6 Aralık 2017 Çarşamba

Varlık Fonu: Sır küpü - KADİR SEV

Varlık Fonu Yasasını, Ağustos/2016’da alelacele çıkarmışlardı. Büyüklüğü, 15 yıl içinde 1,5 trilyon dolara ulaşacak, büyüme oranına her yıl en az 1,5 puan ek katkı sağlayacaktı.
Yönetim kurulu üyelerini seçtiler. İnternette web sitesi açtılar. Şirketin Ana Sözleşmesini hazırladılar. Yasayla; Bakanlar Kurulu Kararlarıyla; OHAL Kararnameleriyle, ülkenin en büyük işletmelerini, turizm bölgelerindeki değerli taşınmazlarını, talih oyunlarını ve daha birçok varlığını devrettiler.

 Hepsi o kadar.

Yönetim Kurulu Strateji bildirimini hazırlayacak, Bakanlar Kurulu onayladıktan hemen sonra işe girişilecekti, olmadı. Kimilerine göre Strateji belgesini Nisan/2017’de hazırlayıp Binali Yıldırım’a vermişler, 8 aydır onay bekliyorlarmış. Ama zaten içlerine de sinmemiş, boyuna değiştirip duruyorlarmış.

Desteklenecek projeler ve fonun yönetimi konusunda AKP kadroları arasında anlaşmazlık olduğu söylentileri yaygın. İşlerin yürümeyişinde belki de bu çekişmenin payı vardır. Ama sermaye çevrelerinde “bir an önce işe girişin” diyecek heyecanı da görmüyoruz. Tam tersi, yasa Mecliste görüşülürken TÜSİAD başkanı; “böyle varlık fonu olmaz, keşke bize sorsaydınız” gibi bir söz etmişti.

Tayyip Erdoğan, Ülkenin bütün varlıklarını, birikimlerini çok kişiyle muhatap olmadan dilediğince dağıtabileceği bir yapı kurgulamıştı. Yürümüyor… Bu işlerin öyle kolay olmadığını gördü. Kaynakların, sermayenin geleneksel kurallarına aykırı yöntemlerle dağıtılmasının sınırları var.
Varlık fonu yasasında yazılanları gerçekleştiremiyorlar diye üzülecek değiliz elbette. İyi ki de başaramıyorlar.
Niyetleri hiç iyi değil çünkü.

Adına fon dedikleri beş kişiden oluşan, derme çatma bir örgüt kurdular. Bankacılık, ulaştırma, iletişim, talih oyunları, turizm, para edebilecek ne bulurlarsa içine tıkıştırıyorlar. Bunları satıp, rehin/ipotek edip, yeni projelere para bulacaklarmış.

Devrettikleri varlıkların toplam tutarını bile bilmiyorlar, üzerinde çalışıyorlarmış. 600 milyar liraya ulaştığı tahminleri yapılıyor. Türkiye’nin en büyük “işletmesi” diyenler; Dünyanın 13’üncü büyüklükteki fonu olduğunu söyleyenler bile var. İnsanın aklı almıyor: böyle bir örgüte, şirket ya da fon diyenler çıkabiliyor.

Binali Yıldırım, Kasım ayında İngiltere’ye giderken uçakta yanına aldığı “basın mensuplarına” Dünyadaki büyük fonların ilgilenmeye başladıklarını; Rusya Varlık Fonundan ciddi işbirliği önerisi geldiğini söylemiş. Çin Bankası ICBC ile 5 milyar dolarlık görüşme yapılıp yapılmadığı sorusunu ise; “o da ilgileniyor, başkalarıyla da görüşüyoruz” deyip geçiştirmiş. Başbakan, acele edilmemesini öğütlüyor: “ Fonu kurduk diye hemen kucak dolusu para gelmez…bu tip oluşumlar ilk 8-10 yıl kendini ispatlamakla uğraşır….Singapur’un Temasek’i 5-6 yıl zarar ettikten sonra toparlandı”
Maliye Bakanı fona yeni kaynaklar arıyor. Kasım ayında şöyle söylemiş; “pasif vaziyette olan kamu kaynaklarını harekete geçirerek, bunları varlık fonuna devredeceğiz”

Fonun eski başkanı Bostan, ülkenin değerlerine “cazip ürün” diyordu; “Fona devredilen varlıkların kompozisyonuna bakıldığında, sermaye piyasaları açısından çok cazip ürünler olduğu görülür.” En kolay satılabileceğini dikkate alarak taşınmazlara gözünü dikmişti. Şu sözlerine de dikkat çekmek isterim; “sahip olduğumuz gayrimenkuller ve buradaki faizsiz ürün sunma olanakları….bunlar üzerinde çalışıyoruz.”

Yeni Başkan Vekili Karadağ, çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarla yüreğimize su serpiyor: “Bunlar devletin olmaktan çıkmadı ki, herkesin varlığı; başbakanlığa bağlı olarak çalışacak; fonun yapacağı işler Bakanlar Kurulunun onayına tabidir; fona devredilmesindeki amaç, kamu varlıklarının etkin kullanım ve etkin yönetiminin sağlanmasıdır”
Karadağ, gözümüzün içine baka baka sanki iyi bir şeymiş gibi şunları da söylüyor; “Kamu varlıkları kamu eliyle mi yönetilsin, profesyonel esaslarla mı? Biz de devlet mantığıyla değil, ticaretin gereklerince, fon yönetim esaslarına göre yöneteceğiz.”

Tayyip Erdoğan, devletin anonim şirket gibi yönetilmesini istiyorum gibi bir söz etmişti. Rüyasını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Fon diye kurdukları şeyin derme çatma bir yapı olduğunu söylüyoruz. Hukuk terimleriyle anılmayı bile hak etmiyor. Ancak öylesine yetkilerle donatıldı ki; yapamayacağı neredeyse hiçbir şey yok. Başkan Vekili, her ne kadar Bakanlar Kurulunun onayından söz ediyorsa da boşuna. Çünkü Anayasa yürürlüğe girdiğinde ne başbakan ne Bakanlar kurulu kalacak. Bugünkü durum yasallaşacak ve herkes Başkanın memuru statüsünde olacak.

 Olumsuz işlerini ortaya dökecek, gerektiğinde engel olacak bir denetim yapısı da öngörülmüyor.
Denetimsizlik, yasa çıkarken de sonradan da çok tartışıldı. Fonun Yasasına göre bağımsız bir denetim şirketiyle anlaşacaklar, yaptığı denetim sonucunda yazdıkları raporu başbakanın seçtiği üç kişi elden geçirecek ve denetim raporu olarak Meclise sunulacak.

Ekonomi Bakanı, Yasanın Sayıştay denetimi dışında bırakan düzenlemelerini şöyle savunmuştu; Uluslararası piyasalar Sayıştay denetimine bakmaz. Profesyonellerce denetlenmeli”
Ancak şimdilerde başka şeyler söylemeye başladılar. Sayıştay Başkanı geçenlerde özetle, denetim yetkimiz elimizden alınmadı, denetimlerimizi sürdürüyoruz dedi. Fonun yeni başkan vekili de çok anlaşılamasa da şöyle bir söz edip Sayıştay Başkanını doğruladı; “Fonun idari işlemleri dışında, Sayıştay denetimini etkileyen bir husus yoktur.”
Karar vermek gerçekten zor: Yasaya mı inanacağız?
Yoksa yetkililerin sözlerine mi?
Madem istiyordunuz işte Sayıştay da denetledi deyip avutacaklar.

Fonda hiçbir şey yapılmıyor gibi bir algı var ama bu ne kadar doğru bilinmez. Özellikle Fona devredilmiş olan Borsa İstanbul’da bir şeyler döndüğü kuşkuları yüksek sesle dillendirilmeye başladı. Faik Öztrak bir soru önergesi bile verdi. Ancak ya yanıtlamıyorlar ya da anlaşılmaz her yöne çekilebilecek anlatım kullanıyorlar, olayı anlayamıyorsunuz.

Fonun Başkan Vekili Karadağ’da AKP geleneğini sürdürüyor. Borsada işlem yapıldı mı sorusuna 2 Ekim 2017 günü şöyle bir yanıt vermiş; “…hisse senedi ve diğer piyasalarda şu an herhangi bir işlemi yok ama olmamasını da beklememek lazım”

Kısacası Varlık Fonu sır küpü, neler döndüğünü kimse bilmiyor.

Kadir Sev / SOL

Kirli ilişkiler - MUSTAFA TÜRKEŞ

AKP iktidarı ABD ile kurduğu ilişkide gerginlikler yaşıyor. AKP yönetimi Obama yönetiminin ilk dönemini çok sevmişti; model ortaklık kurduklarını ilan etmişlerdi. Obama yönetiminin ikinci döneminde ise gerginlikler başladı; model ortaklık bozuldu. AKP yönetimi nikah tazelemeye çalışsa da Obama’nın son iki yılında gerginlik zirve yaptı.

Obama’nın gidişini alkışlayan AKP yönetimi Trump’ın iktidara gelişinden çok umutlanmıştı. Büyük beklentileri vardı: i) Gülen’in Türkiye’ye iade edileceğini, ii) Suriye’de ABD’nin Türkiye’ye rağmen YPG ile işbirliği yapmayacağı, iii) ABD’den kolayca silah alınabileceği, iv) model ortaklık bozulsa da ABD yönetiminin Rıza Sarraf’ı itirafçı yapabileceği hiç hesaba katılmamıştı.
Sarraf kirli ilişkileri çarşaf çarşaf ifşa ediyor. Sonu nereye gider hep birlikte göreceğiz, fakat yanlış beklentiler içine girmeye gerek yok, kapitalist sistemde kirli ilişkiler zaten mevcuttur. Kirli ilişkiler ifşa edildikçe bir taraftan tepki yükseliyor, öte yandan bütün bu olaylar hazmedilir hale getiriliyor.
Beklentilerin karşılık bulmaması, sükutu hayale uğramak neyin sonucu?
İktidara göre bütün bunlar kurgu ve kumpas. Mümkündür olabilir; öyle olsa dahi, şu gerçeği değiştirmez: İktidar yanlış beklenti içinde.
Yukarıda sıraladığımız beklentiler karşılanmadı, daha kötüsü iktidar köşeye sıkıştı.
Kim sıkıştırıyor?
Trump mı?
Hayır.
Peki sıkıştırma nasıl gerçekleşiyor?
Trump ile ABD’de bulunan yerleşik güçler arasında yaşanan güç mücadelesi ve sürtüşme Türkiye’ye bir taraftan kullanılabilecek bir alan sunarken öte yandan ABD savunma bakanlığı, Pentagon, Trump’ın manevra alanını sınırlamaktadır. Böylece Trump yönetimi kifayetsiz hegemon görünümüne bürünüyor. Trump yönetiminin halen kabinesini tamamlayamaması, bakanlıkların ve danışmanların önemlilerinin çalışmaz duruma düşürülmesi Trump’ın iktidarının muğlaklığına işaret eder.
AKP yönetimi dış politika stratejisini Trump’ın kişisel kararlarına endekslediği için yerleşik güçlerin hamleleri karşısında ABD yönetimi ile gerginlikler yaşıyor. ABD’nin yerleşik güçleri Trump’ı iktidardan düşürmek istiyor, fakat Cumhuriyetçi Parti henüz evet demediği için Trump görevden alınamıyor. Trump ile yerleşik güçler arasındaki güç mücadelesinin devam edeceğini söylemek mümkün. Bu durumda AKP yönetiminin Trump’a dayalı bir politika izlemesi sonuç verici olamaz, yerleşik güçlere dayanan bir politika izlemesi de mümkün değil, çünkü yerleşik güçlerle köprüler atılmış durumda. Böylece sıkışma ortaya çıkıyor.

AKP yönetimi, çok istemesine rağmen, ABD ile ilişkisini rayına oturtamıyor. Bu durumun Trump yönetiminin iktidarının sona ermesine kadar devam edeceğini varsaymak mümkündür. Diğer bir ifade ile AKP yönetimi yakın gelecekte ABD ile ilişkisini düzeltme şansına sahip değil.

İran ile ilişkisinde iyileşme görünse de Sarraf’ın çarçur ettiği paraları isteyebilir. O vakit ilişkiler yeniden gerilebilir. AKP yönetimi Rusya ile olan ilişkisinde de sıkışma yaşayabilir. Afrin’e müdahale konusu ciddi bir sınama anlamına gelecektir. Uçak düşürme olayından bugüne kadar AKP’nin Suriye politikası Rusya tarafından yönlendirilir hale geldi. Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmak için ABD’ye yaslanmaya çalışmak istese de bunu yukarda belirttiğim nedenle gerçekleştiremiyor. Bu durumda AKP’nin elinde kalan tek seçenek Almanya.

İkinci Abdülhamid’de böyle yapmıştı. Rusya ve İngiltere’ye karşı denge unsuru olarak görmek istediği Almanya kısa sürede Osmanlı yönetimini açmaza sürükledi. Alman İmparatoru Osmanlı’yı cihatçı politika izlemesi doğrultusunda teşvik etti. Bu doğrultuda İkinci Abdülhamid Basra vilayetinde olduğu gibi Asya içlerinde de Müslümanlara yardım gönderdi. Amaç İngilizlere göz dağı vermekti. Ancak, gönderilen yardımlar Osmanlı yönetimine ciddi olumlu bir dönüş sağlamadı. Açıkça söylemek gerekirse, emperyalistlerden birine, Almanya’ya, yanaşmak Osmanlı yönetimini kurtaramadı, onu daha bağımlı hale getirdi.

AKP yönetiminin Almanya ile nasıl bir ilişki kuracağı merak konusudur. Almanya’ya istediği ödünleri verecek mi? Almanya önderliğindeki AB AKP yönetiminden Geri Kabul anlaşmasının uygulanmasını isteyecektir. AKP bunu yapsa dahi Almanya ile ilişkilerin normalleşip rayına oturması kolay gözükmüyor. Karşılıklı güvensizlik çok belirgin.

AKP yönetimi, zaman zaman kapitalizmin kutsalı özel mülkiyete dokunsa da, neoliberal politikalara sonuna kadar bağlı kaldığı sürece iyi bir seçenek olma konumunu sürdürebilir. AKP’yi iktidarda tutan en önemli şey sermayeye verdiği güvence: neoliberal politikalardan geri adım atmayacağı.
Sarraf’ın ifşa ettiği kirli ilişkiler AKP yönetimini zora sokacaktır, fakat iktidardan düşürmeye yol açacak çapta etkili olacağını varsaymak aceleci bir çıkarsama olur, çünkü yolsuzluk, kuralsızlık vb durumlar kapitalizme içkindir. Ayrıca AKP yönetiminin bütün bunları kendi lehine dönüştürecek manevra yapma becerisinin yüksekliğini unutmamak gerekir.

Kirli ilişkilerden kurtulmak için atılabilecek adımlar önemli olmakla birlikte sorunu kökten çözemez. Sorun kapitalist-emperyalist yapıdadır. Bu yapı tasfiye edilmeden üretilecek çözümler sorunu dönüştürür, fakat tamamen ortadan kaldırmaz.

Kalıcı çözüm bu sistemin tasfiye edilmesiyle mümkün olabilir.

Mustafa Türkeş / SOL

Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük sırrı - KEMAL OKUYAN

Eline beyaz kağıdı alıp “bu karadır kara” diyen, ertesi gün aynı kağıda siyah muamelesi yapanları vatan haini ilan eden, bir sonraki gün ise “eyyyyyy filanca, sen bu ak kağıda çamur atmaya çalıştın çamuuuur” diye diklenebilen biridir Erdoğan.
Dün Sarraf kahramandır, bugün casus.
Dün kapitalizm kötüdür, bugün “hamdolsun kapitalizmden milim şaşmayız.”
Dün ABD ile stratejik ortaktır, bugün onunla savaşmaktadır.
Dün Fethullah’a laf söyleyenin ocağını söndürürdü, bugün Fethullah’ın yedi sülalesine…
Dün “sümüklü imam” diyeni benzetirdi, bugün sümsük imam diye dalga geçmektedir.
Dost ve düşman tanımları memleketin mevzuatı gibi, kimse takip edemiyor, beyefendi ne derse odur, hem “bu gökdelenleri buraya kim dikti”?
Değil mi ya!
Yarın onca yıl Ankaralılara reva gördüğü Melih Gökçek için “bizi halktan soğutmak için misyon üstlenmiş birini başkentimizin başına getirdiler, biz bu oyunları da bozduk” der, üstüne dinazor resmi olan tişörtleri bile yasaklayabilir.
Kuşkusuz bu bir yetenektir.
Ve Erdoğan’ın bu yeteneği tanrı vergisi değildir.
Erdoğan’a bu yeteneği piyasa tanrısı bahşetmiştir.
15 yılda hiçbir kurala bağlı olmadan ülke yönetilebileceğini kanıtlamıştır. Yasalar ona vız gelir, fizik kurallarına meydan okur, zaten matematik nedir ki!
Özgürlük güzel şey, düşünsenize hiçbir sınırlamayı takmıyorsunuz.
Peki bu nasıl oldu?
Koskoca ülkede milyonlar tutsakken Erdoğan bu denli geniş bir özgürlük alanını nasıl elde etti?


Şöyle oldu, Erdoğan “benim elimi tutmayın ben de sizi ihya edeyim, memleketi istediğiniz gibi talan edin, sömürün, yağmalayın” diyerek “yerli” ve yabancı patronlara kuralsız bir ülke sundu. 

Kamu işletmeleri özel sektöre üç kuruşa ve hiçbir yasaya takılmadan devredildi.
Ormanlar, akarsular, deniz kıyıları, madenler, yeraltında ve yer üstünde ne varsa her şey sermayeye oyun alanı oldu. Kılıfına uydurulmadan, çünkü artık kılıf mılıf kalmamıştı.
İşçi ücretleri baskılandı, çalışma saatleri uzadı, greve çıkmak fiilen imkansız hale getirildi. Emek hırsızlığı sınırsız özgürlüğe kavuştu.
Tarım çökertildi, büyük gıda tekellerine gün doğdu. 
Halk borçlanmaya heveslendirildi, iç pazar kredilerle şişirildi, insanların gelecekleri rehin alındı.
Kaynağı meçhul paralar girdi ülke ekonomisine; Afrika’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya her tür dümen çevrildi.

Patronlarımız kuralsızlığa alışmıştı, büyük paralar kazandılar. Bir yandan da göz ucuyla Erdoğan’ın kuralsızlığı kendine yontmasına, elde ettiği güce ve maddi olanaklara içerlemekte, daha “ılımlı” bir alternatif bulmak için girişimlerde bulunmaktaydılar.
Lakin Erdoğan kural tanımayan bir “kural koyucu”ydu. Kuralsızlığın yalnızca kendileri için geçerli olmasını, Erdoğan’ın azıcık kurallı davranmasını isteyen büyük holdinglere “yok öğle yağma, ayağınıza cenneti getirdim, benden kurtulamazsınız” diyerek sopa göstermesini biliyordu.
Piyasa ekonomisi tepeden tırnağa suça bulaşmıştı, öyle ki piyasa ekonomisinin bizzat kendisinin suç olduğunu bilen bizler dahi ortalığa saçılan pisliğin boyutlarına şaşırıp kalıyorduk.
“Ben pisliğin tekiyim” diye itirafta bulunan Reza ABD’de mahkemeden Türkiye’de üst düzey siyasetçi ve bürokratların pisliğini gösteriyor, o siyasetçi ve bürokratların şefi dönüyor ve “hepimiz aynı gemideyiz, hep birlikte yaptık bu ticareti” diyerek tehdit ediyor. O gemide işçi yok, emekçi yok, yoksul köylü yok, işsiz yok, emekli yok, halkın aydınları yok. Sürüklenen gemide piyasa oyuncuları var; siyasetçisinden patronuna, patronundan bürokratına ve ortalığı bok götürüyor.

Fırsat bulduklarında zayıf olanları satacak, itibarsızlaştırdıklarının üzerlerine kirli ellerini silerek temize çıkacaklar. Ama şimdilik herkes bir ötekini sıkı sıkıya tutarak kendini garanti altına alıyor, bir yandan da halkın ümüğünü sıkarak para basmaya devam ediyor.
İşte tam da bu anda mesele giderek daha fazla uluslararasılaşıyor.
Çünkü Erdoğan içerideki kuralsızlığını dış politikaya da taşımaya kalktı. Başlangıçta bundan pek keyif almıştı emperyalist ülkeler. Nasıl keyiflenmesinler ki, Türkiye’de ayaklarına azıcık dolanan ne varsa hepsinden kurtulacak üstelik Erdoğan anahtarıyla Arap coğrafyasında yeni kapılar açacaklardı.
Ancak emperyalist sistemde kuralsızlık değil, orman kanunları geçerlidir.
Orman kanunları herkesin gücü oranında kuralsız hareket ettiği bir düzendir. Örneğin en tepedeki ABD, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra “benim hareketlerim kurala bağlı değildir biir, benim koyduğum kurallara uymayanlara haddini bildirme hakkım sınırlanamaz ikiii” demiş ve böyle davranmaya kalkmıştır. Bir süre sonra ülke içinde ya da sınırlı bir bölgede kural tanımayan başka devletler bu kuralsızlığa karşı koymaya kalkmış, kendi piyasa oyuncularının daha fazla pay alabilmesi için ABD’nin özgürlüğünü kısıtlamak istemişlerdir.

Erdoğan’ın uluslararası alanda kuralsız hareketleri tam da bu kavganın kızıştığı bir sıraya denk gelmiştir. Gücü gücüne yetene… Rusya Erdoğan’a Suriye’de istediği gibi hareket edemeyeceğini gösterince “NATO beni koru” denmiş, NATO’dakiler “boyundan büyük işler çevirme” diye uyarınca Putin’e “dostuuum” diye sarılınmıştır.

Bu oyun sonsuza kadar sürmeyecek elbette. Sistem içindeki büyük kavgayı Erdoğan yönetemez. Ama şunu yapabilir: Son ana kadar “hepiniz suçlusunuz” diye bir gün İsrail’e, bir gün Almanya’ya, bir gün ABD’ye sallar, yeri gelir Putin’e yüklenir ve hepsinde haklı olur.

Çünkü bizim bok götüren gemimizin sürüklendiği uluslarası sular piyasa ekonomisinden etrafa yayılan lağım tarafından fena halde kirletilmiştir.
Ve böyle bir dünyada “kurallı hareket edelim” çağrısı yapan Kılıçdaroğlu’nın sanayicilere ve batı dünyasına seslenişi bayağı enteresan olmaktadır.
Kurallı ve adil kapitalizm… Şaka olmalı!

Paranın egemenliğindeki dünyanın tek kuralı vardır: Sömürü!

Yok yok, aynı gemide filan değiliz; batsın o gemi, daha iyisi, halk batırsın.

Kemal Okuyan / SOL

Suudilerin son Yemen oyunu - CEYDA KARAN

Suudi Arabistan için hakikaten zorlu bir yıl oldu. 
Suriye ve Irak’ta kaybettiler. 
Kayıplarını telafi için U dönüşüne kalkışan İhvancı Katar monarşisine abluka ile haddini bildirme girişimleri ters tepti. 
Yıl sonuna doğru Lübnan Başbakanı’nı istifa ettirerek bir hamleye giriştiler, Beyrut’tan döndü. 
Son olarak Mart 2015’ten beri enkaza çevirdikleri Yemen’de ‘bölyönet’ oyununa giriştiler, ‘baldırı çıplakları’ Husilere takıldılar.
Diğerlerini çok yazıp çizdik ama ‘Yemen’de ne oluyor’ diye soruyorlar. Anlatalım… 

***

Arabistan Yarımadası’nın en yoksul memleketini işgale girişip, kolera gibi salgınları hortlatan Suudiler, ABD ve Britanya’nın desteğine ve uluslararası toplumun sessizliğine rağmen batağa saplandı. Saplanınca da 2011’deki ‘Arap isyanlarında’ kontrollü darbe ile devirdikleri için kendilerinden intikam peşine düşen eski Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih ile yeni oyun kurmaya kalkıştılar.
***

Suudiler 2011’de Bahreyn’deki -hem de Suriye ve Irak’taki gibi değil, basbayağı barışçıl- sokak hareketlerini doğrudan ordu gönderip bastırmıştı. Günlük 5 milyon varil petrolün geçtiği Bab el Mendeb Boğazı’na haâkimiyetiyle stratejik önemdeki Yemen ise o kolay lokma değildi. İsyanlar sırasında başkent Sanaa’da Husilerin Ensarullah hareketi kısa sürede ahalinin sosyo-ekonomik tepkilerini sırtlayan güç olmuştu. Devlet Başkanı Salih protestoların ardından 2011 Kasımı’nda rezidansında yaralandı, tedavi için Suud’a sığındı. 2012’te KİK’in aracılığıyla koltuğunu yardımcısı Mansur Hadi’ye bırakmak zorunda kaldı.
Tek aday olarak komedi seçimle başa geçip ulusal diyalog tesisine soyunan Hadi, 2014 sonunda başarısız olmuş, görev süresi bitmiş, meşruiyetini yitirmişti. Hadi, güneydeki Aden’e kaçıp istifasını sundu, sonra Riyad’a kaçıp yeniden başkanlığını ilan ediverdi.
Geçiş döneminden memnun olmayan Sünnilerin de desteğiyle Husilerin Ocak 2015’te Sanaa’da kontrolü alması ve güneye yürümesi Riyad için bardağı taşırmıştı. Mart 2015’te Suudilerin kurduğu koalisyon ‘Hadi yönetimini yeniden tesis’ bahanesiyle işgale başladı. Ali Abdullah Salih ise bir süredir arkadan desteklediği Husilerle elbirliği edip ‘intikama’ soyundu. Salih’e bağlı Yemen ordusu, 2004’te kardeşini bizzat öldürdükleri Husilerin Ensarullah hareketinin lideri Abdül Malik Husi ile ittifak halinde Suudi işgaline karşı savaştılar. Suudiler BM yardımına bile geçit vermeyip ülkeyi bloke ederken, Salih’e bağlı Yemen ordusu ellerindeki füzeleri Riyad’a sallar oldu. 

***

Taa geçen düne kadar... Geçen hafta Salih aniden çıkıp Husilere verip veriştirdi, Suudi koalisyonuna saldırıları kesip ablukayı kaldırırlarsa ‘yeni sayfa açma’ çağrısı yaptı. Rivayet o ki Riyad ve BAE, kendisiyle pazarlığa çoktan oturmuştu. Hesap, ülkeyi 34 yıl yönetmiş Salih’in dönüşü, Husilerin kuzeye çekilmesi, İran etkisinin kırılmasıydı. Tutmadı. Salih’in Genel Kongre Partisi bölündü, Salih’e bağlı Cumhuriyet Muhafızları Sanaa’da bir hamle yapsa da Husilere yenilmiş görünüyor.
Yemen’i yönetmeyi, sanki kendisi yaratmamış gibi “Yılanların başları üzerinde dans etmek” diye betimlemiş Salih, BAE birliklerinin yanına kaçmaya çalışırken yakalanıp haliyle ‘ihanetle’ suçlanarak öldürüldü. Arap isyanının gecikmeli de olsa canı alınmış son diktatörü olarak tarihe geçti. 

***

Velhasıl Suudilerin ayda 800 milyon dolara mal olan Yemen bataklığından herkesi birbirine kırdırarak çıkma hamlesi şimdilik boşa çıktı. 10 binden fazla sivilin canını almış, 2 bin insanın koleraya kurban gittiği, yarım milyon salgın vakasının bulunduğu, 3 milyon insanın evinden olduğu Yemen’deki durumun maliyetini Kızılhaç’ın ‘Yemen’de 100 kişi yaşıyor olsaydı..’ kıyasıyla anlatırsak, durum şu:
“77 insan yaşamak için yardıma muhtaç, 66’sının yeterli yiyeceği yok, 60’ının temiz suyu yok, 52’sinin tıbbi bakıma pek az erişimi var, 12’si kötü beslenmeden mustarip. Sorun şu ki Yemen’de 100 değil 27 milyon insan yaşıyor.” Varın siz tahayyül edin!



Bu pahalı dizaynın arkasındaki güçler ve hesapları ile Salih-Husi ittifakının niçin şimdi bozulduğu da cuma yazısına kalsın.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Küresel Tarihçe, 1945-79 - Erinç Yeldan

Yordam Kitap, ODTÜ İktisat Bölümü emekli öğretim üyesi, değerli hocamız Prof. Dr. Oktar Türel’in Küresel Tarihçe, 1945- 79 başlıklı eserini yayımladı. 
Oktar Hoca’nın kaleminden çıkan üç yüz elli sayfaya ulaşan bu dev katkı, uzak/ yakın tarihimizden bugüne, güncelden geleceğe ilişkin dev bir entelektüel çabayı okurlarla buluşturuyor. Temel amacı “II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1970’li yılların sonuna kadar uzanan dönemdeki uluslararası ekonomileri incelemek ve yorumlamak” olarak sunulan bu zengin tarihçe, Oktar Türel Hoca’nın bizlere muştuladığı üzere, Ocak 2018’de yayımlanması planlanan ve “Küresel Tarihçe, 1980-2009” ile sürdürülecek. Oktar Hoca’nın bu devasa emeği bizlere uzun yirminci yüzyılın belgelere dayalı, heyecanlı bir serüvenini bir solukta sunuveriyor.
***

Uzun yirminci yüzyılı anımsayalım. Öncelikle, kalkınma kavramı... “İktisadi kalkınma” kavramının küresel kapitalizmin 1913-sonrasında tökezlemesi sonucunda bir ara olanak şeklinde doğduğunu söyleyebiliriz. 20. yüzyıla artan işsizlik, yoksulluk ve faşizmin yükselişi ile giren kapitalizm, küresel ölçekte bir bunalım içerisinde idi. Öte yandan, 20. yüzyıl boyunca peşi sıra gelişen sosyalist devrimler, bu ülkelerdeki sosyalist planlama deneyimleri ve bağımsızlıklarına yeni kavuşan eski sömürgelerin sanayileşme yolundaki yeni arayışları ile birlikte kalkınma ideolojisinin de altyapısı oluşturmaktaydı. Bu konjonktür 1950’li ve 60’lı yıllarda gelişmiş kapitalist metropollerde, güçlenen sosyalizm alternatifinin de baskısıyla, refah devletinin genişlemeci politikaları ile birleşince insanlık tarihinin en yüksek büyüme hızlarına tanık olunan “altın çağ” yaratılmış oldu.
Ancak bu dönem uzun sürmedi. Kapitalizmin anarşik yapısı, azalan kârlılık ve emek hareketinin görece güç kazanması ile birlikte “altın çağ”ın iktisadi ve sosyal temelleri 1970’li yıllardan itibaren sermaye açısından sürdürülemez ve kabullenilemez bir niteliğe büründü. Finans sermayesinin 20. yüzyılın son çeyreğindeki yükselişi, artık sadece üretim sürecinde kalarak yeterli kâr elde edemeyen ve dolayısıyla birikimini sürdüremeyen küresel kapitalizmin kendisine yeni kâr olanakları arayışının bir sonucuydu. Böylece 1980’lerden başlayarak, yüksek reel faiz ve sermayenin serbest dolaşımını sağlayacak yapısal düzenlemeler, kapitalizmin finansal küreselleşme aşamasının ana unsurları haline dönüştüler. 
 
Bu süreçte “kalkınmakta olan ülkeler” de bir grup olarak “yükselen piyasalar” diye adlandırılır oldu. Bu ülkeler birbiri ardına küresel kapitalizmin yeni işbölümü içerisinde kendilerine verilen görevleri yerine getirmekle koşullandırıldılar. “Washington mutabakatı” ve “ardılı-(genişletilmiş) Washington mutabakatı” kavramları böylece ortaya çıktı. Azgelişmiş ülkeler, bir yandan dış ticaretlerinin ve kambiyo rejimlerinin serbestleştirilmeye zorlanması sonucunda birer ithalat ve ucuz işgücü deposu haline dönüştürülürken, bir yandan da “özelleştirme” ve “doğrudan yabancı yatırım” fetişleri altında kamusal varlıklarına yok pahasına el konuldu. Söz konusu ülkelerin zaten çok genç ve zayıf olan demokratik kurumları “istikrar önündeki bürokratik engeller” olarak gösterilirken, “bağımsız üst kurullara dayalı denetim ve yönetişim” gibi makyajlanmış politikalar altında ulus-ötesi şirketlerin ve uluslararası finans sermayesinin doğrudan denetimi altına sokuldular. 

***

Oktar Hoca’nın her biri beşer bölüm olarak kurguladığı iki kısım altında, söz konusu tarihçe, önce “soğuk savaş” ve iki kutuplu dünyanın dönemeçlerini, sonra da kurumları ve iktisadi öğretilerini özgün veriler aracılığıyla bizlere aktarılmakta. Kapitalist “merkez” ile “çevre”si arasındaki derinleşen uçurum, Keynesgil iktisadın yükselişi ve çöküşü; “çevre”den gelen aykırı seslerin yoğunlaşması... 350 sayfalık bu heyecan dolusu serüven için emeklerinize sağlık Oktar Hoca.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Nabza inanma, nabızsız da kalma! - L. DOĞAN TILIÇ

Dükkâna girer girmez, “Şu söylenecek laf mı?” dedi bizim yemci.
“Sen; ‘Bazı işadamlarının varlıklarını yurtdışına kaçırma gibi gayretlerinin olduğunu duyuyorum’ dersen, senin işadamının buradan kaçtığını ilan edersen, yabancı yatırımcıyı nasıl çekeceksin? ”Sanki köylüye yem satmıyor üniversitede ekonomi okutuyor; epey ders verdi bana Erdoğan’ın o sözleri üzerine.

Ne zaman kafam karışsa, çarıklı siyaset profesörlerine; bizim buranın marangozuna, lokantacısına, kasabına, berberine, yemcisine gider; nabız tutarım. Kurnazdırlar; ben onların nabzını tutayım derken onlar da benim nabza, şerbet verirler. O yüzden temkinliyim; başlığı kendime ilke edindim.
Bu ara siyaset epey hararetli ya, hafta sonu hepsini dolaştım; yazdıklarım onların anlattıkları, “şerbetli” olabilir!

Geçen sefer, başkanlık referandumunda, AKP yüzde 65 alacak diye benimle iddiaya giren, kaybedince de çamura yatan marangoz, yemin billah ediyor erken seçim olacak diye. “Durum hiç iyi değil” diyor. “Şükür, benim işlerim iyi ama millet kan ağlıyor. Esnaf mal veriyor para alamıyor. Bak gör, cumhurbaşkanlığı  seçimini yerel seçimden önce yapacaklar. Her istediğine iddiaya girerim.”

Kaybedince çamura yatanla ne iddiaya gireceğim, “Boş versene” deyip geçiyorum.

Ancak, bizim çarıklı siyaset profesörünün söyledikleri, her ay araştırmalar yapıp sonucunu sadece müşterileri ile paylaşan tanınmış kamuoyu araştırmacısının söyledikleriyle tıpa tıp aynı. Tek fark, araştırmacı “Hadi iddiaya girelim” demiyor ama cumhurbaşkanlığı seçiminin yerel seçimden önce olacağı konusunda iddialı.

Ekonominin kırılganlığını, Sarraf davasını ve Erdoğan’ın kutuplaştırma stratejisine hız vermesini erken seçim belirtileri olarak sayıyor.

Ben memleketin şu kutuplaşmış halinde, hangi belge çıkarsa çıksın, o belgeden karşı tarafın hiç etkilenmeyeceğini düşünenlerdenim. “Sahte der geçerler” diyorum.

Tıraşın ortasında bizim milliyetçi berber soruyor; “Kılıçdaroğlu’nun belgeleri sahte mi gerçek mi?” “Hangisine inanmak istiyorsan o” diyor, sonra ben soruyorum; “Sence hangisi?” Cevap beklediğimin tam tersi: “Gerçek abi!”

Berber kış günü Ankara’nın yazında tıraş ettiğinden az kafa tıraş ederken, yemci köylüye verdiği yemlerin parasını alamadığından yakınırken, lokantacı “Kimsede para yok” diye ağlarken, Sarraf’ın Zafer Çağlayan’a Euro’yu milyarlarla vermiş olması dokunmuş onlara. Sanki…

İşleri yolunda ve kessen AKP’den başkasına oy vermeyecek mobilyacı da, Gökçek’in yaptıklarının yıkılmasına takmış durumda. Ne kadar zarar ederse etsin, ANKAPARK’a devamdan yana. “Devletin parası mı yok? 3000 kişiye iş olacak, az mı? Vazgeçsinler, vallahi de billahi de AKP’ye oy vermem.”

Onun yeminine inanırım. İnançlıdır, yalan yere yemin edince çarpılacağını bilir! Onu dinlerken; “Acaba” diyorum, “Gökçek’e oy vermeyenlerin pek hoşuna giden işler, oradan AKP’ye pek oy getirmezken, olandan götürür mü?”

Siyasetle yatıp kalkan bakkal, o CHP’li ama, sıkı AKP’li olup da artık AKP’den vazgeçenleri isimleriyle sayıyor. Ona bakarsan, AKP çoktan dip yaptı ama ben onun değil sağcı bildiklerimin nabzını ciddiye alıyorum.

Parti bağları çok güçlü en militan MHP’liler yelkenleri indirmiş vaziyette. “İyi Parti” demeyenler de iki arada bir derede kalmış.

Onlar pek karamsar. İyi Partililer barajı ikiye katladıkları havasında ya, arada kalanlara bakarsan “İkisi de barajı geçemez.”

AKP milliyetçi söylemi ile siyasetten beklentisi tamamen “duygusal” milliyetçi siyaset esnafını kendisine çekmiş görünüyor.Ancak, oradan gelecek olanlar Kürt oylarındaki kaybı ve hem AB hem de ABD ile girdiği çatışmayla iyice ürküttüğü “Beyaz AKP’liler”in açığını kapatır mı, bilmem. Reis’e sadık ve asla AKP’den vazgeçmeyecek esnaftan tanıdıklarım da “Atatürkçülük” hamlelerinin kendilerine pek getirisi olmadığını söylüyor.

Hafta sonu tuttuğum nabız; AKP’den uzaklaşma var ancak o uzaklaşanları çeken bir adres yok diyor. Sürekli anketler yapan Saray da aynı nabzı tutuyorsa, erken seçim kesindir.

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Hoşgörü mazlumun zehridir - ALİ MURAT İRAT

Belli ki vicdan denilen şey bu ülkeyi çoktan terk etmiş. Onun yerine gelense, büyük bir aymazlık filan da değil, şımarıklık. Şımardıkça körleşen, körleştikçe şımaran ve örneğin şimdilerde resmi olarak casus kabul edilen birinin ilişkilerini ortaya çıkarmak için verilen araştırma önergesini zamanında kahkahalar atıp poz vererek reddedebilen bir şımarıklık. Yaşanılan şeyin bir karabasan olduğunu sanmıyorum, yaşanılan şey dünyanın, kapitalizmin ve dünyayı cennete çevireceğini vadeden büyük anlatıların yaldızlı yüzlerinin altından çıkan gerçek yüz.

Milyon dolarlar hap niyetine yutuluyor, insanların alın terinden topladıkları milyarlarca dolar, halkların, insanların katledilmesi için ortalığa saçılıyorken, birileriyse yerlerde sürüklenen annesine bakıp yalnızca çığlık atabiliyor: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”. Ve biz bu çığlıkların bir yerlere dokunacağını, kararmamış bir yüreğe denk geleceğini sanıp aldanıyoruz. Bazı yüreklerin henüz kararmamış olacağı umudunu tazeleyerek  kendimizi aldatıyoruz. Ah insanın o büyük aldanışı. Ah iyiliğin bitmek tükenmez bilmek yenilgisi. Ah iyi bir dünya özleminin, kötülerin bile bir yüreğe sahip olduğunu sandıran o saf tutumu.

Çığlık yalnızca duyulsun diye değildir. Kanatmak, ağlatmak, karşıdakine de insan olduğunu hatırlatmak içindir. Ah bu çığlıklarımızın bir duvara vurur gibi geri dönüşü. Ne yaşanırsa yaşansın, birilerinin vicdanında hâlâ kararmamış bir yerin, dokunulabilecek bir yerin, “insan” bir yerin kalmış olabilme umudundaki naiflik ve bu naifliğin her daim yenilgiye duçar oluşu.
Oysa biz kadim bir coğrafyada insanlığa, merhamete, adalete bakınırken; rüşvetler, kollara takılan saatler, ülkenin geçmişini ve geleceğini satanlar karınca gibi çoğalmış. Toklar daha tok, açlar daha aç olurken, tam da böyle olmasını isteyenleri hangi açlık rahatsız edebilecekti ki. Hangi açlık onların gözünü doyuracak, hangi açlık akşam başlarını koydukları yastıklarda huzurlarını bozacaktı ki? Ah bizim sevecen açlığımız, açlığımızla lokmaları boğazlara dizeceğimizi sandığımız o büyük, o güçlü, o saf vicdanımız.

Birileri dini artık bir inanç olarak değil, bir kalkan olarak kullanmaktadır ki, eğer bir şirk varsa o da ancak bu olabilir. Çünkü Tanrı, oğlu İshak’ı (İsmail) öldürsün diye emir verdiğinde, İbrahim’in kendi emrine karşı gelip gelmeyeceğini sınamadı. Bu emir bir sınama değildi. Çünkü Tanrı’nın önceki emri “öldürmeyeceksin”di –ki İbrahim’e oğlunu öldürtmedi-. Tanrı artık paranın, insanın, nesnelerin, hayvanların değil insanın aklının, nefsinin, arzularının kendisine teslim edilmesini istemiş ve “kurban” geleneğindeki en büyük kırılmayı gerçekleştirmişti. İbrahim’i dinlere inanan, inandığını söyleyen ya da öyle olduğunu sandığımız kimilerinin bu dünyayı bir karabasana çevirmiş olmasındaki saik hâlâ insanı kurban etmeleri, hâlâ paraya ve nesneye tapmalarıydı. Bugün, İbrahim’in bıçağı onun çocuklarının göğüs kafesine inmiştir artık. Dünya kan gölüdür. İnsanların ve hayvanların kanı, diğer bütün canlıların ve cansızların acısı etrafa saçılmıştır.

Artık sevmek ve hoşgörü denilen şey ahlaki bir kuvvete sahip değildir. Bunlar yalnızca bazı insanların, bazı insanlar ve bütün insanların diğer canlılar üzerindeki tahakkümünü meşru kılmak ve vicdan muhasebesini önlemek için vardır. Sevmek ikiyüzlüdür. İnsan bir kedi yavrusunun katline/katiline vermesi gereken tepkiyi hakkıyla verebilmekte, ancak insana yapılan zulüm için susmaktadır.

Adaletin olmadığı yerde, hoşgörü ve sevgi, mazlumun zehridir.

Ve bunca acının ve adaletsizliğin üzerine, cennet önemli değil ama bir cehennem mutlaka olmalıdır, yoksa da olmalıdır.

ALİ MURAT İRAT   / BİRGÜN

5 Aralık 2017 Salı

Uluslararası yaptırımlar: Egemen ülkenin zayıf ülkeye sopası - MUSTAFA K. ERDEMOL

‘Uluslararası Yaptırımlar’ Soğuk Savaş sonrası bir kavramdır, ama, bir yaptırım türü olarak ‘ambargo’nun tarihi daha da eskiye gider. ‘Ambargo’ya ABD’de 1807’de rastlıyoruz ilk olarak. 


'Uluslararası Yaptırımlar' Soğuk Savaş’tan sonra yaşamımıza girmiş kavramlardan biri. Hem devletlerin, hem de uluslararası örgütlerin başvurdukları bir “zorlama yöntemi” olarak tanımlanıyor. Yaptırımlardan amaç elbette muhatabın gücünü zayıflatmak. 'Uluslararası Yaptırımlar’ın özelliği çoğunlukla bir barış dönemi uygulaması olmasıdır. Her zaman hukuka uygun mudur, değil midir; bu hala tartışılan, bir sonuca da bağlanmamış bir sorundur tabii.

Bu önleme başvuran devlet(ler) ya da kurum(lar) muhatabının hukuka aykırı olduğuna inandığı tutumunu cezalandırır aklınca. Bu, her zaman istediği sonucu verir mi, bu da ayrı bir tartışma konusudur. Ama kim ne derse desin, şu “uluslararası yaptırım”ı uygulayanlar daha çok küresel emperyal güçler ile onların güdümündeki kurumlardır. Güçlü aktörlerin güçsüz olana yaptırımlarıdır söz konusu olan. Bu yaptırımlar; ticaret yasağı koymak, hedef alınan ülkede yatırım yapılmasını engellemek, söz konusu ülkenin uluslararası pazarlarda mal alıp satmasını durdurmak gibi önlemler. Bu yaptırımlar BM eliyle yapılırsa buna küresel, AB gibi bölgesel bir birliğin uyugulaması ise adı üstünde bögesel, bir başka ülkenin bir başka ülkeye yaptırımı ise (örneğin ABD’nin İran’a yaptığı gibi ) bireysel yaptırım deniyor.

Uluslararası yaptırımların iki türü var: Silahlı kuvvet kullanmayı gerektiren ya da gerektirmeyen yaptırımlar. BM Güvenlik Konseyi barışın tehdit altında olduğunu iddia ederek BM Sözleşmesi’nin 7. Bölümü’nde belirtilen önlemleri uygular. Barışın tehdit altında olduğu durumda BM önce 41. Madde uyarınca kuvet gerektirmeyen zorlama önlemlerine başvurur, bu önlemlerin başarısız olması durumunda ise bu kez 42. Madde uyarınca silahlı kuvvet kullanmayı gerektiren uluslararası yaptırımlara başvurabilir.

Hepsi başarılı olmuş değil
Peki her yaptırım kararı başarılı mı? Değil tabii. Örneğin1935 yılında Habeşistan’ı (şimdiki Etiyopya) işgal eden İtalya’ya uygulanan BM yaptırımları, İngiltere’nin o zamanlar denetimi altında olan Süveyş Kanalı’nı kapatmaması nedeniyle pek de başarılı olmamıştı. Aynı durum 1960'larda da yaşandı. BM Güvenlik Konseyi'nin, ırkçı Güney Afrika rejimine karşı aldığı yaptırım kararı başta İngiltere olmak üzere İngiliz Milletler Topluluğu’na üye ülkelerin desteklememesi sonucu istenen etkiyi yapmamıştı.
Bazen hedef alınan ülke zayıflatılmak istenirken aslında güçlendirilmiş de olmaktadır. Örneğin, ABD’nin Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunun böyle bir sonuç doğurduğu söylenir. Büyük ölçüde ABD silahlarına bağımlı olan Pakistan, bu yaptırımlar sonucu zayıf düşünce nükleer silah üretimi konusunda hız kazanmıştır.

Milliyetçilik de doğurdu
Konunun uzmanları bireysel olarak adlandırılan yaptırımların hedef alınan ülkelerde milliyetçi/bağımsızlıkçı hareketlerin doğuşuna yol açtığını belirtiyor. 1938’de ABD ile İngiltere’nin Meksika’ya uyguladığı ekonomik ambargolar bu ülkede milliyetçi akımların gelişmesine yol açtı. ABD’nin 1961’de Seylan’a (şimdiki adı Sri Lanka), Fransa’nın 1964’te Tunus’a uyguladığı yaptırımlar da aynı sonucu doğurdu. Bu yaptırımlar uzun sürdüğünde hedef alınan ülkeler bu yaptırımlara uygun ama kendilerine özgü bir sosyal yhaşam gerçekleştirmeye başladılar. Buna en uygun örnek olarak Küba gösterilebilir.

Ambargo daha eski
'Uluslararası yaptırımlar' Soğuk Savaş sonrası bir kavramdır tamam ama, bir yaptırım türü olarak ‘ambargo’nun tarihi daha da eskiye gider. ‘Ambargo’ya ABD’de 1807’de rastlıyoruz ilk olarak. ABD Başkanı Thomas Jefferson, söz konusu yıl, Napolyon Savaşları sırasında yani, ülkesinin uluslararası yükümlülükleri çiğnendiği gerekçesiyle İngiltere ile Fransa ticaret gemilerine tüm ABD limanlarını kapattı. Buna karşılık Napolyon da kara ve deniz ablukasına başvurdu ve bazı ABD gemilerie el koydu. İngilrere de aynı ablukayı gerçekleştirmişti daha önce. ABD’nin ambargo kararını Jefferson’un en büyük siyasi hatalarından biri kabul eder.

ABD, 1937’de İspanya iç savaşı sırasında İspanya’ya ambargo uyguladı. Başka ülkeler de ambargo uygulamasına başvurdular elbette. 1918’de tarafsız ülke durumunda olan Arjantin ile Şili, Alman gemilerine el koydular. Devamı da var. Norveç 1940’ta İtalya’ya petrol taşınmasını yasakladı, İtalya Norveç’e ambargo koydu ABD, 1975 -78 arası Kıbrıs Harekatı sonrası Türkiye’ye de silah ambargosu uyguladı.

Ambargonun klasik bir tanımı var: Bir devletin kendi limanlarında bulunan diğer devlete ait gemileri barış zamanında haciz ve tevkif etmesi. Tabii bu günümüzde artık böyle değil. Egemen bir ülke ya da kurum hedef aldığı bir ülkeyi ekonomik ya da siyasi açıdan zayıf duruma düşürmek için, o ülkeyle siyasi/ticari ilişkisi bulunan ülkelerin mal alım satımını yasaklar hedef ülkeyle.
Uluslararası Yaptırımlar içinde en çok başvurulan yöntem ambargodur. Çünkü zaman zaman başarısız sonuçlar alınmakla beraber yine de hedef ülke için yıkıcı sonuçlar alınacak en etkili yaptırım türü, ambargodur.

Şu İran ambargosu
Yıllardır duyduğumuz İran ambargosuna bakalım biraz da. Nasıl bir şeydir, nasıl uygulanıyor, İran nasıl etkileniyor, görelim.
Ekonomisi büyük oranda petrole dayalı olan İran’ın sanayisi ambargo yüzünden kalkınamıyor, belirtelim öncelikle. Kolay değil, neredeyse kırk yıla yaklaşan bir ambargo söz konusu bu ülkeye. Humeyni’nin liderliğindeki İslami devrimle başladığı sanılır ambargoların, ilgisi yok tabii. İran’da millileştirme operasyonları yapan Başbakan Musaddık, İran petrollerini dünya pazarlarına aracısız satmak isteyince İngiltere’nin ambargosuyla karşı karşıya kalmıştı ülke. Musaddık ABD marifetiyle devrilince ambargo sona ermişti.

İran’daki İslami rejimin ilanından sonra, 1980’de başlayıp 1883’te biten rehine krizi İran’a ambargonun ilk gerekçesi oldu. İranlı bazı üniversite öğrencileri Tahran'daki ABD Büyükelçiliği'ni işgal ederek, 66 diplomatı rehin almıştı. Bunun üzerine ABD Başkanı Jimmy Carter, İran'a anlaşmalar gereği verileceği vaad edilen 300 milyon dolar değerindeki askeri yedek parça yüklü gemiyi yollamamıştı. ABD petrol firmaları İran’ı terk ettiler. Onlarla beraber uzman ve teknoloji de çıkmış oldu ülkeden. Petrol üretimi trajik olarak büyük bir düşüş yaşadı böylelikle. Aynı yıl İran’ın ABD bankalarında bulunan 12 milyar doları bloke edildi. İran’a ilaç, gıda yardımı durduruldu. Diplomatların bir kısmının serbest bırakılması üzerine ambargo yumuşatılmasına rağmen el konulan para İran’a geri verilmedi.

ABD’nin kışkırtmasıyla Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, İran’a saldırdı. Bu savaşın üçüncü yılında İran’a silah ambargosu uyguladı ABD. 1984’te bazı kimya ürünlerinin İran’a satışına yasak getirildi.

Reagan döneminde ambargonun kapsamı daha genişletildi. İran’dan petrol alımı tamamen yasaklandı. Ancak daha sonra başka maddelerle geliştirilen amborgoya bazı Avrupa ülkeleri ile Japonya itiraz ederek İran’la ticaret yapmayı sürdürdüler. Hatta Japonya, İran ile petrol üretim tesislerini geliştirmek üzere anlaşmalar imzaladı.

Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde Clinton tarafından gevşetilen İran’a yönelik ambargo, Mahmud Ahmedinejat’ın cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine yeniden sıkılaştırıldı.
2015‘te İran ile Birleşmiş Milletler'in (BM) beş daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın oluşturduğu 5+1 ülkeleri arasında yürütülen müzakerelerde anlaşma sağlanması üzerine BM tarafından İran’a uygulanan ambargo kaldırıldı.

Yani şimdi Rıza Sarraf davası nedeniyle, dava sonuçlanınca Türkiye’ye herhangi bir ABD yaptırımı olur mu laflarının konuşulduğu bir ortamda uluslararası yaptırımlar ya da ambargo hakkında  bilgilerimizi tazeleyelim istedim.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Duvarın dibindesiniz kaldırın ellerinizi… - ORHAN AYDIN

-Kapana kısıldılar.
-Kapan ki ne kapan. Öyle yalnız ayaklara değil, tüm vücuda çelik çiviler saplandı.
-Bin yıldır tapındıkları efendilerinin nasıl bir namussuzluk olduğunu bilemediler!
-Çok zavallıca, bazen akıl kıtlıklarına acıyorum.
-Amerika’nın kendi parasının uluslararası dolaşımını nasıl kontrol ettiğini çözmüşler hem de bin bir türlü dalavereyle en küçük detayına kadar çözmüşler, dolayısıyla acayip kazık atmışlar ama öte yandan dinlendiklerini, içlerinin dışlarının ajan dolu olduğunu bilememişler.
-Film senaryosu gibi!
-Yapılacaktır zaten. Mahkemeyi izleyen gazetecilerin içlerinde senarist olanlar var. Hiçbir yapımcı, bu aptal tilki kurnazlığının macerasını kaçırmak istemez.
-Romanlara, oyunlara konu olacaklar.
-Bizim ülkemiz televizyonlarında yok ama tüm dünya da kapalı gişe iş yapıyorlar. Her yerde birinci haberler.
-İzledim ağabey. Reza başrolde ama her haberde bakanlar, bürokratlar, RTE, altınlar, bankalar, şemalar, krokiler var. Alman ZDF kanalında gördüm; saray’ın ihtişamından, içindeki görgüsüz zenginlikten, uçaklardan, korumalardan, çocuklarının servetlerinden, gemilerden, Emine Erdoğan’ın mağaza kapatılıp yaptığı alış-veriş trafiğinden, inşaatlardan, onlardan alınan Aslan paylarından filan bahsediyorlar ve dönüyorlar 17/25 Aralık günlerine. İzleyince ‘bilmediğimiz ne çok şey varmış vay anasını’ diyorsun.
-Ben de BBC de gördüm. Benzeri bir kurgu vardı ama daha çok dışarıda ve içerideki yolsuzluklarla çürüyüp biten bir AKP den söz ediliyordu. İnsan hakları, adalet, gelir eşitsizliği, dincilik, doğa ve çevre talanları ve betonlaşma. Buradan elde edilen büyük bir rant ve bunun paylaşımından. Dış oyunlardaki acemiliklerden, AB, Suriye, Irak, Rusya, Amerika, Katar, S. Arabistan, İsrail ilişkilerinden ve ABD ile sorunun temelinden.
-Duruşmaya katılan Fransız gazetecinin bir yorumu vardı bu ABD çuvallaması ile ilgili, ilginçti. “ABD Türkiye sorunu, ne PYD ne F.Gülen sorunudur. Türkiye F. Gülen’i alamayacağını bilir, PYD meselesi ise hiç karmaşık değildir. Birleşmiş Milletler de bile konuşulmuştur. Mesele İran ambargosunun delinmesidir.”
-New York Times da benzeri birkaç makale yayınlandı. Hollanda televizyonlarında açık oturumlar filan yapılıyor. Emekli savcılar, siyaset bilimcileri, akademisyenler, polis ajanları konuşuyor, hepsi

AKP ve Erdoğan’a akıl erdiremiyorlar ve Reza Zarraf’ı “fare” diye adlandırıyorlar. Ambardan mal çalmanın yolunu bulmuş ama evin kedisi tarafından izlendiğini anlayamamış bir lağım faresi.
-Şimdi bizdekiler cümbür cemaat buna “kumpas” diyorlar, Reza ya “casus” diyorlar, “mesele milli” diyorlar. Siyasetçileri de öyle medya dedikleri bataklıkta. İnandıramıyorlar halkı bu sefer hırçınlaşıyorlar, küfürbaz oluyorlar.
-Daha ileri gittiler ağabey, Dışişleri Bakanı “ABD yargı sistemine ve Senatoya F. Gülen sızmış” dedi.
-Ne deselerdi, ‘hepsi doğru, yaptık ve bedelini ödemeye hazırız’ filan mı yoksa ‘evet yaptık ve ambargoyu tanımıyoruz’ mu?
-Yok, ilki komik olurdu ama önceleri ikincisini savunur gibi oldular. Baktılar ki pabuç pahalı sustular.
-Düşünsene sofralarından kalkmadıkları, düğünlerde, nişanlarda, sahillerde, kuş sütünün bile eksik olmadığı davetlerde, bakanlık odalarında, yatlarda, katlarda ağırladıkları, ortaklık yaptıkları, ödül verdikleri adam bunları gammazlıyor.
-Hırt, koydurmuş ortaya bir tahta Bilal’e anlatır gibi anlatıyor.
-O konuştukça bunlar sıkışıyor, bakanlara yurtdışı çıkış yasağı koydular. Rezza’nın mal varlığına el koydular, Halk Bankası’nın adını bile değiştirebilecek yasa çıkardılar.
-Vatandaş bağırıyor, duvarın dibindesiniz kaldırın ellerinizi!
-Mahkemenin ilk günü, CHP’nin ortaya attığı MAN belgeleri bunları tam tersyüz etti. Çakılıp kaldılar. Kıyameti kopardılar.
-Hazırlık yaptılar öncesinden ama beceremediler, daha belge filan ortada yokken “Bunlar ne açıklarlarsa açıklasınlar sahtedir.” dediler ancak duyan olmadı. Belgeler ortalığa saçılınca başladılar veryansın etmeye. Mahkemelere başvurdular, tazminat davaları açtılar. Belgelerin ıslak imzalı olanları mahkemeye verildi,  basına fotokopiler dağıtıldı yine “sahte bunlar” diye bağırdılar. Tersi haber yapmak yasaklanınca ne yapsın uşaklar, başka kelime de bulamadılar, koro halinde “sahte” diye bağırdılar. Yetmedi belgelerin açıklandığı an canlı yayınlanırken, yayınları kesecek kadar eblehleştiler.
-Oysa her şey ortada. 1 Sterlin’e bir şirket kuruluyor ve başlıyor para trafiği.
-“Zinhar yalan”, “Bu ticarettir” diyorlar. Nasıl ticaretse, ortada alınıp satılan bir mal yok. Tıpkı Reza Zarrab’ın hayali gıda ticareti gibi!
-Ortalık karışık.
-Karışık ki ne karışık.
-Ne olacak ağabey.
-Filmi yine birlikte izliyoruz. Bu pisliğin bir gün paçalarından akacağını söylediğimiz film bu. Daha yeni başladı ve anlaşılıyor ki böyle bitmeyecek. Yeni dosyalar, yeni rakamlar, yeni kuklalar saçılacak ortalık yere.
-Orası kesin ama halkın çöpe süpürmediği bir pislik temizlenmiş olur mu onu düşünmek gerek.
-Duvarın dibindesiniz kaldırın ellerinizi diyen vatandaşlara kulak vermek gerek.

Orhan Aydın / SOL

Sermaye yuvarlaktır - ORHAN GÖKDEMİR

Çağırdılar, iş teklif ettiler. Maaş pazarlığına geldi sıra. “Benden öncekine ne veriyorsanız onu verin” dedi. Sözünü ettiği para 3,5 milyon Avroydu. “O olmaz 2,5 veririz” dediler, kabul etti.
Yani arkadaşa devletin kasasından aylık 1 milyon TL maaş veriyorlar. Bunun karşılığında çoğunu kaybettiği üç dört maçta takımın başında bulundu. Uyuşturucu ticareti yapsa bu kadar bol kepçe kazanma şansı yoktur.

Milli Takım Teknik Direktörü Mircea Lucescu’dan söz ediyoruz. Rumen’dir beyefendi, Romanya’nın sosyalizm döneminin tanığıdır. Yaşını başını almış, Romanya’da komünizm tasfiye edildikten sonra küpünü doldurmuştur. Yani insanın ölümlü olduğunu unutamayacağı bir yaştadır. “Kefenin cebi yok” demiş eskiler. Ama aşırı kazanç hırsı kefene cep diktirir. Yoksa o çapta o yaşta bir adam çıkarı için neden böyle eğilip bükülsün.

Geçen gün basına demeç verdi. Hayır, futbolla ilgili değil, kapitalizmle ilgiliydi söyledikleri. “Kapitalizmle Türkiye’de tanıştım” dedi, "Rumen basınında anlatıldığı gibi olmadığını gözlerimle gördüm" diye ekledi. Kendi beyanına göre eğitimi iktisat ilmi üzerinedir. Yani kapitalizmi anlamak için ne Rumen gazetelerine ihtiyacı vardır, ne de Türkiye’ye gelip bizzat görmesine. Parayı görmüş ve bildiklerini unutmuştur. Dediğinin özeti şu; ülkesinde profesyonellik yoktur, bu az para demektir ve beyefendi çok para kazanmak istemektedir. Bunun yolu komünizmden kaçıp, kapitalizme sığınmaktır. Kapitalizmde herkes birer sığıntıdır.
Söylediklerinde kendi açısından haklılık payı var. Komünizmde boş beleş işler için kimseye çuval dolusu para vermezler. Profesyonel futbol spor değildir zaten. Lucescu da artık bir spor adamı değildir. Bir holdingin “ceo”sudur, basit bir kâhya derecesindedir. Ücreti yüksek olsa da işvereninin emrindedir ve kapitalizme bayılmak zorundadır. Ama görüldüğü gibi etrafında hala komünizmin hayaleti dolaşmaktadır.

                                                                            ***

Beyefendi Komünist Romanya’da iktisat eğitimi aldığına göre şunları biliyor olmalıdır:
“Toplumun, son derece zengin küçük bir sınıf ile mülkiyetten yoksun büyük bir ücretliler sınıfına bölünmesi, toplumun üyelerinin büyük bir çoğunluğu aşırı bir yoksulluğa karşı hemen hemen korunmamış durumda iken, o toplumun kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulması sonucunu verir. Bu durum, her geçen gün daha saçma, daha gereksiz olmaktadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir.” Engels bunları 1891 not ediyor. Yoldaşının 1847 Aralığında Alman İşçiler Birliği’nde verdiği konferansın dökümünün sunuşudur. “Ücretli Emek ve Sermaye” adıyla biliyoruz.
Şöyle devam ediyor: “Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı, toplumun bütün bireylerinin daha şimdiden zaten var olan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi yoluyla, herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile yaşamdan zevk alma, bedenin ve zihnin tüm yeteneklerini geliştirme, seferber etme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir toplum düzeni olanaklıdır.”
Buna kısaca “Komünizm” diyoruz. Lucescu’nun yarım ağız kötülemeye çalıştığı şeydir ve kendine çuvalla para aktaran kapitalizmin taban tabana zıddıdır.

Komünizm ekonomiyi zapturapt altına alıp toplumun çıkarlarına göre düzenlemek demektir. Buna da kısaca planlama diyoruz. Kapitalizm ise toplumu zapturapt altına alıp ekonominin çıkarlarına göre düzenlemek demektir. Kısası piyasa toplumudur, insan doğasına aykırı yanlış bir iştir. Bildiğimiz tek bir numarası vardır; mülksüzleştirdiği insanları örtük açlık tehdidiyle ücretli çalışmaya zorlamak.
Yani komünizmde toplum ekonomiye hükmederken, kapitalizme ekonomi topluma hükmeder. Onun için bir avuç asalak büyük zenginliğe sahip olur. Onlar bu zenginliğe sahip olduğu için geri kalan büyük kitle aşırı bir yoksullukla karşı karşıyadır. Ve Engels’in öngördüğü gibi modern kapitalizm kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulmaktadır. Bu düzen Lucescu’nun kapitalizmi öven sözleri kadar gereksizdir, saçmadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir.

                                                                            ***

Bu denklemde Lucescu’nun bilmeme olasılığı olan bir yan var ama. O da sermayenin yalnızca ezilen sınıfları değil, ezen sınıfı da köleleştirdiği, kendine bağımlı kıldığı, kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdiğidir.

Saraydan örnek vererek anlayabileceği şekilde açıklayalım. Öfkesi burnunda AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen gün çıktı, bazı iş adamlarının mal varlıklarını yurtdışına kaçırma girişimleri olduğunu belirterek “prompter”a bakmadan şöyle dedi; "Buradan sesleniyorum, önce kabinemize sesleniyorum, bunların hiçbirine çıkış için asla izin vermemelisiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir. Bu ülkede kazanıp bu kazançları yurt dışına kaçırmak isteyenlere biz iyi gözle bakamayız."
Diplomasını göremedik henüz ama beyanına göre iktisat okumuşluğu var. Sermaye sevmez öyle talimatları, başına buyruk olmayı ister. Özgür özgür kâr peşinde koşar, engellenirse kaçar. "Laissez faire, laissez passer, le monde va de lui même"dir aslı. Sermayenin koyduğu kuraldır, ne saray dinler, ne sultan. Ne dini vardır ne imanı. Karşı çıkana çakar tokadı.

Bakın aslan sosyal demokratlar koşup hemen beyefendinin promptersiz konuşmasını tekzip ettiler. CHP Genel Başkan yardımcısı Çetin Osman Budak, söz konusu açıklamanın Türkiye'den uzaklaşan yabancı sermayeyi daha çok ürküteceğini söyledi. Çünkü "Türkiye serbest piyasa ekonomisini uygulayan, sermayenin, malların ve emeğin serbestçe dolaşmasını benimsemiş” bir ülkeydi. Sermaye kontrolünü çağrıştıran “kapıları kapatın” gibi bir yaklaşım, panik yaratacaktı.

Düzeltme hemen geldi zaten. "Dün 'Bazı iş adamlarının varlıklarını yurt dışına kaçırma girişiminde bulunduğunu duyuyorum' demiştim. Bunun üzerinden farklı değerlendirmeler yaptığını gördüm. Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahip bir ülkedir. İsteyen herkes parasını yurt dışına çıkarabilir ve buna devam edilecektir" dedi Sultan. ''Yatırım için değil ülkesine güvenmediği için parasını yurt dışına götürene sitemimi dile getirdim” diye ekledi.

O nedenle bu nedenle, götüren götürür kuralı işleyecekti özetle. Sermayenin geliş gidiş amacını sorgulamak kimin haddine?
Laissez faire, laissez passer, le monde va de lui meme… E bu durumda sultan olsan hükmün sermaye ters ters bakana kadar.
Hem zaten kral “mülk benim” derken aynı zamanda mülk sahibinin kral olduğunu beyan etmektedir. Sermayedir gerçek kral. Krallı indirir bindirir. Çakma sultanları dize getirir. Ona hizmet etmeyen hiçbir şeyin meşruiyeti yoktur.
                                                                              ***

Biz mi?
Devrimimizin ilk gününde gücünü mülkiyetten alan o kralı alaşağı etmeyi planlıyoruz. Son vereceğiz dolaşım özgürlüğüne, kıracağız bacaklarını, yürüyemeyecek hale getireceğiz. İnsanın gerçek kurtuluşu sermayeden kurtuluşu olacak.
Boş beleş ayaktopu hocasına 1 milyon, işçiye 1.400 olur mu? Saçmadır ve buna derhal son vereceğiz. Hazırlanıyoruz. Sermaye yuvarlak olsa bile son maç kesinlikle bizim.

Unutmadan, Lucescu’ya selamlar!

Orhan Gökdemir / SOL

Togem-Der, Sarraf’tan 18 milyon TL aldı mı? - ÇİĞDEM TOKER

New York’ta tanık sıfatıyla ifadesi süren, ülkemizde de casusluk suçlamasıyla hakkında soruşturma başlatılarak mal varlığına el koyulan istisnai Türk vatandaşı Rıza Sarraf’ın, dağıttığı rüşvetleri ve yaptığı bağışları ne kadar titiz yöntemlerle kayıt altına aldığını artık biliyoruz. Sadece 17-25 Aralık belgelerinde değil, ABD’de tutuklandıktan sonra hayırsever bir işadamı olduğunu göstermek için avukatlarının yaptığı kefalet başvurusu ve nihayet ikinci haftasına giren yargılamadaki ifade ve şemalar üzerinden de.
Bir önceki yazıda yönelttiğim soruyu, güncelleyip açarak tekrarlayacağım. 

***

Sarraf’ın 18 Mayıs 2016 tarihli kefalet başvurusunda, Emine Erdoğan himayesinde faaliyet gösterdiği pek çok kaynakta yer alan Togem-Der adlı derneğe milyonlarca dolar tutarında bağış yapıldığı listelenmiş biçimde yer alıyordu. 

 Önceki yazıda aktardığım 2.3 milyon dolarlık bağış tutarının eksik olduğu, bu rakamın yalnızca 2016 yılına ilişkin olduğu, kefalet dilekçesinde Togem-Der’e Sarraf’tan 2013’te 850 bin, 2014 yılında da 1.5 milyon dolarlık daha bağışın yapıldığı bilgisi hatırlatıldı. 
 
Böylelikle Rıza Sarraf’ın Togem-Der’e yaptığı toplam bağış tutarı 4 milyon 650 bin dolara ulaşıyor. (Zaten, o dönem, yani Mayıs/Haziran 2016’da bu bağışlar, TBMM’de birden fazla soru önergesine konu edilmiş.)
Sarraf’ın, ABD yargısına verdiği bir dilekçede yanıltıcı veya yalan bilgi verme ihtimali var mıdır sizce? 
Düşük bir olasılık olsa da kesin bilmiyoruz. Yine de, Togem- Der’e yapılan bağış tutarının bugünün döviz kuruyla yaklaşık 18 milyon TL olduğunu biliyoruz.
Sorulara geçelim:
- Açık adı “Toplumsal Gelişim Merkezi Eğitim ve Sosyal Dayanışma Derneği” olan Togem-Der, Rıza Sarraf’tan 4 milyon 650 bin dolar bağış aldı mı?
 
- Bugünün kuruyla 18 milyon TL olan bu bağış tutarı nerelerde ve hangi amaçlarla harcandı?
- Harcamalar denetlendi mi? 

 
- İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturma kapsamına Sarraf’ın yaptığı yüklü bağışlar da dahil edilecek mi? 


İstisnai vatandaş
Önceki yazımda İzmir milletvekili Zeynep Altıok’un Sarraf’ın istisnai vatandaşlığıyla ilgili sorularına da yer verdim.
Oysa bu soruların birçoğunun cevabı, -Hürriyet’teki görevine bu yılın başında son verilen- meslektaşımız Tolga Tanış’ın yazısında duruyormuş meğerse. 4 Haziran 2016 tarihli “Zarrab’ı kim TC vatandaşı yaptı?” başlıklı yazıda Tanış, eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’yla konuştuğunu ve “Zarrab’ın savunma avukatlarından, kendisinin ne zaman ve nasıl TC vatandaşı olduğunun belgesini edindiğini” aktarıyor. Sarraf, Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 6. maddesi uyarınca, Bakanlar Kurulu’nun 1 Haziran 2007 tarihli toplantısındaki 2007/12274 sayılı kararıyla vatandaşlığa alınmış.
Tolga Tanış’ın yazısından konuya dair bölüm:
“Daha ilginci, Zarrab’ın vatandaşlığa alınmasından sonra çıkan Resmi Gazete’leri taradım. Kararı online arşivde de bulamadım. Bu tür vatandaşlık işlerini bilen bazı istihbaratçılarla konuştuğumda ise, devletin zaman zaman faydalı gördüğü kişileri istisna kabul edip Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaş yapabildiğini ama Resmi Gazete’de yayımlamayarak kanunları ihlal edemeyeceklerini öğrendim.”
 
Tanış’ın Sarraf’a istisnai vatandaşlık verildiğini yazdığı 1 Haziran 2007, genel seçimlerden kısa bir süre öncesi. Bu tarih aynı zamanda, yasa gereği İçişleri Bakanı’nın da görevi bıraktığı döneme de rastlıyor. Sarraf’ın, genel seçim öncesi ve tarafsızlık gözetilmesi gereken bir dönemde istisnai vatandaşlığa alınması, Resmi Gazete’de yayımlanmayışını da izah ediyor olabilir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

4 Aralık 2017 Pazartesi

Fazla karışık – gayet sade - AYDEMİR GÜLER

ABD’de süren davanın fazla karışık olduğu belli. Bir jüri üyesi bile işin içinden çıkamamış ve gözkapaklarındaki ağırlığa direnememiş. Sarraf tahtayı şemalar, oklar, açıklamalar, sayılarla dolduradursun, mahkeme başkanı uyuklayıp kötü örnek olan jüri üyesini görevden almış mecburen.
Konşimento sözcüğünü Sarraf okula gitmeden önce öğrenmiş olabilir. Yalnız Türkiye nüfusu değil, dünyanın mutlak ve çok büyük çoğunluğu sözcüğün nasıl yazıldığını bilemediği için sözlükten de yardım alamayacaktır.

Velhasıl bu dava bu yanlarıyla fazla karışıktır.

AKP dediğiniz kalabalık köylü kurnazlığını iktidara taşımış bir demagoji uzmanları merkezi. Bunların güttüğü siyasetin, yaptığı analizin herkesi aptal varsayması ama herkesin aptal olmamasının bir önemi bulunmuyor. Zaten karışık olan hayatı içinden çıkılmaz, anlaşılamaz hale getirebiliyorlar. İnsan anlamadığını değiştiremez.

Bu paralar kimin parası, belli değil. İran’la ticaret yapmak suç mu peki?
Amerikalılar yasak dedi diye mahkeme neyi tartışıyor?
Peki alışverişi dolarla yapmasalar olacak mıymış?
Bir de Kılıçdaroğlu’nun açtığı dosya var.
O ada ne adası?
Hakikaten, o para buradan mı oraya gitmiş, oradan mı şey olmuş?
Vergiden mi kaçırmışlar, faizi var mıymış?
Faiz caiz miymiş?
Bu tartışmaların içinden tereyağdan kıl çeker gibi çıkılması zaten imkansızdır. En iyisi işi bir “uzmanlık konusu” haline getirmektir.
Uyuyakalan jüri üyesi misali, Türkiye kamuoyunun da içinin geçmesi olasılığı çok yüksektir. AKP meseleyi karıştırmaya oynamaktadır ve zaten mesele karışıktır. Konşimento yenir mi, içilir mi?

                                                                         *    *    *

Diğer taraftan olay sadedir ve bir ahlaksızlar güruhu halkın rüyasında göremeyeceği, kaç sıfır koyması gerektiğini bilmediği paralarla oynamaktadır. Rüşvet vermektedirler, demek ki yaptıkları işte bir ayıp olmalıdır. Para ne kadar çoksa ayıp da o kadar ağır olsa gerektir.
Amerikan adaletine kim inanır?
Ne adaleti ne sistemi?
Adam suçluyum diyor ve yargılanmıyor!
Koskoca bir devletin benimsediği şey, özetle ve alenen adaletin yadsınması! Akşam sanık yatıp sabaha tanık kalkılabilen bir dünyada, bizimkiler de adamı geçen ay hayırsever ilan edip sonra hain saymışlarsa, ne olmuş yani?
Karşımızda bir düğüm var ve belli ki, bir Amerikan yargısı, iki Graham Fuller’i falan tutuklamaya kalkan çılgın Türkler, üç Kemal beyin dosyaları, dört Trump-Rusya ilişkisinin üstündeki tepinmeler, beş AKP’nin bölge dansları… yani sonsuz uzayan bir liste bu düğümü kılıçla bile kesilmez hale getiriyor.
Türkiye halkı meseleyi anlayacak da…
                                                                       *    *    *

Ama detaylardan kaçarsanız anlaşılmayacak bir şey de yok. Demiş ya halkımız; çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz!
Bildiğin, hırsızlık…

Lakin sadece Türkiye değil bütün dünya “çaldım ama bir sor niye çaldım” yüzsüzlüğüne boyun eğilen bir çağdan geçiyor. İranlı kardeşlerimiz için, mazlumlar için, din için, ticaretin doğal parçası olduğu için, Amerikalıları ve dahi haçlıları ifrit etmek için, hakkımı almak için, hacca gitmek için, haccı buraya getirmek için…
Bir kere soruyu meşru saydın mı, yanıtlar ortalığı daha da karıştıracaktır. Dinin ahlaksızlığa dönüştüğü bir zamandayız ve bu yeterince karışık geliyor “sokaktaki insana.”
                                                                            *    *    *

Bütün bunlar komik değildir ve süregiden, ayyuka çıkan dolandırıcılık, yolsuzluk, rüşvet mekanizması halksız döndürüldüğü gibi, halksız resmedilmektedir. Bu çark, seyretmekle yetinenin anlayamayacağı bir çarktır. Dahası, Türkiye görülmemiş, benzersiz bir dejenerasyon yaşamaktadır ve bu dejenerasyondan “kamuoyu” da bağışık değildir.
Seyredenlerin önemli bir kısmının, sıfırlarını sayamadığı paralara imrendiği sır mıdır?
Haksızlıklar halksız bir sahneye yerleştirildiğinde meşrulaşır.
Halk o şemaları anlayacak işletme bilgisine sahip olduğunda seyrettiğini anlamış olmaz. Halk jüri olup kimseyi yargılayamaz; uyur kalır.
Halk taraf olunca olunur.
Halk seyretmeyip “yaptığında” halk olur.
Halk kendi varoluşuyla, yani emeğiyle, vicdanıyla haksızlığın her türü karşısında çileden çıkıyorsa, gücü yettiğinde elinin tersiyle ahlaksızlığı süpürmek için harekete geçiyorsa, harekete geçmeden edemiyorsa halktır.
İşte o zaman hayat gayet sade olacaktır.
Yoksa bu kabaran dalganın artık birilerini yutacağı açıktır. Ama halk harekete geçmiyorsa “gelen gideni aratır.”
Bunu da yine en iyi bu sonuncu uydurmuş olan halkımız bilir.

Aydemir Güler / SOL

Aynı gemide miyiz? - MELTEM GÜRLE

Şimdi bizi ülkeyi soyup soğana çevirenlerle aynı gemide olduğumuza ikna etmeye çalışıyorlar. En büyük suçları işleyip sonra pişkince yüzümüze gülenlerle aramızda bir mesafe olmadığına inanmamızı istiyorlar. Halbuki düne kadar bizden fenası yoktu.


Ignazio Silone’nin 1934’te yazdığı “Tilki” (La Volpe) adlı öykü, İsviçre’de İtalya sınırındaki küçük bir köyde geçer. Karanlık bir dönemdir bu. İtalya’da faşizm hüküm sürmektedir. Komünistlerin ve rejim karşıtlarının çoğu ya öldürülmüş ya da şimdi Hırvatistan sınırları içinde kalan Arbe gibi sürgün adalarına gönderilmiştir. 

“Tilki”nin ana karakteri Daniel, ilk bakışta ailesiyle huzurlu bir hayat süren sıradan bir çiftçi gibi görünür. Ama aslında Mussolini’ye karşı örgütlenen anti-faşist hareketin parçasıdır. Arkadaşı Agostino ile birlikte, İsviçre’ye geçmek isteyenlere yardım etmek başta olmak üzere birçok faaliyeti birden yürütürler. Öykü, Daniel’in geceleri kümese girip tavukları öldüren tilkiyi yakalamak için bir tuzak kurmasıyla açılır ve kendisine karşı kurulan bir başka tuzakla karşılaşmasıyla devam eder. İtalyan gizli servisi, Daniel’in evine bir ajan göndermiştir. Adam eve yaralı olarak ulaştığı için, ailenin bütün kadınları ama özellikle de evin büyük kızı Silvia tarafından misafir muamelesi görür. Yüzü gözü sarılı bir vaziyette olduğundan gerçek kimliği de uzun süre ortaya çıkmaz. Daniel ise, durumu şüpheli bulur. Fakat evine sığınmış hasta bir adama ihanet etmeyi kendine yakıştıramaz. Böyle davranırsa, inandığı her şeyi yok saymış olacaktır çünkü.

Bir gece yemekler yenip içkiler içildikten sonra ikisinin arasında ilginç bir konuşma geçer. Yakınlarda bir tren kazası olmuş ve yüzlerce kişi ölmüştür. Ajan gazetede okuduğu bu haber hakkında, bilgece olduğunu düşündüğü bir iki laf eder. Ona göre, bütün insanlık aynı gemidedir. İşte bakınız, der, bu trene binen herkesin farklı farklı hayatları, beklentileri, hayalleri vardı. Kimi yoksul kimi zengindi. Aralarında öğrenciler, köylüler, iş adamları, askerler, doktorlar, avukatlar vardı. Kimi sevgilisine yazacağı mektubu düşünüyordu, kimi pazardaki fiyatları, kimi ise akşam ne yiyeceğini. Ama trenler çarpıştığında, işçinin yamalı kasketi ile iş adamının gümüş saplı bastonu aynı yöne doğru savruldu, öğrencinin elindeki kitapla avukatın o anda üzerinde çalıştığı dava dosyası da öyle. Hepsi öldüler. Her birimiz aynı kaderi paylaşıyoruz. Bu dünyada hepimiz aynı gemideyiz.

Daniel ise, size burada kısaca aktardığım bu uzun tiradı, sabır ve nezaketle dinler. Romantik ve idealist bir genç kız olan Silvia’nın bu süslü konuşmadan etkilendiğinin farkındadır. Bu da onu ayrıca tedirgin etmektedir.

Karşısındaki adam kentli bir mühendistir. Eğitimlidir, iyi giyimlidir, ağzı laf yapıyordur. Fakat kendisine atfettiği derinlikte sahte bir taraf vardır. Üstelik kaza ile ilgili haberi de yeterince dikkatli okumamıştır. Daniel sonunda adama dönüp şöyle der: “Ölümün yarattığı eşitlik duygusundan söz ediyorsunuz. Fakat belli ki, demiryolları sizinle aynı fikirde değil. Kürk mantolu cesetlerin diğerleriyle yan yana yol kenarında yatmasına gönülleri razı gelmemiş, onları alıp başka bir yere götürmüşler.” Sonra kızının şaşkın bakışları arasında devam eder: “Evet, hepimiz öleceğiz. Ama aynı gemide değiliz.”

II. Dünya Savaşı sırasında kendisi de faşizme karşı mücadele eden Ignazio Silone’nin, önemli bir ahlâki mesele üzerine kurduğu bu uzunca öykü birçok açıdan ilginçtir. İki tuzak arasında gidip gelerek ilerleyen karmaşık olay örgüsü, öyküye adını veren tilki figürü üzerinden açılan zengin sembolizmi ve ana karakterinin sağlam kişiliği sebebiyle bizi etkiler. Yalnızca taşıdığı siyasi gerilim nedeniyle değil, şiddete nasıl karşı koyacağımız sorusunu çok insani bir yerden sorduğu için de önemlidir. Yine de, bence en unutulmaz tarafı, Daniel’e söylettiği bu cümledir: Aynı gemide değiliz.

“Tilki”nin ana karakteri Daniel gibi, Ignazio Silone de kimlerle aynı gemide olmadığını çok iyi bilir. Taşrada küçük bir kasabada doğup büyümüştür. Yoksulluk ve adaletsizlikle erken yaşlarda tanışmıştır. Annesi, bir kardeşi ve ailesinin büyük bir kısmı 1915’teki depremde yıkıntıların altında kalır. Hayatta kalan diğer kardeşi faşistler tarafından öldürülür. Karısı ise bir ayaklanmada vurulur. Daniel’e yukarıda alıntıladığım cümleyi söyletir, çünkü bazıları çalıp çırparak cebini doldururken, diğerlerinin yoksulluk ve çaresizlik içinde yaşadığının farkındadır.

Hangi tarafta yer alacağına daha gencecik bir delikanlı iken İtalyan Sosyalist Partisi’ne üye olduğunda karar vermiştir. Daha sonra bu partinin liderliğini yapacak ve Komünist Parti’nin de kurucu üyelerinden biri olacaktır.

Bu seçiminin ideolojik olduğu kadar kişisel ahlakı ve seçimleriyle de ilişkisi olduğunun farkındadır, Silone. Belki de bu nedenle, “Tilki”de karakterini sadece sınıfsal aidiyeti açısından değil ahlâken de malum geminin yolcularından ayırır. Öykünün bir yerinde, “Faşistler senin gibi vicdani meselelerle zaman kaybetmiyor, bizi buldukları yerde öldürüyorlar,” diyerek isyan eden arkadaşı Agostino’ya “Biliyorum,” diye cevap verir Daniel: “İşte tam da bu nedenle faşist değilim.”

Şimdi bizi ülkeyi soyup soğana çevirenlerle aynı gemide olduğumuza ikna etmeye çalışıyorlar. En büyük suçları işleyip sonra pişkince yüzümüze gülenlerle aramızda bir mesafe olmadığına inanmamızı istiyorlar. Halbuki düne kadar bizden fenası yoktu. Fatih Yaşlı’nın geçen gün BirGün’de çıkan harika yazısında söylediği gibi, “Hava güneşliyken, deniz dalgasızken ve yelkenler rüzgârla şişiyorken aynı gemide olduğumuz akıllarına bile gelmedi.” Ne zaman ki, işler sarpa sarmaya başladı, şimdi birden milli hislerimiz kabarsın, birlik beraberlik şarkıları söyleyelim istiyorlar.

Oysa biz nerede durduğumuzu gayet iyi biliyoruz.
O zaman, Silone’yi ve unutulmaz karakteri Daniel’in söylediğini hatırlamanın zamanıdır: Biz onlarla aynı gemide değiliz. Hiç olmadık. 
 
MELTEM GÜRLE / BİRGÜN

‘Mevlid-i Nebi’, Noel’e naziredir! - TAYFUN ATAY

Önce şunu kaydedelim: İslam’da doğum gününün ehemmiyeti yoktur. Aslolan ölümdür. Çünkü o, Hakk’a yürümektir.
Altı üstü bir imtihandan ibaret şu “yalan dünya”ya gelmiş olmanın değil, bir anlamda “gerçek doğum” ya da “uyanış” demek olan ölüme gidişin anlamı büyüktür esas…
Hadis de var: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Bir rüyaya dalmak demek olan “doğum”un nesini kutlayacaksın?!
Hâl böyleyken bu memlekette bir “etkileşimsel yenilik” olarak karşımıza çıkan “Kutlu Doğum Haftası” üzerine dinbaz bir çekişme doğrultusunda hanidir koparılan kıyamete bir bakın!.. 

***

Geçen hafta gündemdeydi: Diyanet İşleri Başkanlığı, kendisiyle birlikte Türk Diyanet Vakfı’nın 1989’dan itibaren düzenlemeye başladığı Kutlu Doğum Haftası’nın adını, “Mevlid-i Nebi” (“Peygamber Doğumu”) olarak değiştirdi.
“Ha Ali Veli, ha Veli Ali” gibisinden bir değişim değil mi, evet öyle…
Başka ne yapmışlar? Her yıl miladi takvime göre 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlanan haftanın, hicri takvime göre ve Mevlit kandiliyle eşzamanlı mahiyette 12 Rebîülevvelde başlamasını karara bağlamışlar.
Böylece söz konusu etkinlikte “FETÖ girdisi”nin temizlenmiş olacağı düşünülüyor! 

***

Gülen’le bağlantılı isimlerin dönemin Diyanet’ine önerisiyle şekillendirildiği ileri sürülen Kutlu Doğum “proje”sinin başlangıçta yine hicri takvime göre her yıl başka bir tarihte kutlandığı ama 1994’te bunun 20-26 Nisan olarak sabitlendiği bilinmekte. Çünkü herkesçe doğru sayılmayan kimi kaynaklara göre Peygamber’in doğum günü miladi takvimde 20 Nisan’a denktir.
Fakat gelin görün ki bu haftalık kutlama tarihinin son günü de Gülen’in doğum gününe denk geliyor muymuş?!
Bu sebeple duyulan rahatsızlıklara bağlı olarak Kutlu Doğum 2008’de bir hafta öne çekilerek 14-20 Nisan arasında eda edilir olsa da 15 Temmuz sonrası süreçte daha öteye gitmek ve etkinliğin mazisini FETÖ’den iyice arındırmak gerekti.


İşte şimdi yapılan bu: “Kutlu Doğum” adını “Mevlid-i Nebi” yaptık ve haftayı Ramazan ve Kurban bayramları gibi hicri takvim düzenine oturttuk, oldubitti!.. 

***

İyi de böyle bir etkinliğin İslam geleneğinde yeri var mı, yoksa bu bir “gelenek icadı” mı?..
Ve eğer öyleyse, yukarıda kaydettiğimiz üzere neyle “etkileşimsel” bir icat bu?..
En kısa ve hemen hiç kimsenin öyle kolay kolay itiraz edemeyeceği cevap, Noel…
İsa’nın doğumuna yönelik (ki onun da kökeni “paganik”tir) ve 25 Aralık’ta başlayıp 1 Ocak Yılbaşı ile birleştirilmesi âdetten olmuş kutlamaya bir karşılık verme, yani “nazire”de bulunma girişimi bu… 

***

Peygamber, “doğumda yüceltilecek bir şey yok” ilkesine bağlı kaldı. Rivayetlere bakmayın, sağlığında onun doğum yıldönümü kutlanmamış, ne de Dört Halife, Emevi ve Abbasi dönemlerinde böyle bir uygulamaya rastlanmıştır. “Mevlit”i, Peygamber’in soyundan geldiklerini söyleyen Şiî Fâtımîlere borçluyuz (A. Özel, “Mevlid”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 29, 2004).
Sünni İslam bünyesinde Fâtımîlerden esinle belirmiş Mevlit kutlamalarının İsa’nın doğumuna yönelik kutlanan Noel’den etkileşimle ortaya çıktığı da, özellikle Endülüs’te (Müslüman İspanya) Hıristiyan etkisine bir karşılık olarak takdim edildiği kaynaklarda belirtilir (V.J. Hoffman, “Festivals and Commemoration Days, Encyclopedia of the Qur’an”, Cilt 2, 2002). 

***

Sonuçta peygamber sevgisini abartıp Allah’a eş koşmak (“şirk”) sayarak karşı çıkan, başını Selefi-Vahhabi zihniyetin çektiği bir dolu çevre olsa da Rebîülevvel ayının 11’ini 12’sine bağlayan gece İslam dünyasında Mevlit kandili olarak yaygınlıkla kutlandı hep.
Fakat ister FETÖ marifetiyle olsun, ister olmasın ve adı da ister “Kutlu Doğum” olsun, isterse “Mevlid-i Nebi”, bizde yakın zamanlarda “icat edilmiş” haftalık kutlama geleneği, tam mânâsıyla Hıristiyan Noel’ini “tartmaya” yönelik bir amaç taşımakta.
Orada da Selefilikle bir çekişme şöyle dursun, esasen bu topraklardaki “sekülerlik”le bir hesaplaşma etkisinin daha belirleyici olduğu kanaatindeyim.
Hıristiyanlıkta, daha doğrusu Batı Hıristiyanlığında Noel 25 Aralık’ta başlayıp 1 Ocak Yılbaşı’sıyla birleşiyor ya…
Bizde de laik/seküler “gafiller”, tüm dünya gibi Yılbaşı’nı kutluyor ya…
İşte size Hıristiyanlık menşeli bu kutlamaya Müslüman mahallesinden bir karşılık: Mevlid-i Nebi’yi bir kandil günüyle sınırlamak yerine bir haftaya yaymak!..
Bakalım bayram ilan edilmesi ve tatil teklifi ne zaman gelecek?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bu panik korkutucu - ERGİN YILDIZOĞLU

Zarrab’ın itirafları, CHP’nin açıkladığı belgeleri karşısında siyasal İslamın seçkinleri gündemi belirleme gücünü kaybedince paniğe kapıldılar. 

Şizofreni ve şiddet
Biri “ABD ile savaşırız. Yokum diyen şimdiden gitsin” diyor, bir başkası “acımasız direniş hattı” kurmaktan söz ediyor; “Türkiye’ye yönelik yeni operasyon dışarda ABD, içerde CHP üzerinden yürüyor” suçlamasıyla CHP’yi, vatan haini ilan etmeye çalışıyor. Akıl gittikçe istikrarını kaybediyor: Yüzlerce kez “yanıldım”... sonra kalk “önemli mevkidekiler yanıldım diyemez”, ya da, Zarrab... Önce vatansever, sonra iftira yalan komplo... Şimdi devlet sırrını açıkladı, hain...
Realiteyle bağları çoktan kopmuş bir yazara göre, “Türkiye’nin varlık nedeni İslami yörüngenin öncü gücü olmasıdır”. Bu sırada, Suudiler, Körfez ülkeleri, Ürdün, İsrail ile yakınlaşıyor. Mısır yönetimi AKP yönetimini, darbe komplosuyla suçluyor. İran ise kendi planlarıyla meşgul. “İslami yörünge” filan yok, kimsenin de bu öncü güçten haberi yok. Yazarsa, sayıklamaya devam ediyor: “İslamın önünü açmaya odaklanırsak kimse diz çöktüremez bize”. 
 
Bu ruhsal durum, şizofreniye çok benziyor. Şizofreni realiteyle bağların kopmasına, anormal davranışlara yol açan bir akıl hastalığıdır; yanlış inançlar, kafa karışıklığı, başkalarının duymadığı sesler duymak, başkalarının görmediği şeyler görmek, paranoya gibi belirtileri vardır. Kimi zaman da realite ile hastanın kafasındaki düşünceler arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan, intihara, öldürmeye kadar varabilen bir şiddet eğilimi ortaya çıkabilir. Tamamen içine kapanmadıysa, şizofren hasta, arada sırada, geçici bir süre için realiteye dönebilir. 

 
Bugün ülkeyi yöneten İslamcı seçkinler (entelijansiya) hem, realiteye dönemiyorlar, kendi kafalarındaki kurguların (fantezilerin) içinde yaşıyorlar, hem de bir şiddet dili gittikçe güçleniyor. 

Bu sırada realite
Zarrab’ın ifadelerine, ifadelerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adının de geçmeye başlamasına bakan yorumcuların kullandıkları ifadeler utanç, kaygı verici boyutlara ulaştı. ABD’de, iki partiden uzmanlardan oluşan Bipartisan Policy Centre, “Erdoğan Türkiye’sinde İktidar ve Yolsuzluklar” başlıklı bir rapor yayımladı. The Atlantic’de, “Recep Tayyip Erdoğan’ın inatçı paranoyası” başlıklı kapsamlı bir araştırma yazısı var. 
 
ABD’nin, dış politikada en etkili düşünce kuruluşu, Council on Foreign Relations’ın dergisi Foregn Affairesde, Deniz Harp Okulu lisans üstü bölümünden Prof. Gingeras’ın yazısı, Türkiye bir MAFİA devletine mi dönüşüyor diye soruyor. Yazıda, son 10 yılda, Türkiye’de örgütlü suçlardaki artışa, para aklamaya, IŞİD topraklarıyla Türkiye arasında petrol kaçakçılığı ve diğer yasadışı işlere, Türkiye sınırını kullanan “yabancı savaşçılara”, Türkiye yönetiminin bu alanlardaki tutumuna değiniliyor. Hükümetin, güvenlik kurumlarına kendi taraftarlarını doldurabilmek için ülkenin eğitim standartlarını düşürdüğü ileri sürülüyor... 
 
Washingon Post ve New York Times, Zarrab davasına Erdoğan’ın da ismi karıştı derken, NewsWeek, kapsamlı bir araştırma yazısında, Flynn’in itiraflarıyla Erdoğan yönetimini birbirine bağlamaya başlıyor. AKP liderliği realiteden kopmuş, “ABD bizi yargılayamaz” diyor... “Atı alan Üsküdar’ı geçti” bile... 
 
Yaklaşık 10 yıldır hep birlikte gözlemlediğimiz gibi, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın devlet, toplum yönetme anlayışı ile kapitalist ekonominin uzun dönemli gereksinimleri ve kapitalist devletin parlamenter biçiminin özellikleri arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Seçimleri ilahi irade ile karıştırıyorlar: Kazanan her şeyi yapar anlayışıyla seçim kazanmak için, en temel seçim kurallarını yok sayıyorlar. Hükümeti eleştiren, hele düşürmek isteyen, akçeli işlere karışan yöneticileri ifşa eden herkesi, darbeci, terörist, ya da ajan/hain ilan ediyorlar. İktidarda kalmak için her türlü şiddete başvurmaya kararlı bir anlayış bu! 
 
Bu YSK ile, OHAL altında seçimlere “Hayır” demek, caydırıcı olabilmek için de solda geniş bir direniş cephesi yaratmak gerekiyor!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

3 Aralık 2017 Pazar

Düğün takılarıyla zengin olan Bakan ya da Sarraf davası - Fatih Yaşlı

Tarih 28 Ekim 2011. 19 Ekim’de Çukurca’daki saldırıda 24 asker, 23 Ekim’deki Van depreminde ise 600’den fazla insan yaşamını yitirdiği için ülkede bir matem havası var. Ulusal gün ve bayramları kutlamamak için sürekli bahaneler arayan iktidar ise ölümleri gerekçe göstererek 29 Ekim kutlamalarını iptal etmiş. Ancak iptal edilmeyen bir şey var: Dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlunun düğünü. Ankara Sheraton Oteli’ndeki düğün, paranın, gücün, ihtişamın, lüksün gövde gösterisi adeta. Protokol için yollar kesilmiş, düğüne giden araçlardan Çankaya trafiği tıkanmış, yakışıklı beyler, alımlı hanımlar, iş dünyasının ve siyasetin tepesindekiler düğünde arzı endam etmiş, yüzlerinde matem havasından eser yok…

Siz bu düğünü hatırlamıyor olabilirsiniz ama şimdi anlatacaklarımdan sonra hayal meyal de olsa hatırlayacaksınızdır bence. Düğünde sahneye çıkan iki türkücü, İzzet Yıldızhan ve Rasim Ozan’ın türkü söyleyebilen versiyonu Nihat Doğan, düğünden sonra otelde “âlem yapmak” isterler ve odalarına dört kadın davet ederler. Söylenenlere bakılırsa kadınların parası düğün sahibi tarafından ödenmiştir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın  hazırladığı iddianameye göre, İzzet Yıldızhan, “tuhaf” isteklerini kabul etmeyen kadınlardan ikisini tokatla ve kafalarına tabancasının kabzasıyla vurarak darp eder. Kadınlar şikâyetçi olur ve mesele yargıya taşınır, aynı zamanda kamuoyunda da hemen duyulur.

Hadisenin duyulmasının ardından Yıldızhan ve Doğan çeşitli açıklamalar yaparlar ve kendilerini savunurlar. Yıldızhan şöyle diyecektir: “Çocuklarım ve ailem var. Kocaman bir aileyim. Türkiye’yi idare eden dostlarım var. Bugün haberlere bakarken utanç duydum. Beni buralara gazeteciler ve medya patronları getirmedi. Ama öyle getirilenleri var. Ben halkın sevgisiyle geldim.” Nihat Doğan’ın açıklaması ise şu şekildedir: “Benim kadar bayrağına sahip çıkan ikinci bir sanatçı yoktur. Bu Anadolu çocukları ne kadar bayrağına sahip çıkarsa çıksın ikinci sınıf vatandaştır. Ne halt varsa hepsini popçular yiyor. Roma’da aç aslanların önüne atılan masum insanlar gibiyiz. Ama Nihat Doğan hemen asılıyor.”

Yoksul halk çocuklarının dağlarda ölmesi, depremin koca bir kenti vurması, -şimdi “Atatürkçü” olduklarını hatırlayarak söyleyelim- tüm bunlar bahane edilerek ulusal gün ve bayramların unutturulması/önemsizleştirilmesi hedefi adına 29 Ekim etkinliklerinin iptali ama düğünden, eğlenceden vazgeçilmemesi, “vatan millet aşığı”, “milletin değerlerine saygılı” türkücülerin otelde yedikleri herzeler, kadına şiddet, sonra hemen bayrağa, sağcılığın hamaset diline sarılmaları… Hepsinin bir arada gözlemlenebileceği, yeni Türkiye’nin ne olduğunun bütün çıplaklığıyla anlaşılacağı muazzam bir tablo…

Bu tabloyu aklımızda tutarak devam edelim. Çağlayan bu düğünden yaklaşık bir buçuk yıl sonra diğer oğlunu da yine aynı otelde ve şaşalı bir şekilde evlendirdi, bu düğün de para ve gücün gövde gösterisine dönüştü, eğlenildi, göbek atıldı… Gecenin sonunda bir öncekine benzer bir vaka yaşandı mı bilmiyoruz, zaten konumuz da bu değil. Konumuz şu: 17-25 Aralık operasyonları sonrası kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu Çağlayan’a banka hesabına yapılan para transferlerini sorduğunda Çağlayan oğlunun düğününe 4500 kişinin katıldığını ve 2,5 milyon liraya yakın tutarda takı ve döviz takıldığını söyledi. Düğün takıları bozdurulunca 2 milyon 537 bin lira etmişti ve hesabına yatırılan paraların kaynağı hem bu düğündeki hem de bir önceki düğündeki takılardı. Oysa Sözcü gazetesindeki 18 Ocak 2015 tarihli habere göre, muhabir Veli Toprak Sheraton Oteli’ni arayıp Çağlayan’ın oğlunun düğününe kaç kişinin katıldığını öğrenmek istemiş ve yetkililer kendisine otelin biri 400 diğeri ise 960 kişilik iki salonu bulunduğunu söylemişti. Yani 4500 kişilik düğün de 2,5 milyon liralık takı da bir palavraydı.
Çağlayan ve diğerlerine yönelik iddiaların üzeri, biliyorsunuz, her ne kadar bakanlıktan alınsalar da Meclis’te güle oynaya örtüldü, seçim gecesi otobüsün üzerinde hep birlikte zafer pozları verildi ve vatan millet edebiyatıyla lüks ve ihtişamlı hayatlara devam edildi. Şimdi o üzeri örtülen hadise, ABD mahkemelerinde, tüm dünyanın gözü önünde, uluslararasılarmış bir şekilde devam ediyor, Türkiye ve dünya duruşmayı ve Sarraf’ın itiraflarını heyecanlı bir Hollywood filmi izler gibi izliyor.

Sarraf “yırtmak” adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, o büyük tezgâhın, o büyük saadet zincirinin nasıl kurulduğunu, kimlere nasıl rüşvetler dağıtıldığını, aklımızın hayalimizin almayacağı büyüklükteki rakamlarla gözler önüne seriyor. Sanık sandalyesinde olmadıkları halde, duruşmanın muhatabının kendileri olduğunu bilenler ise, bir kez daha milli birlik beraberlik edebiyatına sığınıyor, hamasi nutuklar atıyor.

“Aynı gemide değiliz” demiştik bir önceki yazıda, hatırlatalım, değiliz. Bir tarafta emeğiyle geçinen, onurlu, haysiyetli insanlar var, diğer tarafta ise “düğün takılarıyla zengin olanlar.” Bu dava bizim davamız değil, orada Türkiye yargılanmıyor, orada bu ülkenin namuslu insanları yargılanmıyor. Bu yüzden tüm bu vatan-millet-Sakarya edebiyatının bir işe yaramayacağını biliyoruz. Ancak bir şeyi de unutmamamız lazım, bu hesabı asıl olarak  Türkiye halkının sorması, kendisinin, çocuklarının ve bu ülkenin çalınan geleceğine sahip çıkması, kurtuluşun kendi ellerinde olduğunu görmesi gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN