın eşiğine gelmişken 15 Temmuz hain FETÖ kalkışması yaşandı!.. AKP iktidarı, ilk günden beri birlikte yürüdüğü Gülen Cemaati’nin bilinçli olarak TSK’ya girmelerine müsaade ettiği, ama sonrasında devleti tek başına yönetme kavgasına tutuştuğu FETÖ’cülerin kalkıştığı hain darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirerek bir zamanlar birlikte olduğu yol arkadaşlarını temizlemeye başladı...
Bu vesile hukuk devleti olmaktan vazgeçildi. Ülkede OHAL ilan edildi... İstediği yönetim tarzını oluşturmak adına tarumar ettiği “laik, demokratik “ rejimi yok sayan bir Anayasa değişikliği yaptı!.. Tüm yetkiler “tek adama” verilerek, bir yandan tüm sektörlerde yaşanan kaostan kurtulmaya çalışıldı, diğer yandan da karşısında hiçbir konuda muhalif güç bırakmayan bir düzen kurması tasarlandı…

                                                                             •••

Henüz Anayasa değişikliklerinin büyük bir kısmı yürürlüğe girmedi. Ancak iki önemli adım atılarak rejim değişikliği fiilen başlatıldı. Cumhurbaşkanı partili oldu. HSK atamaları gerçekleşti.

                                                                             •••

Partili Cumhurbaşkanı şu anda hem valiyi atıyor. Hem de metal yorgunu dediği partisinin il başkanını… Hangisi o ili yönetecek!.. Devlet yurttaşına nasıl tarafsız hizmet verecek?.. Bırakın zavallı sade yurttaşı!.. Devlet kimin adına işleyecek?.. Asıl mesele de bu!.. Devlet bir partinin malı oldu!.. Ordu’da Bakan Kurtulmuş önünde gerçekleşen olayı anımsayın!.. AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı’nın zabıtaları, Ordu Emniyet Müdürü’nün korumalarını koltuk yüzünden dövdü… O polisler artık Ordu’nun sade vatandaşını koruyabilir mi?.. Ordu’da hırsızı tutuklar, katili bulabilir mi?..
                                                                              •••

AKP iktidarı işbaşına getirildiği günden itibaren, gizli hedefine ulaşmak adına, “Laik, Demokratik Cumhuriyetin” temel ilkelerinden ikisini değiştirme çalışmasını başlattı... Bunlar “Evrensel hukuk ve bilime dayalı çağdaş eğitim!..” 15 yıldır hukuk devleti olmaktan çıkarıldık!.. Dünyadaki bütün kurum ve kuruluşlar Türkiye’de; evrensel hukuk ilkelerine uyulmadığını, adil yargılamanın olmadığını, insan haklarına riayet edilmediğini, haksız tutuklama yapıldığını, masumiyet karinesine uyulmadığını ve delillerin sanık lehine kullanılmadığını raporlarında dile getirdiler!.. Şeriat yasalarına atıfta bulunan bir adalet anlayışı öne çıkarılmaya çalışıldı.
Eğitimde ise büyük bir gerileme var!. Hedef kindar ve dindar nesil yetiştirmek!.. 5 yaşından başlayan ve bilimden uzak, dine dayalı bir eğitim sistemi oluşturuldu. Fen ve felsefe dersleri yok edildi. Başta Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve kuruluş ilkeleri ile ülkenin en önemli değerleri ders programlarından çıkarıldı. Sosyal ve kültürel aktiviteler dışlandı. Kızlı, erkekli eğitim kaldırılmaya çalışıldı. Böylece en önemli yatırımımız olan insan gelişimini yok sayan bir model uygulanmaya çalışıldı…
                                                                             •••

Amaç belli; “Laik Demokrasiden” uzaklaşmak!.. AKP, laiklikten hiç haz etmiyor!. Çünkü biliyor ki “laik düzen” klasik anlamda sadece din ile devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı bir düzen değil!. Laiklik; insanın saygın olduğu, haklarının kabul gördüğü, düşünce ve ifade özgürlüğüne ulaştığı, kimseye biat etmediği, kadın ile erkeğin eşitliğine inanıldığı, çağın gelişiminin takip edildiği bir düzen. Kısaca laiklik; insan ve toplumun tüm değerlerinin kabul gördüğü, inanç ve ibadetin özgürce yapılabilmesinin güvencesi olmasıdır!.. Bu kavramlar AKP’nin işine gelmez!.. Aslında AKP, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik olmasına karşıdır!.. Bunu saklamıyor da!.. TBMM Başkanı “Laiklik Anayasa’dan çıksın” diyor. Müftülere, imamlara nikâh kıyma yetkisine veriliyor. Türbanlı hâkimler, savcılar, subaylar, polisler ve de memurlar kamuda çalışıyor. Devlette hizmet verenle hizmet alan yurttaş arasında güven yok edildi. Kimsenin umrunda değil!.. Şimdi bir İslam ülkelerine benzer türbanlı büyükelçilerimiz de oldu!.

Laiklik olmadan demokrasi ve insan hakları oluşamaz!. Çağdaşlık, özgürlük ve eşitlik laik ülkelerin en önemli değerleridir!.. Evrensel hukuk ilkeleri ve adalet kavramı laiklikle eşdeğerdir. Dincilik emperyalizmle iç içedir!.. Neoliberelizm siyasal dincilerle yürür!.. Dincilik biat ettirir. Biat edilen yerde sömürü, hırsızlık, yolsuzluk ve baskı vardır!.. Tek adamın hükmü biatin olduğu yerde kalıcıdır!.. Laiklik, diktatörün en güçlü düşmanıdır!..

                                                                             •••

İddiaya göre AKP’nin ütopyası; 2019 ‘da ki seçimlerde “Anadolu İslam Devletinin” temellerini atmakmış!.. Bu kabul edilecek bir şey değil. Laik demokratik hukuk devletini kurmak, emperyalizm, neo-liberalizm ve sömürü düzenine karşı çıkmak için SOLA büyük bir görev düşüyor… Tıpkı 19 Mayıs 1919’da olduğu gibi yüz yıl sonra 2019 da yeniden tam demokrasiye ulaşmak için tekrar Samsun’dan yola çıkmak gerekiyor…

Fikri Sağlar / BİRGÜN


Hüsnü Mahalli ve Erdinç Bakla: 30 metre ve 3000 yıl arayla... - Erol Manisalı

Bodrum’da, Dibeklihan Kültür ve Sanat Merkezi’nde, 25 Temmuz söyleşisinde Hüsnü Mahalli ile beraber olduk. Batı emperyalizminin yüz yıllık bölge planı hakkında şu öngörülerde bulundu:
1) Batı, Lozan’ı kabul ederken kafasında, Sevr’i bir asır erteleme kararı vardı. 1920’deki Sevr, 2020’ye ertelendi.
2) Arapların eline Filistin oyuncağını tutuşturdu, onlar Filistin kavgası ile İsrail’e kilitlendiler.
3) Lozan’la tapusu alınan Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin başına da Kürtleri musallat etti. Barzani’den başlayarak PKK’ye kadar işleri, bugünkü sorunlar yumağının içine soktular.
4) Ve Türkiye bugün yaşanan fiili durum ile 2020’de Sevr’e doğru götürülüyor. Ve Mahalli ekliyor; “Bu durum beni ürkütüyor”. Bütün bu gidişat, Sevr’i bir asır sonra uygulamaya koymak içindir.
Mahalli’nin çarpıcı ancak bugünkü fiili gidiş ile örtüşen öngörüsüne belki bir iki ekleme yapmak gerekir: Sohbet toplantısında da öne sürdüğüm gibi; Türkiye emperyalist güçler tarafından bu sonuca götürülmek istenirken ortada bir sacayağı oluştu.

 
Türkiye’de emperyalizmin Lozan’ı parçalama hedefleri konusunda, “emperyalizm, Kürtçüler ve dinciler” üçlü bir işbirliği kurmuş durumdalar. FETÖ bunun koçbaşı yapıldı; emperyalizm, Kürtçülük ve dincilik birleşti. Atatürk Türkiyesi’nin kurumlarını ve değerlerini ortadan kaldırmak istiyorlar.
Dinciler, bölücüler ve emperyalistlerin hedefleri bütünleşmiştir. Benim bu değerlendirmeme Mahalli de katıldı. 
 
Hedefleri Lozan’ı, Cumhuriyeti, Atatürk devrimlerini yıkmaktır. Ergenekon ve Balyoz bu hedeflere yönelik olarak yapılmıştır. 
 
Mahalli’ye göre “İslamcılığın radikali, ılımlısı olmaz. Müslüman Kardeşler, El Nusra, El Kaide, IŞİD bir bütünün parçalarıdır”. Bu bir havuzdur. 
 
Sacayağının Türkiye’de son 20 yılda hızlandırılan oluşumu, ülkede iki katmanlı bir kutuplaşma üretti.
 
Geldiğimiz çarpıcı ikilem
 
Yaşam tarzından ekonomiye, eğitim politikasından siyasete, askere ve polise kadar uzanan çift katmanlı Türkiye. Aynen tutuklu Kadri Gürsel’in savunmasında ifade ettiği gibi.
-Demokrasi ve faşizm tarafları karşı karşıya.
-Uygar ve çağdaş yaşam tarzından yana olan laik insanlarla, Medeni Kanun’u yüz yıl öncesine götürmek isteyenler cepheleşmişler.
-Cumhuriyet ve Sözcü’ye yapılan saldırılardaki “trajikomik iddialar” bu kutuplaşmanın taraflarını zaten açıklıyor; güzellikler ve çirkinlikler kutuplaşmışlar, çağdaşlık ve çağ dışılık karşı karşıya.
Hüsnü Mahalli ile söyleşmeden önce, yandaki salonda değerli sanatçı dostum Erdinç Bakla’nın “Anadolu tanrıçalarından eski uygarlıklara kadar uzanan olağanüstü güzellikteki eserlerini” doya doya seyrettim, keyif aldım.
Arkasından bu defa Mahalli’nin Türkiye’deki ve dünyadaki “çirkinlikleri” gözler önüne seren çarpıcı vahşete tanık oldum. Dünkü tanrıçalardan bugünkü emperyal tanrılara...
30 metre yan yana, güzellik ve çirkinlikler sergilenmişler. Bizler de arada sıkışıp kalmışız. Aynen, ülkenin gericilik ve çağdaşlık arasında sıkışıp ezilmesi gibi.
Bir yanda Mahalli’nin vahşet öngörüleri, öte yanda Erdinç Bakla’nın uygarlık anıtları. 30 metre ve 3000 yıl arayla aynı mekânda...
***

Sevgili dostum Yılmaz Büyükerşen; tarih boyunca halkçı başkanlar, halk düşmanları ve uşaklarının saldırılarına hep uğradılar, geçmiş olsun dileklerimle...


Erol Manisalı / CUMHURİYET

Lozan’a lanet - ALİ SİRMEN

Olay geçen hafta Eskişehir’de meydana geliyor. Eskişehir ADD, ÇYDD ve Eğitim-İş’in Lozan’ın 94. yılını kutlama töreni ile ilgili duyuruları meçhul kişiler tarafından üzeri boyanarak, değiştiriliyor, “kutlu olsun” ibaresi “lanet olsun” şekline sokuluyordu. 

 
“Lozan Antlaşması’nın 94. yılı lanet olsun” deyimi bir biçareliğin itirafından başka bir şey değildir.
Her zaman, ilerlemenin karşıtlarının ve laik Cumhuriyet düşmanlarının onun kurucularını karalamak ve küçümsemek için saldırdıkları ana hedeflerden biri olmuştur Lozan. 
 
Lozan’ın bir zafer olmayıp bir hezimet olduğunu ileri süren aklıevvellere dikkatle bakın, göreceksiniz ki onlar laik Cumhuriyete de karşı oldukları için Türkiye’nin tapusuna saldırmaktadırlar.
Aslında barış antlaşmalarını zafer veya hezimet olarak nitelemek saçmadır. 
 
Barış antlaşmalarında aranması gereken husus onların, tarafların hepsinin varlık ve yaşamsal çıkarlarını güvenceye alan adil ve kalıcı (sürdürülebilir) bir barışı sağlayacak öğelere sahip olmalarıdır. 
 
Eğer bir barış antlaşması bu özelliklere sahip değilse, daha imzalandığı andan itibaren gelecek savaşın tohumları atılıyor ve her iki tarafın da varlıklarını koruyacak asgari koşullar sağlanana kadar sürecek çatışma daha o andan itibaren filizlenmeye başlıyor demektir. 

***

Böylelikle her savaşın kendi barışını, her çarpık barışın da kendi savaşını doğurduğu savaş- barış diyalektiği oluşur. 
 
Bunun en güzel örneği de, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra galip İtilaf Devletleri’nin mağluplara dayattığı barış koşullarıdır. İtilaf Devletleri’nin, Versaille’da Almanya’ya dayattıkları koşullar sürekli bir barışı sağlayamadığından, milyonlarca insanın canına mal olan 2. Dünya Savaşı patlak verdi. 
 
Lozan, Sevres’in koşullarını kabul etmeyen Türkiye’nin silaha sarılarak, verdiği mücadeleden sonra kendi varlığını ve gelişmesini sağlayacak koşulları elde ettiği için başarılı sayılır. Ve bu başarı İtilaf Devletleri dayatmasını kıran ilk barış antlaşması olması açısından da evrenseldir. 
 
Barış antlaşmalarına alınan veya verilen toprak açısından bakmak, köhnemiş bir tarih anlayışının ürünüdür ve saçmadır. Lozan’ın tarihimizin en fazla toprak kaybedilen anlaşması olduğu safsatası, hem yanlış bir bilginin hem de yanlış bir yaklaşımın ürünüdür. Sevres’in getirdiği dayatmalar, Anadolu’da Türk insanına kendi varlığını sürdürüp geliştirmek imkânını vermiyordu. Ama Lozan, ulus devletin varlığını sürdürüp geliştirmesinin bütün koşullarını sağlıyordu. Emperyalist emeller gütmeyen, zaten gütmesine de imkân olmayan bir toplumun da, bundan fazlasını beklemesinin anlamı yoktur.
***

Lozan görüşmeleri çok eşitsiz koşullar altında cereyan etti. Bir yanda dünya savaşının galiplerinin lideri İngiltere vardı, (Amerika yine Monroe doktrinine dönerek, bir süre için Avrupa ile ilgisini kesmişti) öbür tarafta ise koskoca bir imparatorluğun enkazı üzerinde ayakta durmaya çalışan çok güç koşullardaki Türkiye. 
 
Bütün elverişsiz koşullara karşın Türkiye kendini 1. Dünya Savaşı’nın mağlubu değil, Kurtuluş Savaşı’nın galibi eşit bir taraf olarak kabul ettirmeyi ve varlığı ile gelişmesi için elzem olan koşulları elde etmeyi başarmıştır. 
 
Bugün Lozan’ın 94. yılında eğer Türkiye milli eğitimiyle, kültür ve sanatıyla, tarımı ve sanayii ile, demokrasisi, basın özgürlüğü ve adil olmayan yargısı ile göğüs kabartacak bir durumda değilse, bunun nedenlerini Lozan’da ne yaptığımızda değil, Lozan’dan sonra ne yaptığımızda araştırmak gerekir. 
 
Çünkü Lozan bize bugün her açıdan çok daha ileri bir düzeyde olmamızı sağlayacak imkânları temin etmişti. 
 
İşin ilginci, Lozan’ı lanetleyecek kadar kendini kaybetmiş laik Cumhuriyet düşmanları o imkânların yeterince değerlendirilememesinin baş sorumlularıdırlar. 
 
Lozan’ı lanetleyenler, şimdi hem suçlu hem de güçlü rolündedirler.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

31 Temmuz 2017 Pazartesi

‘Önce Amerika’ - Yalnız Amerika.. - Ergin Yıldızoğlu

ABD hegemonyasının gerileme süreci, geri dönüş noktasını (Irak savaşıyla mali kriz arasında bir yerde) geçti. ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurduğu, Soğuk Savaş bittikten sonra tek merkezli bir imparatorluğa dönüştürerek kalıcılaştırmayı arzuladığı ekonomik, siyasi mimari çöküyor. ABD yönetimi bu gerçeği yadsıyarak, hâlâ hegemonyacı, “vazgeçilmez” ülke konumunda bir değişiklik olmamış gibi davrandıkça, korumaya çalıştığı düzenin çöküşü hızlanıyor. 

 
Geçen hafta, ABD kongresinde onaylanan, Rusya’ya yönelik yaptırımlar bu paradoksa çok güzel bir örnek oluşturuyor.
 
Yönlendirmek mi?
 
Uluslararası ilişkilerde hegemonya kavramı bir devletin, bir grup devleti zor kullanmaya gerek kalmadan yönlendirebilmesine olanak veren konumuna ilişkin kullanılır. Hegemonyacı konumundaki devlet bu bir grup devleti, herkesin yararına işlediği varsayılan bir “düzen” içinde bir arada tutar, grubun içinde barışı, dışardan tehditlere karşı da güvenliği sağlar. 
 
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD bu konumdaydı. Bu durumun sarsılmasına, sonra çökmeye başlamasına yol açan olayları burada tekrarlamaya gerek yok. O süreci atlayarak bugüne gelirsek, şurası açık ki Donald Trump’ın “Önce Amerika” politikası, ABD’nin, artık kendi çıkarlarını, başta Avrupa Birliği üyeleri olmak üzere yönlendirmekte olduğu devletler grubunun, çıkarlarıyla uyumlu biçime tanımlayamadığının bir itirafıdır. 
 
Bu durum, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD hegemonyasının kurduğu ekonomik siyasi ve güvenlik mimarisinin, belki de en önemli ülkesi olan Almanya’nın yöneticilerinin gözünden kaçmadı. Rusya ve Çin’in yanı sıra, bence en az Çin’in yükselmesi kadar önemli sonuçlar yaratmaya aday olarak yükselmeye başlayan Almanya’da, Angela Merkel, Alman halkına ve Avrupa Birliği üyelerine yönelik olarak “artık güvenliğimiz için başkalarına yaslanamayız, kendi güvenliğimizi kendimiz sağlamak zorundayız” deyiverdi. Böylece Merkel, ABD’nin çıkarları, güvenlik politikaları ile Almanya’nınkiler arasında bir çatlağın oluştuğunu saptamış oluyordu.
 
Yalnızlaşmak mı?
 
Merkel’in bu açıklaması büyük yankı yaptı, NATO’nun, “Batı Bloku’nun”, Batı merkezli dünya ekonomisinin (küreselleşmenin) geleceği üzerine tartışmaları daha da yoğunlaştırdı.
ABD yönetici seçkinlerinin bu çatlağı kapamak için harekete geçmesi gerekirken, Rusya’ya yönelik olarak açıkladıkları yeni yaptırımlar bu çatlağı derinleştirmeye başladı. 
 
Birincisi, bu kararın gerekçesi (Rusya demokratik süreçlerimize- başkanlık seçimlerine - müdahale etti), ülke içindeki yönetim krizini ABD müttefiklerinin çıkarlarına zarar verecek biçimde uluslararası düzeye taşıyordu. İkincisi, Rusya’yı hedef alan yaptırımların aslında Almanya-Rusya arasında inşası planlanan “Kuzey Akım 2” doğalgaz hattını, Avrupa sermayesinin Rusya’daki etkinliklerini, ABD sermayesinin çıkarları doğrultusunda hedef alıyordu. Almanya, büyük ölçüde onun hegemonyası altında işleyen Avrupa Birliği yönetimi, tepkisini, “Bu kabul edilemez, kendi enerji politikamızı kendimiz belirleriz, gerekirse uygun yaptırımlarla ABD’ye misilleme yapabiliriz” biçiminde ortaya koyunca, ABD’nin uluslararası polislik iddialarının ve kapasitesinin sınırları da gözler önüne serildi.
 
İkincisi, yaptırımlar, başta enerji sektörü olmak üzere birçok alanda çok yönlü ekonomik ilişkiler içinde olan Rusya ve Çin’in, ABD’nin uluslararası düzenine karşı işbirliğini daha da derinleştirmesine yol açarak, ABD ile Çin arasındaki gerginliklere bir yenisini ekledi. Tam bu noktada, Kuzey Kore’nin en son kıtalararası balistik füze denemesine gelebiliriz. Çin’in yanı sıra Rusya da, ABD’nin baskılarına karşın Kuzey Kore’nin yanında yer aldıkları görülüyor.
Özetle, ABD bu yeni yaptırımlarla, Avrupa’yı, Rusya’yı ve Çin’i aynı anda karşısına alıyor. Böylece, “Önce Amerika” politikası, “Yalnız Amerika” sonucu üretiyor. Yükselen güçleri, ABD’nin kapasitelerini test etme konusuna cesaretlendiriyor, büyük güçler arası barışın bir kazaya kurban gitme olasılığını artırıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Halil İnalcık, Osmanlı uleması ve tarihçilik.. - TANER TİMUR

Benim tanıdığım Halil İnalcık bir “Osmanlı alimi” değil, bir “Osmanlı uzmanı” idi ve cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yaşam öyküsünü anlattığı “nehir söyleşi”sinde adı en çok geçen devlet adamı Atatürk’tü. 


Halil Hoca’yı geçen yıl kaybetmiştik. 25 Temmuz 2016’da aramızdan ayrılmıştı. Oysa bu ilk ölüm yıldönümünde onu anarken karşılaştığım garip bir haber beni yıllar öncesine götürdü ve geçen yıl yazamadığım bazı şeyleri söylemeye yönlendirdi: Murat Bardakçı’nın yazdığına göre (Habertürk, 23 Temmuz 2017), “Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla” İnalcık’a “geleneksel ‘ulema kabri’ yapılmıştı” ve salı günü de, Prof. İnalcık için Fatih Camii’nde mevlit okutulacaktı. Hoca’nın mermer mezar taşına da ünlü bir hattatımız tarafından yazılan yazı nakşedilmişti. Koyu bir Osmanlıca ile yazılan ve bugünkü dile çevirisi ile verilen Kitâbe’den şu satırlar dikkatimi çekti: “Halil İnalcık, şimdi mutlaka Fatih Sultan Mehmed’in yanında, onun bağrındadır; İstanbul’un fethini bizzat ondan dinliyordur ama bizler burada üzgün ve boynu bükük haldeyiz”.

•••

Tam yılını hatırlamıyorum ama Halil Hoca’yı 1960’larda tanıdım. 1956’da SBF’de “İdari Teşkilat Tarihi” dersleri vermeye başlamıştı. Ben Anayasa kürsüsüne asistan olduğumda, Fakültemizde Devrim Tarihi dersini de o veriyordu. Asıl görevi DTCF’de olduğu için bizde odası yoktu; derse gelişlerinde onu ben ağırlıyordum. Dersten sonra bir kahve içip sohbet ediyorduk. Henüz Türkiye’de bile  çok tanınmıyordu; ben de tarihçi değildim; ama ondan çok şeyler öğreneceğimi hemen anlamıştım. Sonra kürsü değiştirdim; yeni ders programında temel dersler arasına konulan bu dersi anlatmak bana düştü. Derslerimde de onun çoğaltılmış ders notlarından çok yararlanıyordum. Asıl alanı Devrim tarihi değildi, ama Halil Hoca o konuya da hakkıyla hâkimdi. Daha sonra da “The Caliphate and Atatürk’s Inkılab” (Hilafet ve Atatürk Inkılabı) başlıklı çok değerli bir makalesi yayınlandı (Belleten, 1982, sayı: 182). Türk Devrimi hakkında yazdığı çeşitli yazılar arasında, özellikle anılmaya değer bir incelemedir bu. Kendisiyle 1980’lerde Paris’te de –bizde veya ortak dostlarda- defalarca buluşup, konuşmak fırsatı bulmuştuk.

•••

Benim tanıdığım Halil İnalcık bir “Osmanlı alimi” değil, bir “Osmanlı uzmanı” idi ve cumhuriyet değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Yaşam öyküsünü anlattığı “nehir söyleşi”sinde adı en çok geçen devlet adamı Atatürk’tür. “Ben Atatürk’ün açtığı Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okudum” diyordu; “biz onun özçocukları gibiydik; öldüğünde hakiki bir yas sardı bütün Türkiye’yi. Biz onun mektebinde okumuş öğrenciler olarak çok sarsıldık (...) Hakikaten Türkiye’yi kurtaran, bir devlet ve millet yaratan bir liderdi Atatürk”.1 En bağlı olduğu ilke de laiklik ilkesiydi ve “Atatürk’ün İslam düşüncesi”ni şöyle özetliyordu: “Din bireyin vicdanına aittir; onu bir zorunluluk haline getirmek hatadır. Zaten İslam Tanrı’yla birey arasında bir ruhban sınıfı, bir zorunluluk tanımaz”. (s. 46).

•••

Kuşkusuz İnalcık “redd-i miras” yapmıyor, Osmanlı tarihini yadsımıyordu. Ziya Gökalp ve İsrailli Profesör Shmuel N. Eisenstadt’a gönderme yaparak elbise değiştirir gibi kültürlerin değiştirilebileceğine de inanmıyordu. Fakat en parlak dönemler bile onun eleştiri oklarından kurtulamıyordu. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in bir “Rönesans Hükümdarı” olduğu konusundaki efsaneyi çürütenlerden biri de o olmuştu. Fatih devrinde Gazali’den kaynaklanan “felsefe dine aykırı mı?” tartışması yeniden canlanmış, İbn Rüşd’e karşı felsefeyi dışlayan alim Hocazade medreselere damgasını vurmuştu. Temel eserinde bunu anlattıktan sonra, İnalcık şunu söylüyordu: “Böylece İbn Rüşd (Averroizm adı altında) İtalya’da incelenir ve Rönesans düşüncesinde önemli bir unsur olurken, Osmanlı medreselerine mutlak bir skolastik yerleşti” (The Ottoman Empire, Londra, 1973, s. 177). Ne zaman? Fatih Sultan Mehmed zamanında! İnalcık sonra da, Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda bile –o tarihlerde İbn Rüşd de okunuyor olsa da- medreselere Hocazade zihniyetinin egemen olduğunu yazıyordu. Kaldı ki bugün bile, İslam ilahiyatının donuşunu hatırlatır gibi, İbn Rüşd’ün eserleri Doğu’dan çok Batı’da düşünce tarihçilerinin araştırma konusudur. İnalcık, aynı eserinde, Kanuni dönemi “ulema”sını da -devrin en önemli alimi Taşköprüzade’yi tanık göstererek- 1540’lardan itibaren “fanatizmin zaferi” başlığı altında anlatmıştır. (s. 179-185).

•••

Kuşkusuz Halil Hoca Osmanlı tarihine sevgiyle yaklaşıyordu. Kimi seyyah ve oryantalistlerin ön-yargılarından uzaktı ve klasik dönemi klasik yöntemlerle inceliyordu. Üstelik sosyal tarihe özel bir merakı vardı. Daha Balıkesir Muallim Mektebi’nde iken şehir hayatında esnafın rolü konusunda bir ödev hazırlamış, bunun için de şehir esnafıyla konuşmalar yapmıştı. Tarihçi olmaya karar verdiği günlerde de aklında önce zengin Osmanlı arşivleri vardı.

İnalcık, 1935 yılında DTCF’ye giren “ilk kırk yatılı öğrenci”den biriydi. Fakülte’yi bitirip asistan olduktan sonra ilk çalışmalarına da sosyal açıklamalar damgasını vurdu. Daha 1941’de, Tanzimat’la ilgili bir analizinde, tımar sisteminin bozulmasının nasıl tarımda “çiftlikleşme” sürecine yol açtığını vurgulamıştı. “Halil İnal” olarak imzaladığı bu yazı, adı konmasa da, ilerdeki Osmanlı üretim tarzı tartışmalarına ufuk açıcı nitelikteydi. (Tanzimat Nedir? Tarih Araştırmaları, DTCF Yayını, 1941). İki yıl sonra savunduğu -ve yakınlarda yeniden basılan- doktora tezinde de Bulgar sorununu ele alıyor ve topraksız köylülerin nasıl Müslüman ağalara karşı ayaklandıklarını anlatıyordu. Yine Tanzimat söz konusuydu ve bu iddialı ferman aslında devlet hayatında çok da bir şey değiştirmemişti. “Bütün Avrupa’yı kaplamış olan hürriyet fikirlerinin sathi bir telakkisi ile İmparatorluğu ıslaha kalkan bu devlet adamları”, aslında angaryayı bile tamamen kaldıramamışlardı. “Nehir söyleşi”sinde bu çalışmalarını anarken, “ben doktora tezimden itibaren Marx’ın sosyolojisinin etkisi altındayım”; diyor Halil Hoca; “ama doktriner değilim” (s. 274). 2005 yılında söylenen bu cümle, Şeflik Sisteminin Nazi Almanyası ile flört ettiği yıllarda herhalde bir tarihçinin kendisine bile itiraf etmekten çekineceği bir cümleydi! Oysa ona göre en doğrusu, analizlerini “tarafsız” bir şekilde, etiketsiz olarak paylaşmaktı. Zaten Marksist de değildi.

•••

İkinci Dünya Savaşı sonunda DTCF’de devrimci rüzgârlar esiyordu ve öğretim üyeleri iki kampa ayrılmışlardı: Sosyalistler ve milliyetçi-muhafazakâr toplum bilimciler. O dönemi anarken, Halil Hoca, “iki tarafa da kendimi yakın hissediyordum” diyor; “iki tarafla da dosttum.” (s. 74). Siyasetin dışında kalmaya özen gösteriyordu; üniversitede büyük kavga ve tasfiyelerin yaşandığı bir dönemde “tarafsız” bir tutum benimsemişti. Milliyetçi kökenden geliyordu; oysa yazdıklarına bakılırsa sosyalist guruba daha yakındı. Bu çelişik görüntüyü anlamak için sanırım ki Anadolu kökenli milliyetçilerle Kazan’dan gelen milliyetçiler arasındaki bir farka işaret etmek gerekiyor. Gerçekten de Halil Hoca bu ikincilerden Zeki Velidi Togan hakkında çok olumlu şeyler söylemiş; onun “büyük bir alim” iken hapse girmesini üzüntü ile anmıştır. (s.72-73).

Aslında Togan, “Velidof” adıyla Stalin’in de bazı yazılarında adı geçen eski bir komünistti. Sonradan Rusların asimilasyon politikasına karşı çıkmış, Müslüman çeteler kurarak bu politikaya savaş açmıştı (s. 212). Bu bakımdan tarihi materyalizmden gelen geçmişiyle olayların sınıfsal boyutundan da haberdardı. İnalcık’ın olaylara “nesnel yaklaşımı” dolayısıyla övdüğü Togan, ola ki gençlik yıllarında bu yönüyle kendisini de etkilemişti.

•••

Halil Hoca tarih-yazıcılığı ve yöntem konularında özgül bir eser vermedi. Marx’ın sosyolojisinden çok yararlandığını sık sık söylüyor, “buna bakarak Marksist damgası vurabilirsiniz” bile diyordu. Ancak, Ö. L. Barkan’ı da katarak, “bu bizim komünist olmamızı veya teoriye körükörüne bağımlı olmamızı gerektirmez” diye eklemeyi de ihmal etmiyordu (s.212-213). 1946-1948 arasında DTCF’ye damgasını vuran Muzaffer Şerif, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes gibi sosyal bilimcilerden hep övgü ile bahsediyordu. Sadece “ihtilal” fikri kendisini ürkütüyor; “Manifesto” söz konusu olunca, “bütün dünya işçilerini ihtilale çağırıyor” diye ironi ile “gülüyordu”. (s. 274).

•••

Halil İnalcık Türkiye’de Marksist tarih araştırmalarıyla asıl 1960’larda karşılaştı ve Osmanlı üretim biçimi konusundaki tartışmaları yakından izledi. O yıllarda savunulan Asya Tipi Üretim Tarzı fikri ona uygun görünmemiş, çözümü daha çok –aslında kapitalizm öncesi her üretim biçiminde yaygın olan- küçük tarım işletmelerinde, “çift-hane üretim biçimi”nde aramıştı. Bazı makalelerinde ve “Osmanlı İmparatorluğu Sosyal-ekonomik Tarihi” başlıklı eserinde bu tezi savundu. Oysa tartışma konusu, “çift-hane” dediği en küçük tarım işletmeleri değil, “egemen olan”, yani artı-ürüne el koyan sınıfın teşhisiyle ilgiliydi. ATÜT bağlamında “despotik devlet” fikrine karşı savunduğu tezi de yine Eisenstadt’a borçlu olduğu “merkezi bürokratik imparatorluk” modelinde bulmuştu2.

•••

Halil Hoca Marx ve Engels’i uzun boylu incelememişti ve Türkiye’deki tartışmaları da daha çok kendi –ve önem verdiği diğer tarihçilerin- çalışmalarına yapılan göndermeler bağlamında izliyordu. Asıl bağlı olduğu akım F. Braudel ve çevresinin “Annales” okulu idi. Onların temsil ettikleri “longue durée” (uzun süredeki dönüşümler) ve “histoire totale” (bütüncül tarih) fikri ona çok uygun geliyordu. Kariyerindeki gelişme ve dış tecrübeleri de bu yöntem için uygun bir zemin oluşturuyordu.

İnalcık, bilimsel Osmanlı araştırmaları için gerekli tüm araçlara sahip olarak, 1949 yılından itibaren dış gezilere başladı. Böylece batılı araştırma merkezleri konferans, sempozyum, araştırma yapma ve ders verme gibi vesilelerle gezilerinin durakları haline geldi. 1972 yılı ise kariyerinde adeta bir dönüm noktası oldu. O yıl Chicago Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak tayin ediliyor, ertesi yıl da Klasik Osmanlı Çağı’nı anlatan temel eseri Londra’da İngilizce yayımlanıyordu. Artık oryantalizmin az çok kapalı devresi içine girmişti. Haklı olarak, Edward Said’in “oryantalizmin aşağılayıcı bir mana almasına” yol açan eserini esefle karşılamıştı ve “oryantalistler Şark kültürlerine, diğer ilim dallarını araştırırken kullanılan bilim metodolojisiyle yaklaşırlar” diyordu; “Doğu kaynaklarını en doğru biçimde yayınlayanlar oryantalistlerdir”. (s. 297). Oysa bu ortamda da Osmanlı-Türk tarihine karşı ön-yargılarla ya da yanlış bulduğu fikirlerle savaşmaktan geri kalmıyordu. Araştırmalarında en sürekli ve en tutarlı “ideoloji”si ılımlı bir milliyetçilik oldu. Zaten oryantalist dünya da, siyasal açıdan, bir “ılımlılar dünyası” idi: Ilımlı İslam, ılımlı milliyetçilik, ılımlı sosyalizm vb.. Bu dünyada tüm radikal yaklaşımlar törpüleniyor, tartışmalar “düzen ve istikrar” temelinde bir “gentlemen’s agreement”e dayandırılıyordu. Ne var ki bu hesapta kazançlı çıkanlar da hep Batılılar oluyordu.

•••

İşte Halil Hoca’nın ilk ölüm yıldönümünün ve yeni kabrinin bana ilham ettiği düşünceler bunlar oldu. Şimdi tekrar başa, “ulema kabri” sorununa dönelim. Ünlü tarihçinin Osmanlı tarihinde gurur duyduğu öğeler elbette vardı; fakat onlar kendisine mezar taşı yazan “ulema”nın düşündüklerinden çok farklıydı. Son konuşmalarında da bunu birkaç kez hissettirmişti. Keşke daha açık olsaydı; keşke “benim yerim Osmanlı ulemasının yanında değil, Cumhuriyet bilginlerinin yanında olmalı” deseydi.

Elbette Osmanlı uleması içinde hayran olduğu çok kimseler vardı. Fakat ölümü, kendi ilkelerine çok ters düşen politikacıların hesaplarına alet edilmemeliydi. Fakat nereden bilecekti ki? Nihayet “cemaat zihniyeti” ile “ulus bilinci” arasındaki farkın hala anlaşılamamış olduğu; tarih dedikodularının “bilimsel tarihçilik” diye sunulmaya çalışıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik bu kafada olanlar, gülünç duruma düştüklerini hiç düşünmeden, Halil Hoca’nın manevi mirasçıları gibi davranmaya, onu tekellerine almaya çalışıyorlar. O halde biz de, Matta’nın Yeni Ahit’te yazdığı gibi, “bırakalım, ölüler ölülerini gömsünler” ve dikkatlerimizi yaşayan İnalcık üzerinde toplayalım. Osmanlı idari yapısı, tımar defterleri, vergi sistemi, çiftlikleşme süreci, sermaye birikimi ve daha nice değerli çalışmasıyla bizlere hala ışık tutan değerli tarihçi üzerinde..

Taner Timur / BİRGÜN




Dipnotlar:
1 Tarihçilerin Kutbu; “Halil İnalcık Kitabı”; T. İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2005, s. 45. (Bu kitaba göndermeleri bundan sonra metin içinde veriyorum).
2 S. N. Eisenstadt; Tradition, Change and Modernity; Londra, 1973, s. 170.

Dizinin dibindeki o şeyhin marifetleri! - MUSTAFA K. ERDEMOL

Şeyh efendiyi müridlerinin uçurduğu doğrudur ama kendisi de “uçardı” aslında. Dünyanın günlerce akıbetlerini merak ettiği Şili’de göçük altında kalan madencilerin sağ salim kurtulmasının kendi marifeti olduğunu söyleyecek kadar inanırdı kendi kerametine. Hatta öyle ki göçüğün gerçekleştiği sırada Kıbrıs’tadır ama madencileri kurtarmak için Şili’ye “astral bir yolculuk” yapmış madencilerin yanında dua ederek hepsinin hayatta kalmasını sağlamıştır(!) 


Yeni Kuala Lumpur Büyükelçimiz Merve Kavakçı’nın bir Londra ziyaretinde çekildiği anlaşılan Şeyh Nazım’ın dizinin dibindeki o fotoğrafı, biat kültürünün, Recep Tayyip Erdoğan’ın Gülbeddin Hikmetyar’ın dizlerinin dibindeyken çekilen malum fotografından sonra en çarpıcı karelerinden biri olmaya aday.
İtaat edilenin, peşinden gidilenin dizinin dibinde oturmak sadece saygının değil, kendini teslim etmenin de göstergelerinden birine dönüşmüş durumda. Müridin inanılan, sayılan ile kendini - bilerek- eşit görmeme tutumu bir anlamda. Saygıda kendini sıfırlama hali de dense yeridir.

Söz konusu fotoğraf karesi için davranış bilimciler neler söylerler bunu onlara bırakıp, Kavakçı’nın dizlerinin dibine oturduğu zattan, yani tam adıyla Şeyh Nazım Adil Kıbrısi’den söz edelim biraz. Mübarekle Londra’da Uğur Mumcu’nun ortaya çıkardığı Rabıta skandalı hakkında söyleşi yapmaya çalışmışlığım vardır. 1 “Rabıta için ne düşünüyorsunuz” diye sorduğumda “biz Rabıta hakkında herkesten  fazla şey biliriz” der demez etrafındaki şakirtleri ellerini birbirine kavuşturup “muhakkak” diye onaylamış, ancak muhterem soruma doğru dürüst yanıt vermeden uzaklaşmıştı. Yani , Rabıta hakkında herkesten fazla şey bilen hazretten bir yanıt alamamıştım. Nerden baksanız 20 yıl geçmiştir üzerinden.

Mübarek enteresandı bir hayli. Kardeşini bir hastalık sonucu kaybedince kimya eğitimi almış olmasına rağmen kendini dine vermis derlerdi. Zamanla etrafında geniş bir mürit kitlesi oluşturmuştur. Müritleri içerisinde Türklerden daha çok yabancıların, özellikle Kıbrıslı Rumların çok olduğu söylenirdi.

Bu yanıyla bakınca her yerde karşımıza çıkabilecek “şeyh”lerden biridir aslında ama onu önemli kılan tarafı başkaydı. Büyük devlet organizasyonlarıyla sıkıfıkılığı dillere destandır. Kıbrıs’ta ne zaman toplumlar arası görüşmeler yapılmaya başlansa bu zat hemen açıklamalar yapar, görüşmeleri baltalayacak ne varsa ortaya sererdi. Bu nedenle dünyanın her tarafından müridi olmasına rağmen, Kıbrıslı Türk müridi yok denecek kadar azdır. Doğum yeri olan Kuzey Kıbrıs’ın Lefke kazasındaki dergahının kapısını çalan bile olmamıştır bu nedenle. Sadece bundan ötürü değil tabii hemşehrilerinin kendisini sevmemesi. Kıbrıs’ta 60’lı yıllarda toplumlararası çatışmalar baş gösterdiğinde Türklere “malınızı mülkünüzü Rum’a satıp adayı terk edin” demiş olması da sevilmeyişinin nedenleri arasındadır.
Kıbrıs’ta İngiliz işgaline karşı gelişen Rum kaynaklı direnişte İngilizlerin safında olması nedeniyle de o günden öldüğü güne kadar İngiliz devletinin gözdesi olarak kalmıştır da.

Bir ara Prens Charles’ın Müslüman olduğundan (tabii ki hidayete kendisi sayesinde ermiştir Prnes) söz eder dururdu. Bunda biraz da Prens Charles’ın müslümanları koruyup kollayan açıklamalarının etkisi de olmalı. Çünkü Prens Kral olması durumunda sadece İngiliz Anglikanlarının değil müslümanların da kralı olacağını söylerdi sık sık. İngiliz İslamı’nın Prens Charles’ı tüm İslam dünyasının “politik halifesi” yapma niyeti de kuşkusuz Şeyh’in Charles Müslümandır uydurmasını kolaylaştırmıştır. Şeyh hazretleri bu Halife meselesini bir hayli ciddiye almış, Halife’nin peygamber soyundan gelmesi gerektiği kuralı uyarınca, Prens Charles’ın peygamber soyundan geldiğini hatta adının da Hüseyin Charles olduğunu uyduruvermişti.

Toplumlararası çatışmalarda yine verdiği bir öğüt vardır ki unutulamaz: Hicret’in sevap olduğunu söyleyip Kıbrıslı Türklerin hepsinin İngiltere’ye göç etmesi gerektiğini de söylemiştir. Amacının ne olduğu, neye hizmet ettiği bugün bile anlaşılamamış garip bir adamdı bu Şeyh Nazım dedikleri. Ama kendisini hiç mi hiç sevmeyen ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Muavini Dr. Fazıl Küçük herhalde neye hizmet ettiğini fark etmiş olacak ki mübareği adadan sürgün etmişti vaktiyle.

İslam dünyasına faydası olmayan ne kadar müslüman egemen, kral, şeyh, kabile reisi varsa hepsinin yakın dostuydu.

Bunlardan biri dünyanın en görgüsüz müslüman egemeni olan Brunei Sultanı Hasan Bolkiah’dı örneğin. Londra’nın kuzeyindeki St Ann Road’da bulunan devasa büyüklükteki, geniş bir alana yayılmış dergahı Sultan’ın mübareğe hediyesidir.

Müridlerinin uçurduğu doğrudur ama kendisi de “uçardı” aslında. Dünyanın günlerce akıbetlerini merak ettiği Şili’de göçük altında kalan madencilerin sağ salim kurtulmasının kendi marifeti olduğunu söyleyecek kadar inanırdı kendi kerametine. Hatta öyle ki göçüğün gerçekleştiği sırada Kıbrıs’tadır ama madencileri kurtarmak için Şili’ye “astral bir yolculuk” yapmış madencilerin yanında dua ederek hepsinin hayatta kalmasını sağlamıştı(!). Türkiye’de ölen yüzlerce maden işçisini neden kurtarmadığı sorusunu her şeyine “muhakkak” diye onay veren müritleri soracak değillerdi tabii. Sormadılar da zaten.

Cennetin kaç kattan oluştuğu konusunda bir fikrim yok haliyle. Londra’da bir ara mübareğin müridi olmuş olan müzisyen bir arkadaşım “şeyh efendi cennetin yedinci katındadır” dediğinde hazret hayattaydı da üstelik.

Etrafı söylediği her sözüne inananlardan oluştuğu için sık sık sallardı da. 1990’ların sonuydu sanırım, Kuzey Kıbrıs’ın meşhur Magusa kalesinde günlere ne olduğu anlaşılamayan sesler duyulduğunda, “dokunmayın. Bu orada yuva yapmış büyükçe bir ejderhanın sesidir” demişti. Günler sonra o sesin kale duvarlarına sıkışmış, bu nedenle can havliyle çığlıklar atan küçücük bir kuş olduğu ortaya çıkmıştı. Kale duvarlarının akustik özelliği nedeniyle garip seslere dönmüş bir kuş çığlığıydı yani.
O sıralar çalıştığım gazetenin Londra çapında basılan ekinde durumu makaraya alan bir yazı yazmış, bu nedenle şeyh efendinin müridlerinden bir hayli tehdit almıştım. Biri çok ilginçti tehditlerin, hani korkacaktım da az daha: “Bir hafta sonra çarpılmış hale geleceksin. Şeyh efendiden şimdiden özür ve şefaat dile”.

Recep Tayyip Erdoğan’ın yakın dostu işadamı Remzi Gür’ün de Şeyh’in dizlerinin önünde oturup sohbet ettiği biliniyor. 2011 yılında Şeyh’in müridlerince yayınlanan bir videoda bu görüntü var. Videoda Remzi Gür’e, zamanın devlet yöneticilerini kast ederek, “T.C. öldü”, “Git onlara söyle ABD’den habersiz iş yapmasınlar” dediği de videoda duyuluyordu.

Bu dünyada yaptıklarının dışında dünya dışı işlere de el attığını söylerler Şeyh Nazım’ın. Hakkındaki iddialarda biri şudur: Ay’da camii yapmak için Şeyh Nazım Kıbrısi’nin önderliğinde “Moon Temple World Foundation” (Ay Tapınağı Dünya Vakfı) adıyla bir vakıf kurulur. Ay’da camii yapma işine de şeyh Nazım tarafından Dağıstanlı Nakşî önderler Absar Hacı ve Asadula Ali adlı kişiler görevlendirilir.

Şeyh Nazım Adil Kıbrisi hazretleri 7 Mayıs 2014’de yıllar önce İngiliz ajanı diye kovulduğu Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da öldü. Ay’daki camii işi ne oldu bilen yok. Orada camii yapılsaydı cemaatte herhalde Şeyh gibi “astral yolculuk” yaparak gidecekti Ay’a. Tanık olamadık ne yazık ki.

ABD vatandaşı Malezya Büyükelçimiz Merve Kavakçı’nın İngiliz ve ABD hayranı Şeyh’in dizinin dibinde oturması belli ki “fıtrat”a uygundur.

Şaşırmadık tabii.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

1 Rabıta skandalı: Suudi Arabistan kökenli İslami yardım kuruluşu Rabıta’nın 12 Eylül döneminde yurtdışındaki Türk imamların maaşlarını ödemesiyle ortaya çıkan skandal.

30 Temmuz 2017 Pazar

Son askerin ardından - ORHAN GÖKDEMİR

“Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği o devletin peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra Sorun Yayınları yöneticisi Sırrı Öztürk aracılığıyla görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım.

1990’lı yıllar da kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Her iki kitap da uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Ağabey’le birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O arşivler iki kitaba vesile olmanın yanında bana bir şey daha öğretti; bir kavgaya girmişsen inat edeceksin!
Talat Ağabey 40 yıldır “kontrgerilla” denilen o karşıdevrim yapılanmasının peşinde. Aralıksız çalışıyor, aralıksız biriktiriyor, aralıksız arşivliyor ve yazıyor. Zaman zaman konuk edildiği televizyon programlarına bile bir kitap yazar gibi hazırlanıyor. İnat ediyor ve her ne olursa olsun bir adım geri gitmiyor. “Genç Kemalistler Ordusu Davası” nedeniyle çok sevdiği mesleğinden uzaklaştırılmasına rağmen her sabah savaşa gider gibi başlıyor güne. İnadın Yarbayı olması işte bu yüzden…

***

Talat Turhan’ın 40 yıl önce kıskıvrak yakaladığı o karşıdevrim örgütlenmesi devlet için hala bir muamma olmaya devam ediyor.
Daha yakın zamanlardan bir örnek verelim: Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Milli Savunma Bakanlığı’ndan, 25 Kasım 1952-12 Eylül 1980 tarihleri arasında darbeler, muhtıralar ve demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişimlerle ilişkilendirdiği Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla yapılanmalarına ilişkin her türlü bilgi ve belgenin birer örneğini istedi. Bakanlık bu talebe 17 Eylül 2012’de cevap verdi. Milli Savunma Bakanlığı’nın komisyona gönderdiği yazıda, “Özel Kuvvetler Komutanlığı içinde kontrgerilla yapılanması yoktur” dedi. Oysa MİT, aynı komisyona gönderdiği yazıya ÖKK (Özel Kuvvetler Komutanlığı) içinde yasadışı yapılanmanın olduğunu iddia eden belgeleri eklemişti.


Darbe Komisyonu raporunda ise derin devlet, Özel Harp Dairesi ve Seferberlik Tetkik Kurulu’yla ilgili şu ifadeler yer aldı: “Türkiye’de derin devlet devasa bir yapıdır, operasyonel eylemler yapmıştır, yapmaktadır ve tasfiyeye tevessül edilmediği için belli ki yapmaya devam edecektir. Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla 27 Eylül 1952 yılında Silahlı Kuvvetler bünyesinde ve Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun kararıyla kurulan Özel Harp Dairesi’nin tarihi, aynı zamanda Türkiye’nin gizli tarihidir. Daire kâğıt üzerinde Seferberlik Tetik Kurulu olarak gözüktü. (1970’li yıllardaki) katliam, cinayet ve suikastları gerçekleştirenler, sivil unsurunu oluşturan ‘vatanseverler’di. Sayıları hakkında kesin bir rakam bilinmemektedir. Ancak yüz binlerle ifade edilmektedir. En önemli ve en tehlikeli gerçek de sivil unsurların hala faaliyette olması.”

Kim ne derse desin, Kontrgerilla'nın varlığı artık kimse için bir sır değil. Türkiye Kontrgerilla denilen ucubenin farkına ilk kez 12 Mart'ta vardı. Cuntanın gazabına uğrayanlar gözleri bağlı olarak götürüldükleri sıkıyönetim sorgulama merkezlerinde sorgucularının ağzından duydular o kavramı. Şöyle diyorlardı tutuklulara:
“Genelkurmaya bağlı 'Kontrgerilla' teşkilatının elindesin! Burada anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız! Sorduklarımıza doğru cevap verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen...”
12 Mart zindanlarında kontrgerilla ile yüzleşenlerin arasında Talat Turhan da vardı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın bulamadığı kontrgerillayı 40 yıl önce işte böyle bulmuştu. Bu keşfinin bedelini de çok ağır ödedi. Ziverbey İşkence hanesinde çile doldurdu, kendi deyişiyle “Türkiye’de falakaya vurulan ilk kurmay subay” oldu. Ve açık duruşmaya çıktığı ilk günden sonra inatla haykırmaya devam etti: “Kontrgerilla, CIA güdümünde politik bir örgüttür. Doğrudan doğruya Pentagon'dan yönetilen dünya karşı devrim örgütünün Türkiye'deki koludur. Atatürk Kültür Merkezi'ni yakan, gemileri batırıp ateşe veren o örgüttür. Bütün bu işleri 'sol'a yıkmak için düzmece davalar icat edenler onlardır.”

***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta? Burada anayasa yok, yasa yok!
Tek yasa vardı çünkü; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak… O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi neidiğü belirsiz örgütler peydahlandı.

Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden çoktan kaçmış! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında Cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş Cumhuriyetin intiharıydı, geç anlaşıldı.

Şimdi o çocuklar, “derin devlet”i de ortadan kaldırdıklarını iddia ediyor. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkın devleti değil, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.
Bir sınırsız inattır Talat Turhan. Bu kitaptaki söyleşilerini okuduğunuzda buna bir kez daha tanık olacaksınız.

İnadın Yarbayı, sen çok yaşa!”

***

Yukarıdaki yazı Talat Turhan’ın 2013 yılında yayınlanan “Derin Devlet’in Peşinde” adlı kitabına yazdığım önsözden alıntı. Dört yıl geçmiş aradan. Talat Ağabey ağır hastalıklarla boğuşuyordu. Ama son ana kadar yazma okuma arzusunu ve inadını sürdürdü. Son görüşmemizde özenle sakladığı dosyalardan birini elime tutuşturdu, “bu sende kalsın ben koruyamam” dedi. İçinde bulunması zor bir kitabın fotokopisi vardı.

Talat Turhan bu ülkenin içine bulunması zor bir kitabın fotokopisi iliştirilmiş kalın dosyalarından biridir. O kitap sıkıyönetim mahkemelerinde yazılmış, Ziverbey işkence hanesinde yakılmıştır. Bize bıraktığı dosyayı özenle, kıskançlıkla korumak ise geride kalanların boynunun borcudur.
Aldığından fazlasını verdi halkına. Uğurladık dün bir avuç dostuyla. Kurmay Yarbay Talat Turhan, güle güle…

Orhan Gökdemir /SOL

‘Tehlikenin farkında mısınız?’ - ÇİĞDEM TOKER

İçimizi şaşkınlık, öfke, bulantı karışımı duygularla dolduran haber, Gülseven Özkan imzasıyla Hürriyet’teydi dün.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) Ensar Vakfı ile “çeşitli eğitim, seminer ve sosyal etkinlikler düzenlenmesine dair” beş yıllık işbirliği protokolü imzalamıştı. 

- Hani, 2010-2015 yılları arasında Karaman şubesindeki görevli öğretmen M.B’nin, toplam 45 çocuğa istismarıyla 508 yıl hapis cezasına çarptırıldığı Ensar.
- Hani, 2008’de Çorum şubesindeki öğretmen Z.İ’nin iki kız öğrenciye tecavüz suçlamasıyla Kasım 2016’da 12 yıl 6 ay hapis cezası alarak tutuklandığı Ensar.
- Hani, Rize Şubesi eski başkanı M.N.G’nin küçük yaştaki iki erkek çocuğa cinsel istismar suçlamasıyla 24 yıl 7 ay hapis cezası aldığı Ensar.

Evet, MEB, bu Ensar ile yaptığı protokole göre, “vakıfla ortaklaşa belirlenen kulüplerin ortaöğretim kurumlarında kurulmasına” imkân tanıyacak.
Eylül gelip okullar açıldığında Ensar Vakfı, sizin de çocuğunuzun okulunda faaliyet göstermeye başlayabilecek demek bu.
Hiç lafı dolandırmayacağım: Şu gayet somut, şu içimizi parça parça eden vakalar ışığında Ensar’ın okullara girip eğitim verme ihtimali, çocuklarımız açısından korkmamız gereken bir durumdur. 



Gazeteci olarak da diyorum ki:
Bu iş, müftülere nikâh izni planından bağımsız değil.
TBMM’ye giden hükümet tasarısında küçük kız çocuklarını, para uğruna evlatlarının kuma olarak harcanmasına izin veren ailelerin, doğacak bebekleri “yasallaştırılması”nın altyapısı da var çünkü. (Tasarıda “Doğum bildirimi; veli, vasi, kayyım, bunların bulunmaması halinde çocuğun büyükana, büyükbaba veya ergin kardeşleri ya da çocuğu yanında bulunduranlar tarafından yapılacak.”)
Hepsi bir stratejinin parçaları.
Evrim ve laiklik müfredattan çıkıyor, cihat giriyor. Selefilik övülüyor.
Müftülere evlendirme yetkisi veriliyor.
Kulüp kurma marifetiyle Ensar’a ortaokul ve liselere girme yetkisi veriliyor.
Bunların hepsi on günde oluyor.
Cumhuriyet 11 yıl önce uyarmıştı:
“Tehlikenin farkında mısınız?” 

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bir ‘Halikarnas Balıkçısı’ romanı - Mine G. Kırıkkanat

Halikarnas Balıkçısı imzasıyla benim kuşağımı mitolojiye âşık, şiirsel düzyazıya vurgun ve Ege kıyılarına seyyah eden Cevat Şakir’in babası Şakir Paşa’yı vurarak öldürdüğünü bilir misiniz?
Şakir Paşa, geliniyle “aşk-ı memnu” yaşıyordu.
Ve sonu iki oğlunu götürdüğü çiftlikte, büyük oğluyla tartıştıkları gece geldi… 


***

Geldiklerinden iki gün sonra akşam yemeği yenmiş, hesaplar üstüne konuşuluyordu. Paraya değer vermeyen ve harcamayı da seven Cevat, vurdumduymazlığıyla babasını çileden çıkarıyordu.
Gerilimli havanın derecesi artınca, küçük oğul Suat izin isteyip yatmaya gitti.
Baş başa kalan baba oğul arasında derin bir sessizlik oldu. Sessizliğe karşın tartışma daha ateşli bir biçimde kafaların içinde sürüyordu.
Cevat bozdu sessizliği.
“Karımla aranda ne var?” diye sordu.
Babası telaşını saklayamayarak, “Ne diyorsun sen!” diye gürledi.
İkisi de çıldırmış gibiydi. Babası küfürler etmeye başlayınca Cevat, “Biliyorum gizleme artık, bu küfürlerle elimden kurtulamazsın!” diye bağırdı.
“Kes artık!” diye haykırarak hışımla ayağa kalktı Şakir Paşa. Ardından Cevat fırladı yerinden.
“Hiçbir yere gidemezsin, otur!” diye emretti babasına. Şakir Paşa, oğlunun böyle davranması karşısında sersemledi, düşer gibi oturdu sandalyesine. Cevat hâlâ ayaktaydı.
“Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, o senin gelinin, aklım almıyor çıldıracak gibi oluyorum!” dedi.
Paşanın elleri titremeye, nefesi kesilmeye başladı. Onun bu halini gören Cevat, hiç oralı olmadı. Sözlü kesin bir yanıt alamasa da babasının durumu gerçeği ortaya koyuyordu.
Şakir Paşa, öldürülme korkusuyla evin her yerinde silah bulundururdu. Bir saldırı ya da suikasta karşı kendini böyle savunacaktı. Yemek yedikleri odada birkaç silah vardı. Şakir Paşa’nın söyleyecek sözü yoktu. Oğlunu korkutup sindirmek için silahına davrandı. Üstüne saldırı bekleyen bir adamın çevikliği gelmiş, elinin titremesi geçmiş, karşısında şimdi oğlu değil de sanki düşmanı var gibiydi.
Cevat bu görüntü karşısında gözlerini kocaman açarak şaşkın halde babasına bakıyordu. Söylemek istediği kelimeler boğazına dizilivermişti. Oturduğu sandalyenin arkasında kalan konsolun üzerindeki silaha uzandı hızla. Babasına bu kez boyun eğmeyecekti. Hem karısının elinden alınmasını, hem de bunu babasının yapmasını kabul edemezdi. Bu durumu aklı, havsalası ve vicdanı almıyordu.
Silahlar aynı anda ateşlendi. Vurulan babasıydı. İnanamadı, bir sıtmaya yakalanmış gibi titredi. Cevat nişan bile almadan ateşlemişti silahı, daha çok korkutmak, boyun eğmediğini göstermek için. Babası göğsünü tutarak yere yuvarlandı. Onun silahından çıkan kurşun da tavanı delmişti. Küçük Suat koşarak gelmişti, bir babasına baktı bir ağabeyine, gidip ağabeyine sarıldı. Sanki hâlâ onu babasından korumak istiyordu.

***

Cevat Şakir, o kara geceyi hiç unutmadı. O gece, Cevat’ın bütün yaşamı boyunca belirleyiciliğini her olayda gösterecekti. Cevat o gece yaşadıklarını kimseye bütünüyle açmadı. Ta ki bir akşam yakın dostu Sabahattin’le dertleşirken ağzından değil de sanki yüreğinden dökülen sözcüklere kadar. “... İkimizden biri ölecekti. O öldü. Ben de ölmekten beter oldum. O kurtuldu. Korkunç bir acı duydum. Amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendime olan güvenimi yitirdim. Yani kendimi o gün bugündür yalan sayıyorum. Hapishanede gece çocukluğumu rüyamda görürdüm. Uyanınca rüyaymış diye sevinirdim, hapishanede olduğum halde. Yani babamdan kurtulduğuma sevinirdim...”
Babasını öldürdüğü için vicdan azabı duymayacak kadar ondan nefret etmesinin bir nedeni olmalıydı. Yalnızca çocukluğunda yaşadığı travmalar bu durumu açıklar mıydı? Yoksa babasının karısıyla ilişkisi mi asıl nedeni oluşturuyordu? Bunu tam olarak kendisi de bilemiyordu. Kim bilir, bu ruh halinin oluşmasında belki her iki durum da etkendi.*

 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


 
* SEVİM KAHRAMAN’ın Halikarnas Balıkçısı’nın yaşam öyküsünü anlatan Karanlık ve Mavi (Destek Yayınları, 2017) biyografik romanından alıntıdır.