29 Eylül 2017 Cuma

Dünya ekonomisinde değişen dengeler, tedirginlikler - KORKUT BORATAV

DIŞ DENGELERDE GELİŞİMLER
21’nci yüzyılın ilk çeyreği dolmadan dünya ekonomisi iki büyük krizden geçti. Ülkeler-arası güç dengeleri; ekonomik ilişkilerin boyutu, niteliği hangi yönde gelişti?
Bu soruya, ikinci krizin arifesini, sonrasını kapsayan son on yıl üzerinde odaklanarak eğilmek istiyorum. Bir boyutu, büyük ülkeler ve ana bloklar arasındaki ticaret ve gelir akımlarının  bilançosunu veren dünya cari işlem dengelerine bakarak incelenebilir.
Tabloda bu yapılıyor. Yakın geçmişin üç tipik yılına ait IMF verileri kullanıldı. Ülke gruplarında Doğu Asya’nın dört ülkesini (G.Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong’u) “merkez”den “diğer çevre” blokuna taşıyarak IMF sınıflamasını değiştirdim.
Aslında, cari açık ve fazlaların denkleşmesi, toplamların “sıfır” olması gerekir. Dünya ekonomisinin “karanlık, esrarengiz” alanları ve IMF kayıtlarındaki eksikler, her yıl astronomik boyutta “kayıt dışı akım” ile sonuçlanmaktadır.
Son on yılın ana gelişmelerini, tablodan hareketle özetleyebiliyoruz.

2007, uluslararası krizin arife yılıdır.
Yıl sonunda patlak verecek olan bunalım, istatistiklere henüz  yansımamıştır.    Finans kapital çılgınlaşmıştır; balon patlamak üzeredir. ABD ekonomisinde kaynak kullanımı üretimi aşmaktadır. Sonuç 710 milyar dolarlık cari açıktır. ABD dış açığının finansmanını, Japonya, petrol ihracatçıları ve Çin üstlenecektir.
Nasıl? New York borsasında hisse senetlerine, ABD tahvillerine, Florida’da, New York’ta gayrimenkullere para bağlayarak…  
Benzer bir senaryo Avrupa’da da yaşanmaktadır. AB’deki zayıf halkaların (“diğer Batı”nın)  cari açıklarının finansmanı Almanya tarafından üstlenilmiştir. Dört yıl sonra Avro Bölgesi’nde patlak verecek olan krizin ön-koşulları oluşmuştur.
Diğer çevre ekonomilerinin büyük bölümü (başta Doğu Asyalılar) dış fazla vermektedir. Meksika gibi Latin Amerika ülkeleri, Doğu Avrupa ve Türkiye    ise cari açık vermektedir. Türkiye’nin dış açığı millî gelirin yüzde 5,5’ine ulaşmıştır: 37 milyar dolar…
Uluslararası krizden en ağır etkilenecek çevre ülkeleri bu sonuncular olacaktır.
2011’de ABD’de bunalımın dip noktası aşılmıştır; Avro Bölgesi krizdedir.
Amerikan ekonomisinde küçülme ve yavaşlama bu ülkenin dış açığını üçte bir oranında azaltmıştır. Almanya, Avro Bölgesi’nin beş “gariban” ülkesini   (“diğer Batı’yı”) kemer sıkma politikalarına zorlamış; bunların ekonomileri küçülmüş, dış açıkları daralmıştır.
Öte yandan, Batı merkez bankalarından taşan likidite, çevre ekonomilerine akmış; ucuzlayan döviz, dış ticaret açıklarını pompalamıştır. Sonuçta, Çin ve Doğu Asya dışındaki büyük çevre ekonomileri, yüksek dış açıklara sürüklenmiştir. Türkiye o yıl 74 milyar doları aşkın  (millî gelirin yüzde 9’una ulaşan) cari açık vermiştir.  
Petrol ihracatçılarının dış fazlaları tarihsel rekor kırmıştır. Dünya sisteminin cari açıklarının finansmanına petrolcülerin katkısı, Çin, Almanya, Japonya toplamını aşmıştır.
2016’da ortaya çıkan çarpıcı değişim, petrol ihracatçılarının cari açıklarıdır.
Bir önceki yıl ham petrol fiyatlarındaki  %50’lik  gerileme belirleyici olmuştur.
Diğer bloklarda tek belirgin sonuç, “diğer Batı” ve  “diğer çevre” ekonomilerindeki toplam dış açıkların ortadan kalkması olmuştur. Türkiye’nin cari açığı sürmektedir; ama  aynı nedenle iki yılda 11 milyar dolar (dörtte bir oranında)  düşmüştür. Bu düzelme 2017’de son bulmuştur; dış açık  artış eğilimine girmiştir.
Petrol fiyatlarındaki düşme, dünya ekonomisinde canlanmaya yol açmadı. Tam aksine, 2014-2016 arasında merkez ve çevre ekonomilerinin ortalama büyüme hızları düştü. Petrol ihracatçıları, astronomik yatırım fonlarını daralttılar; içe döndüler; ithalatı kıstılar; dünya ekonomisini frenlediler.
EMPERYALİZMİN ZİRVESİNDE KİMLER VAR?
ABD gibi kronik ve yüksek cari açık veren bir ülke, emperyalist sistemin başat gücü olarak kalabilir mi? Sürekli dış fazla veren iki klasik emperyalist ülke (Almanya ve Japonya) ile Çin ise ABD ile karşıt konumdadır.
McKinsey Global Institute, The New Dynamics of Financial Globalization başlıklı (Ağustos 2017) bir rapor yayımladı. Başlıca ülkelerin 2016’daki uluslararası yatırım pozisyonunu veriyor. Bu kavram,  her ülkenin dış dünyadaki varlıkları ile yabancıların o ülkedeki varlıkları karşılaştırılarak hesaplanır.
Bu hesap, emperyalist sistemdeki egemen ve bağımlı konumları ayrıştıran bir ölçüt olarak kullanılabilir. Örneğin Türkiye’nin uluslararası yatırım pozisyonunu hatırlatayım: Daima “eksi”dir; hem düzey, hem de milli gelire oranla sürekli artmaktadır ve ülkenin artan dış bağımlılığının bir göstergesi olarak yorumlanması doğrudur.
Tabloda kapsadığımız ülkelerin konumlarına bu açıdan göz atalım.
Örneğin Çin’in dış dünyadaki varlıklarının toplamını 6,6 trilyon dolar olarak belirliyor. Yabancı sermayenin bu ülkedeki varlıkları ise 4,7 triyon dolardır. Çin’in net pozisyonu, artı 1,9 trilyon (1900 milyar) dolar ile fazla göstermektedir. ABD ise, eksi 8,3 trilyon dolarlık bir açık pozisyon içermektedir.
McKinsey raporu gösteriyor ki,  Almanya, Japonya, Britanya gibi emperyalist sistemin kıdemlileri de yatırım pozisyonu fazlası veren ülkelerdir. Çin, onlarla aynı konumda, dolayısıyla aynı safta yer almaktadır.
Çin’in dış varlıklarının bir bölümü, uluslararası rezervlerinden (örneğin 1,2 trilyon dolarlık ABD Hazine bonolarından) oluşmaktadır. Ancak, ek bir olgunluk göstergesi olan doğrudan yatırım bilançosunda da, Çin net sermaye ihracatçısıdır.
Emperyalist sistemin egemen güçleri, devlet politikaları, askerî güç ve bu yazıda yer alan ekonomik ölçütler içinde oluşmakta, değişmekte, belirlenmektedir. Ekonomik ölçütlere göre ABD, egemen konumunu kaybetmiştir; ama farkında değildir.
Çin ise, tablomuzda aktarılan cari dengelere ve dış varlık / yükümlülük hesabına göre dünya sisteminin zirvesine yerleşmektedir.
FİNANSAL SİSTEMDE TEDİRGİNLİKLER
Günümüze odaklanalım. Uyarılar sıklaşıyor: Uluslararası finansal sistemdeki coşku ne zaman son bulacak? Sert bir çöküntü söz konusu mudur?  
Yakın geçmişte Nobel İktisat Ödülü verilen iktisatçıların (bana göre) en sağduyulusu olan Robert Shiller, önceki 13 dalgalanmayı inceliyor ve yüzde 20’lik bir “iniş aşaması”nın eşiğine ulaşıldığını düşünüyor (Project Syndicate, 21 Eylül 2017).
Son “çıkış” iki yıllıktır. Emperyalist sistemin çevresine de yansıdı. Boyutlarını, Institute of International Financial (IIF), Haziran 2017 tarihli raporunda gösteriyor: Türkiye dahil, 25 “yükselen piyasa ekonomisi”ne dönük sermaye hareketleri 2014-2015 arasında  1234 milyar (1,234  trilyon) dolardan 391 milyara düşmüş; 2016’da yüzde 84’lük bir artışla 718 milyar dolara çıkmıştır. 2017 boyunca üçte bir oranında bir artışın süreceği öngörülüyor.
Türkiye ise, bu dalgalanmanın 2015’teki “iniş” aşamasından payını aldı;  yabancı sermaye girişleri önceki yıla göre yüzde 29 düştü. 2016’daki canlanma Temmuz şoku sonrasında kesintiye uğradı. Dış kaynak girişlerinde Şubat 2017’de başlayan hızlanma ise şimdilik sürmektedir.
Aynı soru gündemdedir: Nereye kadar?
FED VE DİĞERLERİNİN EK MARİFETLERİ    
Batı merkez bankaları da, tedirginliğe ek katkı yapmaktadır.
ABD, AB, İngiltere ve Japonya merkez bankaları 2007 krizi sonrasında finansal piyasalardan, sürekli “kâğıt varlık” topladı; likidite pompaladı. McKinsey Raporu’na göre, 2008-2016 arasında  bu dört merkez bankasının menkul değer portföyleri 9700 milyar (9,7 trilyon) dolar genişledi.
Finansal piyasalara astronomik likidite akıyor; bankalar da sıfıra yakın faiz oranlarıyla merkez bankalarından borçlanabiliyor… Finans kapital için şahane bir durum…
Likidite genişlemesi ve çok ucuza borçlanma, Batı ekonomilerinde yatırımları, üretimi beslemedi; büyük ölçüde borsalara, hisse senedi alımlarına kaydı. Menkul değerlerin (finansal servetlerin) milli gelire oranları yükseldi.
Artan likiditenin bir bölümü de çevre ekonomilerine aktı. “Taşıma suyla spekülasyon” anlamına gelen “carry trade” beslendi.
2015’te FED finansal piyasalardan tahvil, senet alımını durdurdu. Yükselen piyasalara fon akımlarında o yıl gerçekleşen daralmayı tetiklemiş oldu.
Avrupa Merkez Bankası (AMB) ise aylık 60 milyar avro’luk alımlarını sürdürüyor; ama, yavaşlatması, giderek durdurması bekleniyor.
FED piyasalardan alımları iki yıl önce durdurdu, ama  elindeki tahvil ve senet stokunu boşaltmadı. Vadesi gelen kâğıtları, aynı miktarda yeni senetle değiştirmekteydi. Geçen hafta bu konuda yeni bir karar aldı: Aylık 10 milyar dolar tutarında tahvil, senet stokunu boşaltmaya başlayacaktır ve bu tempoyu zamanla yükseltecektir.
Bu, vadesi gelen tahvilleri (örneğin ABD Hazinesi’nden) tahsil etme anlamına gelir. Aynı miktarda parasal daralma gerçekleşir; piyasa tahvil faizleri yukarı çekilir. Bir yıl içinde aylık 50 milyar dolara ulaşacağı planlanan bir finansal daralma gündemdedir. AMB de bu yıl bitmeden benzer bir “portföy daraltma” başlatacakmış. Sonuçlardan biri, çevre ülkelerinden sermaye çıkışıdır.
Türkiye’yi yönetenlere (haddim olmayarak) akıl vereyim: Sıcak para girişlerinin sürüklediği bugünkü canlanmanın tadını çıkarın; galiba fazla sürmeyecek. Shiller’in öngörüsü tutarsa, Batı’da başlayacak “iniş" aşaması, 2018-2019’da bize de yansıyacak; “yükselen piyasa ekonomilerinin kırılganları” listesinin demirbaş üyesi olan Türkiye, iki güç yıl yaşayacaktır. 

Korkut Boratav / SOL

Nuriye ve Semih ve kalbimiz - MİNE SÖĞÜT

İşlerini geri isteyen KHK mağduru iki genç insan... Dünyanın bedeli en ağır direnişini sergiliyorlar.
Kendi ölüşlerinde devletin katilliğini ispatlamak için yemek yemiyorlar.
Günlerdir.
Aylardır.
Artık gözümüzün önünde bile değiller. 



Ama her an aklımızın bir köşesinde kendilerini usul usul öldürmekteler.
Biliyoruz...
Devlet onları işlerine iade edene kadar bu eylemlerini sürdürecekler.
Ve biliyoruz...
En baştan beri biliyoruz, devlet onları işlerine hiçbir zaman iade etmeyecek.
Genelde zaten lanet olan...
Ama şu an özelde lanetten de beter olan bu devlet...
Hepimiz biliyoruz, dünya yıkılsa onların isteklerine olumlu yanıt vermeyecek.
O devlete baskı yapabilecek hiçbir güç, hiçbir irade yok ortada.
Bu kıskacın içinden o iki insanı çekip çıkarabilecek tüm dinamikler çoktan dağıldı gitti.
Onları işlerine iade edin” diye haykıran sesler işitilmedikleri bir koridorda uğulduyorlar.
Hukuk, devletten başka kimsenin lehine işlemeyen hukuk, her şeye sağır.
Ne uluslararası bir diplomasi, ne toplum baskısı, ne vicdan, ne akıl...
Yasaları hiçe sayan...
Akılsızlığı tavan yapan...
Vicdanı alafranga bir züppelik sanan...
Ülkeyi her yerinden aşağıya çeke çeke batıran bir iktidarın sağduyusu, bu iki insanın direnişini kendine bir koz olarak kullanacak kadar sığ.
Onlar artık bir hukuk garabetinin haklı ve en baştan yenik iki güçlü ikonu.
Onların yaşamları ve ölüme yatmaları ve mahkemede yaptıkları savunmaları evet, ülke tarihine büyük ve güçlü bir cümle olarak geçecek.
Ve biz tarihe geçecek “cümleler” için kendi hayatlarını feda edilmeye değer gören insanlar üzerine daha çok düşünüp tartışacağız.
Onlar girdikleri yolun geri dönüşü olmadığını bize en baştan söylediler.
Bu geri dönüşsüzlük çok yakıcı ve yıkıcı. Mahkemedeki Semih ve hastanedeki Nuriye...
Ülkede yaşanan korkunçluğun altını kendi hayatlarından vazgeçme eylemiyle çizerken biz bedeller ve inançlar ve ideolojiler ve ilkeler üzerine uzun uzun tartışacağız..
Sıkıştığımız noktada susup kalacağız.
Onlar...
Ölmeye devam edecekler.
Çünkü yaşamak için önce bir ölmek gerektiğine inanıyorlar.
Gerçeğin terazisiyle tartıldığında ağır basmayacak bedeller, yanında durulması ve desteklenmesi zor meseleler.
O yüzden gelinen nokta şaşırtıcı değil.
Tabii ki hapiste olacaklar, tabii ki korkunç bir iddianameyle yargılanacaklar, tabii ki gözlerden uzak tutulmaya çalışılacaklar...
Tabii ki hikâyelerine insani açıdan asla bakılmayacak...
Tabii ki haklılıkları ideolojik bir kaosun derinliklerinde kaybolacak...
Onların iki genç insan olduğu...
Sizin benim gibi olduğu...
Hem düşmanları hem de dostları tarafından zamanla unutulacak.
Birileri onlara illa terörist gözüyle bakacak; birileri kahraman.
Bense gözümü ve kalbimi bir türlü alamıyorum onlardaki o sıradan ve kıymetli insanlıktan.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Zamların suçlusu bulundu... - ÖZLEM YÜZAK

Evet, yanlış duymadınız. Önceki gün açıklanan zamların, ÖTV’lerin, motorlu taşıtlar vergisinin, diğer vergilerin yükseltilmesinin, kamu arazilerinin, kamu mülklerinin, lojmanlarının satılacak olmasının, 3 yılda 30 milyar liralık özelleştirme yapılacak olmasının arkasındaki suçlular bulundu. Dedektif gibi iz sürdüm ve şimdi suçluları açıklıyorum. Suçlu: Saman ve yoksullar.

 
Yanlış duymadınız. Yakamıza yeniden zamk gibi yapışan zamların nedeni ilk 7 ayın sonunda 21 milyar TL’ye çıkan bütçe açığı. Hükümetin derdi bu açığı kapatma ve hedefleri tutturmaya çabalamak. Zaten bu bakış açısı ile fazla yapabileceği bir şey de yok. Üretmeyen ekonomilerin ellerinde sadece bir yol vardır. Halkı kaz gibi görüp, yolabildiğince yolmak. 


Gelelim suçlulara. Samanı ilk kez 2012 yılında ithal etmeye başladık. Kilosu 25 kuruş olan saman önce 50-60 kuruşa, ardından 1 liraya çıkınca ve tüccar samanı stoklamaya başlayınca komşu Bulgaristan’dan saman ithal etmeye başladık. Komşunun gözü açık. Tonunu 40 dolardan satmaya başladığı samanı talep artınca önce 60, ardından 70 dolara çıkardı. Türkiye’ye maliyeti ise gümrük vergisi olmamasına karşın taşıma, liman hizmetleri, karantina, boşaltma ve benzeri maliyetlerle tonu 120 dolara kadar geliyor. Dolayısıyla ot meselesi çözülmeden et meselesi de çözülemiyor. Çiftçilerin bankalara olan borçlarının 14 yılda 14 misli arttığı bir yapı, beraberinde Türkiye’yi fasulyeden karpuza pek çok ürünü ithal eden ülke konumuna getiriyor. Tabii uluslararası derecelerimiz de var. Örneğin sığır ithalatında dünya ikincisi ve Avrupa birincisi olmuşuz. Alt alta sıralayın bütçe açığına katkılarını bulun. 


Ya yoksullar? 

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in verdiği önergeye gelen yanıt bizzat suçlulardan birini daha işaret ediyor. Yoksulları...
Türkiye’de aylık geliri 592 liranın altında olan 9 milyon insan yaşıyor. Nüfusun yüzde 10’u devletin doğrudan desteğine mecbur. Her 8 kişiden 1’i doğrudan devlet yardımı alıyor. Sadece yeşil kart sahipleri için devletin ödediği rakam yılda 7 milyar TL.
Bu iki örnekten yola çıkarak suçluların sayılarını da dilediğiniz gibi artırabilirsiniz. Geldiğimiz yapı onlarca yeni suçlu yaratabiliyor zaten. 


Üretmeyen, üretmeyi teşvik etmeyen, insanını eğitmeyen, ayakları üzerinde durabilecek koşulları yaratmayan, doğru politikalar geliştirmeyenler sonuçta varlıklarını sürdürebilmek için zamlara muhtaç olur, yolunacak kaz avına çıkarlar...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Bütçe bağı söküldü, ‘torba’yla tutmaz - ÇİĞDEM TOKER

“Bütçeyi bağlama” sonradan deyime dönüşmüş olan, hakiki bir iple bağlama işlemidir. Maliye bürokratlarının anayasal takvim yaklaştıkça sabahlayarak hazırladığı genel ve özel bütçeli kuruluşların bütçeleri üst üste konur, Maliye Bakanı da DMO menşeli iple bütçeyi bağlayarak, iyi dilekler, dua ve espriler eşliğinde üstüne düğümü atardı.
Meclis’e sunulan zalim vergi artışlarıyla dolu son “torba kanun”, 2017 bütçesini bağlayan düğümün koptuğunu gösteriyor.
Bu paket, normalde ek bütçe kanunuyla getirilmesi gereken maddeleri “torba”ya atarak, bir yandan Meclis’teki muhalefeti; diğer yandan da bir avuç müteahhit şirketin zenginleşmesi uğruna, emeğiyle geçinen milyonları ezecek. 


37 milyar ek borçlanma
2017 bütçesinde öngörülen açık 47.5 milyar TL’ydi. Bu tutar da Hazine borçlanmasıyla karşılanacaktı. Bir başka yasaya göre de borçlanma limiti ihtiyaç duyulursa, bir kere bakan, ikinci kez de Bakanlar Kurulu kararıyla iki kez yüzde 5’er artırım yapılabiliyor. Böylece toplamda gösterilen bütçe açığının, yüzde 10’u kadar daha borçlanma yapılabiliyor.
Bu hesaba göre 2017 yılı bütçesinde, Hazine’nin en fazla 52.2 milyar TL’ye kadar borçlanması gerekiyordu.
Fakat bu limitler çoktan aşılmış. 130 maddelik “torba kanun”un ortalarında bir yerine, rakamla değil yazıyla küçücük bir rakam konulmuş:
“Net borç kullanım tutarı 2017 yılı için 1 Ocak 2017 tarihinden geçerli olmak üzere, Bakan ve Bakanlar Kurulu tarafından artırılan net borç kullanım tutarına otuzyedi milyar TL ilave edilerek uygulanır.”

 
Gerçek açık 89.2 milyar TL
Böylece, yılbaşında 45.2 milyar TL olarak planlanan 2017 yılı bütçe açığı, 89.2 milyar TL’ye uzanıyor. Peki, bu tutarın tamamı bakanın açıkladığı gibi savunma harcamalarına mı gidiyor?
Bu gerekçe kısmen doğru olsa bile eksik; eksik olduğu için de yanlıştır.
Maliye’nin inandırıcı olması için bu kaynağı hangi açıkları kapatmak için kullanacağını açıklaması gerekir. Yap-İşlet- Devret ve Yap-Kirala-Devret modeliyle yaptırılan tünel, köprü ve şehir hastaneleri için imzalanan sözleşmelerden başlayabilir mesela.
AKP rejimi, bütçe dışı verdiği garantilere imza attığı sözleşmeleri “ticari sır” gerekçesiyle açıklamıyor. Çünkü açıklasa, hangi şirkete döviz kuru üzerinden ne ödeyeceği ortaya çıkacak. Böylece kendisine, rejime destek veren, birlikte iş yaptıkları şirket çıkarlarını, halkın çıkarlarının önünde tutuyor. 


TVF’ye Hazine’den kaynak
Torba Kanun’a eklenen bir başka maddeyle de tam bir şark kurnazlığı yapılmış.
Hazine’nin Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) hiç ismini filan anmadan kaynak aktarılmasının önü açılmış. 76. madde 76, Kamu Finansmanı ve Borç Yönetimi Kanunu’nun ek 1. maddesini değiştiriyor. “Fonlara yapılacak aktarımlar” başlıklı madde, normalde Hazine’nin fonlara kaynak aktarmasını düzenliyor. İşte yeni torba kanun, bu maddeye “sermaye şirketlerine ve/veya projelere finansman sağlayan Fonlara” ibaresini ekliyor. Bu da TVF’yi tarif ediyor.
Şimdi söyleyin:
Bu “tedbirler” savunma harcamaları arttığı için geldiyse, ticari sır gerekçesiyle açıklamadığınız garantili projelere, Hazine’den TVF aracılığıyla bizim vergilerimizi neden aktarıyorsunuz?
3. köprü, Osmangazi, Avrasya müteahhitlerine Hazine’nin TVF üzerinden aktaracağı kaynakla, ülke savunması için kullanılan savaş uçağı, tank harcamalarının ne ilgisi var?
Cevabı bilsek de soruyoruz.
Sahi siz kimi kandırıyorsunuz?


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Irak Kürdistanı: Halkın iradesi mi? Aşiret sultası mı? - TANER TİMUR

Gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın “Şark Meselesi” günümüzde değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce Balkanlar’da oynanan kanlı oyun bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor.


Bu kez korkulan oldu; Barzani geri adım atmadı; referandum yapıldı. Erbil’den yapılan açıklamaya göre Iraklı Kürtler ezici bir çoğunlukla bağımsızlığa “evet!” dediler. Şimdi biz de siyaset erbabı “referandum geçersizdir” diye nutuklar atarken, iş erbabı da “kâr-zarar” hesapları yapıyor. Son yıllarda Irak Kürdistanı Türkiye’nin dostu, Kerkük de Türk ekonomisinin bir parçası haline geldiğine göre, bu oylamaya bu ülkede kim kayıtsız kalabilir ki? “Referandum yok hükmünde!”; “Hesabını soracağız!”; “Sen kaşındın Barzani!” Bunlar 25 Eylül sabahı gazetelerde okuduğumuz bazı manşetlerdi. Ertesi sabah, sonuçlar belli olduktan sonra da gazetelerin çoğu cumhurbaşkanının şu cümlesini manşet yaptılar: “Bir gece ansızın gelebiliriz!” Adeta bir “darbe”yi haber verir gibi. Aslında biz de, Kürtler de bu gibi nutuklara yıllardır alışkınız. Oysa gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın “Şark Meselesi” günümüzde değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce Balkanlar’da oynanan kanlı oyun, bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor. İpler yine “Düveli Muazzama”nın elinde, sahnedeki oyuncular ise bölge insanları.
Birinciler gökleri kontrol ediyor; ikinciler yerde savaşıyor. Oyunun adı da konuldu: “Vekalet Savaşı.” Oysa “vekil”ler bu savaşta hiç de “paralı asker” sıfatını kabul etmiyorlar. Biz de varız, diyorlar; bizim de bir davamız var; başkaları için değil, kendimiz için savaşıyoruz!

2003 yılında Irak’ın işgaline tanık olan İrlandalı gazeteci Patrick Cockburn, geçenlerde Kerkük’ün o günlerde nasıl  yağmalandığını hatırlamıştı. Köşesinde (Independent, 22 Eylül, 2017), 10 Nisan 2003’te yağmacılar Kerkük’ü soyarken, Peşmergelerin “boşluğu doldurmak” üzere şehre nasıl girdiklerini anlatıyordu. O günlerde de kıyamet kopmuştu. Herkes Kürtleri tehdit ediyor, “size gösteririz!” diyordu. Hatta Cockburn’ün kendisi de “Kürtlerin zaferi Türkiye’nin işgali korkuları yaratıyor” başlıklı bir yazı yazmıştı.

Barut fıçısı bölgede devlet içinde devlet
Sonra korkulan olmadı. 2005’te bir anayasa kabul edildi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu. Barut fıçısına dönüşmüş bir bölgede giderek “devlet içinde devlet” haline gelen “federal” bir yönetim çıktı ortaya. Kendi parlamentosu ve askeri gücü olan; yabancılara vize veren; başka ülkelerle, Erbil’deki konsolosluklar aracılığıyla, doğrudan diplomatik ilişkiler kuran; gençlerine Kürtçe eğitim veren bir “özerk” yönetim.

Oysa bu yönetim bölgede örnek bir “model” oluşturmaktan uzaktı. Bir aşiret yapısını en ileri anayasa ilkeleriyle süslemiş garip bir alaşım manzarası sergiliyordu. Durum buydu ve beliren kaos ortamında Kürt yönetimi her türlü kötülüğün nedeni sayıldı: Aşiret zihniyeti, yolsuzluk, bağnazlık, Kürtleştirme politikası, kısaca kötü yönetim. Kürtlere her zaman arka çıkmış P. Cockburn bile bunların tamamen haksız olduğunu yadsıyamadı.

Ne var ki Barzani, vekilleri ve dostları da bu arada boş durmadılar. Onların da söyleyecekleri vardı; söylediler. Mealen, şuydu söyledikleri: Biz bu toprakların en ezilmiş halkıyız; Saddam yıllarca bizi ezdi; kimyasal silahları Suriye halkından önce biz tanıdık. DAEŞ’le biz savaştık; bu toprakları Ortaçağ vahşetinden biz kurtardık; bunu yaparken de her türlü kökenden yüz binlerce sığınmacıyı topraklarımızda barındırdık. Oysa biz terörle savaşırken, Irak Hükümeti, DAEŞ’in ve Şii milislerin kontrol ettiği yerlerde «devlet bütünlüğü» adına memur ve müstahdemlere maaş ödemeye devam ediyordu. Bugün herkesin karşı çıktığı referandum zaten 2005 Anayasası’nda (md. 140) yazılı bulunuyor. 2007 yılı sonuna kadar bunun uygulanmasını önleyen taraf da biz değil Irak Hükümeti oldu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulursa, varılan noktada, Kürdü, Arabı, Türkmeni, Süryanisi, Yezidisi ile tüm halkımızın bağımsızlık istemekten başka çaresinin kalmadığı anlaşılır. Kaldı ki, oylamada «evet» çıksa da, biz hemen bağımsızlık ilan edecek değiliz. Bölgedeki istikrarı bozmamak için dostça görüşmelere, barışçı yollar aramaya devam edeceğiz.

Kürtlerin feryadında haklı noktalar vardı
Kuşkusuz, durum, çizilen tablodaki gibi parlak olmaktan uzaktı ve daha ilk maddesinde «Bu Anayasa Devlet bütünlüğünün teminatıdır» diyen Irak Anayasası bir “bağımsızlık” oylamasına izin vermiyordu. Yine de teslim etmek gerek ki Kürtlerin bu feryadında haklı noktalar vardı. Fakat ortada da yanıtlanması gereken önemli bir soru kalıyordu. Irak Kürdistanı bölgede zaten «bağımsız bir devlet» özellikleri taşırken, Barzani, bu kritik dönemde neden tüm dünyayı karşısına alacak bir çıkış yapmıştı? Buna nasıl cesaret etmişti? Amerika’sı, Rusyası, İran’ı, Türkiye’si «sakın ha!» derken, Irak Hükümeti mutlaka önlem alacağını söylerken, Kürdistan Parlamentosu böyle bir kararı nasıl alabilmişti?

Şurası önemli: Aslında büyük güçlerden ABD referanduma esasta karşı çıkmıyor. Sadece onu zamansız buluyor ve -bir Beyaz Saray açıklamasına göre (15 Eylül 2017)- DAEŞ ile savaş gündemin ilk maddesi iken, böyle bir oylamanın “ihtilaflı topraklarda özellikle istikrar bozucu ve tahrik edici” sonuçlar doğuracağını düşünüyor. “İhtilaflı topraklar” da, başta Kerkük, Irak Kürdistanı’nı teşkil eden üç eyaletin (Erbil, Dohuk, Süleymaniye) dışında kalan ve hukuken Bağdat’a bağlı olsa da, fiilen Kürtlerin kontrolünde bulunan topraklardan oluşuyor.

Gelişmelerde en ilginç taraflardan biri, resmi planda referandumu destekleyen tek devlet olan İsrail’in tavrı oldu. Diplomaside her zaman dikkatli ve ihtiyatlı adımlar atan bu ülkenin hesabı acaba neydi?

İsrail’in eski ABD elçilerinden Ron Prosor, adeta ülkesinin resmi görüşünü açıklar gibi, New York Times sütunlarında (24 Eylül 2017), İsrail desteğini Kürtlerin bölgede tüm aşırılıklara karşı bir «tampon bölge» oluşturacağı teziyle savunuyor. «Demokrasi bayrağının genellikle inik olduğu bir bölgede, Kürdistan’ın liberal demokratik değerleri kucaklamayı seçtiğini» söylüyor ve Başkan Trump’ı da bu desteği paylaşmaya davet ediyor. «Eğer, diyor, ABD istikar getirici, modernleştirici ve demokratik bir gücü desteklemek isterse, seçim kolaydır: Mr. Trump kazanana oynamalı, bağımsız bir Kürt devletini desteklemelidir».

N. Y. Times’ın Kudüs büro şefi D. B. Halbfinger ise, gazetesinde (22 Eylül 2017) Netanyahu’nun bu desteği tarihi Kürt-Yahudi dostluğuna dayandırdığını iddia ediyor. Yahudilerin daha Babil esareti sırasında Kürdistan’da olduklarını, altı yüz yıl önce de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü aldıktan sonra Yahudilere insanca davrandığını, hatta Yahudi Maymonid’i özel doktoru tayin ettiğini söylüyor. Günümüzde de bu dostluğun sürdüğünü birçok örnekle anlatıyor. Yazar, Kürtlerin, başta iki yüz bin Kürt Yahudisi (Kurdish Jews) olmak üzere, tüm Yahudilerin dostu olduğunu iddia ediyor ve yıllarca Kürtlere askeri eğitim vermiş emekli bir generalin “ben bir Kürt yurtseveri oldum” diyen sözlerine de yer veriyor.

İçtenliği kuşkulu bu satırları okurken, bizim de kafamızda şu sorular beliriyor: İsrail’in kendine özgü nedenlerle Barzani kozunu oynaması, acaba başka bir şeyi daha mı ifade ediyor? Bu açık destek, yoksa İsrail ile çok özel ilişkileri olan ABD’nin gizli desteğinin de bir işareti mi? Kuşkusuz üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir hususlardan biri de bu; özellikle de yıllardır Kürt Sorunu ile başı dertte olan bu topraklarda. O halde biz de gelelim Türkiye’nin tutumuna.

Ayağına kırmızı halılar seriliyordu
Barzani son yıllarda bu ülkede AKP yönetiminin sevgili dostu olmuştu. Sık sık Ankaraya geliyor; törenlerle karşılanıyor; ayağının altına kırmızı halılar seriliyordu. Ünlü «kazan-kazan» politikası yürürlüğe konmuştu; siyaset ile ticaret el ele yürüyordu.
Kendisi de elbette bu sevgi dalgasına kayıtsız kalamazdı ve kalmadı. Siyasi planda Türkiye Kürtlerini AKP’ye yönlendiriyor, iktisadi planda ise kârlı bir ticarete konan engelleri kaldırıyordu. Özellikle enerji ve inşaat burjuvazisinin sevgili ortağı haline gelmişti. Ankara, Irak Kürdistanı’na bağımsız devlet muamelesi yapıyor, Bağdad’ı hiçe sayarak, Kerkük’le doğrudan petrol ticareti yürütüyordu. Bu yüzden Irak Hükümeti Kürdistan’ın tahsisatını kesince, bir ara Erbil’deki memurların maaşı bile Ankara’dan ödendi. Alan da memnundu, satan da; bu konuda Amerika’nın ikazları, İran’ın homurdanmaları para etmedi. Bölgede binden fazla Türk şirketi iş yapıyor, Habur kapısından günde binlerce tır kamyonu geçiyordu. Pasta büyüktü; başkaları da ziyafete katılabilirdi. Öyle ki, daha geçen Ağustos ayında, Başbakan Binali Yıldırım, Ankara’yı ziyaret eden Singapur Başbakanına bile pastadan pay önermişti. Ona, “Singapur’un elindeki para kaynağını Türk müteahhitlerinin gücüyle birleştirelim” demiş, “özellikle Suriye ve Irak’ın imar edilip ayağa kaldırılmasında ortak yatırımlar yapılabileceğini” önermişti. (Yeni Şafak, 22 Ağustos, 2017).

Ne var ki son yıllarda işler iyi gitmiyordu. Irak’a, bir ara 12 milyar doların üzerine çıkan ihracat, petrol fiyatlarının düşmesiyle 2016’da 7,6 milyar dolara kadar düşmüştü. Barzani de sıkıntı içindeydi. “Devlet” hazinesi boşalmış, borçlar artmıştı.
Peşmergeler arasında da aşiret kavgaları oluyor, otoritesi sarsılıyordu. Hanedan yönetimi ve parlamentoyu hiçe sayan tutumu bölgedeki “demokratik devrim” özlemlerine tamamen tersti. Irak Başbakanı İbadi’nin, Barzani aşireti ile Saddam’ın Tikrit aşireti arasında kurduğu paralellik pek de yabana atılacak gibi değildi.

2018’de başkanlık seçimi vardı ve bu koşullarda Barzani’nin seçimi artık üçüncü kez ertelemesi zordu. Bütün bunlarla ilgili ve bunlardan daha tehlikeli olarak da, ABD tarafından terk edilmekten korkuyordu. DAEŞ’in, peşmergelerin de katkısıyla sağlanan yenilgisi, sonunda kendi yenilgisi haline dönüşebilirdi. Amerika güvenilir bir ülke değildi; Irak’ın bütünlüğünü bölgede “Pax Americana” açısından daha önemli bulup, aşiretine “Savaş bitti; sizin de işiniz bitti; toz olun!” diyebilirdi. Bunu önlemek için bir koza ihtiyacı vardı. İşte referandum bu konuda bir can kurtaran simidi olabilirdi. Bağımsızlığa yol açmasa bile, kendi gücünü ortaya koyacak, kamuoyunu etkileyecek, Kürtlerin öyle kolaylıkla harcanacak “paralı askerler” olmadığını gösterecekti.
Hesabını iyi yapmıştı. Türkiye’den kuru sıkı tehditlerden başka bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Beştepe için 2019 seçimleri hayati idi ve milyarlarca dolarlık Irak ticaretinden vazgeçemezdi. Nitekim referandumun ertesi günü Ekonomi Bakanı Nihat Zeybek, “Kuzey Irak’ta ticaretle ve gümrük kapıları ile ilgili bir talimat yok” demiş ve piyasaları rahatlatmıştı. (Hürriyet, 27 Eylül 2017). Türkiye cephesinde durum buydu.

Bağdat’ı masaya oturmaya zorlayacak
Irak’a gelince, Barzani, Bağdat’ı da masaya oturmaya zorlayacak ve bir taraftan sarsılmış meşruiyetini onarmak isterken, öte yandan da federe devletinin haklarını artırmaya çalışacaktı. Zaten oylamadan sonra yaptığı ilk konuşmada da şunları söylüyordu: “Referandum, sınırların çizilmesi için değildir. Biz diyaloga hazırız. Biz komşularımızla hiçbir sorun yaşamak istemiyoruz. Erbil ile Bağdat arasındaki  sorunların çözümüne yardımcı olmalarını istiyoruz.” Olur mu? Pekala olabilir. Hatta emperyal devletler de bir ‘modus vivendi’ için aralarında anlaşabilir. O zaman zevahir kurtarılmış olur; işler şimdilik yoluna girer ve bu gibi “diplomatik” incelikleri çok iyi bilen The Economist dergisinin yazdığı gibi (23-29 Eylül, 2017) “Batılı devletler de Barzani’nin Kasım ayındaki seçimi yeniden ertelemesine göz yumarlar.” Böylece kurtuluş da gelecek baharlara ertelenmiş olur. Halklar, bin bir hesaba dayanan göstermelik referandumlarla değil de, gerçekten bilinçlenerek, kardeşlik içinde, kendi kaderlerine hakim olana kadar.

Taner Timur / BİRGÜN

Ne zaman sıkışırsa Kemalizme sığınıyor: Böyle olur İslamcı dış politika dediğin - MUSTAFA K. ERDEMOL

Yandaşların AKP hükümetinden oluşturmasını önerdiği “yeniden Sadabat Ruhu” İran’la, Irak’la, Suriye’yle Kürt konusunda ortak tutum alma çağrısıdır.

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Açıkçası biz son ana kadar Barzani’nin böyle yanlışa düşeceğine ihtimal vermiyorduk. Demek yanılmışız” diyerek IKBY Başkanı Mesud Barzani’nin Bağımsızlık Referandumu kararı karşısındaki politikasızlığı yandaş medyada yeni arayışlara yol açtı. Yıkalım, yok edelim çığlıkları arasında birileri Sadabat Paktı “ruhu”ndan söz etmeye başladı.
Malum Sadabat Paktı, Türkiye’nin “Bölge Merkezli Dış Politikası’nın önemli anlaşmalarından biriydi. 8 Temmuz 1937’de Türkiye, İran, Irak, Afganistan arasında imzalanan, anlaşmaya taraf olan devletlerin sınırlarında güvenliğin sağlanmasını içeren bir anlaşmaydı. Sadabat Paktı 1979'da İran'daki İslamî rejim, paktı feshettiğini imâ edene kadar hukukî varlığını sürdürmüştü.

Neden yapıldı?
Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1926’da İran’la, iki yıl sonra Afganistan’la yaptığı anlaşmalar bu ülkelerle olan mevcut sorunları kaldırmış bulunuyordu. Irak’la Musul kaynaklı sorunların çözümü yolunda atılmış adımlar vardı. Buna rağmen 1937’de neden adı geçen ülkelerle yeni bir anlaşma yapılmak ihtiyacı duyuldu peki? Sadabat Paktı hangi gerekçeyle ortaya çıktı?
Askeri bir pakt olmadığı ilan edilmişti. Anlaşmaya imza atan ülkeler birbirlerinin içişlerine karışmayacakları yönünde birbirlerine taahhütte bulunmuş oluyorlardı. Birbirlerinin sınırlarına saygı da duyacaklardı. Taahhütlere uyulmaması durumunda taraflar birbirleriyle görüşerek sorunları çözecek, uluslararası büyük güçlere, Milletler Cemiyeti Konseyi’ (zamanın BM’si) dışında, başvurmayacaklardı,

Yandaş basının, iktidarın “think tank” işlevi gören kurumlarının yeniden bir “Sadabat Ruhu” istemelerinin nedeni anlamak için Sadabat Paktı’nın 7. maddesini anımsamamız lazım. Söz konusu maddede “taraflar kendi sınırları içinde öteki tarafın kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak ya da hükümet rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, gruplar ya da örgütlerin kurulmasını ve onların eyleme geçmelerini engellemeyi” içeriyor.

Anlaşmanın diğer maddeleri zamanla işlevsiz kaldı ama 7. Madde Pakt ortadan kalkıncaya kadar geçerliliğini sürdürdü.

Kürd’e karşı istenen “ruh”
IKBY’nin yaptığı referandum doğruydu, yanlıştı, zamanıydı, değildi, tüm bunlar tartışılabilir. Burada önemli olan AKP’nin Kürt sorunundaki geleneksel çizgiden şaşmaması. Kürt söz konusu olduğu zaman, hayatın her alanından söküp atmaya çalıştığı “Kemalist politikaları” işine geldiği zaman savunuyor olması. Şimdi yandaşların AKP hükümetinden oluşturmasını önerdiği “yeniden Sadabat Ruhu” İran’la, Irak’la, Suriye’yle Kürt konusunda ortak tutum alma çağrısıdır. Bu çağrı karşılık bulursa, bunda Irak Kürdü’nün başta İsrail olmak üzere emperyal güç odaklarından destek araması da etkili de olacak.
Sadabat Paktı’nın amacı “içerideki” sorunun halli için “dış düşmanla” anlaşmaktı. AKP’nin “yeni Sadabat Ruhu” nun tek bir farkı var ilkinden, etkisi ülke sınırlarınıda aşabilecek “içerideki “sorunun halli için bölgedeki “tüm düşmanlarla” anlaşmak.
Böyle olur İslamcı dış politika dediğin.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN 

28 Eylül 2017 Perşembe

‘Hiçbir talebim yok!’ - NAZIM ALPMAN

Cumhuriyet davasının üçüncü duruşması 25 Eylül 2015 Pazartesi günü yapıldı. Duruşma öncesi “Dışarıdaki Gazeteciler” inisiyatifinin olağanüstü çalışması, gazetenin çağrısı ile TBMM’nin en dayanışmacı milletvekilleri, gazeteciler, sanatçılar, avukatlar, sendikacılar, aydınlardan oluşan büyük bir nitelikli kitle Çağlayan Adliye binasının beton denizi görünümlü avlusunda toplanmışlardı.
Öğle sıcağı betona vurunca ikiye katlanıyordu. Ama kimse bir an önce buradan ayrılayım düşüncesinde değildi. Basın açıklamaları yapıldıktan sonra da bu hava değişmedi. Muzip olanlar yine pozitif bir olgu çıkarabiliyorlardı:
-Sıcak Dayanışma!
Gerçekten de sıcak bir dayanışma vardı. Yaşı yetenlerin hepsi de dayanışma birikimle sahiptiler. 12 Mart, 12 Eylül, 1990’ların Bölgesi ve 2000’lerin akepesi… Hepsinin sunduğu zehirden istifade etmişlerdi.

•••

Kimler yoktu ki?
Aslında isim saymak risklidir. Unuttukların, göremediklerin, atladıkların haliyle alınırlar. Ben konuştuklarımdan bir bölümünün adlarını bu yazının içinde geçirmek istiyorum.
İlk önce Diplomat Aydın Selcen ile sendikacı Mustafa Paçal’ı gördüm. Selcen Türkiye’nin ilk Erbil Başkonsolosu olarak 3,5 yıl görev yapmıştı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin başkentinde… O gün de referandum vardı bilindiği üzere. Basın açıklamasına kadar bölge ve liderler hakkında Selcen’in değerlendirmelerini dinledik ilgiyle… Sonra Hakan Kara ve eşi Sinem Kara ile kucaklaştık. Bir iki adım atmıştım ki, oyuncu Orhan Aydın’ın açılmış sevgi dolu kollarına düştüm.
Davanın sanıklarından Cumhuriyet Avukatı Mustafa Kemal Güngör’ü tahliye sonrasında ilk kez görüyordum, gazeteye gittiğimde sadece Bülent Utku ile hasret giderebilmiştim önce duruşma sonrasında…
AİHM’de en çok dava kazanan avukat unvanına sahip eski milletvekili Hasip Kaplan, gazeteci yazar Faik Bulut, gazeteci Tayfun Gönüllü, genç çalışma arkadaşı Simay Gözener ile birlikte derme çatma sıcak sevimli çay ocağına otururken Nur Sürer ve bir süre önce tahliye olan eşi Sarp Kuray’ı gördüm, el salladık birbirimize…
Sıcak beton üzerinde dolanırken savaş alanlarının en cesur kadın gazetecisi Nevin Sungur’u ve kameraman Gökhan Acul ile yanlarındaki yabancı gazeteci arkadaşlarıyla hasret giderdik.
Cumhuriyet’in Eski Milliyet’ten kazandığı Zeynep Oral hiçbir duruşmayı kaçırmama özeniyle oradaydı Türkiye Pen Kulüp Başkanı sıfatıyla… Hemen arkasında “özgür” gazeteci Selin Ongun binaya doğru ilerliyordu.
Tam işte orada diye işaretleyip ona doğru hareket ettiğim Musa Kart’ın karşısında yine birkaç yabancı kamera vardı. Ona değemeden geçtim.
Sevimli kafenin çıkışında ise benim sevgisine doyamadığım ağabeyim Altan Erbulak’ın eşi Füsun Erbulak ve kızı Sevinç Erbulak ile karşılaştım. Nasıl bir hasret gidermeyse her sarılmada özlememiz daha artıyordu. Çünkü Altan Ağabey bizi bırakıp yıldızlara doğru yükselişinden 30 yıl geçmişti.

•••

Duruşma salonu elbette bizleri alamazdı. Avrupa’nın en büyük yargılama binası olarak ilan edilen yapıda böylesi bir duruşma için uygun/yeterli salon yoktu!
Yüksek sesle haykırıldığında “Hepsinin tahliyesini istiyoruz” deniliyordu. Ancak küçük sesli konuşmalarda firelerin olabileceği ifade ediliyordu.
En çok da Ahmet Şık için endişe vardı. Ahmet savunmaları kadar, duruşma aralarındaki kısa mesajlarıyla da karşısındakileri sarsıyordu.
Zaten o da bunu bildiğinden olsa gerek hakim sorduğunda kalktı ve tahliyesini istemedi.
Onun bu hali akıllara Nikos Kazancakis’in kitaplarında, okurlarının yüreklerinde ve Girit’teki anıt mezarında yazılı olan şu sözleri getirdi:
“Hiçbir şey ummuyorum, hiç kimseden korkmuyorum, özgürüm!”
Ahmet Şık’ın son duruşmadaki kısa cümlesi de Kazancakis kadar görkemli bir çıkıştı:
“Hiçbir talebim yok!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

Sömürge estetiğinde pamuk ve sanat üretimi* - MURAT YAYKIN

19. yüzyılın sonlarında Fas bir Fransız sömürgesiyken, şehirleri gazetecilere gösteren Fransız vali, kurulan ilk binalardan birinin, harita odası olduğunu gururla belirtiyordu. Aynı tarihlerde oryantalizmin afyonu ile hayallere dalmaya hevesli fotoğrafçılar ise Kahire’de tek dert ettikleri sorunun, şehri bir türlü yukarıdan görememek olduğunu söylemekteydiler. Bu uğurda Mısırlı gibi giyinen Avrupalılar, Kahire’nin sakinlerinden habersiz, şehrin ve şehirlilerin suretine sömürgeleştirmenin estetik çerçevesini yerleştiriyorlardı.


Modernizmin mucize icatları silahlarla şehri kuşatma altına alıp altın kaplamalı dürbünlerle şehirleri surlardan izleyerek sokakta amaçsızca yürüyenleri düzene sokma hırsı, bu düzensiz hayat sakinlerinin odalarını illaki temiz ve derli toplu görme arzusu, istatistikler çıkarma, askere gitmeyenleri köylerinden toplama, caddelerin, meydanların, ara sokakların kuşbakışlarını hiçbir detayı gözden çıkarmadan haritalara dökme çabası 19. yüzyılda Ortadoğu’yu metrekarelere böldü.
Batılıyı hasta eden Ortadoğulu dağınıklık hali ve kafasına göre takılan bu ahaliyi “nasıl kontrol altına alırız” fikri, vebalılara ve akıl hastalarına uygulanan izleme metotlarının, sömürgeleştirilen bu şehirlerin ve hatta evlerin, tarlaların en despot yollarla izlenmesiyle sonuçlandı.
Timothy Mitchell’in “Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi” isimli kitabındaki ‘Gece-Gündüz İzleniyorlardı’ başlıklı bölümde köylüler için oluşturulan akıllara zarar izlenme mekanizması şöyle gerçekleşiyordu:“Kırsal nüfusun olduğu yerde sabitlenip Avrupa’nın tüketimi için pamuk ve başka emtiayı üretmesinin sağlanması için yerlerinin dikkatle tespit edilmesi, görevlerinin ya da üretmeleri gereken miktarın tam olarak belirlenmesi ve performanslarının sürekli olarak gözlenip rapor edilmesi gerekiyordu… Köylüler, kendilerine verilen işleri yaparken, ‘Program’da belirtildiği gibi gözlenecekler, tarlada piyade ve yabancıların denetiminde çalışacaklardı. Bu resmi görevliler fellahları her gün kontrol ediyor ve köylerini terk etmelerini engellemek için gece-gündüz takip ediyorlardı. İşini yapmakta kusur eden köylüler, hükümet tarafından atanan köy reisine (Şeyh-ül Beled) bildiriliyordu. Şeyh, bir fellahın tarlayı gerektiği gibi işlemediğini öğrendiğinde kırbaçla 25 kere vurarak cezalandırıyordu. Reis, köylüleri denetleme görevini savsaklarsa, ilk seferinde dövülüyor, ikinci seferinde 200 kırbaçla, üçüncü seferinde 300 kırbaçla cezalandırılıyordu.”

En ince ayrıntısına kadar sömürülen bu coğrafyalar, kendi bağımsızlıklarını ve aynı zamanda da yeni bağımlılıklarını kazanınca Avrupa’nın bu izleme pratikleri yerini daha ‘kültürel’ görünümlü çalışmalara bıraktı. 1889 senesinde Paris’te yapılan Dünya Fuarı’nda Kahire sokaklarının imitasyonu yapılırken duvarlar, gerçeğine benzetmek için ‘kirli doku’ ile örülüyordu. Sadece bu fuar için Kahire’den eşekler getiriliyor ve izleyicilere bu eşekler sırtında Kahire’nin imitasyonu gezdiriliyordu. Bu dünya fuarları 100 yıl içinde festival, sergi, bienal gibi etkinliklere dönüşse de içerikleri her etkinlikte bir öncekinin ötesinde daha farklı, daha yeni ve yaratıcı yaklaşımlarla tasarlanmış ‘şeylerin’ temsil edilmesi çabası ile farklı formlara dönüştü.

Şeylerin olması gerektiği gibi temsil edilmelerinin gerekliliği 19. yüzyıldan bugüne dek Avrupa ve Kuzey Amerika’da düzenlenen akademik, sanatsal, politik içeriğe sahip neredeyse tüm etkinliklerin bir kavramsal çerçeve ya da bir seçici kurul marifeti ile ‘bilinçli bir bütünlükte’ anlatılmasını gerekli kıldı. Mısır’da, Fas’ta ya da sömürgeleştirilmiş herhangi bir ülkede yaşanan akıllara zarar vahşi modernleştirme girişimlerinin temize çekilmiş halleri, kültürel etkinliklerde temsili dansçılarla temsili dilencilere, sempatik eşeklerden yemek kültürlerine uzanan çakma bir gizemli anlatımla ‘sanatsallaştırılıyordu.’

Sömürge ruhu ile denetlemeyi, şeylerin temsilinin temize çekilmiş hallerini ya da oryantalizmin tarihçesini anlatmak bir başka yazının konusu olabilir. Zamanda hızlı bir sıçrama yaptığımızda, pamuğun sağ salim Batı’ya ulaştırılması uğruna Mısır’da yürütülen uygulamaların, bugün de farklı yöntemlerle petrol ya da başka emtianın ticaretinin güvenle yapılması adına yürütüldüğünü, ancak uygulama metotlarının daha karmaşık ve gelişmiş olduğunu görmekteyiz.

Darwin’in Kâbusu (2004) isimli belgeselde Avrupa başkentleri ile Tanzanya arasındaki bir uçak seferinden bahsedilir. Uçak Tanzanya’dan Avrupa’ya pahalı havyar taşırken, Avrupa’dan Tanzanya’ya da ‘boş dönmemek için’ silah taşır.

Murat Yaykın / BİRGÜN

*Ahmed Tahrir’in bu yazısını artikisler.net sitesinden okudum, bütün olarak önemli bir yazı. Ülkemizle de ilgili bölümler var. Köşe olanaklarına göre yazıyı ikiye böldüm. Okur haftaya da takip eder kaçırmazsa sevinirim. BirGün okurlarına saygılarımla...

27 Eylül 2017 Çarşamba

Milliyetçiliği sizden öğrenecek değiliz - KEMAL OKUYAN

Milliyetçilik nedir?


Kimileri “yurdunu sevmek” olarak tarif edebilir, kendisini böyle bir tanımın içine yerleştirebilir ama bu son tahlilde kişisel ve pek gerçekçi olmayan fotoğrafıdır milliyetçiliğin. Milliyetçiliğe bugün “masum” bir içerik kazandırmaya çalışanların sığındığı bir limandır onu yurdunu sevmekle, hatta daha yerleşik bir kavram olan yurtseverlikle karıştırmak, hatta özdeşleştirmek…

“Ben ülkemi seviyorum, bu nedenle milliyetçiyim…” Çok iyi niyetli ama milliyetçilik bu değil!

Basitleştirecek olursak, milliyetçilik kendi ülkesinin çıkarlarını başka ülkelerin çıkarlarına üstün tutmaktır.

Bu iyi bir şey midir?
Hayır, bu iyi bir şey değildir.
“Ne var bunda, böyle bir dünyada kendi ülkesinin çıkarlarını başka ülkelerin çıkarlarına üstün tutmadan ayakta kalamazsın” denebilir.
“Böyle bir dünya”…
Neyi kastediyoruz?
Güçlünün güçsüzü ezdiği, onu sömürdüğü bir dünya!
O halde, ezdirmeyelim, güçlü olalım, biz başkasının tepesine çıkalım. Milliyetçilik budur, buna çıkar.
“Böyle bir dünya” tasvirinde yer alan dünyayı değiştirme iradesi göstermiyorsanız, kendi ülkenizin çıkarlarını öne yazmanın tek sonucu, başkalarına zarar vermektir.

“Böyle bir dünya”da herkes kazanmaz, kazanamaz. Çünkü bu dünya eşitsizlikler, adaletsizlikler üzerine kurulmuştur.

Ama bu dünyadaki eşitsizliklerin temelinde ülkeler arasındaki eşitsizlik yoktur. Bu dünyanın adaletsizliği ve eşitsizliği, insanlığın ancak çok küçük bir bölümünü oluşturan sömürücü bir sınıfın var olmasından kaynaklanmaktadır. Ülkeler arası eşitsizlik de bunun uzantısıdır. Sömürücüler ABD’de vardır, İngiltere’de vardır, Fransa’da vardır, Almanya’da vardır ama Türkiye’de de vardır. Daha yoksul bölgelere gidelim; Sudan’da, Nijerya’da, Tacikistan’da ya da Afganistan’da da aynı emek hırsızı, zorba sınıf mevcuttur ve bunlar yönetimdedir.

Bu alçak sömürücü sınıf dünyanın her ülkesinde kendi çıkarlarını “ülke çıkarı”, “ulusal çıkar” diye satabildiği için (de) iktidarını sürdürebilmektedir. Milliyetçilik halka bu zokanın yutturulması için en etkili silahlardan biridir.

Emekçi bir insanın zihninde ve yüreğinde milliyetçilik kendisini sömüren patronu bir başka ulusun yoksuluna tercih etme talihsizliğidir.

Ya da, başka ulusların sömürücülerinden nefret ederken kendi sömürücülerine iltimas geçmek…
Bu şöyle bir şey; Barzani’yi petrol zengini aşiret reisi diye aşağılayıp Koç ailesinin kasasından taşan servete “helal” damgası vurmak!

Milliyetçilikle yurtseverlik birbirine çok uzaktır; milliyetçilik kendi sömürücülerini aklamak, onları kayırmakken, yurtseverlik ülkeyi yerli ve yabancı sömürücülerden temizleme iradesidir.
İnsanlığın her yerde ihtiyacı budur.

Ülkesini gerçekten seven, yurdunu gerçekten sakınan biri o toprakların adaletsizlikle, hırsızlıkla, zorbalıkla, haksızlıkla kirletilmesine göz yummaz.

Biraz açalım mı?

Angola “zengin” bir Afrika ülkesidir. Zengin derken, halkı çoklukla yoksuldur da ülkenin doğal zenginlikleri göz kamaştırıcıdır: Altın ve petrol!
Burası asırlarca Portekiz’in sömürgesiydi, pis sömürgeciler burayı yağmaladılar, hele petrol çağında Angola iyice kıymete bindi, Angola kıymete bindikçe Angola’nın yerli halkının üstüne binen yük de arttı. Sonra isyan etmeye karar verdiler, silaha sarıldılar. Portekiz sömürgeciliğinin tükenişine damga vuran örneklerden biriydi Angola Kurtuluş Savaşı. Öne çıkan örgüt MPLA idi; Sovyetler Birliği’nin ve Küba’nın ve de Portekizli komünistlerin desteğini aldı, Portekizli sömürücüler kovuldu, bütün kritik sektörler devletleştirildi, Angola halkı eğitim, sağlık ve adaletle tanıştı, modern kentler ortaya çıktı.

1990’lar geldi ve Sovyetler Birliği yıkıldı, dünyayı kirleten piyasacı güçler altın ve petrole hükmeden Angola’nın şanlı gerilla hareketinden kalma yöneticilerini bir bir satın almaya başladı; çürüme bir anda yayıldı ve birkaç yılda ahlaksız mı ahlaksız sömürücü bir sınıf ortaya çıktı. Ülkenin devrimci kurtuluşunun simgesi olan bayrağı bile değiştirmeye tenezzül etmediler, aslında ezilenlerin simgesi olan çark ve palayı kullanmak işlerine geliyordu, bu da bir “milliyetçilik”ti. Kendileri milyarlarla oynarken, aç ve yoksul Angola halkı “aynı bayrağa” tapıyordu. Çark emekçilerin kurtuluşunu değil Angolalı zenginlerin kâr makinesini tasvir ediyordu; pala kırsaldaki yoksul siyahların silahı değil adaletsiz bir rejimin copuydu, tankıydı, topuydu gayri…

Ben bu yeni sömürücü sınıfın üyelerini Portekiz’de görmüştüm. Sekiz kapılı limuzinlerden inen semirmiş siyahlardı bunlar, boyunları eğilmişti taktıkları kalın altın kolyelerin ağırlığından. Yıllardır kendilerini sömüren beyazlardan intikam alırcasına yatırım yapıyorlardı Portekiz’de. Beyaz siyahı sömürmüyordu da, siyah kendi renginden olanlarla beraber beyazları da sömürüyordu.
İnsanlık kara derili sömürücülere anlayış göstermeyenlerin, beyaz ya da siyah bütün sömürücü alçaklara karşı duranların elinde yükselecek.

Türk ya da Kürt ya da Arap veya Yunanlı…
Bütün halkların kardeşliği…
Peki bunu sağlayacak olan ne?
Eşitlikçi bir düzen. Başkası olmuyor. Emperyalizme karşı mücadele, Türkiye artık kaynak aktarmasın, başka ülkelerin sırtına binsin kalleşliğiyle yapılıyorsa zaten emperyalizme karşı mücadele değildir.

Ya da bağımsızlık?..

21. yüzyılda sömürücü sınıflara yaslanan hiçbir bağımsızlık hareketi insanlığa hizmet etmez.
Neymiş, böyle bir ilke varmış!
Bugün devrimciliğin tek ilkesi sömürücülere karşı mücadele etmektir.
Koç ya da Sabancı’ya ve bu ülkenin sırtına binmiş bilimum sömürücülere duyduğumuz öfkeyi Barzani’den esirgemeyiz.
Zamanında sırf Kürt sorununu “çözecek” diye Erdoğan’a
“demokrat”,
“özgürlükçü”,
 “reformcu”,
hatta
“devrimci” sıfatlarını yakıştıranlardan öğrenecek değiliz milliyetçilik nedir, enternasyonalizm nedir, Marksizm nedir…

Evet, Orhan Gökdemir’in yazdığı gibi Barzanistan’a da Tayyibistan’a da karşıyız.

Kemal Okuyan / SOL

Yanlış düşman, yanlış dost … - MUSTAFA TÜRKEŞ

Dış politikada yanlış düşman gibi, yanlış dost edinmemek de marifettir. İktidar ikisini de başardı! İlki Putin, ikincisi Barzani.

İktidar, Rusya’nın uçağını düşürmeye değmez bir durumda düşürerek yanlış düşman edinmişti. Buradan çıkış oldukça maliyetli oldu; halen de ağır bedel ödeniyor. Putin istediğini dikte ettiriyor. Hatta öyle bir duruma geldi ki, NATO silahlarından şüphelenen iktidar, Rusya’dan S 400 füze savunma sistemi alıp, kendini NATO silahlarına karşı korumaya çalıştığı izlenimi veriyor. Doğruysa eğer, S 400’ler önce Ankara’ya yerleştirilecekmiş...
Ne tuhaf değil mi?
NATO patronajı altında komünizmle mücadele derneklerinden iktidara yükselenler bugün NATO’ya karşı temkinli olma ihtiyacı duyuyorlar. Emperyalizm herkesle, her şeyle oynar. İktidar NATO’nun koruduğu kapitalist sisteme karşı değil, emperyalistlerin kendilerinden daha kullanışlı aktör bulduğu zaman at değiştireceğini bildikleri için temkinli. Ne iktidar NATO’dan, ne de NATO iktidardan henüz vazgeçmiş değil. Aralarındaki simbiyotik ilişki sürmektedir.

Son yaşananlar iktidarın yanlış dost edindiğini kanıtlar nitelikte. Hani şu “kadir bilmez”, iktidarın memur maaşlarını ödemek için kredi açtığı IKBY başkanı, çokça yazılıp söylendiği için tekrara lüzum olmayan “parti kongresine davetli”, “ticaret ortağı”, “eski dost” vd.

İktidar bir anda yanlış dost edindiğini anlamış! Referandum yapacağını bütün dünyaya söyleyip, iktidara söylemediği için mi? Yoksa söylediği halde iktidarın bunu kavrayamamasından mı? Kadirşinaslığından mı? Bilinmez! Önemi de yok zaten. Gerçek o ki, iktidar Barzani’nin yanlış dost olduğunu bütün dürüstlüğü ve açıklığı ile itiraf etti. “Kadir bilmezler” dedi, bir zamanlar Gülen cemaatine “ne istediniz de vermedik” dediğinden daha temkinli bir dille.

Yalnızca iktidar mı? Muhalefet partileri ve basının büyük çoğunluğu neye, niçin karşı olduklarını veya niçin desteklediklerini tanımlamakta zorlanıyorlar.

IKBY’nin bağımsızlık ilanı için referandum yapmasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu ağız birliği etmişçesine söyleyip durdular. Öte yandan bunun bir hak olduğunu savunlar var.
İktidar ve muhalefet birbirini gazlayıp Lozan 1923, Ankara 1926, 1946 ve 1983 anlaşmalarının Türkiye’ye müdahale hakkı verdiğini dillendirmeye çalıştılar. Kamuoyunun kafası karıştı, hangisi doğru?

Bakalım bunlara sırasıyla. Uluslararası hukuka aykırılık en çok vurgulanan nokta. Tuhaf olan, uluslararası hukukta bir topluluğun bağımsızlık ilanını önleyen bir madde söz konusu değil. Çılgınca siyasi hata yapanlara hatırlatmakta fayda var: 2008’de Kosova’da bağımsızlık ilan edildiğinde alkış tutanlar, bugün IKBY’nin yaptığını uluslararası hukuka aykırı olduğunu ileri sürüyorlar. Lafı çok uzatmadan şu kısa öyküye bakmalarını öneririm. Kosova’da bağımsızlık ilan edildikten sonra Sırbistan Cumhuriyeti konuyu Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna (BMGK) taşıdı,  burası konuyu Uluslararası Adalet Divanı’na yönlendirdi. Uluslararası Adalet Divanı ise oy çokluğu ile “uluslararası hukukta bağımsızlığı önleyen bir durum bulunmadığını, bu nedenle de Kosova’da ilan edilen bağımsızlığın hukuka aykırı bulunmadığına” karar verdi. Elbette bu tavsiye kararıdır, bağlayıcı değildir, fakat şu soru ortada. Uluslararası hukuk Kosova’da bir türlü, burada başka türlü mü yorumlanır? (Evet diyenleri sadede davet ediyorum. Saçmalığın da bir sınırı var.)

Bu durumda referandumun uluslararası hukuka aykırı olduğu tezini ileri sürüp durmanın bir anlamı yok. Referandum iç hukuk bakımından sorunludur; Irak merkezi yönetimi bunu kabul edilemez buldu. Irak Anayasa Mahkemesi IKBY’nin aldığı referandum kararını geçersiz saymıştır, bu nedenle iç hukuk bakımından Referandumun yapılması yasal değildir. İç hukuk bakımından illegal olan bir durum dış aktörlere müdahale hakkını ancak BMGK kararı olursa verir. Diğer türlü tek taraflı yapılacak müdahaleler uluslararası hukuka aykırı olur.

Bütün bunlar bilindiği için uluslararası hukuka aykırılık bahsinin kısa süre içinde bir kenara bırakılacağını tahmin etmek mümkündür.

Lozan ve Ankara anlaşmalarının sınıra ilişkin ve azınlık hakları, mal mülk meselesi konularında yaptığı göndermeler önemli olmakla birlikte müdahaleye cevaz veren bir maddesi mevcut değildir. Zorlanarak üretilen kanılar tersine de çalıştırılabilir. Kamuoyunu yanlış bilgilendirip, hamasi duruşları daha fazla şişirmeye yaramaktan başka bir işe yaramaz. Bunun tehlikesini kavramak için âlim olmaya gerek yok.

1946 ve 1983 tarihli anlaşmalar ise terörist takibi bakımından sıcak takip yapmaya cevaz vermenin ötesinde bir müdahaleye cevaz vermez.

İktidar bunları bildiği için Irak merkezi yönetimi ile ortak güç gösterisinde bulunmayı planladığı anlaşılmaktadır. Sınırdaki askeri manevralar ve Irak merkezi yönetiminden subayların yer alması bunlara işaret etmektedir.

İktidar müdahale yapmak istiyor, ancak nasıl yapacağını bilmiyor, hazırlıklı gözükmüyor. Müdahale nasıl yapılacak, sınırları, amacı gibi sorular henüz netleşmediği, hatta oluşum sürecinde olduğu için somut verilere dayalı bir analiz yapmak henüz mümkün değil.

Fakat bilinen somut durum şu: iktidar yanlış dost edinmiş, şimdi eski hasmıyla yanlış dosta karşı ortak pozisyon almaya çalışıyor. Irak merkezi yönetimi de Türkiye’ye birkaç subay gönderip, ortak müdahale görünümü ile Barzani’nin burnunu Türkiye’ye sürttürmek istiyor. Anlaşıldığı kadarı ile iktidar bir taşla iki kuş vuracağını hesaplıyor: hem Barzani’yi köşeye sıkıştırmak hem de YPG/PYD’ye gözdağı vermek istiyor. Başarılı olursa ABD yönetimine dahi gözdağı verdiğini söylemek isteyecektir.

Nasıl mı?
Habur’dan Kerkük’e uzanacak yeni koridor oluşturarak bunu yapmak istiyor. Bu güzergâhta ticareti kontrol ederek, tamamen kesmeden, Barzani’yi köşeye sıkıştırabileceğini varsayıyor. Uluslararası hukuka aykırı düşmemek için eski hasım ile dost olmak gerekti. İki tarafta hızlı çark ettiler. Uzun süre devam eder mi? Şii milis güçlerin Kerkük’te atacağı adıma bağlı. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da olasılık dâhilinde. Yine de teslim edelim hakkını, en olumsuz durumda dahi durumdan yararlanıp istediği kanıyı halka ulaştırma konusunda oldukça başarılı bir iktidar var. Bir anda en hızlı Türk milliyetçisi olabilir, eski söylemleri yok sayarak. Bir başka durumda yanlış dost ile müzakere masasına da oturabilir mi? Mümkün değildir denemez. Tahmin edilemez bir aktör değil, her şeyi istediği amaç uğruna kullanabilir. Burada bir tutarlılık var.

Amaç ne?
Barzani’yi kendine muhtaç kılmak mı?
Bununla tehdit etse de etrafta başkalarının olduğunu biliyor, İsrail bayrakları boşuna dolaşmıyor bölgede. Barzani’nin arkasında İsrail ve sahne gerisinde ABD ve Rusya olduğu biliniyor. Her biri çıkarını tanımlamış durumda. ABD ve Rusya arada bir hırlaşmakla birlikte fiili bir çatışmaya girmeden bölgede çizgiyi aşanlara hadlerini bölgenin diğer aktörleri tarafından bildirilmesini sağlamak konusunda maharetliler. Barzani’nin burnu sürtülürken Şii Sünni gerginliği yeniden ön plana çıkmayacak mı? Birilerinin burnu tam da bu tür dinsel ve etnik kimlikler üzerinden sürtülebilir, emperyalizmin elinde malzeme bol. Aktörler iktidarlarını emperyalizme bağladıkları ölçüde bu durumdan kurtulamazlar.

Barzani umudunu İsrail, ABD ve Rusya’nın müdahil olma durumuna bağlarken,  (eğer Avrupa garanti verseydi onlar da müdahil olacaktı) Irak merkezi yönetimi Türkiye ve İran’ın müdahil olmasını öngören bir politika izliyor. Buradan büyük güçler arası askeri çatışmalar çıkmaz, fakat uzun süreli yerel, bölgesel çatışmalar çıkar ve çevrelenebilir kalıcı istikrarsızlık sürdürülebilir kılınır. Emperyalizm yine dört ayağının üstüne düşer, fakat üstesinden gelemeyecek aşamaya gelmeyeceğinin garantisi yok.

İktidar kendi bekasını bölgesel istikrarsızlıkların sunacağı fırsatlara endekslediği için yaşanan gerginlikleri bulunmaz nimet olarak görüyor. Bölge dinamikleri buna imkân sunacak nitelikte. İç politika bu doğrultuda olgunlaştırıldı. Tezkere bu olgunlaşmaya yeterince hizmet etti. Kadir bilmezlere karşı kamuoyu hazırlandı. Kadir bilmezler iktidarı besledi, muhalefeti sorgulamaz kıldı. Emperyalizm bundan daha fazlasını ister mi? Evet ister; açgözlüdür emperyalizm, doymak bilmez. Artı değer aktarımının sürdürülebilir kılınması için herkesi iliğine kadar sömürüp, pestilini çıkarana kadar kullanmak ister.

Barzani’nin liberal değerlere dayalı ulusların kendi kaderini tayin hakkını emperyalizmin inayetine bırakması bu nedenle yanlıştır. Wilson’ın öngördüğü self determinasyon prensibi daha küçük parçalara ayrılmayı öngördü, böylece kendisine yeni alan açıldı, bu nedenle bu prensibi savundu.  Hâlbuki Lenin’in savunduğu self determinasyon prensibi emperyalizme karşı olmayı ilke edinir. Barzani’nin neye hizmet ettiği açık değil mi?

Unutmayalım, emperyalistler sorunları çözmez, sorunları dönüştürüp yeniden üretilmesini sağlayacak denklemler kurar. Emperyalizmden beslenen veya ona endekslenen iktidarlar da sorun çözmek yerine onu dönüştürerek emperyalizm ile bağını yeniden kurar. Böylece iktidarlar kalıcılığını sürdürülebilir kılmak isterler. Barzani dâhil, bölgedeki iktidarların hepsi bu durumda. Marifet, bu oyuna düşmemek, bu döngüyü ortadan kaldırmaktır. Emperyalistlerden çare umanlar bu döngüyü değiştiremezler. Bu durum, kişilerin donanımsız oluşu ile sınırlı bir sorun değil, sistem meselesidir. Kapitalist-emperyalist sistem içi çözüm arama denemeleri sorun üretmenin dışında ne sundular?
Yakın tarih bunu yeterince anlatıyor.
Marifet düzgün okumakta.

Mustafa Türkeş / SOL

Özlemi yenmek! - TAYFUN ATAY

İnsanın elinin kaleme, kalemin kâğıda gitmediği, gitmek istemediği anlar vardır. Dokunamazsınız kelimelere, buluşamazsınız cümlelerle...
 
Coşkuyla denize dalıp da suyun altında nefessiz kalmak gibi, vurursunuz kaleminizi beyaz yapraklara ama başka zaman kalem her kâğıda dokunduğunda açılan zihin nefesiniz, tıkanmıştır; soluk alamaz halde derya içinde kulaç atmaya benzer şekilde debelenir durursunuz.
Aynen böyle bir zihin/ruh hali içinde kalemle, kâğıtla, kelimeler ve cümlelerle boğuşuyorum şu an!..
Kadri Gürsel’in Silivri Cezaevi kapısında gece yarısından sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, hayır, “esirliği tamamına erdiğinde” sarf ettiği cümle, sanırım benim de şu an içinde bulunduğum duruma en doğru tercüme olmakta.
“Sevinecek bir şey yok ortada” dedi Kadri... 

 
330 gün dört duvar arasında kalmış bir insanın, eşine, oğluna, yakınlarına ve tüm sevdiklerine yeniden kavuştuğu anda söylediği sözler bunlar.
Ve bu sözlerin hiç de öyle lâf olsun diye söylenmediğini Kadri cezaevi kapısından ilk çıkış yaptığında yüzündeki ifadeden de hepimiz çok somut olarak fark etmiştik.
Üç duruşmadır mahkeme salonunda hasbelkader zinde, dinamik, güleç ve neşeli olduğundan çok farklı şekilde durgun, neşesiz, mutsuz ve umarsız bir görüntüdeydi Kadri.
Ne o, nihayet artık cezaevi dışında olduğuna sevinebiliyor, ne de biz ona esareti son bulduğu için ne diyeceğimizi bilebiliyorduk!.. 
 
“Gözün aydın”?.. 
“Geçmiş olsun”?..  
“Hoş geldin”?.. 
“Çok şükür”?.. 
“Kurtuldun”?..  
“Bitti artık”?..  
Hayır, ne bunları söyleyebiliyorduk, ne de ne yapacağımızı, hatta nasıl bir yüz ifadesi takınacağımızı bilebiliyorduk!..
Neşeyle gülümsemeli mi, yoksa aynen onun gibi, yüzümüzde neşeden eser olmadan, derin bir acıyı bastırmaya dönük gerginlikle yüklü bir gülücük mü sızdırmalıydık etrafa?!
Kadri Gürsel, “Ortada sevinecek bir şey yok, haksız, mesnetsiz, asılsız suçlamalarla tutuklanan Cumhuriyet çalışanları söz konusu” dedi. 
 
Bu suçlamalarla ilgili davanın üçüncü duruşması, korkunç akıl tutulması ve vicdan zehirlenmesi içinde sürüp giden bir “taht oyunu”nun figüranlarının, kendilerinden bekleneni yine yerine getirdikleri klasik ve trajik tabloya sadece “komedi” dozunu artıran bir katkıda bulundu.
İki tanık ve onların ifadeleriydi bu katkı.
Bunlardan birinin, namus ve vicdan üzerine yeminle yaptığı tanıklığın “yalan” içerdiğini Akın Atalay bir barkovizyon gösterisi eşliğinde ortaya serdi.
Kendisini Türkiye’nin en iyi köşe yazarı olarak, hem de “üstüne basa basa” takdim ve taltif eden diğerinin ise 2011’de çalıştığı gazetenin üst yönetiminin baskısıyla “En büyük milliyetçi Fethullah Hoca” başlıklı bir köşe yazısı yazdığını öğrendik!..
Buyurun size Cumhuriyet davası!.. 
 
Gerisi eski tas eski hamam: Heyet, her zamanki gibi “deliller için teknik heyet oluşturulup incelenmesine...” dedi. Savcı, her zamanki gibi “delillerin henüz toplanmadığı ve kuvvetli suç şüphesi bulunduğu...” dedi. Ve sonuç, her zamanki gibi, “tutukluluğa devam” olup 31 Ekim’e ertelemeye vardı. 
 
“Bir yılınızı aldık işte elinizden” demeye yani!..
Kadri’nin cezaevi önünde yaptığı konuşmada hayli çarpıcı, sarsıcı bir sözü daha vardı. Kendisine neleri özlediğini soran bir muhabire, “Şey’leri özlemedim! Elbette insanları, eşimi, çocuğumu özledim ama ‘içeride’ sağlam kalabilmek için özlememeyi de bilmek, öğrenmek durumundasınız” şeklinde cevap verdi. 
 
Kadri’nin söyledikleri, hepimiz için geçerli bir ilke ya da yönteme de dönüştürülebilir.
Malûm, en büyük acı ölüm ve acısını yaşayanlar çeker. Bunun sebebi de ayrılık ve özlemdir. (“Ölüm Allah’ın emri/Ayrılık olmasaydı!”)
Ve belli ki bizi baskıyla, esaretle, zulümle değil, asıl birbirimize “özlem”le çökertmek istiyorlar!..
O yüzden akla, ahlâka, vicdana ziyan şekilde sündürdükçe sündürüyorlar adına “mahkeme” dedikleri bu garabeti... Komediyi... Yüz karasını...
Bu durumda ne yapmalı, işte Kadri’den öğreniyoruz:
Zor, çok zor ama mümkün mertebe özlememeyi dahi öğreneceğiz ayakta kalmak için...
Adeta ölüm acısını bile yenercesine!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Biz ne zaman sevineceğiz... - MİNE SÖĞÜT

Biz;
Bu ülkede resmi açılışlar besmeleyle değil, merhabayla başladığı gün...
Din işleri devlet işlerine asla bulaştırılmadığı gün...
Cemaatler devlet katlarında fink atmadığı gün...
Ülkede bir tarikat batıp yerine bin tarikat çıkmadığı gün...
Sevineceğiz.
Seçimlerin üzerinden şaibeler kalktığı gün sevineceğiz.
Sandıklara kaygısızca gidebildiğimiz gün...
Çıkan sonuçlardan kuşku duymadığımız gün...
Demokrasiye hep birlikte sahip çıkabildiğimiz gün...
Sevineceğiz.
Evet biz bir gün mutlaka sevineceğiz.
O gün artık Meclis’te sorumluluklarının bilincinde insanlar olacak.
O gün iktidarda makamlarını şahsi menfaatleri için kullanmayanlar olacak.
O gün ülkenin üzerindeki diktatörlük bulutu çoktan dağılmış olacak.
Halk tüm tercihlerini kendi özgür iradesiyle yapmış olacak.
Biz;
Elbet sevineceğiz... Gerçekten sevineceğiz.
Hapislerde tek bir düşünce suçlusu kalmadığı gün sevineceğiz.
Kimsenin açlık grevine yatmadığı gün sevineceğiz.
Herkesin her şeyi rahatça yazıp söyleyebildiği gün sevineceğiz.
Kimse cinsel, dinsel ya da etnik kimliğinden dolayı damgalanmadığı gün sevineceğiz.
Ülkede yargı yeniden bağımsızlaştığı gün...
Mahkemeler iktidarın sopası olmadığı gün...
Hukukçular mesleklerine topyekûn sahip çıktığı gün sevineceğiz.
Biz... bir gün... sevineceğiz... hem de çok sevineceğiz.
Gazeteciler tetikçiliği bırakıp gerçekten gazetecilik yaptığı gün sevineceğiz.
Bağımsız basının üzerindeki tüm baskılar kalktığı gün sevineceğiz.
Muhalefete saygı duyulduğu gün sevineceğiz.
Tek bir gazetecinin bile tutuklanmadığı ve kimselerin öldürülmediği gün sevineceğiz.
O gün...
Artık okullarda çocuklara çağdaş bir eğitim veriliyor olacak.
Devlet kindar ve dindar nesiller yetiştirmeye kalkışamayacak.
İktidar, inancı bilgiye üstün tutamayacak.
Kimse kadınlar hakkında ortalara çıkıp ileri geri konuşamayacak.
Birbirinden akıldışı fetvalar havalarda uçuşamayacak.
İnsanlar sokaklarda istedikleri kıyafetlerle, istedikleri gibi dolaşacaklar.
Yönelimleri yüzünden ne ailelerinden ne de toplumdan korkacaklar.
Kadınlar erkekler tarafından her gün ama her gün bıçaklanmayacaklar.
Evet...
Biz sevineceğiz...
Çok ama çok sevineceğiz.
Bizim sevindiğimiz gün ülkenin dört bir yanında festivaller düzenleniyor olacak.
İnsanlar sokaklarda keyifle içki içip neşeyle dans edecekler.
Ve sevgililer diledikleri yerde diledikleri gibi öpüşecekler. 

***
O yüzden biz bugün hiç sevinmiyoruz.
Ne arkadaşımızın tahliyesine ne de diğerlerinin tahliye umuduna.
Biz sadece öfkeliyiz, çok öfkeliyiz.
Hem onların içeriye girmiş olmasına...
Hem de ülkenin içine düştüğü şu lanet duruma.


Mine Söğüt / CUMHURİYET

Tanık olmayan tanık - ÖZGÜR MUMCU

İddianame olmayan iddianamenin davası sürüyor. Bir seneye yakın zamandır Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticileri içerİde. Hâkim karşısına çıktıklarından beri evlerindeki parkeleri değiştiren parkecinin oğlunun yemek yediği lokanta, yaş gününde eve ısmarlanan pide, tatil için aranan seyahat acentesi gibi tuhaflıklarla boğuşarak bugüne kadar geldiler. 
 
Bilirkişi olmayan bilirkişiye başvurulmuştu. Genç bir mühendise neden gazetenin manşet ve haberleri konusunda bilirkişilik yaptırıldığı anlaşılamadı. Bu tuhaflık da unutuldu gitti. 
 
Sırada elbette tanık olmayan tanıklar vardı. Vakıf yönetimindeki oylamaya ilişkin süregiden bir hukuk davası olduğu zaten malum. O davanın taraflarından vakfın eski üyesi Alev Coşkun da tanıklığında bu hukuk davasının neden bir ceza yargılamasının konusu olduğunu anlayamadığını ifade etti. Gazetenin iki nüshasını Emniyet’e götürüp şikâyetçi olduğuna yönelik bir hayli ikna edici iddialara karşı ise pek yanıt veremedi. Ancak her durumda bu ceza yargılamasında hangi sebeple tanıklık yaptığı anlaşılamadı. 
 
Diğer tanık Rıza Zelyut ise iddia olmayan iddia, bilirkişi olmayan bilirkişi serisini tanık olmayan tanıkların simgesi sıfatıyla bitirmeye özel bir gayret göstermek istemiş belli ki. 
 
Bir defa iddianamede ya da yargılamada tanıklık yapmasını gerektirecek bir bilgisi ya da konumu yok. Cumhuriyet hakkında atıp tutan, şahsi görüşlerinden ibaret bazı yazılar yazmış. Ne somut bir bilgisi ne de bir delili var. Ancak gayretkeşliğiyle Andy Warhol’un “bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak” tespitini doğruladı. 
 
Artık ismini hayatında duymamış olanlar dahi zamanında cemaat okullarına övgüler düzdüğünü, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan ödül aldığını biliyor. Daha da fenası, Ahmet Şık cemaat kumpasıyla içeride yatarken Güneş gazetesinde Fethullah Gülen’i en büyük milliyetçi ilan ederek cemaate başını okşatmak için boynunu eğdiği yazısından herkesin haberdar olması. 
 
Sen kalk Cumhuriyet’e 2010’dan beri operasyon yapılıyor de, sonra 2011’de cemaatin avcunun içine başına sürte sürte makale döşen. Sorulunca da patronum baskı altındaydı mecbur kaldım de. Bu çelişkilerle bunalınca da “ben Türkiye’nin en iyi köşe yazarıyım” diye bağır çağır. 

 
Türk yargısının çok mu vakti vardır? 
İnsanların hayatlarının hiçbir önemi yok mudur? 
Savcı bu saçmalıkları iddia diye yargılama konusu yapmak, mahkeme heyeti bu manasızlıkları saatlerce dinlemek için mi onca sene hukuk fakültelerinde dirsek çürütüp hayatlarını hukuka adamıştır?
Bu dava uzadıkça dökülmekte. Her bir duruşma yeni bir tuhaflıkla karşılaşmamıza sebep oluyor. Öğrenciler hâlâ hukuk fakültelerini seçsin, yeni mezunlar umutlarını kaybedip başka mesleklere yönelmesin istiyorsanız artık bu tuhaflıklar komedyasını bitirin. 
 
Kadri Gürsel’in tahliyesine öfke içinde seviniyoruz. Neden tutuklandığını ilk günden beri izah edebilen olmadı. 31 Ekim’de diğer arkadaşlarımıza da kavuşmak istiyoruz. Umarım Gülen’den madalyalı, patron baskısıyla yazan bu garip âdemleri dinlemek gereği kalmamıştır. Onların uğultusundan adaleti duyamıyoruz. 

Artık uğultu kesilsin ve duruşma salonlarını adaletin sesi doldursun.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Neofaşistler Alman parlamentosuna girdi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Almanya seçimleri bize Hıristiyan birlik partilerinin sağcı politikalarının bile sağ seçmeni tatmin etmediğini gösterdi.


Almanya’da yapılan seçimlere ilişkin ilk değerlendirmeler bu ülkede yıllarca yaşamış olan Profesör Faruk Şen hocadan geldi. Şen hoca seçimin kaybedeninin Sosyal Demokratlar olduğunu belirtiyor. Eğer Martin Schulz, diyor Şen hoca, Avrupa Parlamentosu Başkanı olarak kalsaydı imajı bu kadar zedelenmezdi. Gerçekten de Almanya tarihinde Sosysal demokratlar Schulz ile en düşük oyu aldılar.
Profesör Faruk Şen hükümet olasılıklarını da belirtiyor. Bir, Alman Hristiyan Demokratlar Sosyal Demokratlarla bir koalisyon oluşturur. Angela Merkel başbakan, Martin Schulz Dışişleri bakanı olur. Alman Sosyal Demokratları iki kez üst üste Hristiyan Demokratları ile yaptığı koalisyonlarda ciddi oy kaybettiği için koalisyon düşünmüyorlar. İkinci alternatif ise 3’lü bir koalisyon olabilir. Hristiyan Demokratlar, Hür Demokratlar ve Yeşiller. Böyle bir koalisyonun ömrü pek uzun değil. Çünkü Hür Demokratlar ve Yeşiller birbirinin rakibi ve birinin ak dediğine diğeri kara diyor. Bunlar Şen hocanın tahminleri. Hangisinin gerçekleşeceğini yakında anlayacağız.

Seçimin en çarpıcı sonucu aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) Partisi’nin üçüncü parti olarak parlamentoya girmesi oldu.

AfD parti, seçimlerde yüzde 13’ün üzerinde oy alarak Hristiyan Birlik partileri ve Sosyal Demokrat Parti’nin ardından ilk kez Federal Meclis’e girdi. Bu İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez gerçekleşmiş oluyor. Sosyal dengeler açısından çok ama çok ciddi bir tehlike demek bu. Tüm Avrupa’da zincirleme bir etki de yapabilir. Almanya seçimleri bize Hıristiyan birlik partilerinin sağcı politikalarının bile sağ seçmeni tatmin etmediğini gösterdi. Angela Merkel 2005’te Başbakan olduğunda partisini modern muhafazakar bir çizgiye getirmek için bir takım adımlar attı, gittikçe partisini daha merkeze çekti. Zorunlu askerliğe son verdi, nükleerden çıkış politikasını hayata geçirdi. Bunlar muhafazakarların dünyasında ciddi sarsıntılar yaratan kararlardı. Bunun sağda bir boşluk yarattığı ileri sürülür. İşte bu boşluğu, 2013 yılında kurulan AfD’nin doldurduğu görülüyor.

Sağ seçmen beklediği daha radikal politikaları aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisinde buldu. Bu parti lokal düzeyde savunduğu ırkçı politikalarını artık federal düzeyde dile getirilecek. Uygulama fırsatı bulup bulamayacağı meclisteki diğer partilerin tutumuna bağlı. Şimdiden ciddi protestolarla karşılandığı haberleri geliyor.

AfD’yi protesto etmek isteyen yüzlerce gösterici Berlin’de seçim sonuçlarının belli olmasının ardından bir araya geldi. AfD’nin seçim partisi düzenlediği Alexander Meydanı’ndaki bir mekanın önünde toplanan göstericiler, “Nazi propagandası hakkı yoktur” sloganları attı. Polis gösterinin düzenlendiği noktada yoğun güvenlik önlemi alarak göstericilerin AfD’lilerin bulunduğu binaya girmesine izin vermedi. Göstericilerle polis arasında zaman zaman gerginlik yaşandığı bildirildi. Bazı göstericileri olay yerinden uzaklaştıran polis, AfD’lilerin bulunduğu binanın balkonunu da göstericilerin çeşitli objeler fırlatması nedeniyle boşalttı.

AfD neden meclise girdi sorusundan çok neden bugüne kadar girmedi diye sormak gerekir. Çünkü Almanya’da yabancılara olan tahammülsüzlük muhafazakar seçmeni giderek sağcı partilere yöneltmeye başladı uzun süredir. Alman merkez partilerininin göçmenlere “hoş geldin” politikası işte bu seçmenlerin tepkisini topladı. AfD gibi bir partinin bu ortamı değerlendirmemesi beklenemezdi. Zaten yabancı düşmanlığı, göçmenlik olgusu üzerine oluşturduğu bir politikası vardı, bu politikayı yıllar boyunca titizlikle işlemişti. Almanya’da muhafazakar seçmende yükselmeye başlayan ırkçı dalganın bu partiyle buluşması an meselesiydi. Bu seçimde bu gerçekleşti. Suriye kriziyle başlayan göç dalgası ırkçı söylemleri güçlendirdi.

AfD göçmenlerin sadece Almanya için değil tüm Avrupa için tehlikeli olduğunu Avrupa değerlerini öne çıkararak vurguladı. Avrupa’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar Hareketi (Pegida) ile de bağlantı kurdu bu yüzden.

AfD politikasını sola karşı değil Hıristiyan Demokratlar’a karşı oluşturdu aslında. Hıristiyan Demokratlar’ın Avro ile AB politikalarını her zaman eleştirdiler. Bu konularda daha sağcı görüşleri vardı. Euro karşıtı bir parti olarak yola çıktı ve göç karşıtı bir partiye dönüştü. Önce pek dikkat çekmedi. Ancak 2014 seçimleride, ki ilk kez girdikleri seçimlerdi, hem AB Parlamentosu’nda hem Almanya’da yerel meclislerinde sandalye kazanmayı başardılar. Bu seçim başarılarından sonra söylemleri daha sertleşip düpedüz ırkçı bir tona dönüştü. O günden beri de oylarında bir düşüş olmadığı gibi sürekli bir artış da kaydedildi. Gündemde hangi sorun varsa ona ilişkin görüşler dile getirdiler. Bunlar çözüm içeren görüşler değildi. Sıradan vaatlerdi ama o meşhur “Alman gururu”nu okşayan vaatlerdi. Almanlar için büyük yenilgiyle sonuçlanmış olmasına rağmen AfD bu savaşın kazanımlarından gurur duyduğunu tekrarlamaktan çekinmedi örneğin. Berlin’deki Yahudi Soykırım Anıtı’na tepkilerini dile getirmekten hiç çekinmedi.
Bunlar İkinci Dünya Savaşı’nın ezikliğini hala içinde hisseden sağcı seçmen için çok etkileyici çıkışlardı. İlk kez bu parti sayesinde Almanya’nın “kendilerinin olduğunu” hissettiler.

Alman aşırı sağının avantajlı sayıldığı durum şu: Arkalarında sadece Alman sağcı seçmeni yok. Avusturya’da,Fransa’da Macaristan’da kendileriyle göçmen karşıtlığında birleşen, dolayısıyla Avrupa’nın İslamlaşmasına karşı cepheleşmiş bir “sağcı” kitle var. Almanya’da aşırı sağın bu başarısı adı geçen ülkelerde de bir “kelebek etkisi”ne yol açabilir. Fransız faşist Lider, Ulusal Cephe Başkanı Marine Le Pen, AfD’nin seçim başarısını “Bu Avrupa halklarının büyümesinin yeni bir sembolü” sözleriyle değerlendirdi örneğin.

AfD üzerinde bundan böyle herhalde çok yazacağız. Alman federal parlamentosunda neler yapacağını da izleyip göreceğiz. Yararlı olduğuna inandığımı şu alıntıyı da paylaşmış olayım:

“AfD’nin başarılarının nedenini tahmin etmek için yeni bir yaklaşım geliştirmek ve ayrıca verili güncel ampirik koşulları şimdiye kadar olduğundan daha titiz bir şekilde dikkate almak gerekmektedir. Şunları saptamış olalım:

a) Göründüğü kadarıyla bu parti kendisini taşıyan toplumsal bir tabana sahip. Toplumun orta tabakasından insanları harekete geçirebildiği çok açık – bunlar egemen partilerin etkilemediği ya da artık seslenemediği, gerektiğinde seçime gitmeye ve bir partiyle özdeşleşmeye hazır insanlardır.

b) AfD’nin savunduğu, medyaya ve yerleşik düzene yönelen görüşleri toplumun orta kesiminin düşüncelerine uygun görünüyor. Buna göre konu marjinalleşmiş olanlar değil, aksine, olsa olsa, kendini haklı gören, ama günümüz kamuoyunda yeterince temsil edilmediğini, siyaset ile ideolojik bağlantılarının koptuğunu düşünen, ancak öte yandan başarılı olan, siyasi “düş kırıklığına” uğramış gruplaşmalardır.
Yapılan bir ankette AfD yandaşlarının yüzde 79’u ekonomik durumlarının “çok iyi” ya da “iyi” olduğunu yazmışlardır [1].

c) Partinin yaptığı özel polemik yalnızca iyi karşılanmakla kalmıyor, göründüğü kadarıyla yerinde, çoktan verilmesi gereken bir tepki olarak görülüyor ve bu tepki için gerektiğinde etkin de olunuyor. Nihayet bir grup kalkıp çoktan söylenmesi gerektiği düşünülenleri söylüyor ve yapıyor.
Birçok AfD yandaşı diğer partilerden memnun değil, onlar sığınmacı politikasını protesto ediyor ya da “saf dışı” bırakıldıklarını hissettiren belirsiz bir duyguyu paylaşıyor… [2]

Her üç bileşen bir toplu görüntüde birleşiyor: Burada burjuva çevreler söz konusudur, ancak bu çevreler günümüz medyası ve kitle partileri tarafından temsil edilmediklerini, ama bireysel başarıları nedeniyle iyi konumda ve haklı olduklarını düşünüyor.

Medyaya karşı yapılan güncel polemik ve sığınmacılara karşı ırkçı saldırılar, belirleyici noktaları özetleyen ve bir çeşit ana iletileri oluşturan iki görüş olarak görülüyor, ki sığınmacı tematiği bir tür yön belirleyici konu durumundadır.

Sığınmacı tematiği,
»Temel konu olarak sunulabiliyor (yılda bir milyon sığınmacıyla tekne dolup taşıyor)
»Başlı başına temel soruna dönüştürülebiliyor (eskimiş yabancılar polemiğine birçok atıfta bulunulması olanaklı: Aşırı yük, entegrasyon beklentileri, radikal İslam şüphesi)
»Kriminalleştirmede kullanılabiliyor (maddi nedenlerle sığınanlar insan kaçakçılığından yararlanıyor ve IŞİD teröristlerine gereken gizliliği sağlıyor)
»Herşeyin kilitlendiği asıl konu olarak biçimlendirilebiliyor (Batı dünyasının ve özellikle Hristiyan değerlerin çöküşü kesin görünüyor).


MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

(Bknz) Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) Toplumsal Tabanı – Prof. Dr. Wolf D. Bukow. http://politeknik.de/p6662/

Marx hâlâ umut, hâlâ korkulu rüyadır - ALİ MURAT İRAT

Marx lise sosyoloji kitaplarından çıkarılmış. Liselerde 2016-2017 yılında okutulan sosyoloji kitabında sırasıyla Auguste Comte, Karl Marx, Emile Durkheim, Max Weber anlatılırken; bu yıl okutulacak kitapta Saint Simon, Comte, Durkheim ve Weber anlatılacakmış. Kuşkusuz, bir şeyin anlatılıyor olması onu değerli kılmadığı gibi, anlatılmıyor olması da değersiz kılmaz.
Hatta günde beş vakit küfür ederek anlatmaktansa anlatmamak yeğdir. Örneğin, “Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan israftır, yok eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!” diyen Ebu Zerr’den bahsetmeyen bir İslam anlatılmasa daha iyidir. Ya da “Dünyayı anlamak yetmez onu değiştirmek gerekir” diyen bir Marx yerine, onun doğum ve ölüm günlerinden bahseden bir anlatı olmasa da olur.

Onun kitaplardan çıkarılmasının nedeni, kuşkusuz, bir ölünün yüzlerce yıl sonra bile dünyayı değiştirme gücünden duyulan korkudur. İşte hayalet böyle bir şeydir. Resmi de, ismi de, cismi de korkutur. Karl Marx dünyaya bir sis gibi çöken kapitalizmin üzerinde dönüp duran ürkütücü bir hayalettir ve bu yüzden kendisini bu dünyanın efendisi sananların onu kitaplardan çıkarıyor oluşu şaşırtıcı değildir. Komik olan şey bir hayaletin  herhangi bir yerden kendi isteğinin dışında çıkarılmasının mümkün olmadığı gerçeğinin görülmemesidir.

Kuşkusuz Marx’ın teorileri bugüne kadar bolca tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Hegel’in ve Engels’in onun üzerindeki “mistik” etkisi eleştirildi ve eleştirilmeye devam edilecek. Marx artık kendisine yöneltilen eleştirilere cevap verebilecek durumda değil ama Marksistler -hem de her türden ve duruştan Marksistler- kuşkusuz bu eleştirilerin cevaplarını veriyorlar ve vermeye de devam edecekler. Marx’ın ve onun sevgili arkadaşı Engels’in benim için anlamları belki de genelden biraz daha farklı olabilir. Engels’in, Marx’ı kendi yolundan Hegelci bir yan yola saptırdığını düşünenlerdenim. Kuşkusuz tersine hak verenler de çoğunluktadır. Ancak ne olursa olsun onlar benim için her şeyden önce ezilenlerin ve sömürülenlerin ahlakı, dik duruşu ve ezen ve sömürenlerin korkulu rüyasıdır. Sol ahlakın temel taşlarındandır.

Onların eserleri bugün hâlâ dünya üzerinde en çok okunan ve en fazla referans verilen eserlerdendir. Tam da bu nedenle senin o “sosyoloji kitabı”n Marx’ı çıkardığı için değer kazanmamış, aksine ederinden değer kaybetmiştir. Aklı başında hiçbir sosyolog içerisinde Marx olmayan bir kitabı sosyoloji kitabı diye evinin kütüphanesine koymayacaktır.

Onların dev eserleri hâlâ okunuyor. “Komünist Manifesto” Dünya Ekonomik Forum verilerine göre dünyada en çok okunan eserler arasında ilk onda. Marx’ın en sevdiğim kitabı “1844 El Yazmaları”. “Alman İdeolojisi” şaşkınlıkla okuduğum; “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” –konu Marx’sa- en çok referans verdiğim; “Anarşizm Üzerine” en çok kuşkuyla ve burun kıvırarak baktığım; “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” en soğuk bulduğum kitapları. Marx’a sevgiden çok daha büyük bir saygım var. Marksist olmanın kendisinin de -diğer bütün “olmalar” gibi- ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bilsem de tanımlayacak ve benim Marx anlayışımın dışında kalanları dışarıda bırakacak kadar hadsiz olduğumu sanmıyorum.

Marx, bugün, öngörüleri ve söyledikleriyle hâlâ birilerinin umudu diğerlerinin korkulu rüyasıdır. O kapitalizmin ruhunu okuyan ve tam da bu nedenle içinde yaşadığımız girdabın büyüklüğünü bize gösteren bir bilgedir. Ve yine tam da bu nedenle kapitalizme tukaka diyenlerin, eğer azıcık kendi düşüncelerine saygıları varsa, onu da minnetle selamlamaları ahlak gereğidir.
Bazı meselelerde söylediklerinin kendi çağına ilişkin ve orada kalmış olduğunu düşünmekle birlikte, dünyada sömürü var oldukça, kitaplardan çıkarılsa bile, Marx’ın, ezenlerin ve sömürenlerin tepesinde dolaşacağını da iyi biliyorum.

ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN