23 Ekim 2017 Pazartesi

Emperyalizmle sözleşmeli 'bağımsızlığın' sonu buraya kadar - İLKER BELEK

İsrail tam destek veriyor,
ABD zamanı değil diyor,
Rusya sessiz kalıyor,
İran ve Türkiye tehdit ediyordu.
Barzani dinlemedi. Tartışmalı bölgeler de dahil sandıkları kurdu. Tarihe geçti: Günlerden 25 Eylül 2017 idi. “Bağımsızlık” için büyük ekseriyetle “evet” çıktı. KDP dışındaki Kürt çevreler de ABD gibi zamansız gördüler. Ama davete icabet etmekten de geri duramadılar. Hatta Goran neden itiraz ve kabul ettiklerini açıkladı. Konjonktürel hatayı, tarih önünde zor duruma düşmemek için sandığa gitmişti. Sonrasında fırtına koptu. İsrail, yine tam destek, devlet kurmanın Kürtlerin hakkı olduğunu söyledi. ABD “biz size özel teklifte bulunduk, erteleyin, İbadi ile görüştürelim, süreci yayalım, anlaşamazsanız referandum için arkanızda duralım demiştik” dedi.
Bu karşı çıkanlar için işaretti.
Zaten çatışmalar başladıktan sonra ABD “tarafsız”lığını açıklayacaktı.
AKP-İran-İbadi arasındaki trafik hızlandı. Gelip gitmeler, görüşmeler, açıklamalar, küfürler.

Barzani “tarih yazıldı” dedi, geri çekilmedi, kim bilir belki arkasının gelebileceğini tahmin etmiyordu. AKP tehditle yola getirmeye çalışıyordu. Zamanında kırmızı pasaport veren, saraya bayrağını diken, Barzani petrol gelirlerini cebe atarken memurlarına maaş ödeyen sanki kendileri değildi. Şimdi Irak coğrafyasındaki dostla düşman yer değiştirmişti.
Bütün bunlar şüphesiz stratejik derinliğin gereğiydi. Daha üç gün önce AKP’yi Başika’da işgalci sayan ve meydanlarda “sen benim ayarım değilsin” diye fırçalanan İbadi ile ortaklık kuruluyordu.
Her neyse uzatmayalım: Üç vakte kalmadan İbadi ordusunu Kerkük’e doğru hareketlendirdi. Arkada tankları önde İran patentli Haşdi Şaabi vardı. Mübalağa cenk olunmadı. Kenti elinde tutan KYB-Talabani anahtarını kapıda bırakarak çekildi.
Sonradan, bunun İran Devrim Muhafızları komutanı Kasım’la anlaşmalarının gereği olarak gerçekleştiği açıklandı. Kürtlerin bağımsızlığı Kürtleri bölmüş, Barzani’ye göre Talabani ihanet etmişti. Şüphesiz İsrail ve ABD çevrilen işler ihanetten sayılmıyordu.
Talabani ise hiçbir zaman Kerkük’ü savunma sözü vermediğini söyledi. İbadi Kerkük’e Haşdi Şaabi’yi gönderirken, Barzani de bu arada PKK’yi çağırmıştı. Malum bir zaman Kobani için desteğe koşan Peşmerge idi. Şengal’i IŞİD’den birlikte kurtaran PKK ile Haşdi Şaabi Kerkük’te karşı karşıya geldi. Talabani kaçınca PKK çekildi, dedi ki “bunlar birbirine düştü, bizim gücümüz yetmez”.

AKP için durum yine hayli karışıktı. Zira PKK’den farksız terör örgütü dediği Haşdi Şaabi yeni müttefik İbadi adına Kerkük’ü kurtarmıştı. Bu arada basına kafaları karıştıracak haberler sızıyordu. Denildiğine göre Kerkük’ü Talabani ve Barzani anlaşmalı olarak İbadi’ye sunmuşlardı.
Yok öyle değildi, Talabani ile İran arasında 9 maddelik bir anlaşmaya varılmış, Talabani böyle ikna edilmişti. O anlaşmanın bir maddesi oldukça önemliydi.
Buna göre Kerkük’e ayrı bir statü tanınacak, kent etnik yapıya dikkat edilerek birkaç özerk parçaya bölünecekti. Özerklik sınır tanımıyor, demokrasiyi ilçeler düzeyinde tesis etmek üzere yayılıyordu.
Anlaşılan artık ülkeleri bölmek yetmiyordu, sıra kentlere gelmişti. Sanki orta çağ kent devletleri modeline geri dönülüyordu.
Evet dönülüyordu.
Hemen sonrasında (1 Ekim) Katalonya bağımsızlık için referandum yaptı. İspanya, üzerine ordu gönderme kararı aldı. Sanki birisi İbadi diğeri de Barzani olmuştu.
Yetmedi.
Sonra Bavyera biz de ayrılmak istiyoruz dedi.
Çok geçmedi İskoçya ve İtalya’da Lombardini ve Verona biz de biz de diye bağrıştılar.
Bu arada emperyalistlerin ne dediği, yaptığı önemliydi şüphesiz.
Rusya hiç kimsenin kendisini Erbil ile doğal gaz işi yapmaktan alıkoyamayacağını söylüyor,
ABD ise hem Rusya hem de kendisiyle arayı bozmak istemeyen İbadi’ye yanında olduğunu hissettirirken Barzani’ye de had bildiriyordu: “Bağımsızlıksa, referandumsa, hepsinin zamanını ben belirlerim” manasında.
Bu arada olan her zaman olduğu gibi yoksul emekçi halka oldu. Barzani Kerkük’ü Kürtleştirmişti, şimdi sıra Kürtlerin kovulmasındaydı. Oysa Kerkük’ü IŞİD’den kurtaran Peşmerge’ydi.
Ama Peşmerge’ye Erbil’i veren de ABD.

Sıkıldınız mı?
Ben sıkıldım.
Bu işler çok sıktı.
Bu düzenden kurtulmak lazım.
Kimin eli kimin cebinde belli değil, ama emperyalizmin elinin çok uzun olduğu belli. Bu arada AKP’nin elinde tuttuğu vanalar da halen açık.

Bu işler böyledir. Emperyalizmle iş tutan onun sahasında, onun kurallarıyla oynuyor demektir. Tek belirleyici tekellerin kazancıdır.
Irak referandumunun, emperyalizmle sözleşmeli “bağımsızlık” oyunlarının emperyalizmin elini güçlendirmekten ve halkları çaresiz bırakmaktan başka bir işe yaramadığı, bölünmenin sonunun olmadığı, “özerklik” denilen projenin yalnızca halkları böldüğü, düşmanlaştırdığı anlaşılmış olmalıdır.

Etnik siyaset böler. Etnik siyaset o etnik yapıyı bile böler.
Zaman bölünme değil, birleşme zamanı. Kimlikleri değil, sınıfı; kimlikçiliği değil, büyük insanlık anlatılarını; özerkliği değil, büyük anayurdu savunma zamanı.

Yalnızca sınıf siyaseti, kimliklere bakmasızın birleştirir. Yalnızca sosyalist mücadele bizi bu onursuz ilişkilerden, kirli oyunlardan kurtarır.

Eşitlik, bağımsızlık ve özgürlük yalnızca sosyalizmle kazanılabilir. Emperyalizmin vereceği “statü” yalnızca onun bilmem kaçıncı eyaleti olmaktır.

İLKER BELEK / SOL

İktidar ve kültür - Ergin Yıldızoğlu

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Siyasi iktidar olduk ama sosyal ve kültürel alanlarda iktidar değiliz” yakınmasından sonra, siyasal İslama yakın düşünce kuruluşları durumdan vazife çıkarmaya başlamışlar.


SETA, 24 Ekim’de “Türkiye’de Kültürel İktidar Sorunu” başlığıyla, “Kültürel iktidar meselesi önemli tartışma konularından biridir. Kültürel alanın erken Cumhuriyet döneminden itibaren belirli bir zümrenin egemenliğinde olması ve son yıllarda bu duruma yönelik dengeleme arayışları tartışmayı daha da ilgi çekici kılmaktadır” saptamasıyla sunulan bir panel gerçekleştiriyor.
SETA’nın sunuşundaki saptama, bana Benjamin Martin’in geçen yıl yayımlanan The Nazi-Fascist New Order for European Culture (Avrupa Kültürü için Yeni Nazi-Faşist düzen) başlıklı kitabını anımsattı. Martin, kitabında, genelde “açık şiddet” ve “kültür düşmanlığı” (“kültür sözünü duyunca elim silahıma gider” filan...) ile bilinen Nazi-faşist rejimlerin aslında, kültürel egemenlik konusuna büyük önem vermiş, tüm Avrupa kültürünü yeniden inşa etmeyi arzulamış olduklarını gösteriyor. 

Neden şimdi?
Haziran seçimlerinin, referandumun sonuçları toplumun yüze 50’sinin siyasal İslamın modelini kabul etmemeye kararlı olduğunu kanıtladı. Bu bağlamda, hegemonya teorilerine, tarihe bakarak iki saptama yapabiliriz: 1) Kısa dönemde zaman AKP’den yana işlemiyor. Bu nedenle muhalif yüzde 50 üzerindeki fiziki şiddet artacaktır. 2) Kısa dönemde, AKP arzuladığı toplumsal denetimi kuramayacak, rejimi istikrar kazanamayacaktır. Öyleyse kısa dönemde, siyasal İslamın iktidarını geriletecek fırsatlar çıkabilir. Bu fırsatlar kaçırıldığı takdirde AKP’nin kültürel egemenlik kurma çabaları, orta dönemde sonuç vermeye başlayacak, uzun dönemde, bugün direnmeye devam eden blok giderek eriyecektir. 

Faşizm ve kültür
AKP’nin kültürel egemenliğini kurma çabaları üzerinde düşünürken, Nazi-faşist rejimlerin pratiklerini anımsamak yardımcı olabilir.
Benjamin Martin’in vurguladığı gibi Nazifaşist rejimler, aydınlanma, akılcılık, eşitlik, özgürlük kavramları üzerinde yükselmiş bir kültüre düşmandılar. Nazi-faşist iddialara göre, eskiden ahenkli, herkesin yerini bildiği bir toplum vardı. Aydınlanma, modernite, sekülarizm bu ahengi bozdu, o toplumu yıktı. Bu süreçte en büyük günah da aydınlanma geleneğini sekülerkozmopolit (Yahudi, enternasyonalist, komünist kavramlarını aynı anda kapsar) kültürü yayan “belirli bir zümreye” (modernist entelektüellere, sanatçılara) aittir. 
 
Şimdi, herkesin kendi yerini bildiği ahenkli toplumu yeniden inşa etmek gerekir. Bu inşa sürecinin en önemli aracı da, ahengi bozan yabancı unsurları hedef alan fiziki ve kültürel bir temizliktir. Böylece ahenkli bir toplum, lideri-partiyi toplumu bütünleştiren bir organik devlet kurulabilir. 
 
Hitler ve Mussolini, açık fiziki şiddetin, imha politikalarının yanı sıra, dönemin kültür endüstrisini, ülkelerinde ve Avrupa çapında ele geçirerek, kimi sanatçıları, entelektüelleri satın alarak, kültürü bir silaha çevirmeyi amaçladılar. Böylece, yabancı unsurlardan arınmış, geçmişin ahenkli kültürünü canlandırmaya olanak sağlayacak yeni bir kültür endüstrisi, bu kültürün üzerinde yeni bir imparatorluk yaratılacaktı. Kavramların da içi boşaltılacak, örneğin, faşist partiler başlangıçta kendilerini antikapitalist olarak sunacak, ancak devraldıkları devleti ele geçirmeye başladıkça bu iddia yok olacak, hâlâ savunmaya devam edenler yok edilecekti. Bunlarla, Türkiye’de son 15 yılda yaşananlarla, son dönemde gündeme gelen kültürel egemenlik tartışması arasında güçlü paralellikler kurulabilir. 
 
Dün muhalefetin direnci, cumhuriyetçi, laik elite karşı mağduriyet iddiası, demokratikleşme atılımı, Kürt açılımı fantezileriyle zayıflatılmıştı. Şimdi bunlara, “Emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında demokratlar olarak ne yapacağız” türünden açıklamalarla “antiemperyalizmi” fantezisi ekleniyor. 

Ne demişler, “bir kez kandırırsan sana, iki kez kandırırsan bana ayıp!”

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yakındığınız, kendinizsiniz! - TAYFUN ATAY

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki “Uluslararası Şehir ve Sivil Toplum Kuruluşları Zirvesi”nde “Biz bu şehrin kıymetini bilemedik, bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum” demiş. 



FETÖ’den beri giderek kristalleşen bu “nedamet” (pişmanlık) söylemi, artık bu iktidarın alametifarikası, yani en ayırt edici karakteristiği haline gelmiş durumda.
Erdoğan, 15 yıllık iktidar serüveninde borçlu olduğu her şeyi ağır bir dille yanlışlıyor ve yakınma nedeni yapıyor kendine...
Aslında kendini yanlışlıyor ve kendinden yakınıyor, ama (kendisinin Referandum sonrasındaki “mağrur” ifadesiyle dillendirelim) atı alan da Üsküdar’ı geçti gitti hep!..
“FETÖ” ne olduysa sayenizde oldu ve atı alan Üsküdar’ı geçti, sonra “Rabbim de, milletim de beni affetsin” dediniz!..
İstanbul’a da ne olduysa sayenizde oldu ve atı alan Üsküdar’ı geçti, şimdi “İhanet ettik, ben de bundan sorumluyum; maalesef maddi kaygılar birçok hassasiyetin önüne geçiyor” demektesiniz!.. 

***

Eskiden, hep kibir ve hınçla bezenmiş yüzünü görmekteydik bu iktidarın...
Belli ki bundan sonra nedametle bezenmiş yüzüne daha çok aşina olacağız.
Zamanında, “heykellerin içine tükürerek”, her daim ormanları otoyol yaparak, insanlara nefes alacak, eğlenecek, neşelenecek yaşam alanlarını dar ederek iktidarlarının değirmenine su taşımış belediye başkanlarından da şimdi nedamet duymuyorlar mı?!
Evet, nedamet, AKP dinbazlığının artık en belirgin yüzü... 

***

Cumhurbaşkanı, “100 kat bina yapmak sizi medeni yapmıyor ama biz de bu tuzağın içine düştük” diyor.
Tuzağın falan içine düşmediniz! Tuzak değil “temel” bu...
İktidarınız bu temel üzerinde kuruldu.
İnşaata dayalı büyümeyi, şantiye kapitalizmini “Besmele”yle buluşturduğunuz, “helâl” addettiğiniz, kutsal kıldığınız yerde yeşerdi iktidarınız!..
Sizin şimdi söylediklerinizi yıllarca “İstanbul elden gidiyor”, “tarihî miras elden gidiyor”, “medeniyetimiz elden gidiyor” diye dillendirmekten tüy bitti bir dolu insanın dilinde...
Siz o zaman inşaatı ibadet sayarcasına kaldırılan hafriyatlarda parça parça edilmiş arkeolojik buluntulara “üç beş çanak çömlek” deyip bunun peşine düşenleri eleştiriyor, kınıyor, azarlıyordunuz.
Şimdi diyorsunuz ki: “İstanbul’da tüm ihtişamıyla Batı Roma’nın, Bizans’ın izlerini görürken, aynı zamanda Medine’nin tevazuuna ve manevi derinliğine de şahitlik edersiniz.”
15 yıllık iktidar aşkınız, haşmetiniz ve hışmınız sayesinde artık Roma’nın, Bizans’ın ihtişamı şöyle dursun, Medine’nin tevazuuna da, manevi derinliğine de şahitlik edebileceğimiz hiçbir şey kalmadı ortalıkta.
İstanbul’un mahvına hafriyat kamyonlarınızla, onların atıklarıyla şahitlik ediyoruz!.. 

***

Dahası var; diyorsunuz ki:
“Bizler çoğu zaman elimizdekilerin kıymetini onu kaybedince anlıyoruz. Son yıllarda şehirleşme noktasında ciddi sorunlarımızın olduğunu defaatle birçok toplantıda ifade ettim. Estetikten, incelikten ve köklü medeniyet değerlerinden yoksun tekdüze bir mimari anlayışın giderek yaygınlık kazandığını görmekten üzüntü duyuyorum. Gönüllerimiz daralıyor. Binalarımız yükseldikçe ufkumuz kararıyor.”
O kadar güzel, yerli yerinde, hislerimize tercüman sözler ki!..
Fakat siz bunu söyleyecek en son kişi...
Bile değilsiniz!
Bunu söylemeye hiç hakkı olmayan kişisiniz.
Memleketi bir inşaat cehennemine siz çevirdiniz.
İstanbul’u tarihiyle, deniziyle, estetiğiyle ayırt edilen “deruni” bir şehir olmaktan çıkarıp toz-toprak ve çukurlarla ayırt edilen dev bir şantiye siz yaptınız.
Hayret ki bunlara bakıp şimdi yakınıyorsunuz!
Hâlbuki biz sizden bu tablo ile övünmenizi bekliyoruz!..
İktidar tablonuz bu çünkü...
Avusturyalı yazar ve hiciv ustası Karl Krauss psikanaliz için, “çaresiymiş gibi göründüğü hastalığın aslında kendisidir” demiş.
Bundan esinle biz de diyoruz ki şehirleşme adına, medeniyet adına, manevi derinlik adına yakındığınız ne varsa...
Aslında kendinizsiniz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Nazan Erkmen... - Erdal Atabek

Bir Cumhuriyet kadını.
Çalışkan.
Bir sanat insanı.
Yaratısını çocukları hayallerinde uçurmaya adamış.
Çocuklar için mi resim yapıyor?
Hayır, hepimiz için resimliyor dünyayı.
Hepimizin içindeki hayalci çocuğu canlandırıyor.
Bir yaratıcı, bir tasarımcı.
Fakültemizin ilk seçilmiş kadın dekanı olmuştu.
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi.
Bauhaus geleneğinden gelen bir tasarım fakültesi.
Bauhaus.
Sanatla toplumun gereksinmelerini buluşturan sanat anlayışı.
Toplumdan kopuk bir sanatı değil, toplum için yapılan sanatın temsilcisi.
Toplumuyla iç içe olan sanat.
Resim, heykel, iç mimari, seramik, grafik, fotoğrafçılık-sinema, halk sanatları.
Nazan Erkmen müzik bölümünün kurulmasına öncülük yapıyor.
 
Sanat kültürünün gelişmesi çok önemli.
Geçmişte emek veren ustaları bir toplantıda öğrencilerle buluşturuyor.
Kültür konferansları, sergiler, bienaller, trienaller.
Fakülte uluslararası bağlantılarla zenginleşiyor.
Dekan Nazan Erkmen bir dinamo.
Sürekli çalışma temposunu yükseltiyor.
Bu onun sanatçı yanından izdüşümler.
Amma bir yanı daha var ki!..
***
Atatürk Cumhuriyeti’nin yılmaz savunucusu.
Atatürk’ün eserini yaşatan kadınlardan.
Cumhuriyet kadınları.
Her yerde görüyorum, göğsüm kabarıyor.
Alanlarda, yollarda, evlerde.
Okullarda, şirketlerde, kurumlarda.
Göğüsleri Cumhuriyetle kabarmış.
Dimdik yürüyen Cumhuriyet kadınları.
İşte, Nazan Erkmen o kadınların seçkin bir örneğiydi.
Cumhuriyet onun için misyondu.
Varoluş nedeni.
Bizim gibi.
Bizim bütün varlığımız gibi.
Atatürk Cumhuriyeti.
Mustafa Kemal.
Bağımsızlık.
Laiklik.
Toplumun laik eğitimi.
Bilinçli insanlar Türkiye’si.
Ortak hedeflerimizdir bunlar.
Nazan Erkmen bunları arkasında bırakmadı.
Aydınlanma değerlerini insanların kalplerine gömdü.
Rönesans’ın ışığını çevresine yayarak yaşadı.
Şimdi artık o değerlerle yaşayacaktır.
Şimdi artık o ışıkla hepimizi aydınlatacaktır.
Biz eğer bütün bunları unutursak,
Biz eğer bütün bunlara sırt çevirirsek,
Biz eğer bu uygarlık dünyasına sahip çıkamazsak,
Nazan Erkmen o zaman ölmüş olacaktır.
O zaman biz de, bizler de ölmüş sayılacağız.
Varoluş, soluk alıp vermek değildir.
Varoluş, varlığının ne olduğunu bilerek yaşamaktır.
Neden yaşadığını bilmeyenler aslında yaşamıyor,
Neden yaşadığını bilenler ise hiç ölmüyor.
Ne mutlu insanlık için yaşayanlara.
İşte onlar hiç ölmeyecekler...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

22 Ekim 2017 Pazar

Lenin'den Gramsci'ye: Kapital için ‘Kapital’e karşı devrim’ - KANSU YILDIRIM / BİRGÜN

Antonio Gramsci, düşünsel boyutta Ekim Devrimi’nin önemini ve ‘biricikliğini’ kavrayan Marksistlerin başında gelir. Gramsci açısından devrimin, aslında “Karl Marx’ın Kapital’ine karşı bir devrim” özelliği taşımasına yol açar. Çünkü Rusya’daki olaylar, yalnızca tarihsel materyalizmin eleştirel şemalarını altüst etmekle kalmamış, olağan koşullar altındaki muhtemel bir tarihsel düzenliliğin de dışına çıkmıştır.

“Sovyet iktidarı mucizeler yaratan bir sihir değildir”. Lenin, Devrim’den iki yıl sonra böyle seslenir: Sovyet iktidarının cehaleti, kültürsüzlüğü, barbarca bir savaşın sonuçlarını, yağma dolu kapitalist düzenin ürünü olan kötülükleri bir gecede yok edemeyeceğini söyler. Haklıdır; Çarlık otokrasisinde sömürülen ve ezilen sınıflar açısından Ekim Devrimi, sadece bir kapı aralamıştır. Kapıyı kimin araladığı, daha da önemlisi içeriye nasıl girdiği ve kapıyı açık tutup tutamadığı en az devrim öncesi ve sonrasındaki moment kadar önemlidir.

Bolşevik Devrimi’nin teorik ve pratik boyutları, aralık mesafesini de belirler. Pratik boyut, en basit ifadesiyle, Petrograd İşçi ve Köylü Vekilleri Sovyeti’nin bir toplantısında dile getirildiği üzere eski devlet aygıtının temelleri ile paramparça edilmesi ve Sovyet örgütleri biçiminde yeni bir idari mekanizmanın kurulmasıdır. “Ezilen yığınların kendisi yeni bir iktidar yaratacaktır” diyen Lenin, yeni tip devletin dümeninde ezilen sınıfların olduğunu söyler. Ekim Devrimi’nin materyalist karakteri, egemen sınıfların siyasal birliğini sağlayan organı parçalaması ve devlet iktidarını proletaryanın siyasal egemenliğini inşa etmek üzere ele geçirmesidir.

Sovyet deneyiminin teorik (düşünsel) içeriği, belki de, pratik (eylem) yönüne kıyasla uzam-zaman açısından özel bir tür aşkınlığa sahiptir. Teorik öncülleri Marx’a kadar uzanır. Marx’ın 1852’de Weydemeyer’e mektubunda1 sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, bu diktatörlüğün kendisinin, tüm sınıfların ortadan kaldırılmasını ve sınıfsız topluma geçişi oluşturduğunu kanıtladığını yazar. Bu satırlar daha sonra Lenin’in düşüncesinde  de yer edinecektir. Weydemeyer’e yazılan satırlar, Lenin’in kaleminde, “İnsanlığı ücretli kölelikten kurtarmak için bunları [ezen sınıfları] baskı altına almak zorundayız” şeklinde cisimleşir.2 Ekim Devrimi, Marx’tan bugüne değin aynı zamanda düşünsel boyutta da bir devrimdir.

“Kapital’e karşı”
Antonio Gramsci, düşünsel boyutta Ekim Devrimi’nin önemini ve ‘biricikliğini’ kavrayan Marksistlerin başında gelir. 24 Aralık 1917’de Avanti Gazetesinde, Bolşevik Devrimin “olaylara ilişkin olmadığını”, “ideolojilere ilişkin bir devrim olduğunu” yazar.3 Bu da, Gramsci açısından devrimin, aslında “Karl Marx’ın Kapital’ine karşı bir devrim” özelliği taşımasına yol açar. Çünkü Rusya’daki olaylar, yalnızca tarihsel materyalizmin eleştirel şemalarını altüst etmekle kalmamış, olağan koşullar altındaki muhtemel bir tarihsel düzenliliğin de dışına çıkmıştır.
‘Kapital’e Karşı Devrim’ nitelemesine yol açan, Rusya’da proletaryanın tarihsel materyalizmin kanonlarına göre şekillenen güzergahın dışına çıkmasıdır. “Bolşevikler”, der Gramsci, “Kapital’deki önermelerin bazılarını bir tarafa atıyorlar, onun dinçleştirici/içkin düşüncesini değil”. İlk bakışta çelişkili gibi görülebilecek bu yorumun kaynağındaki çekirdek düşünce ise kendi içinde tutarlıdır: Gramsci, normal zamanlarda kolektif [devrimci] iradenin oluşması için “uzun, tedrici bir sürecin olması” gerektiğinden, “geniş kapsamlı bir sınıfsal deneyim” ile tikel iradeleri örgütlemenin gerekliliğinden bahseder.

Normal koşullar altında Marksist tarihsel eleştirel kanonların gerçekliği yakalamasındaki başarısının sırrı genel hatlarıyla şu ‘düzenliliktir’: Burjuvazi ve proletarya arasındaki, yani iki temel sınıf arasındaki sınıf savaşımı tarihi yaratır; proletarya kendi yoksulluğunun farkındadır ve yaşam standartlarını iyileştirmek için burjuvaziye baskı uygular — burjuvaziyi üretim tekniklerini geliştirmesi için zorlar. Proletaryanın yarattığı itki ve burjuvazinin baskısı arasında pek çok kişi saf dışı kalır, geride kalanların ihtiyaçları acil hale gelir ve toplumsal çalkantı içerisinde yeni bir düzen düşüncesinin nüveleri belirginleşir. En önemlisi, kitleler kendi potansiyellerinin ve “toplumsal sorumluluk yüklenme kapasitelerinin bilincine” varırlar. Gramsci’nin özetlediği bu düzenlilikte, nihai aşama “kendi kaderlerinin hâkimi olmalarıdır”.

Bolşevik Devrimi, söz konusu düzenlilik durumunun ötesine sosyalist propaganda ile geçmiştir. Üç yıl boyunca savaş ve sefalet arasında sıkışan ezilen sınıfların siyasal iradesi “neredeyse bir günde oluşmuştur”. Gramsci, savaş, kıtlık ve açlıktan ölüm ile otokrasinin baskısına karşı oluşan iradeyi tarif ederken söz konusu iradenin “birinci devrimden sonra mekanik”, “ardından etkin ve bilinçli oluştuğundan” bahseder. Gramsci’ye göre tarihsel materyalist kanondaki zaman öğesini hızlandıran ve “halkın iradesini oluşturan” şey, irade faktörü yani “sosyalist propagandadır”.

Bolşeviklerin siyasal alanın inşasında izlediği yol, abartılı olmayacaksa, kitabın sonundan başına doğru bir okumadır. Devrimin gelişmiş kapitalist toplumsal formasyonlarda gerçekleşeceğine yönelik hâkim görüş, Bolşeviklerin müdahaleleriyle yeniden yoruma açık hale gelmiştir. Bu, mekana (devlet ölçeğine) olduğu kadar, zamana yönelik de bir müdahaledir. Gramsci şöyle ifade eder: “Marx’ın kolektivizm için gerekli bir koşul olarak mütalaa ettiği ekonomik olgunluk düzeyine erişmeye yöneleceklerdir. Devrimciler de kendi hedeflerine tam ve eksiksiz olarak ulaşmak için gerekli olan koşulları yaratacaklardır. Ve bunları kapitalizmin yaratabileceğinden daha hızlı yaratacaklardır”.

Gramsci, irade faktörünü özellikle vurgulasa bile her şeyin üzerinde yükseldiği zemin yapısal ‘koşullar’dır. Gerek tarihsel düzenliliğin nasıl işlediğini, gerekse devrimci iradenin hızını anlatırken koşulların neye ne kadar izin verdiğini göz önünde bulundurur. Zaten ‘Kapital’e karşı’ demesinde de, olayların her zaman önceden belirlenmiş bir doğrultuda seyretmesinin mümkün olmayacağı düşüncesi hâkimdir. Bu düşüncenin izi Lenin’de takip edilebilir. 

Devrimden bir yıl sonraki bir yazısında koşullara dikkat çeker: “Kapitalizmden sosyalist sisteme geçiş uzun ve zorlu bir mücadeleyi gerektir. Çarlığı devirdikten sonra Rus devriminin daha ileri gitmesi kaçınılmazdı; burjuva devriminin zaferinde duramazdı; çünkü savaş ve onun tükenmiş halka çektirdiği anlatılması güç ızdırap, toplumsal devrimin patlak vermesi için uygun bir zemin oluşturuyordu”.4

“Bizim Marx”
Ekim Devrimi’nin dünya devrimleri tarihinde ‘biricikliğine’ yol açan diğer bir etken, Marx’ın görüşlerini kavrama biçimidir. Gramsci’nin Marx’ı kavrayışı Devrime ilişkin bakış açısını da belirler. “Kapital’e Karşı Devrim” makalesinde bir paragraf önce “Bolşevikler Karl Marx’ı bir tarafa atıyorlar” derken, bir sonraki paragrafta Kapital’in içkin düşüncesinden ayrılmadıklarından söz eder.
Gramsci Marx’ın doğumunun yüzüncü yılında yazdığı “Bizim Marx” 5 makalesinde “Herkes, farkında olmasa da, bir parça Marksisttir” der. Gramsci için Marx, ne yoktan var eden ne “kendi imgeleminden özgün bir tarih görüşü çıkaran” ve ne de “mutlak ve sorgulanamaz normlarla yüklü bir dizi mesel bırakan bir Mesih” değildir. Marx, “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” diye seslenirken ve eserleriyle düşünceyi dönüştürürken dünyayı da dönüştürdüğü için “bir eylem adamıdır”.

Bolşevik Devrimi’ndeki irade öğesinin Gramsci’deki anlamı, Marx’ın eserlerinde geçen ‘volontarizm’ kavramına yaklaşımıyla belirlenir. Volontarizmin kendi başına anlam içermediğini ya da genellikle keyfi irade anlamında kullanıldığını ifade eden Gramsci, iradenin siyasal eylemde içerik kazanmasının üzerinde durur: “Marksist anlamda irade, hedeflere ilişkin farkındalık demektir, bu da kişinin kendi gücünün tam bir bilgisine sahip olması ve onu eylemle ifade edebilmesi demektir”. Her irade, belirgin sınıf karakteri ile anlamlı hale gelir.

Başta Lenin ve Bolşeviklerin iradesinden bahsedilirken bağlam, siyasal eylemlilik halidir. Halihazırda üretim araçlarının mülkiyetine sahip sınıf kendi nesnel pozisyonunun farkındadır ve egemen pozisyonunu kaybetmemek üzere irade ortaya koyar. Ezilen ve bağımlı sınıflar ise iradelerini siyasal örgütlülükle temellendiremedikleri ölçüde, başka bir irade tarafından mülk edinilirler. Marx’ın pre-kapitalist toplumlardaki sınıf ilişkilerinden bahsederken üzerinde durduğu bir nokta da, sınıf egemenliğinin bir başkasının iradesinin mülk edinilmesi olduğuydu. 1917, işte buna son verdi!

Siyasi doğrulanma
Ekim Devrimi’nde ortaya çıkan siyasal eylem ve Sovyet iktidarı ile inşa edilen siyasal alan, Gramsci’nin düşüncesindeki “Marksist anlamda” iradenin doğrulanmasıdır. Lenin açısındansa geçmişe ve geleceğe dair bir doğrulanma söz konusuydu. Lenin, 1913 yılında Pravda’da yayımlanan “Karl Marx’ın Doktrinin Tarihsel Yazgısı” makalesinde dünya tarihini (1) 1848 Devrimlerinden Paris Komünü’ne, (2) Paris Komünü’nden 1905 Devrimine, (3) 1905 Devrimi’nden bugüne olmak üzere üç döneme ayırır. Makalesinin sonuna “Marksizmin ortaya çıkışından bu yana dünya tarihinin üç büyük döneminin her biri Marksizme yeni bir doğrulanma ve zafer getirmiştir” diye de not düşer.6
Ekim Devrimi, en başta belirtildiği üzere bir sihir olmadığı gibi, bir Mesih kelamının mutlak yazgısı da değildir. Devrim, yoksulluk içerisinde yaşayan halklara eşitlik ve özgürlüğün kapısını aralayan, çoğunluğu oluşturan mülksüz sınıfların azınlıktaki burjuva sınıflardan Bolşeviklerin öncülüğünde siyasi iktidarı aldığı, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” sürecidir. Ekim Devrimi, ‘devrimci ateşi yaktı’ ve Lenin’in cümleleri ile “bu ateş, kendini, işçi devriminin temel direği olan Sovyetlerin yaratılmasında dışa vurdu”. Gramsci’nin ‘Kapital’e Karşı Devrim’ diye nitelendirdiği devrimci moment, bıraktığı mirasla birlikte, Marksizmin zaman ve mekan ölçeğinde siyasal doğrulanmasıdır.

KANSU YILDIRIM 
BİRGÜN-PAZAR

***
1 K. Marx to J. Weydemeyer in New York (5 March 1852), in Marx & Engels Collected Works: Letters 1852-55, Volume 39, Lawrence & Wishart, pp. 64-65
2 V.I. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev. M. Salim Spatar, Celal Üster, Yordam Kitap, 2016, sf. 114
3 Antonio Gramsci, “Kapital’e Karşı Devrim”, içinde Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1935, (Haz.) David Forgacs, Çev. İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, 2010, sf. 39-44. Gramsci’den tüm alıntılar bu esere aittir.
4 V.I. Lenin, “Kurucu Meclisin Lağvedilmesi”, içinde Seçme Yazılar: Devrim, Demokrasi, Sosyalizm, Çev. Sungur Savran, Yordam Kitap, 2009, sf. 256
5 Antonio Gramsci, “Bizim Marx”, içinde Gramsci Kitabı, sf. 44-48
6 V.I. Lenin, “Karl Marx’ın Doktrinin Tarihsel Yazgısı”, içinde Seçme Yazılar, sf. 181, 185

Faşizmin sanrıları ve faşist sansür mekanizması - BİRGÜN/PAZAR

Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. 

António de Oliveira Salazar’ın sansür mekanizmasını dönemin faşist sansür pratiğinden ayıran ilgi çekici bir durumdan bahsedilebilir. Portekiz’deki sansür, esasen diğer pratiklerden farklı değildi. Hatta belirli açılardan onlara bir “örnek” teşkil ediyordu. Buna karşın Salazar, ülkede öyle ağır bir sansür bulunmadığı konusunda ısrarcıydı. Belki sadece birkaç ufak (!) müdahaleden söz edilebilirdi o kadar. Bu durum Portekiz halkı tarafından Salazar’ın sanrıları olarak değerlendiriliyordu. Salazar ise ısrarını anayasaya dayandırıyordu.
1933 yılında yürürlüğe giren Portekiz Anayasası’nın 8. maddesine göre, her birey ve topluluk, anayasa tarafından tanınan düşünce ve ifade özgürlüğünü, dilediği şekilde deneyimleyebilirdi. Anayasanın söz konusu maddesi incelendiğinde, ortada sansürü engelleyecek bir koşulun bulunduğu zannedilebilir. Ne var ki Salazar’ın Estada Novo’sunda (Yeni Devlet) siyasi ve hukuki işlerliğin başlıca düzenleyicisi yasalar değil kararnamelerdi.
 
Yasalar ancak iktidar müdahale etmediği sürece geçerliydiler ve çoğunlukla bir hareket noktası olmanın ötesinde bir işlevleri yoktu. Bahsi geçen müdahale kararnameler aracılığıyla sağlanıyordu. Bu noktada Salazar’ın kararları, yasaların üstünde bir hükme sahipti. Öyle ki burada hukukun kararnameler aracılığıyla askıya alınmış olduğu ya da eşdeyişle iktidar yararına bir serbest yasalılık haline dönüştürülmüş olduğu söylenebilir. Bu durum özellikle 8. madde açısından oldukça çarpıcıdır.
Anayasanın 8. maddesi, 22469 Sayılı Kararname ile geçersiz kılınabiliyordu. Bu kararname uyarınca, devletin ilkeleri ve diğer temel konularda toplumu yanlış yönlendiren düşüncelere sansür uygulanması serbest bırakılıyordu.

Bahsi geçen doğru ve yanlış ayrımı, elbette Salazar tarafından belirleniyordu. Bu noktada 22469 Sayılı Kararname yeterli gelmemiş olacak ki, 23203 Sayılı Kararname çıkarılmıştır. Bu kararnameyle sansürün kapsamı önceden belirlenen sınırların ötesine taşınıyordu.
Örneğin basın artık isyana teşvik etmek ve isyan başlatmak gibi gerekçeler dolayısıyla suçlanabilecek ve kurumu kapatmaya kadar gidebilen sansür fiillerine maruz kalabilecekti. Ayrıca yeni kararnameyle beraber, devletin kişiliği ve ilkeleri Estada Novo’nun başkanıyla özdeş kılınıyordu. Böylece ona dair kullanılacak her yanlış sözcük suç ilan edilebilecek ve sansür kapsamına alınabilecekti.

Sansüre konu edilen başlıca alanlardan biri de kitaplardı. Sansür kurulu basılmaması gereken kitaplar için düzenli listeler yayınlıyordu. Bu listeler içinde birçok ismin yanı sıra basılmaması gereken kitaplara ilişkin belirli kategoriler ve tanımlar da bulunuyordu. Kitabın içeriğinden yazardan önce yayın yönetmeni sorumluydu.
Bu yüzden yayınevleri listelerin dışına çıkmamak için azami dikkat gösteriyorlardı. Tiyatro ve diğer sanat dalları için de durum pek farklı değildi. Sansür kurulunun sanattan beklediği, Estada Novo ve başkanı Salazar’ın övülmesinin ötesinde değildi. Bir sanat eserinde en son görmek istedikleri, eserin belirli bir eleştiri içermesiydi. Kurul sanat eserleri için de listeler ve yönergeler aracılığıyla sansürün kapsamını hâlihazırda ortaya koymuştu.

Sansürün kapsamı
Sansürün kapsamının belirlenmesi, olası suçları ve cezaları sıralamayı, özetle ceza ve yaptırıma dayalı fiilleri mümkün kılıyordu. Fakat Salazar’a göre, bunlar önleyici fiiller olmadan yeterli değillerdi. Bu yüzden mekanizmada önleme dayalı fiiller de bulunuyordu. Örneğin gazete, bülten, dergi gibi periyodik yayınlar için sansür kuruluna, baskı öncesi belirli bir depozito yatırılıyordu. Bu depozito olası bir suç halinde ceza bedeli olarak alınıyor ve sonrasında cezanın mahiyetine göre dava açılıyordu. Kurulun suç kavramı hayli belirsizdi. İçeriğin yanı sıra, iktidarın o anki yararı da gözetiliyordu.
Örneğin bir tarım bölgesine dair kuraklık haberi, olası bir memnuniyetsizlik dolayısıyla sansürlenirken, sulama kanallarının yakın zamanda tamamlanacağı bir başka bölgede, benzer haberler açılıştan hemen önce gündeme sokuluyordu. Bu sırada ulusal basın kuruluşlarının uluslararası basın kuruluşlarıyla yaptıkları tüm yazışmalar kontrol ediliyor ve telefon görüşmeleri dinleniyordu. Uluslararası haberlere dair sansür işlemleri de iktidarın yararına göre belirleniyordu. Örneğin bir başka ülkede vuku bulan antifaşist bir ayaklanma haberine, ulusal bir basın kuruluşunda rastlamak neredeyse imkânsızdı. Bu haberin daha sansür kuruluna sunulmadan otosansüre alınacağı açıktı.

Salazar’ın sansür kuruluna dönük eleştirilere yanıtı, sansürün sadece komünistlere(1) uygulandığı, onların Estada Novo’nun bir parçası olmadıklarıydı. Estada Novo’nun hiçbir üyesinin sansür kapsamı altında olmadığını öne sürüyordu. Salazar Estada Novo’nun üyesinin Tanrı’yı, ülkeyi, otoriteyi ve aileyi tartışmamasını salık veriyordu. Bunun dışında kalan her şey, onun düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı altındaydı. Peki, hakikaten öyle miydi?

1945 yılına gelindiğinde, sansür akıl almaz bir boyuta ulaşmıştı. Salazar komünistleri engelleyemediği ölçüde sansürü daha da ağırlaştırıyordu. Bunda komünistlerin adil şekilde seçimlerin yapılması, sürgünlerin ve tutsakların özgür bırakılması çağrılarıyla başlattıkları imza kampanyasının büyük etkisi vardı. Kampanyanın yaygın bir etkisi olacağı bekleniyordu. Öyle de oldu. Bunun üzerine Salazar, öncelikle kampanyanın imzacılarını, özellikle de memurları tespit ederek, imzacılara yönelik bir soruşturma süreci başlattı. Daha sonra, bu ve benzeri eylemlerin daha yayılmadan önlenmesi amacıyla yayın kuruluşlarına ve basım merkezlerine resmi birer görevli atama kararı aldı. Bu durum kısa bir şaşkınlık halinin ardından kanıksandı. Sansür kurulu tarafından atanan görevli, tıpkı diğer çalışanlar gibi yayın kuruluşuna ya da basım merkezine geliyor ve kendi üstüne düşen sansür işlemlerini yapıyordu. Yayınlanacak ya da basılacak her metin, çizim ya da fotoğraf kurul görevlisinin onayından geçiyordu. Onaydan geçmeyecek olan yayınların nitelikleri ise saymakla bitmiyordu. Devlete, iktidara, devlet içindeki kişi ve kurumlara, kamu hizmetlerine, dini inanç ve ritüellere dair eleştirilerden, mahkeme süreçlerinin anlatılmasına ve hatta astroloji yorumlarının aktarımına kadar uzanan bir çeşitlilik söz konusuydu.

Bu durum sonrası komünistler, kapalı alan yayın kuruluşlarını ve baskı merkezlerini daha da sağlamlaştırdılar. Bütün baskılara rağmen güçleniyorlardı. Böylece sansür ülkenin önemli bir kesimi için etkisini adım adım kaybediyordu. Komünistler sınırlı olanaklarına rağmen, üstüne düşünülmüş hamleler sayesinde düşmana karşı üstünlük kazanıyorlardı. Yayınlar elden ele geçiyor, halk nezdinde yaygınlaşıyordu. Salazar’ın engellemeleri yayınların yaygınlaşmasını durduramıyordu. Bunların karşısında aciz kalan Salazar, siyasi polisi yeni bir isim (PIDE) altında yeniden yapılandırdı. Siyasi polis önceden de kapsamlı yetkilere sahipti. Örneğin yargıya gerek duymadan başına buyruk hareket edebiliyordu. Salazar, siyasi polisin hesap verdiği tek kişiydi. Bu yeniden yapılandırmayla ise Salazar onlara bir sınırsızlık yetkisi tanıyordu. Bu noktada gözaltı yetkisi önemli bir konu olarak beliriyordu.
Siyasi polis, hakkında herhangi bir şüphe duyduğu bir kimseyi, zaman sınırı olmaksızın gözaltına alabilme yetkisine sahipti. Bu yetki uyarınca bir kimse, komünist olduğundan şüphe duyulduğunda, yüz seksen günlük gözaltı süreleri doğrultusunda alıkonabiliyordu. Bu gözaltı süresi üç yıla kadar çıkartılabiliyor ve Salazar’ın onayıyla daimi bir tutukluluk haline çevrilebiliyordu. Anayasanın ilgili maddesine bakıldığında, gözaltında tutulan kimsenin avukat edinme ve avukat görüşü gibi hakları vardı. Ne var ki fiilen değil avukat görüşü, bir avukat edinmek dahi olanaksızdı. Öyle ki gözaltında tutulan kimsenin müebbet hapis altına alınması ya da maruz kaldığı yoğun işkence sırasında ölmesi yüksek bir ihtimaldi.(2)
Komünistlerin sansürü kırma çabaları Salazar’ın sanrılarını daha da arttırmıştı. Bir yandan sansürü ve faşist baskıları inkâr ediyor, diğer yandan saldırılarını sürdürüyordu. Siyasi polis ve muhbir sayısı sürekli arttırılıyordu. Sokağa çıkan herkes yanı başında kendisini dinleyen birini ensesinde hissediyordu. Her kafede en az bir polis ya da muhbir bulabilmek mümkündü. Saçma denebilecek gerekçeler gözaltı nedeni sayılıyordu. Ne var ki halkın içten içe büyüyen tepkisi basit dışavurumların ötesine geçmeye başlamıştı. Bu Salazar’da bir korku hali yaratmıştı. Bunun üzerine kimi geri adımlar atmaya başlamış ve belirli reformlar yaparak tepkileri azaltma yoluna girmişti. Bu yapılanları halkın mücadelesiyle elde edilen kazanımlar gibi değil de kendi bahşettiği hediyeler gibi göstermeye çalıştı. Fakat halk kazanımların farkındaydı ve Salazar geri adım attıkça daha da ilerliyordu. 1970 yılında Salazar’ın ölümünün ardından Estada Novo’nun yıkılışı başladı.

Karanfil Devrimi
1974 yılına gelindiğinde, çoğunluğu yurtsever ve komünist askerlerden oluşan askeri bir örgütlenme (MFA), Afrika sömürgelerindeki özgürlük hareketleriyle savaşmayı reddetmiş ve ülke çapında bir isyan başlatmıştır.(3)
Askerlerin isyanını destekleyen on binlerce insanın kırmızı karanfiller eşliğinde sokağa çıkmasıyla isyan siyasal bir devrime dönüşmüştür. PIDE merkezi işgal edilmiş, belgelere el koyulmuş, siyasi polisler tutuklanmıştır. Salazar’ı destekleyen herkese savaş açılmış ve faşistlerin kurumlardan tasfiyesi başlamıştır.
Bu sırada komünistler ise olası bir halk cumhuriyeti için uygun bir zemin hazırlıyorlardı. Örneğin halk meclisleri süratle örgütlenmeye çalışılıyordu. Ne var ki 1975 yılında ılımlı sağcı askerler ve sosyal demokratların ittifakıyla komünistler kısmi bir yenilgi alarak, daha fazla ileri gidemediler. Diğer yandan, örneğin Yunanistan deneyiminden farklı olarak, edinebildikleri oranda siyasi yapıda belirli bir yer edinmiş ve kazanımlarını bugüne kadar bir oranda koruyabilmişlerdir.(4)
Bütün baskı, işkence, katliam fiillerine ve dayatılan akıl dışılığa rağmen, antifaşist cephe başarılı olmuş ve Salazar’ın Estada Novo’sunun devamlılığı kendi ömrüyle sınırlanmıştır. Estada Novo’nun yıkılışıyla alınan ilk kararlardan biri sansürün mutlak suretle yasaklanması ve olası sansür kasıtları için en ağır cezalar belirlenmesi olmuştur. Karanfil Devrimi eksiklerine rağmen çokça ders çıkarılabilecek antifaşist tarihsel bir örnek olarak alınmalıdır.
Faşizmin kullanımındaki tüm zor araçlarına ve manipülasyon formlarına rağmen toplumun belirli bir kesimini teslim alamadığı görülmektedir. Burada bütün olanaksızlıklara rağmen ince düşünülmüş hamlelerin faşizmi etkisiz kıldığı söylenebilir. Bu noktada komünistler, sansürün kırılmasından kapalı alan örgütlenmelerin sürdürülmesine kadar kapsamlı, tarihsel bir birikime sahiptir. Bu bağlamda yenilmesi mümkün değilmiş gibi gözüken düşman, sansürün kırıldığı oranda teşhir edilirken, sansür uygulayanların kullandığı zora karşılık verilmesi gerektiği daha çok dilden dile, daha çok kulaktan kulağa ulaşır. Böylece faşist zora daha kararlı karşılık verilerek, faşizm geri adımlar atmaya zorlanır. Sonunda, faşizmin dayanak noktaları aşınır, zayıfladığı oranda çözülür ve halkın sokaklara akmasıyla paramparça olur.

ÖNDER KULAK / BİRGÜN PAZAR

***
1 Komünistler ifadesiyle kastedilen çoğunlukla Portekiz Komünist Partisi’dir.
2 İşkence faşistler tarafından yaygın şekilde kullanılan politik bir araçtı. Bu konuda bir çalışma için bkz. Christopher Reed, “How the CIA Taught the Portuguese to Torture”, Counterpunch, 21.05.2004.
3 MFA çoğunlukla düşük rütbeli askerlere dayanıyordu.
4 Bu konuya dair güncel bir çalışma için bkz. Mark Bergfeld, “The Next Portuguese Revolution”, Jacobin Mag, 22.05.2014.

21 Ekim 2017 Cumartesi

Dünyanın hali - ERHAN NALÇACI

Sadece Seyşel adalarındaki veba salgınından ölen onlarca insanı kast etmiyorum. Ya da Kaliforniya’nın yangına teslim oluşunu, Yemen’deki kolera salgınını, kasırgadan aylar sonra Porto Riko’nun birçok bölgesinin elektriksiz kalmaya devam etmesini da kast etmiyorum.

Bunalımın derinliği yaklaşan iktisadi çöküntü öncesi ülkelerin zengin kısımlarının yoksulları terk etme ve onların yükünden kurtulma isteğini yükseltiyor. Katalonya İspanya’dan, Kaliforniya ve bazı güney eyaletleri ABD’den, İskoçya İngiltere’den, Kuzey İtalya Güneyden, Kürt bölgesi Irak’tan ayrılmaya çabalıyor.

Avrupa’da faşist partilerin yükselişini de paralel bir süreç olarak değerlendirebiliriz. Son olarak Avusturya’da faşist parti üçüncü büyük parti olarak yerini perçinledi.

Korkut Boratav hoca daha önce yazmıştı, dün Sol Portal’daki köşe yazısında yeni veriler sundu. Dünyada sermaye reel yatırımlara yönelmiyor. Aksine uyduruk kağıtların fiyatları sürekli artıyor ve aşırı derecede şişmiş olduğu belirtiliyor. Mali sermaye patlayacak ve önümüzdeki birkaç yıl içinde aslında sürekli kriz içinde olan sistem bir kez daha ve  ağır bir şekilde çökecek.

Sermaye o güne bir yandan hazırlanıyor. Hem kimsenin yükünü çekmek istemiyor hem çöküşü yağma için bir fırsat olarak görüyorlar. Faşizmin yükselişi bugün sermaye egemenliğinden başka bir şey üretmeyen burjuva hukukunun bile fazla geleceğini gösteriyor.

Örneğin, Yunanistan borçları için çöküş yaşayınca Alman sermayesi “o zaman adalarınızı verin” demişlerdi, bu sefer Alman acil harekat birlikleri doğrudan adaları işgal edecek.

Veya emperyalist müdahaleden kaçan güneyin yoksul halklarından on binlerin denizde boğuluşunu seyretmişlerdi, şimdi “gereksiz” buldukları nüfusu kendileri “temizleyecekler”.

Çin Komünist Partisi’nin 19. Kongresi yapılıyor ve “Yeni çağda Çin karakterinde bir sosyalizm”in Anayasa ilkesi olarak benimsenmesine karar verilmiş.
Oysa bu “karakteri” yaratan yüz milyonlarca köylünün sudan ucuz sunulan emek gücüne sermayenin üşüşmesi değil miydi?
Büyüme oranları açısından daha iyi durumda gözüken Çin’in yaklaşan fırtınadan kurtulması mümkün mü? Çin sanayisi batı emperyalizminin yarattığı “orta sınıfların” tüketim standartlarının belirlediği pazara üretiyor. Bu tüketimin yarattığı cari açığı ise yine kendisi finanse ediyor. Emperyalist sistem, evet piramit tarzında dizilişi uluslardan oluşuyor ama bir bütün aslında. Biri çökerse diğeri kurtulamaz.

Çürümenin bu kadar yükseldiği günlerde Ekim Devrimi’nin 100. yıl dönümüne yaklaşıyoruz. Bunun bir nostalji olmadığını biliyoruz. İnsanlık çok daha büyük bir sosyalist devrimler dalgasının arifesinde bulunuyor.
Lenin’in çok ünlü ve yerinde bir tanımlaması vardır. Toplumsal hareketi bir sarmalın (spiralin) yukarıya dönerek tırmanışına benzetir. Bazı olaylar tekrarlar, fakat daha üst düzeyde bir tekrardır.
Şimdi tam da böyle, yeni çağın sosyalizmi 100 yıl önce yaşananın aynısı değil, bir üst düzeyde tekrarlananı olacaktır.

Korkut Hoca dünyada robotlaşma oranını on bin işçide 70 olarak veriyor. Sermaye robotlaşmak için kâr oranlarına bakıyor, tıkanıyor. Biz ise emeğin özgürleşmesi olarak bakıyoruz.
Yapay zekayı emperyalist savaşı kazanmanın aracı olarak görüyorlar, bizi ise bu uçsuz bucaksız evrendeki  süreçlere müdahale etmenin aracı olarak görüyoruz.
Sermaye Birleşmiş Milletler’e bir masraf kalemi olarak bakıyor, biz dünya sosyalist sisteminin kurulacak üst meclisi olarak görüyoruz.

Gerçekten bu dünyaya asalak sermaye sınıfı bir sülük gibi fazla geliyor.

Oysa görülmemiş olanaklarla dolu bir çağa hazırlanıyoruz.


Erhan Nalçacı / SOL

İnsan bir mucizedir - ORHAN GÖKDEMİR

Nicolaus Copernicus, 1473’te doğdu 1543’te öldü. Giordano Bruno, 1548’de doğdu 1600’de öldürüldü. Tommaso Campanella,1568’de doğdu 1639’da öldü. Galileo Galilei, 1564’de doğdu 1642’de öldü. Gottfried Leibniz, 1646’da doğdu 1716’da öldü. Isaac Newton sonuncusu, 1643’te doğdu 1727’de öldü. Demek ki 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 18. yüzyılın başında biten, esasında ortalama bir yüzyıllık bir hareketten söz ediyoruz. Bu düşünürlerin çoğunun birbirini tanımasını, birbirlerinden etkilenmesini şaşırtıcı sayamayız. Bir dalganın üzerinde geldiler ve birbirlerine tutunarak bir dalga yarattılar. Dinin ve onun yeryüzündeki “bekçisi” kilisenin yol açtığı koyu karanlıkta, bugün bize pek de anlamlı gelmeyecek işaretlere tutunarak ışığa yürümeleri devrimci bir cürettir; müthiştir. Aydınlanma cüretli insanların işidir.

***

Rahiplikten kâfirliğe hızlı bir geçiş yapan Giordano Bruno zamanının en büyük filozoflarının birisi olarak kabul görüyordu. Hermetizm’in erdemlerini anlatarak ve Hermetizm prensiplerine dayalı bir toplumsal devrimi vazederek Avrupa’yı dolaştı. Sanki gösterişli ve inatçı bir Mesih’ti. Çok yüksek bir egosu ve kendi mükemmelliğine kesin inancı vardı. Nasıl olabilir ki başka? Hermetik vecize “magnum miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu.
1576 yılında, yirmi sekiz yaşındayken, kâfirlik şüphesiyle gözetlenmeye başlandı. Kilise kanunlarını çiğnemişti. Manastırı terk ederek Napoli’den kaçtı. Takip eden beş yıl boyunca Venedik, Padua, Milan, Cenova, Lyons ve Tulus’da görüldü. Kilise şüphelerinde haklıydı. Bu genç adama kendisinden yüz yıl önce keşfedilen Hermetika’nın halesindeydi. Sihirli Mısır dininin sadece en eski din değil, hem Museviliğin hem de Hıristiyanlığın kararttığı ve yozlaştırdığı tek gerçek din olduğunu savunuyordu. Eski Mısır dinini yeniden kurmanın görevi olduğuna ve bunun Avrupa’nın politik ve toplumsal sorunlarına bir son vereceğine tutkulu bir şekilde inanıyordu. İnancının gereğini yaptı. Katolik Kilisesi’ni ve Papa’yı iflah olmaz bir zalim olmakla suçladı. Haliyle devrimin daha gizli kapaklı yöntemler kullanarak gerçekleştirilebileceğine karar verdi. Almanya’da “Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Giordanisti, etkin bir Hermetik direniş hareketi olacaktı. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi. Avrupa’nın pek çok yerinde, Bruno’nun mesajını taşıyan hoca ve öğrenci hareketliliği ortaya çıkıyordu.

Bu tehlikeli yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Sorguya çekildi ve Roma’daki Yüce Engizisyonun emriyle Roma’ya teslim edildi. Beş yıl boyunca sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna inanmaktaydı. Evet, Bruno bir Hermetikti ve inançlarının kaynağı eski Mısır’dı. O inançlardan bir devrim programı çıkarmıştı. Gerçek ve yozlaşmamış din olan eski Mısır dininin kendi yaşamı içinde geri döneceğine, Vatikan’ın egemenliğine son vereceğine inanıyordu. Bambaşka bir Hıristiyanlık yorumu vardı ayrıca. İsa’nın esas görevinin Museviliği Mısırlı köklerine geri döndürmek olduğunu düşünüyordu. Bu tuhaf iddia Bruno’dan sonra dilden dile dolaşacaktı. Örneğin psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, Bruno’dan yüzyıllarca sonra Hıristiyanlığın kuruluşunu çok tanrıcı “Amon dini”nin büyük geri dönüşü olarak yorumlayacaktı.
“Magnum miraculum est homo”… Sonunda gerçekten de insanın bir mucize olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir.

***

Aydınlanma davası için dövüşmese ve düşmese bile büyük bir insandır Bruno. Sonsuz uzay fikrini ve atomları, yinelenen organizma fikrini ona borçluyuz. Bütün bunları sihirli bir metnin verdiği ilhamla yapmış olması inanılmazdır.
Lynn Picknett ve Clive Prince’ın onu ve takipçilerinin devrimini anlatan “Yasaklanmış Evren” adlı kitabını Omega Yayınları ile birlikte yayına hazırlıyoruz. Tartışması Bruno ile başlayan Aydınlanmacı gelenektir. Çalışmanın asıl çarpıcı iddiası Bruno, Campenella ve diğer aydınlıkçıların bir gizli örgütün parçaları olduğudur. “Giordanisti”, kiliseye karşı Hermetik bir cumhuriyet kurma peşindedir. Güneş Ülkesi, Civitas Solis, cumhuriyetçi devrimden sonra kurulacak şehrin bir taslağıdır aslında. Devrim girişimi başarısız olmuştur. Campenalla tövbe ederek ve deli taklidi yaparak kurtulmuş, Bruno yakılmıştır. Işıklı tarihimizin zenginlikleridir.

***

“Thrice-Great” (Üç kez büyük) Hermes Trismegistus, bilgeliği Hermetica adındaki bir kitap koleksiyonunda yer alan Mısırlı bir bilge ve öğretmen. Tanrı Hermes’in ya da Roma eşdeğeri Merkür’ün soyundan geldiğini inanılmakta. Orta Çağ’da, onun olduğuna inanılan yazıların garip parçalarından ve eski metinlerde ona ve çalışmalarına yapılan referanslarla tanınan, yarı tanrı yarı insan, tam anlamıyla bulanık ve efsanevi bir figürden söz ediyoruz. Hermetik metinler bir taraftan felsefi ve kozmolojik ilmin diğer taraftan da astroloji, simya ve büyünün bir karışımıdır. Kendisi de metinleri de felsefenin ve kozmolojinin büyülü bir dünya görüşünden ayrılamayacağının düşünüldüğü bir zaman aralığının bakiyeleridir.

***

Bruno’nun ufukta parıldayan ve yıldızlarda yazılı olan büyük sihirli dönüşüm konusundaki inancını Campanella da paylaşıyordu. Öncü Bruno, güneş merkezliliğini Hermetik devriminin merkezi olarak ilan etmiş, kilisenin düşüşünü veya yenilenmesini tetikleyecek olan bir işaret haline getirmişti. Giordanisti’lere göre, güneş merkezlilik sadece bir teori değildi: Yeni bir Hermetik ütopyaydı. Tommaso Campanella, Bruno’nun ruhani varisi ve büyük olasılıkla Giordanistiydi. Napoli Krallığı’na ve dolayısıyla İspanyol tahtına karşı, yani Katolik ülküsüne en bağlı olduğu düşünülen kişilere saldırmayı amaçlayan bir ayaklanma başlattı. Bekledikleri aydınlanma 1600 yılında kuvveden fiile çıkacaktı. Aydınlık yeni yüzyılın yaklaşıyor olması, Campanella’yı Bruno’dan çok daha cüretkâr olması için cesaretlendirdi. Napoli’den ayrılıp güneye giderek kendisini Calabria’dan başlayarak tüm Napoli krallığına yayılacak bir ayaklanma düzenlemeye adadı. Eğer başarılı olsaydı, bu ayaklanma Hermetik cumhuriyeti Papalığa ait devletlerin çok yakınına getirecekti. Bu da Papa ile yandaşları için çok endişe verici bir olasılıktı.

Ancak, ayaklanma gerçekleşmedi. Muhbirler yetkilileri haberdar etti ve Kasım 1599’da örgüt acımasızca parçalandıktan sonra Campanella ile diğer liderler tutuklandı. Bu gelişme Engizisyonun ayaklanmanın ruhani lideri Bruno’dan kurtulma konusundaki ani kararının da gerçek nedeniydi.
Zincirin Campenella’dan sonraki halkası Galileo’dur. Sonradan uydurulmuş efsaneler (ama dünya yine de dönüyor!) bir yana bırakılırsa hepsi çağlarının insanlarıydı. Çağlarının ise değişme zamanı gelmişti, aktörlerini arıyordu. Bu zeki, tuhaf, inatçı ve inançlı insanlar için hazırlanan tarihsel sahne işte budur. Aydınlanma tarihimizde, Bruno’dan başlayan, Decart’a, Leibniz’e, Newton’a uzanan bir gelenek, bir örgüt saptayabiliyoruz. Newton bu örgütün en önemli temsilcisiydi. Onun simya yazılarının koleksiyoncusu iktisatçı John Maynard Keynes şöyle demişti; O sihirbazların sonuncusuydu!

***

Böylece bir “aydınlanma çetesi”ne ulaşmış oluyoruz. Benim “Aydınlanma Tarikatı”nda ise tuhaf, gizemli bir cemaat anlatılıyor.
İkisi de doğrudur.
Aydınlanma cüretli insanların işidir.
Ne güzel… Bruno’dan miras bir davamız var; Aydınlanmaya borçluyuz ve sınıfımıza yeni bir aydınlanma borçluyuz. Muktedirlere sorun doğrulayacaklardır, Bruno’dan beri tuhaf bir “tarikat” ve “azılı” bir çeteyiz!

Yalnız artık işçi sınıfımız ve Marksizm’imiz var, yolumuz somut ve nettir.

İşte tarihimiz: Biz o karanlığı yırttık, kuşkunuz olmasın yine yırtarız!

Orhan Gökdemir / SOL

Hafıza-i beşer - ÖZGÜR MUMCU

Sayın Erdoğan’ın son açıklamalarından biri hayli ilginç: “Emperyalizmin acımasız vukuatları karşısında demokratlar olarak ne yapacağız.”
 
Cumhurbaşkanı’nın emperyalizm karşıtı ve de yetmezmiş gibi demokrat olduğunu öğrenmiş bulunduk. Zaten bir süredir iktidar medyası bol bol Kurtuluş Savaşı ve Atatürk göndermeli yorumlarla, muhalefeti emperyalizme teslim olmakla suçlamaktaydı. 

 Sayın Erdoğan’ın yerinde sorusuna cevap vermek için ilk yapılması gereken sıkı bir hafıza temizliğine girişmek. 
 
Mesela siyasal İslamcı geleneğin bir CIA operasyonu olan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde güçlendiklerini unutalım.
 
Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden solcu yurtsever gençlere karşı düzenlenen ve Kanlı Pazar’la biten gönüllü Amerikan donanması bekçiliğinin düzenleyicilerinden birinin bugün Meclis başkanı olduğunu aklımıza getirmeyelim.
 
Siyasal İslamcılar Filistin’i bir ağlama malzemesi yapmaktan öteye geçemezken memleketin devrimcilerinin Filistinli yoldaşlarıyla beraber savaştığını hafızalarımızdan silelim. 
 
Emperyalizmin Ortadoğu’daki petrol çıkarlarının teminatı Suudi Arabistan’ın petro- dolarlarıyla finanse edilen Rabıta ile ülkemizin siyasal İslamcılarının irtibatını görmeyelim. 
 
Yine o petro-dolarların hükmettiği İslamcı bankalarda semirenleri ve oralardan yetişenleri unutalım.
 
Afganistan’da bir Amerikan milis birliği gibi savaşan mücahitleri hayranlıkla diz kırıp seyreyleyenlerin fotoğraflarını yakalım.
 
Evlat Bush’un Ortadoğu’nun darmadağın olmasına yol açan savaşının halayına mendil yerine tezkere sallayarak katılmaya gayret edenleri görmezden gelelim.
 
Washington’da “Bu adamı delikten süpürmeyin, bu adamdan istifade edin” diyen özel danışmanı hiç bilmeyelim.
 
CIA referansıyla ABD’de oturma izni alan Fethullah Gülen’in başvurusunu destekleyen AKP’lileri, Gülencilerin devleti ele geçirme davalarına arka çıkanları, Pensilvanya’ya ne istedilerse verenleri zihnimizden çıkaralım. 
 
Suriye iç savaşında senelerce ABD’nin sırtını sıvazladığı unsurların kafalarının okşandığını duymamış olalım. 
 
Bunların yanında otoriter rejimlerinin kendi bekalarını korumak, servetlerini ve güçlerini arttırmak için sahte bir antiemperyalizm söylemine sarılma âdetinden bihaber olalım. 
 
Birazdan şayak kalpaklarını başlarına geçirip milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçecekmiş gibi üst perdeden antiemperyalizm dersleri vermeye çalışanlar, siyasal İslamcılığın, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’daki bağımsızlıkçı ve halkçı hareketlere karşı nasıl bir hançer gibi kullanıldığını unutmamızı istiyorlar. 
 
Sizi mi kıracağız. 

Unuttuk gitti.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Güven Krizi! - TARIK ŞENGÜL

Toplum ve toplumsal kurumlar düzenleyici mekanizmalar olmadan kendiniyeniden üretemez, dağılır. Anlamlı her toplumsal birim onu bir arada tutacak bir düzenlemeye ihtiyaç duyar.
O yüzden toplumsal sanıldığı gibi iki değil, üç sayısıyla başlar. Çünkü iki ile başlayan toplumsal ilişki, o ilişkiyi düzenleyecek bir üçüncü taraf olmadan çöker.

Bu soyut girişi bir siyasal parti olarak AKP’nin karşı karşıya olduğu kendini yeniden üretme sorununu tartışmak için yaptım. Çünkü 2001 yılında kurulup, sonrasında yerelden ulusala uzanan bir iktidar partisinin, geldiğimiz noktada giderek belirginleşen bir var olma krizi ile karşı karşıya kalışına şahit oluyoruz.

AKP’nin varoluşsal krizini anlamaya yönelik olarak, bir kez daha soyut-kuramsal düzleme dönüp, ekleyeyim; bir toplumsal birimin kendisini yeniden üretmesinde üç ana düzenleyici mekanizmadan söz edebiliriz.

Düzenlemenin birinci mekanizması emir-komuta ilişkisidir; emir yukarıdan gelir, aşağıdaki ona uyar, uymadığında yaptırımla karşılaşacağını bilir. Diyor ya Cumhurbaşkanı “başkanlar görevi bırakmazsa, neticeleri ağır olur”, işte öyle.


İkinci düzenleme mekanizması, piyasadır. Bu kez emir komuta zinciri değil, fiyat mekanizması işleyiştedir. Bir piyasaya girecekseniz, o piyasada oluşmuş fiyatları hesaba katmanız gerekir, herkesin ürettiği fiyatın üzerinde fiyata üretip satmaya kalkarsanız, iflas edersiniz. Örneğin bir belediye olarak, sunduğunuz hizmetler, başka yerlerde üretilen hizmet kalitesinin altında kalıp, fiyatlandırması üzerinde ise, normal koşullarda seçmen tarafından ilk  seçimde cezalandırılırsınız.

Emir-komuta ve piyasa-fiyatlandırma ötesinde bir üçüncü düzenleme mekanizması topluluk/cemaat temelli düzenleme biçimidir. Bu tür bir ilişki görece yatay biçimde toplumsalı oluşturan bireyler/kurumlar arasında bir güven ilişkisine yaslanır. Bu tür ilişkilerde toplumsal alanı ayakta tutacak katkıyı katılımcılar, ne emir verildiği için, ne de maddi bir beklentiyi öne çıkararak yaparlar; karşılıklı güven ve dayanışma esastır.

Bugün irili ufaklı herhangi bir toplumsal birime bakın, bu ister aile olsun, isterse bir siyasal parti, bu üç mekanizmanın bir kombinasyonun düzenleyici işleyişini görürsünüz. Bu bir ordu ise, en önde emir komuta gider, parayı basıp son model silahlarla da donatabilirsiniz, ama bir ordu, gerekli minimum güven ilişkisini tesis edememişse, savaş kazanamaz.

Lafı siyasal partilere getirirsek; birinde biraz az, diğerinde biraz fazla da olsa, günümüz siyasal partilerinde en esaslı düzenleme mekanizması liderden il, ilçe ve köylere kadar inen hiyerarşi ve emir komuta zinciridir. Bunun içine biraz da piyasa türü bir yarışmacılığı katabilirsiniz; kongreler, kurultaylar, emir komutanın yanında dikkate değer bir yarışmacılığın da arenasıdır.
Lakin, emir-komuta ve yarışmacılık bir yere kadar; bir partiyi parti yapan, belli bir minimumda da olsa, güven ve dayanışmanın varlığıdır. Nasıl bir ordu minimum bir güven ilişkisi olmadan savaş kazanamazsa, bir siyasi parti de kendi içinde belli bir düzeyde güven ilişkisi yaratmadan seçim kazanamaz.

Geldiğimiz noktada, AKP lideri ve kurmayları, kaybettikleri toplumsal desteğin nedeni olarakta kadrolarındaki “metal yorgunluğu” olarak adlandırdıkları aşınmayı görüyorlar. Bu kaygı, Fetöcülük tanısıyla başlayan parti içi tasfiyeyi, giderek yaygın ve derin bir operasyona çevirmiş bulunuyor. Son günlerde tasfiyenin hedefinde bir dizi belediye başkanı var.

AKP lideri ve kurmayları bir yenilenme olarak görüyor olsa da, bu yaygın ve giderek derinleşen tasfiye, parti içinde giderek büyüyen bir güven sorununa dönüşüyor.

Alın yıllardır Ankara’ya hükmeden Gökçek gerçekliğini; yıllar boyu yıkılmaz gördüğü bir imparatorluk kurup, Başkenti kimseye hesap vermeden “yönettikten” sonra, hiç beklemediği bir anda kendi partisi tarafından kapının önüne konuluyor. Üstelik ortada ne bir seçim yenilgisi, ne bir mahkeme kararı, ne de bir hastalık durumu var!

Kuşkusuz Gökçek ilk örnek değil. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı da boş verin. Daha düne kadar Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Meclis Başkanlığı yapmış AKP siyasetçileri de benzer bir kaderi paylaşmadılar mı?

Soru şu; bu noktaya gelindiğinde, hangi AKP siyasetçisi kendisini güvende hissedebilir ki? Bu derece güçlü siyasetçilerin bir kenara konduğu yerde, AKP’de siyaset yapmak nasıl olacak?

Güçlü liderlikse güçlü liderlik, kaynaksa gani gani, ama Parti içinde güven ilişkisi hızla eriyor. İronik olan, bütün bu operasyonların gerisinde de bir güven sorunu var ve bu sorunu gidermeye yönelik gelen her tasfiye emri, Parti içinde güven sorununu biraz daha büyütüyor. O nedenle, artık AKP’nin en büyük sorunu dışındaki seçmenle değil, içinde giderek büyüyen güvensizlikle!
Piyasa mekanizmasının bu çözülmedeki payına da küçük bir atıfla bitirelim. Ne diyor Marx?

“Para bir topluluk/cemaat değildir, ama topluluğu/cemaati çözer.”

Tarık Şengül / BİRGÜN

20 Ekim 2017 Cuma

IMF’den dünya bilgileri - KORKUT BORATAV

IMF, her yıl Nisan ve Ekim aylarında iki rapor yayımlar.
Biri “Ekonomik Rapor”dur (World Economic Outlook) diğeri
Finansal Rapor (Global Financial Stability Report)…
Geçen hafta bu iki rapor kamuoyuna dağıtıldı. IMF raporlarını yakından izlemeyi yararlı görenlerdenim.
Bir kere, ülkeler arası karşılaştırmalar yapmamıza imkân veren zengin sayısal bilgiler bunlarda güncellenir; haberdar oluruz.
İkinci olarak bu raporlar, emperyalizmin ekonomik ideolojisini yansıtan önemli metinlerdir.
IMF, bu özelliğini, kendine özgü bir dil ve söylem ile görünmez kılmaya çalışır; ama, fazla başarılı olamaz.
Bugün, bu raporların nicel verileri arasında bir gezinti yapalım.
Dünya ekonomisi nasıl seyretmektedir?
Yakın geleceğin beklentileri nasıldır?
Ülke konumları nasıl ayrışmaktadır?
Bunların içinde Türkiye nerededir?

 İki yıllık bir iyimserlik
Ekim 2017 tarihli Ekonomik Rapor, son yılların en iyimser IMF metinlerinden biri olarak dikkat çekiyor.
Ancak, iki yıllık bir iyimserlik…
Geçen yılın ikinci yarısında başlayan canlanmanın “tam gaz” bu yıl da süregeldiği belirleniyor. Bir önceki raporda 2017-2018 için yapılan nicel tahminler yukarı çekilmiştir.
2017 büyüme tahminlerini aktarayım:  
Dünya ekonomisinin tümü için yüzde 3,6; emperyalist sistemin merkezi (IMF terminolojisine göre “ilerlemiş ekonomiler”) için yüzde 2,2 ve çevresi (“yükselen piyasalar ve gelişmekte olan ekonomiler”) için yüzde 4,6…

2018 öngörüleri nasıl? 
Çevre ekonomilerinde büyüme bir nebze daha (%4,9’a) yükseliyor. Bu etken, metropoldeki çok ılımlı yavaşlamayı fazlasıyla telafi ediyor ve dünya ekonomisinin büyüme temposunu da yukarı (%3,7’ye) çekiyor.
Böylece, bu iki yıla ilişkin IMF öngörülerine göre, 2008-2013 arasında önce Batı ekonomilerinin tümünü, sonra da Avro Bölgesi’nin sarsan bunalım dalgasının aşılmıştır.

 Canlanmanın ardındaki temel bir etken, Çin’in büyüme temposunu sürdürmesidir. IMF’nin orkestra şefliğinde burjuva iktisatçıları uzunca bir süredir Çin’i, “reformları hızlandır; devlet işletmelerini tasfiye et; aksi halde…” söylemiyle uyarmaktaydı. Bu telkinler umursanmadı. IMF örtülü olarak itiraf etmektedir ki “malûm reformlara” itibar etmeyen Çin, hâlâ dünya ekonomisinin büyümesine en fazla katkı yapan ülkedir.

Buna karşılık IMF, her iki raporda da ısrarla, Batı merkez bankalarının gevşek para politikalarının, dünya ekonomisine “selim bir finansal  ortam” sağlayarak ekonomik canlanmaya katkı yaptığını savunmaktadır. Aynı zamanda da, “varlıklardaki aşırı tırmanmanın” finansal istikrarsızlık yaratma olasılığına da değinmektedir. Bu ifadeyi, anlaşılır dile çevirelim: “Parasal genişleme borsaları, kâğıttan varlıkları öylesine şişirmiştir ki, her şey olabilir…”

2017-2018 için öngörülen iyimser senaryoyu bozabilecek olumsuz ekonomik risklerin ön planında, IMF’ye göre, korumacılığa yönelme olasılığı vardır.
Bu tehdidin kaynağında Trump yönetiminin olduğu malûmdur. IMF, yine de, emperyalizmin  egemen ekonomik ideolojisini (“ticarette ve sermaye hareketlerinde tam serbestlik” ilkelerini) sahiplenmektedir.
Sonraki yıllar?
2022’ye kadar Batı ekonomilerinin tümünde durgunlaşma öngörülüyor (Tablo A1). IMF’nin baş iktisatçısı Maurice Obstfeld’i aktarayım: “İleri ekonomilerin çoğu, 2007-2009 krizi öncesindeki on yıla göre çok daha düşük büyüme oranlarıyla karşılaşacaktır… Belirleyici rolü, verim artışlarında yavaşlama ve emek gücünün yaşlanması oynuyor.” (s.xiv).

Verim hareketleri niçin yavaşlıyor?
İktisat bilgimize göre, sorumluluk düşük sermaye birikiminde aranmalıdır. Ekonomik Rapor, sabit sermaye birikiminde son iki yılda gözlenen gerilemeyi belirliyor (Şekil 1.2, s.16); ama bu olguyu Batı ekonomilerindeki durgunlaşmaya bağlamıyor.
Net sermaye birikiminin sıfıra yaklaştığı bir kapitalizm varlığını sürdürebilir mi?
IMF raporlarında “kapitalizm” sözcüğünü tarayın: Bir kere bile kullanılmadığını belirleyeceksiniz. Kapitalizm kavramını lügatçesinden çıkaran bir kurum, böyle bir soruyu elbette gündeme dahi getiremez.

Uluslararası gelir farkları kapanıyor mu?
IMF belirlemiştir ki, emperyalist sistemin çevresi, Batı ekonomilerinden (merkezden) daha hızlı büyümektedir. Bu sonuç, uluslararası gelir farklarının azaldığını; emperyalizmin iki kutbu arasındaki bir yakınlaşmanın gerçekleştiğini göstermekte midir?

Çevre blokunu ülkelere ayırın; aralarındaki farklılaşma bu tür bir genellemenin geçersiz olduğunu gösteriyor. Örneğin, “çevre” ekonomilerinin 2017 büyüme öngörüsü olan %4,6, bu bloktaki iki en büyük ekonomi olan Çin ve Hindistan’ın ağırlığını taşır.

Yüzde 4,6’lık büyüme ortalamasını hangi çevre ülkeleri aşmıştır?  
Ekonomik Rapor’un tüm ülkeleri kapsayan 2017 büyüme tahminlerini içeren listeye (Tablo A4’e) baktığımızda ilginç bir yanıt ortaya çıkıyor: Hemen hemen sadece Asyalılar…
Ayrıntılara boğmamak için listeyi, en büyük 11 çevre ekonomisinin yer aldığı G20 ülkeleri ile sınırlayayım: 2017’de yüzde 4,6’yı aşan büyüme temposunu (bir istisna dışında) sadece üç Asya’lı, yani Çin (%6,8), Hindistan (%6,7) ve Endonezya (%5,2) aşmaktadır.

Karşılaştırmayı genişletelim: Institute of International Finance’in, 26 ülkeden oluşan “yükselen piyasa ekonomileri” listesine bakalım. Bu listede yüzde 5’i aşan büyüme başarımı da (aynı istisna hariç) tamamen Asyalılara aittir.
Örnek: Filipinler (%6,6), Vietnam (%6,3), Malezya (%5,4)…
Latin Amerika’nın en büyük ekonomileri (Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili, Kolombiya) ise, 2017 büyüme hızı bakımından Batı ekonomilerinin dahi gerisindedir.

2017’nin öncesine gidelim; neoliberal dönemin tümüne bakalım: Emperyalist sistemin merkezi ile çevresi arasında ekonomik yakınlaşma görüntüsü, büyük ölçüde Asya’ya özgü bir dinamizmin istatistiklere yansımasıyla sınırlıdır. Asya olgusunu, bu nedenle yakından izlememiz gerekiyor.
Diğerleri, yani Latin Amerika, Afrika ve (petrolcüler hariç) Orta Doğu  ise, çevre ekonomilerinin malûm özelliklerini, hem bağımlılığı, hem de azgelişmişliği yaşamayı sürdürmektedir.

Raporlarda Türkiye
Hızlı büyüyen büyük çevre ekonomilerinde “Asya dışında bir istisna”dan söz ettim. Bu istisna Türkiye’dir. IMF, Türkiye milli gelirinin 2017’de 5,1’lik bir tempoyla büyüyeceğini öngörüyor ve dört aylık bir gecikmeden sonra TÜİK’in yeni (ve “arızalı”) millî gelir hesabını kullanmaya başlıyor. Aksi zaten düşünülemezdi.

Yine de, IMF raporlarında Türkiye ekonomisiyle ilgili örtülü “rezervler” yer alıyor. Bir kere, 2017 büyüme öngörüsü, hükümetçe yayımlanan Orta Vadeli Program’daki yüzde 5,5’lik hedefinin altındadır. 2018, 2022 yılları için de IMF, yüzde %3,5-3,6’lık bir büyüme temposu öngörmektedir. Geçmiş yıllarda IMF uzmanlarınca hazırlanan Türkiye raporlarında, ekonominin büyüme potansiyeli yüzde 3,8 civarında belirlenmişti. Ekim  2017 raporları da aynı öngörüde ısrar ediyor.

Dünya ekonomisinin tümünü kapsayan IMF raporları, ülkelere kısaca değinir. Ekim 2017 raporlarında Türkiye’ye değinmeler arasında, enflasyon hedefinin bir türlü tutturulamaması ve Merkez Bankası politika faizinin enflasyonun altında kalması yer alıyor. Türkiye, böylece, para, hatta maliye politikalarını “sıkılaştırması” tavsiye edilen ülkeler arasındadır: Ekonomik Rapor (ss. 30, 35, 39); Finansal Rapor (ss. 97,98).

Bu önerilerin dayanağında, Türkiye’nin 2017 enflasyonunun, IMF tarafından yüzde 10,9 olarak öngörülmesi yatıyor. Bu enflasyon oranını, G20 ülkelerinde aşan tek örnek (%26,9 ile) Arjantin’dir. Listeyi diğer büyük çevre ekonomilerine de taşırsak, sadece (%23,5 ile) Mısır’ı ekleyeceğiz (Tablo A7).

Ne var ki, IMF’nin “enflasyon doktrini” sorunludur. Emperyalist sistemin metropolünde deflasyon (“düşen fiyatlar”) tehdidine karşı  merkez bankalarının sınırsız parasal genişleme politikaları savunuluyor. Zira, kriz ortamında finans kapitalin ihya edilmesi önceliklidir.

Bizlerin (“çevre”nin) merkez bankalarına gelince, kriz ortamlarında dahi enflasyon hedeflemesi (“sıkı para, yüksek faizler, dalgalı kur”), değişmez ilke olmalıdır.
Niçin?
Metropolde aşırı parasal genişleme ile beslenen finans kapital, çevre ekonomilerinde de yüksek spekülatif getirilere ulaşabilsin diye…
Raporlar, satır aralarında TCMB’yi “gereğini tam yapmıyorsun” diye uyarıyor. Halbuki TCMB, son bir yıl boyunca bankalara dönük (%12 civarındaki) ortalama fonlama maliyetini, politika faizinin üzerinde tutmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın “faizler yüksek” yakınmalarına rağmen TCMB tarafından sürdürülen bu uygulamayı IMF göz ardı ediyor ve TCMB’ye haksızlık ediyor.

TCMB’nin gizli-saklı yüksek faiz uygulaması, Orta Vadeli Program’a (OVP’ye) açıkça giriyor: “Enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olmaya devam edecektir.” (s,16, paragraf 211). Böylece de, dış kırılganlığı yüksek bir ülkede, son sözün Cumhurbaşkanı’na değil,  finans kapitale ait olacağı  da ortaya çıkıyor.

Dış kırılganlıklar bilançosu
“Yüksek dış kırılganlık varsa, son söz finans kapitalindir”…
Niçin böyle?
Kronik ve yüksek dış açık  verirseniz, ekonomiyi olduğu gibi (büyümeden) döndürmek için dahi yabancı sermaye girişine muhtaç olursunuz. Finans kapital için kısa dönemde en etkili çekim gücü, yüksek getiri beklentisidir: Yüksek faiz + dalgalı kur (“ucuzlayan döviz”)… Yani, IMF terminolojisinde (OVP’de de vadedilen) enflasyon hedeflemesi…

O zaman, IMF raporlarına dönerek Türkiye’nin konumunu, diğer çevre ülkeleriyle karşılaştıralım ve en yaygın dış kırılganlık ölçütü olan cari işlem dengesinin millî gelire oranlarına göz atalım (Tablo A11 ve A12).

Listeyi, önce G20 ülkelerinin Batı bloku dışındakilerle sınırlayalım ve son sekiz yılın (2010-2017’nin) ortalamalarına bakalım. Dış fazla veren dört ülke var: Rusya, S. Arabistan, Çin ve Güney Kore. Buna karşılık diğer yedi ülkenin sekiz yıl ortalaması dış açıklardan oluşuyor.
Türkiye, ortalama dış açık / millî gelir oranı bakımından zirvededir: %5,5. Diğerleri yüzde 1,7 (Meksika, Endonezya) ile 3,8 (Güney Afrika) arasında seyrediyor. Listeyi 26 “yükselen piyasa ekonomisine” genişletin. Sonuç aynıdır.

Türkiye bu kırılgan konumu yüzünden, örneğin Çin, Hindistan, G. Kore ve Arjantin gibi gerektiğinde sermaye giriş-çıkışlarını denetleme seçeneğinden yoksundur. Denetleyebilseydi faizleri düşürür; döviz fiyatlarını da rekabet gücünü koruyacak düzeylerde tutabilirdi.

Cumhurbaşkanı, bu yüzden, finans kapitale yenik düşmektedir.

Korkut  Boratav / SOL

Bu düzen... asla değişmez sen değişmezsen - MİNE SÖĞÜT

İnsan çağlardan beri hiç değişmediği...
İnançlarını, korkularını, alışkanlıklarını ve zaaflarını nesillerden nesillere aynen tekrarladığı için bu korkunç düzen hep aynı şekilde devam eder.
O yüzden her toplumun kaderi illa ki daha önce yaşamış bambaşka bir toplumun kaderine benzer.
İşin korkuncu herkes birbirine ve bir öncekine ve herkese benzemeyi güvenli beller.
Gerçekten bir şeylerin değişmesini istiyorsanız, farklı olmayı göze almanız, dışlanmaktan korkmamanız gerekir.
Dışarısı içerisinden çok daha güzel ve güvenli olabilir, hayatta ihtimaller sonsuzdur.
İşe size öğretilen ve dayatılan her şeyden kuşku duyarak başlayın.
Kendinize ait korkulara sahip çıkıp, size dayatılan korkulardan kurtulun.
Mutluluğun başarıyla ilgisi yoktur ama başarının mutlulukla ilgisi vardır.
Mutlu olmak için başarılı olmaya çalışmayın, kendinizi mutlu olduğunuz zaman başarılı sayın.
Sevmediğiniz insanlarla evlenmeyin. Vakit geçiyor korkusuyla hiç evlenmeyin. Annenizi üzmemek için evlenmeyin. Düşünmeden evlenmeyin.
Hatta hiç evlenmeyin.
Evlenirseniz gelinlik giymeyin, damatlık giymeyin, düğün yapmayın.
O“Çok özel” olduğunu sandığınız günü herkes gibi en sıradan kıyafetler ve törenlerle yaşadığınıza artık uyanın.
Tüm gelinler ve damatlar ve düğünler birbirine neden benzer, bir düşünün. 


Nasıl bir masalla neye kandırıldığınızı görün.
Evlendiniz diye eski hayatınıza veda etmeyin, kendinizi şartlara göre değiştirmeyin.
O zamana kadar kimseniz aynı kişi olmaya devam edin, kişiliğinize, alışkanlıklarınıza, felsefenize, yaşam tarzınıza sahip çıkın.
Gerçekten isteyip istemediğinizden emin olmadan çocuk yapmayın. Vakit geçiyor korkusuyla çocuk yapmayın. Annenizi üzmemek için çocuk yapmayın. Düşünmeden çocuk yapmayın.
İmkânınız varsa hiç çocuk yapmayın.
Hadi yaptınız...
Onu kendi malınız sanmayın.
Her çocuğun sizin gibi bir yetişkinin küçüklüğü olduğunu unutmayın.
Size ihtiyacı kalmadığı noktada çocuğunuzu rahat bırakın; size ihtiyacı kalmadığı noktada kendi rahatınıza bakın.
Çocuğunuzun kendi hayatını kurmasına alan açın, çocuk yüzünden kendi alanınızı daraltmayın.
Gereksiz yere hiçbir şey tüketmeyin. Gördüğünüz afişler, izlediğiniz reklamlar, yanından geçtiğiniz vitrinler, alışkanlıklar, hevesler birer tuzak gibi görünsün gözünüze. Sıkı durun düşmeyin hiçbirine.
Başkasının sevgisine, ilgisine, desteğine ihtiyacınız olacak bir hayat kurgulamayın.
Kendinize yetin.
Sevginin, ilginin ve desteğin fazlası hediye olsun, eksikliği sorun olmasın.
Yalnızlıktan korkmayın. Yalnızlığın kıymetini bilin.
Binalara bakın. Sokaklara bakın. Çevrenizde olup bitenlere bakın.
İnsanların, tanımadığınız insanların yüzlerine dikkatlice bakın.
Düşünün, kendinizden başkalarını düşünün.
Kendinizi düşünün.
Gerçekte neler olup bittiğini anlamaya çalışın.
Sevmediğiniz işlerde çalışmayın, sevmediğiniz yerlerde yaşamayın.
Ve masum gibi görünen ve toplum tarafından da onaylanan tercihlerinizin nelere mal olduğuna artık uyanın.
Çünkü bu düzen anca siz değişmeye cesaret ettiğiniz zaman değişecek.
Yoksa olacaklar belli.
Bugün müftü nikâhı, yarın kadı sopası.
Fokur fokur kaynıyor insanlığın altında çağlardır aynı cadı kazanı.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

‘Ağlamayan erkek, puşttur!’ - TAYFUN ATAY

Türkiye’de iletişim biliminin öncü ismi, güzel ismi, unutulmaz ismi Prof. Ünsal Oskay’ı 17 Ekim 2009’da kaybettik. Onun bir grup “tâlibi” olarak, bize yâdigârı Çınar Oskay’ın da katılımıyla dün mütevazı bir anma toplantısındaydık. Buluşmayı sağlayan dostlarım, Göksel Aymaz ve Uraz Aydın’a Aşk olsun!..

***
 
Ünsal Hoca’yı ben yüz yüze tanımadan önce “Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri” başlıklı kitabıyla tanıdım.
Kitap basıldığında (1982) Türkiye onun içindekileri anlama, daha doğrusu “alımlama” imkânı sunan bir çağdan çok uzaktı. Geçin sibernetik ve mobil “yeni medya” kültürünün varlığını, televizüel medya bile devletin elinde tek kanallı bir doktrinasyon aracından ibaretti.
Ama Türkiye’ye nereye yol tutacağının, neler yaşayacağının, ne hallere düşeceğinin haberini veren bir kitaba adeta “erken doğum” yapmıştı Ünsal Hoca...
Sonra Türkiye, “kültür endüstrisi”yle tanıştı. Özel televizyonların 1990’ların başından itibaren patladığı dönemde Ünsal Hoca’nın kitabında sözünü ettiği kuramsal düşünce erbabının, onların bir kısmının içinde yer aldığı “Frankfurt Okulu”nun, onunla özdeş “Eleştirel Kuram”ın izini sürenler için muazzam bir iletişim sosyolojisi laboratuvarı haline geldi Türkiye.
Ünsal Hoca’nın akademik çevreler dışında kamusal tanınması da bu dönemde oldu. On yıllarca “akademya”da yazdığıçevirdiği kitaplar kendi boyunu aşmış adam, medyada da boy atmaya başladı böylece.

***
 
Bununla birlikte Ünsal Hoca, bu endüstriyel işleyişin entelektüel kaygıları giderek sıfırlarken eğlence taşkınlığını sınırsızlaştırdığı yörüngesine karşı hep sorgulayıcı ve eleştirel olmayı sürdürdü.
İletişim kuramcısı ve kültür eleştirmeni Neil Postman’ın 1950’lerden itibaren Amerika’da televizyon dolayımıyla yaşananlar temelinde kaleme aldığı “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı yapıtında anlattıklarını 1990’lar ve 2000’ler Türkiye’sinde dillendirmek ona düştü.
O yüzden Ünsal Hoca, bizim “Postman”ımızdı.
Ama Neil Postman’ın Türkiye bağlamında karşılığı olmak anlamında değil sadece... Kelimenin esas anlamıyla da bir “postman”, yani “postacı”ydı.
Meşhur Hollywood klasiği filmde olduğu gibi kapıyı iki kere çalan değil, kapıyı erken çalmış bir “Postacı”…
Ekonomik, politik, toplumsal, kültürel ve ahlâkî bakımdan “MESH” (medya-eğlenceshow) endüstrisinin güdümüne girecek bir ülkenin halini erken haber vermiş bir “Postacı”!..

***
 
Hoca, kelimenin tam anlamıyla “yazılı kültür çocuğu” idi. Okumak, ona “ekmek, su, hava”ydı.
Okuduklarını sular seller gibi paylaşırken de onları yaşar, duygularını hiç esirgemez, yazıyı gözyaşlarıyla söze dönüştürmekte hiç tereddüt etmezdi.
Oğlu Çınar, değindi buna ve onun bir üniversitede konferans verirken yine gözyaşlarını tutamadığı bir anda sözü ağlamaya getirip “Ağlamayan erkek olmaz” diyerek şöyle devam ettiğini aktardı:
“Erkekler ağlar!.. Ağlamayan erkek puşttur!”
O, yaşarmayan gözden hiçbir hayır gelmeyeceğini bilen bir mübarek bilgeydi.

***
 
Hocamızı medyanın magazinelleşmekten de öte kültürel anlamda “pornografikleştiği” bir ortamda kaybettik.
Elbette böyle bir ortamda Ünsal Oskay’a tarihe mal olmak yakışırdı!..
Büyük bir zihin ve yürek emeğiyle ürettiği, Türkiye’nin dününe, bugününe, geleceğine kül yutmaz bir dirençle ışık tutan yapıtlarıyla tarihsel abide olarak aramızda o...
Bu yüzden bizim dünyamızda hâlâ son sözü hep o söylüyor:
“Pornonun kriterleri, tek yanlılık, baskınlık ilişkisi ve alt konumdaki insanın dilediği gibi yaşayamaması... Pornodaki ilişki biçimi, televizyon programlarından tutun da uluslararası ilişkilere varana kadar bütün bir hayatımızı kaplıyor aslında. Yarışma programlarında görüyoruz, gencecik insan ağlıyor, hiçbir umudu kalmadığını söylüyor, annesiyle beraber Maraş’tan gelmiş, Edirne’deki elemelere katılmaya çalışıyor. İnsanın, insan karşısında teslimiyetini iki lokma ekmek ve bir işe girmek için kabullenmesi, pornonun ta kendisidir”

Tayfun Atay / CUMHURİYET
 
(Ü. Oskay, “Hayatımız Porno”, Söyleşi: Melis Çelebi [Alphan], Milliyet Popüler Kültür, Sayı: 27, 19 Mart 2004).