14 Ekim 2017 Cumartesi

Alt emperyalizm antiemperyalizm - ALİ SİRMEN

Türkiye’yi dünyanın en yalnız ülkesi, en tepki uyandıran dikta diyarı konumuna düşüren, AKP’nin şaşkın ördek diplomasisini, bazı aklı evveller, bütün dünyaya tek başına karşı duran, yiğit antiemperyalist politika olarak göstermeye çalışıyorlar.
AKP, ABD emperyalizmi ve Türkiye’deki uzantıları tarafından, Türkiye’yi küreselleşmeye eklemlemek, İslami yönetim biçimi ile kapitalizmi bir pota içinde eritmek ve böylelikle Ankara’yı emperyalizmin bölgedeki çıkarlarıyla çelişmeyip, çakışan amaçlar doğrultusuna sokmak ve doğrudan iktidar olmak üzere dizayn edilerek hayata geçirilmiş Amerikan-Türk ortak yapımı bir projedir. Böyle bir projenin ürünü olan AKP’de, antiemperyalizm bulmaya çalışmak, şarkıcı Madonna’da “kutsal bakire” aramak kadar büyük bir şaşkınlıktır. 


Nitekim, ABD’nin, hiçbir hukuki dayanağı olmayan, Irak işgaline yardımcı olmak vaadi üzerine sisteme kısa devre yaptırılarak iktidara oturtulmuş olan AKP başta genel başkanı olmak üzere, ağır toplarıyla, 1 Mart 2003 tezkeresini TBMM’den geçirmeye canla başla çalışmıştır. 

***

ABD’nin herhangi bir Birleşmiş Milletler kararına da dayanmayan ve gerekçelerinin geçerli olmadığı zamanla açık şekilde ortaya çıkan Irak müdahalesini kolaylaştırmak üzere topraklarını işgalci güçlerin kullanımına açma konusunda, üzerine düşeni yapmakta ilk adımda başarısızlığına rağmen yılmayan AKP’nin lideri Tayyip Erdoğan Amerikan emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi konusundaki tavrını şöyle açıklıyordu:
- BOP’un eşbaşkanıyım.
Washington’un bölgedeki doğalgaz, petrol kaynakları üzeindeki mutlak denetimini sağlamayı, Sam Amca’yı bölgenin tek egemeni haline getirmeyi amaçlayan BOP’un, Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar uzanan bölgede 22 ülkenin sınırlarında değişikliği öngördüğünü (Türkiye dahil) bizzat ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7 Ağustos 2003 tarihli Washington Post gazetesinde yayımlanan makalesinde açıklıyordu.
AKP’nin diplomasisi, işte bu amaçların peşindeki ABD’nin stratejik ortaklığına talipti.
Son vize krizi sırasında, Amerikan Türk stratejik ortaklığı kavramını yine dile getiren Tayyip Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerini işleyen “Potus &Beyefendi” adlı son derecede ilginç kitabında o sırada Hürriyet’in Washington Temsilcisi olan Tolga Tanış, stratejik ortaklık bölümünde şu saptamayı yapıyordu:
Beyefendi’nin (T. Erdoğan kast ediliyor) fevri çıkışlarına bakmayın, Amerika’nın hep stratejik ortağı oldu.” (Tolga Tanış “Potus &Beyefendi” DK, İstanbul 8. baskı s. 35) 

***

Bu politikada antiemperyalist bir yön aramanın saçmalığını bu durumda bir kez daha vurgulamaya gerek olmadığı açıktır.
Peki, ne oldu da, ABD bunlara rağmen Türkiye, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ı karşısına aldı?
Bu durum, Erdoğan politikasının yapısından kaynaklanmaktadır.
Tayyip Bey’in BOP’un eşbaşkanlığı stratejik ortaklık politikası, antiemperyalist değil, bir yandan ABD’nin gerekli mekân ve zamanlardaki taşeronluğunu yaparken, taşeronun kendi çapındaki emellerini de gerçekleştirme peşinde koşan alt emperyalist damga taşır.
Bu alt emperyalizm, kendi hedefleri ile taşeronluğunu yaptığı emperyalizmin çıkarlarını bağdaştırmakta başarısız olup, istenmeyen denetim dışı girişimlere tevessül edince, ast üst ilişkilerinde bozulma ve çatışma meydana gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Fevri çıkışlarına karşın, aslında politikasını Amerika’nın stratejik ortaklığı doğrultusuna oturtmaya özen gösteren Beyefendi’nin Washington ile arasındaki büyük çelişki ve çekişme işte buradan kaynaklanmaktadır.
Emperyalizmin taşeronluğuyla kendi alt emperyalizminin yönelişlerini uyum içinde yürütmeyi beceremeyen alt emperyalist politikayı, antiemperyalizm ile karıştırmak hatadır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Neleri kaybetmek üzereyiz? - ÖZLEM YÜZAK

Önce şunu kayda geçelim:
 Madde 1: Müftülüklere nikâh yetkisi veren tasarının geri çekilmesi için verilen mücadele sadece kadınların sorunu değil.

Madde 2: Nüfus Hizmetleri Kanunu’nda yapılmak istenen değişiklik sadece kadınları değil tüm toplumu çok yakından ilgilendiriyor. Tıpkı bilimsel laik eğitim için verilen mücadelede kadın erkek ayrımı yapmadan tüm ana-babaların, konuya duyarlı tüm sivil toplum örgütlerinin yer aldığı gibi bu konuda da ortak mücadele gerekiyor.

Peki, neden bu konuya ağırlıklı olarak kadınlar sahip çıkıyor?
Erkek gazeteciler, yazarlar, erkek milletvekilleri, toplumda erk sahibi saygın erkeklerimiz neden yeterli ve gerekli mücadeleyi vermiyor?
Şunu bilelim ki, laik hukukun zedelenmesine karşı mücadelede ortak bir güç birliği sağlanmadan başarı şansı olamaz...
Şunu bilelim ki, karşımızda “toplumu dönüştürme” projesinden asla vazgeçmeyen, hazırladığı yasa tasarılarına mehter adımı gibi iki ileri bir geri ayar çekip sonunda istediğini yapan bir yapı var. Bu yüzden karşı mücadelenin örgütlü ve süreklilik halinde olması şart.
Önceki gün Dünya Kız Çocukları Gü-nü’ydü ve Türkiye’deki kız çocuklarının yaşadıkları “şiddet, tecavüz, erken yaşta evlendirilme, okula gönderilmeme gibi” devasa sorunlar bir kez daha masaya yatırıldı.
15 yıllık AKP iktidarının bu konuda başarısızlığını öncelikle, kadın erkek eşitliğine inanmayan zihniyette, referanslarını din eksenli oluşturmasında aramak zorundayız. Ve aynı zihniyet, işi, bir adım daha ilerletme çabası içinde. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bütçeden en fazla pay alan 5 kurum olduğunu da hatırlatalım bu arada...
Hatırlarsanız geçen yıl gelen tepkiler üzerine geri çekilen ve alt komisyona gönderilen bir tasarıydı bu. Orada oluşturulan “boşanmaların önlenmesi komisyonu” tarafından hazırlanan rapor ile yeniden alevlendirildi.
Şimdi TBMM Genel Kurulu’na yeniden getirilecek. Yasalaşması halinde hem kadınlar kazanılmış haklarını kaybedecekler hem de din eksenli bir toplumsal yaşam düzenlenmesinin bir adımı daha atılmış olacak.
Biraz daha açalım: Kamuoyunda, tasarı ağırlıklı olarak müftülüklere nikâh kıyma yetkisi bağlamında tartışılıyor. Evlendirme memuru olarak müftülüklere resmi nikâh yetkisinin verilmesi öncelikle laik Medeni Kanun’dan bir vazgeçiş. Ama ötesi de var. Bu konuda yıllardır mücadele veren Avukat Nazan Moroğlu ile konuşuyoruz.
Özetleyeyim: Örneğin
- Boşanmalarda arabuluculuk tayini:
İleri sürülen gerekçe; Çekişmeli boşanmanın olumsuz etkilerini azaltmak.
Türkiye’de boşanmaların önemli bir bölümü zaten şiddet kaynaklı. Ayrıca 6284 sayılı kanun ve İstanbul Sözleşmesi şiddet içeren durumlarda arabuluculuğu yasaklıyor. Kadın kendisine şiddet uygulayan bir adamdan kurtulmak istiyor. Arabulucu tayini, kadın üzerinde zaten var olan baskıyı daha da artırır.
- Nüfus kaydına sözlü doğum bildirimi:
İleri sürdükleri gerekçe; sağlık personelinin takibi dışında doğan çocukların olması ve bunların nüfus kaydına geçirilmesinin kolaylaştırılması.
Bu durum soy bağı ve miras hukuku açısından sorunlara yol açar, ayrıca çocuk yaşta anneliği ve zorla evlendirilmeleri, çokeşliliği kamu denetiminden mahrum bırakır.
- Çocuğun tecavüzcüsü ile evlendirilmesi: Çocuk istismarcısının tecavüz ettiği çocukla 5 yıl boyunca “sorunsuz” ve “başarılı” bir evlilik sürdürmesi halinde denetimli serbestlik öneriyor. Mevcut durumda, böyle bir evlendirilme halinde suçun düşeceğine ilişkin düzenleme yok.
- Kadınların nafaka hakkının evlilik süresi ile bağlantılandırarak kısıtlandırılması: Bu durum haliyle ekonomik özgürlüğü olmayan kadın açısından caydırıcı olacak.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

İnsan şeytanı zapt edince... - UĞUR KUTAY

2005’in Ocak ayında Maricica Irina Cornici adlı 23 yaşında bir genç kız, Romanya’nın kuzeydoğusunda bulunan Tanacu’daki manastıra yerleşerek rahibe oldu. 19 yaşındayken Almanya ve Romanya’da çocuk bakıcılığı yapmış, iş bulamadığı bir dönemde yetimhaneden tanıdığı çocukluk arkadaşı bir rahibenin önerisiyle manastıra girmişti.

Bir kaç hafta sonra bir ayin sırasında Maricica’nın kıkırdadığı duyuldu. Nisan ayına gelindiğinde genç kadının psikolojik durumu ve davranışları o kadar bozulmuştu ki, kısa süreliğine akıl hastanesinde yatmak zorunda kaldı. Doktorların teşhisi şizofreniydi ama manastırdaki diğer rahibeler ve yetkili rahip öyle düşünmüyordu: Kötü sözler söyleyen, dinsel kurallara saygı göstermeyen bu varlık Maricica değil, onu zapteden şeytandı.

Haziran ayında manastırın 29 yaşındaki rahibi Daniel Petre Corogeanu yanındaki dört rahibeyle birlikte Maricica’yı bir çarmıha bağladı, ağzına bir havlu tıkadı, üç gün boyunca yiyecek-içecek vermeden exorcism (şeytan çıkarma) ayini yaptı. Maricica öldü. Otopsi raporuna göre havasızlıktan ölmüştü ama aslında din yüzünden öldüğünü biliyoruz; Rahip Corogeanu tutuklanıp cezaevine gönderilmeden hemen önce şöyle buyurmuştu: “Şeytanı insanların içinden haplarla çıkaramazsınız.”
Bu ifadeyi geçen hafta gösterime giren The Crucifixion/Korku Kayıtları filminde aynen duyuyoruz: Cinayeti araştırmak için Romanya’ya gelen Amerikalı genç gazeteci Nicole’ün cezaevinde görüştüğü rahip inançlı bir ses tonuyla söylüyor.

Her biri pırıl pırıl İngilizce konuşan Rumen köylüleri, hayatında manastır odası görmemiş bir sanat yönetmeninin kurduğu belli olan setler, gazeteci kızın her istediğini anında verip -manastırın arşiv kayıtları, dosyalar vs.- her sorusunu hevesle yanıtlayan yetkililer gibi filmin inandırıcılığını yok eden unsurlar bir yana, Korku Kayıtları’nın en kötü tarafı tümüyle akıldışı bir inanç yüzünden gencecik kızı bile isteye ölüme gönderen rahip ve rahibeleri suçsuz gösterip temize çıkarma çabasında belirginleşiyor.

Sinema tarihinde kameranın sinematografik etiğe ve en basit insan haklarına karşı bu kadar feci bir silah olarak kullanıldığı filmlerin sayısı azdır. Korku Kayıtları da sadece bu tarihsel özelliğiyle izlenebilir bence...

Ama sorunun temeli bu konuda ve bu biçimde filmlerin yapılıyor olmasına değil, ciddi ciddi ‘insanlık suçu’ olarak tanımlanması gereken bir ritüelin 21. yüzyılın dünyasında, hem de resmi biçimde düzenlenebilmesine dayanıyor.

Bundan sadece üç ay önce, Rus Ortodoks Kilisesi’nin lideri Patrik Kiril ‘profesyonel psikiyatrik danışmanların başarısız olduğu durumlarda şeytan çıkarmanın yardımcı olabileceğini’ söyledi. “Şeytani güçler gerçektir ve kilisenin korumasında bulunmayan herkes onların kurbanı olabilir. Bir şeytan çıkarma ayinine katılan herkes, rahiplerin bu korkunç güçleri nasıl yendiğine tanıklık etmiştir.” (RIA Novosti’nin haberi: ria.ru, 09.07.2017)

Kimse de demiyor ki “Şeytandan kurtulmanın yolu inançtır diyorsunuz ama sizin bu şeytan da hep inançlı insanları ele geçiriyor, bu ne iştir yahu?!”
Haber arşivlerinde ateist Sovyetler Birliği zamanına dair ‘şeytan zaptı’ vakası bulamıyorsunuz, ama Sovyet Bloğu dağıldıktan sonra Ortodoks kilisesi hızla Doğu Avrupa’yı kaplarken ortalık şeytandan geçilmiyor! Hatta dinler bu konuda birleşip insanları birlikte öldürüyor: Temmuz 2010’da, Sibirya’nın Japon Denizi kıyısında yaşayan dört yaşındaki Dmitry Kazachuk’un annesiyle babası Koreli bir şamandan oğullarını iyileştirmesini istediler.
Şaman SSCB zamanında yasak olan eski dinsel ayinleri kullanarak Dmitry’yi öldürdü. Çocuğunu katilin kollarına bırakan anne, kadının ayin sırasında Dmitry’ye sürekli ‘Şeytan Lucifer’ diye hitap ettiğini söyledi (thehuffingtonpost.com, 15.07.2010)

Ortada çok fena bir şizofreni vakası var, doğru: Belirtileri evreni altı günde yaratan bir varlığa, o varlığın insanları cennet ya da cehennemde sonlanacak bir sınava soktuğuna, insanları saptıran şeytan diye bir kötülük kaynağı bulunduğuna vs. inanmak olan kitlesel bir şizofreni vakası; acilen tedavi edilmesi gereken devasa bir vaka...


Uğur Kutay / BİRGÜN

ABD bunu hep yapıyor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bunca önemli sorunun arasında önemsiz gibi görünebilir ama hiç de yabana atılacak bir olay değil bu. ABD’nin Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı’ndan (UNESCO) çekilmesi, bu kuruluşun özellikle bütçesini çok zorlayacak bir gelişme. Bilindiği gibi ABD UNESCO’ya 80 milyon dolar katkı payı veren bir üye idi.

ABD’nin çekilmesine gerekçe olarak bu kuruluşun İsrail karşıtı faaliyetler içinde olması gösteriliyor. UNESCO, siyasi bir platform değil, amaçları adından da belli olduğu gibi bilim, kültür ve eğitimle sınırlı. ABD’nin öfkesini çeken tutumu ise Filistin’i de üyeleri arasına alması. Filistin, 173 UNESCO üyesi devletin 107’sinin onayıyla üye yapılmıştı. Yani bu kararda tek başına UNESCO’nun bir tasarrufu söz konusu değildi. ABD bu kararıyla aslında o 107 ülkeye de tavır almış oluyor. Oylamada 14 ülke Filistin’in üyeliğine hayır demiş, 52 ülke çekimser kalmıştı. Görüldüğü gibi büyük bir çoğunluk Filistin’in UNESCO’nun 194’üncü üye olmasına büyük destek vermişti. ABD bu karara tepki olarak o dönem UNESCO’ya verdiği katkı payını ödemekten vazgeçmişti. Bu kurum için elbette mali açıdan zor bir durum, çünkü bütçesinin yüzde 22’si ABD’nin bu katkı payından karşılanıyordu. ABD bu payı ödemediği için oy hakkını da kaybetmişti. Yani kurum içinde uzun zamandır etkisiz bir üye idi.

ABD’ye göre Filistin’in UNESCO tarafından tanınması Ortadoğu’daki barış çabalarına darbe vurmuştu. Asıl darbeyi yiyenin Filistin konusundaki tutumu yüzünden uluslararası alanda tecrit edilme noktasına gelmiş olan İsrail olduğu belliydi. ABD’nin tutumu müttefikinin hassasiyetine uygun bir tutumdu. Bu tutumdan geri dönmek şöyle dursun, Donald Trump önceki gün ülkesinin UNESCO üyeliğini de sonlandırdı. Yani ABD kurumun üyeliğinden çekildi.


ABD’nin UNESCO ile sorunu yeni değil. Bu kurumla daha önce de çatışmaları oldu. ABD yönetimine göre UNESCO 1984 yılında Sovyetler Birliği yanlısıydı, bununla da kalmıyor, üçüncü dünyacı ne kadar tez varsa onlara destek veriyordu. Bu nedenle dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan da ABD’nin UNESCO üyeliğini sona erdirmişti. ABD’nin yeniden üyeliğe döndüğü tarih 2003’dür. Sovyetler yıkıldıktan sonra artık UNESCO’nın “Sovyetler” yanlısı olma  durumu da ortadan kalkmıştır artık.

Filistin’in UNESCO’ya üye olmaması konusunda sadece ABD değil, AB de bir hayli çabalamıştır. Üye olmaması karşılığında Filistin’e açıkça rüşvet teklif etmiştir örneğin. Beytülhalim’deki bir kilisenin yeniden onarımı için Filistin yönetimine fon sağlanacağı sözünü vermiştir. Filistin bu teklifi kabul etmemiştir tabii ki. UNESCO işte tam bu sırada çok takdire değer bir karar alarak, Filistin’in “gözlemci” olan statüsünü “tam üye devlet” olarak değiştirdi.

Bunun tanınmamış bir “devlet” olarak Filistin için ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yok. ABD gibi bir emperyal güce, hem de parasına muhtaçken meydan okuyup kararında ısrar etmesi UNESCO için övünülecek bir tutumdur. Filistin’i dışlanmak istediği büyük insanlık ailesinin bir ferdi olarak kabul ettiği anlamına gelir bu.

Bu karara tabii İsrail’in tepkisi çok büyük olmuştu. Hatta öyle ki dönemin bir İsrail yetkilisi kararı “trajik” olarak niteleyebilmişti. Oysa dediğim gibi UNESCO siyasi bir platform değil, BM’ye bağlı olsa da orada üye olmak Filistin için sadece sembolik bir anlam ifade ediyor, siyasi zafer anlamına gelmez bu. Büyük uluslararası toplumun bir parçası olma yolunda önemli bir mesafe kat edildiği doğrudur ama bu gerçekten Filistin için daha çok yolun başında olunduğu gerçeğini değiştirmez.
ABD buna bile tahammül edebilmiş değil. UNESCO üyeliğinden çekilerek bu kurumun tüm insanlık için yaptığı çalışmalardan da çekilmiş oluyor. Bilimde, eğitimde, kültürde artık yokum diyor. Siyasi amaçları olmayan bir kuruma karşı son derece siyasi bir tavır almış oluyor.

En büyük katkı payını kendisi veriyor diye UNESCO’yu kendi politikalarının uygulandığı bir kurum olarak görmeyi o kadar istiyor ki ABD bu olmadığı için daha önce de hiç ilgisi yokken UNESCO’yu Sovyetler Birliği yanlısı olarak suçlayabilmişti.

Yani ABD bunu ilk kez yapıyor değil. UNESCO’dan bu ikinci ayrılışı.

Bu kez giderken yanında İsrail’i de götürdü.

MUSTAFA K. ERDEMOL   / BİRGÜN

Bir sos olarak anti-emperyalizm - L. DOĞAN TILIÇ

Perşembe gecesi TSK İdlib’e girdi haberleriyle aynı saatte, 14 Mart’ta, Hatay’a düşen ve “Türkmenleri bombalıyor” diye tutup “sınır ihlali ve casusluk” suçlamasıyla yargıladığımız Suriyeli MIG 21 pilotu Albay Mehmet Sufhan’ın serbest bırakıldığı haberi de medyaya düştü. Sanırım sessiz sedasız Şam’a uğurlandı Albay Sufhan!

Son yıllarda dış politikayı, o çok öğündüğümüz 2 bin yıllık devlet geleneğiyle değil “ergen” refleksiyle yapıyoruz. Bazen alabildiğine bağırıyor, milliyetçi bir sarhoşluk içinde naralar atıyor, nara attıran şeyin tam tersini yaparken de suspus oluyoruz!

Bir Rus uçağını düşürürken söylenenleri hatırlayın, bir de Rusya ile arayı düzeltmeye çabalarken yapılanları.
Bir “one minute” deyişimizi, bir de aynı anda İsrail’le imzalanan anlaşmaları düşünün. AlbaySufhan da öyle; gürültüyle tutuldu, sessizce bırakıldı!
Örnek çok.
AKP iktidarı, genel başkanı Erdoğan diliyle yürüttüğü dış politikada, içeride ve dışarıda dozunu iyice yükselttiği milliyetçilikle şimdi ABD ile krizi de “anti-emperyalizm” olarak pazarlıyor. İktidarın bu “anti-emperyalizm”inin sağdan soldan alıcısı da çıkıyor!
Anti-emperyalizm Türkiye sosyalist ve devrimcilerinin mücadelelerinin belkemiğidir. Bunun için bedeller ödediler; 6. Filo’yu protesto ederken can verdiler!
Türkiye sağı, İslamcıları$ bugün anti-emperyalist bir çizgiye gelmiş olsa, neden geldiniz diye sorulmaz ancak memnun olunur.

Ne yazık ki, şimdi anti-emperyalizm diye pazarlanan, dış politikada içine düşülen açmazda günü kurtarmaya dönük olarak bir kullanılıp bir bırakılan bir tür “sos” sadece.

Son yıllarda Rusya ve Çin küresel olarak öne çıkarken, ABD’nin gerilediği gözleniyor. ABD’nin çökme hali, “tek kutuplu” dediğimiz dünyayı temellerinden sarsarken, bugün bölgede yaşanan kaos ve çatışmaların nedenlerinden de biri.

ABD hegemonyasındaki gerileme, Suriye krizinin patlamasından bu yana yaşanan gelişmelerde de görülebilir. Suriye’de Esad yönetimi gitgide kontrol alanını genişletir ve buna paralel olarak Rusya ve İran etkisi de artarken, Türkiye de Rusya, İran ve (sessizce de) Esad’a yakın durmaya başladı.
Bu, Türkiye açısından yaşadığı sıkışmışlığın kaçınılmaz bir sonucu. Rusya ve İran içinse Türkiye’yi ABD’ye karşı bir koz olarak kullanma şansı demek. Cumhuriyet’te Ceyda Karan’ın yazdığı gibi Rusya; Türkiye’ye “yıllar önce ektiği cihatçı grupları (İdlib’de) biçtirip, yaktırma” peşinde de olabilir.

Askerlerimizin girdiği İdlib, Suriye’deki bütün silahlı güçlerin toplandığı son derece karmaşık, herkesin her an hedefi olabileceğiniz bir alan. ABD de hâlâ çok şey yapabilecek bir süper güç! Alınan risk büyük yani!

İçeride hemen her alanda sıkışan iktidar, dış politikada son yılların en önemli sorunlarından biri olan ABD ile kriz çerçevesinde anti-emperyalizmi yoğun bir sos olarak kullanıyor. Bu soslu söylemde bütünlüğün sağlanamaması, dışarıda son derece riskli alanlarda askeri operasyonlar yaparken ABD gibi bir güçle dalaşmayı çok daha tehlikeli kılıyor.

Geçen gün, Cumhurbaşkanı sözcüsünden Başbakan Yardımcısı M. Şimşek’e ve Dışişleri’ne kadar herkesin “Krizi büyütmemek gerek, kısa sürede çözülür, ABD’den heyet gelecek” demekte olduğu saatlerde, Erdoğan bütün bunlara ters en sert söylemi geliştirdi.

F. Koru gibi komplo teorisi uzmanlarının, “Aslında Erdoğan da biliyor krizin Washington kaynaklı olduğunu ama onlara, suçu elçiye yükleyip sorunu çözün” diye yol gösteriyor şeklindeki analizlerine, Erdoğan’ın anti-emperyalizmi kadar rağbet yok!

Anti-emperyalizm “Trump iyi de, eski yönetim artığı çevresi kötü”ye indirgenecek bir şey değil. Bugün “güneyden bizi kuşatmaya çalışan ABD” emperyalist de, 1 Mart’ta içimize girip oradan Irak’a yürüme izni isteyen ABD enternasyonalist miydi ki bu hükümet ve Erdoğan tezkereyi destekledi?

Anti-emperyalizm samimi bir politika olduğunda onurludur da, ara sıra bir sos olarak kullanıldığında yalnızca ağızda acı tat bırakır!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

13 Ekim 2017 Cuma

Dünya emek havuzu ve robotlar - KORKUT BORATAV

Bir Bankacıdan Aykırı Sesler 
“Merkez bankalarının bankası” diye bilinen Bank of International Settlements (BIS), kredi dağıtmaz; merkez bankalarına akıl verir; bankaların izlemesi gereken standartları oluşturur; parasal, finansal konularda araştırma yapar.

Bu bankanın “baş iktisatçısı” olan Claudio Borio, bir süreden beri, ABD ve Avrupa merkez bankalarının ölçüsüz parasal genişleme politikalarını eleştirmekteydi. 22 Eylül’de Londra’daki bir konuşmasında, bu eleştirileri, burjuva  iktisadının  bazı “dokunulmaz doğruları”na da taşıdı.
İlk eleştirisi, parasal doktrinin temel dayanağı olan Milton Friedman’ın, zaman ve mekândan bağımsız (“evrensel”) iddiasıdır: “Enflasyon daima ve her yerde parasal bir olgudur.”  Borio, bu ifadeyi, 1975 sonrasına damgasını vuran ve aslında geçersiz olan  bir “moda” olarak nitelendiriyor.
Niçin geçersiz? 2008 krizi sonrasında Batı ekonomilerinde deflasyon (fiyatlarda gerileme) yaygınlaştı. Düşen fiyatlarla üretimi sürdüren borçlu şirketler zorlanır. Eski krediler zor ödenir; yenilerinden kaçınılır; kriz ortamını aşmak güçleşir.

Bu nedenle Batı merkez bankaları, enflasyonla mücadelede uyguladıkları Friedman formülünü anti-deflasyonist doğrultuda işlettiler; en azından yüzde 2’lik bir enflasyon temposunu hedeflemeye başladılar. Politika faizlerini sıfıra, eksiye indirdiler; finansal piyasalara trilyonlarca likidite pompaladılar.

Sonuç, Friedman doktrininin geçersizliğini ortaya koydu. Merkez bankalarını pompaladığı likidite ve sıfır civarında faizli krediler, mal piyasalarına değil; borsalara, hisse senedi alımlarına gitti.  Şirketlerin parasal varlıkları şişti.

New York borsasında, ortalama hisse senetlerine 2007’de yatırılan para, on yıl sonra ikiye katlandı (Financial Times, 9 Ekim). Aynı dönemde ABD milli geliri nominal olarak sadece yüzde 34 yükseldi. Abartılı şişen parasal servetlerle durgun gelir akımları arasındaki bağlantının bu derecede bozulması, (Borio’nun defalarca uyardığı gibi) ciddi finansal çalkantıların habercisidir.
Bu olguyu göremeyen Friedman’ın gözlüklerini de atmak gerekiyor.

Kritik Olgu: Dünya Emek Havuzu
Borio,  enflasyonun ön-göstergesi olarak ücret artışlarına odaklanan FED’in bu yaklaşımını da özel olarak  eleştiriyor: Eskiden ücret artışlarından ürkerlerdi; şimdi teşvik ediyorlar; halbuki parasal genişleme ile ücretler arasındaki bağ sıfırdır. İşsizlik oranları düşerken ücretler yükselmemekte; düşük fiyatların gerisinde seyretmektedir.
Niçin böyle?
Borio, yanıtı, politik iktisatta arıyor: Ürün, sermaye ve emek piyasalarının küreselleşmesi rol oynadı. Sovyet bloku, Çin ve diğer yükselen piyasa ekonomileri, fiili dünya emek gücüne 1,6 milyar insan ekledi; 2015’te gelişmiş ülke emeğinin payı dramatik boyutlarda geriledi. Artık biliyoruz ki işçiler sadece kendi ülkelerindeki işçilerle değil, dış dünyadakilerle de rekabet etmektedir. Daha düşük maliyetli üreticiler ve daha ucuz emek küresel ekonomiye girdiği sürece ve maliyetler birbirine yaklaşıncaya  kadar, gelişmiş ülkelerde enflasyon baskı altında kalacaktır.
BIS’in baş iktisatçısı, böylece, enflasyon / deflasyon  bilmecelerine yanıt ararken, parasalcı doktrinden arınıyor: Dünyanın tüm  coğrafyalarındaki işçileri aynı kadere mahkum eden, bir dünya emek havuzu keşfediyor. Sadece ücret düzeylerini değil,  fiyat hareketlerini de son tahlilde kontrol eden bir havuz…


Söyledikleri özgün değildir. Marksist politik iktisat yazını, benzer tespitleri önceden yapmıştı. Önemli olan, üst düzeyde bir uluslararası bankacının dahi, nesnel olgular karşısında parasalcı  / neoliberal saplantılardan arınmak zorunda kalmasıdır. Aynı bankacının ücretlerin belirleyici rol oynadığı bir maliyet enflasyonu anlayışına yaklaşması ayrıca ilginçtir.

Borio, dünya emek havuzunun yarattığı sorunları ağırlaştıran  teknolojik etkenlere de ayrıca dikkat çekiyor:  Emeğin pazarlık gücünü, küreselleşme gibi teknolojik ilerlemeler de tehdit edecektir. Yabancı [Çinli] işçilerin yerini robotların aldığını düşünün. İkisi de maliyetleri aşağı çekerek ürünleri ucuzlatır. Teknolojinin sonuçları incelenmemiştir; tehdidi küçümsenmiştir;  gelecekte öne çıkacaktır ve küresel [emek havuzunun] etkileriyle iç içe girecektir.” 

Claudio Borio, yanlış bir enflasyon kuramına saplanarak bir finansal kriz olasılığını besleyen Batı merkez bankacılarını uyarmaya çalışıyor. Bunu yaparken dünya çapında emek havuzu veya yedek emek ordusu olgularını keşfetmiş oluyor.
Bu olgular, bunları açıklayan kavramlar, hepimizi, Türkiye emekçilerini de yakından ilgilendiriyor. AKP iktidarının, sermaye örgütlerinin, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal reform söylemlerinde daima karşımıza çıkan, işgücü piyasaların esnekleştirilmesi önerisinin hikmet-i vücudu budur: Dünya emek havuzu ile bütünleşmemizi engelleyen her şey ortadan kaldırılmalı ki emek maliyetleri aşağılarda bir yerde eşitlenmeye yönelsin…

Robotlaşmanın Boyutları
Borio, dünya çapında emeğin pazarlık gücünü aşağıya çekecek olan robotlaşmayı ikinci ve ileriye dönük tehdit olarak değiniyor. Biraz bu olguya değinmek istiyorum. International Federation of Robotics’in 2016 tarihli Dünya Raporu’nda, UNCTAD’ın Gelişmekte Olan Ülkelerde Robotlaşma ve Sanayileşme (2016) başlıklı çalışmasında ve Batı basınında yer alan bilgileri aktaracağım. Bilgiler sanayide robotlaşmayla ilgilidir.  Daha ayrıntılı değerlendirmeleri uzmanlardan bekleyeceğiz.
Robotlaşma oranı, imalat sanayiinde 10.000 (on bin) işçiye düşen robot  sayısı olarak tanımlanıyor. Dünya ortalaması 70 civarındadır. Liste başında 530 ile Güney Kore yer alıyor. Japonya, Almanya ve ABD bu ülkeyi izliyor.


Batı ekonomilerinde son yıllarda emek veriminde durgunlaşma gözlenmektedir. ABD’de işsizlik oranı, bu nedenle tam çalışma eşiğinde seyretmektedir. Demek ki “robotlaşmadan kaynaklanan verim artışı ve işsizlik” henüz istatistiklere yansımamıştır. Bu nedenle, önümüzdeki yıllarda robotlaşma temposunun hızlanıp hızlanmayacağı önem taşıyor.

2015’te tüm dünyada 1,6 milyon sanayi robotu kullanılmaktaymış. Yıllık ortalama yüzde 16’lık bir artışla bu sayının 2019’da 2,6 milyona çıkacağı öngörülüyor.

Robotlar, yapay zekâ alanındaki gelişmelerle birleştiğinde giderek daha “akıllı” hale gelmekteymiş. On yıl içinde robot üretim maliyetinin yüzde 20 düşeceği; ortalama verimlerinin de hızlanarak artacağı; Japonya, G.Kore, Almanya, ABD ve Çin’de “daha akıllı” robot kullanım oranının yüzde 8’den 26’ya çıkacağı öngörülüyor.

Çin’in Öncü Rolü
Olası gelişmelerin ipuçları, Çin’de gözleniyor.
Çin, 2015’te “Made in China 2025”  başlıklı bir sanayi stratejisi oluşturdu; “robot devrimi” bu stratejinin önde gelen bir öğesi olarak ilan edildi.
Bu “devrim”in ilk işaretleri daha önceden ortaya çıkmıştı: 2013’ten bu yana robot kullanımını en çok artıran ülke Çin’dir.  Öngörülere göre, 2019’da dünya robot stokundaki artışın yüzde 40’ı bu ülkeden kaynaklanacaktır.  Böylece sanayide robot / işçi oranları bakımından Çin, beş yıl içinde Batı ekonomilerine yaklaşmayı planlamaktadır.
Bu hedefler, sadece “robot kullanımı”nı değil, devletçe desteklenen “yerli robot üretimini” de kapsıyor. 2016-2020 arasında yıllık robot artışlarında yerli üretimin payı yükselecekmiş: %31 →  %50…
Emek maliyetlerindeki tasarruf (düşme), robot yatırımını kaç yılda karşılar? Bu hesaptaki amortisman süresi, robotlaşmanın ortalama verim artışlarını ölçer. Bir örnek olarak Çin’de elektrik kaynağında robotlaşmanın amortisman süresi veriliyor.
2010, 2015 ve 2017 ortalamaları hızla düşmüştür: 5,3 yıl → 1,7→ 1,3 yıl… Bu tempoya yaklaşan verim artışlarının  diğer üretim süreçlerine taşınması dramatik sonuçlar yaratacaktır.

Bu İşin Sonu Nereye Gider?
Bu yüzyılda “dünya emek havuzu”nun göbeğinde, düşük ücretleri ve bir milyar civarında bir faal nüfus ile “dünyanın fabrikası” haline gelen Çin yer aldı
.
Altyapı ve ortalama eğitim düzeyleri açısından Üçüncü Dünya ortalamalarını aşan emek verimi ile ücret düzeyleri birlikte ele alındığında Çin, dünya ekonomisi için bir emek maliyeti tabanı oluşturmaktaydı. Marksist iktisadın işgücünün değeri standardı, dünya sistemi için Çin’de belirlenmekteydi. Borio’nun gözlediği Batı ücretlerini frenleyen küresel çekim gücü, Çin’den kaynaklanmaktaydı.

Çin, niçin bu konumu ile yetinmedi ve robotlaşmaya yöneldi? Başkan Şi’nin 2049 için öngördüğü  “Çin rüyası”nın teknolojik  hedefleri herhalde etkilemiştir. Ancak, bu  dönüşümü zorlayan güncel etkenler de vardır.

Olumsuz bir demografik etken söz konusudur: Geçmiş dönemlerde uygulanan “aile başına bir çocuk” kuralı,  Çin’in çalışma çağındaki nüfusunu aşağı çekmeye başlamıştır. 2030’a kadar 40 milyonluk bir daralma öngörüsü vardır.

Emek arzındaki daralma, tam çalışma ortamındaki kentsel nüfusla birleşince sonuç  ücretlerin yukarı seyretmesidir. ILO’nun belirlemesine göre, 2006-2015 arasında Çin’de reel ücret hareketleri yüzde 10’a yaklaşan bir ortalamayla yükselmiş; G20 grubundaki her ülkeyi açık farkla aşmıştır (Küresel Ücret Raporu, 2016-2017, s.12).

Çin, böylece, dış ticarette Batı’ya ve olası Güney’li rakiplerine karşı ücretlerde kaybetmeye başladığı rekabet gücünü, robotlaşmaya dayalı bir emek verimi sıçramasıyla telafiye çalışmaktadır.   
Ancak, Çin’de tarımdakilerle birlikte “yedek rezervleri” de içeren bir milyar insana yaklaşan bir  “emek havuzu” söz konusudur.
Bu “havuz”, Batı oranlarında bir robotlaşmaya yaklaştıkça, diğer coğrafyalara nasıl yansıyacaktır?
Endonezya, Vietnam gibi Çin’in olası rakipleri dahi robotlaşmaya başlamıştır. Almanya ve Japonya verim üstünlüklerini koruma çabasıyla sanayide; ABD ise niteliksiz ve (tıp, finans, hukuk gibi) nitelikli hizmet sektörlerinde robotları yaygınlaştırmaktadır.

Samir Amin 2003’te, Üçüncü Dünya tarımı ile Batı’nın kapitalist tarımı arasındaki çok büyük verim farklarına işaret ettikten sonra, “bugünün üç milyar köylüsünün pazara sunduğu gıda ürünlerinin otuz milyon modern çiftçi tarafından üretilmesi halinde bu milyarlarca insana ne olacak?” diye sormuştu. Bu milyarlarca köylünün bir bölümü, kara ve deniz engellerini aştıktan sonra ABD ve Avrupa topraklarına göçmenler olarak sızdı. Dünya emek havuzunun bir bölümünü doğrudan doğruya Batı’ya taşıdı; “beyaz” işçilerin ücretlerini frenledi.

Bununla yetinilmedi. Çin ve Üçüncü Dünya ülkelerinin ilaveten (dıştan) beslediği emek havuzu, ücretleri aşağıya çeken etkili bir ek baskı oluşturdu.

Düşük ücretlere rağmen yine de yetinilmiyor: Kapitalizm, robotlaşma yoluyla, daha da artan emek fazlaları yaratmaya çalışıyor. Kısa dönemde tek sonuç, hızla tırmanan işsizlik olacaktır.

Samir Amin’in sorusu bu koşullarda tüm dünya ekonomisi için gündeme geliyor: “Batı’da, Doğu’da ve Güney’de işgüçlerini satarak varlıklarını sürdüren yüzlerce milyon insana ne olacak?

Uzun vadeli düşünelim: Gelişkin yapay zekâ yöntemleri sayesinde robotların da robot ürettiği bir dünyada, işsizler çalışan işçileri aşarsa; emeğin metalaşması imkânsız olur. Metalaşan emeğin yok olması işçi sınıfının, dolayısıyla kapitalistlerin de yok olmasıdır.

O zaman kapitalizm hangi akla uymaktadır?
Bence, bu sistem, doğası gereği, akrep gibidir: Kendisini yaşatan işçi sınıfını yok ederek intihar etmekte; kendi sonunu da getirmektedir.

Bu “cenaze”, “kendiliğinden” mi, Enternasyonal’deki sözlerle “en sonuncu kavga” ile mi kaldırılacak?


Bugünün gençleri belki görür.

Korkut Boratav / SOL

Mutlu kız çocuğu fotoğrafları - MİNE SÖĞÜT

İki gün önce Dünya Kız Çocukları Günü’ydü.
O gün boyunca sosyal medya, kız çocuğuyla fotoğraflarını paylaşan ebeveynlerle doldu taştı.
Anne babasının kollarında huzurla gülümseyen...
Ve belli ki hayatı nispeten de olsa, çağdaş bir aile ortamında erkek çocuklarıyla eşitlikçi bir yaklaşımla şekillenen o kız çocuklarına bakarken...
Muhtemelen siz de kendi kız çocuğunuzu düşündünüz.
Ve bir kızınız olduğu için onlar gibi sevindiniz.
Hatta hemen kendi çocuğunuzla fotoğraflarınıza gitti eliniz.
Altına güzel cümleler yazarak siz de sosyal medyada benzer fotoğraflar paylaştınız.
Ama hata yaptınız.
Dünya Kız Çocukları Günü’nde... 


Özellikle bu ülkede paylaşılması gereken, yüzleşilmesi gereken durum bu değildi.
Çağdaş ortamlarda, eşitlikçi bir eğitimle büyütülen mutlu kız çocuklarının yerine...
Onlar gibi olmayan, olamayan...
Bambaşka ailelerde, kültürlerde, olumsuz ortamlarda sizin çocuğunuzunkine hiç benzemeyecek bir kadere doğru büyüyen...
Ve büyüdükçe varlığı tehlikeye giren kız çocuklarının fotoğraflarını paylaşmalıydınız.
Mesela daha anaokulu çağında okula başı bağlanarak gönderilen bir kız çocuğu fotoğrafı...
Ya da daha ergenliğe yeni girmişken evlendirilen bir kız çocuğu fotoğrafı...
Okula gönderilmeyen, eve hapsedilen, işe koşulan bir kız çocuğu fotoğrafı...
Aile içi cinsel tacize uğrayan bir kız çocuğu fotoğrafı...
Okulda istismar edilen bir kız çocuğu fotoğrafı...
Evde şiddet gören bir kız çocuğu fotoğrafı...
Kendisini dış dünyadan sakınmaya tembihlenmiş bir kız çocuğu fotoğrafı...
Kız olduğu için kendisini günahkâr sanan, bedensel ve ruhsal varlığından ölesiye utanan bir kız çocuğu fotoğrafı...
Bunları paylaşmalıydınız.
Ve biz o gün hep birlikte kendi çocuklarımızın değil o çocukların fotoğraflarına bakmalıydık.
Böyle yaralı iklimlerde kız çocuğu olmanın ne anlama geldiği üzerine düşünmek ve düşündürmek için bu günü bir fırsat olarak kodlamalıydık.
Evlerimizde üzerine titreye titreye büyüttüğümüz....
Ve güçlü bir birey olabilmesi için her türlü ayrımcılıktan sakındığımız kız çocuklarımızın bu ülkede artık hızla küçük bir azınlık olacağını, içimiz titreyerek idrak etmeliydik.
Bizimki gibi muhafazakâr coğrafyalar, sadece kız oldukları için, adaletten uzak, tehlikelere açık, gözden çıkarılmış hayatlar yaşayacak çocuklarla dolup taşıyor.
Üstelik durumları şu politik kaosta kolayca daha iyiye gidecek gibi de görünmüyor.
11 Ekim tarihi kız çocuklarıyla ilgili sorunlara farkındalık yaratmak için bundan beş yıl önce Dünya Kız Çocukları Günü ilan edilmiş.
Bu beş yıl içinde, özellikle geri kalmış ülkelerde çocuk olmak ve kadın olmak arasında bir de kız çocuğu olmanın ağır yükünü taşıyan nesillere dikkat çekmeye çalışılırken;
Biz bu ülkede kız çocuklarımızı...
Kendi uygarlığını en hassas yerlerinden bıçaklayarak kan kaybından ölmeyi devlet politikası ilan eden...
Eğitim sistemini en başından kız çocuklarının kişisel gelişimlerini engelleyecek içeriklerle tasarlayan...
Anaokullarına kadar sokulan dini eğitimle çocuklara toplumdaki yerlerini belirli bir inancın katı ve eşitliksiz yaptırımlarıyla belleten...
Kız çocuklarının kişiliklerini daha belirginleşemeden silen, silikleştiren bir devlet politikasının berbat hesaplarına kurban verdik.
O yüzden artık mutlu kız çocuğu fotoğrafının bu ülkede hükmü yok.
Ama mutsuz çocukların hükmü, tehlikeli bir şekilde çok.

Mine Söğüt/ CUMHURİYET

Pragmatizmin dibi - CEYDA KARAN

Türkiye, Batı’nın onyıllar önce yatırım yaptığı siyasal İslamcılığın yönetiminde, maalesef ‘hasta adam’ olmaya koşuyor. Ülke içinde esasen beka kaygısıyla ve ‘millicilik’ söylemiyle girişilen ‘anti-emperyalizm’ soslu manevralar, dış politikada memleketi zorlu bir döngüye sürüklemekte. 



Öyle görünüyor ki, ABD hegemonyasındaki düşüş ve Rusya ve Çin ile küresel bilek güreşinin, Batı ile ‘anlaşma yolunda’ sonsuz ‘manevra alanı’ sağladığı zannedilmekte. Bu durumun, büyük güçlerin oyun sahalarında bulunan ve dengeleri gütmesi gereken orta ölçekli bir ülke için sıkıntılı sonuçlarının hesaplanmadığı aşikâr.
Elbette küresel denklemde resim karmaşık. Lakin Türkiye etrafındaki resim artık o kadar karmaşık değil.
***

ABD ile son ‘vize restleşmesinin’ herkesin bildiği temellerini önceki yazıda aktardık. Ankara 15 Temmuz’dan açıkça ABD devleti içindeki odakları sorumlu tutuyor. Suriye’de rejim değişikliği hedefiyle geliştirilmiş ortaklık çoktan gömüldü. ‘İyi güzel günlerde’ İran’a yaptırımlardan şahsi menfaat elde edilmesi temelli Zarrab davası’ bilek güreşinin görüngüsü.
Ancak Türkiye, ABD ile ilişkilerini kopartabilecek halde değilken; Batı’ya karşı sürekli ‘el yükselterek’ yüzünü Rusya Federasyonu’na (RF) çevirmiş görünümünde.
Oysa resmin RF tarafındaki görünümü de çok karmaşık değil. 

***

Retorikteki fırtınaya karşın RF ile yakınlaşmanın çerçevesi belli. Bir buçuk senedir esasen bir tek turizm ve enerji alanlarında gidişat tersine çevrildi. Vize rejimi yerli yerinde. 
Tek tek bakalım:
Astana/İdlib: TSK, Suriye’de RF ve İran ile girişilmiş garantörlük icabı ‘çatışmasızlık bölgesi’ tesisi için İdlib’e giriyor. RF’nin beklentisi Türkiye’nin yıllar önce cihatçı gruplarla ‘ektiğini biçip, yakması’. Rusya için bu Suriye’nin kuzeydoğusunda ABD destekli YPG’ye karşı koz. Moskova’nın İdlib’de tam istediğini almadan Afrin için ‘yeşil ışık’ yakmayacağı besbelli.
•Kırım: RF, ilişkilerde yan unsur olan, Türkiye’nin Kırım’la tarihi derinliği içinde meseleyi dert etmez görünebilir. Değil. Ankara’nın Batı çizgisinde ‘Kırım’ın tanınmayacağına’ dair her mesajına anında yanıt geliyor.
Ekonomi: Türk Akımı ve Akkuyu nükleer santralı Rusya’nın kâr edeceği stratejik yatırımları. Normalleşmeye rağmen Rusya’nın sınırlamaları kaldırmaması nedeniyle alay konusu olmuş domates ihracatının kilidi yerinde. Ankara’nın Rus tarım ürünlerine çektiği her bürokratik çizgiye Moskova’dan ‘simetrik yanıt veririz’ açıklaması geliyor.
•Güvenlik ve savunma: Batı’ya karşı S-400 dansı komediye dönüşüyor. Kaparo ödenip anlaşma yapıldığı açıklanmışken, en son Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’ndan ‘acele lazım’ ve “Orta ve uzun vadede ortak üretime Ruslar yanaşmazsa başka ülkeyle yaparız” demeci geldi. Nafile! Kommersant, “Rus uzmanlar, Türkiye’nin sert itirazlarına rağmen, sözleşmeyi teknoloji transferi içermeyecek şekilde imzalamayı başardı” diye yazarken, Rus istihbaratının itirazları eşliğinde alaycı değerlendirmeler okuyoruz. Çavuşoğlu’na Rostec Genel Müdürü Sergey Çemezov yanıt veriyor: “Böyle bir teknolojinin üretimine doğruca girişmek mümkün değil. Bunun için uygun kalifiye kadrolar, teknoloji okulu olmalı. Tüm bunlar da birkaç on yıl gerektirir” diyor. Türkçesi, ‘sizde teknoloji ve bilim yok’
Eh bizde imam hatip bol!
Hal böyleyken Batılılarda Çin’le füze alımı girişimindeki türden tepki de yok. NATO Genel Sekreteri’nden Erdoğan’a ‘Kendi kararınız’ dedim”in ötesinde söz çıkmaz oldu. 

***

Kaçtır yazıyoruz. RF, Türkiye’yi ABD ve Batı ile ilişkilerinde ‘asset’ (kıymet) olarak görüyor. Ama bu ‘müttefiklik’ manasına gelmiyor. Rusya’nın bölgedeki müttefikleri besbelli: Suriye ve İran. İş ABD’yle bile ‘zıtlaşan’ Suudilere kadar vardı. 
 
Dış politikada bir ülkenin reel gücü ile doğru orantılı pragmatik duruş anlaşılır. Ancak Türk dış politikası artık reel gücünün çok ötesinde, üstelik uluslararası ilişkilerde kullanışlı olan ilkeselliğin i’sinin kalmadığı bir pragmatizm dalgasında sürüklenmekte. Ve ne ABD’ye çekilen restlerin ne de RF’ne dönmenin bırakın anti-emperyalizmle, memleket ahalisinin hayrıyla alakası olmadığını da iyi biliyoruz.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

12 Ekim 2017 Perşembe

AKP, Rusya ve ABD’nin oyuncağı - İLKER BELEK

Bunların büyük güçlerle aralarının bozulması, direndikleri, antiemperyalist politika izledikleri için değil.
Bu konudaki teorik çerçeve şu:
Birincisi; antiABD’cilik, antiemperyalizm değildir. AntiABD’cilik içi doldurulmadıkça yalnızca demagojidir. Ve zaten emperyalizm ABD’den ibaret de değildir. Şimdi artık en azından Rusya’sı var.
İkincisi antiemperyalizm için gerek koşul antikapitalizmdir. Piyasa ilişkilerine, tekellere karşı olmayan, ABD’ye istediği kadar sövsün antiemperyalist olamaz.

AKP’nin anti ABD’ciliği de tam demagojik. Öyle olmasaydı daha iki hafta önce Erdoğan Trump için “dostum” der miydi? Trump… Erdoğan’ın defalarca darbecileri desteklemekle suçladığı ülkenin başkanı ve bugünkü vize yasağının mimarı. AKP’nin ona buna söylenmesi emperyalist sistem içinde tutunabilme çabasıdır.

AKP çaresiz, her şeyi birbirine karıştırdı, attığı her adım öncekiyle çelişiyor ve sonrakinin önünü kesiyor.

AKP piyasacı, gerici ve bu özellikleri nedeniyle de zorunlu olarak işbirlikçi. ABD tarafından iktidara getirildi, parlatıldı. AB ile ilişkilerini düzenlemesini ABD sağladı. Suriye’deki iç savaş sürecinde başlangıçta ABD’nin en önemli müttefiki idi, IŞİD’in Suriye’de koordine edilmesinde İncirlik’te birlikte mesai yapıldı.


AKP metafizik ve idealist düşünen bir parti. Dinciliği nedeniyle böyle bu. Kaçınılmaz.
Bu düşünce yapısı konumunu abartmasına neden oldu. ABD’nin sunduğu desteğin kendi vazgeçilmezliğinden kaynaklı olduğu sanrısına kapıldı. Psikozun manik hallerinde gibiydi. Bu hayallerle Suriye’de kendi başına işler çevirmeye kalktı. Yetmedi NATO ile Rusya’yı karşı karşıya getirmek için uçak düşürdü. Amacı bir kara harekatıyla Suriye’ye dalabilmekti. ABD’nin bu provokasyonlara gelme ihtimalinin hiç olmadığını bile öngöremedi. Temelsiz özgüven patlaması gözünü karartmıştı.

Bu nedenlerle emperyalistler artık AKP’yi, kontrolsüz işler çeviren ve ne zaman, nerede, ne yapacağı, ne diyeceği belirsiz bir risk faktörü olarak tanımlanıyorlar.
Başkası nasıl mümkün olsun. Tablo şöyle: Erdoğan Putin’le birlikte İdlib’te operasyona başladığı gün, Ukrayna’da canlı yayında Rusya’yı Kırım’da işgalci olmakla suçluyor.
Risk faktörü dedik. ABD bunu 15 Temmuz’da ekarte etmeye çalıştı. Olmadı. Her darbe girişimi başarıya ulaşacak diye bir şey yok.

Uzun süredir plan şu:
AKP’siz bir iktidar, olmadı AKP’nin zayıflatıldığı bir iktidar, olmadı Erdoğan’sız bir AKP, olmadı kaosa doğru yol verme.
Darbe sonrasında Erdoğan’ın her yerde tam denetim kurmaya yönelik operasyonları hem son iki seçeneğin öne çıkmasına neden oluyor, ama hem de Erdoğan kendisi hakkındaki planı hissederek her şeyi denetimine almaya çalışıyor.
Bu arada da aynı anda birkaç güçlü aktöre birden oynayarak durumu idare etmeye çabalıyor. Sanıyor ki emperyalist hegemonya krizinin yarattığı boşluklar buna olanak tanır.
Hem Putin’le İdlib operasyonu, hem de Trump’la dostluk.
NATO’yu Şanghay’la tehdit etme düşleri. Oysa bu arada Trump Barzani referandumuna destek verip ve/fakat bunu şimdilik İsrail üzerinden deklere ederken, YPG’yi Türkiye’nin güney komşusu yapıyor; Rus şirketleri Barzani’yle milyarlarca Dolarlık sözleşmelere imza atarken, Putin İdlib’i Esad’a sunulmak üzere AKP’ye temizletiyor.

Herkes kendi işine bakıyor. Tabi ki oyunu genel hatlarıyla büyük güçler yönetiyor. Kendi başına iş çevirmeye kalkan küçükleri ise kim bilir daha ne belalar bekliyor.

Halk örgütsüzse, olanı biteni seyrediyorsa, emperyalistler mutlaka oyuna sokacak yeni bir aktör bulurlar. Zaten hedef o: “Nasıl olursa olsun Erdoğan olmasın” seçeneğine Türkiye’yi ikna etmek.
Bu işler böyledir. Böyledir ve hem bu sahnede boyundan büyük işlere kalkışıp hem de olmayınca “Türkiye’nin önünü kesmeye çalışıyorlar” diye feryat etmek de trajik bir komedyadır.

O nedenle diyoruz ki yalın düşünelim.

Emperyalizmin oyuncağı olmamak için işçi sınıfını birleştirelim, sosyalist mücadeleyi yükseltelim.

İlker Belek / SOL

Aradığınız Erdoğan'a şu anda ulaşılamıyor - ÖZGÜR ŞEN

İslamcıların ABD karşıtlığının temelsizliği, dinci gericiliğin ikiyüzlülüğü çok konuşuldu. Nasıl konuşulmasın... Varlığını ABD'ye borçlu olan, daha birkaç hafta önce Trump'ın dostluğuyla övünen bir siyasi hareketin sınırlarını herkes biliyordu.


Ancak ABD ile yaşanan vize gerilimi yalnızca AKP'nin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarmadı. Mesele bundan çok daha büyük...

Erdoğan'ın başlıbaşına bir problem kaynağı olduğu doğru ama problemi tek başına Erdoğan yaratmıyor.

AKP lideri çok hızlı manevra yapıyor olabilir. Ama tek manevra yapan da o değil.

Türkiye'de dinci gericiliğin bugünlere gelmesinde, ülkeyi tek başına yöneten bir siyasi hareket olmasında en büyük pay şüphesiz ABD ve müttefiklerindedir. Ancak ilişki karşılıklıdır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dinci gericiliğin emekçi ve halk düşmanı olarak üstlendiği tarihsel rol bir yana, AKP kendi özel tarihi boyunca da ABD için elinden geleni ardına koymadı.


Erdoğan ABD projelerinin eşbaşkanı olarak ortada dolanırken Batı kendisinden pek memnundu. O günlerde manevra kabiliyeti de kimseye batmıyordu. AKP, İran ve Suriye'ye karşı iş çevirirken, İsrail'le birlikte Barzani'yi el üstünde tutarken o manevralar açık ki işe yarıyordu. Bölgede işleri elini yüzüne bulaştırmadan, içeriyi yönetmekte zorlanır hale gelmeden önce Erdoğan'ın kitle desteği de, kendine özgü özellikleri de kimseyi rahatsız etmiyordu. AKP'nin dinci gericiliği, despotikliği Batının umurunda değildi.

O gün iyi olan, işe yarayan Erdoğan önce fena çuvalladı, sonra kendini kurtarmak için olmadık işler yapmaya başladı. Sonuçta da bugün kötü oluverdi. Oysa, Erdoğan'ı tüm bu maceralar için cesaretlendiren, arkasını sıvazlayan, kendi çıkarları için ona yürü diyen ABD liderliğindeki Batıydı.
Yalnızca Batı mı, bugün vize krizinden pek tedirgin olmuş görünen patronlar farklı mı? Ne istediniz de yapmadım diyerek patronları vefasızlıkla suçlayan Erdoğan haksız mı? İşçinin hak adına elinde kalmış ne varsa gasp ederken, ülkeyi sermaye için dikensiz gül bahçesine çevirirken övgü alıyordu. Bölgede patronların önünü açarken, manevralarıyla yeni pazarlar yaratıp daha fazla para kazanmaları için alternatifler kurgularken iyiydi. Erdoğan şimdi mi kötü oldu?

Emekçi halka karşı şiddet kullanmaktan çekinmesin, ama örneğin liberallerin üzerine kriz çıkartacak denli bir kuvvetle gitmesin... Sermayenin işine yarayacak kadar despotik olsun ama tüm dünyanın gözüne batacak şekilde bu işi abartmasın... Rusya ve diğerleriyle hafiften flört ederek hem yeni para kanalları açsın hem Batıyla pazarlık gücünü arttırsın ama ilişkileri sakın kopma noktasına getirmesin... Bölgede Türk sermayesini kalıcı kılacak kontrollü arayışlara girsin ama uluslararası dengeleri bozacak maceralara atılmasın... Bunların hepsi aynı anda olmaz.
Herkes Türkiye'nin başında kendi düşündüğü, kendi kafasındaki Erdoğan'ı görmek istiyor. Oysa böyle bir Erdoğan yok. Olmayacak da...

Şimdi kendini kurtarma telaşına düşmüş AKP liderini bugünlere Batının ve sermayenin ihtiyaçları taşıdı. AKP'yi de başındaki adamı da her şeyiyle bir bütün olarak o ihtiyaçlar yarattı. Onu yürüdüğü yola sokan hep yerli ve yabancı tekellerin gereksinimleri oldu.

Erdoğan'ın özelliklerine sahip bir siyasetçiyi o yola soktuğunuzda sonuçlarına katlanırsınız. Zaman zaman bayağı işe yarayan kişisel özellikleri aynı şekilde ayağa dolandığında şikayet edemezsiniz. Şunları yapsın tamam ama bunları da yapmasın dediğinizdeyse yalnızca sorunu büyütürsünüz.
Bu ihtiyaçlar ortadan kalkmadan AKP'ye ve liderine dönük ister tasfiye ister terbiye amaçlı her girişim veya her adım, Erdoğan'ın paniğini artırırken yaşanan sahici bunalımı daha da derinleştiriyor şimdi.

Problem gerçek, üstelik bu koşullarda bir çözümü de yok.

AKP'nin lideri kendisini var eden krizi büyütürken, sorun ondan daha büyük olduğu için Erdoğan gitse de kalsa da kimse için bu karmaşadan bir çıkış yolu görünmüyor.

Bu çıkışsızlığın içinde Erdoğan manevralarını sürdürecek, Erdoğan tam da bu çünkü... ABD de devam edecek, Rusya ve diğerleri de... Onlar da tam olarak bu ve neyseler öyle hareket ediyorlar.
Tüm taraflar kimi zaman gerilecek, kimi zaman beraber yürüyecekler. Dahası hepsi her adımda yalan söylemeyi sürdürecek. Dün iyi dediklerine bugün kötü diyecekler, bugün kötü dediklerine yarın iyi... Şimdi birbirlerini suçlarken, yarın birlikte insanların canını yakmaktan çekinmeyecekler. Geçmişte altını oyduklarının gelecekte en büyük destekçisi olacaklar. Tıpkı gerektiğinde kendi aralarından bazı aktörleri oyun dışı bırakmaktan geri durmayacakları gibi...

Bu pespayeliğin, bu rezilliğin, durmadan ikiyüzlülük üreten bu işleyişin adına da düzen denecek.

Aman bozulmasın, aman yıkılmasın diye insanları korkuttukları düzen bu işte.


Batsın sizin o düzeniniz...

Özgür Şen / SOL

Fethi Şahin istihbaratçı mı, IŞİD’ci mi? - AYŞE YILDIRIM

“Geçenlerde bazı internet sitelerinde oğluma IŞİD çeteleri tarafından tulum giydirileceği yönünde haberler okudum. Tulumun anlamı nedir? Size soruyorum.”
 
Askere gönderdiği oğlunun akıbetini merak eden bir annenin sözleriydi bunlar. Neredeyse bir yıl önce söylüyordu bu sözleri. Bugün artık oğluna giydirilen tulumun ne anlama geldiğini ne yazık ki öğrendi. Sefter Taş, 1 Eylül 2015 tarihinde Suriye sınırındaki Kilis sınır karakolunda IŞİD’le çıkan çatışmada kaybolmuştu. IŞİD’in elinde olduğu biliniyordu ama devlet yetkilileri bunu resmen açıklamadıkları için haberlerde hep “IŞİD’in kaçırdığı düşünülen” deniliyordu.
Henüz 21 yaşındaydı Sefer Taş, vatani görevini yapıyordu.
Kendisinden haber alınamayan koca bir 15 ay geçti. 22 Aralık 2016 akşamı sosyal medyaya tam 19 dakikalık bir dehşet videosu düştü. Asker kıyafetli iki gencin yakılma görüntüleriydi. İki asker de Türkçe konuşuyordu.
Biri artık 23 yaşına gelmiş Sefter Taş idi. IŞİD zaten Sefter Taş’ın ellerinde olduğunu daha önce açıklamıştı.
Taş’ın ailesinin o güne dek yaptığı tüm başvurular, oğlumuzu bulun, öldü mü sağ mı yalvarışları karşılıksız kalmıştı. O görüntülerden sonra da karşılıksız kalmaya devam etti. Ta ki geçen pazartesiye kadar. Baba Taş’ın açtığı gaiplik davasında karar verileceği gün “devlet yetkilileri” sessiz sedasız aileye gitti ve oğullarının “şehit” olduğunu söyledi. Bu kadar yıllık sessizliğin karşılığında da Sefter Taş için bir anıtmezar yapacaklarını müjdelediler!
Ne bir özür ne başka bir açıklamaya gerek bile duymadan... 



Oysa o görüntüler ortaya çıktığı gece interneti yavaşlatmış, ertesi gün görüntülerin gerçek olup olmadığının tespit edilmediğini söylemişlerdi. O dönem Başbakan Yardımcısı olan Numan Kurtulmuş ise medyayı tehdit etmişti:
“Kusura bakmasınlar, medyadaki bazı arkadaşlar da ayaklarını denk alsınlar. Uyduruk görüntülerle halkı galeyana getirmesinler.”

 
Neyse ki bu ülkede ayağını denk almayan gazeteciler vardı. Onlardan biri olan Journo’dan Fırat Yeşilçınar’ın yaptığı haberler sayesinde ailenin gaiplik davasını ve devlet yetkililerinin o görüntüleri kabul ettiğini öğrendik. 


Evet, devlet Sefer Taş’ı IŞİD’in yakarak katlettiğini kabul etti. Ancak o görüntülerde Sefter Taş ile birlikte yakılan bir asker daha vardı; Fethi Şahin...
“Yaşım 26... Konyalıyım. Jandarma istihbaratta görev yapmaktayım. Görev yerim Tekirdağ” diyordu.
Kurtulmuş’un medyayı tehdit ettiği günlerde hükümete en büyük desteği ise Aydınlık gazetesi veriyordu. 


IŞİD’in yayımladığı görüntülerin AKP’ye darbe vurmak için yapılmış bir algı operasyonu olduğunu yazıyordu Aydınlık. “Jandarma istihbaratta” görevli olduğunu söyleyen Fethi Şahin adlı askeri ise “IŞİD’li” ilan ediyordu. Şahin’in askerlik görevini yaparken kaçtığını ve IŞİD’e katıldığını iddia ediyordu. Arkadaşlarının iddialarını, Şahin’in Facebook paylaşımlarını da haberine dayanak yapıyordu. 

Oysa Şahin’in babası ya da ailesinden kimse bugüne dek konuşmadı. Baba Şahin, görüntülerin ortaya çıkmasından sonra gittiği Jandarma Karakolu’na ifade verdi ve başka bir ayrıntı vermeyeceğini söyledi.
Şimdi ortada bir insanın hayatını ilgilendiren bir soru duruyor. Fethi Şahin kimdi?
Devlet yetkilileri o görüntüleri kabul ettiğine göre Fethi Şahin’in ailesine ne dediler? 


Şahin, IŞİD’e katılan biri miydi yoksa IŞİD’e sızması istenilen jandarma istihbarat görevlisi miydi?
 

Medyadan ayağını denk almasını isteyen Numan Kurtulmuş’un da belki bu konuda söyleyeceği bir iki sözü olacaktır.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Güvenilir müttefiklik pespayeliği ve uşaklık - ORHAN BURSALI

Saroz açıklarında ortak askeri tatbikat sırasında, Amerikan Saratoga uçak gemisinden atılan iki adet SeaSparrow füzesi Muavenet askeri gemimizi vurdu: Sonuç, gemi komutanı dahil 5 şehit 22 yaralı. Yıl ise 1992, 2 Ekim.
Bunun kaza olduğuna inanacak bir enayi yoktu. Füze ancak 6 kademeden sonra gemi komutanının emriyle ateşlenebilirdi. ABD, Irak için Çekiç Güç’ü 1991’de kurmuş ve İncirlik’ten operasyonlarla Irak bölünüyor, Kürdistan kuruluyordu. Her altı ayda bir Çekiç Güç’e Ankara’dan Meclis’ten onay çıkması gerekiyordu ve bu onay da tartışmalara neden oluyordu. Mesela ordu içinden Eşref Bitlis gibi komutanlar, Amerikalıların Irak’ta yarattığı fiili durumun tamamen aleyhimize geliştiği görüşündeydiler.
1993’ün 17 Şubat’ında Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağı düştü. Genelkurmay’a göre bu sabotaj değildi.
4 Temmuz 2003’te Irak- Süleymaniye’de bulunan Türk özel kuvvetlere ait birliğe baskın yapan Amerikalılar, Türk subaylarını, başlarına çuval geçirerek kamyonlara doldurmuş ve esir almışlardı.


Bunlar ‘müttefikliğin gereği’ idi!
Bu olaylar tamamen ABD ile Türkiye arasındaki “derin ve stratejik müttefikliğin gereği” idi!
Dahası, sonraki olaylar da: Ergenekon ve özellikle Balyoz davaları ile ordunun defterinin dürülmesi ve darbe yapacak FETÖ’cü subayların önlerinin açılarak yükseltilmesi de, “Türk-Amerikan derin müttefikliği”nin çok başarılı bir örnek olayıydı!
Daha geriye giderseniz bu ittifakın çok başarılı başka meyvelerini de görürsünüz. Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de yine Amerikancı ordu ve subayların darbeleri, mesela. Kıbrıs için askeri ambargolar, mektuplar...
Ortalık yeni karışmadı. Ortalık zaten epey bir süredir karmakarışıktı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Beyaz Saray ziyaretinde de ittifak yalanlarıyla beynimizde boza pişirdiler. 

Amerikan sözlüğünde ittifak
Amerikan sözlüğünde Türkiye ile ilgili müttefiklik maddesinde Türkiye’nin yapması gerekenler için şu yazar: Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket!.. Bunu yaptığı sürece Türkiye inanılmaz derecede en güvenilir müttefiktir...
ABD Dışİşleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon yazmış: “Türkiye artık güvenilir müttefik değil, bir Ortadoğu ülkesi! İki ülkenin bölgesel güvenlik çıkarları da tehlikeli bir şekilde ayrıştı...”
Koskoca bakan yardımcısı diyor ki, biz Suriye’de IŞİD’den doğacak boşluğu İran’ın doldurmasına asla izin vermeyeceğiz ve Kürtlerle ittifakı sürdüreceğiz...
Sanırsınız ki İran, Suriye’yi işgal edecek. Bu da tabii, Amerikalıların Ortadoğu ülkelerini bölüp parçalamak için uydurdukları İran bahanesi... Amerikalı, enayilere gerekçe sunuyor! Yersen.

İttifakın ürünü: Bugünkü iktidar
Amerikalı, Türkiye’de keyfi hukuksuzluk, siyasi esir alma ve sonra değiş tokuş, adaletsizlik gibi, ciddi sorunlarımıza da işaret ediyor tabii ki. Ki, Erdoğan’ın tüm dünyaya karşı karnının en zayıf olduğu ve savunulamayacağı konular...
Ama şüphem yok ki, eğer ABD ile tam bir askeri ittifak halinde istediklerine destek verilseydi, bunların hiçbirisini de ciddi olarak gündeme getirmeyeceklerdi!
1950’den itibaren başlayan ABD – NATO ile uşaklık ittifakı politikasının siyasi ürünü 15 yıllık AKP iktidarı ve bugün yaşadıklarımızdır.
Tarihsel gelişim, bu kadar basittir. 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET
 
NOT - DUYURU: EDİRNE’DE KİTAP ŞÖLENİ VE İMZA: Cumartesi günü Edirne Kitap Şenliği’ndeyiz ve kitap imza var... Aynı gün 10.00-12.00 arası Herkese Bilim Teknoloji yazarları ve yöneticileri Edirne merkezde Dinlenti Kafe’de okurlarıyla buluşuyor. Konu şüphesiz ki bilim, popüler bilim ve önemi. Katılanlar Ahmet Yavuz, Cem Say, Özlem Yüzak ve Orhan Bursalı. Bekliyoruz...

Babıâli kitapçıları - REFİK DURBAŞ

Burhan Arpad, ki yaşamı Babıâli’de geçmiştir, Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazısında, (13.01.1981) o tarihten yarım yüzyıl önceki Babıâli yokuşunun fotografisini çıkarmaktadır.
Arpad’a göre Cumhuriyet başlangıç yıllarının Babıâli kitapçılarından günümüze kadar kalabilmiş iki firma ve iki satış dükkânı vardır. Remzi Kitabevi ve ufak bir isim değişikliğiyle İnkılâp Kitabevi…
1920-30 arası “Babıâli kitapçıları”, yokuşun en altında Büyük Postane’den kıvrılan köşe başında Hüseyin Bey’in İkbal Kütüphanesi’yle başlıyor.


Yokuşun sağında o günlerin kitapçıları şöyle sıralanmaktadır: İkbal, İnkılâp, Çığır, Semih Lütfü, Tefeyyüz, Kanaat, Gayret, Ahmet Halit (önceleri Sûdi Kütüphanesi), Resimli Mecmua satış yeri (Sonraları Yedigün,) daha sonra Avni İnsel, Cumhuriyet, Remzi, Arif Bolat.

Yokuşun karşı kaldırımı aşağıda Milliyet gazetesi ve matbaası (sonraları Tan) ile başlıyor. Daha sonra o yapının altında Üniversite kitabevi açılacaktır.

Köşede Meserret Oteli ve kıraathanesini biraz geçince Yeni Şark Kitabevi, daha sonra Cihan Kitabevi, onun yanında da Hilmi Kitabevi vardır.

Yine o sırada kısa bir süre çalışmış olan Ölmez Eserler Yayınevi, Türk kitapçılığında editörlük ve kitap satıcılığının ileri bir anlayışla ilk uygulandığı yerdir. Şimdi büyük bir iş hanı yükselen o günlerin tek katlı hanında küçücük bir oda, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınları için ilk adımın atıldığı yer olacaktır.

İkinci savaş yıllarında, Babıâli yokuşunda kitabevinden ayrı çalışan ilk yayınevleri görülmeye başlar. Varlık, Yüksel (Hamdi Varoğlu - Ö. Rıza Doğrul), Arpad, Nebioğlu, Batı (N. Z. Ekeren), Türkiye (Tahsin Demiray) ilk akla gelen ve bugün çoğu kapanmış olan yayınevleridir.

Yokuş’ta yer kalmadığı için dar ve dik Cağaloğlu yokuşunda küçük dükkânlar açılır ve hepsi de kitap basmaya başlamıştır. ABC, Yokuş, Marmara kitabevleri bunların başlıcalarıdır.

Tam köşe ağzında Naci Kasım ve kızlarının yönettiği Maarif Kitabevi bulunmaktadır.
İyi hikâyeci Adnan Özyalçıner’e göre “Babıâli bir bütündür”. Babıâli, Özyalçıner’in İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenciliğe başladığı yıl olan 1950’den 1955’lere, Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladığı 1959’dan 1980’lere ve daha da sonralarına kadar yolu olacaktır. (Yok Olan İstanbul, Evrensel)
Özyalçıner’in Babıâli’de gözüne çarpan ilk kitapçı yokuşun hemen başındaki Semih Lütfi Kitabevi’dir. Suhulet Kütüphanesi ve matbaasının sahibi Leon Lütfi’dir. Sonradan Semih Lütfi adını alarak bu kitabevini açan Semih Bey 1940’lı yıllarda ölünce, dükkân karısı olan Ermeni Aznif Hanım’a kalacaktır.

Semih Lütfi’nin biraz üstünde Kanaat Kitabevi vardır. 1898’de Musevi İlyas Bayar’ın açtığı bu kitabevini oğlu Aslan Bayar yönetiyordur.

Kanaat Kitabevi’nin kaldırımından karşı kaldırıma bakıldığında Lütfi Erişçi’nin Üniversite Kitabevi görülmektedir.

Hemen bitişiğinde üstü otel olan Meserret Kıraathanesi’dir. Karşı köşesi Tan Matbaası’dır. Kanaat Kitabevi’nin yanındaki küçük, dar dükkân Net Kitabevi’dir.

Net’in hemen yanında geniş vitriniyle Ahmet Halit Kitabevi vardır.

Ahmet Halit Kitabevi’nin dükkânını daha sonra Ece Ajandası’nı yayımlayan Afitap Kitabevi alacaktır.

Bu dükkânın bitişiğinde daha küçük bir kitapçı İnsel Kitabevi’dir.

Ara yerde Vakit Yurdu vardır. Bitişiği Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın satıldığı dükkândır.
Milli Eğitim’in az üstünde İnkılâp Kitabevi’dir.

İnkılâp’ın iki dükkân ötesinde eski bir yayınevi olan Remzi Kitabevi bulunmaktaydı.
Arif Bolat Kitabevi geniş oylumuyla Cağaloğlu Yokuşu’nun başındadır. Onun yerini daha sonra Dergâh Kitabevi alacaktır.

Ankara Caddesi’nin karşı kaldırımında küçük bir dükkânda İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın kurduğu Hilmi Kitabevi bulunurdu.

Hilmi Kitabevi’nin az yukarısında Ramazan Arkın’ın kurduğu Arkın Kitabevi vardır.

Cağaloğlu yokuşunda küçük bir handa Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınevi yer almaktadır.

Hanın altındaki geniş dükkân Maarif Kitaphanesi’dir.

Son sözü yine Adnan Özyalçınar söylesin:
Babıâli artık tenhalaşmıştır. Kitapçıların yerini boy boy kırtasiyeciler almıştır. Onlar da bir zamanların vitrinler de sıra sıra boy gösteren Shafers, Parker, Pelikan, Monblance dolmakalemlerinin yerine plastik tükenmez kalemler satıyorlardır.

Refik Durbaş / BİRGÜN

11 Ekim 2017 Çarşamba

Varlık Fonu'na ne oldu? - KADİR SEV

Türkiye Varlık Fonu, 26 Ağustos 2016’da yürürlüğe giren 6441 sayılı yasayla kuruldu. AKP’liler, Yasayı bir an önce çıkartabilmek için Mecliste terör estirmişlerdi. Çok şey beklediklerini söyleyip duruyorlardı. Dinamik ve krizler karşısında daha dirençli bir ekonomimiz olacaktı. On yılda 1 trilyon liralık yatırım yapılacaktı. Büyümemize yılda fazladan %1,5 katkı verecekti. Ülkenin boş duran kaynakları ekonomiye kazandırılacak; elde edilen paralarla büyük projeler finanse edilecekti. Büyük ihalelerde müteahhitlerin teminat sorunu çözümlenecek; havuzda toplanacak paralar sayesinde defanstan çıkıp hücum oynayabilecektik.

O günlerde bunlara benzer çok sayıda uçuk laf ediliyordu.

Kurulalı bir yılı geçti. Bugüne değin 50 milyar lira değerinde varlığın devredilmiş olmasına karşın, kuruluş amacına yönelik hiçbir etkinlik yapılmadı. Basında yalnızca skandallarla gündeme gelebildiler. Beş yıldızlı oteller; yönetim kurulu üyelerine ödenen paralar ve onlardan birine alınan 850 bin liralık araba; Ak Merkeze taşınmaları, dudak uçuklatan kiralar… Son olarak da Tayyip Erdoğan’ın hiç yol alınamadığı doğrultusundaki yakınması ve başkanının görevden alınmasıyla haber oldular.

Düşünebiliyor musunuz?
Fonda 50 milyar lira var ama kullanılmıyor, öylece duruyor.  Bu durum, birilerinin tembelliği ile açıklanamaz. AKP’ye ise hiç yakışmaz. Başka nedenleri olmalı.

Basında, Tayyip Erdoğan ile Binali Yıldırım ekipleri arasında rant paylaşımından doğan bir çekişmeye işaret ediliyor. Deniyor ki; Yıldırım, Fonun büyük çaplı altyapı projeleri için; Erdoğan ise borsa ve döviz piyasasına müdahaleyi de içeren daha kısa erimli hedefler için kullanılmasını istiyor.
Bu görüş, Binali Yıldırım’ın, AKP’nin doğal liderinin karşısına bir güç odağı olarak çıkabileceği varsayımına dayanıyor. Binali Yıldırım, arkasında birkaç partili milletvekili görüp bayrak açamaz. Eğer kendisinde bayrak açacak güç görüyorsa; patronların, Yasadaki biçimiyle bir varlık fonu istemediği anlaşılır.

Aslında patronlar daha ilk günden karşı çıkmışlardı: TÜSİAD Başkanı, tereddütlerini dile getirmiş ve “keşke bize de sorsaydınız” diye yakınmıştı.
İstemiyorlar ve haklılar!
Yasayla öngörülen Fon, kapitalist sistemle çelişiyor. Çünkü devlet, malını mülkünü masaya sürüp ucuz faizlerle piyasada ne kadar para varsa toplayabileceği yasal ortamı hazırladı. Patronlara para kalmayacak. Ya avuçlarını yalayacaklar ya da yüksek faizlerle para bulabilecekler.
Devletin, özel sektöre rakip olduğu bir kapitalist sistem gösteremezsiniz.

Bir de Tayyip Erdoğan’ın güvenilirliğinin zedelenmiş olması gerçeği var. Kamu varlıklarının dağıtımında tek yetkili olmasını riskli görüyorlar.

Varlık Fonunun şöyle bir kurgusu var: anonim şirket benzeri bir fon kuruluyor ve bakanlar kuruluna, dilediği kamu varlığını aktarma yetkisi tanınıyor. Fon yönetim kurulu, Başbakanın atadığı 5 kişiden oluşuyor. Bunlardan, Stratejik plan yapmaları ve bakanlar kurulunun onayına sunmaları bekleniyor.
Görevleri arasında, satmak, menkul değere dönüştürüp borsada oynamak, rehin ve ipotek karşılığında borç almak, borsada oynamak gibi işler var.


Ama denetim yok. Yapılanları, yapanların seçtiği üç kişiden oluşan “bağımsız denetçilerin” denetleyip, raporlarını başbakana sunmaları öngörülüyor. Turizm işletmelerinden, bankacılığa; borsadan, enerjiye değin çok geniş bir yelpazeden oluşan amorf yapının denetlenebilmesine olanak da yok zaten. Üstelik, her şeyi batırsalar bile hesap sorabilmek olanaksız; “kriz çıktı, öngörülerim tutmadı” deseler kurtulurlar. Haksız da değiller: Ülkenin yarınını kim görebiliyor ki?

Yasada yetkiler Başbakan ile Bakanlar Kurulu arasında dağıtılmış gibi görünüyor. Bu ayrım 2019’a gelindiğinde anlamsızlaşacak. Çünkü Başbakanlık kalkıyor, Bakanlar kurulu ise meclisten güvenoyu almış bakanlardan değil; Cumhurbaşkanının memurlarından oluşuyor. Üstelik Meclisin bu memurları sorgulama yetkisi bile yok.

Yasadaki biçimiyle Varlık Fonunun Kapitalizme aykırı bir yapı olduğunu söyledim. Ancak AKP’nin ne yaptığını, kimlerle ittifaklar kurduğunu, kimlere ne tür sözler verdiğini bilmek olanaksız. İktidarını yitirmemek için her şey yapabilir.

Bir bilgi verip bitireyim:
Mecliste görüşülen 130 maddelik torba yasa tasarısında Varlık Fonuyla ilgi kurulabilecek bir düzenlemeye de yer veriliyor. Geçtiğimiz yıl, turizm işletmelerine 49 yıllığına tahsisli, toplamı 2 milyon 300 bin M² büyüklüğünde çok sayıda kamu kamu taşınmazı varlık fonuna devredilmişti. Üzerlerinde işletmecilerinin yaptığı tesisler bulunuyordu. Torba yasayla, işletmecilerine satın alabilmeleri için fırsat yaratılıyor. Satın almak istemeyenler için de çözüm getirilmiş: 49 yıllık tahsisin diyelim 40 yılı bitti, süre başa sarılıyor.

Kadir Sev / SOL

Dolar kimin kafasına düşecek? - KEMAL OKUYAN

Türkiye’nin bir dış politikası yok. Bunu ısrarla söylüyoruz. Dış politika yok, Erdoğan’ın kişisel kurtuluş manevraları var.

Örnek mi?

Tayyip Erdoğan, Ukrayna'ya gidip, “Kırım’ın Rusya tarafından ilhakını tanımıyoruz” dedi, Rusya’dan açıklama gecikmedi: "Erdoğan tanısa da, tanımasa da, Kırım Rusya’nındır ve bunu Erdoğan da bilmektedir." Bu kibarca, “Erdoğan’ın dediklerini önemsemeyin” açıklamasıdır ve aslında diplomatik dil açısından sanıldığı kadar da “kibar” bir davranış değildir.

Belki Erdoğan da bunu bildiği için bir önceki ziyaretinde “Rusya’yı boş ver biz bize yeteriz” diyerek birlikte pozlar verdiği Ukrayna Devlet Başkanı Proşçenko ile basının önüne çıktığı anda uyuklamayı tercih etti. Türkiye’nin bir dış politika stratejisi olsaydı Erdoğan uyuklayacak kadar yorulmazdı. Bu kadar manevraya can mı dayanır!

Çok değil bundan birkaç hafta önce bize yeni arkadaşını “dostum Donald” diye tanıtmıştı. Hani hakkında “eyyyy Amerika” diye öfkeyle konuştuğu ABD’nin Başkanı Trump. O kadar dostlardı ki, iki ülke hiç bu kadar yakın olmamıştı reisin adamlarının dediğine göre… Sonra öbür dostu Vladimir’le buluştu, gazeteler Rusya’nın liderine bu buluşmada tam sekiz kez “dostum” dediğini yazdılar.

Dış politikanın yerine kişisel kurtuluş mücadelesi geçince böyle olur; “dostum”, “kardeşim”, “biraderim”le idare edilir. Merkel ucuz atlatmış, ona da “Angela bacım” diyebilir, sonra “eyyyy Almanya” diye yeniden horozlanırdı.

Şimdi… Bu kadar dostun, kardeşin ortasında “ne oluyor” sorusuna yanıt arayalım.
Olan çok kaba bir tabirle şudur: Erdoğan “üzerime gelirseniz sizin tekerinize çomak sokarım, ayağınıza dolanırım” demektedir. Hemen belirtmek gerekiyor ki, burada “Türkiye’nin üzerine gelmek” kastedilmemektedir, adlı adınca mesele Tayyip Erdoğan’ın kendisidir.

Peki ABD’nin ve Almanya’nın, Erdoğan’ın üzerine gelmesi için neden var mıdır? Evet vardır, hem de birden fazla. Sayalım.

1. Erdoğan’ın kontrolü zor bir siyasetçi olduğu düşünülmektedir. Hiçbir şeyden etkilenmeyip hiçbir şeyi umursamayan bir destekçi kitlesine sahip olması, başka ülkelerdeki iktidar değişiklikleri için her zaman araç bulunduran emperyalist merkezlerin canını sıkmaktadır.

2. Erdoğan Türkiye toplumunun kentli ve dinamik kesimlerini ikna edememektedir. 2013’te kısmen olduğu gibi bu kesimlerin tepkilerinin mevcut dünya düzenini sorgulayacak bir noktaya gelmesinden ABD ve diğerleri korkmaktadır.

3. Erdoğan çok hızlı manevra yapmakta, dolayısıyla uluslararası hiyerarşi açısından arıza çıkarma potansiyeli taşımaktadır.

4. Erdoğan Suriye’de kendi güçlerini abartmış, ABD’yi bir anlamda yanıltmış ve üstlendiği ihaleyi ortada bırakmıştır.

5. NATO üyesi olan bir ülkenin lideri olarak Rusya ile ilişkilerde kafasına göre davranma hakkını kendinde görmekte, dünyanın en kanlı terör örgütünün en temel kuralını çiğnemektedir.

6. Türkiye’de patronlara ülkeyi istedikleri gibi soyup soğana çevirme özgürlüğü veren Erdoğan, kapitalist ekonomiyi tek başına düzenleme, kimin ne kadar pay alacağını belirleme ve bazı kapitalistlerin varlıklarına el koyarak başka patronlara devretmeyi alışkanlık haline getirmiştir.

7. Erdoğan ABD açısından büyük önem taşıyan Kürt sorununda da istikrarsızdır, kişisel çıkarları doğrultusunda kâh “çözümcü” kâh "savaşçı" olmakta her gün ittifak politikasını değiştirmektedir.

Burada kesebiliriz. Unutmayalım ki, bütün bunlar dünyada büyük güçler arasında rekabet ve çelişkilerin iyice derinleştiği bir sırada oluyor, Erdoğan’ın her manevrası bu güçler arasındaki dengeleri değiştiriyor. Yani Erdoğan’ın kişisel kurtuluş hamlelerinin çok kapsamlı sonuçları var.

Yukarıda sayılanlara bakıp Erdoğan’ın Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini düşününler olduğunu biliyoruz. Böyle bir şey yok. Her şeyden önce iç politika ile dış politika birbirinden bu kadar ayrı değil. Türkiye’deki toplumsal ve siyasal sistem sömürenin çıkarları üzerine kurulu ve sömürülen milyonlar şiddetle, hukuk(suzluk)la, şantajla, dincilikle bastırılıyor. Böyle bir ülkenin dış politikasının herkesin çıkarına olması imkansızdır. Türkiye’nin dış politikası da kapitalistlerin çıkarlarını gözetir. Nitekim onca pusulasızlığa karşın, Türkiye’nin dış politikasında istikrarlı olan, yerli ve yabancı (burada kim yerli kim yabancı o da iyice karışmıştır) tekellerin çıkarlarına uygun adımların atılmasıdır. Burada halkımızın çıkarına tek bir unsur yoktur. Irak ve Suriye’deki son dönem politikalar dahil.

Ancak Erdoğan’ın kişisel kurtuluş hamleleri, Türkiye’de patron sınıfının kabul edeceği sınırları zorlamaktadır. Türkiye ekonomisi ABD ve Almanya’dan kopamaz. TÜSİAD ve MÜSİAD arka arkaya açıklama yapıp Erdoğan’ı “kibarca” uyardılar. Niye? Çünkü Türkiye’de patronlar bir stratejik bütünlüğü olmayan, kişisel kaygılarla atılmış dış politika adımlarının peşinden bir yere kadar gider.
O zaman çalsın sazlar… mı diyeceğiz? ABD’den kurtuluyoruz, Almanya’ya had bildiriyoruz, üstüne bir de patronların karizamsını çizdik midir bu işin özü?

Yok öyle olmuyor…

Çünkü ABD ile kavga etmeye kalkan kişi yeri geldiğinde tarihimizin en Amerikancı, en işbirlikçi siyasetçisi olabilmiştir. Yine olabilir. Olamayacak olan buradan halkçı bir iradenin çıkmasıdır. Nasıl Afganistan’da Taliban, başka yerlerde El-Kaide’nin anti-Amerikan söyleminden bir pozitif anlam çıkmıyorsa, buradan da hiçbir şey çıkmaz.

15 yıl boyunca patronları ihya eden ve hemen tamamı patronlardan oluşan bir siyasal ekibin aniden patron düzeni ile hesaplaşacağını düşünmek için de bir neden bulunmuyor.

Buradan uzun vadede üç sonuç çıkabilir. Birincisi Erdoğan, daha büyük tavizler vererek emperyalist dünya ile uzlaşır, patronları 15 Temmuz’da olduğu gibi ihya eder. Bu bir olasılıktır. İkincisi dolar onun kafasına düşer ama sonuçta o tek bir kişidir, bunun zararını halkımız çeker, yerine başka birileri bulunur. Üçüncü olasılık Türkiye’nin kaosa ve belki çok daha ağır bir sözcükle nitelenebilecek bir sürece girmesidir.


Üç olasılığın da halkımızın çıkarlarına olmadığı açıktır.

Görüldüğü gibi ehveni şer arayışı, düzen içi çözümler çok ama çok tehlikeli. Örneğin bu ekonomiyle ABD’ye kafa tutmak, bu toplumsal sistemle Almanya’ya dayılanmak… Sömürünün dik alasını yap sonra o sömürü dünyasının zirvesine meydan oku. Hadi oradan! Halk nerede? Halkın çıkarları nerede? İçeride ver dinciliği, ver ırkçılığı, istediğin zaman “dostum Donald” de, istediğin zaman “eyyy Amerika” diye diklen ve her durumda alkışlan! Buradan da bağımsızlık çıksın!
Halbuki… Hazır makineyi dağıtmışken sistem, hazır büyük reis kişisel kurtuluş için sığınacak yer aramaktayken, hazır patronlar elde ettikleri “cennet”te bile paniklemişken, hazır ABD ve Almanya kendi derdine düşmüşken; örgütlenip, ayağa kalkmak ve “bir dördüncü alternatif daha var, yıkalım bu köhne düzeni” demek yok mudur?

Kemal Okuyan / SOL

Türkçe Mizde Gitti Elden! - TAYFUN ATAY

Kişisel bakım markası Dove, Facebook reklamından dolayı ırkçılıkla suçlandı. Dove marka temizleyici ürünü kullanan Siyah kadın, Beyaz bir kadına dönüşüyormuş reklamda...
İhtimal, Latin Amerika’da, özellikle de Brezilya’da servet, iyi kazanç ve yüksek eğitim, koyu renk derili insanın bile Beyaz muamelesi görmesini sağlar anlamında kullanılan “Money Whitens” (Para, Beyazlaştırır) deyişinden esinlenmişlerdir!..

Ama işte “içerik” elde patladı ve firma yetkilileri çok üzgün olduklarını belirterek herkesten özür dilediler.
Biz de hem internette dolaşımdaki reklamı, hem de sokakta karşımıza çıkan ilanları nedeniyle Elidor’u suçluyoruz.
Türkçeyi katletmekle!..

***
 
Elidor’un saç bakım ürünlerinin “doğallığı”nı aksettirmeye çalıştığı reklam, “doğa-kültür” ikili karşıtlığının arasını bulmaya yönelik bir akışla bizi yakalamaya çalışıyor.
Sırt çantasından termosuna her türlü “kültürel” araç-gereçle doğa yürüyüşü yapan çekici kadınla doğanın parçası olan tilkiyi orman girişinde buluşturarak…
Bir salonda dans ederken sıçrayan kadının “bakımlı” saçlarındaki dalgalanmayı, denizlerin “doğal” dalgasıyla buluşturarak…
Gayet özel (“teknolojik”) bakımla sağlıklı bir canlılık kazandırılmış saçları, asırlık ağaçların toprak üzerine taşmış sağlam kökleriyle buluşturarak…
Bakım ürünleriyle mükemmelleşmiş olup rüzgârda savrulan saçları, çöllerin doğal kum fırtınalarıyla buluşturarak…
“Tekno-kültürel” bakımla omuzlardan aşağı şırıl şırıl akan saçları, doğal bir şelalenin çağıl çağıl dökülen sularıyla buluşturarak…

***
 
Peki, kimyasal, endüstriyel, teknolojik mamulünü bu şekilde doğa ile kültürü buluşturarak satışa sunan reklam nasıl bitiyor?
“Güç Doğa Mızda Var” sloganıyla!
“Mızda” ne mi?..
Doğa ile kültürü sarmaştırma yolunda Türkçenin parçalanmışlığı!..

Yazının, görüntüye kurban edilmişliği…
Aslolan görmek ve göstermekse, okumak ve okutmak teferruattır “esnemişliği”!..

***
 
Dünyada ve Türkiye’de köklü geçmişe sahip, sağlık ve güzellik endüstrisinde seçkin yer edinmiş bir firma karşımıza böyle bir Türkçe ile ve böylesine “rahat” çıkıyorsa…
Biz üniversitede bile “de”leri, “da”ları, “mı”ları, “mi”leri, “ki”leri nerede ayrı, nerede birleşik yazacağını bilemeyen çocuklara ne diyebiliriz ki?..
“Kaldı ki”yi “kaldıki”; “aramızdaki”yi ise “aramızda ki” şeklinde yazıyor söz gelimi öğrenci…
Bundan sonra “doğamızda”yı da “doğa mızda” diye yazsa ne gam!
“Gösteri çağı”nda Allah’ın dediği olmaz, “Görsel”in dediği olur çünkü!..

***
 
Belli ki reklam ve ilanda “görsel estetik”, yazıyı zemine yaymayı değil alt alta sıkıştırmayı gerektirmiş.
Ve “DOĞAMIZDA” sözcüğü uzun olduğu, yer kaplayacağı için ortadan bölünmüş.
Ama “DOĞA”dan sonra konması gereken hece çizgisi (“-”), görüntüde sırıtacağı için olsa gerek, yani yine görsel estetik uğruna kurban edilmiş.
Tabii biz böyle yorumluyoruz ama tasarımı yapan belki başka mesaj vermek istemiştir, kim bilir?!

***
 
Peki, nasıl bu kadar “rahat” olabiliyor bu reklamı/ilanı üretip önümüze koyanlar?..
Çünkü “yazılı kültür”ün, “görsel kültür” iktidarı altında ezildiği; ona tâbi ve teslim olduğu; onun izin verdiği ölçüde var olabildiği bir dünyada yaşıyoruz.
“Damardan” yazılı kültür ürünü olan gazetelerimizde bile görselin yazıya değil, yazının görsele uydurulduğu, ona göre kesilip biçilip kısaltılarak kuşa döndürüldüğü bir işleyiş var.
Gençler, “Aşk-ı Memnû”yu Halid Ziya’nın romanı değil, Beren Saat’le Kıvanç Tatlıtuğ’un dizisi olarak biliyor.
Sabahattin Ali’nin ölümsüz eseri “Kürk Mantolu Madonna”, bir görsel kültür ikonası olan popstar Madonna sanılıyor.
140 karakterlik Twitter’da karakter tasarrufu için “de”leri, “da”ları, “mı”ları, “mi”leri, “ki”leri ayırmak çoktan bırakılmış durumda.
Ve en önemlisi: “Ajans Press” araştırmasına göre günde ortalama 3 saati cep telefonu ekranı, 2 saat 15 dakikayı televizyon ekranı karşısında geçirirken sadece 1 dakika kitap sayfası açan bir toplum var!..

E, bu durumda kim takar Türkçeyi? Salla gitsin! “Mızda” ne iş diye mızmızlanmanın âlemi var mı?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET