27 Mart 2018 Salı

Kırmızı çarşaf neyi örtüyor? - ORHAN GÖKDEMİR

Ne zaman İslamcıların zulmü düşse gündeme hep o fotoğrafı hatırlıyorum. Sağda Şanar Yurdatapan, üzerinde kırmızı bir çarşaf var. Yanında iriyarı dinci Abdurrahman Dilipak, yakasız beyaz gömleği siyah ceketiyle gayet resmi. Güya üniversiteye türbanla girme yasağını protesto ediyorlar birlikte. İslamcı Dilipak bunun için bile çarşaf giymeye yanaşmamış yalnız, o konuda militanlığı Şanar Yurdatapan’a bırakmış.


Şanar Yurdatapan İslamcılar için militanlık yaparken bile günah işlediğinin farkında değil, yüzünde zafer kazanmış edasıyla gazetecinin objektifine bakıyor. Dini kurallara göre renkli, hele hele kırmızı çarşaf giymek büyük günah. Renkli çarşaf erkekleri tahrik ediyormuş çünkü. Mesela Suudi Arabistan’da kadınlar, yabancılar da dâhil, siyah çarşaf giymek zorunda. O siyah şeyi üzerine geçirecek, başları kapalı olup ayakları görünmeyecek. Hâlbuki Şanar Beyin suratı kabak gibi ortada. Kollar dirsekten itibaren çırılçıplak. Göbeğin de maşallahı var. Külliyen günah!

Toktamış Ateş de bu Abdurrahman Dilipak adlı şahısla program yapmış, el âleme dincilerin ne kadar demokrat olduğunu ispat etmişti vakti zamanında. Biri İslamcı uzun, diğeri laik şişman kılığında bir tür Lorel-Hardi taklidi yapmışlardı. Güldürüyorlar mıydı, hatırlamıyorum. Toktamış’la tanışıklığım var, aramızdan ayrıldı, hasretle yâd ediyorum. Fethullah’la da yan yana fotoğrafları var Ateş’in, galiba hukukları da. Olup bitenin farkında olduğunu sanmıyorum, suçlamıyorum. Birlikte bulunduğumuz bir sofrada bu yobazlarla ne işi olduğunu sormuştum. “Orhan babam ilahiyatçıydı, bilirim, iyi insanlar onlar” dediğini hatırlıyorum. Sözünü ettiği iyi insanlardan biri olan Fethullah’ın icraatları malum. Diğeri, Abdurrahman Dilipak ve adını anmaya değmez gazetesinin son zamanlardaki hali ise ondan hallice… Bunun tersine olan her umut bir dönemin kolektif yanılsamasıdır.

***

Birkaç gün önce AKP Genelcumhurbaşkanının Boğaziçi’nde komünistleri hedef gösteren konuşmasının ardından bir polis ordusu üniversite yurtlarını bastı. Komünist olduklarını sandıkları öğrencileri yaka paça sürükleyerek gözaltına aldı. O sırada türbanlı öğrenciler gülümseyerek olup biteni izliyor, anı fotoğrafını çekerek ölümsüzleştirmeye çalışıyordu. Karede eksik olan tek unsur kırmızı çarşafıyla Şanar Yurdatapan’dı. Özgürleşti üniversite, türban elini kolunu sallayarak dolaşıyor her yanda. Hatta giymeyenin dayak yiyeceği günler kapıda. Yani istediği oldu kırmızı çarşaflı adamın…

Şanar Yurdatapan hayatta mı, hala nefes alıp veriyor mu bilemem. Hem zaten kolektif bir yanılgıyı sadece ona yüklemek de istemem. Daha bunun Murat Belgesi, Ömer Laçiner’i, Oya Baydar’ı, Ufuk Uras’ı, şusu busu var. Gördüğünüz gibi bir sürü “sol”cu görünümlü gerici yancısı aynı suçu, aynı yanlışı başka başka kılıklarla işlemiş. O nedenle kırmızı çarşaf cuk oturuyor üzerlerine. Çarşaf yancılıklarına, kırmızı solculuklarına delalet. Günahı da cabası!

***

Aydın Doğan’ın emaneti tüpçüye teslimi vesilesiyle hatırladım; AKP’nin iktidara gelişinden en büyük sevinci Hürriyet gazetesi ile Birikim dergisi duymuştu. Birikim’in başlığı “Muhafazakâr demokrat inkılap”, Hürriyet’inki “Sandıkta sosyal patlama”ydı. Patlayan gericiliği birlikte böyle selamlamışlardı.

Hâlbuki iktidarı ele geçirdiklerinde yapacakları dünden belliydi. Kenan Evren açmıştı yolu. O yoldan girenler ramazan geldi mi karanlık mağaralarından çıkıyor, kendi gibi olmayanlara terör estiriyordu. “İlk”lerden birini hatırlıyorum. 3 Mayıs 1987’de Van’da üniversitesi kampüsünün hemen karşısındaki bir kafede arkadaşlarıyla oturan Mehmet Şirin Tekin adlı öğrenci, oruç tutmadığı için bıçaklanarak öldürüldü. Beş kişi ağır yaralandı o saldırıda. Saldırganlar 30 kadar öğrenciden oluşuyordu. Aylardan ramazandı, Mehmet Şirin Tekin’i bıçaklayanlar kendilerine “ülkücü” diyordu.

12 Eylül karanlığı üzerine çökeli beri oruç tutmayanların tutanlar tarafından dövüldüğü, öldürüldüğü bir ülke burası. Kulluğun makbul, sorgulamanın sapkınlık sayıldığı bir ülke. Saldırgan yobazı insan yapan tek şey ağır aksak-kör topal işleyen laiklikti nihayetinde. Artık o da yok. Diyorlar ki şimdi, komünist olanı yaşatmayacağız. Şanar Bey ve yoldaşları ellerinde orak çekiçli bayraklarla üniversite kapılarına dayansın diye değil, bilinsin diye not ediyorum.

***

Bakın tarihlerine, ya Komünizmle Mücadele Derneklerinden geliyorlar ya da “Kanlı Pazar” var çıkışlarında. Tarikat erbabı veya siyasal İslam militanı babalarından Komünizmin İslam’a düşman olduğunu duymuşlar. Sonra akıllarınca Komünizmle Masonluğu ve Yahudiliği özdeşleştirmişler. Her şey apaçık ortada; Komünizm denilen şey sonuçta bir Mason-Yahudi oyunu değil mi? Hatta bugün siyaseti şekillendiren beyefendinin kariyerinde “Mas-Kom-Yah” diye bir müsamere bile var.

Fakat bütün bunlar Kenan Evren adındaki vampir ortaya çıkana kadar bir İslamcı fantezisi olarak kalmıştı. O gelince patlama yaptı, önleri açıldı, özgüvenleri geldi. Hatta aralarından eli silah tutanlar kahraman ilan edilmeye bile kalkışıldı. Polis üniversitede Komünist avındayken ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu onların birinin ölüm yıldönümünde arkasından gözyaşları döküyordu mesela.

Şaşırıyor muyuz? Tabii ki hayır. Fethullah Gül’den Abdullah Gülen’e, Muhsin Erdoğan’dan Recep Yazıcıoğlu’na, Kemal Ecevit’ten Bülent Kılıçdaroğlu’na antikomünizm bütün düzen siyasetçilerinin birleştirici tutkalıdır. Varoluşlarını ona borçludurlar. Günü gelince borçlarını öğrenci avlayarak öderler…

***

Muhafazakârlıktı, demokratlıktı, hoşgörüydü, Medine sözleşmesiydi, yeni gömlekti, eski dondu falan derken bombayı patlattılar sonunda. Komünistleri üniversiteye almayacaklarmış bundan sonra, eğer güçleri yeterse.

Şanar, Murat, Ufuk, Oya, Ömer, Aydın… Çarşafları alıp koşun, ülkeye özgürlük geldi!

Orhan Gökdemir / SOL

Doğan: Bize her türlü kötülüğü yapabilirler - ORHAN BURSALI

Evet “Deniz Feneri” yolsuzluğunun iktidarın eteklerine adamakıllı bulaşması ve davanın Hürriyet’tede iyi takibi bardağı taşıran damla oldu. Havuzlama 2007’de başlamıştı Sabah-ATV’nin TMSF’den iktidar tarafına satılmasıyla. Ethem Sancak medyaya girmiş, Başbakan’a ilanı aşklar ediyordu.


Zaten FETÖ’nün güçlü bir medya ayağı vardı iktidarın yanında. Başbakan, “Bu gazeteleri evlerinize sokmayın” diyerek bir kampanya başlatacaktı. Aynı gün Aydın Doğan iktidarla gerginliğin ne kadar süreceğini hükümetin demokrasiye bağlılığının belirleyeceğini söyledi. 
Bakın neler söylüyordu 7 Eylül 2008’de: 
Alman mahkemesinde görülen davada sanıklardan biri toplanan paraların Başbakan’a verilmek üzere biri tarafından alındığını söylüyor, Deniz Baykal bunu açıklıyor, gazetem de Baykal’ı kaynak göstererek bunu haber yapıyor... Başbakan ise beni hedefe alıyor... Bize her türlü kötülüğü yapabilirler.. Devlet bütün kurumlarıyla ellerinde.. Ama hür basını susturmaya kalkışan başbakanı tarih demokrasi defterine değil, diktatörler sayfasına yazar.. Dünkü konuşması Türk basın tarihinde çok tehlikeli bir dönemin başladığının işaretidir.. 
 
‘Sessiz Türkiye istiyorlar’ 
Çok geçmeyecek, üç ay sonra tehlikeli dönemin anlamı 2009’un başında 6.8 milyar dolarlık inanılmaz bir vergi cezasıyla içerik kazanacaktı. 
İktidarın lideri, hemen arkasından ülke çapında mitinglerde muhalif medyaya karşı “yalan haber yazıyorlar” kampanyası yürütecekti. 
Doğan susmadı: Erdoğan sessiz bir Türkiye istiyor. Doğan Holding yöneticisi Nebil İlsevenÖzgür gazeteciliği susturmaya çalışıyorlar, ilkelerimiz doğrultusunda yayın yapacağız.. 
Yabancı basın, WSJErdoğan medyayı susturan Putin’e benzetiliyorDie WeltTürkiye’de hükümeti eleştiren medya kalmayacak.. 
Basına yönelen baskı ve sansürü protesto için Cumhuriyet beyaz sayfa çıkacaktı. 
 
Habercilikten arındırma 
Burada medyayı baskılama ve yandaşlama politikasının sadece bir kısmını yazdım. Unutmayın, o tarihte Ergenekon kumpas davası başlamıştı, FETÖ’nün Taraf adlı çamur operasyon gazetesi yayımlanıyordu. Daha gazetecilere kumpas davaları gelecekti ve Ergenekon ve Balyoz alçaklığı ile tam bir terör estirilmeye başlanacaktı. 
Doğan Medya’nın bugün Milliyet patronuna satılmasına varan zincirleme tepkimenin başlangıç tarihini özetledim. 
Milliyet de 2013’te epey arındırılacak, hükümet icraatlarını eleştiren bazı yazarlar ve haberler, iktidarın baskısıyla artık iyice tırpan yiyecekti... Şüphesiz ki NTV dahil... 
Doğan Medya, durmadan kurban verecekti.. İstenmeyen yazarların işine bir bir son verilecek, bunların bir kısmı yerini yandaş yazarlara bırakacaktı. Bir kısmı da yandaşlaşacak, bazıları da kendini ağırlıklı olarak magazin haberlere vuracaktı. 
 
Baskı hiç eksik değil 
Ama iktidar, sopasını bugüne kadar hiçbir zaman Doğan Medya’nın sırtından eksik etmedi. 
Hep bir kurban verildi, en son Mehmet Yakup Yılmaz.. 
İktidar bırakın eleştiren yazarlara, tarafsız ve dengeli haberciliğe bile tahammül edemiyor: Hep beni yaz, hep beni öv, hep beni sev, hep beni manşetlere çıkar; eleştiriyorsan iktidarı, hain olabilirsin, insan hak ve özgürlüklerinden bahsedersen Batı ajanı olabilirsin (ekran yandaşlarının bu konuda geldikleri felaketi sonra yazacağım..) 
Ergenekon zamanında medya gazeteci hapishanesine dönüştürüldü. O zamanlar FETÖ’nün alçaklıkları gündemdeydi, ama ortağı iktidar da “Aaa onlar gazetecilikten değil ki, adi suçlardan içerideler” diyecekti.
Sonra FETÖ yıkıldı, medya yine gazeteci hapishanesi, Cumhuriyet’e hukuksuz tutuklamalar, Berberoğlu içeride, yargı siyasetin nalıncı keseri olarak çalışıyor ve iktidardan aynı nakarat: Aaaa onlar gazetecilikten içeride değiller, hepsi kriminal suçlu, terörist! 
 
İktidar hep haklı 
Evet, iktidarı hep haklı bulan gazetecilik yapacaksınız. 
Yolsuzluk haberlerine rastlayan var mı? 100 milyara yakın büyük ihalelerin millete küfür eden şirket ve ortaklarına verildiğini yazan çizen “büyük medya”? Bizim Çiğdem’den başka ihaleleri takip edip yazan kimse? Şöyle işliyor ihaleler: Çağır, istediğine ver, payını al. 
İhale yasaları onlarca kez iktidarın keyfiyetine uygun değiştirildi, mevcut yasalar da göstermelik. 
Medyayı susturma faaliyetleriyle ihale faaliyetleri eşgüdüm içinde. 
17- 25 Aralık 2013 büyük yolsuzluklarından bahsetmek bile bugün FETÖ terör örgütü üyeliğiyle suçlanmanıza neden olabilir. 
Aydın Doğan’ı medyasını satmak zorunda bırakan durum budur. 
Büyük seçim sürecine girilirken, zamanlama tam.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Afrin ve Sincar’da ne oldu? - İBRAHİM VARLI

Ortadoğu coğrafyasında denklem her zamankinden de karışık, saha toz duman. Pazarlıkların, ittifakların, hesapların iç içe geçtiği bölgede birbiri ardına yaşanan iki önemli gelişme yeni bir takım planların devreye sokulduğunun işareti.

1) PYD/YPG “Türkiye’nin Vietnamı” olacak dediği Afrin’den beklenmedik hızla çekildi.
2) Hemen ardından PKK Irak’taki Sincar Dağı’ndan tamamen çekileceğini açıkladı.


Afrin’i Türkiye’ye, Sincar’ı Irak’a bırakan PKK/YPG güçleri Kandil ve Fırat’ın doğusuna çekildi. Sembolik anlamı büyük bu hamlelerde sahadaki güç dengelerinin yanında, masadaki pazarlıkların da rol aldığı aşikar.

Peki ne oldu da PKK/YPG güçleri Afrin ve Sincar’dan çekilme kararı aldı? Hangi dinamikler bu çekilmelerde rol oynadı?

PYD/YPG’nin çekilmesinden bir hafta önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Afrin Harekatı’nın Mayıs’a kadar süreceğini söylemişti. Erdoğan ise bu açıklamayı tekzip edercesine bir iki gün içinde Afrin’e girileceğini duyurdu. Hatta konuştuğu günün akşamında Afrin’in alınacağını söyledi. Erdoğan’ın bu derece kesin bir dille konuşması akla perde arkasında bazı temasların olabileceğini düşündürttü. Ve iki gün sonra 18 Mart’a da denk getirilecek şekilde Afrin kent merkezine hiçbir dirençle karşılaşılmadan girildi.

Buna mukabil birkaç gün sonra da PKK Irak topraklarındaki Sincar Dağı’ndan çekileceğini açıkladı.

Afrin için İmralı’ya heyet mi gönderildi?
Afrin’den çekilme, Sincar’ı boşaltma, Menbiç ve Fırat’ın Doğusu’nu da kapsayan geniş kapsamlı pazarlığın bir parçası mı sorularını gündeme getirirken, KCK liderlerinden Murat Karayılan’ın açıklamaları mevzuya yeni bir boyut kazandırdı.

Dengê Welat radyosuna konuşan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Karayılan, ‘Büyük savaşın İmralı’da yürütüldüğünü’ söyledi. Türkiye ile Rusya arasında stratejik bir ittifakın yapıldığını belirten Karayılan, Afrin’deki direnişin durdurulması için devletin İmralı’ya heyet gönderdiğini ancak Öcalan’ın kendilerini reddettiğini ifade etti.

Teklif neydi?, 
Giden heyette kimler vardı?, 
Ne tür pazarlıklar yapıldı? bilinmiyor. 
Muhtemelen uzun bir süre de bu soruların yanıtı alınamayacak. Yanıtlar gelmese de kapalı kapılar ardında bir takım işlerin çevrilmeye çalışıldığı ortada. Ankara iddiaları yalanlamadı.

Rusya ve ABD neden Türkiye’ye ‘yeşil ışık’ yaktı?
Karayılan’ın iddia ettiği üzere Türkiye ile Rusya arasında stratejik bir ittifak yapıldı mı? Bilinmez. Bilinen şu: İmralı’dan çok çok daha önce Rusya Türkiye ile “stratejik” ittifaka giderek, Ankara’yı olabildiğince ABD’nin yörüngesinden çıkarıp Suriye-Irak denkleminde yanına çekmek için çeşitli hamlelerde bulunuyordu. Astana ve Soçi süreçleri için Ankara’nın Moskova’nın yanında bulunması Kremlin için hayati önemliydi. Moskova Ankara’yı küstürmemek, süreçten kopmasına vesile olmamak için tıpkı Fırat Kalkanı’nda olduğu gibi Afrin harekatında bulunmasına icazet verdi.

Benzer bir “küstürmeme”, “karşı cepheye kaptırmama” hali Washington için de geçerliydi. ABD her ne kadar SGD/YPG ile yakın ilişkiler kursa da Ankara’yı da gözden çıkarmış değil. Her iki güç arasında tıpkı Rusya gibi bir denge tutturma arayışında. Bu denge hali Kürt hareketi tarafından görülmedi. PYD/YPG cephesi bölgede bilek güreşine tutuşan küresel güçlerle sürdürdüğü yakın ilişkilere aşırı güvendi. ABD ve Rusya’nın bir noktada Türkiye’ye “dur” diyeceği varsayıldı. Ancak hesap ttmadı. Her iki ülke de Türkiye’ye yol verdi.

ABD, operasyonun daha başında Afrin’in kendilerini alakadar etmediğini açıkladı. Rusya ise gerek PYD/YPG’nin ABD’ye fazla yanaşmasından gerekse de Türkiye ile kurduğu “özel” ilişkiden dolayı operasyon yapılmasına olur verdi.
Bu süreçte uluslararası camiadan Türkiye’ye sadece göstermelik tepki gösterildi. Almanya ve Fransa Afrin’e girildikten sonra Türkiye’ye tepkide bulunması bunun somut örneği oldu. Merkel haftalarca süren kamuoyu baskısına rağmen Afrin’e kayıtsız kalırken, Türkiye’ye silah satışına devam etti. Merkel-Macron ikilisi Afrin’e girildikten sonra sadece operasyonun hassasiyetle yönetilmesine dönük temennileri dile getirmekle yetindi. Bu tavır PYD/YPG’nin hesaplarını boşa çıkarırken Türkiye’nin operasyonunu daha kolay şartlar altında yapmasını sağladı.

Büyük fırtına Fırat’ın doğusunda mı kopacak?
Şimdi denklemin yeni bir safhasındayız. Ne Afrin ne de dillendirilen Sincar ve Menbiç operasyonu son olmayacak. Bölge uzun erimli bir çatışma sürecinin arifesinde. Afrin’i terk eden YPG’nin birliklerini çektiği Fırat’ın Doğusu ABD’nin “doğal” kontrolünde. ABD’nin bu bölgede kalıcı olduğuna dair bir şüphe yok. Washington halihazırda bu kalıcılığı SDG/YPG üzerinden devam ettirme eğiliminde. ABD’nin hamleleri savaşın da seyrini belirleyecek. 

Ankara’nın “Fırat’ın Doğusu’nda herhangi bir yapıya izin vermeyeceğiz” sözlerinin kısa ve orta vadede yansıması olacak. Yeni kriz dinamiklerinin hayata geçirildiği Irak-Suriye cephesinde suların uzun bir süre daha durulmayacağı aşikar.

AKP/Saray rejiminin her seçim öncesinde olduğu gibi, bir kez daha İmralı’nın kapısını çalması şaşırtıcı olmadığı gibi, yaşadığı sıkışmışlığın da somut bir göstergesi.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Avrupa Birliği, yeniden… - L. DOĞAN TILIÇ

Bu yazı yazılırken Erdoğan henüz AB Liderler Zirvesi için Varna’ya yolculuğuna çıkmamıştı. Siz okurken Varna’da neler konuşulduğu, rüzgârın nereden ve nasıl estiği netleşmiş olur.

Ancak, uzun zamandır ilk kez bu zirve nedeniyle AB ülke gündeminde biraz öne çıktı. Tarafların neler söyleyeceği, birbirlerinden beklenti ve talepleri de belli aslında. Belki de, kapalı kapılar ardında yapılan toplantılar sonrasında, kamuoyu önünde deklare edilen o talep ve pozisyonlara karşın, bir yumuşama olup olmadığını göreceğiz.

Şunu tespit etmemiz gerek; AKP ve Erdoğan bugünkü “güçlü” pozisyonlarını önemli ölçüde AB’ye borçlu. Bir başka ifadeyle, AKP’yi bugünlere taşıyan dayanaklarından biri Cemaat bir diğeri de AB idi.

2002’de iktidara geldikten hemen sonra, bir tür meşruiyet krizi yaşayan AKP, kendisini kabul ettirmek, seçim kazanmış olmasına karşın mevcut düzenin ondan esirgediği ve gereksinim duyduğu meşruiyeti bulmak için AB’ye ve onun değerlerine yaslandı.

Reform üstüne reform yaparken, hem AB’nin hem de ülkedeki AB yanlısı liberal çevrelerin desteğini elde etti. Bu süreçte, devlette, sonradan terör örgütü ilan ettiği (FETÖ) Cemaat’e yaslanır ve kadro gereksinimini oradan karşılaşırken, ABüzerinden elde ettiği dış destek de “müesses nizam”ın güçleri karşısında kendisine bir tür koruma kalkanı sağladı.

Güpegündüz Kızılay meydanında havai fişeklerle kutlanan, aslında  AB’nin AKP’ye sağladığı desteğin ne kadar önemli olduğunun ve iktidarın bunun farkındalığının da işaretiydi.

AKP bu sayede iktidarını pekiştirip güçlendikçe AB’ye olan gereksinimi de azaldı. AB’ye ve AB üzerinden kendisine destek veren liberal çevrelerle arasına mesafe koyabilir hale geldi.

Böylece de, eski destekçilerinden reformlardan, AB’den uzaklaştığı eleştirileri yükselmeye başladı.

Dün AKP’yi reformcu, özgürlükçü, askeri vesayet karşıtı ve sivil görerek destekleyen AB; bugün AB değerlerinden uzaklaşan, özgürlükleri kısıtlayan, gazetecileri hapseden bir totaliter güç olarak eleştiriyor.

Bu eleştirilere karşın, ilişkileri koparması ve çıkarlarını riske etmesi mümkün değil.

Türkiye-AB ilişkileri Varna’dan ne sonuç çıkarsa çıksın mevcut gelgitleri ve iniş-çıkışları ile devam edecek.

Ancak, bugün AKP’nin AB’ye ihtiyacı dün olduğu kadar yaşamsal değil! Bir meşruiyet arayışının ve kendini güçsüz hissettiği noktada bir siyasal dayanak aramanın sonucu değil. Daha çok, gittikçe kırılganlaşan ve yüksek sesle çalan ekonomik alarm zilleri nedeniyle ve ekonomiye dayalı bir ihtiyaç.

Başta Almanya ve Fransa olmak üzere AB’nin motor gücü durumundaki ülkeler de bu durumun farkındalar.

O yüzden, dün tam da destek verdikleri noktadan, özgürlükler – özellikle de ifade ve basın özgürlüğü – noktasından AKP’ye itiraz ve eleştirilerini yükseltirken, gümrük birliği anlaşmasının yenilenmesi, vize serbestisi ve mülteciler konusunda kendilerinden beklenenin en azını vermeye çalışacaklar.
Türkiye, terörle mücadele konusunda (Afrin’de de) destek beklediğini ifade ederken, tarafların terörist ve terör konusundaki pozisyon farklılıkları büyük olasılıkla giderilemeyecek.

Dış politikada sorun alanı olarak duran Afrin’in yanına Kıbrıs Rumlarının ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki doğalgaz sahaları ve Ege’deki gerginlikleri de koyduğu koşullarda gerçekleşiyor Varna zirvesi.

Böylesi sorunlar yumağı ile karşı karşıyayken, AKP ve Erdoğan her dışarıya çıkışlarında, Batı’ya doğru her yolculukta ilk günlerindekinin tam tersi bir havayla karşılaşacak. İçeride, gazetecilerin cezaevine atılması, hemen tüm anaakım medyanın iktidarın sesine dönüştürülmesiyle yaratılan dikensiz gül bahçesi, dışarıda sadece dikene dönüşecek!

Batı’nın ve AB’nin iktidar çevreleri kendi ekonomik, ticari, politik çıkarlarında bir avantaj elde etmek için; demokrasi güçleri ise samimiyetle, ülkenin   OHAL’iyle ve medya düzeniyle özgürlüklerden uzaklaşışını her fırsatta iktidarın karşısına çıkaracaklar.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

26 Mart 2018 Pazartesi

Duyduk duymadık demeyin “metal yorgunluğu” bitmiş! - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

“Metal yorgunluğu” sona ermiş! İnanmayan AKP Genel Başkanına sorsun. Erdoğan, Gökçek ve Topbaş başta olmak üzere belediye başkanlarının zorla istifade ettirildiği, il ve ilçe başkanlarının görevden el çektirildiği sürecin bittiğini ima etti. Koltuğunda oturmaya şimdilik devam edenler ise derin bir oh çekti. Ama Saray’a güven olmaz; seçim sathı mailinde yeni hamlelere hazırlıklı olmak gerekir. Tesis edilmek istenen rejimde hanedan dışında kimsenin geleceği garanti değildir. 
Öyleyse soralım Erdoğan’ı “metal yorgunluğunun” sona erdiğine dair düşünceye sevk eden nedir? 
Ortada Genel Başkan’dan başka “racon kesenin” kalmaması mı? 
İstifanın sınırında duran Soylu’nun sessizliği mi? 
Saray danışmanlarının kabuklarına çekilmesi mi? 
Eğer bunlar yeterliyse mesele yorgunluk falan değil tek sesliliğin perçinlenmesiymiş!

Kastedilen salt “reisin adamları” değilse sorulara devam etmek gerekir. Mesela AKP ataleti aşma adına yerel yönetimlerde yeni bir vizyon mu geliştirmiştir? Hayır. Üstüne üstlük İBB Başkanı metroyu “bize oy verenlere götüreceğiz” diyecek kadar seviyeyi düşürmüştür. Topbaş dahil AKP’nin yıllardır üstü kapalı bir biçimde yaptığını açıktan vaat edecek kadar gemi azıya almıştır. Belediye ile yandaş sermaye bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle İstanbul’a ihanet etmeye devam etmektedir.

AKP il ve ilçe düzeyinde yeni bir “uyum” mu yakalamış, seçmene yeni taahhütlerde mi bulunmuştur? Hayır. Liste kavgaları, ayak kaydırma operasyonları başını almış gitmiştir. Daha yeni Ordu’nun bir ilçesinde kongre esnasında sandalyeler, tekmeler havada uçuşmuştur. Bir başka ilde, Aydın’da adaylık açıklamalarına kefen mizanseni eşlik etmiştir. Kendi içinde Saray’ın gözüne girme kavgası veren AKP teşkilatlarının AKP seçmenine de onun dışındakilere de vaat edeceği bir şey kalmamıştır.

Yerel yönetimde köşeye sıkıştılar anladık; ya ülkenin makro siyaseti? Son dönemde memleketin hangi yakıcı sorununa yanıt bulmuştur AKP kadroları? Şeker fabrikalarını bütçe açığı kapasın diye satmakta ısrar ederken yandaşlara vergi affını mesela halk unuttu mu sanıyorlar? Uluslararası tohum ve enerji tekellerine bağımlı hale gelirken, çiftçinin su kaynakları dahi özelleştirilirken “yerli” ve “milli” söylemine kimi inandıracaklarını düşünüyorlar? Sorunlar çığ gibi büyürken ikttidar Afrin’e girilmesiyle oluşan milliyetçi atmosferin “yeterli bir motivasyon” olduğunu düşünüyorsa yanlış hesap yapıyor. TSK’ya, militer kahramanlığa, şehitlik kültüne yapılan tüm methiyelerin kendi hanesine yazıldığını zannederek gündüz düşü görüyor.

Saray çevreleri erken seçim ihtimalinin rafa kalktığı mesajını veriyor. Olabilir ama zaten memleket 16 Nisan referandumundan bu yana fiilen seçim gündemiyle idare ediliyor. Eğer seçimler normal takviminde yapılacaksa bunun tek nedeni Erdoğan’ın baskın seçimden galip çıkacağını düşünmemesidir. “Cumhur ittifakında” aradığını bulamayan Erdoğan’ın seçimlere kadar olan süre zarfında kaybetme riskini ortadan kaldırmak için her türlü yöntemi deneyeceği bellidir. Seçim yasalarındaki mühendislik arayışı devam etmektedir. Doğan medyanın satışı, internete RTÜK “denetimi” ve benzeri uygulamalar iktidarın bilgiyi ve sözü mutlak kontrol hırsının bir parçasıdır. Ama bugünün dünyasında bunu “başarmak” hiç kolay değil!

Doğan Medya’nın el değiştirerek “havuza” dahil olması ve medyadaki iktidar tekelinin güçlenmesine bakıp önümüzdeki seçimleri şimdiden kaybettik havasına girenler var. İktidarın her saldırısını toplumsal mücadelenin değil karamsarlığın büyütülmesi için bahane kılan bir zihniyettir bu. Kendi özgücüne, yeni yöntemler bulma ve geliştirme potansiyeline, tarihsel birikimine inançsızlıktır. Evet ana akım medyanın doğru düzgün habercilik yapması geniş kitleler için önemlidir; ayrıca ana akımın maymuncuk işlevi görmesi muhalif medyadan daha kolaydır. Ancak medya patronluğunun değişen yapısı ilkeli yayıncılığın imkanlarını çoktan zedelemiştir. O nedenle ana akımın popüler yazarları tüm mesaisini çoktandır “zamanın ruhu”na ve güç dengeleri arasında “denge” arayışına adamış fakat nihayetinde kaybetmişlerdir.

Kimse umutsuzluğa kapılmasın. İktidarın, sermaye-ordu-parti hegemonyasına örtük destek vermek zorunda kalan anaakıma dahi tahammül edememesi onun gücünden değil güçsüzlüğünden ileri gelmektedir. Bu ülkede Haziran Direnişi başladığında, milyonlar sokaklara aktığında, kitleler penguen belgeselinden ilham almamıştı. Hayır dalgası büyütenler, sandığa gidip tek adam rejimine dur diyenler neden hayır demeleri gerektiğini anaakımdan öğrenmemişti. Hal böyleyken diz dövmenin bir anlamı yok. 

Gün patronsuz, sermayesiz, halktan yana habercilik mücadelesi veren yayınları destekleme günüdür. İşsiz bırakılacak dürüst gazetecilere alan açma günüdür. Yeni dağıtım mekanizmaları, yeni dayanışma biçimleri yaratma günüdür.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Sülükler SGK'dan - İLKER BELEK

“Alternatif tıp” dedikleri siyasi bir müdahale
Her siyasi iktidar toplumsal yaşama kendi rengini vermeye çalışır. İktidar ne kadar gericileşirse bilimin en temel doğruları bile sorgulanır hale gelir. Örneğin aşı karşıtlığı buradan çıkar. Sonuç aşıyla önlenebilir hastalıklarda bile salgınların patlaması olur.
Toplumsal yapının yeniden şekillendirilmesinde cinsellik, kadın ve sağlığın büyük önemi vardır. Çünkü bu üçünün bağlantıları, etkileri geniş ve derindir. Her üçü de, gericilik tarafından, bireysel düşünce, tutum ve davranışları yeniden şekillendirmek, birey ölçeğinde getirilen düzenleme, kısıtlama ve yaptırımlarla, bireye salınan korkularla, toplumsal yapıyı, hareketleri kontrol etmek üzere kullanılır.


Hastalık zaten korku veren, tedirgin eden bir sorundur. Hastalık insanın en zayıf anlarından birisidir. O an manipülasyon için uygundur. Hasta insana korkularını kullanarak olmadık işler yaptırılabilir, örneğin ilaçtan bile kat kat pahalı ve içinde ne olduğu bilinmeyen homeopotik bir ürün kullandırılabilir. Aslında gerçek amaç bilimi gözden düşürmek, safsatayı, bilimle eş düzeye getirmektir.

AKP dini siyasallaştırmış, siyaseti dinselleştirmiş bir parti. Toplumsal yaşamı dini referanslarla şekillendiriyor. Tıbba el atması, “alternatif tıp” diye bir yalanı uydurması da bundan.

Tıbbın alternatifi olmaz
Tıbbın moderni, alternatifi olmaz. Tıp bir bilimdir. Aydınlanmanın, modernitenin ürünüdür. Tıp yaşamın sekülerleşmesinde büyük rol oynadı. Şimdi maruz kaldığı gerici saldırı bu yüzden.

Bilim bilgi üretmeye ve bu bilgiyi hayata geçirmeye yarar. Yöntemi vardır. Bilimsel yöntemle yapılmamış hiçbir “araştırma” gerçeği ortaya çıkaramaz, bu yöntemle ulaşılmamış hiçbir sonuç işe yaramaz.

“Alternatif tıp” toplumu gerici biçimde şeniden şekillendirmek isteyenlerin uydurmasıdır. “Alternatifçiler” “modern” kodlamasını da bilinçli şekilde kullanıyorlar. Böylece tıp biliminin içeriğini boşaltıyorlar, “modern” diyerek bilimin güven vermeyen, halka uzak, sorunlara çare üretemeyen, yetersiz olduğu bir bölme tanımlamaya çalışıyorlar ve işte o bölmeye “alternatif”i yerleştiriyorlar.

Bilim hep ilerler. İlerledikçe yeni bilinmeyenlere ulaşır. Bunları aydınlatacak olan da yine bilimin kendisidir. Bilinmeyenlerin varlığı bilim dışı idealist yöntemlerin değil, bilimin zorunluluğunu kanıtlar.

“Alternatif tıp” topyekun gerici saldırının bir ayağıdır. Hedef halkın aklını köreltmektir. Aklı kör halk geleceğini arayamaz. Gelecek için yol gösterici tek güç bilimdir. Dolayısıyla bilim karşıtlığının altında egemen sınıfın çıkarları vardır. ABD’li milyarder Samueli’nin bu iş için kendi adını taşıyan “enstitü”ye 200 milyon Dolar bağış yapmış olması da göstergesidir. 

“Alternatif tıp” kapitalist tıp ortamının bir sektörüdür
“Alternatif tıp” denilen alanın kendisi de bir sektördür. Kapitalist üretim ilişkilerinin içinde gelişmektedir. “Geleneksel, tamamlayıcı, milli ve yerli” denilen bu sektör de  piyasanın elindedir.

Değişik nedenlerle dünyanın her yerinde “alternatif” yöntemler çok yaygın kullanılmaktadır. Kullanım sıklığı Afrika’da %80, Kanada’da %70, Fransa’da %49’dur. Türkiye için oran %40-70 arasında verilmektedir. Dünya nüfusunun %80’i “bitkisel ilaç”ların esas tedavi yöntemi olduğuna inanmaktadır. Yalnızca ABD’de bitkisel ürünlere yapılan harcama yıllık 100 milyar Dolar civarında olup, dünya ilaç pazarının yaklaşık %20’sine denk gelmektedir. Türkiye’de yalnızca bitkisel ürünler için yapılan yıllık harcama 100 milyon Dolar olarak tahmin edilmektedir.

“Alternatif tıbbı” organize ederek, sağlık sistemlerinin içine yerleştiren politikalar işte bu piyasanın düzenlenmesini, merkezileştirilmesini hedefleyen siyasi müdahalelerdir.

AKP’nin “alternatif” atağı
AKP konuyla eskiden beri ilgileniyor. 2014 yılında özel bir yönetmelik yayımladı: Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği. Burada 15 tane yöntem tanımladı. Bunların uygulanması konusunda kamu ve özel sağlık kurumlarında eğitim ve uygulama merkezleri açılmasına olanak tanıdı: Akupunktur, apiterapi, fitoterapi, hipnoz, sülük, homeopati, kayropraktik, kupa, larva, mezoterapi, proloterapi, osteopati, ozon, refleksoloji, müzikterapi.

En son olarak da söz konusu yönetmeliğin kapsamının genişletilerek “alternatif tıp” yöntemlerinin ödemesinin SGK kapsamına alınmasının düşünüldüğü haberi basına yansıdı. Artık hekimler kanserde ilaç tedavisinin işe yaramadığı noktada “alternatif tıbbı” devreye sokacaklarmış. Ne demek: “Alternatif yöntem” en yeni nesil ilacın bile etkisiz kaldığı aşamada, ilaçtan da üstün en son çare olarak mı devreye sokulacak? Yoksa hastaya, hastalığının son aşamasında “milli değerler”den “umut” mu pompalanacak? Yoksa yine o son aşamada atalarımızın Fadime Ana’dan, el verenlerinden almış oldukları el mi şefkatle hastanın alnına dokunacak?

Sağlık Bakanlığı Nisan ayı içinde büyük bir kongre organize ediyor. Peygamber tıbbını, kanserin ateşle tedavisini, diş hekimliğinde hipnozu, çocuklarda kupayı, uyku bozukluklarında homeopatiyi tartışacaklar. Gerici çevrelerde şimdiden kızamık için aşı yerine kupa çektirin propagandası aldı başını gitti. Kongre’nin bilim kurulunda Diyanet İşleri başkan yardımcısı yer alıyor. Emine hanım kongreyi himaye ediyor. Üstelik bu kongreye Dünya Sağlık Örgütü’nün de teknik destek verdiğini kıvançla duyuruyorlar.

DSÖ’nün “alternatif tıp” hatası
DSÖ son 15 yıl içinde  konuyla ilgili iki temel doküman yayımladı. İlki 2002-2005, ikincisi ise 2014-2023 dönemi global stratejilerini belirlemek amacını taşıyor. DSÖ bu “alternatif, geleneksel, tamamlayıcı tıp” yöntemlerinin zaten çok yaygın olarak kullanılmakta olduklarını saptayarak, bu gerçek üzerinden, hem ilk hem de ikinci dokümanda “alternatif, geleneksel, tamamlayıcı” ürün, uygulama ve uygulayıcıların, araştırılmasını, “alternatif tıp” yöntemlerinin geliştirilmesi ve sağlık sistemlerine entegre edilmesi açısından çalışmalar yapılmasını öneriyor.

Araştırmaya, etkinliğe, güvenliğe, kaliteye özellikle vurgu yapıyor. Araştırmalar sonucunda etkinliği, güvenilirliği kanıtlananların sağlık sistemine entegrasyonları için gerekli çalışmaların yapılması gerektiğini saptıyor.

AKP ise süreci tersten işletiyor. O araştırma aşamasını toptan atlayıp, “gelenekseldir, atalarımızdandır, bizdendir, caizdir” diyerek, etkinlikleri, güvenilirlikleri, kaliteleri zaten kendindedir inancıyla 15 yöntemi hayata geçirmiş bulunuyor. DSÖ Kongre’ye sunacağı teknik destekle işte bu siyasi atağa arka çıkmış oluyor.

Tabi burada DSÖ’nün tutumundaki çok önemli hataya da dikkat çekmek gerekir. DSÖ bu alanda şimdiye dek yapılmış sayısız araştırmayı yok sayıyor. Oysa burada külliyatlı bir literatür mevcut. Öte yandan da DSÖ “alternatif tıbbın” özellikle yoksul gruplarda kullanımının artırılması hedefini belirleyerek, sağlıktaki eşitsizlikleri kabullenen, meşrulaştıran siyasi bir hatanın altına da imza atmış oluyor.

“Alternatif tıp” yöntemleri etkin ve güvenilir değil
“Alternatif” yöntemlerin iç yüzünü ortaya çıkarmış sayısız araştırma ve araştırmaların araştırması diyebileceğimiz çok sayıda meta analiz araştırması var. Bilimsel yöntemle yapılmış olan bu araştırmalar, bu yöntemlerin hiç birisinin söylendikleri türden olumlu etkilerinin olmadığını ortaya koyuyor. Örneğin sülük hakkında koparılan fırtına tam bir fiyasko. Homeopati bir tür büyücülük. Homeopatik ürünlerin ne içerdiği bile belli değil, etkinlikleri sıfır. Bu alana yapılan harcamaların toplum kaynaklarını boş yere tüketmek anlamına geldiği gerekçesiyle Avustralya ve İngiltere homeopatiyi sosyal güvenlik sisteminden çıkarma kararı aldılar. Avrupa Bilim Akademileri Kurumu homeopatiyi işe yaramaz bir yöntem olarak tanımladı. En iddialı “alternatif” yöntem olan akupunktur için bile durum aynı. 3000 kadar akupunktur araştırmasını meta analiz yöntemiyle birleştiren bir büyük araştırma (araştırmaların araştırması) akupunkturu deşifre etti.

AKP alternatif tıp diyerek açıkça toplumsal yaşama siyasi bir müdahalede bulunuyor. Bu müdahale hem insan sağlığını riske atmak hem de toplumsal kaynakları ziyan etmek anlamına geliyor.

İlker Belek / SOL

Kültür savaşları - ERGİN YILDIZOĞLU

“O komünist, vatan haini terörist gençler”... “Beyoğlu’ndaki marjinaller” ...  Seçimlere giderken kültür savaşları sertleşiyor.
 
Siyasi faaliyet yapabilmek (adalete ilişkin konuları konuşabilmek) için, toplumda sözlerin anlam kazanarak etki yapmasına olanak veren bir anlamlar/ değerler sistemi, iletişim alanı içinde olmak, uygun araçlara erişebilmek gerekir. Bu alanın dışında kalanların, uygun araçlardan yoksun olanların sözleri, etkinlikleri siyasi anlam kazanamaz. 

Siyasal İslamın liderliği, tüm çabalarına karşın ülkede siyasetin yapıldığı alanı, hâlâ tam olarak egemenliği altına alamadı; toplumun yarısı cumhuriyetçi, seküler, liberal, solcu değerleri kapsayan geniş bir kültürel alan içinde adalete ilişkin kaygılarını dile getirmeye, siyasal İslamın dayatmalarına direnmeye devam etti 
 
Kıramıyorsan dışla... 
Siyasal İslam, seçimlere giderken, direncini kıramadığı, susturamadığı kesimi siyaset yapılan alanın dışına itme, iradesinin sandığa yansımasını önleme çabalarını çeşitlendirerek hızlandırıyor. OHAL uygulamalarına, YSK’ye ek olarak, yeni seçim yasası kurumsal anlamda, savaş iklimi de konuşulabilir olanın sınırlarını Cihatçı-milliyetçi değerlerin parantezine alarak daraltıyor. 

Seküler Cumhuriyetçi liberal kesime yönelik büyük tirajlı gazeteleri, popüler haber, eğlence TV kanallarını, medya platformlarını bünyesinde toplayan Doğan Grubu da siyasal İslamın medya ağına eklendi. Böylece siyasal İslama muhalif olan, projesine direnen kesimlerin adalete ilişkin kaygılarını dile getirme (siyasi etkinlik) olanaklarının kısıtlanması, siyaset alanının dışına itilmeleri, siyaset alanının, siyasal İslamın söylemi ve değerleriyle doldurulma süreci esas olarak tamamlandı. 
 
Yalnızca yukarıdan aşağı değil 
Siyasal İslamın “öteki”nin sesini kısma, adalete ilişkin kaygılarını konuşma olanaklarını elinden alarak siyasetalanının dışına atma süreci, yalnızca yukarıdan aşağı (devlet politikaları ve medya kontrolü) ilerlemiyor. Karşımızda en azından 16 yıldır sürmekte olan bir toplumsal mühendislik süreci de var. Bu süreç içinde siyasal İslam, toplumsal ilişkileri aşağıdan yukarıya doğru şekillendiriyor, kendi “hakikat rejimine” uygun insanlar, iktidar noktaları üretiyor; “öteki”nin adalete ilişkin kaygılarının anlam kazanarak siyasi sonuçlar yaratabileceği alanı kişisel ilişkiler düzeyinde de yeniden yapılandırarak daraltıyor. 

Geçen yıllarda siyasal İslamın elindeki vakıfların, camilerin, Kuran kurslarının sayısındaki baş döndüren artış, eğitim sisteminin imam hatipleştirilmesi, Diyanet’in bu alana doğrudan nüfuz etme süreci çok tartışıldı. Türkiye’de AKP iktidara geldiğinde 60 bin olan imam hatip öğrencisi sayısı 1.5 milyona tırmanırken, yüz binlerce öğrencinin, tarikat okullarının ve yurtlarının eline terk edildiği vurgulandı.
 
Geçen hafta medyaya yansıyan bir araştırmada (Prof. Dr. EsergülEğitimde tarikatların etkisi) siyasal İslamın en önemli taban örgütleri, tarikatlara ilişkin çarpıcı veriler vardı: Türkiye’de belli başlı 30 tarikat silsilesi ve bunların 400 kolu var. Çoğunluğu İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman, Batman, Van, Hakkâri, Şırnak, Muş, Bitlis, Gaziantep ve Şanlıurfa olmak üzere 800’ü aşkın medrese bulunuyor (aktaran Ali Sirmen). Türkiye’de 2.6 milyon kişinin bir tarikatla organik bağı bulunuyor. Sadece İstanbul’da 445 tarikat ve kolunun tekke, medrese ya da Kuran kursu adı altında binlerce çocuğa eğitim verdiği tespit edildi. 

Siyasal İslamın bu yapılanması, muhalefet güçleri açısından çok karanlık bir görüntü sunuyor. Örneğin: Son düzenlemelerden sonra, muhalefet, seçimlerde hile yapılmasını, hangi kurumlara, kadrolara dayanarak önleyecek; siyasal İslamın propaganda makinesiyle medyada, toplumun içinde hangi araçlarla, örgütlerle, yöntemlerle rekabet edecek; sesini halka nasıl duyurabilecek? 

Ne yazık ki, muhalefetin önünde, sesini duyurabilmek, siyaset yapabilmek için, siyasal alana, varlığını kitlesel olarak sergileyerek zorla girmekten başka bir seçenek kalmadı!

ERGİN YILDIZOĞLU / CUMHURİYET

Sanatın sorumluluğu - Ayşe Emel Mesci

Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) bu yıl kuruluşunun 70. yılını kutluyor. Tarihin gördüğü en kanlı ve acımasız boğazlaşma olan İkinci Dünya Savaşı sona erdikten üç yıl sonra, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) bünyesinde, tiyatro ve dans sanatlarından önemli isimlerin, uzmanların bir araya gelmesiyle kurulan ITI’nin en önemli amaçları, insanlık ailesinde uzlaşma ve barışı öne çıkarmak; her türlü kültürel ifadenin güneşin altında yerini korumasına yardım etmektir. 

Bu amaçları ve tiyatronun kültürler arası konumunu 70. yılında bir kez daha vurgulamak isteyen ITI, bu yılki uluslararası bildirinin bir tek sanatçı tarafından değil, beş farklı UNESCO bölgesinden birer temsilci tarafından kaleme alınmasına karar verdi. Sonuçta, Asya Pasifik Bölgesi’ni temsilen Hindistan’dan yönetmen, oyuncu, akademisyen Ram Gopal Bajaj; Arap ülkelerini temsilen Lübnan’dan yönetmen, oyuncu, yazar Maya Zbib; Avrupa’yı temsilen İngiltere’den oyuncu, yazar Simon Mc Burney; Amerika kıtalarını temsilen Meksika’dan oyun yazarı, gazeteci Sabina Berman ve Afrika’yı temsilen Fildişi Sahili’nden yazar, yönetmen, oyuncu, ressam Were Were Liking tarafından yazılmış beş uluslararası bildiri ortaya çıktı. 

ITI Türkiye Merkezi’nin Ulusal Bildirisi’ni ise bu yıl değerli yazar, eleştirmen ve akademisyen Zehra İpşiroğlu kaleme aldı.

Kaygı, umut ve güven
Tiyatronun ve genelde sanatın insanlığı bölen sınırları tanımayan, farklılıkları ise bir zenginlik olarak yaşayan birleştirici soluğuna çok uygun düşen bu bildirilere göz atıldığında, dünyanın çok farklı köşelerinden sanatçılarda üç ortak duygunun öne çıktığı görülüyor: Kaygı, umut ve sanatın, tiyatronun gücüne duyulan güven.
Sanatçılar gezegenimizin karşı karşıya olduğu çok yönlü tehditlerin; savaşın, ayrımcılığın, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın, doğanın telafisi imkânsız bir biçimde tahrip edilmesinin, sanatı söyleyeceği sözden uzaklaştıran tüketim zihniyetinin karşısında kaygı duyuyorlar. 
Lübnan’dan Maya Zbib soruyor: “Geleceğimizi nasıl yeniden tahayyül edebiliriz? Güvenlik ve konfor hâkim söylemlerin başlıca kaygı ve önceliğini oluştururken, yine de rahatsız edici sohbetlere girebilir miyiz? Ayrıcalıklarımızı yitirmekten korkmadan tehlikeli bölgelere uzanabilir miyiz?” 
İngiltere’den Simon Mc Burney, “Duyarsızlığın geçer akçe, umudun kaçak kargo haline geldiği acımasız bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Ve bu zorbalığın bir bölümü de sadece mekânı değil, zamanı da kontrol etmeyi kapsıyor. İçinde yaşadığımız zaman, şimdiden kaçınıyor” diyor. Ama umudu da yitirmiyorlar; çünkü insan, 
Fildişi Sahili’nden Were Were Liking’in dediği gibi, “Kendi düşünceleriyle kurabileceği, kendi elleriyle şekillendirebileceği daha iyi bir var oluş, daha iyi bir dünya özlemi”nden vazgeçmiyor, vazgeçmemeli... 
Meksika’dan Sabina Berman’ın deyimiyle, “şimdinin içinde olmanın sanatı” olan tiyatro ise, bugünün dağılmış, bölünmüş, araya duvarlar çekilmiş dünyasında korkuları aşmayı, insanları hemen şimdi ve burada bir araya getirmeyi mümkün kılacak, bir “sığınak” olarak betimleniyor. 
Hindistan’dan Ram Gopal Bajaj tiyatronun pedagojik önemine vurgu yaparken, “Oyunculuk sanatının ve (canlı) gösteri sanatlarının ilköğretim içinde çocuklara sunulması”nı öneriyor: “Böyle yetişecek bir kuşağın, yaşamın ve doğanın doğrularına daha duyarlı olacağına inanıyorum.” 

Ve Arthur Miller’ın 1963’te kaleme aldığı Dünya Tiyatro Günü Bildirisi’nden şu satırlarla bitirelim: “Diplomasi ve politikanın son derece kısa ve güçsüz kollara sahip olduğu bir dönemde, sanatın o hassas ama bazen fazlasıyla uzaklara ulaşabilen kolları, insan topluluğunu bir arada tutma sorumluluğunu yüklenmelidir.” 

27 Mart Dünya Tiyatro Günü kutlu olsun; daha çok sanat, daha çok özgürlük, daha çok barış...

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET