9 Mart 2018 Cuma

Semadan adalet düşse... - GÖZDE BEDELOĞLU

AKP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ravza Kavakçı Kan, Almanya merkezli yayın kuruluşu Deutsche Welle’de yayınlanan Conflict Zone programında Michel Friedman’ın sorularını yanıtlarken bir hayli zorlanmıştı. 

Şubat ayında gerçekleşen röportajda Friedman, Die Welt’in Türkiye muhabiri olan Deniz Yücel’in nasıl oluyor da bir yıldır, suçlama yapılmadan, iddianame olmadan, mahkemeye çıkarılmadan hapiste tutulduğunu anlamaya, öğrenmeye çalışıyordu. Bu açık bir insan hakları ihlaliydi ve gazetecinin karşısında tam da konunun muhatabı bir hükümet yetkilisi oturuyordu. Kan’ın ise bu soruya cevabı, “Türkiye bir hukuk devletidir” demekten öteye geç(e)medi. “Kimse bir suçlama olmadan cezaevinde tutulamaz” diye eklese de, gazetecinin ısrarlı sorusu karşısında konuyu “elimde davanın detayları yok” diyerek kapatmaya çalıştı. Gergindi, çünkü bir gazetecinin karşısında, bir insan hakları savunucusu titriyle otururken konuyla ilgili verebileceği ikna edici bir cevabı yoktu. 

Başbakan Binali Yıldırım, yine şubat ayında gerçekleştirdiği Almanya ziyareti öncesi, “Ümit ederim kısa sürede serbest kalmış olur, bu konu da artık Türkiye Almanya arasında ilişkilerimizi bloke eden bir husus olmaktan çıkar” diye bahsettiği Deniz Yücel davasının bir yıldır yazılamayan iddianamesi bir günde yazıldı ve mahkeme Yücel’in tahliyesine karar verdi. Türkiye nasıl bir hukuk devletiymiş, yargı bağımsızlığı ne boyuttaymış bir kez daha hep birlikte idrak ettik.

•••

Dava tek başına; Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in ‘yargının bağımsız olmadığına dair eleştirilerin ispatlanması gerektiğine’ dair yaptığı açıklamaya güçlü bir cevap niteliğinde. Ancak yeterli bulmayanlara maalesef elimizde bunun gibi daha pek çok örnek de mevcut. Misal, bugün altıncı duruşması yapılacak olan Cumhuriyet gazetesi davası gibi... Ahmet Şık, Murat Sabuncu ve Akın Atalay yaklaşık 500 gündür tutuklu.

‘FETÖ/PYD ve PKK/KCK örgütlerine üye olmamakla birlikte, örgüt adına suç işlemek’ ile yargılanan gazetecilerin haklarında yazılan iddianame yaptıkları haber ve yazılardan oluşuyor. Ne karartacakları bir delil var ortada, ne de kaçma şüphesi söz konusu. 

Kaldı ki, hakkında yakalama kararı çıkarıldığında yurtdışında olan Akın Atalay, gözaltına alınacağını bilerek Türkiye’ye dönmüştü. Bütün bunlara rağmen delil karartma ve kaçma şüphesi gerekçesiyle bir buçuk yıldır hapiste tutuluyorlar. Gözaltı kararı veren savcı Murat İnam’ın aynı zamanda FETÖ üyeliği suçlamasıyla yargılanıyor oluşu da davanın ciddiyetten yoksun pek çok noktasından biri.

•••

Tıpkı Deniz Yücel davasında olduğu gibi gazetecilerin neden tutuklu yargılandıklarına dair verilecek “ama Türkiye bir hukuk devleti”, “kimse suçlanmadan hapse atılmaz”, “ama haklarında yazılmış dosyalar var” tekerlemeleri gibi verilecek bolca mantıksız cevap var, ama mantıklı tek bir neden yok. Cumhuriyet çalışanlarının tutuklulukları belki Almanya ile ilişkileri sabote etmiyor ama Türkiye’nin bizzat kendi saygınlığı ve güvenilirliğini dinamitliyor. Akıl dışı suçlamalar toplumsal öfkeyi büyütürken, ‘bunalan halk ellerini semaya açarak adalet çığlığı atar hale gelmiş.’ Yargı sisteminde sorun olduğunu söylemenin bile hafif kaldığı, artık yargının başlı başına sorunun kaynağına dönüştüğü zamanları yaşıyoruz. Yaptıkları haberler yüzünden yargılanan gazetecilerin davaları; sadece Ahmet’in, Murat’ın, Akın’ın davaları olarak ele alınamaz. 

Bu, görevi halka gerçeği sunmak olan gazetecilik mesleğine karşı yapılan bir tehdit ve toplumun haber alma hakkının engellenmesine yönelik açık bir saldırı.

•••

Bugün Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının gözaltına alındıktan 9 ay, iddianamenin hazırlanmasından 3 ay sonra, (Temmuz 2017) başlayan Cumhuriyet davasının altıncı duruşması görülecek. Yaklaşık 500 gündür tutsaklar; ve onlar gibi 122 gazeteci ve medya çalışanı daha... Her duruşma çalınmış özgürlüklerin iadesi için bir fırsat. 

Bugün Silivri’den çıkacak tahliye kararı -ki haklarında istenen cezayı yatmış bulunuyorlar- umarım ki bu haksız, hukuksuz, insanı ellerini semaya açtırıp adalet diye yakaracak hale getiren bu karanlığa bir mum yakılmasına vesile olur. Gazeteciliğin yargılandığı coğrafyalarda o karanlık en başta, kendini gerçeğin karşısında güçlü sayanı sarar.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

‘Medrese ve Hilafet’i diriltmek! - Meriç Velidedeoğlu

Başlığı oluşturan konular, “3 Mart” günü ülke çapında ele alınmasına karşın yine değinilmesinin nedeni, ülkemizin gündeminden hiç düşmeyen “yaşamsal olaylar”ın temelinde, şöyle veya böyle, yer almalarıdır. 

Bilmem ki anımsar mıyız, “2009” yılında, İstanbul Söğütlüçeşme Metrosu’nun açılış töreninde yer alan, “Son Osmanlı Padişahı Birinci Tayyip Erdoğan!” yazılı dev afişi? 
Oysa, Erdoğan’ın hedefinin, yalnızca “Padişah” olmakla sınırlı kalmadığı bilinir; dolaysiyle şöyle biraz gerilere uzanalım. 

Yedi yüzyıllık Osmanlı Devleti’nin ilk iki yüzyılında, yönetimin başında olandan  “Padişah” ya da “Sultan” diyerek; “Yavuz Sultan Selim”in Mısır Seferin’den (1517) sonra da “Halife Sultan”, daha sonra da yalnızca “Halife” olarak söz edilir. 
Demek ilk öne “Padişah”, ardından “Halife” olmak durumu var tarihsel sürece göre, metronun açılışında “Padişah” olunca, sıra “Halife(!)” olmasına gelmişti; bunu da “Papa”yı ziyaretinde -bir bakıma- denedi, “Müslümanların Başı” olduğu söylemiyle. 
Böylece, “Halifelik Kurumu”nda yer alan- Halife olmazdan önce gelen “Emir-ül-Müminin Rütbesini” de, Türkçe olarak ortaya koyuverdi... 

Ve değerli dostlar, kutlanan “3 Mart”, tam olarak “3 Mart 1924”, bundan dört ay önce ilan edilmiş “Cumhuriyet”in yapısını, nitemini belirleyecek “Sekiz Devrim Yasası”nın ilkinin ilan edildiği gündü.

Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) adını alan bu ilk yasa da, kendi içinde “üç yasa”dan oluşur; birincisi, “Şeriyye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılmasına Dair Kanun”dur ki, anlamı, dolaysiyle düzenlediği alan, “... halkın dünyaya ait işlerinin görülüp çözüme bağlanması- Meclis’in koyacağı- yasalarla olur; yüce İslam dininin inanca ve ibadete ilişkin kurallarının ve işlerinin yürütülmesi, dinsel kurumların yönetimi ise yeni kurulacak ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’na aittir” diye belirtilir. 

Böylece bu yasa maddesiyle “Cumhuriyet” yönetiminin “laik yapısı”, “laik nitemi” ortaya konuyordu. 
Peki, günümüzün “Diyanet”i, bu görev belirlemesine uyuyor mu? Bu soruya olumlu bir yanıt verilebilir mi? Yalnızca “Nikâh” konusu yeter, “Diyanet”in ne denli görev dışına çıkarıldığı... 

Oysa “94” yıl önce, “Şeriyye ve Evkaf Vekâleti”nin kaldırılmasını Meclis’e öneren Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi halkını temsil ettiği “Siirt ilinin Müftüsü”ydü, yani bir din adamıydı... 

Atatürk’ün, iki gün önce, TBMM’yi açış konuşmasında vurguladığı: “Müslümanlığı, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere, bir siyasa aracı olarak kullanılmaktan kurtarmanın ve yüceltmenin çok gerekli olduğu gerçeğini saptamış bulunuyoruz” içerikli uyarısının anlamını, dönemin birçok aydınından ve politikacısından daha iyi kavramış ve İslam dinini de koruyacak bu yasayı Meclis’e önermişti. 

Bu aydın din adamının, art arda gelecek öteki “Devrim Yasaları”nın “Meclis”e önerilmesinde de imzası vardır; altı dönem milletvekilliği yapan Halil Hulki Efendi, “Soyadı Yasası” ile kendine yaraşan bir soyadı alır, “Halil Hulki Aydın” olur. 
“3 Mart 1924” günü Meclis’te konuşulması beklenen 3. yasa önergesinde yer alan, “Hilafet’in İlgası (Kaldırılması)”na gelince, bu yasa tasarısı üzerine konuşanlar arasında İzmir Milletvekili olan Adalet Bakanı Seyit Bey de vardır; kendisi dönemin İslam dünyasında tanınan, sayılan “Din ve Şeriat Hukuku” bilginlerindendir. 

Seyit Bey, konuşmasının bir yerinde: Şeriat’a göre ‘hilafet’ten maksad   hükümettir,  adalete dayanan bir hükümet kurmaktır; hükmetmenin yöntemi de ‘meşveret’tir. Biz de burada hükümetimizi ‘meşveret’ esası üzerine tesis ettik, toplanıp konuşup müzakere ediyoruz; öyleyse daha ne istiyoruz? Başımızda heyülâ gibi bir ‘Halife’ bulundurmanın ne anlamı vardır?” diyerek, “Hilafet”in ne demek olduğunu açık seçik ortaya koyar. Uzun uzun tartışılırsa da, yapılan oylama sonunda, Hilafet’in kaldırılması kabul edilir. 
Ve ancak bu ilk “Devrim Yasası”nın kabulü ile oluşturulan temel üzerinde, birer birer yükselecekti öteki yedi yasa. Böyle de oldu.
 
Bugünse, “laik, demokratik hukuk devleti”ni adım adım oluşturan bu dönem, Emine Erdoğan tarafından “Enkaz” olarak; bu dönemin önderleri Atatürk ve İnönü de, TC Devleti’nin tepesindeki R.T. Erdoğan’ca, “iki ayyaş” olarak adlandırılıyor... 


Son kararı “Tarih” verecektir; hem de pek yakında sanırım... 
Bugün Silivri’deyiz, Cumhuriyet davasında...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

İtalya'dan siyasetçi manzaraları - KORKUT BORATAV

İtalya’da 5 Mart 2018 seçimlerinin sonuçları belli oldu. İki büyük düzen partisi, Demokrat Parti ve Forza Italia büyük kayıplara uğradı. Büyük burjuvazilerin, AB liderlerinin beklentileri çöktü.

İtalya, bize de benzeyen Akdeniz’li bir ülkedir; siyasetçilerin özellikleri büyük önem taşır. Bu nedenle İtalya’nın siyasî gündemini 2018 ilkbaharına taşımış olan yakın geçmişten ve bugünkü siyasetçilere göz atmak istedim. Ayrıntılı sosyo-ekonomik incelemelere belki ışık tutabilir.  

Mario Monti
2011-2013’te başbakanlık yapan Mario Monti’ye “siyasetçi” demek yanıltıcıdır. Avrupa Birliği’nin  üst düzey ekonomik bürokrasisinde çalışmış bir akademisyendir. Cumhurbaşkanı Napolitano tarafından Başbakanlığa teknokrat kimliği nedeniyle tayin edilmişti.

İtalya’nın borç krizine karşı AB’in hazırladığı ağır kemer sıkma paketinin uygulanması için siyaset-dışı bir teknokrat uygun görülmüştü. “Tayin” işlemi, Başbakan Berlusconi’nin Kasım 2011’de istifaya zorlanması ile mümkün oldu. Monti kendisi gibi teknokratlardan oluşan bir kabine oluşturdu; güven oyu aldı; 2013 seçimlerine kadar  görevde kaldı.
Ekim 2011’de benzer bir “atama”nın Yunanistan’da da gerçekleştirildiğini hatırlatayım: Avro Grubu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF tarafından hazırlanan kemer sıkma reçetesine karşı ayak sürüyen Başbakan Papandreu “azledilecek”; yerine Yunanistan Merkez Bankası’nın  eski bir başkanı (Lucas Papademos) “tayin edilecektir”.
Temsilî demokrasiyi “katleden” bu operasyonlar, Avro Bölgesi bunalımını Almanya’nın ve finans kapitalin talepleri doğrultusunda yönetmeyi hedefliyordu. Mario Monti, kemer-sıkma ve reform reçetelerini iki yıl boyunca eksiksiz uyguladı. Sonuç, İtalyan ekonomisinin depresyonda kalmasıdır. 2017 millî geliri (sabit fiyatlarla) on yıl öncesinin %5,6 gerisindedir. (Yunanistan ekonomisinin küçülme oranı çok daha dramatiktir: %25,1).
Monti’nin başbakanlığı Şubat 2013 seçimlerine kadar sürdü. Sermaye çevreleri, başbakanı aktif siyasete yönlendirdi. “Ya tutarsa” beklentisi ile Monti, “Sivil Toplum” adında yeni bir parti kurdu; seçime katıldı. Beklenti tutmadı; partisi sadece yüzde 8 oy topladı; hızla dağılmaya başladı.
Ekim 2013’te parti başkanlığından istifa eden Monti’nin siyasî hayatı da iki yıl içinde son bulmuş oldu.
Avro Bölgesi’nin güç odakları araştırmaya başladı: “Temsilî demokrasinin içinden yeni bir Monti yaratılabilir mi?”
Hızla bir aday ortaya çıktı. Demokrat Parti’den “taze” bir siyasetçi: Matteo Renzi…

Matteo Renzi
Şubat 2013 genel seçimi sırasında Matteo Renzi Floransa Belediye Başkanı’ydı. İki “merkez” partisinde dolaştıktan sonra; Demokrat Parti’ye (DP’ye) dört yıl önce üye olmuştu.
Seçim arifesinde İtalyan siyasetinde bir “kuşak ve zihniyet değişimi” çağrısı yaparak dikkat çekti. DP içindeki kıdemsiz konumuna rağmen 2013 seçimlerine katılacak olan Merkez / Sol ittifakın liderliğine aday oldu; kaybetti.
2013 seçimleri sonrasında oluşan siyasî tabloda Monti’nin yarattığı boşluğun âcilen doldurulma gereği tekrar ortaya çıktı: Merkez / Sol ittifak, hükümet kurabilmiştir; DP’den Letta başbakandır; ama, İtalyan Komünist Partisi’nin türevi olan bu partide “sol” damar zaman zaman hâlâ  atmaktadır. DP’nin bu tortudan arındırılması, İtalya’yı Avrupacı neoliberal güzergâha yerleştirme misyonunu üstlenmesi gerekiyordu.
Genç, ihtirası sınırsız Renzi, DP liderliğine ve Başbakanlığa bu niyetle soyunur. Parti içinde liderlik krizinin patlak vermesine katkı yapar. “Radikal-reformcu” söylemle liderliğe aday olur. %68 oyla Genel Sekreterliği kazanır. Başbakan Letta’yı istifaya zorlar; parlamentoya girmeden İtalya tarihinin en genç (39 yaşında) başbakanı olur.
Reform programını anayasa değişikliği ile güvenceye almak ister. 1948 Anayasası, savaş sonundaki anti-faşist uzlaşının ürünüydü. İtalyan halkının demokratik refleksleri, %67’lik bir katılım ve %60’lık “Hayır” oyu ile sonuçlanır. Renzi, başbakanlıktan istifa edecek; parti liderliğini bırakmayacaktır.  
DP’nin sol kanadı kopmaya başlamıştır. 5 Mart seçimlerinde İtalya’da Avrupacı çizgiyi ödünsüz savunan tek parti, Renzi’nin liderliğindeki DP’dir.
Bu noktada,  İtalyan Komünist Partisi’ni DP’ye dönüştüren 1990’lı yıllara gidelim ve bu “yavrulamanın” önde gelen sorumlusunu tanıtalım: Achille Occhetto…

Achille Occhetto
Occhetto, komünist partisini fesheden Genel Sekreter’dir. Batı dünyasının en büyük komünist partisinden, Gramsci’nin, Togliatti’nin şanlı İtalyan Komünist Partisi’nden (İKP’den) söz ediyorum.

 Komünist gençlik örgütlerinde siyasete atılan Achille Occhetto, 1988’de İKP Genel Sekreteri oldu. O tarihte İKP, “Avrupa komünizmi” akımının öncülüğünü üstlenmişti. Doğu Avrupa ve SSCB çöküntülerinden sonra, “komünizm  defteri kapanmıştır” teşhisine savrulanların başını Genel Sekreter çekti.
1991’de de İKP’yi feshetme önerisini Parti’nin 20nci Kongresi’ne taşıdı. Delegelerin oy çokluğu ile Parti feshedildi ve Demokratik Sol Parti’ye (DSP’ye) dönüşmesi kararlaştırıldı. Yeni parti, bir sosyal demokrat programla ve iddialı olarak 1994 seçimlerine girdi.
Yeni kurulmuş sağcı bir parti (Forza Italia), anti-komünist bir platformla saldırdığı DSP’yi  yenilgiye uğrattı. Occhetto da Parti liderliğinden istifa etti. Bir siyasetçi olarak (Mario Monti gibi) tarihe karıştı.
DSP’nin sonraki gelişimi, adım adım sağ doğrultuda oldu. Solcu Hristiyan Demokratlarla birlikte oluşturulan Zeytin Ağacı  Koalisyonu zamanla DP’ye dönüştü.
Occhetto’nun siyasetçiliğine 1994’te  son veren yeni-yetme siyasetçi ise, sonraki 24 yıl boyunca İtalya siyasetine damgasını vuracaktır: Silvio Berlusconi…

Silvio Berlusconi
Silvio Berlusconi’yi, adeta “bugünkü Türkiye’den biri” gibi tanırız.
Bir banka memurunun oğlu olan Berlusconi, Milano Belediyesi ihalelerini kovalayan sıradan bir müteahhit olarak iş hayatına atılır; 1973’te küçük bir TV kanalı alarak medyaya girer. Sonraki yıllarda iktidar çevreleri ile yakın, karışık ilişkiler kurarak devlet televizyonunun hâkimiyetini kırar; İtalya’nın özel TV sektörüne hâkim olur.

1994’te kurduğu Forza Italia ile (Perry Anderson’un terimiyle “bir gece hırsızı” gibi) siyasete girmiş; üç ay sonra Occhetto’nun DSP’sini yenilgiye uğratarak başbakan olmuş; bugüne kadar iktidarda, muhalefette İtalya siyasetine damgasını vurmuştur.
Ne var ki bugünlerde siyasetten yasaklı bir hükümlüdür. Forza Italia’yı kurduğunda, siyaseti yolsuzluklardan arındırmayı hedefleyen “temiz eller” kampanyası ivme kazanmıştı. Berlusconi de kısa zamanda Milano savcılarını kuşkulandırdı. Karmaşık bir holdingleşme yapısı, kuşkulu finansman yöntemleri, servetinin kaynağına ilişkin belirsizlikler, yolsuzluktan hüküm yiyen eski başbakan Craxi ile yakın ilişkileri dikkat çekti.
Dava dosyaları hızla çoğaldı. Mafya bağlantıları, nüfuz ticareti, rüşvet, vergi kaçakçılığı, seks skandalları içeren zincirleme suçlamalara muhatap oldu.
2013’te kesinleşen dört yıllık hapis cezası, yaşlılık nedeniyle “sosyal hizmet yükümlülüğü”ne dönüştürüldü; ama, altı yıllık siyaset yasağı kesinleşti.
Berlusconi, bu koşullar altında Forza Italia lideri olarak Mart 2018 seçimlerine girdi.
İtalya’daki çürüme ve yolsuzluk ile mücadeleyi, Berlusconi’yi de hedef alarak gündemine alan bir siyasetçi ise aynı seçimlerin galibi olacaktır: Beppe Grillo...

Beppe Grillo
Beppe Grillo 69 yaşındadır. Aslen muhasebecidir. Tesadüfen keşfedilmiş bir “komedyen” olarak TV’de, reklam filmlerinde parlamıştır. Giderek politik eleştiri türlerine geçmiş; 1987’de Başbakan (ve Berlusconi’nin yakın işbirlikçisi) Bettino Craxi’ye dönük sert bir yolsuzluk eleştirisiyle dikkati çekmiştir. Zamanla eleştiri dozu, izleyicileri artmıştır.
Berlusconi önde gelen hedeflerinden biri olduktan sonra Grillo, TV kanallarından dışlandı. Uslu durmadı; tiyatro gösterileri ve blog’u aracılığıyla siyasi eleştirilerini sürdürdü, çeşitlendirdi. Siyasetteki çürümeye karşı kampanyalar başlattı; protestolar örgütledi.
2010’da Beş Yıldız Hareketi’ni (5YH’yi) kurarak açık siyasete atıldı. Parti, sosyal medyada, blog’unda milyonlara ulaşan Grillo takipçisinin katkılarıyla gelişti. 5YH’nin “internet demokrasisi” içinde örgütlenmesine çalışılıyor.
Bir trafik mahkumiyeti nedeniyle Grillo milletvekili seçilememektedir. 2013 seçimlerinde 5YH %25,5 oranında oyla ilk sıraya çıktı; hükümeti kurma görevi verilmedi; koalisyonlara katılmadı.

Grillo, 5YH’de sağ/sol ayrımı yapmamakta ısrarcıdır. Seçmenlerinin içinde sol ve sağ eğilimliler dengeli dağılmıştır. Batı ve Türkiye medyası tarafından “sağ popülizm” yakıştırması haksızdır. Hem anti-kapitalist, hem de ırkçı-faşizan söylemlerden uzak duran bir halk muhalefeti sürdürmektedir.

Göçmenlere karşı ırkçı, faşizan tepkilerden çok, Orta Doğu’yu savaşa sürükleyen saldırgan politikalar eleştirilmektedir. NATO ve AB de eleştirilerden payını almaktadır. Geleneksel refah devletinin şişirdiği kinleştirdiği bürokrasi de keza…
Grillo 2018 başında 5YH liderliğinden ayrılmış; yerini Napoli milletvekili, 31 yaşındaki Luigi di Maio’ya bırakmıştır. Parti’nin Başbakan adayı olan bu siyasetçinin ilan ettiği “5YH’nin gölge kabinesi” akademisyenlerden oluşmaktadır.

Sermaye istiyor; halk reddediyor
Büyük Avrupa ve İtalyan sermayesi ile AB’nin güç odaklarının beklentisi, 2013’teki büyük koalisyonun, yani Demokrat Parti + Forza Italia hükümetinin yeniden oluşmasıydı.

Aykırı sol kanadından arınmış olan Renzi’nin DP’si, bu koalisyonu beş yıl öncesine göre daha da istikrarlı kılacaktır. Bir yıl içinde siyasî yasakları son bulacak olan kıdemli burjuva siyasetçisi Berlusconi’nin de AB eleştirilerinde ölçülü kalacağı; göçmen karşıtlığının ise Batı kapitalizmi açısından tehlike taşımadığı düşünülmekteydi.
Ne var ki, sermayenin programını İtalyan halkı  bir kez daha reddetti. İki düzen partisi tam yenilgiye uğradı. Önceki seçimlere göre DP %6,6, Forza Italia %7,7  oy kaybetti.

Halk muhalefeti  Kuzey’de neo-faşistlere, yoksul Orta-Güney İtalya’da (oylarını yüzde 6,6 oranında artıran) 5YH’ye yöneldi. Bugün bu parti, Renzi’nin DP’sinin solunda yer  almaktadır.

Halk sınıflarının beklentilerini karşılayamayan kapitalizm, bu beklentileri yansıtan seçimlerden tedirgindir. Bu tedirginliği ısrarlı “popülizm lanetlemeleri” ile ifade ediyor.
5 Mart seçimleri, kapitalizmin çözümsüz bir meşruiyet krizi içinde olduğunu, İtalya örneğinde de göstermiştir.

Korkut Boratav / SOL

Farklı tarihler, farklı kayıtlar - MESUT ODMAN

Ali Rıza Aydın “Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü hakkında yazacaktım.” diye başlamış dünkü yazısına. Ama ülkemizin emekçi kadınlarının söylediklerine göndermede bulunmakla yetinerek bundan vazgeçmiş ve, onun yerine, ülkemiz hukuk düzeninin emekçi düşmanı niteliğine ilişkin yeni bir belgeden haberdar etmiş bizi.

Ali Rıza kardeşim kusuruma bakmasın, belki biraz da ondan cesaret alıp, onun konusu kadar olmasa bile, az çok önemli ve güncel bir konu bularak 8 Mart’tan kaytardım; ama gerekçem farklıydı: Dün sabah yazılı olsun olmasın türlü medya organlarındaki kutlama haberlerini görünce, iki çift laf ederek vazgeçmenin iyi olacağına karar verdim. 

Gördüğüm ve algıladığım manzara şuydu: Patron babaları ile onların yol göstermesi, belki zorlaması, ama kuşkusuz eylemli desteği ile buldukları patron kocalarını arkalarına almış, çoğu patron sınıfına  mensubiyetlerini kendi becerileriyle kanıtlamış, herhalde pek sevecekleri deyişle “mesleki formasyonlarının” etkisini de inkâr etmediğimiz, süslü püslü gösterişli hanımların boy boy fotoğrafları ve birkaç satırlık muhteşem mesajları... Bunlarla karşılaşınca vazgeçtim. Basbayağı “tiksinti” sözcüğüyle anlatılabilecek bir engel çıktı karşıma. Dünyanın her yanındakiler gibi benim ülkemin emekçi kadınları, elbette onların aklı başında olanları, gerekeni söylüyor ve yapıyorlar nasılsa, da demedim değil. Önüne geçemediğim bu kaytarmamın gerekçesi olarak böyle bir avunma da bulabildim, demek istiyorum.

Benim konum, önem bakımından değilse de, güncellik bakımından aşağı kalmaz, hatta öte bile geçer. Öyle ya, kendilerinin Akademi dedikleri, bizde “Oskar” olarak bilinen ödüller daha yeni dağıtıldı; binlerce kilometre ötede bizim halkımızın da meraklıları canlı olarak izlediler, pek de meraklı olmayanları ise ardından gelen günlerde demokrasinin simgesi ve taşıyıcısı medya sayesinde en küçük ayrıntısına kadar haberdar oldular, bundan sonra olacakları da cabası…

O ayrıntılar arasında, her yıl olduğu gibi, törene katılan hanımefendi sanatçıların giydikleri mi, yoksa daha doğrusu üstlerinde taşıyarak potansiyel alıcılara satın almaları için gösterdikleri mi demeli, birtakım tuhaf giysiler de vardı. İnsan, bizim gibi sıradan insan diyorum, bunlara nasıl bir anlam verebilir? Bunları nasıl giyebilir, giyip de insan içine çıkabilir?

Neyse, daha fazla dağıtmayalım, benim sözü getireceğim yer, bir türlü anlam veremediğim deyişle “ana akım medya”nın amiral gemisinin pek öne çıkardığı “en iyi erkek oyuncu” ödülünü kazanan ile ilgili. Bu öne çıkarmanın bu kadarla ve oyuncunun kendisiyle sınırlı kalmayacağını, film ülkemizde gösterime girdikten sonra daha da çoğalarak dallanıp budaklanacağını sanıyorum.

“En Karanlık Saat” filminin baş oyuncusu ile ta Amerika’nın oralarda “sıcağı sıcağına” yapılmış bir röportaj vardı. Gary Oldman adındaki bu oyuncunun söylediklerinden manşete çıkarılansa şuydu: “Atatürk Sayesinde Modern Türkiye’yi Kurdunuz.”
E, iyi, toplumsal başarıları tek bir kişiye bağlaması, ayrıca “modern Türkiye”den nasıl bir şey anlaşıldığı dışında, çok fazla itirazımız olmaz. İyi de, bayram değil seyran değil, bunlar da bizim eniştemiz değil, ama niye bizi öpüyorlar? 

Böyle bir soru akla gelmez mi? Gelir elbet.

Aslında onlar öpmüyorlar da, bizim içimizdeki uyanıklar tarafından öptürülmek isteniyoruz. Bu Winston Churcill adındaki büyük şahsiyet, bize çok hayran, hatta onun anası danası, aynı röportaja iliştirilmiş torunu dahil bütün sülalesi, soyu sopu memleketi bizi çok sever, hep iyiliğimizi ister, ezelden beri istemiştir. Bu mu anlatılmak isteniyor? Herhalde. Aşağı yukarı buna benzer bir meramlarının olduğu söylenebilir.


Oysa, bu zat, bizim her yıl git gide farklılaşıp gülünçleşen amaç ve inanışlarla kutladığımız 1915 Çanakkale Zaferi sırasında, majestelerinin hükümetinde donanma bakanı, resmi adıyla Deniz Kuvvetleri Bakanı olan ve donanmalarından önemli bir parçayla Çanakkale Boğazı’na saldırılmasını hararetle savunup gerçekleştirmiş, sonunda orada aldığı yenilginin de etkisiyle koltuğundan olmuş bir politikacıdır. Bizim halkımızı doğrudan ilgilendiren ilk özelliği budur. Çok uzun sürüp dalgalanmalar göstermiş politik ve biyolojik hayatı boyunca hiç değişmemiş yanı, şaşmaz bir sosyalizm ve emekçi düşmanı oluşudur.

Bir iki olguyu da belirterek devam edelim.

İkinci dünya savaşı bütün gaddarlığı ile devam ederken ve daha 1942 yılında nazi ordularına karşı batıda ikinci bir cephe açılma şansı ya da imkânı doğmuşken bunu engelleyen, başka ve sayısal bir anlatımla, milyonlarca insanın daha ölmesine yol açan bir kurt politikacıdan söz ediyoruz. Evet, kurt olmasına kurttur; emekçi insanlığın ve onların sosyalizm davasının amansız düşmanı bir kurt…


O kurtluğuyla, kendi ülkesinde hükümetten düştükten sonra da hizmetlerini sürdürmüştür. İlk bakışta önemsiz görünse bile, değeri yadsınamayacak önemli bir katkısını ise anne memleketi ABD’de ve 1946 yılında yapmıştır. Majestelerinin Sir unvanıyla taçlandırdığı bu politikacının o yılın Mart ayının beşinci gününde Missouri Eyaleti’nin Fulton adındaki küçük bir kentinde bulunan Westminster Koleji’ndeki konuşmasının bizi ilgilendiren cümlesini aktarmakla yetinebiliriz:
“Baltık’ta Stettin’den Adriyatik’te Trieste’ye kadar Avrupa’nın ortasında bir demir perde çekilmiş durumda.”

Buradaki “demir perde” deyişi ilk kez kullanılmaktadır ve daha sonraki on yıllar boyunca ben diyeyim yüzbinlerce, siz deyin milyonlarca kez tekrarlanmıştır. Aradan hiç de uzun bir süre geçmeden, özellikle “demir perde memleketleri” biçimindeki kullanımıyla, bizim ülkemize de gelmiştir. Kendimden biliyorum, ellili yılların sonlarına doğru, bu sözü o kadar çok işitir olmuştum ki, coğrafyaya meraklı bir çocuk olarak babama “Ne demek, Avrupa’nın ortasına demirden bir perde mi yapmışlar?” diye sorduğumda, onun “Yok, oğlum, bu dedikleri muhayyel bir perde.” yanıtıyla hem muhayyel sözcüğünün anlamını hem de perdenin ne menem bir şey olduğunu öğrenmiştim.

Benim şansımı bir kenara bırakırsak, Sir Churcill’in bu buluşuyla yalnız emperyalist propagandaya imkânlı bir yol açmakla kalmadığı, aynı zamanda, izleyen yıllarda başlayıp git gide alevlenen “soğuk savaş”ın da işaret fişeklerinden birini attığını, hatta onun simgesel anlamda başlatıcısı olduğunu ileri sürmekte herhangi bir yanlışlık yoktur.

Peki, aynı kişinin 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldüğünü de belirtirsek, ek bir açıklık sağlamış olur muyuz acaba?

Sözün kısası, bir İngiliz Lordu ile Amerikalı bir bankerin kızının evliliğinden doğmuş bu politikacı, sosyalizmin yirminci yüzyıldaki en amansız düşmanlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Kim ne derse desin, ne yazarsa yazsın, hangi filmi yaparsa yapsın, bizim tarihimizdeki kayıt da budur işte.

Mesut Odman / SOL

8 Mart 2018 Perşembe

Bilimle dedikodunun farkı: Tekellere karşı olacağım derken bilim karşıtlığına düşmemek için kılavuz - İLKER BELEK

Haklı olarak herkes tedirgin. Tekellerin tarımı ele geçirmiş, yerli tohumu yok etmiş olmaları. GDO’lu ürünlerin, nişasta bazlı şekerin piyasayı sarmış bulunması. Çevre kirliliği. Nükleer felaket riski. İlaç şirketlerinin tıp ortamına yön verebilen gücü…
Liste uzar.

Tekeller dünyamızı kirletiyor, sağlımızı yok ediyor, sağlık sektörü ticarethaneye, hastaneler şirkete dönüştürülmüş durumda. Bu yapının halk sağlığını koruyup geliştirmesi, topluma ve hastalara güven vermesi olanaksız.

Ama… Bu güvensizlik genel olarak bilimin, özel olarak da tıbbın kazanımlarına karşı da gelişiyor, birileri tekellere karşı olacağım derken bilim karşıtı bir çizgiye düşüyor: İlaç yerine doğal ürünlerle mi beslensek, tansiyon için her gün iki çeşit ilaç yerine sarımsak mı yesek, gripten korunmak için nane limon mu kaynatsak, …?

Sonra bu iş giderek bir çılgınlığa dönüşüyor: Sağlıklı kalmak için her gün atılan adımı saymaya başlamak, ısırgan otunun, ıspanağın, portakalın, zerdaçalın kaç tutamının, ne kadar suda, kaç dakika kaynatılarak, hangi miktarda karıştırıldıktan sonra, günde bardak tüketileceği konusu yaşamları ele geçiriyor.

“Sağlıklı yaşam” ideolojisi böyle gelişiyor. İnsanlar sağlığı bozan kapitalizmle mücadele edeceklerine, sağlık diye içlerine kapanıyorlar.

Enteresan bir şekilde bilim karşıtı gericilerin bilime yönelik siyasal saldırısıyla, doğalın tekeller tarafından kirletildiğini, yok edildiğini düşünen güya halk sağlığından yana çevreler hemhal oluveriyorlar. Postmodern haller olarak değerlendirilmeyi hak eden bir durum.

Aşıların otizme yol açtığı iddiası giderek aşı karşıtlığının en önemli kozu haline geliyor. Robert De Niro’nun oğlu tiomersollü (civa) kızamık aşısı nedeniyle otizm olmuşmuş ve bu gerçeği haberleştirme cesareti gösterecek gazeteciye 100 bin Dolar ödül verecekmiş. Nereye meyledeceği, kimlerin, ne için kullanacağı çok açık bu mesajı tam 1.5 milyon takipçili Soner Yalçın twitter hesabından paylaşıyor.

Kızamık-kızamıkçık-kabakulak (KKK) aşısının otizme yol açtığını bulgulayan makalenin yazarı araştırmasının yöntemsel hatası olduğunu kabul ederek yayınını geri çekmiş olsa da bu dedikodu hala devam ediyor. Bir delinin kuyuya attığı taşı çıkarmak için uğraşıyoruz yıllardır.

Bu devirde halkın sağlığına ve bizim bu işe ayırmak zorunda kaldığımız zamana yazık oluyor.

Bilim gözlemle başlar. Sıradan gözlemler, anketler, derinlemesine görüşmeler, katılımcı gözlemler, odak grup görüşmeleri veri toplamaya yarar. Halkın deneyimleri, hastaların kullandıkları ilaçların yan etkileri konusundaki bildirimleri, bunlar da veri toplama dünyasının araçları arasına dahil edilebilir.

Ancak tam burada iki önemli noktanın altını çizmeliyiz: 
1- Veri toplama sistematik biçimde yapılmalıdır, 
2- Toplanan verilerle oluşturulan hipotezler deneye tabi tutulmalı ve o noktaya kadar hiç kimse daha fazlası için ağzını açmamalıdır. Hipotezin sahibi hipotezini kanıtlamakla mükelleftir.

Doğal beslenme denilen alemin ve bununla bağlantılı tıp sorgusunun ve giderek düşmanlığının sorunu tam burada.
Sarımsak hipertansiyona iyi gelir, kırmızı üzümün içindeki resveratrol hem beyin fonksiyonlarının bozulmasını önler hem de kalp damar sistemi üzerinde olumlu etki gösterir. Bu hipotezler bu halleriyle hiçbir şey ifade etmezler.

Sarımsağın, kırmızı üzümün, kırmızı şarabın, zencefilin, hangi işlemlerden geçirilerek elde edilmiş özütünün ne kadarının işe yaradığı konusunun kontrollü araştırmalarla kanıtlanması ve biyokimyasal mekanizmalarının aydınlatılması gerekir. Yetmez, aynı sonucun farklı araştırmalarla da teyit edilmesi ve bu da yetmez bu sonuçları yanlışlayacak başka herhangi bir sonucun da saptanmamış olması zorunluluğu vardır.

Robert de Niro’nun oğlunun kızamık aşısındaki civaya bağlı olarak otizm olduğu iddiası Robert de Niro’nun kendisine ait olup bu haliyle dedikodudan hiçbir farkı yoktur.
Dün de yazdım: Bu tür gözlemleri, iddiaları uluslar arası kuruluşlar zaten toparlıyor. Yani Robert De Niro’nun iddiası en iyi ihtimalle tekil bir duruma dair bir gözlemken (en iyi ihtimalle, zira canı yanmış bir babaya ait olduğu için subjektif olma ihtimali gayet yüksektir), örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün toparladığı veriler şüphesiz çok daha tarafsız bir karakter taşıyor ve üstelik benzer pek çok iddiayı içerdiği için de analiz edilebilir bir gözlem havuzu oluşturuyor.

Sonuç: Aşılardaki civa dozu herhangi bir sağlık sorununa, otizme yol açmaz. Üstelik artık aşıların hemen hiç birisinde civa yok. İçinde civa olan (örneğin karma aşı) aşılardaki civanın da sağlığa zararı yok. Bunlar bilimsel araştırmalarla saptanmış gerçekler. Ama tabi ki yine de aşıların yan etkileriyle ilgili gözlemlerimizi, veri toplamayı sürdüreceğiz.
Bu kadar. 
Sene olmuş 2018. Baktım: De Niro’nun oğluyla ilgili haber 2016’da basına düşmüş. Hatta bu konuda Vaxxed isimli bir film de çekilmiş ve De Niro bu filme destek de vermiş. O zaman oğlu 18 yaşındaymış. Anlaşılan oğlu 1980’lerin sonunda aşılanmış. İddiası Soner Yalçın’ın dediği gibi kızamık aşısının değil, kızamık-kızamıkçık-kabakulak aşısının oğlunda otizme yol açtığı yönünde. Üstelik De Niro olayı kendisi hatırlamıyor, karısının anlatısı üzerinden aktarıyor: Oğlu aşı olduğu günün gecesinde aniden değişmiş: Ama, en başından itibaren bu aşı (1980’lerin sonunda yaygın olarak kullanıma girdi) civa içermiyordu.

Bilgi gerçekliğe dair bilimsel bir sonuçtur. Gözlemden başlayan bir araştırma süreciyle elde edilir. Eğilip, bükülemez, her niyete yenemez. Şüphesiz milyonlarca insanın, milyonlarca yıldır deneme yanılmaya dayalı olarak ürettiği bilgiler de vardır. Ancak ne olursa olsun bilgi üretimi sistematik araştırma gerektirir. Bilimde, bilgi üretiminde, gerçekliği kavramada “bana göre”, “benim açımdan”, “ben böyle düşünüyorum” gibi cümlelerin hiçbir anlamı yoktur. Tekil gözlemlerin, tam olarak doğru olsalar bile, tamamen rastlantısal olarak ortaya çıkmış olma, yani hiçbir şey ifade etmeme ihtimalleri yüksektir. Bilgiye giden süreçte aynı şeyi ifade eden farklı gözlemlerin yapılmış olması asgari koşuldur.

Bilim tekellerin egemenliğindeyse yapacağımız şey tekellere karşı çıkmak, bilime değil. Bilimi tekellerin egemenliğinden kurtarmak, bunun yolu da açık: Kapitalizmin yerine sosyalizmi kuracağız, bilimi halk için, halkla birlikte gerçekleştireceğiz.

“Ulusalcı sol”da giderek antitekel tutumla bilim karşıtı tutum iç içe geçmeye başladı.
Bilimin yöntemi diyalektik materyalizmdir. Tekel denilen yapı kapitalizmin ürünüdür.

İlker Belek / SOL

Bir ittifak yanaşmasının itirafları - AYŞE YILDIRIM

MHP, “ittifak iki parti arasında olmalı, BBP’nin katılmasını uygun bulmuyoruz”diyor ama onun umurunda bile değil. Partisi varlık göstermese de kendisini ittifakın bir unsuru olarak lanse ediyor. Büyük bir ihtimalle oy pusulasında adı bile olmayacak. AKP’nin kendisine vereceği birkaç isimle yetinecek. Ama bu arada o, ittifakın niyetini itiraf ediyor. 

BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, seçim güvenliği nedeniyle kendisini ziyaret eden CHP heyetinin arkasından konuşuyor önceki gün. 
“Nesine itiraz ediyorsun kardeşim” diyor CHP’ye: 
“Seçim bölgelerinin birleştirilmesine itiraz ediyoruz. Sandık kurulu başkanlarının devlet memuru olmasına itiraz ediyoruz. İttifak yapan partilerin, o ittifak toplamı yüzde 10’u geçince barajdan geçmiş olmasını adil bulmuyoruz, buna itiraz ediyoruz” diyerek itirazlarını sıralıyor. 

Bu itirazların kendilerine göre hiçbirisinin doğru olmadığını söylüyor: 
“Seçim çevreleri neden birleştiriliyor, neden böyle bir şeye ihtiyaç var. Özellikle PKK’nin, terörün etkili olduğu bölgelerde PKK bir köye gidiyor, diyor ki ‘Kaç oy var, 100 oy’. Kendisi alıyor kullanıyor ve ‘İtiraz yok’ diyor. Orada 5 köyü birleştirdiğin zaman PKK’nin şansını ortadan kaldırıyorsunuz. 

CHP bunun neresine itiraz ediyor anlamıyorum. Öbür taraftan sandık kurulu başkanlarının devlet memuru olmalarına itiraz ediyor. HDP’li olacağına, devlet memuru olsun yani. Çünkü kim verecek sandık kurulu başkanlarını, ilk 4 parti. Bunun içinde HDP de var, CHP var, MHP var ve AK Parti var. Bir kere HDP’ye itirazımız, HDP’li olmasına ses çıkarmıyor ama devlet memuru olmasına itirazediyor. Devlet memurları bizim insanımız, bizim vatandaşımız değil mi? Dolayısıyla bu iki unsur, seçim güvenliği bakımından itiraz etmelerinin hepsininaltı boş.” 

Neresinden tutsanız parça parça dökülen bir açıklama. “İtirazımız HDP’ye” sözleri seçimde asıl amaçlarının HDP’yi baraj altında bırakmak olduğunun itirafı mı dersiniz. O sandık kurullarında görev yapacak kişilerin hepsinin ittifaka yani AKP, MHP ya da yanaşma BBP’ye oy verecek isimlerden seçileceğinin itirafı mı dersiniz. 

Peki, “HDP’li olacağına devlet memuru olsun. Devlet memurları bizim insanımız, bizim vatandaşımız değil mi” sorusunun altında yatan ırkçı yaklaşıma ne demeli? 
Seçim güvenliği diye getirmeye çalıştıkları şeyin aslında kendi güvenlikleri olduğunu anlamayan yok. Ama bu milleti o kadar saf sanıyorlar ki… 

Daha önceki seçimlerde şaibe olduğunu söylüyorlar, sanki bu kadar yıldır kendileri iktidarda değilmiş, tüm şaibeler onların iktidarı sırasında yaşanmamış gibi. “Tedbirlerin tamamı, sandık güvenliğini sağlayan, oyun sandıktan girdiği gibi çıkması için alınan düzenlemelerdir” diyorlar. 

Evet, evet. Ama onu gerçekten isteyen biziz, biz. 

Aniden açılan soy sorgulama sistemi gösterdi ki öldü sanılan birçok isim meğer yaşıyormuş. Önceki gün Emre Kongar da anneannesinin annesinin yaşadığını öğrendi! Ve hangi sandıkta oy kullanacağını sordu. Ama yeni düzenlemelerle o yaşayan ölülerin hangi sandıkta oy kullanacağını öğrenemeyeceğiz. 

Sahi e-Devlet’te soy sorgulamayı neden açtılar dersiniz?

Ayşe Yıldırım / CUMHRİYET

‘Ümmet ittifakı’, ‘mutlak hakikat’ arayışı mı? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, 6771 sayılı Kanun ile getirilen Anayasa değişikliği gibi öncekini aratacak düzenlemeler ile bezeli. Geçen haftaki yazımda, seçme ve seçilme hakkının temel ilkelerine, Anayasa’ya ve İnsan Hakları Avrupa Hukuku’na çok yönlü aykırılıklarına, demokrasi açısından sakıncalarına değinmiştim. Kısaca, seçim güvenliği açısından çok ciddi ve telafisi mümkün olmayan riskleri içeren bir düzenleme.

Anayasa Komisyonu hızı ve teklifin en çok itiraz edilen öğelerinde hiçbir değişiklik yapılmaması, görevinden zorla istifa ettirilen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın “emir demiri keser” sözleri ile ne açıklanabilir, ne de haklı gösterilebilir. Çünkü bu düzenleme, Türkiye’nin seçim güvenliğini ciddi biçimde tehlikeye attığı için, demokrasi-anayasa diyalektiğini de zorlaştırıyor.

AKP-MHP ekseninde yoğunlaştırılan kin ve nefret söylemi, “ne pahasına olursa olsun iktidarı alacağız” ereğinde odaklandığı bir sırada AK Parti genel başkanı, hedefi farklı bir eksene kaydırdı: “Ümmet ittifakı”.

Amaç farklılaşınca, amaca giden yoldaki araç da haliyle ikinci plana geçti. Gerçekten, 298 sayılı yasa değişikliğinin hukuki altyapısı Anayasa ile hazırlandı. Anayasa değişikliği için ise, “kişisel projem” sözünü hatırlayalım.

Önce, seçim güvenliğine dair bir-iki hatırlatma yapmakta yarar var; sonra, “ümmet birliği” söyleminin anayasal açıdan anlamı; nihayet, “yurttaşlar birliği” için asgari gereklilikleri.

Seçim güvenliği
Hukuk güvenliğinin yokluğu, hayatın her alanında güvenlik sorunu yaratıyor: Kişi güveliği, toplumsal güvenlik, çevresel güvenlik gibi.

Bunlar mı sadece? Seçim güvenliği mesela:
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde birlikte yapılır… Meclis’in seçim kararı alması halinde 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır” (6771 sy. K., Geçici md.21-A).

-Tarih belli; ama tarih güvenliği yok: Evet, 3 Kasım 2019; fakat öne de alınabilir. Kim alacak? TBMM şeklen; ama karar tek kişi tarafından verilecek. Ne zaman? Kazanacağına dair ‘sonuç güvenliği’ üzerine kesin bir kanaat sahibi olduğu zaman. Nerede? Bir TV programında, uçakta veya parti toplantısında.

-Bir yıllık süre: “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” (Any., md.67/son). Bu kaldırıldı: “Anayasanın 67’nci maddesinin son fıkrası hükmü, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra birlikte yapılacak ilk milletvekili genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi bakımından uygulanmaz

Anayasa ile oynama yetersiz kalmış olmalı ki, 298 sy.lı Kanun’da yapılan değişiklikle, oy hakkına ilişkin temel ilkeler de zedelendi.

Anayasa ve ilahi kitap farkı
AK Parti Genel Başkanı, 5 Mart Salı günü Meclis grubu konuşmasında, amaçlarının ‘ümmetin birliği’ni sağlamak olduğunu söyledi.
Bunun anlamı ne? Şimdilik şu: Seçim ne zaman ve nasıl olursa olsun, din-mezhep-ümmet vurgusu öne çıkacak.
Ana çelişki şu: “Dinin politikaya alet edilmesi”, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne giden yolun ana nedenleri başında gelmekte; dinsel cemaatlerin yönetimi ele geçirmesi, Anayasa md. 24’ün ihlali yoluyla oldu.

15 Temmuz sonrasında gündeme gelen iki kavramdan biri liyakat, diğeri laiklikti; yani, Anayasa ve hukuka saygı.

Ne var ki, partisine dönmesi ve anayasal denge-denetim düzeneklerin ortadan kaldırılması ile Sn. Erdoğan, söylemlerini daha çok dinsel referanslara dayandırmaya başladı.

Oysa, ilahi kitap ile anayasa arasında nitelik farkı var: ‘Mutlak hakikat’, ilahi kitap için eksen kavram. Buna karşılık, dünyevi bir metin olan anayasa, diğer özgürlükler gibi din özgürlüğünü de tanıdığı için, bütün inançların aynı siyasal toplumda birlikteliğini güvence altına alır.

Yurttaşlık/laiklik ve eşitlik
Vicdan, inanç ve din özgürlüğü, Türkiye’de eşit yurttaşlık ve laiklik ekseninde geçerli kılınabilir ancak. Yurttaşlık/laiklik ve eşitlik üçlüsünde katedilecek çok yol olsa da, bunlar yerine, ‘ümmeti’ siyasal ittifakın merkezine yerleştirmek, çok tehlikeli bir hedef.
Bunun anlamı, Tanzimat-Meşrutiyet ve Cumhuriyet çizgisinde edinilen kazanımların kaybedilmesi değil sadece; vicdan, inanç ve din özgürlüğünün de zedelenmesine kapı açmaktır.

Bu söylem karşısında, din özgürlüğünü koruma görevi de, yurttaşlara düşecek… Haliyle, anayasal demokrasiyi savunan siyasal partilerin, ümmet söyleminin tam tersine halk ve yurttaşlık kavramlarını öne çıkarmaları yaşamsaldır.

Bunların öncüsü kadınlar olmalı: 8 Mart günü, buna en elverişli bir tarih. Kutlu olsun!

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN