2 Kasım 2017 Perşembe

Adaletin tarihi, tarihin adaleti - TAYFUN ATAY

Cumhuriyet davasında yeni bir şey yok. Eksik tanıklar, eksik bilirkişiler, eksik raporlar ve bir de mahkeme devam ederken heyetin önüne “son anda” gelen, esareti sürdürmeye bahane “yeni” belgeler; hepsi aynı...

Daha önceki duruşmalarda ne yaşadıysak aynısını yaşattılar.
Kısaca, siyasetin adaleti katli devam ediyor hâlâ!.. 

***
Yine de önceki günkü duruşmada benim hisseme yeni olarak düşen bir şeyler yok muydu, vardı.
Birincisi, Emre’nin (İper), “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna “İnsan olacağım” cevabıyla, “İnsanlığımızın ana vatanı çocukluğumuzdur” deyişini doğrulamış kızı, güzellikle bilgeliğin eşsiz buluşması Yağmur’la tanışma onuruna ermek!..
Onu bir sonraki yazımda da burada misafir etmeyi hedefliyorum. 

***
Bir diğeri, Emre’nin başına gelen fecaatin nedeni: Müzik dinlemek için “Freezy” adlı bir müzik programını cep telefonunuza yüklüyorsunuz; o sizi otomatik olarak ByLock’a yönlendiriyor; böylece ByLock kullanmış oluyorsunuz!..
Dehşete ve kâbusa bakar mısınız?! Telefonunuzda ByLock yok, kurulu değil, ama siz ByLock “kullanıcısı” sayılmaktasınız!..
Konuyu neredeyse bir ilkokul öğrencisi düzeyinde anlaşılır kılarak anlatan bilirkişi, bu usulle herkes ByLock kullanıcısı tespit edilebilir dese de heyeti ikna edemedi! Bize “kırın cep telefonlarını, dönün taş devrine” dedirten hadisenin, daha “net” söylemek gerekirse, Tarkan’ın “Kuzu Kuzu” şarkısının Emre’ye bedeli, tutukluluğa devam!.. 
 
                                                                               ***
Son olarak da şu fani dünyada kendisini tanımış olmaktan büyük onur ve gurur duyduğum canım kardeşim Murat Sabuncu’nun söyledikleri var.
Mahkeme heyetine, ara karar aynı, savcı mütalaası aynı, son anda elinize ulaştırılan ve bize Silivri yolu tutturmanın fermanı olan “yeni” belgeler aynı dedikten sonra söyledikleri…
Şu:
Sokrates, savunmasının son bölümünde ‘ben ölmeye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz’ der… Aynısını tekrarlıyorum! Bu duruşma sonrasında ben Silivri’ye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu ise tarih yazacak!..”
O halde biz de bakalım tarih ne yazar; yazarsa nasıl yazar?.. 

***
Nazi Almanyasının kanun adamları
Hitler kanundur!” diye övünüyorlardı.
Göering 12 Temmuz 1934’te Prusya savcılarına şunu söyledi: “Kanun ve Führer’in iradesi aynı şeydir.” (…)
Adalet Müşaviri ve Alman Hukuk Lideri Dr. Hans Frank bu noktayı daha da iyi belirtmek için 1936’da hukukçulara şunları söyledi: “Nasyonal Sosyalist ideoloji bütün ana kanunların temelidir; bu ideoloji özellikle parti programında ve Führer’in konuşmalarında açıklanmıştır.”
Dr. Frank sonra bunun ne demek olduğunu da açıkladı:


“Nasyonal Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi? Her kararda şunu söyleyiniz: Bu karar Alman halkının Nasyonal Sosyalist vicdanıyla uyuşuyor mu? İşte o zaman, Nasyonal Sosyalist halk devletinin birliğine karışmış ve Adolf Hitler iradesinin ölümsüzlüğünü tanımış olarak Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun otoritesini kendi karar alanınızda her zaman için sağlayacak bir temel buldunuz demektir.” (...)
“Bazı yargıçlar yine de parti politikasına hemen boyun eğmediler. Hiç olmazsa birkaçı verdiği kararı kanuna dayamaya çalıştı. 1934 Mart’ında duruşmaları yapılan ‘Reichstag’ yangınının dört komünist sanığından üçünü ‘Reichsgericht’in (Alman Yüksek Mahkemesi’nin) beraat ettirmesi, Naziler bakımından bu şekildeki davranışların en kötü örneği idi. Hitler’le Göering bu karara o kadar kızdılar ki, hemen bir ay içinde, 24 Nisan 1934’te, o zamana kadar yalnızca Yüksek Mahkemenin kaza yetkisi alanına giren vatana ihanet dâvâları bu yüksek kurumdan alındı ve ‘Volksgerichtshof’, yani Halk Mahkemesi denilen yeni bir mahkemeye verildi. Bu yeni mahkeme az sonra ülkenin en korkunç mahkemesi oldu.”
(William L. Shirer, “Nazi Almanyasında Adalet”, “Nazi İmparatorluğu: Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü, Cilt: 1” içinde, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 424-428.)

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İstanbul’a ihanetin yolları - ORHAN BURSALI

Bir zamanlar “Rüşvetin belgesi olur mu” sözü meşhurdu. Bugün “İhanetin belgesi olur mu” diye sorulsa “Evet, binlercesi var” denilebilir. İşte yasalar dolanarak ya da çiğnenerek yapılan 
“İhanetin Yolları”:
 
1- • Belediye, Hazine ya da TMSF arsaları satışa çıkarılır.
• Arsayı birileri alır ve mevcut imarın artırılmasını belediye veya bakanlıktan ister.
• Gelen yeni imar isteği, misli ile kabul edilir.
• Yapılan işleme itiraz edenler; “İstanbul’un gelişmesine karşı” olmakla suçlanır.
• Yapılan imar değişikliğinin sonuçları İstanbul’da yükselirken, bazı binaların gölgesi Sultanahmet Camisi üzerine düşerek, “ihanetin görünen belgesi” oluverir.
 
2- • Yükselen yüzlerce binayı görüp; “Benim imarımı da artırın” diye İBB’ye başvuran sade vatandaşın talebi, meclis kararı ile birkaç kez reddedilir.
• Umudunu kesen vatandaş, yerini ya satar ya da “birileri” ile anlaşmak zorunda kalır.
• Önce reddedilen imar isteği, bu operasyondan sonra yeni muhataba fazlası ile verilir. 
 
3- *Koruma Kurulu yetki alanlarında imar artışını kabul etmiyorsa, geri adım atılmaz.
• Hemen kanun çıkarılır, koruma kurullarının yapısı ve yetkileri değiştirilir.
• İtirazı olan kurul üyeleri görevden alınıp yerlerine yenileri atanarak iş bitirilir.

 4- *Kamuya ait yeşil alanların tapusu yoktur. Yeşil alanlar önce “cami alanı, belediye hizmet alanı, sosyal kültürel tesis alanı” yapılıp parsele çevrilir, tapuları alınır. Senaryoyu bilenler karşı çıktığında; “Din düşmanı, gelişme düşmanı” ilan edilir.
• Bir süre sonra bürokrasiden; “Burada belediye hizmet alanına, ya da kültür tesisine ihtiyaç yoktur” diye bir yazı alınır.
•“Belediyenin kaynağa ihtiyacı var” gerekçesi ile sosyal tesis alanları yeni bir plan tadilatı ile “Akaryakıt-Turizm Ticaret- Konut” alanına çevirip satılır.
 
5- • İmar planları yapılırken sosyal donatı alanları (açık-kapalı otoparklar, spor alanları, okullar, yeşil alanlar, sosyal kültürel tesis alanları) istimlak gideri olmasın diye belediye ve Hazine mülklerine konulmuştur.
• Kent yaşamının “konforu” olacak donatı alanları, plan değişikliği ile “Turizm- Ticaret-Konut-Akaryakıt İstasyonu” alanına çevrilir ve satılır. (2004-2012 arası 81 Katlı otopark alanı ve 71 kapalı spor alanında plan değişikliği yapılarak birçoğu “akaryakıt-turizm ticaret ya da konut” alanı yapıldı.) 
 
6- •“Dindar gençlik” söylemi ile İstanbul’daki kamu malı “sosyal kültürel tesis” alanları plan değişikliği ile “özel sosyal kültürel tesis alanı” yapılır. Bu arsalar belli vakıflara tahsis edilip paylaştırılır. 
 
7- • Boğaziçi Kanunu’na aykırı olsa da tarihi mesire alanları turizm tesis alanı yapılabilir. Boğaz koruları istediğine kiralanır, istediğine tahsis edilir. 
 
8- • Bu “ihanetlere” rağmen seçimleri her seferinde kazanıyorsan kendini İstanbul’un sahibi zannedersin. Belediyeyi “babanın malı” gibi kullanır, ihaleleri istediğine, istediğin fiyatla dağıtabilirsin.
• Bu özgüvenle, büyük kamu arazilerini; “üniversite, özel hastane kurma” koşulu ile kurucusu olduğun ya da kendine yakın vakıflara “üç otuz paraya” tahsis edersin.
• Nazım Plan İlkeleri “İstanbul’da mevcut üniversitelerin lisansüstü üniversiteye çevrilmesine, sadece teknoloji ağırlıklı yeni üniversitelere izin verileceğini” öngörmesine rağmen, bu ilkeye uymaz, onlarca lisans üniversitesine izin verirsin. 
 
9- • İstanbul’a yapılan “ihanetin” sonuçları İstanbul semalarında beton bloklar olarak yükselip tepkiler çoğalınca yeni çıkış yolları bulursun. “Yüksek yapılar yanlıştır, yaygın yapılaşma olmalı” söylemi ile Kuzey Ormanlarının inşaata açılmasına zemin hazırlarsın. 
 
10- • İstanbul, deprem riski açısından 1999 yılından daha güvenli değil. Deprem toplanma alanlarına rezidans ve AVM yapıldı. İstanbul bir depremden bin felaket üretecek bir kente dönüştürüldü.
• Kentsel dönüşüm; önceliği olan bölgelerde, doğru uygulanma yerine, önceliği olmayan, satış değeri yüksek bölgelerde müteahhitlerin eline bırakıldı. 
 
İstanbul’a bu ve benzeri kötülükleri yapanlar, günah çıkarıp “İHANETİN” sorumluluğundan kaçmaya, kurtulmaya çalışıyor. 

Bu mümkün mü?”
 
Yazının sahibi: Mehmet Yıldız, CHP İst. İl Bşk. Yrd.; Eski İBB İm. Planlama Da. Bşk.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Diktatöre diktatör denir mi? - ÖZGÜR MUMCU

“Şayet diktatör olsaydı, ona diktatör diyemezdiniz” mantıklı bir tespit. 
Peki, bu tespiti yaptıktan sonra diktatör diyen hakkında Cumhurbaşkanı’na hakaretten suç duyurusunda bulunmak çelişkili değil mi? 
Neticede suç duyurusunun hedefi muhatabının diktatör demesini cezalandırmak, bir daha aynı ifadeyi kullanmasını engelleyerek buna niyet edenlere gözdağı vermek.
Bu durumda “şayet diktatör olsaydı, ona diktatör diyemezdiniz” cümlesi tamamen anlamsızlaşmakla kalmıyor aynı zamanda ister istemez dolaylı olarak sayın Cumhurbaşkanı’nı diktatör olmakla itham etmiyor mu?
Dünyada kendine diktatör dendiği için son senelerde kimler dava açmış bakalım.
Nijer Devlet Başkanı Mainassara.
Zimbabve Başkanı Mugabe.
Angola Başkanı Eduardo dos Santos.
Çad Başkanı İdris Déby.
Gabon Başkanı Ali Bongo.
Ekvador Başkanı Rafael Correa.
Beyaz Rusya Başkanı Aleksandr Lukaşenko


Bunlar benim ilk aramada bulduklarım. Elbette sayıları artabilir. Ancak dikkat çeken mesele, diktatör diyene dava açanların demokrasileriyle meşhur devletlerin başkanları olmamaları. Ayrıca bu devletlerin hepsinin başkanlık rejimiyle yönetildiğinin de altını çizmeli.
Başka devletlerde kimse devlet yöneticilerine diktatör demiyor mu?
Efendim diktatör de diyorlar, katil de, hırsız da. Demokrasilerde siyasetçilere yönelik eleştiri sınırlarının sıradan vatandaşlara göre daha geniş olduğu kabul edilir. Nasıl olduysa hâlâ üyesi bulunduğumuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadı da bunu defalarca tekrar etmiştir.
Kaldı ki sayın Erdoğan’a diktatör imasında bulunan ilk kişi kendi danışmanı Yiğit Bulut’tur. Cumhurbaşkanı’nı Sezar’a benzetmiştir. Sezar’ın tarihe geçmesine sebep olan ise Roma Cumhuriyeti’ni yıkarak kendini “Dictator in perpetuum” yani “daimi diktatör” ilan etmesidir. Bildiğimiz kadarıyla Yiğit Bulut hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan hakkında suç duyurusunda bulunan cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı Hüseyin Aydın’ın amacı uluslararası camiada Türkiye’yi Çad, Zimbabve, Angola, Nijer benzeri bir rejim olarak gösterip sayın Cumhurbaşkanı hakkında “diktatör algısı” yaratmak mıdır?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu avukatın fiilinden haberi var mıdır?
Gelişmiş demokrasilerde liderler kendilerine “diktatör” denmesini umursamaz ve kendilerine diktatör diyene dava açmaz.
Diktatörlüklerde ise liderler kendilerine “diktatör” diyene dava açarlar ki örnekler de bunu gösteriyor.
Sayın Cumhurbaşkanı’nı kendisi hakkında “diktatör algısı” oluşturmaya çalışanlara karşı uyarmak herhalde en doğal vatandaşlık görevimizdir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Bölgede parlayan lider: İbadi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) gerçekleştirilen Bağımsızlık Referandumu sonrası gelişmeler sadece Mesut Barzani’nin politik yaşamına son vermekle kalmadı, bölgede en güçlü figürün Irak merkezi hükümetinin başkanı Haydar el İbadi olduğunu da gösterdi. Barzani’nin referandum macerasından önce de İbadi’nin gittikçe güçlenen bir figür olduğunun işaretleri vardı elbette ama referendum öncesinde/sırasında/sonrasında aldığı tutum bu politikacının hiç de yabana atılacak biri olmadığını kanıtladı iyice.

AKP Genel Başkanı’nın İbadi’yi çok değil bir kaç ay önce “kendi karatı”nda görmediğini söylerken gerçekte vurgulamak istediği neydi acaba?
Bu sütunda daha önce de belirtmiştim; İbadi iyi eğitimli biri herşeyden önce. Bağdat Teknoloji Üniversitesi mezunu bir elektrik mühendisi. Manchester Üniversitesi’nden hem yüksek lisan hem doktora derecesi var. Bu önemli elbette.
İİbadi’nin hiç de yabana atılmayacak bir diplomasi becerisi var. Bir kere kararlı bir politikacı. Bir lafı diğerini tutuyor. Duruma göre politika değiştirse bile bunu genel ilkelerini çiğneyerek yapmıyor. Büyük konuşup, sonra tükürdüğünü yalar yutar konumlara düşmüyor. Hem merkezi hükümete destek veren hem IKBY ile sıkı fıkı olan ABD’ye tavır alırken bunu lafta bırakmıyor. ABD’ye karşı kullanacak bir kozu yok ama bölgesindeki diğer güçlerle kurduğu ilişkiler üzerinden ABD’ye ciddi “ayar” çektiğini bilmeyen yok.

Irak, anayasası bile ABD tarafından yazılan bir ülke, malum. ABD, askerlerini çektikten sonra Irak’a özel güvenlik şirketlerini doldurdu, bunların bu talihsiz ülkede yedikleri haltları bilmeyenimiz yok. İbadi, bunların ülkedeki faaliyetlerini kontrol altına almayı başardı.

Son bir kaç yıldır hem merkezi hükümetin tüm ülkede kontrolü sağlamasına çaba gösterirken bir yandan da IŞİD’e karşı mücadele sürdürüyordu. Bu mücadelede uzun süre yalnız bırakıldığı biliniyor. Bölgesinde çıkan petrolü merkezi hükümete danışmadan Türkiye’nin desteği, ABD’nin de göz yummasıyla dünya pazarlarına satan IKBY’nin peşmerge desteği vermemesi, ABD’nin IŞİD’e karşı uzun süre güç göndermemesi İbadi’yi Şii milis gücü Haşdi Şabi’nin oluşturulmasına yöneltti. Bunun ne kadar isabetli olduğunu söylemeye gerek yok. İran’ın da desteğiyle, aralarında çok sayıda Sünni Türkmen grubun yer aldığı Haşdi Şabi milis güçleri IŞİD’i büyük bir yenilgiye uğrattı. Bu ABD tarafından da kabul edilen bir gerçektir.

ABD’nin, İran ile Haşdi Şabi’yi kast ederek “IŞİD yenildi artık yabancı güçler Irak’ı terk etsin” çıkışına İbadi’nin nasıl karşılık verdiği unutulur gibi değil. “Bu bizim iç işimiz ABD karışamaz” demişti İbadi ki, ABD bu tavrını sürdüremedi daha sonra. İbadi bununla kalmadı, inat edercesine İran’a bir ziyaret de gerçekleştirdi.

Komplekssiz, politikada heyecanın ya da hamasetin değil, olgunluğun geçerli olduğunu bildiğinden daha bir kaç ay önce kendisine “kalitemde, karatımda değilsin” diyen AKP Genel Başkanı’nı da ziyaret etti. Genel Başkan, “karatı”nda görmediği İbadi’nin elini Kürt Bağımsızlık referandumunu önlediği için herhalde, minnettarlığından sıkmak zorunda kaldı. “Bükemediği eli sıkmak” böyle bir şey demek ki.

AKP Genel Başkanı şimdi IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani’ye bir süreden beri randevu vermiyor. Gerekçe olarak da mevki olarak denk olmayışını gösteriyor söylenenlere göre. Malum, AKP Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurbaşkanı, Neçirvan Barzani ise Başbakan. Oysa AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı, B aşbakan Barzani’yi, Irak merkezi hükümetini ciddiye almadığı zamanlarda da, İbadi’yi kendi “karatında, kapasitesinde” görmediği  zamanlarda da kabul edip görüşmüştü. Benim anımsadığım 28 Agustos 2014’de, 11 Nisan 2016’da, 23 Kasım 2016’da görüştüğüdür.

Haydar el İbadi, ileride geri alacağı sözler eden bir lider değil. Duruma göre kelam eden, tavır değiştiren biri de değil. ABD’ye yeri gelince diklenen, örneğin ABD kızacak diye İran’a gitmekten vazgeçen biri hiç değil.

Çin’den ABD’yi kızdırmamak için füze almaktan vazgeçen Türkiye’yi düşünürseniz İbadi’ninki büyük cesaret doğrusu.

Yaptığı ile ettiği bir olan lidere hayranlık duyuyor doğrusu insan.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İslamcılar Atatürkçü olur mu, Atatürkçüler İslamcılara destek verir mi? - FATİH YAŞLI

İktidar partisinin ulusal gün ve bayramları bilinçli bir şekilde önemsizleştirip itibarsızlaştırma çabasının en önemli sonucu bu günlerde yapılan anma ve kutlamaların devlet merkezli olmaktan çıkması ve halk tarafından sahiplenilmesi oldu. Artık stadyumlara, çelenk bırakma törenlerine, devlet protokolüne sıkışmış günler ve bayramlar yok, sokakta, şenlik havasında, cumhuriyet kavramına daha uygun anmalar, kutlamalar var, iyidir.

İyidir, olumludur ama işin bir de diğer yanı var.

O diğer yan ise bu anma ve kutlamaların çoğu kez politik bir bilinçle gerçekleştirilmekten uzak oluşu ve bir tür romantizme ve nostaljiye hapsedilmiş olması, politik bir tutumu ortaya koymaktan ziyade, “şu kadar kişi bir araya gelip Atatürk yazdı” ya da “şu kadar metre uzunluğunda bayrak taşındı” örneklerinde olduğu gibi içerikten yoksun bir tür gösteri performansı sergilemeye dayanması.
Bunun gerisinde ise “hakikatten kaçış” ve buna bağlı bir apolitizm var. İmam-hatipleştirme nedeniyle, mahallelerinde çocuklarını gönderecekleri normal okul kalmayan, bu gerici müfredata maruz kalmasınlar diye her türlü yolu deneyen insanlar, daha geçen hafta müftü nikâhı yasalaşmamış ve Medeni Kanun fiilen ilga edilmemişçesine, “Cumhuriyet dimdik ayakta” gibi bir fanteziyi dillendirebiliyor, hiçbir şey yokmuşçasına, sanki ülkede fiili bir şeriat rejimi yürürlükte değilmişçesine davranabiliyorlar.

Velhasıl, Cumhuriyet Bayramı’nda ya da ulusal günlerde romantizm var, nostalji var ama politika yok, gelişmiş bir politik bilinç yok, çünkü bu kitlelere bir doğrultu, bir yön çizebilecek, politize edebilecek bir örgütlülük ve politik önderlik yok.

İşte iktidar partisi tam olarak bu politik bilinç zayıflığına ve politik önderlik yoksunluğuna güvendiği için bu kadar rahat, bu zayıflık ve yokluk nedeniyle yandaş medyada “Erdoğan Atatürkçü seçmene yönelecek, AKP Atatürkçülük yapacak” yazıları böylesine rahat ve pervasızca yazılabiliyor, iktidar böyle politik manevralara kolaylıkla girişebiliyor.

Hayır, Erdoğan da AKP de, kendisine Atatürkçü diyen insanların politik bilincindeki zayıflığına ve politik önderlikten yoksunluğuna rağmen, akın akın sandığa gidip kendilerine oy vermeyeceğini biliyor, böyle bir şey yok, böyle bir şey olmadığının onlar da farkında ve bu nedenle dert de, niyet de, iddia edildiğinin aksine doğrudan sandıkla ilgili değil, seçimler bunun bir çıktısı olabilir ancak.

Ne demek istiyoruz peki tam olarak?

Anlatalım: Buradaki esas mesele, Atatürkçü, cumhuriyetçi kitlelerin sandığa gidip kendilerine oy vermesini sağlamak değil, bunun olmayacağını zaten biliyorlar. Mesele dışarıdan gelecek basınç arttıkça, örneğin Sarraf davası üzerinden hükümet daha çok sıkıştırıldıkça, ekonomik kriz derinleştikçe, Kürt sorununda güvenlikçi politikalar devam ettikçe ve birtakım askeri maceralara girişildikçe, Atatürkçü ve cumhuriyetçi kitlelerin tüm bunlar üzerinden yükselecek bir hoşnutsuzluk dalgasının merkezine yerleşmesini engellemeye çalışmak.

Yani toplumun en az yarısını oluşturan, çoğunluğu eğitimli ve büyük şehirlerle bu şehirlerin merkezlerinde yaşayan, dünyayı takip eden insanların sandığa gittiklerinde kendilerine oy verip vermemeleri değil esas mesele iktidar açısından. İçeride ve dışarıda sıkışma ivme kazandıkça, bu sıkışmanın iktidarın değil Türkiye’nin sorunu olduğuna, iktidara yönelik basıncın Türkiye’ye yönelik basınç olduğuna, meselenin bir kişinin ya da bir partinin meselesi değil tüm Türkiye’nin meselesi olduğuna bu kitleleri ikna etmek ve sesli ya da sessiz onaylarını almak, en azından tarafsız kalmalarını sağlamak.

Bugün ortada MHP ve BBP’nin, yani Türk milliyetçiliğinin iki partisinin de dâhil olduğu bir “Milliyetçi Cephe” koalisyonu var, buna Perinçek çizgisindeki ulusalcıları da ekleyebiliriz. Bu koalisyonun söylemi Türkiye’nin emperyalizmin saldırısı altında olduğu, dışarıdan ve içeriden Türkiye’nin parçalanmaya çalışıldığı, bu saldırı ve parçalanma sürecine karşı iktidarın yanında saf tutmanın milli bir görev anlamına geldiği üzerine kurulmuş durumda. Atatürkçüler ve cumhuriyetçiler ise hem koalisyonun hem de bu söylemin dışındalar evet ama yine de bu, örneğin 15 Temmuz sürecinin ya da El Bab operasyonunun ortaya koymuş olduğu gibi, bu söylemden etkilenmeyecekleri ve iktidara aktif bir destek sunmasalar da, pasif bir tutum almayı seçmeyecekleri ve bu anlamda iktidara bir kredi açmış olmayacakları anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla ortada doğrudan sandığa yansıması beklenen bir stratejiden ziyade, söz konusu kitleye yönelik bir pasifikasyon ve “tarafsızlaştırma” siyaseti bulunduğunu ve esas meselenin bu kitleyi politize olmaktan ve örneğin Gezi’deki gibi sokağa yönelmekten uzaklaştırmakla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için ise daha çok Atatürk vurgusuna, daha çok Cumhuriyet demeye, Cumhuriyet’in değerleriyle kavga etmekten kaçınmaya ihtiyaçları var, zaten yapmaya çalıştıkları şey de bu.

Peki bu mümkün mü?
Bir yere kadar evet, apolitizm ve politik önderlik yoksunluğu bunu bir yere kadar olanaklı kılıyor ama yine de bunun sınırları var. Örneğin “diktatörlük” tartışması başladığında, iktidardakiler refleksif olarak CHP’ye dönüp “diktatör arayanlar geçmişlerine baksınlar” dediklerinde, insanlar kimin kastedildiğini gayet iyi biliyor, görüyorlar. Ya da dinselleşme politikalarının gündelik hayatları üzerindeki etkisini, özellikle çocukları ve eğitim sistemi üzerinden, doğrudan gözlemleyebiliyorlar.
Peki bu yeterli mi? Hayır. Bu kitle hızla politize olmadan, bu kitle bir politik program ve doğrultuda hareket etmeden, siyasetin sandıktan ibaret olduğu fikrinden vazgeçmeden, fiili şeriat rejiminden kendisinin de, ülkenin de kurtulması mümkün olmayacak. Tam da bu nedenle hem kendisine Atatürkçü diyenlerin hem de solun kitleselleşmesi ve toplumsallaşmasının öncelikli görev  olduğuna inananların, bu politikleşme süreci üzerine düşünmeleri kaçınılmaz bir zorunluluk taşıyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

1 Kasım 2017 Çarşamba

Tehdit iddiası - ÖZGÜR MUMCU

Gelişmeleri iktidar medyasından takip edenlerin büyük çoğunluğu Balıkesir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur’un istifa ettiğini öğrenemedi. Ancak gazeteleri satır satır okumaya meraklılar, istifa haberine gazetelerinin kıyısında köşesinde rastlamış olabilir. Ana akım adı verilen medya da Uğur’un sert bir açıklama yapacağını öğrenmiş olsalar gerek ki, istifa açıklamasını canlı yayımlamaya cesaret edemediler. 
 
Oysa Balıkesir Belediye Başkanı, bir demokraside asla duyulamayacak bir meseleyi dile getirdi. Açık bir şekilde, ailesine kadar varan baskı ve tehditlere dayanamadığı için istifa ettiğini açıkladı. Bir dönem AKP’nin mali ve idari işlerden sorumlu genel başkanlığı görevini de sürdürmüş olan Uğur, yeni bir AKP’li siyasetçi değil. Dolayısıyla 15 Temmuz’dan sonra çok konuşulan görevlendirmelerde “liyakat”ın gereği tartışmalarını da hatırlatan “sadakat liyakatin önüne geçmiş gibi görülmüyor mu” isyanının da altı çizilmeli.

 Saray Rejimi” kitabıyla tanınan akademisyen Deniz Yıldırım’ın görevden alınan AKP teşkilat yöneticileri ve belediye başkanları hakkındaki tespiti önemli. Yıldırım’a göre görevden almalar ya da istifaya zorlamalar, çoğu durumda, referandumda MHP oylarını Evet blokuna çekemeyen yerlerde gerçekleşiyor. 
 
Hakikaten de mesela Balıkesir’de kasım seçiminde AKP ve MHP’nin toplam oyu yüzde 60’larda seyrederken, referandumda Evet oyu AKP’nin oyu olan yüzde 45’i aşamamış. 
 
Erdoğan’ın Başkanlık rejiminde MHP olmazsa olmaz bir unsur. Erdoğan, iktidarını sürdürmek için, özellikle başkanlık seçiminde milliyetçi oyları cepte görmek zorunda. 
 
Oysa Balıkesir örneği gibi örneklerde net bir şekilde AKP-MHP ittifakının eridiği gözlemlenmekte. Bu da ilerisi için müthiş önemli bir tehlike sinyali. Aynı zamanda hem AKP hem CHP ve doğal olarak MHP tabanından oy almayı hedefleyen Meral Akşener’in partisinin etkin bir performans sergilemesi durumunda bu erime daha da hızlanacaktır. 
 
Elbette istifaya zorlama konusunda başka sebepler de vardır, ancak Deniz Yıldırım’ın dikkat çektiği husus da değerlendirmeye alınmalı. 
 
İşin bu yanı böyle. Gelgelelim işin bir de diğer yanı var ki insana bu siyasi iklimde nasıl seçime gidilecek sorusunu sordurtmuyor değil. 
 
Zamanında genel başkan yardımcılığı da yapmış bir belediye başkanına istifa et deniyor. O belediye başkanı bu talebe direnebildiği müddetçe direniyor. Diğer belediye başkanlarının gönülsüz istifaları sonucunda dayanamayıp o da istifa ediyor ve kameralara bunu ailesine yönelik tehditler nedeniyle yaptığını ifade ediyor. 
 
Kimdir belediye başkanını tehdit edenler?
 
Nedir bu tehditlerin içeriği?   

İktidar medyası neden bu tehdit iddialarının üzerini örtmektedir?
 
Kendisi de hukukçu olan hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ, resen soruşturulması gereken tehdit iddialarını neden yasal yollar açık diye geçiştirmektedir?
 
Kendi partisini bu yöntemlerle yönetenlerin ülkeyi böyle yönetmesine şaşmalı mı?
 
Muhalefet hukuk devletinin önemini ısrarla savunurken seslerini çıkarmayan hatta dalga geçenler, bugün hukuk devletinin kendilerine de lazım olduğunu en çarpıcı biçimde fark etmektedirler. 
 
Oh olsun diyecek halimiz yok. Hukuk devletinin bir lüks değil bütün vatandaşların insanca yaşaması için bir önşart olduğunu ne kadar çok kesim anlar ve savunursa demokrasinin geleceği için umutlar o kadar artar.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

31 Ekim 2017 Salı

Hanginiz daha zengin? - HAYRİ KOZANOĞLU

Servet raporuna göre dünyada 1542 kişinin 1 milyar doların üzerinde serveti var. Buna rağmen, raporun sorumluları zengin-yoksul uçurumunun “geri tepeceği” uyarısında da bulunuyor.

İsviçre Yatırım Bankası UBS ve çokuluslu danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers (PwC)’ın 2017 servet raporu geçen hafta yayımlandı. Geride bıraktığımız yıl dolar milyarderlerinin servetlerine servet kattıkları, toplam varlıklarının tam %17 sıçradığı ortaya çıktı.
Gerçi düşük faiz ve vergilerin kamçılamasıyla tüm dünyada borsalar yükseldi ama, 2017’de hisse senetleri ortalama % 8.5 artarken, milyarderlerin serveti bu performansı ikiye katladı. Dünyada tam 1542 kişinin 1 milyar doların üzerinde serveti bulunuyor. “Milyarderler kulübü”, toplam 6 trilyon dolarlık malvarlığını kontrol ediyor.

2017’de Çin öncülüğünde Asya’daki milyarder sayısı ABD’yi solladı. Ama hâlâ, toplam servetin neredeyse yarısı, 2.8 trilyon dolar Amerikalı süper zenginlere ait.
Raporu hazırlayan kuruluşların gelirleri, büyük ölçüde bu ultra zenginlerden elde edilen komisyonlardan ve danışmanlık hizmetlerinden kaynaklanıyor. Buna rağmen, raporun baş sorumlusu Joseph Stadler, zenginler ve yoksullar arasında açılan uçurumun “geri tepeceği” uyarısında bulunmaktan çekinmiyor.

Belli ki, UBS ve PwC velinimetlerinin varlığına yönelik bir toplumsal patlamaya karşı, uyarıda bulunma sorumluluğu hissediyorlar.

Stadler, “Bir kırılma noktasındayız. Servet yoğunlaşması Amerika’da ‘Gilded Age’ (Yaldızlı Çağ) diye bilinen dönem kadar yüksek” diyerek, 19. Yüzyıl’ın “tekeller dönemine” gönderme yapıyor.

Yine tekeller çağındayız
1870’lerden 1900’lerin başına kadar süren söz konusu zaman diliminde, ABD’de hızlı sanayileşme ve aşırı zenginleşme sosyal patlamaları getirmişti. Petrol, çelik, şeker ve pamuk az sayıda tröst tarafından kontrol edilirken; “hırsız baronlar” lakabıyla anılan Cornelius Vanderbilt demiryollarını, Andrew Carnegie çeliği, JP Morgan finansı tekelleri altına almıştı. 1901’de Theodore Roosevelt’in seçilmesiyle, “İlerici Çağ” adı verilen dönemde ise tekeller parçalara ayrılmış, servet vergileri konulmuştu.Şimdi de, ilaç, telekomünikasyon, sosyal medya, internet arama sektörleri başta olmak üzere, küresel bir tekelleşme söz konusu. Haliyle de servet, bu işkollarının “baronlarında” yoğunlaşıyor. Microsoft patronu Bill Gates’in malvarlığı 88 milyar dolar, Amazon CEO’su Jeff Bezos’un malvarlığı ise sırf perşembe günü 7 milyar dolar artışla, 90 milyar dolar olarak hesaplanıyor.
Bugün, dolar milyarderlerinin yaş ortalaması 63 iken, rapor 20 yıl içerisinde 70’e yükseleceğini öngörüyor. Haliyle zenginlerin en önemli kaygıları, vergi ödemeden bu serveti veliahtlarına aktarmak.

ABD’de “çaresizlik ölümleri”
Madem küresel milyarderlerin yoğunlaştığı başlıca merkezler ABD ve Çin, geçen haftanın buralardaki gündemlerine bir göz atmakta yarar var.
26 Ekim Perşembe günü, ABD Başkanı Donald Trump, geçen yıl ülkesinde uyuşturucu bağımlılığından 64 bin kişinin öldüğünü açıkladı. Bunlar sırf yaşamını kaybedenler; düzeni altüst olan, işini kaybeden, ailesi dağılan milyonlar da cabası. 2015 Nobel ödülü sahibi Angus Deaton’un, Anne Case ile yürüttüğü araştırma, “çaresizlik ölümlerine”, yani alkol, uyuşturucu, intihar kaynaklı vakalara, en fazla, orta yaşlı, lise ve daha az eğitimli beyazlar arasında rastlandığını gösterdi.
Peki Trump bu sosyal sorunlara çözüm aramakla mı meşguldü? Ne gezer! Aynı saatlerde Temsilciler Meclisi, Kurumlar Vergisi’ni %35’ten %20’ye indirecek, yani zenginlerin ceplerini dolduracak yasayı geçirmek çabasındaydı. Nitekim, uzlaşma sağlanıp da, Trump’ın ekonomi politikalarının rayına girdiği algısı oluşunca dolar yükseldi, TL’nin 3.80’nin üzerine fırladığı gözlendi.
Trump’ın vergi paketinin en kritik bir maddesi de, büyük toprak ve gayri menkullerin intikal vergisi. Diğer bir ifadeyle, Bill Gates benzerlerinin, milyar dolarlık mal varlıklarını varislerine kuruş vergi ödemeden geçirmelerini kolaylaştıran düzenleme.
Özetle, Trump’ın ülkesindeki dolar milyarderlerini denetim altına alacak hiçbir önleme başvurmaya, niyeti bulunmuyor. Aslında bu durum, temsil ettiği sınıf çıkarları göz önüne alınırsa şaşırtıcı değil; garip olan, seçimlerde kendisine en büyük desteğin “alkol, uyuşturucu, intihar” batağına sürüklenmiş, “yanlış bilinç” tutsağı, mavi yakalı beyaz işçilerden gelmesi.

Çin’in 318 milyarderi var
UBS ve PWC’nin araştırmasına göre, Çin’de ise, tam 318 dolar milyarderi bulunuyor. Raporun yayımlanmasından bir hafta önce toplanan Çin Komünist Partisi (ÇKP) 19. Kongresi Başkan Xi Jinping’in gücünü pekiştirmesine sahne oldu. Xi, Mao Zedung ve Deng Xiaoping’le aynı “ayar” kabul edilerek, ismi parti tüzüğünde zikredildi. Xi, kongrede özetle, Çin’in “büyük güç” haline geldiğini, artık dünya sahnesine arz-ı endam ettiğini vurguladı.
Hızlı büyüme temposuyla, Çin’de mutlak yoksulluğun gerilediği doğru. Ama bu ülkede gelir ve servet dağılımının hızla bozulduğu gerçeğini değiştirmiyor. ÇKP’nin, “nomenklatura”sı, diğer bir ifadeyle yandaş çevreleri etrafında “yeni bir burjuvazi” şekilleniyor. Ulusal Halk Kongresi’nin kendi beyanına göre, Çin’deki servetin üçte biri, “dünyaca meşhur” %1’lik kesimin “Beijing temsilcilerinin” elinde toplanmış durumda. Servetin kaynağı da, büyük ölçüde emlak spekülasyonu.Önde gelen zenginlerin birçoğu bizzat ÇKP kongresinin delegeleri.
Kısaca, Xi yolsuzlukla mücadeleyi öne çıkarırken, komünist partisinin iktidarda bulunduğu, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin yönetiminde , ne dünyadaki, ne de kendi ülkelerindeki gelir ve servet dağılımı bozukluğu ile ilgili, ciddi bir rahatsızlık gözlenmiyor.

Lenin’e, Mustafa Kemal’e, Mao’ya saygı borcu

 Dünyanın emekçileri, ezilenleri için hâlâ tarihin en önemli kavşak noktası olan Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümü’ne denk gelen şu günlerde, The Economist dergisi tarafından, “21. Yüzyıl’ın çarı” ilan edilen, Rus Devlet Başkanı Putin’in servetinin 24 milyar dolar civarında seyrettiği iddiası paylaşıldı. Emperyalizme ve gericiliğe karşı çetin bir mücadele sonucu kazanılan Cumhuriyetimizin 94. Yıldönümünü kutladığımız aynı dönemde, RTE’nin de Saray’ındaki oda sayısına mütenasip bir servete hükmettiğini tahmin etmek zor değil. Trump’ı zaten önce şişkin dolarları marifetiyle tanıdık. ‘Hangisi en zengin’ sorusuna şıp diye cevap vermek gerçekten kolay değil.

Ağzımızı dolarla açıp borsa endeksiyle kapadığımız; liderlerin servet yarıştırdığı bir çağda; parayla, pulla, mal-mülk istif etmekle hiç işleri olmamış tarihi kişiliklerin sırf bu erdemlerini hatırlamak bile , V.I. Lenin’in, Mustafa Kemal’in, bir yıl gecikmeyle ‘Kültür Devrimi’nin 50. yılında Mao Zedong’un anıları önünde saygıyla eğilmek için yeter…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Devrimci Doğan - ORHAN GÖKDEMİR

Cumhuriyetin kuruluşundan üç yıl sonra, 1926’da doğdu. Neredeyse cumhuriyetle başlayan bir hayattan söz ediyoruz. Demek ki 1960’lı yıllarda devrimle, cumhuriyetle aynı yaştaydı. Fakat 40 yıl sonra cumhuriyetin hali pek iç açıcı değildi. ABD, NATO, uluslararası sermaye ve onun işbirlikçilerinin eline düşmüştü vatan. Bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve her köşesi bilfiil işgal edilmişti. İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet, hatta hıyanet içindeydi.
Devrimci doğanlar görüyordu; İstiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti doğmuştu.
Devrimci doğan devrimci ölür. Doğan Avcıoğlu bir devrimciydi. Yönünü kaybetmiş ülkesine yön arayışıdır hayatı. Sonunda yönü bulmuş ve vatanın bu yola ancak devrimle sokulabileceğini görmüştü.
Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin en üretken aydınlarından. Sadece kitapları ile değil kurucusu ve yazıcısı olduğu dergilerle bir döneme damgasını vurdu.
“Yön” dergisi ile büyük bir aydın hareketinin öncüsü ve taşıyıcısı oldu.
“Devrim” dergisi ile bir aydın hareketi yaratmaya çalıştı. Araştırırken, yazarken hep devrimi düşünüyordu. Bir yandan Türkiye’nin çürüyen düzenini çözümlüyor, diğer yandan o çözümlemeden yola çıkarak ülkeye bir “yön” tayini yapmaya çalışıyordu. Genç cumhuriyetin eksik bıraktığı “Türklere bir tarih oluşturma” işini neredeyse tek başına omuzlamaya çalıştı. Kurtuluş savaşının tarihini yazmak gibi devasa bir işin altından başarıyla kalktı ve “Türkiye’nin Düzeni” ile Tanzimat’tan bu yana ülkenin yön arayışının çarpıcı bir analizini yaptı.
Bütün bu dönem boyunca sadece yazdıkları ile değil, yaptıkları ile de aydın hareketinin en önemli figürlerinden oldu. 1960’lı yıllar, ancak Doğan Avcıoğlu ile birlikte bakıldığında anlaşılabilir. O, bugünün olduğu kadar dünün anahtarıdır.

***

Yeni kuşaklara anlatalım bir parça… Bursa’nın Mustafakemalpaşa İlçesi’nde doğdu. Nüfus kütüğüne göre adı Mehmet Erdoğan. Babası Ahmet Celalettin ve annesi Pakize Avcıoğlu öğretmendi. Bursa Erkek Lisesi’ni ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Paris Siyasal Bilimler Okulu’nda master yaparken Aydın Yalçın’ın Forum Dergisi’ne yazdı. Paris’ten sonra bir süre de Londra’da kaldı. Yaşamı boyunca mücadele edeceği liberal ekonomi ve liberal demokrasi üzerinde çalışmalar yaptı.
Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde asistan oldu dönüşte. 1956’dan itibaren, Paris’ten okul arkadaşı Metin Toker’in haftalık Akis ve Kim dergilerinde, Ulus Gazetesi’nde makaleler yazdı. 1957’de CHP Araştırma Bürosu’nda Osman Okyar, Turhan Feyzioğlu, Bülent Ecevit ve Coşkun Kırca ile birlikte çalıştı. 27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra Kurucu Meclis’in Temsilciler Meclisi’ne üye seçildi. 1961 Anayasası’nın hazırlanmasına katkıda bulundu.
1961’de Mümtaz Soysal ve Cemal Reşit Eyüpoğlu’yla birlikte kurduğu haftalık Yön dergisiyle siyasal düşünce ortamının yeniden şekillenmesinde etkin rol oynadı. Yön dergisi “Kemalist sosyalizm”in izindeydi. Kemalist devrimin kazanımlarını savunan ve bunu sosyalizme taşımayı savunan görüşleri büyük bir aydın hareketine dönüştü. 20 Aralık 1961’de, derginin ilk sayı için hazırlanan ve 1042 kişinin imzaladığı Yön Bildirgesi hala ülkenin siyasal tarihinin en önemli aydın çıkışlarındandır.
1962’de kurulan Sosyalist Kültür Derneği’nin önde gelen isimlerinden. “Yön arayıştı; şimdi yönün ne olduğu bellidir; devrim” diyen Avcıoğlu 21 Ekim 1969’da haftalık “Devrim” dergisini çıkardı. Devrim’de “devrim”in Kemalist aydınların yol göstericiliğinde ve Kemalist “genç subay”ların öncülüğünde geniş bir cephe tarafından Milli Demokratik Devrim olarak gerçekleştirilebileceğini öne sürdü.
Avcıoğlu devrime hazırdı ancak şartlar onun planladığından bambaşka gelişmelere yol açacaktı. 1960’ların ilerici dalgası 12 Mart’ta bir askeri darbeyle durdurulmaya çalışıldı. Darbenin ardından “orduyu başkaldırmaya teşvik” iddiasıyla tutuklandı, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’ne tıkıldı. Yattı, çıktı. Büyük bir hayal kırıklığıyla 1973’te “pratik” işlerden çekildi.
Ancak 1960’lı yılların dalgası henüz geri çekilme noktasında değildi. Gelişmeler o askeri darbenin setini de yıkıp geçti. Arkasından 12 Eylül geldi. Devrimci doğanlar için uzun gericilik döneminin kapısı sonuna kadar aralanmıştı. Devrimci Doğan’ı işte o yıllarda kaybettik.
28 Şubat ve Ergenekon davaları da bu büyük hesaplaşmanın son adımlarıydı. 1960’lı yıllarda başlayan ikinci devrimci dalga böylece durdurulmuş oldu.
***
Cumhuriyetin devrimci döneminin kapanmasıyla baş gösteren ağır bir gerici karanlık dönemin içinden sıyrılıp geldi. Solcu olmanın, ilerici bir tutum takınmanın cezasının işkence, işsizlik, açlık, sürgün, hapis olduğu o dönemde bize “sosyalizm”i, “Kürt sorunu”nu, Nazım Hikmet’i öğretti.
Cumhuriyet yönünü kaybetmiş ve devriminden ürkmüştü. Onun yarım bıraktığı işleri hırsla, inatla, ölümüne çalışarak tamamlaya çalıştı. “Milli Kurtuluş Tarihi”ni, “Türkiye’nin Düzeni”ni, “Türklerin Tarihi”ni yazdı. Bunlar bir halk yaratmanın, ulus olmanın büyük entelektüel arayışıydı.
Avcıoğlu Cumhuriyetin ilerici birikimlerinin bir temsilcisiydi. Kapitalizme ve emperyalizme karşı ekonomik bağımsızlığı savunuyordu. İlericiydi. Gericiliğin Türkiye’deki egemen sınıfların temel tercihlerinden biri olduğunu her fırsatta söylüyor, yazıyordu.
Ülke hızla gericileşiyor, düzen cumhuriyetin kazanımlarından vazgeçiyordu. Çünkü kapitalizmin yoluna girmiş, emperyalizme bağımlı olmuştu. Öyleyse gericileşmenin durdurulmasının yolu emperyalizme ve kapitalizme direnmekten geçiyordu. O şartlarda istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti doğmuştu, müdafaa etti. Doğan Avcıoğlu fikriyatı ve pratiği budur.
Şöyle demişti yıllar önce: “Atatürk devrimleri hızını kaybettiğinden beri, Türkiye’yi, başta bulunanlar kim olursa olsun, toplumun en muhafazakâr kuvvetleri idare etmektedir. İsmine ister kasaba eşrafı deyin, ister toprak ve sermaye ağası deyin, mutlu azınlık deyin, bu kuvvet siyasi hayatımıza hâkim. Çok partili hayat bir dereceye kadar halka sesini duyurma imkânı getirdiği için ilerici bir adım olmakla beraber, esas itibariyle muhafazakâr kuvvetlerin durumunu sağlamlaştırmıştır. Bütün siyasi partiler onların nüfuzları altında. Parlamentoda onların türküleri çağrılıyor.”
Bugün içinden geçtiğimiz karşı devrim, Doğan Avcıoğlu tezlerinin ne kadar güncel olduğunun delilidir. Bugün de bütün siyasal partiler gericiliğin nüfuzu altında, parlamentoda, okulda, sokakta, kışlada, camide onların türküleri çalınıyor. Bugün de istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti yakıcı bir sorun olmayı sürdürüyor. Ve dün olduğu gibi bugün de bu gerici dalgayı durdurmanın yolu emperyalizme ve kapitalizme karşı direnmekten geçiyor.
Yarının Türkiye’si işte bu amansız mücadeleden çıkacak. Ya gerici bir dalga ile savrulan, duraklayan, gerileyen devrim tamamlanacak, ya da gericilik devrime galebe çalacak. Tezleri düne olduğu kadar yarına da ışık tutmaya devam ediyor özetle.

***

Devrimci doğan devrimci ölür. Doğan Avcıoğlu devrimci doğmuş bir cumhuriyetçiydi. Yönünü kaybetmiş ülkesine bir yön arayışıdır hayatı. Sonunda yönü bulmuş ve bunun ancak devrimle gerçekleşebileceğini görmüştü.
Ölüm yıldönümünde, 4 Kasım’da Kadıköy’de dostlarıyla, okurlarıyla, sevenleriyle toplanıp anacağız hep birlikte. Düzen karşısındaki tavizsiz duruşundan, özenle geliştirdiği fikirlerinden feyz alacağız. Ve ne yazık uğruna yaşayıp öldüğü cumhuriyetin yıkıldığı, laikliğin darmadağın edildiği bir dönemde yapacağız bunları.

Bıraktığı yerdeyiz ve başladığı noktadayız. Gericilikle mücadele ediyoruz ve sosyalist bir cumhuriyet istiyoruz. Yine yeni bir “yön” tayinine ve yeni bir “devrime” ihtiyacı var vatanın. Sözümüz var; Bıraktığını tamamlayacağız. Anıyoruz, arıyoruz, yepyeni devrimci bir Doğan görüyoruz…
Başlıyoruz!

Orhan Gökdemir/ SOL

Erdoğan Atatürkçü olursa... - KEMAL OKUYAN

Uzun adam anti-emperyalist oldu, yavaş yavaş Cumhuriyetçi oldu, şimdi de Atatürkçü oluyormuş… Herkesin Cumhurbaşkanı diyeceklermiş ona…
Yeni strateji buymuş.
CHP içinden bu stratejiye destek verecekler çıkacakmış. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra değişiyormuş. Ah, bir de laikliğin değerini kavrasaymış! Ama az bekleyin, iki vakte kadar o da olacakmış.
Hal böyleyken uluslararası güçler Erdoğan’ı sıkıştıracak, onu devirmek için fırsat kollayacakmış. Bu nedenle Erdoğan’ı savunmak vatan göreviymiş.

Ne güzel değil mi, bütün yollar Erdoğan’a çıkıyor ya da  Erdoğan bütün yollara çıkıyor!

Önce şuna açıklık getirelim: ABD ve diğer NATO ülkelerinin müdahale etmediği, köşeye sıkıştırmaya çalışmadığı, şantajla terbiye etmediği tek bir başbakan ya da cumhurbaşkanı bulamazsınız bu ülkenin tarihinde. Buna en Amerikancı olanlar da dahildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin iç dinamikleri vardır, bu ülkede siyasetçilerin davranışları sadece Beyaz Saray stratejistleri tarafından belirlenmemektedir ve de giderek semiren patronlarımızın kâr arayışları Türkiye’nin uluslararası kapitalist sistem içindeki konumunda belli değişiklikleri zorunlu kılmaktadır.
Söylediğimiz kural Amerikancılıkları hiç tartışılamayacak Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Kenan Evren, Turgut Özal, Tansu Çiller için de geçerlidir. Güçlü emperyalist ülkeler kendilerine yıllarca saygıda kusur etmeden hizmet veren aktörleri bile daha fazla kontrol etmeye, sıkı sıkıya kendilerine bağlamaya, gerekiyorsa da tasfiye etmeye çalışırlar. Burada yeni bir şey yok.

Emperyalistlerden ve uşaklarından her tür alçaklığı bekleyebiliriz.
Kimi siyasetçiler bu tür müdahaleleri uyum sağlayarak, geri adım atarak savuşturur. Kimileri ise manevra yapmayı ve arkasını güçlendirmeyi tercih eder; belki geri adım atacak yeri kalmamıştır, belki bir hesap hatası yapıyordur, belki uzlaşmanın ya da yeniden göze girmenin bedelinin çok ağır olduğunu hesaplıyordur, belki çaresiz olmadığını göstererek pazarlık masasında el yükseltiyordur.
Bunların önemli bölümünün Erdoğan için geçerli olduğunu düşünebiliriz.
Uluslararası koşullar da bu manevralar için uygundur. Emperyalist sistem içinde bir hegemonya krizi yaşanmaktadır. En tepedeki ABD en tepedeki yerini kaybetmektedir ama onun yerini alacak bir güç henüz ortaya çıkmamıştır. ABD hem bu durumun paniğini hem de benzersiz bir siyasi kilitlenmeyi yaşamaktadır. Onun hegemonyasını sürdürmesi, dünyadaki dengelere sürekli müdahale etmesine bağlıdır ama ne buna artık gücü yetmektedir ne de Çin ve Rusya onun hamlelerine izin vermektedir.
Bir garip durumdur bu; dünyanın mevcut durumundan memnun olması gereken ABD mevcut durumu değiştirmeye çalışmakta, en büyük ekonomik güç haline gelmeye başlayan Çin ise mevcut durumun değişmesini istememektedir çünkü zaman onun lehine işlemektedir!
 Burada Almanya’ya da değinmek gerek ama konumuz emperyalist dünyadaki tepişme değil.

Konumuz Erdoğan’ın Atatürkçülüğü!
Uluslararası koşullar burada şu nedenle önem kazanıyor: Emperyalist sistem ABD’den ibaret değil! Emperyalist sistem bugün bir-iki istisna ile bütün ülkeleri içine alan hiyerarşik bir yapı. Kapitalist sömürünün olduğu her yer bu kapsamda görülmeli. Bu sistemde herkes gücü oranında etkiye sahiptir, bu etkiyi başka ülkelerin ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamını değiştirme yeteneğine kadar genişletebilen ülkelere emperyalist diyoruz. Dolayısıyla emperyalizm askeri müdahaleler, işgaller ya da bir dış politika pratiği olarak görülemez. Kapitalizmin tekelci aşamasının bir özelliğidir.
ABD ile sürtünmesi olan her ülkeye, her siyasetçiye anti-emperyalist demek cehalet değilse, sahtekarlıktır.

ABD emperyalizmine karşı olmadan devrimci, ilerici olunmayacağı çok açıktır ama tersi yeterli değildir. Dolayısıyla Erdoğan’ın ABD ile sürtünmesi ya da çelişkileri onun temel özelliklerini, değiştirmemektedir.

Zaten biraz da bu nedenle ısrarla sömürü düzenine karşı olmadan emperyalizmle hesaplaşamazsınız diyoruz.

Peki “renkli devrim” girişimlerine karşı ne yapacağız? Gerçek devrimciler yıllardır ve hemen her ülkede dolarla, CIA aklıyla, Alman vakıflarının himayesinde iş çeviren ve solculukla alakası olmayan bir muhalefet türünden uzak dururlar, durmalılar. Dahası onları teşhir görevi öncelikle devrimcilerindir. Erdoğan’ı iktidara taşıyan sözünü ettiğim işbirlikçileri de içine alan uluslararası bir operasyondu. Buna zamanında karşı duranlar, aynı operasyonla Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılması veya alt edilmesine de karşı dururlar.

Ancak burada asıl taraflaşma Erdoğan’ın oradan oraya gezindiği düzen cephesi ile emekçi halk arasındadır. Karşı tarafta ABD ve diğerleri, bütün emperyalist sistem, patronlar, sömürü düzeni, gericilik bir bütün olarak yer almaktadır.

Erdoğan’ın kendi elini güçlendirmek için Atatürkçülüğe de başvuracak olmasının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

 Mustafa Kemal, 1920’lerin başında bu coğrafyadaki saflaşmada devrim safında yer alan bir liderdir. Emperyalist işgale karşı durmuştur, gericiliğe karşı durmuştur, Sovyetler Birliği ile dostluğu tercih etmiştir. Erdoğan’ın öncülleri ise diğer taraftadır. Bu gerçek manevralarla değişmez.
Demeçlerine Atatürk’ün adını ekleyerek kendini aklayacağını sanıyorsa aldanıyor.
Bunu alkışlayanlar, bundan keyif alanlar bu düzenin sürmesini isteyenlerdir; halkın çıkarları, sömürü filan onların umurunda değildir.

Kemal Okuyan / SOL

İmparatorun - Sultanın Elçileri! - ÖZGEN ACAR

Dışişleri Bakanlığı, “diplomasi mesleğini” şöyle tanımlıyor: “Tarih boyunca devletlerin ulusal çıkarlarının korunmasında ve hatta ulusların kaderlerinin tayin edilmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.”
 
Bu nedenle bakanlığa alınan büyükelçi olabilecek “meslek memurlarının” tanımlaması ise şöyle: “Dışişleri Bakanlığı’nın görevlerinin yerine getirilmesinde, çeşitli kademelerde görev ve sorumluluk alarak diplomasi mesleğini icra eden bakanlığın yönetici kadro memurlarıdır.”

 
Bu nedenle, bakanlığa alınan “büyükelçi adayları” çeşitli alanlardaki yazılı sınavların her birinden 100 üzerinden 70 geçer not almaları yetmez, başarı sağlayanlar ayrıca sözlü sınavı da başarmak zorundadırlar. 


Adayların ve sınav kâğıtlarının nesnel ve önyargılı müdahaleden uzak bir biçimde değerlendirilmeleri “Dışişleri Bakanlığı’na, bulunduğu saygın noktada tutan en önemli öğe” özelliğini vermektedir. 


Aday meslek memurları, önce temel eğitim, sonra daha kapsamlı hazırlayıcı eğitim ile yurtiçi ve yurtdışı staj görürler. Bakanlık piramidinde yükselirken çeşitli sınavlardan geçmenin yanı sıra, başarıları, mesleğe uyumları da dikkate alınır. 


40 yıllık meslek yaşamlarının sonunda herkes “büyükelçi” olamaz!


İmparatorun Büyükelçisi Japonya’nın yeni Büyükelçisi Akio Miyajima, geçen hafta AKP Reisi Umumisi olan Sultan’a güven mektubunu sunarak göreve başladı. Miyajima’yı biraz tanıyalım:
• 1994’te Vaşington Elçiliği’nde görevliyken 30 eyaleti gezerek Kongre ve Başkanlık seçimlerini izledi.
 2001’de Nev York’ta 9 Eylül saldırısından sonra Bakanlığının Kuzey Amerika Bölümü Müdürü oldu. Başbakan Junichiro Koizumi ile ABD Başkanı George Bush’u ağırladı. İki yıl sonra Başbakan’la birlikte Bush’un Teksas’taki çiftliğinde görüşmelere katıldı.
 2013’te Londra Büyükelçiliği Müsteşarı oldu.
 Hükümetin Uluslararası Barış İşbirliği Genel Müdürlüğü’ne getirildi. 


Sultanın Büyükelçileri

Murat Mercan: Sultan, AKP’nin kurucularından, Dışişleri Mesleki kadrosu dışından Mercan’ı Tokyo’ya büyükelçi atadı. Mercan’ı tanıyalım:
*Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. ABD’de doktora yaptı. Cleveland ve Bilkent üniversitelerinde ders verdi.
*22 ve 23. dönem Eskişehir milletvekili idi. 22. dönemde Avrupa Konseyi Parlamenterler Birliği Türk Heyeti Başkanlığı’nı, 23. dönemde Dışişleri Komisyonu Başkanlığı’nı yürüttü.
• 24. dönem seçiminde liste dışı kalınca 2012’de Enerji ve Tabii Kaynaklar bakan yardımcılığına atandı, 2014’te istifa etti. 


Abdulkadir Emin Önen: Yeni Pekin Büyükelçisi Önen, “Atasay Kıymetli Madenler Anonim Şirketi’ni” Cihan Kamer ile birlikte kurdu. 2007 seçimlerinde AKP’den Şanlıurfa milletvekili adayı olunca şirketten ayrıldığını açıkladı.
Sultan’ın oğlu Bilal Erdoğan, Burak’tan gelini Sema’nın da Atagold’da ortak olduğu çeşitli kereler yazıldı. Atasay Kuyumculuk’un sahibi Kamer’in AKP’li milletvekilleri de ilginç bağlantıları bulunuyor. Kamer, Sultan’ı ailesiyle birlikte Florya’daki konutunda sıkça ağırlıyordu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Sultan’a Ekrem Tosun’u tanıyor musun?” diye sormuş, “Tanımıyorum!” yanıtını alınca “Oğlu Bilal’e sorsun. O da bilmiyorum derse, Cihan Kamer’e sorsun!” demişti.
23. ve 24. dönem AKP Şanlıurfa milletvekili olan Önen, Sultan’ın “başdanışmanlık” görevindeydi.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde “ithalat ve ihracat alanında faaliyet gösteren bir danışmanlık şirketinin kurucusu” Önen, şimdi Pekin’e büyükelçi yapıldı! 


Ayşe Hilal Sayan Koytak: Dışişleri bürokrasisi dışından ilk kez bir Arap ülkesine atanan kadın büyükelçi oldu.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı iken, 36 yaşındaki ablası, Sultan’ın danışmanlığını da yapmış olan Fatma Betül Sayan Kaya’nın “bakan” olması üzerine görevinden istifa etti. 


Merve Kavakçı: Adı çok tartışılan, milletvekilliği iptal edilen ve aynı zamanda ABD vatandaşı da olan Kavakçı’nın Malezya’ya büyükelçi atanacağı temmuzda açıklanmıştı. Ancak son kararnamede yer almadı. Malezya’dan “kabul mektubunun” her nedense gelmediği anlaşıldı!


Özgen Acar / CUMHURİYET

30 Ekim 2017 Pazartesi

Bir “İslami paganizm” figürü olarak Erdoğan - TAYFUN ATAY

Neil Postman’la Camille Paglia’nın unutulmaz bir sohbeti vardır (1991). “Harper’s Magazine”, onları New York’ta bir lokantada buluşturup konuşturmuştur. Konuşma, yazılı kültür çocuğu Postman’la görsel kültür çocuğu Paglia arasında müthiş bir “münazara” olarak şekillenir. Fakat bu “kaliteli tartışma”nın asıl konusu dindir (Türkçesi için bkz. “Birikim”, Sayı: 63, Temmuz 1994, Çev. Osman Akınhay).
“Televizyon: Öldüren Eğlence” yazarı (Ayrıntı Yayınları, 1994) ve kitap "savunman"ı Postman, günümüz görsel kültürünün kitabi dinlerin içsellik ve derinliğini, dolayısıyla kutsallığını kaybettirip onları alabildiğine dünyevileştirdiği iddiasındadır. Televizyonlu bir hayatın içine doğmuş kültür eleştirmeni Paglia ise televizyonun, Hristiyanlığın özellikle Katoliklikte belirginleşen “paganik” yönüne hitap ederek aslında dünyevileşmeye değil dinselleşmeye yol açtığı kanısındadır.
Paglia’ya göre, 20’nci yüzyıla damgasını vuran sinema da, televizyon da, pop kültür de ikonlar, ikonalar yaratmak, yaymak, benimsetmek anlamında “kutsal”ı yeniden var eden “pagan” pratiklerdir. Televizyonla birlikte kutsallığa temel oluşturan ruhsal aşkınlık duygusunun yitip gittiğini söyleyen Postman’ın aksine Paglia için televizyonla birlikte kutsal, her yerdedir.

***
 
Ben bu tartışmada Postman’a yakın düşerim. Ancak Paglia’nın söylediği her şeyin kategorik olarak reddedilebileceği noktasında da değilim.
Televizyonla, ekranla, görsel kültürle birlikte görüntünün bir kült ve fetiş kaynağı olma yolunda işlevselleştiği, dolayısıyla televizyonun paganik motivasyonu kışkırttığı önerisini ciddiye almak gerekir.
Şu şartla ki yine Postman’ın vurguladığı gibi, imgelerin “sekülerleştirilmesi” (dünyevileştirilmesi) denilen eğilimin, yani hem görüntülerin sık sık verilmesinin, hem de görüntü ile ticarileştirme arasındaki “rezil” bağın dinsel sembolizmi yok etmesi, semavi tektanrıcılık kadar, pagan çoktanrıcılık için de geçerlidir. Çünkü ne kadar ikon, ikona üretim tezgahı da olsa ekran, sonuçta kutsal yaratmak (“enchantment”) değil, eğlence yaratmak (“entertainment”) peşindedir.

***
 
Bunları bana yazdıran, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ankara’da açılış törenine katıldığı Melike Hatun Camii’nde Kur’an okuduğunda ortaya çıkan “manzara”.
İki gündür sosyal medyada sular seller gibi (Postman’ın vurgusuyla, “sık sık”) akmakta olan görüntülere bakın!..

İslam’ın da şu “elektro-dijital zaman”da artık görselliğin “paganik” itkili çekiciliğine kapıldığını hissedeceksiniz!..
Hele Cumhurbaşkanı ile aynı saftaki cami imamının Erdoğan Kur’an okurken öne doğru kaykılıp elindeki cep telefonuyla çekim yapmak için kıvranışını hiç kaçırmayın!
“Din-i İslam” adına Kur’an’ın ve “Yaratıcı”nın değil, tüm somutluğuyla Recep Tayyip Erdoğan’ın öne çıktığını/çıkarıldığını düşünmeden edemeyeceksiniz!..

***
 
Cumhurbaşkanı’nın Kur’an okumasında sorun yok. Sorun, “sunum”da…
İmam-Hatip kökenli Erdoğan tabii ki Kur’an okuyacaktır. Karşımızda değme âlime, hocaya, şeyhe, hatta Cübbeli’ye, diğer “İsmail Ağa”cılara, yanı sıra Menzilcilere, Süleymancılara taş çıkartacak kadar dini iyi bilen bir siyasi lider, daha doğrusu muktedir var.
O yüzden hep söylüyoruz, bu saatten sonra tarikatlardan, cemaatlerden bir cacık olmaz.
Mesele, Erdoğan’dan Türkiye’ye, bize, hepimize ne olacağıdır!..

***
 
Bu soruya da din bağlamında, yani dine ne oluyor, ne olacak diye baktığımda, işte Ankara’daki görüntüyü Postman-Paglia tartışmasıyla buluşturarak başlığa da yansıyan sonuca varıyorum: Bir “İslami paganizm”e doğru gidiyoruz!..
Camideki görüntü, Kur’an’ın ve onun "sahibi"nin kutsallığından ziyade Erdoğan’ın kutsallığını duyumsatıp telkin etmekte bize…
Kul, Kur’an okuyacaktır. Lâkin bu kul, başkalarınca “kült” kılınmışsa, cami imamı bile nerede olduğunu, neyle vazifelendirildiğini unutup “Reis”in Kur’an tilavetini “görüntüleme” derdine düşmüşse artık ortada Allah’ın geri plana itildiği bir durum var diye düşünmek de kaçınılmazlaşmaktadır.
Bu, bilincinde olunsun olunmasın, paganizme çalan bir motivasyondur!..

***
 
Postman, televizyon-din ilişkisi üzerine kaleme aldığı notlarda meşhur Evangelist “televaiz” Jimmy Swaggart’ın herkesi ekrana kilitleyen performansını değerlendirirken şunları söyler:
“Swaggart, Tanrı’dan daha iyi oynamaktadır. Tanrı yalnızca zihinlerimizde varken, Swaggart izlenmek, hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır” (“Öldüren Eğlence”, s. 135).
Postman’ın söylediklerini Melike Hatun Camii’nden yansıyan görüntülere uyarlayarak noktalayalım: Allah, yalnızca zihinlerde ve kalplerde varken Erdoğan izlenmek, hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Akşener rüzgârı - ERGİN YILDIZOĞLU

Bir Akşener rüzgârı esiyor. Akşener ve “İyi Parti”ye, “AKP’yi ve Erdoğan’ı iktidardan uzaklaştırabilecek, ülkeyi parlamenter demokratik hatta laik bir düzene geri götürebilecek bir güç olabilir” umuduyla bakılıyor. Aynen, 15 yıl önce AKP yükselirken (laiklik beklentisi dışında) olduğu gibi. Yine arzular, kanaatler, sistemli düşüncelerin, fanteziler de gerçekliğin yerini alıyor... 

Arzular kanaatler yerine biraz düşünce...
“Biz insanları kendileri hakkında söylediklerinden değil, yaptıklarından hareketle değerlendiririz” önermesini sol aslında çok iyi biliyor ama kimi zaman birileri nedense unutarak, “niyet okumayın” saçmalığını ciddiye almayı seçebiliyor. AKP karşısındaki deneyim, böyle unutmaların neye mal olduğunu çok iyi gösterdi.
Bu, “Yaptıklarından hareketle”, önermesini değerlendirebilmek için de “insanların bilinçlerini toplumsal varlıkları belirler” önermesini anımsamamız gerekir. İnsanın bilinci (ve bilinç dışı) bireyin olgulara tepkilerini, davranışlarını şekillendirir. Sosyolog, Bourdieu’nün habitus kavramı bu bilinci belirleyen “sosyal varlık” alanını anlamaya olanak veren güçlü bir araç sunar.
Habitus, bireyin içinde geliştiği, böylece kimliğinin şekillendiği kültürün (“davranış tarzlarının bir sonraki kuşağa genetik olmayan yollarla aktarımı”) içinde oluşan bilişsel haritaya, doğru - yanlış”, “olabilir - olamaz”, “söylenebilir - söylenemez” ikilemlerine ilişkindir. İnsanlar toplumda karşılaştıkları olguları bu habitus içinde biriktirdikleri temel bilgilerle, değerler, güdüsel mekanizmalar stokuyla anlamlandırırlar. Tepkilerini, davranışlarını, projelerini bu habitus yönlendirir.
AKP yükselirken onun liderliğini ait oldukları “habitus” içinde değerlendirebilenler, yükselişin yönünü doğru okuyabildiler ve sık sık uyardılar. Kimileri de “niyet okumayın”... “Ben yıllardır bu arkadaşlarla birlikteyim bana öyle bir niyetleri olmadıklarını söylüyorlar” gibisinden fantezilere kapıldılar. Olan olduktan sonra da “kandırıldık” filan. 

Sözler ve göstergeler
Şimdi karşımızda, “İyi Parti” (İP) var. Bu partinin liderliği, İP’yi merkez sağda AKP’nin alternatifi onun iktidarına son verecek güç olarak tanımlıyor. “AKP seçim kaybetmeyi kabul eder mi?” sorusu bir yana, İP’nin liderliğinin ait olduğu habitus, demokrasi ve özgürlükler açısından iyimser olmaya izin verecek özellikler taşımıyor. 1980 öncesine uzanan MHP geleneği, Çiller dönemi İçişleri Bakanlığı deneyimi, İP liderliğinin ait oluğu habitus ve olgulara vermesi olası tepkiler, siyasette benimseyebilecekleri projeler hakkında bize önemli ipuçları veriyor. 
 
Bugün Türkiye siyasal yaşamının sorunlarının başında, AKP’nin kurduğu devlet bir yana, laikliğe yönelik saldırılar ve Kürtlerin hak ve özgürlük talepleri geliyor. İP’nin liderinin partisini tanıtırken yaptığı konuşmada, bu iki konuya değinmeden geçmesiyse, özgürlük, siyasal istikrar, adalet, demokrasi vaat eden sözlerin içlerinin boş olduğunu düşündürüyor. 
 
İP liderinin, Anıtkabir ve Hacı Bayram Veli türbesi ziyaretlerinde sergilediği giysi, tarzları arasındaki kontrast, böylece sergilediği göstergeler de umut vermiyor. 

 Akşener’in türbe ziyaretinde başını örtmesi, muhafazakâr, hatta cinsiyetsiz giysi tarzı, türbe ziyaretinin adabına uygun bir görüntü sunuyordu. Ancak bu görüntüde, “uygun adaptan” fazla bir şey de vardı. Akşener’in özenle ve belli bir biçimde bağlanmış siyah başörtüsü ve siyah giysileriyle birlikte çarşaf izlenimi veren görüntüsü sıradan bir türbe ziyareti adabına, belli (dinci) gözler için tasarlanmış ek bir anlam katıyordu. 
 
Sonuç olarak, İP’nin liderinin konuşması, parti programı ve tüzüğü, siyasetin (sol ve sosyal demokrasinin sol kanadı dışındaki) tüm akımlarına hitap etmeye çalışıyor; bu çaba da ortaya oldukça eklektik ama kolaylıkla görülebilen, CHP’yi daha da zayıflatmaya, AKP’ye koltuk değneği olmaya aday bir Türk-İslam sentezi platformu koyuyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet’e sol lazım - FATİH YAŞLI

İlanının 94. yılında bir cumhuriyetimiz var mı hâlâ? Bu soruya duygusal bir şekilde “evet” de diyebiliriz ama buradan ne bir politik mücadele, ne de bir politik mücadele programı çıkar. Cumhuriyet’in yıkıldığını, gericiliğin, despotizmin ve piyasacılığın Cumhuriyet’i, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasını ve kurumlarını yıktığını kabul etmeliyiz ki, “1923’ün gerisine düşmeden daha iyisini, daha eşitini, daha özgürünü kuracağız” diyebilelim.

 İşte Cumhuriyet’in 94. yıldönümündeyiz ama kim bugün Türkiye’de bir cumhuriyet idaresi olduğunu iddia edebilir ki? Anayasası yok, parlamentosu yok, kurumları iğdiş edilmiş, iktidarı tek bir kişi ele geçirmiş, ülke saraydan yönetilir hale gelmiş, demokrasi dört yılda bir sandığa gidip iktidar partisine oy vermeye indirgenmiş, olağanüstü hal süreklileşmiş, Kanun Hükmünde Kararnameler birer padişah buyruğu olmuş, tarikatlar,  cemaatler ülkeyi ve en çok da kadınları, çocukları rehin almış…

Burada cumhur da, Cumhuriyet de, yurttaş da yoktur, gericilik ve despotizm sadece kul, sadece tebaa istemektedir.

Yoksulluğun idaresi için cehalete, cehaletin idaresi için yoksulluğa ihtiyaç vardır. Bu da sürüleştirilmiş, zombileştirilmiş, itaatkâr kitleler demektir. Örgütsüz toplum, sendikasız işçi, sessiz, boyun eğen, boyun büken bir halk… Hayallerindeki ülke budur, hayallerindeki rejim tam olarak budur ve burada Cumhuriyet’e yer yoktur.

Cumhuriyet’in olmadığı yerde mesela hanedan torunları vardır. Ellerindeki tapularla “Burası dedemin” diye dolanabilirler, “Dedemin köşkünde o sergiyi yaptırmayız” diyebilirler, Osmanlı döneminde yaşasa sarayın kapısından içeri sokulmayacakları halde kendilerine “Osmanlı torunu” diyen lümpenler bunu emir telakki edip ağızlarından tükürükler saçarak sergi basabilirler, “ecdat, ecdat” diye zırvalayabilirler.

Bu bir akıl yitimidir, bu “medeniyet kaybı”dır, kültürel çoraklaşmadır, hakikatten kaçış ve fantezi evrenine sığınıştır, güya “ecdad”ı anlatan televizyon dizileriyle yapılan bitimsiz bir siyasi mastürbasyondur. Burada bir yıkım, etik, politik, toplumsal, ekonomik bir çöküş vardır. Cumhuriyet çökertildikçe teslim olunan budur, ülkeye giydirilen deli gömleği bu yıkım projesidir.
İşte bakın toplumun önüne alternatif, umut, çözüm diye koydukları son şeye: Osmanlıcı iktidarın karşısına çıkardıkları, son yıllarda yükselen yeni Türk-İslam sentezciliğin popüler tüketim nesnesi olan Kayı boyu sancağından “İYİ” diye parti adı üreten başka bir sağcılık, başka bir Osmanlıcılık. Önce Anıtkabir’de, sonra türbede fotoğraf, dinsel dozajı hafifletilmiş bir milliyetçilik, aynı anda hem Anadolu muhafazakârlığının hem kentli seküler kitlelerin teveccühünü kazanmaya oynama arzusu ama hep sağcılık hep sağcılık. Sağın karşısına alternatif diye koydukları şey aynı: Bileşimi, dozajı, değiştirilmiş, bir kadın lider figürü üzerinden imajı tazelenmiş sağcılık.

Peki sağcılığa sağcılık alternatif olarak sunulurken, Cumhuriyet’in çökertilmesi ile özsel olarak bir derdi olmayan Osmanlı sevdalıları iktidardaki Osmanlı sevdalılarına rakip olarak gösterilirken, Cumhuriyet’i kuran partiyi yönetenlerin acziyetine ve düşünsel-politik sefaletine ne demeli? Sağın alternatifi olarak yeni bir sağ parti siyaset sahnesine çıkarken, yıllardır iktidarla sağcılık yarıştırıp başarılı olamayanların, şimdi bir de muhalefetteki bir partiyle sağcılık yarıştırmasına, buradan
yürüyebileceklerine ve iktidar olabileceklerine inanmasına ne demeli?

Türkiye toplumu hızla İslamize edilirken, Türkiye toplumu milliyetçi hamasetle yönetilmeye devam edilirken, Türkiye’de siyaset adım adım sağcılaştırılırken ve tüm bunlar üzerinden Cumhuriyet’ten geriye son kalan şeyler de yok edilirken, bu yıkım projesinin diliyle konuşarak, bu yıkım projesini karşıya almayarak, hedef tahtasına oturtmayarak, bu yıkım projesiyle cepheden bir karşılaşmayı göze almayarak varılacak bir yer yoktur. Bu projenin dışında durmadıkça, bu projenin dışından konuşmadıkça, bu projeyle hesaplaşılmadıkça, bu projeye alternatif sunmadıkça buradan çıkılamaz, bu yıkım durdurulamaz, Cumhuriyet’in daha yenisi, iyisi, güzeli kurulamaz.

Bugünün Türkiye’sinde sağıyla soluyla düzen siyaseti Cumhuriyet’in yıkımının ortağıdır ve buradan bir umut devşirmeye çalışmak abesle iştigaldir, Cumhuriyet’i solsuzluk, sol korkusu, örgütlü toplumdan, örgütlü işçilerden, örgütlü köylülerden, örgütlü gençlerden korkmak yıktı, sol zayıfladıkça Cumhuriyet de zayıfladı, sol siyaset sahnesinin dışına atıldıkça Cumhuriyet ve değerleri de siyaset sahnesinin dışına düştü.Cumhuriyetçilik mi? Bugün ancak solda durarak, solu yeniden siyaset sahnesine çıkartma iradesiyle, sol değerleri toplumla buluşturarak, sol siyaseti toplumsallaştırarak ve kitleselleştirerek mümkündür. Laiklik, aydınlanma, bilim, akıl, yurttaşlık…

Bugün bunları ancak solcular savunabilir, bugün bunlar ancak solculaşarak, düzenin dışına düşerek savunulabilir. Türkiye’de yeterince sağcılık ve dolayısıyla yeterince kötülük var, Türkiye’nin ihtiyacı olan şey soldur, iyiliğin de umudun da aranacağı yer burasıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Yarım kalan şarkı: Jara - ZAFER DİPER

Her yıl sevdiklerimi anmak isterim, boynumun borcudur hem; ne var ki araya o girer bu girer derken atlarım kimi doğumu da ölümü de; eylül ayında Victor Jara’yı (1932-1973) olduğu gibi.
Yıl 1987. Kadıköy Kültür ve Sanat Merkezi’ni kurmuşuz Bahariye’de (şimdi orası Şevket Çoruh’un Baba Sahne’si). Başta film gösterimi, tiyatro var; kimileyin de dinleti, açık oturum, anma günleri izlenceleri. Yapının dört yüzü aşkın bir alabilirliği (kapasitesi) var. Üç katlı. Her katta ses düzeni; gezineklerde (fuayelerde), etkinlik öncesi ve sonrası, aralarda müzik yayını yapılıyor. Seçmece çeşitli müzik topluluklarını ve gözdelerimiz Carta’yı  Yupanqui’yi, Jara’yı dinletiyoruz izleyicilere..

Bir gün, orta yaşlarda bir kadın başını uzatıyor kapıdan, yüzü ışıklar içinde: “Nerden buldunuz Jara’yı? Ben de hayranıyım da...” Alçak bir sesle ekliyor: “Çalınmıyor, bulunmuyor hiçbir yerde. Yasak olduğunu sanıyorum..” ve sonra yaklaşıp kulağıma fısıldıyor: “Acaba Jara’nın bu şarkılarını bana da verebilir misiniz?”

1996-97 dönemi. Beyoğlu Muammer Karaca Tiyatrosu’nda Ölümsüz Şarkı’yı sahneliyoruz. Duygu Durgun’un (Cumhuriyet) eleştiri yazısından yola çıkarak özetlenebilir: “Victor Jara, müzik yeteneğini törenlerde şarkı söyleyen annesinden almıştı. O bir Cantador’du (Doğa ve insan temelinden kopmadan kendisini toplumsal savaşıma adayan şarkıcılar) Sanat yaşamına tiyatroyla başlamışsa da, daha kitlesel olduğu düşüncesiyle zamanla folk müziğine ağırlık vermeye başladı. Latin Amerika, Avrupa, Asya turnelerinde; toplumsal-siyasi yaşamın bir silahı olarak gördüğü şarkılarını faşist baskılar altında yaşama göğüs geren halklar için söyledi. 1970’de sosyalist Salvador Allende başkanlığa seçildiğine, onun en önemli destekçilerinden biri haline gelen Jara, 11 eylül 1973’teki darbe sonrasında iktidara geçen Pinochet’in bir numaralı düşmanı olacaktı. Eşi görülmemiş işkencelerin ve katliamların yaşandığı Şili’de ilk tutuklananlardan biriydi Jara. Ve daha önce sayısız konser verdiği, toplama kampına dönüştürülen Estadio Chile stadyumunda işkenceyle yaşamına son verilecekti. Oyun, Jara’nın yaşamöyküsünü yansıtırken, Şili’nin yakın tarihinde yaşananları da aktarmayı amaçlıyor…”

Tüm şarkılarına ulaşmak ne zordu! Dışardan bulundu da getirtildi bir yol, sağolsun Teoman Kumbaracıbaşı’nın aracılığıyla. Şarkılarının tümünün sözleri çevrildi. Birbirinden güzel doksan iki şarkı içinde yalnızca yedisi kullanılabildi oyun içinde. Bir de “oyunlaştırma” vardı ki, ne çile! İki yıla yakın bir süre, ne uğraş! Jara üzerine çok az yazılı-basılı belge vardı. Prof. Dr. İlhan Başgöz, büyük katkı sundu Amerika’dan. İndiana Üniversitesi kütüphanesinden parça parça tıpkıçekimlerle(fotokopi) Türkiye’de olmayan toplam üç kitap gönderdi. Topluluğumuzdaki arkadaşlardan Özgür Atanur, Americas Watch Comitee/Chile: 1973-1983; Ceyda Aşar, Fear in Chile; ve oyuna ana kaynak olan, eşi Joan Jara’nın 1983 yılında yazdığı Victor: An Unfished Song, Pınar Öğünç yanınca çevrildi. Bu yapıtlar oyun için Türkçeleştirilmişti, kitap olarak basımları yapılmadı. Ama şimdilerde Algan Sezgintüredi çevirisiyle (Versus Yayınları) kitapçılarda: “Yarım Kalan Şarkı: Victor Jara”...

Bu önemli yaşamöyküsünü okumaya geçmeden, siz yine de genelinde Latin Amerika, özelinde Şili üzerine yapıtları tarayarak belleğinizi tazeleyebilirsiniz belki. Şili’de seçimler sonucu yönetime gelen Allende hükümeti ülkeye nasıl bir düzen getirmeye çalışmış; kimden-kimlerden yana olmuş, neleri devletleştirmiş, ulusallaştırmış, halkı ve ülkesinin gönenci, bağımsızlaşması için ne yollara başvurmuş ki bunların üzerine kimler neleri nasıl yapmış, yaptırmış; faşist Pinochet cuntası kimlerin desteği ile Şili Askeri Darbesi’ni gerçekleştirmiş...

Pinochet, 10 Aralık 2006’da, ne yazıktır ki yatağında öldüğünde, doksan bir yaşındaydı. Bir açıklamasında, dönemindeki olaylarla ilgili “siyasi sorumluluğu” üstlendiğini duyurmuş: “Yaşamımın sonuna yaklaşırken, kimseye kin beslemediğimi, ülkemi her şeyden çok sevdiğimi açıkça belirtmek istiyorum.” demişti. “Ülkesini çok sevdiği için”miş(!); kanı donuyor insanın.
Şili Hakikat ve Adalet Komisyonu, 1973-1990 arasındaki Pinochet diktatörlüğü sırasında,  3095 kişinin öldürüldüğünü, bunların 1000’inin ‘yitik’ olduğunu açıklamıştı.

 Jara’nın son anlarını Şili’deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev’den öğreniyoruz: “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar...” Victor Jara’nın ölü bedeni dört gün sonra bir sokakta bulundu. Ağır işkencelerden geçirilmiş ve kurşunlarla delik deşik edilmiş...

Zafer Diper / BİRGÜN

29 Ekim 2017 Pazar

Diplomasi dili, antiemperyalizm ve Trump “tipolojisi” - TANER TİMUR

Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: “Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Sizce Trump nasıl bir “tipoloji”dir?
Sizi bilmem, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’ı, “medeniyet olayını şekil olarak değerlendiren bir tipoloji” olarak tanımladı. 20 Ekim’de, İbn Haldun Üniversitesi’nde, “Medeniyetler Şurası” kongresini açış konuşmasında! Ve sonra da nedenlerini şöyle sıraladı: Müslümanlar hakkında “terörist” sıfatını kullanması; üstelik onları ülkesinden “kovmaya” kalkması; kendisini ABD’ye davet edip, sonra da korumalarına tutuklama kararı çıkartması vb.. Noktayı da yine kendisi koydu: “Kimse kusura bakmasın, ben bu ülkeye medeni demem”!
Biliyoruz, Erdoğan “ilk”lerin adamıdır ve bu da bir “ilk”ti. Cumhuriyet tarihimizde ilk kez bir cumhurbaşkanı, ABD ve Başkanı hakkında bu şekilde aşağılayıcı sıfatlar kullanıyordu. Belki yeterince farkına varılmadı, ama Türkiye-ABD ilişkilerinde Rubikon çoktan aşılmış, artık kartlar açıktan oynanmaya başlamış bulunuyor. Kimse kuşku duymamalı, gerisi de gelecek..

Nitekim yakında başlayacak olan Zarrab davasının yorumu ve “kullanım kılavuzu” şimdiden hazırlandı bile!

• • •

Kazanların kaynadığı bir bölgede, çoktandır çeşitli cephelerde çeşitli “düşman”larla savaşıyoruz. Diplomasi de bir savaş ve bu savaş ateşli silahlarla değil, “dil” ile yapılıyor. Eğer konuşmasını bilmiyorsanız, düzgün bir diliniz yoksa, düzgün bir diplomasi şansınız da yok demektir. Yeni bir gerçek de değil; neredeyse üç bin yıl kadar önce, Ezop, dilin ne kadar güçlü bir silah olduğunu anlatmıştı. “İnsan, en iyi dostlarını da, en büyük düşmanlarını da ‘dil’i ile edinir” diyordu, Frigyalı bilge..
Oysa son yıllarda, dil, bizde hep düşmanlıklar yaratacak şekilde kullanıldı ve Beştepe’nin şefliği altında diplomasimize de damgasını vurdu. Davos bir milat olmuş, sekiz yıl önce, bir kış günü Shimon Peres’e haddi bildirilmişti. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi: Esad, Maliki, Sisi, Netanyahu, Ebadi, hepsi de sırayla ağızlarının payını aldılar.
Koro, giderek AB ülkelerini de diline doladı ve demokrat görünen kimi “dost”larımızdaki “nazi uygulamaları” teşhir edildi. Sonunda oklar Trump’a kadar uzandı ve onun da medeniyetten ne kadar uzak olduğu ilan edildi. Üstelik sadece o değil, ülkesi de kurtulamadı. “Böyle bir şey demokrasi olamaz ve bunun adı demokrasi olamaz” diyordu Erdoğan.

• • •

Trump daha seçim kampanyasını yaparken, onun nasıl Amerika’daki faşizan güçleri peşine taktığını bir yazımda anlatmıştım. Temel kaynaklarım da bizzat Amerika’da Trump’a savaş açmış demokrat odaklardı. Oysa o tarihlerde AKP çevrelerinde Trump’a bir umut ışığı olarak bakılıyordu. Üstelik umutlar Trump seçildikten sonra daha da arttı. Amerikalı demokratlar direnişe geçip gösterilere başlayınca, Erdoğan, “Şu anda ABD’de olanları görüyorsunuz”, diyordu; “istedikleri başkan olmadı diye şu anda Sayın Trump’a nasıl saldırdıkları ortada. Durun bakalım, sandıktan çıktı bir saygı duyun!” (Hürriyet, 16 Kasım 2016).

• • •

O sıralarda Obama’dan umduğunu bulamayan ve AB’den gelen “hukuk ihlali” kınamalarından da bunalan Beştepe’nin hesabı şuydu: Hak ve hukuk konularında duyarsız olan Trump ile baş başa görüşecek, ihtilaflar çözülecek, Ortadoğu politikasını birlikte dizayn edeceklerdi. Trump’ın koyu bir İslam düşmanlığına dayanan seçim kampanyasının fazla bir önemi yoktu. “Biz siyasette bu tür şeylerin hepsine alışığız” diyordu Tayyip Bey, “Bugün böyle konuşulur, sonra bu yanlış düzeltilir”. (Sabah, 23 Kasım 2016).
Ne var ki “yanlış”lar bir türlü düzeltilemedi; aksine arttıkça arttı. Mayıs ayındaki “Amerika seferi” ise “koruma”ları hakkında açılan dava ve tutuklama kararlarıyla noktalandı. Yirmi dakikalık Erdoğan-Trump görüşmesini anlatan New York Times gazetesi, “bu ziyaretten akıllarda (korumalarla protestocular arasındaki) kavga kalacak” diyor ve şu yorumu yapıyordu: “Sayın Erdoğan, tavırları değişken olan Trump’ı tatlı sözle ikna edebileceğini düşünmüş olabilir. Doğrusu, Trump’ın otoriter liderlere sevgisini ve eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in Türkiye›yle olan şaibeli bağlarını düşünürsek, bazı üst düzey ABD'li yetkililer bunun olabileceğinden endişe etti. Fakat Sayın Trump, Suriyeli Kürtleri güçlendirme kararında sıkıca durdu."

• • •

Aslında Beştepe ile Beyaz Saray’ı ayıran sorun sadece Kürt politikası değildi. Belki daha da önemlisi İran’a karşı takınılacak tavırdı. Bu konuda Trump, Obama’dan çok daha katı bir duruş sergiliyor, selefinin bu ülkeyle imzaladığı nükleer kontrol anlaşmasını feshedeceğini söylüyordu. Bu ise İran’a karşı uygulanan ambargoyu delmiş olan Türkiye’yi ve bu operasyonun mimarı Zarrab’ı çok daha kritik bir konuma yerleştiriyordu. Nitekim bu konuda Zarrab’ın Amerika’nın en ünlü avukatlarını bir araya getiren “rüya takımı” bekleneni vermemiş, “Dream Team” Zarrab’ın tutuksuz yargılanmasını sağlayamamıştı. Hatta Şubat 2017’de, Trump’ın dostu ve eski New York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani’nin (yanına eski adalet bakanlarından Michael B. Mukasey’i de alarak) Ankara’da Erdoğan’la yaptığı gizli görüşme de sonuçsuz kalmıştı. New York Times gazetesi (20 Nisan 2017), bu “olağanüstü” buluşmanın amacını şöyle özetlemişti: “Taraflar bir diplomatik pazarlık umut ediyorlardı. Buna göre Türkiye ABD’nin bölgedeki çıkarlarını destekleyecek, Amerika da Rıza Zarrab’ı serbest bırakacaktı”. Görüldüğü gibi bu koşullar her iki taraf için de kolay kabul edilebilir nitelikte değildi. Kaldı ki görüşmeden bir ay sonra da New York’ta bu kez Halk Bankası’nın genel müdür yardımcısı tutuklanıyor ve artık dönüşü olmayan bir yola giriliyordu. Sonunda “kabile” ilişkilerine ve “vize restleşmesi”ne varacak süreç böyle başladı. Ve Erdoğan da ABD’nin ne “demokrat” ne de “medeni” bir ülke olduğunu bu koşullarda ilan etti.

• • •

Oysa ABD aslında nasıl bir ülkedir?
1946’da Missouri gemisinin İstanbul’da bir “kurtarıcı” olarak karşılanışından beri onunla kurulan ilişkilerimiz nasıl bir seyir izlemiştir?

Bugünkü kafa tutmanın sınıfsal dayanakları var mıdır?
Varsa bunların bilinç ve örgütlenme düzeyi nedir?
Önce bu konuları tartışmak ve açıklığa kavuşturmak gerekmiyor mu?
Aslında kongrelerde, sempozyumlarda uzun uzun tartışılması gereken konular bunlardır ve bize de burada sadece bazı önemli noktaların altını çizmek kalıyor.

• • •

Kuşkusuz ABD emperyalist bir ülkedir ve Ortadoğu’nun bugün bir kan gölüne dönmesinden birinci derecede sorumludur. Bununla beraber ABD faşist bir diktatörlük değildir; üstelik faşizmle savaşacak güçleri bizdekinden çok daha organize ve bilinçli olan bir ülkedir. Bunun örneklerini son bir yıl içinde ABD’de asıl faşizmi temsil eden Trump’a karşı verilen kavgada defalarca gördük. Bugün bu burjuva demokrasisinde ne tutuklu olan bir gazeteci var, ne de bir bildiri imzaladı diye işinden atılmış öğretim üyeleri bulunuyor. Hele birkaç kararname ile yüz binlerce kamu görevlisinin -üstelik kendilerini savunma imkanı bile bulamadan- meslekten ihracı, bugünkü koşullarda, tasavvuru imkânsız bir olaydır. Bu ülkede Başkan Trump hakkında “deli raporu” hazırlayan ve bunu gazetelerde ilan eden psikiyatri profesörleri hakkında bir soruşturma dahi açılmamıştır. Ve bu durum da kuşkusuz Trump’ın “hoşgörü”sünden çok, ülkenin kurumsal yapılanmasından kaynaklanıyor. Ne var ki bu tabloya rağmen AKP iktidarı son bir yıldır Trump’a yanaşmaya çalıştı ve bunu başaramayınca da ABD’yi -Trump’la savaşan güçleri de kapsayıcı şekilde- toptan karalamaya başladı.

• • •                                                                          



Bu tutumun sonuçları ne olabilir?

Önce şunu söyleyelim: Aslında bu tutumun tamamen öfke ürünü, irrasyonel bir tutum olduğunu kimse iddia edemez. Bu “meydan okuma”nın da bir hesabı, bir rasyoneli var ve Erdoğan’ın ABD’yi tümüyle karalayan bir konuşmayı bir üniversitede, “medeniyetler şurası” başlıklı bir kongrede yapmış olması da anlamlı bir “rastlantı” teşkil ediyor. Görülen o ki Erdoğan ve tebliğciler kongrede “kültürel antropoloji” zemininde konuşmuş ve Türk kültürünün hassas bir noktasını dillendirmiş bulunuyorlar. Çünkü bizde en irrasyonel politikaların bile “Vatan tehlikede! Düşman kapımızda! Yekvücut olalım!” sloganlarıyla insanları birleştireceğini çok iyi biliyorlar. Sevmesek de, eleştirsek de Erdoğan bu ülkenin cumhurbaşkanı olduğuna göre, onun korumalarını, devletin bir banka müdürünü vb tutuklama kararları tüm ulusu rencide edecek kararlar sayılıyor. Üstelik arkadan da tüm vatandaşlara vize yasağı gelirse! İşte Beştepe bu koşullarda kendi partisinin sınırlarını çok aşan bir “milliyetçi cephe” kurmayı başardı; ya da o izlenimi yarattı.

• • •

Yine de vize fırtınası ile şahlanan döviz dalgalarına ve iş çevrelerinden gelen homurtulara bakılırsa, “görünüşe aldanmamalı” dememiz gerekebilir.
Yoksa bu diplomasi, içerde cepheyi genişleteyim derken, aslında kendi cephesini bölmeye mi başladı?
Yoksa Erdoğan ve takımı, MHP ülkücülerini ve kimi “ulusalcı”ları peşine takarken, MÜSİAD ve taşra burjuvazisindeki damarlarını kesmeye mi başladı?
Gerçek şu ki ava giden avlanır ve toplumsal gerçeklerden kopuk büyüklük politikaları da sonunda iflas eder. Eğer halk bu gerçekleri hala göremiyorsa, bunun nedeni bu ülkede hala Osmanlı “Asrı Saadet”inin özlemini çeken geniş bir küçük burjuva kitlesinin mevcudiyetidir. Buna ek olarak, hiç de böyle özlemler içinde olmayan bir kısım “Kemalist” de Trump’ın yerine Putin’i koyarak ülkenin ileri bir hamle yapacağını sanıyor! Türkiye’ye potansiyel bir “Türkî Cumhuriyet” gözüyle bakan ve şu günlerde de Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümünü nasıl sessiz sedasız geçiştiririm hesapları içinde olan Putin’i...

• • •

Antiemperyalist politika dil oyunları değildir; belli analizler bağlamında, belli toplumsal sınıflara dayanılarak yapılır.
Emperyalizm küresel bir sistemdir; onunla mücadele de küresel dostluklar, küresel ittifaklar gerektirir. Bunun yerine ulusal düşmanlıkları körükler, sapla samanı karıştırarak halkları da karşınıza alırsanız, sonunda ektiğinizi biçer ve yapayalnız kalırsınız.
Tıpkı yüz yıl önce, düşman cephelerinde yenilgiye uğrarken,  Mehmetçikleri Sarıkamış’ta donmaya, Ermeni halkını da Suriye çöllerinde ölmeye yollayan İttihatçı çete gibi..
Mustafa Kemal Paşa işgalcilerle savaşa ve İttihatçıların bıraktığı enkazı temizleme girişimine şu unutulmaz sözlerle başlamıştı: 
“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm yapmadık; belki ‘yapıyoruz, yapacağız!’ dedik; düşmanlar da ‘yaptırmamak için bir an evvel öldürelim!’ dediler. 

Panturanizm yapmadık; ‘yaparız, yapıyoruz!’ dedik, ‘yapacağız!’ dedik ve yine ‘öldürelim!’ dediler. Bütün dava bundan ibarettir”.

Cumhuriyet’in 94. yıldönümünü kutlarken, bu cümleler yerli yersiz yeni bir “İstiklal Savaşı”ndan söz edenlerin kulağında küpe olmalıdır.

Taner Timur / BİRGÜN