1 Nisan 2018 Pazar

Yine aynı plak; "Camileri ahıra çevirdiler.. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Son dönemde sağlık camiasının bir sloganı öne çıkıyor;
" Ne yersen O'sun..."
Sağlıklı beslenirsen sağlıklı kalırsın, zehirli gıdalar yersen bir süre sonra ona dönüşürsün...
Bilgi de her insanın düşünce dünyasının gıdası değil mi?
Sağlıklı bilgiye ulaşmak, sağlıklı gıdaya ulaşmak kadar zorlaşıyor...

***

Özellikle Cumhuriyet tarihimizle ilgili GDO'lu, yani genetiği değiştirilmiş bilgiler; doğrularla yalanlar harmanlanarak topluma yedirilmeye çalışılıyor.
 Atatürk'ün tokadını yemiş emperyalizm, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak, içeride Atatürk Türkiyesine düşman gerici unsurlarla iş birliği içinde yeni bir tarih yazıyor...
Son yıllarda yandaş kanallardaki "besleme tarihçilerin" halkı geçmişinden soğutmaya yönelik açıklamaları, Kurtuluş Savaşı'nın kahramanlarına ve onların kurduğu Cumhuriyet'e sıktıkları iftira kurşunları ile bu yıkıcı faaliyet hız kazandı.
Yine, tek partili dönemde camilerin ahıra çevrildiği, camilerin kapatıldığı plağı dönmeye başladı...
Bu iddiaları dile getirenlerin GDO'lu tarihçiler tarafından bilgilendirildiği ortada... Özellikle çocukluk yaşından itibaren Cumhuriyet tarihi yalanlarına maruz kalanlarda, bu katılaşmış, betonlaşmış hormonlu bilgileri yıkmak kolay değil...
Soğuk Savaş döneminde, (yakın zamanda Suudi prensin de itiraf ettiği gibi) maaşını Suudi Arabistan'dan alan bazı imamlar üzerinden cami cemaatlerine, oradan da aile sohbetlerine konu edildi Cumhuriyet tarihi yalanları...
Körpecik, masum beyinler yalanlarla yıkandı...
Emperyalizm; Çanakkale'de, Anafartalar'da, Conkbayırı'nda... Sakarya'da, Maraş'ta, Urfa'da, Adana'da... Memleketin batısından doğusuna, güneyine her tarafında almış olduğu yenilgilerin öcünü, yıllar içinde; "eğitim sisteminin içine sızarak" iktidarları belirleyip, muhalefeti dizayn ederek almaya çalışıyor...
Yeri gelmişken belirteyim; bir "moda" gibi yayılan, internetten "etnik köken araştırmalarının da" benzer bir ayrışmayı tetiklemek için yapıldığını düşünüyorum.
Tarihine, kimliğine, kültürüne, kurucu değerlerine, kahramanlarına düşman edilen bir milletin dikiş tutması da mümkün değildir...

***

Cumhuriyet tarihi yalanlarında, Atatürk ve Cumhuriyet'e ağır saldırı ve hakaretleri ile "ünlü" Mehmet Şevket Eygi'nin payı büyük... Eygi bu yalan ve iftiralarını bir kitapta toplamış, Cumhuriyet döneminde; kapatılan, saz evi ve depo olarak kullanılan, tuvalete dönüştürülen(!), içki evi yapılan camilerin sözde hazin hikayesinden söz etmiştir!
Günümüzdeki bazı siyasi kadrolar da zaman zaman neredeyse aynı cümlelerle bu yalanı tekrar eder hale gelmiştir.

***

Mesele Cumhuriyet tarihi yalanları olduğu için, bu konuda ciltlerle belgeli kitap yazan değerli dostum Sinan Meydan'ı aradım.
"Öncelikle" dedi, "İslam'da cami fetişizmini yapanlar Emeviler'dir... İslam'ın ilk yıllarındaki mütevazı mescitler Emevilerle birlikte gösteriş ve şov aracı haline getirilmişlerdir. Dindarlığın göstergesi; küçücük mahallelerde ardı sıra cami yapmak değildir. Üstelik bu camilerin altı dükkan, çay ocağı olarak işletilmektedir."
  Cumhuriyet'in cami politikasının ihtiyaç kadar cami olduğunu söyleyen Meydan, 1927 yılında 14 bin 425 okula karşılık 28 bin 705 cami olduğunu hatırlatıyor:
"O dönemde bazı camilerin ihtiyaç fazlası olduğu için kapatıldığı doğrudur, düşünün 14 milyon nüfuslu bir ülkede 29 bine yakın cami vardı. Cumhuriyet, savaşta yanmış, yıkılmış, harap olmuş camiler de dahil tüm camileri bir yıl boyunca titizlikle incelemiş, gerekli olanları onarmış, gerekli olmayanlara da kaynak harcamamıştır..."
Meydan üzerine basarak şu gerçeği söylüyor; "... camiler asla ahır, tuvalet, eğlence merkezi yapılmamıştır! Bu insafsızca bir iddiadır..."

***

Yazının başında belirttiğim; "doğrular ile yalanlar harmanlanıyor, GDO'lu bir tarih yazılıyor" cümlemin de sebebi işte bu:
Genç Cumhuriyet'in ihtiyaç fazlası camileri kapatması, harap ve yıkık olan ancak kullanımına gerek olmayanlara "bütçe" ayırmaması olgusu, hormonlu yalanlarla "Camiler ahıra dönüştürüldü, tuvalet yapıldı!" iddiasına çevrilerek topluma anlatılıyor...
Çarpıcı bir örnek ile bitireyim, yine Sinan Meydan'ın anlatımı ile;
"Camilerin bazılarını İsmet İnönü depo yapmış, kapısına kilit asmış, önüne asker dikmiştir... Yalancılar bunun asıl nedenini gizliyor. Neden bazı camiler depo yapılmıştır? Çünkü İnönü, İkinci Dünya Savaşı'nın kapımıza dayandığı dönemde, uçaklarla kentlerin bombalandığı, yıkıldığı süreçte, savaşa girmek zorunda kalırsak, dini ve kültürel değeri yüksek hazinelerimizi korumak için onları İstanbul müzelerinden uzaklaştırmış, Anadolu'nun orta yerindeki bazı camileri geçici depoya çevirerek buralarda korumuştur. Bir düşman saldırısında hem İstanbul'dan uzakta hem de ibadet yerlerinin bombalanmayacağına dair inançla bunu yapmıştır..."

Topkapı Sarayı'ndaki eşsiz kutsal emanetlerin, bu emanetlerle ilgilenen özel görevlilerle birlikte Niğde'ye götürüldüğünü ve güvenlik nedeni ile ibadete kapatılan bazı camilerde, koruma altına alındığını da belirtelim...

İşte camiler kapatıldı, ahır yapıldı iddialarının, genetiği değiştirilmeden önceki hali böyle...
Sağlıklı bir ülke, sağlıklı nesiller için, iyi ve güvenilir gıda kadar, hormonsuz bilim insanları, hormonsuz siyasetçiler, gazeteciler de şart...


 Tuncay MOLLAVEİSOĞLU - YENİÇAĞ

31 Mart 2018 Cumartesi

Sirk Çadırı - ERHAN NALÇACI

Uzun süredir sirkler tükendi. Çocukluğumda arkası akasına sirkler Türkiye’ye gelir, sirk çadırı kurulur, dayakla ve eziyetle eğitilmiş hayvanların, kaba bir güldürüye dayanan palyaçoların ve hayatını riske etmeyi satan cambazların gösterilerini izlerdik.
Bu tuhaf gösterinin on yıllarca devam etmesini sağlayan şeyin bizim beğenimiz ve alkışlarımız olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz.

Dünya; medyası, kanlı gösterileri, gaddar hayvan eğitimcileri ve palyaço karışımı yöneticileri ile bir sirk çadırına dönünce bu eğlencenin modası geçti.

***

ABD ve müttefikleri on yıldır abluka altında can çekişen Irak’ta kitle imha silahları olduğunu iddia ettiler. O zaman İngiltere başbakanı olan Blair kitle imha silahlarının varlığını konusunda yemin etmişti.

Bu bahaneyle Irak’a yapılan insanlık dışı saldırıda yüz binler katledildi, ancak hiçbir yerde “kitle imha silahı” bulunamadı, Blair birkaç yıl önce söyledikleri yalandan dolayı özür diledi. Bu arada daha önce Yugoslavya ve sonra Irak saldırılarında NATO’nun kullandığı uranyumla zenginleştirilmiş bombalar nedeniyle kendi askerleri de dâhil olmak üzere sayısı tam olarak saptanamayan binlerce insan kansere yakalandı.

***

ABD’nin Rusya’yı kuşatmak ve zayıflatmak, Almanya’nın toprak kazanmak için Ukrayna’yı elde etmeye ihtiyacı vardı. 2014’te çıkan ve bir “renkli devrim” provasına benzeyen olaylarda her iki taraftan çok sayıda kişi silahla vuruldu. Kısa bir süre önce bu faşist darbeyi desteklemek amacıyla Gürcistan’dan paralı keskin nişancıların getirildiği belgelendi. Keskin nişancılar Maidan Meydanı’nı gören otellere yerleştirilmiş ve onlara orada temin edilen tüfeklerle her iki taraftan insanlara rastgele ateş etmişler.


Şimdi Ukrayna NATO’ya girme girişiminde bulunuyor ve Karadeniz’de yapılan NATO tatbikatlarına destek veriyor.

***

NATO şemsiyesinde ABD ve müttefiki emperyalist ülkeler Petersburg’a 10 dakika uçuş mesafesinde olan Baltık ülkelerine büyük bir askeri yığınak yaptılar, içinde ABD tank taburları da olmak üzere adeta Rusya sınırı bir askeri kampa dönüştü.
Karadeniz ise, sürekli olarak ABD’nin yönettiği ve Türkiye gibi ülkelerin de katıldığı büyük askeri manevralara sahne oluyor. Bütün bu askeri hareketlilik Rusya’nın işgal girişimine karşı diye takdim ediliyor.

***

İki taraflı casusluk yapan ve bir karşılıklı casus iadesinde İngiltere’ye gönderilen eski Rus ajanın İngiltere’de kimyasal saldırıya uğradığı söylendi. İnandırıcı bir belge ve araştırma olmaksızın saldırı İngiltere tarafından Rusya’ya yıkıldı. Bu hemen ABD, Fransa ve Almanya’da yankılandı ve Rusya’yı uluslararası ortamda izole etmek için NATO ülkeleri Rus diplomatları sınır dışı etmeye başladılar.

***

Bu tezgâhın sirk çadırının bir gösterisi olduğu öylesine belli ki. Açıkça bir savaşa hazırlanıyorlar ve her türlü kirli senaryoyu daha önce de sahneye koydukları gibi oynuyorlar.

Birçok kere bu köşede Rus sermaye sınıfına karşı beslediğimiz kinin çok büyük olduğu yazıldı. Sovyetler Birliği’ni yıkan ve emekçi sınıflara ait mülke el koyarak ortaya çıkan bu sınıf hırsızlığının yanında dünyanın böylesine bir felaketin eşiğinde bulunmasının suç ortaklığını taşıyor.

Ama bu, İngiltere’nin göbeğinde Rusların kimyasal silah kullanmasının büyük bir yalan olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Sirki yaşatan nasıl bizim aptal alkışlarımızsa, bu sirk çadırının altında her türlü yalanı üzerimize salgılamalarını sağlayan da bizim buna boyun eğmemizdir.
Oysa çadırı yıkıp açık havaya, özgürlüğe ve akıllı bir dünyaya çıkmamız gerekiyor. Bunun için toplumun bir ön hazırlık yapması gerekli.

Bu bağlamda, bugün Beşiktaş’ta emperyalizme ve NATO’ya karşı toplanan gençlere selam olsun.

Erhan Nalçacı / SOL

Minareler süngü, kubbeler miğfer - ORHAN GÖKDEMİR

Doğan Kuban bilge mimarlarımızdan biri. İlerlemiş yaşına rağmen üretmeyi kesintisiz sürdürüyor. Geçen yıl yayınlanan “Türk Ahşap Konut Mimarisi”ni yakında keşfettim. Fırsat kolluyorum okumak için. Kuban, Türk-İslam sanatının da uzmanlarındandır. Yıllar önce editörlüğünü yaptığım bir TV programı için kapısını çalmıştım. Yaptığımız o uzun söyleşiden o cümle çakılıp kalmış hafızama. Söz dönüp dolaşıp AKP’nin mimari uygulamalarına gelince şöyle demişti: “Bunlar kendine muhafazakâr diyor. Muhafazakâr olmak için muhafaza etmek lazım. Muhafaza etmek için de bir şeyleri beğenmelisiniz. Bunlar hiçbir şeyi beğenmiyor, neyi muhafaza edecekler?”


Beğendikleri tek şey göçüp geldikleri köy veya kasabalarda gördükleri o ilk cami. Onun da ne sanatı, ne mimarisi, ne estetiği var. Bir kubbe ve bir minareden ibaret çoğu. Mevcut cami mimarisini Allah’ın emri sanıyorlar haliyle. Ne kubbenin kökeninden, ne minarenin tarihinden haberleri var. İbadethanelerinin altına iş yeri yapılmasına itirazları yok ama minaresiz, kubbesiz camiyi görünce kırmızı görmüş boğa gibi saldırıyorlar. Toprak yitirdi kutsiyetini, parayı geçirdiler yerine. İş yerlerine secde ediyorlar beş vakit.

***

Kadın oyunculara yaptığı aşağılama ile gündeme gelen Meclis Başkanı İsmail Kahraman iktidarı elinde tutan o nevzuhur muhafazakârlarımızdan biri. Ta “Kanlı Pazar”dan biri üstlendiği bir misyon var, nefes alıp verdiği her an o misyona uygun davranıyor. Düşman eski olan ne varsa. Yıkmaya meyilli…

Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne sahip olan Meclis Camii'nin yıkılması için de uzun süredir uğraşıyordu. Geçen hafta bu yolda önemli bir adım attı. TBMM Camii’nin bir parçası olan ve minare yerine dikilen Selviler, Meclisin kapalı olduğu bir zaman kollanarak onun talimatıyla kesildi. O Selviler oraya 1989’da caminin hizmeti açıldığı yıl dikilmişti. Yani Meclis Camii artık minaresiz. Kestirdi minareyi, odun yaptırdı. Ne doğaya saygısı var, ne yeşile tahammülü. Kubbeye ve minareye tapıyorlar sadece. O da ağaç olmamak şartıyla…
Bilen bilir, minaresi olmadığı gibi kubbesi de yoktur Meclis Camii’nin. Tek katlıdır ve düz bir çatısı vardır. Önünde bir havuz uzanır. Mimarı Behruz Çinici şöyle açıklamıştır bu yapının mimari mesajlarını; Müslümanlar toprağa secde eder. O yüzden yapı zemindedir. Minare ve kubbe caminin asli unsuru değildir, İslamiyet’ten çok sonra bu mimariye eklenmişlerdir ve zamanının mimari zorunluluklarından kaynaklanır. Yani betonarme binada kubbeye gerek yoktur. Hoparlör varsa minare gereksizdir. Havuzun amacı ise dekorasyon değildir. Müslümanlar ibadet için camiye girerken ve çıkarken suda suretlerini görsün, titreyip kendine dönsün diyedir.

Fakat artık nevzuhur Müslümanların kendi suretlerini görmeye tahammülleri yok. O kadar günah işlediler ki görmesin, görülmesin istiyoryorlar.

Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan diyor ki, "Bu eser Müslümanlığın ilk ibadethanesinden esinlenerek yapıldı. Bu yüzden bu caminin ne kubbesi ne de minaresi var. Bunun yerine bir Selvi ağacı minare olarak stilize edilmişti." İsmail Karaman ne bilsin. O Selvilere bakıp dine bir saldırı görüyor. Zaten yoldaşlarından bazıları da camiyi kiliseye benzediği gerekçesiyle hedef almışlardı. Benziyor, evet. Hangisi benzemiyor ki. Bakın Sultanahmet’e, Ayasofya’nın birebir kopyasıdır. Camiler esinini kiliselerden almışlardır. Sadece Çan kulesinin yerinde minare yükselir. Birisinde çan çalar, öbüründe aynı işi müezzinin sesi üstlenir.

Selvilerini kestiler. Bütünüyle yıkacaklar yakında o ödüllü eseri. Yerine hep birlikte dolaşacakları kubbeli, minareli devasa bir yapı yükseltecekler. Havuz olmayacak avlusunda. Girerken kimse suda suretini görüp dehşete kapılmayacak…

***

Atatürk Kültür Merkezi’nin temelleri 1946’da atıldı. 1953’de açılması planlanıyordu ancak inşaat 1969’da tamamlanabildi. Aynı yılın Nisan’ında Devlet Opera ve Balesi’nin “Aida Operası”yla açıldı. Bu büyüklükteki bir kültür merkezi, ülkemiz için bir ilkti.
Mimarı Hayati Tabanlıoğlu. Binada 1320 kişilik büyük salon, 700 kişilik konser salonu, 350 kişilik oda tiyatrosu, 350 kişilik çocuk tiyatrosu, sanat galerisi, 400 kişilik lokanta salonu, çeşitli yönetici odaları ve diğer yan tesisler bulunuyordu. Çeşitli eğilim ve kademeler verebilen altı tane podyumlu esas sahnesi; alt, arka, iki yan ve döner sahnesi vardı.

27 Kasım 1970’de Arthur Millerin “Cadı Kazanı” oynanırken sahnenin üst kısmında başlayan yangın, az zamanda bütün yapıyı sararak küle çevirdi. Yangında Topkapı Sarayı’ndan getirilip sergilenen pek çok tarihi eser de yanıp kül oldu. Büyük bir çabayla onarıldı bine. Sahne tekniği çalışmaları Alman Mimar Willi Ehle, mimari çalışmalar ise Hayati Tabanlıoğlu tarafından hazırlanıp uygulandı. İç dekorasyonu değiştirildi. Lokanta salonu sanat galerisi haline getirildi. Bina, “Atatürk Kültür Merkezi” olarak 1977-1978 sezonunda yeniden hizmete açıldı.

Eksiğiyle fazlasıyla Cumhuriyet döneminin bir anıtıdır AKM. Onu da yıkıyorlar şimdi. AKM iş makinaları tarafından alaşağı edilirken karşısında koca bir cami yükseliyor. Tabii minaresi ve kubbesi ile birlikte. Mimarı kim, bilmiyoruz. Avlusunda havuz olmayacak, bunu biliyoruz…

***

12 bin 500 kişilik kapasitesiyle ülkenin en büyük spor salonlarından biri olan Abdi İpekçi’nin mimarları ise Ragıp Buluç, Ziya Tanalı ve Ercan Yener. Temeli 1979 yılında atılan spor salonuna, aynı yıl suikast sonucu öldürülen gazeteci Abdi İpekçi’nin adı verilmiş. 3 Haziran 1989’da Amerikan Harlem Wizards ve Washington Generals takımlarının yaptığı gösteri maçıyla hizmete açılmış. 2004 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen Eurovision’a ev sahipliği yapmış. Yani ülkenin böylesine büyük organizasyonları yapabileceği tek salonuydu Abdi İpekçi.

Yıktılar Abdi İpekçi’yi de. Şimdi büyük bir depremin tokadını yemiş gibi kendi üzerine çökmüş halde akıbetini bekliyor. AKP’nin yan kuruluşu haline getirilen Türkiye Basketbol Federasyonu, yıkılan Abdi İpekçi’nin arazisinde, Basketbol Gelişim Merkezi adıyla yeni bir tesis inşa edileceğini açıkladı. Neden orada, neden illa yıkarak yapıyorlar belli değil. Eski olan hiçbir şeye saygıları yok. Cumhuriyetin yaptığı her şeye kin besliyorlar. Abdi İpekçiye tu kaka, Mustafa kemal bir nefret objesi. Yakında bütün kültür merkezlerini, bütün spor salonlarını kubbeli ve minareli yaparlarsa kimse şaşırmaz.

***

Malum Marmaray inşaatı sırasında Yenikapı’da Bizans Limanı’nın kalıntıları çıktı karşılarına. Çok sinirlendiler bu rastlantıya. Alelacele kazı yaptırdılar ve kaldırıp attılar geri kalanı. Zamanın başbakanı şöyle değerlendirdi bu talihsizliği; "Aslında Marmaray 2010’a yetişebilirdi. Bize gecikmek yakışmaz, ertelemek yakışmaz. Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular. Bunlar insandan çok daha mı önemliydi? Bundan sonra ne olursa olsun engel mengel tanımıyoruz. Yok kuruluydu, yok yargısıydı bunlara takılıp kaldık. 3 sene bizi engellediler Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz, bedeli ne olursa olsun…”

Ne Bizans kalıntısı, ne Cumhuriyet anıtı; Tanımıyorlar artık engel mengel. Osmanlıysa duraklıyorlar sadece, sonra onu da yıkıp geçiyorlar. Üsküdar meydanına bakın inanmıyorsanız. Üsküdar’da yaptıkları gibi Yenikapı limanının üstüne beton dökmekle yetinmeyip kıyısını da doldurdular. Tarihi Yarımada’nın o bölümünde kocaman, kanserli bir ur var şimdi. Tek işlevi AKP’nin miting alanı olması.

Göbeklitepe’ye beton döktüler. Aspendos Antik Tiyatrosuna mutfak mermeri döşediler. Sivas’taki Selçuklu Sultanı Türbesinin çinilerini öyle bir restore ettiler ki sanırsın türbede yatan soytarılar kralıdır. IŞİD ülkeyi işgal etse ne yapar diye merak ediyorsanız dönüp bir daha bakın ülkeye.

Ülkenin tamamı kendine muhafazakâr diyen bir çetenin tasallutu altında. On binlerce Tayyiban kamyonu her yanda hafriyat taşıyıp duruyor. Önlerine ne çıkarsa yıkıp yerine yenisi yapıyorlar. Gömüyorlar vatanı. Beton döküyorlar üstüne ki bir daha başını kaldırmasın.

“Minareler süngü kubbeler miğfer” nidasıyla başlamıştı bu hikâye. Doğruymuş…

Orhan Gökdemir / SOL

Sadece medya hamuru değil aynı zamanda Selefi çukuru - ERK ACARER

13 Ekim 2015 Salı günü; Gar Katliamı’ndan 3 gün sonra… Hava kararırken ince bir yağmur, Keçiören Adli Tıp Merkezi’nin önüne kurulan çadırın üzerine düşüyor. Cenaze sayısı fazla olduğu için sonradan kurulan bir çadır. Bir cenaze aracı geliyor, kayıplarını arayanlar, ona doğru koşturuyor. Ceset torbasının içinden bir insan bacağı çıkıyor sadece. Türkçe ve Kürtçe ağıtlar yükseliyor. Gönüllü koordine merkezi günlerdir ulaşılamayan kişileri arıyor, listelere bakıyor, sabırla ailelere bilgi veriyor. Çadırın karşısında müştemilata benzer bir yapı var. Afet ve Acil Durum Yönetmenliği Başkanlığı (AFAD) görevlisi içeride çay içiyor. “Bir bilgi verir misiniz?” Cevap, ‘cevap’ bile değil: “Bilgi filan yok!” Ateşin düştüğü yerde, ailelere de aynı şekilde muamele, sert, mekanik, baştan savma hatta suçlayıcı! Cenaze arabaları gidip geliyor… “Sizin göreviniz ne? Ölüler bizim. Yoksa bizden değil misiniz?” Karşılık basit: “Çıkın dışarı!”

AFAD kartı
‘Dışarı çıkanların’, IŞİD bölgeleri Telabyad, Cerablus’a geçenlerin önemli bir kısmı AFAD kamplarını kullandı. İçeri girenlerden kamplarda kalanlar oldu. Kâh sohbetle, kâh ailelere para verilerek genç insanlar devşiriliyordu. Doğum tarihi bölümünde 01.01.1992, doğum yerinde Telabyad yazıyordu. 2015 yılında eylem yapmak için Kobani’ye sızan ancak burada öldürülen IŞİD’ci Ahmed Hasan’ın üzerinde AFAD’a ait kimlik kartı bulundu. Urfa, Akçakale kaymakamlığı tarafından düzenlenen kimlik kartı, ilçedeki Süleymanşah misafirhanesinde kalma hakı da veriyordu.

HDP Urfa Vekili Osman Baydemir, o günlerdeki Meclis konuşmasında durumu anlattı. Vekilliği düşürülen, Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan ise, İçişleri Bakanlığı’nın yanıtlaması isteği ile verdiği soru önergesinde bazı önemli noktalara değindi: “…Buna benzer birçok IŞİD çetesinin AFAD’ın kamplarında barındığı, şehir merkezinde hücre evlerinin hatta hastanelerinin bulunduğu iddia edilmektedir. Bunlara dönük Bakanlık olarak Terörle Mücadele Kanunu kapsamında bir operasyon talimatınız olacak mıdır? Tüm bu iddialara dönük kamuoyuna Bakanlık olarak bir açıklamanız olacak mıdır?”

AFAD açıklama yaptı: “Söz konusu kişi 18.09.2012-16.08.2013 tarihleri arasında Akçakale’de bir çadır kentte kalmıştır.”

‘Ilımlılar’ bana bela olacak
IŞİD tehlikesi bertaraf edildi! Lanetli bir örgüttü. ‘DEAŞ’la inkâr edilen samimiyet, somut veriler, bilgiler, belgelerin gölgesinde kaldı. IŞİD ile ‘aynı bağın gülü’, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) konusunda ise farklı bir yol izlendi. İlişkiler hiçbir zaman gizlenmedi, ÖSO’ya açıktan destek verildi, ortak operasyonlar yapıldı. Şehirler zaptedildi. Türkiye’nin yakın bir gelecekte başını hem dışarıda hem de ileride çok ağrıtacak bir konudur.

İnkâr-yalan
Afrin operasyonu bitti. Sıra bölgede bir Sünni kemeri kurulmasına geldi. Bölgedeki Ezidilere yapılanlar ile ilgili çarpıcı iddialar var. Ezidi kuruluşu Yazda’nın kurucusu ve yöneticisi Murad İsmail, Afrin’e ilişkin olarak, şunları aktardı, Afrin’in kimi yerlerinde ÖSO üyelerinin Ezidi kadınları çarşaf giymeye zorladığını, Ahrar’uş Şam’ınsa Ezidilere zorla İslam eğitimi verdiğini söyledi. Görüştüğümüz Ahrar yetkilileri ise bu durumu külliyen reddetti: “Bu Ezidileri nereden buluyorsunuz siz, Afrin’de Ezidi yok!” Önemlidir aslında, bir deşifre ya da asimilasyon-inkâr arasındaki bağdır.

Geçen haftanın gündeminin en önemli başlıklarından biriydi. Habertürk televizyonunun 27 Mart tarihli özel yayınında, kanalın genel müdürü Veyis Ateş’e konuşan Afrinliler, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle (TSK) birlikte hareket eden ÖSO milislerinin yaptığı ‘talan ve zulmü’ anlattı. Ancak her şey ‘YPG zulmü’ olarak aktarıldı. Türkiye tarihine vurulan yüz karası bir habercilik örneğiydi. Medyanın, düştüğü çamuru gösterdi.

Organize işler
Ancak aynı konuyla ilgili başka kritik meseleler üzerinde yeterince durulmadı. Afrin’de YPG’ye atfedilen, ÖSO talanı ve ahlaksızlıkları şöyle anlatılıyordu: “15 yaşındaki kızlarımıza tecavüz ettiler, mallarımızı paralarımızı çaldılar.” Habertürk’e yüzü kızarmadan çeviri yapıp, yüzü kızarmadan tanık ifadelerini değiştiren kişi ise Mehmet Beşir Kurnaz isimli şahıstı. Üzerinde AFAD yeleği, kitlediği sosyal medya hesabının profilinde AFAD’a ilişkin bir fotoğraf var.

TSK ile birlikte Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarına katılan ÖSO mensupları, Türkiye’den ‘gazilik’ ve ‘şehitlik’ unvanı istedi. Kuvayi Milliyedir hepsi, haklarıdır!

Türkiye’nin düştüğü yer, sadece medya çamuru değil aynı zamanda Selefi çukurudur.

Tek tip, mezhepçi, işgalci, ganimetçi bir yapı hızla kurumsallaşıyor. ÖSO’su ile medyası ile ‘insani kurumları’ ile organize işler hepsi. Kullanışlı Suriye iç savaşıyla birlikte, bir enkaz daha inşa edildi: Uçurumun kıyısında Türkiye. Barışı savunanlar, ortak bir yaşam isteyenler, samimiyetle çağdaş bir ülke için çabalayanlar dışında gören yok.

Yoksa siz bizden değil misiniz?

Evet değilsiniz.

Erk Acarer / BİRGÜN

Çekilse de terk etmez - MUSTAFA K. ERDEMOL

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü “bizim haberimiz yok” diyorsa doğrudur. Başkan Donald Trump’ın seçim vaatleri arasında Suriye’den asker çekmek de vardı. Herhalde onu hatırladı ki, kimseye danışmadan “asker çekeceğiz” deyiverdi. Var böyle tutumları. Esince alıyor kendi kendine böyle kararlar.
Ama kendisi gibi düşünenlerle beraber almış da olsa, çekilme kararı öyle kolayca yaşama geçirilecek bir karar değil tabii. Örnekleri var; oğul Bush Irak’tan asker çekemedi bir türlü, hem oğul Bush hem de Barack Obama Afganistan’dan da asker çekemediler. Öyle kolay olmuyor bu işler. Birçok nedeni var. Gerçi Suriye’den asker çekmek Irak ile Afganistan’dan çekmekten daha kolay olabilir, çünkü özellikle Suriye’nin kuzeyinde, Irak ya da Afganistan’daki gibi bir etnik, mezhebi karışıklık yok.


Varsayalım ki ABD askeri varlığını Suriye’den tamamen çekti, yerine, çıkarlarını koruyacak bir gücü bırakacağı malum. Bu Trump’ın başından beri söylediği “yerel güçlerle çıkarlarımızı koruyacağız” politikasına uygun bir çekilme olur. Bu gücün de ne olduğu belli. ABD, IŞİD’e karşı mücadele adı altında PYD/YPGY’yi bölgedeki en önemli müttefik olarak görüyor. PYD/YPG’ye mali/silah yardımı yaptığını da saklamıyor. O bölgede PYD/YPG hakimiyetinin ABD çıkarları açısından yararlı olduğuna da inanmış durumda. Bu nedenle şartlar oluştuğunda (Türkiye’nin ikna edilmesi, Rusya’nın, İran’ın karşısına uğraşacakları başka sorunlar çıkarılması gibi) askerini elbette çekecek. Bana sorarsanız şu anda ya da yakın bir zamanda ABD’nin oradan asker çekmesi kolay görünmüyor. En fazla Irak’ta yaptığı gibi bir miktar asker çekip çekirdek bir askeri varlığını orada tutar.

Bir başka durum da şu; Trump’ın, içe dönük (asla barışçı olduğu sanılmasın) politikasına karşı olan “şahinler”in Suriye’den asker çekilmesine karşı olduğunu anımsayalım. Bu şahinlere göre oradan asker çekmek “bölgeyi tamamen Rus hegemonyasına bırakmak” demek. Bu argüman çok işe yarar ABD’de. O nedenle de kolay değil ABD askeri varlığının bölgeden çekilmesi.
Ama yine var sayalım ki çekildi. Bu durumda Fransa’nın Suriye’ye asker göndereceği açıklamasına bakıp da, ABD ile Fransa’nın bu konuda anlaştığı düşünülmesin. Yani ABD’nin “ben çıkıyorum sen gel” dediğini sanmam. ABD’nin bölgede Fransa’dan daha güvenilir müttefikleri var her şeyden önce. Fransa’nın yaptığı, daha önce Libya’da Kaddafi’ye yaptığı gibi, zamanı kollama faydacılığı. Bölgede müdahaleci bir geçmişi de var. Suriye’nin yeniden “tasarlanacağı” hesaplarının yapıldığı bir dönemde burada etkili olma çabası var Fransa’nın. Etkili olursa aynı anda ABD’nin çıkarlarını da savunur olacak değil. Kuşkusuz ABD’nin de işine gelecek bir durum olabilir Fransa’nın orada bulunması, ancak ABD ile Fransa’nın çatışan çıkarları da var. AB ile Fransa’nın çatışan çıkarları olduğu gibi. ABD, Suriye’yi tamamen Fransa’ya bırakır diye düşünmek gerçekten saf dillilik olur.

Fransa, Suriye’ye asker gönderecekse, oradan asla asker çekmeyecek olan ABD’nin yanında destekçi olacaktır sadece. Suriye’den koparılacak parçalar üzerinde pay alma çabasıdır bu. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Irak’ta ABD işgalinden sonra binlerce batılı büyük firmanın iş kaptığını anımsayalım. Suriye’de Fransa’nın karı olsa olsa bu olacaktır. ABD, oradaki varlığından Fransa’ya güvenerek vaz geçmez. Müttefikleri, iş tuttuğu güçler bellidir.
Fransa bunu gayet iyi bildiği için, ABD’nin desteklediği güçlere, örneğin Kürtlere verdiği desteği hatırlattı bir kez daha. Özellikle François Mitterand döneminde verilen yoğun desteğin şimdi kendi döneminde de süreceğini açıkladı Macron. PYD’ye kesin destek vereceklerini de söyledi. Oraya asker yollayacağını açıkladıktan sonra, oradaki en önemli güce onunla işbirliği yapacağı niyetini açık açık söylemiş oldu Macron. Anlaşılıyor ki Fransa’da Suriye’de her ne yapacaksa oradaki Kürt güçleriyle yapacak.

Tabii, Macron’un PYD’ye destek açıklamasını, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un “Suriye’de Kürtlersiz çözüm olmaz” değerlendirmesiyle birlikte ele almak zorundayız. Yani denklemin bir ucunda ciddi anlamda bir Kürt olgusu/gerçeği var.

Trump’ın asker çekip çekmeyeceği kesin mi değil mi bilmiyoruz ama, kesin olanın Kürt faktörü olduğunu biliyoruz.

Bilmeyenler de herhalde öğrenecekler.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

On’ları anmak ülkenin durumuna razı olmamaktır - YAŞAR AYDIN

Kızıldere, 60’larda başlayan toplumsal uyanış dalgasının en uç ifadesiydi. Bu toplumsal uyanış dalgası, Türkiye’nin emperyalizmden ve onun tahakkümü altında şekillenen gerici-sömürücü düzenden kurtarılması düşüncesine dayanıyordu. 12 Mart’tan 12 Eylül darbesine yok edilmek istenen de bu düşünceydi.


•••

Türkiye tarihine baktığımızda 50’lerden günümüze kadar uzanan süreç, Kızıldere’nin arkasındaki bu devrimci düşünce ile onu yok etmek isteyenler arasındaki bir mücadeleden ibarettir. 6.Filo’laya secdeye duran, Kanlı Pazar’lara imza atan siyasal İslamcılar, ABD güdümünde (NATO-CIA marifetiyle) eğitilerek devrimcilerin, halkın karşısına çıkarıldılar. 12 Mart’tan 12 Eylül’e darbeler ve darbelere giden süreçteki katliamlar bu güçler eliyle gerçekleştirildi. Türkiye’de, özellikle de 50’lerden itibaren derinleştirilen bağımlılık ilişkilerinin sonucu olarak iktidar sahipleri Amerikan iradesine tabi oldular. Amerika, ülkenin idaresini kendi istikametinden çıkartabilecek olan devrimci gelişmeleri, kontrgerilla ile yetmediğinde darbelerle önlemek için çalıştı. Türkiye, bunun sonucunda bugünkü dinci, cihatçı bir ekibin idaresine sokuldu.

•••

Türkiye’nin bugün Ortadoğu’da Amerika güdümünde kanlı bir parçalanma dalgasının içine sokulması bu şekilde sağlandı. Şimdi bu ülkenin nasıl bu hale getirildiğini bazen şaşırarak soranlar dönüp bu tarihe bakabilirler. Kızıldere’ler...12 Mart’lar...12 Eylül’ler hepsi bunun için yapıldı! Bugün yerli ve milli olduğunu söyleyen (hem de bir yandan emperyalist tekellerin emriyle ülkenin fabrikalarını satmaya devam edenler) iktidar sahipleri, Amerika’nın açtığı yoldan iktidara geldiler.

•••

Bugün Kızıldere’ye sahip çıkmak, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumuna razı olmamaktır. Mahir’ler her şeyden önce o günün koşullarını değiştirmeyi öne alan, bunun mümkün kılmak için mücadele eden bir iradeyi temsil ettiler. Bugün kimi zaman insanların sürecin ağırlığı karşısında umutsuzluğa düştüğünü, yapılabilecek bir şey kalmadığını düşündüğünü görüyoruz. Bu dönemin en önemli özelliklerinden birisi bireyciliğin ön plana çıkarak, insanlar arasında dayanışmanın, örgütlü mücadelenin ortadan kaldırılmış olması. Milyonlarca insan buna hayır derken bu karanlığın ülkemizde hâkim hale gelmesinin başka bir açıklaması da yok. Mahir’lerin mücadelesine bakınca pek çok güzel değerle birlikte sevginin, dayanışmanın, omuz omuza yürümenin güzelliklerini buluyoruz. Bugün solun, muhalefet hareketlerinin sorumluluğu, geleceğimizi gericiliğin pençesinden kurtarmak için birleşik mücadele zeminlerini geliştirmekten başka bir şey değil. Kızıldere’nin bugün çağrısı, Türkiye’yi emperyalizmin tahakkümden kurtaracak bir yolu açmak için, siyasal İslamcı rejimi yenmek için birleşmeye, kararlılığa, inada ve cesarete çağrıdır!

Yaşar Aydın / BİRGÜN

30 Mart 2018 Cuma

2017’de millî gelir: TÜİK’in bulguları - KORKUT BORATAV

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2017 milli gelir (GSYH) tahminlerini dün (29 Mart’ta) yayımladı. Ayrıntılı bir değerlendirmeyi ileride yaparız. Şimdilik, bulguları hızla, kuşbakışı gözden geçirmekle yetinelim.

İş işten geçmeden TÜİK’ten asgarî beklentilerimizi açıklayarak başlayalım.

TÜİK’ten Asgarî Beklentiler
2016’nin ikinci yarısında TÜİK, millî gelir serilerini tamamen yeniledi; yeni hesapları 1998’e kadar taşıdı. Önemli değişiklik, 2009 sonrasının ortalama büyüme oranlarının yükseltilmesi oldu. Bu “yenileme”, ekonominin yapısını ve makro dengelerini de büyük ölçüde değiştirdi: İnşaat sektörünün payı ve büyüme hızı yükseltildi; yatırımların ve yurt-içi tasarrufun GSYH’deki payları da (kabaca) onar puan yukarı çekildi.

TÜİK, bu revizyonlara, Birleşmiş Milletler’in 2008’de, AB’nin 2010’da millî gelir hesapları için önerdiği yöntem değişiklikleri vesilesiyle kalkıştı. Ama, bu önerilerin çok ötesine gitti; geçmiş verilerin daima ana kaynağını oluşturan üretime dayalı tahmin ve anketleri terk etti; “idarî kayıtlara” (örneğin Maliye Bakanlığı’ndaki şirket bilançolarına) geçti. Bu “kayıtlar”dan, millî gelir kalemlerinin nasıl türetildiği ise açıklanmadı.  
Yeni kaynakların güvenilirliği eleştirildi; GSYH serilerinin reel ekonomiye ait istatistiklerle tutarsızlığı ortaya kondu. Ben de kervana katıldım.

Artık çok sayıda iktisatçı AKP’nin 2009 sonrasındaki ekonomik bilançosunu “parlatmak” amacıyla  millî gelir istatistiklerine TÜİK’in politik bir müdahalede bulunduğunu düşünmektedir. Ben de aynı görüşteyim. Bu nedenle de 2016 öncesinin ekonomik değerlendirmesini, bir önceki millî gelir verileriyle yapmayı sürdürüyorum.

Ne var ki TÜİK’ten vazgeçilemez. 2016 ve sonrası millî gelir hesaplarını tahmin etme, eski serileri sürdürme, güncelleme imkânından yoksunuz. TÜİK’in bilgilerine muhtacız. Aynı gereksinim, Türkiye’yi izleyen uluslararası kuruluşlar için de geçerlidir. Örneğin IMF’nin veri bankası, millî gelir revizyonunu izleyen bir kaç ay boyunca eski serileri kullanmayı sürdürdü; sonunda TÜİK’in yeni GSYH istatistiklerini yerleştirdi.

Dolayısıyla 2016 ve sonrası için TÜİK’ten beklentilerimiz şu olmalıdır: 2016 öncesini sizle tartışmayı bırakıyoruz. Ama, en azından saygın bir meslek olan istatistikçiliği hatırlayın. Bulgularınızı politikadan soyutlayın; temizleyin; reel ekonomiyle ilgili diğer istatistiklerle denetledikten, düzelttikten  sonra kamuoyuna sunun. Böylece en azından 2016 ile başlayan; sonrasına uzanan anlamlı, tutarlı millî gelir serilerine ulaşabilelim.

Süregelen Arızalar
TÜİK 2017’de millî gelirin yüzde 7,4 oranında büyüdüğünü tahmin etmiş. Bu oran, 2016’daki yüzde 3,2’lik büyümeyi izliyor.

Ekonominin geçen yıl büyüme temposunu yükslttiğini üç önemli göstergeden esasen belirleyebiliyorduk. TÜİK bulgularını bu göstergelerle karşılaştıralım. İkisi, doğrudan doğruya reel ekonomiyle, üretimle bağlantılıdır. Ne yazık ki arızalar sürmektedir.
Birinci arıza sanayi üretim anketlerinden kaynaklanıyor. 2010 tabanlı anket bulgularına göre, sanayi üretimi 2017’de yüzde 6,3 oranında artmıştır. Millî gelirin sanayi sektörü katma değerinin de bu tempoda artmış olduğu öngörülebilir. Sanayi, ihracatın da üretim tabanıdır. İleri ve geri bağlantılarla millî gelir düzeyini etkileyen en önemli sektördür; büyüme hızının ön-habercisidir.

Ne var ki, TÜİK’in 2017 GSYH tablosunda sanayi sektörünün büyüme oranı yüzde 9,2 olarak verilmektedir. Brüt sanayi üretimi ile GSYH’deki sanayi katma değeri arasındaki bu kopukluk (%6,3 → %9,2) nasıl açıklanabilir? İthal girdiler yoluyla yurt dışına aktarılan katma değer payında hızlı bir düşme (“ithal ikamesi”) mi? Girdi tasarrufu saplayan teknolojik bir yenilik mi? Sanayi sektörü içinde yüksek katma değerli üretim kolları lehine hızlı bir yapısal değişme mi?  Yanıt, çok daha basit. TÜİK, 2010 tabanlı üretim verilerini terk etmiş; 2005 tabanlı yeni bir üretim endeksine geçmiş. Yeni endeks ise 2017’de sanayi üretimini yüzde 8,9 oranında artırıyor.

Üretim tahminlerinde iki endeks arasında açılan makas (%6,3 → %8,9) nereden, örnekleme farklarından mı kaynaklanıyor? 
Anket yenilenmişse, nasıl oluyor da bulgular 2005’e uzanıyor?
TÜİK’in üretim anketlerine ilişkin yakın geçmişteki sicili iyimser yorumu güçleştiriyor. 2016’da inşaat sektörü üretim anket sonuçları yüzde 2, millî gelirde sektörün büyüme hızı yüzde 5,4 çıkınca, TÜİK aradaki makası açıklamak veya GSYH’yi düzeltmek yerine inşaat üretim anketlerine son verdi. Sanayi anketleri için de, “işletmelerden doğru bilgi alamıyoruz; anketleri yenileyeceğiz” açıklaması yapılmıştı.  Polisiye yöntemlerle mi “doğru bilgi” elde edildi; bilemeyiz. Ama, yeni üretim anketlerini millî gelir tahminlerine uyarlama kuşkusu ağır basıyor.


Millî gelirle bağlantılı ikinci öncü gösterge istihdamdır. 2017’de toplam istihdamda yüzde 3,5’lik artış belirlenmiştir. Geçmiş yılların millî gelir / istihdam hareketlerinin verdiği ortalama esnekliğe göre bu veri, ekonominin yüzde 6,6’lık bir büyüme temposuyla tutarlıdır. İstihdam kökenli bu öngörü ile TÜİK’in GSYH büyüme verisi arasındaki makas (%6,6 → %7,4), aşırı değildir. Ne var ki, 2016’dan bu yana büyüme verileri, ekonominin tümüne ilişkin emek veriminde açıklanması güç artışlar içerince, sistematik şişirme kuşkuları giderilemiyor.

Dış Ticaret: Yoksullaştırıcı Büyüme
Ekonominin 2017’de bir genişleme ivmesine geçtiğini gösteren üçüncü (ve dolaylı) gösterge iç talepteki hızlı canlanmanın (ödemeler dengesi verilerine göre ve dolar olarak) %17,6’lık bir ithalat artışına yansımasıdır. Madalyonun bir de ters yüzü var. Gelirlerin artmasını ithalata yansımasıyla da doğruluyoruz; ama  bu olgu, aynı zamanda Türkiye’ye ihracat yapan ülkelerin katma değerini (büyümesini) beslemek anlamındadır. Türkiye’nin ihracatı geride kaldığı için bir yılda mal ve hizmetlerde dış ticaret açığı dolarla yüzde 51 oranında yükselmiştir. Dolar pahalılaştığı için TL’ye göre dış ticaret açığı daha da hızlı artmıştır. TÜİK hesabına göre (“cari fiyatlarla harcamalar yoluyla GSYH” tablosunda) 139 milyar TL ithalat, 75 milyar TL ihracat… Demek ki 2017’deki (cari) fiyatlara göre dış ticaret,Türkiye ekonomisini küçültücü bir katkı yapmıştır.
Ne var ki, büyüme hızını sabit fiyatlar (2016 fiyatları) ile ölçüyoruz. TÜİK’in (“hacim” yollu) hesaplamalarına göre dış ticaret geçen yıl ekonomiyi büyütmüştür. İhraç ve ithal ettiğimiz mal ve hizmetlerde 2016 fiyatları 2017’de de geçerli olsaydı, bir yıl içinde Türkiye’nin ihracatı yüzde 12, ithalatı ise sadece yüzde 10 artmış olacaktı. Bu artışlar dış ticaret açığını kapatmaya yetmeyecekti; ama daraltacaktı. 2016 fiyatlarına (“hacim” hesabına) göre dış ticaret millî geliri  yükseltecekti.

Dikkat ediniz “…fiyatlar değişmemiş olsaydı, GSYH artacaktı…” diye bir hesaptan söz ediyoruz. Bu “farazi durum”, ekonomiyi de büyütmüş oluyor. “İhraç ve ithal fiyatlarının değişmediği varsayılan” bir büyüme hızı hesaplanıyor.  İyi ama, fiyatlar değişmiş ve Türkiye’nin aleyhine bozulmuştur. İnsanlar TÜİK’in ve AKP’li siyasetçilerin ileri sürdükleri büyümenin nimetlerinden yararlanmak bir yana, bugünkü fiyatlarla yaşamaktadırlar ve aslında dış ticaret nedeniyle yoksullaşmışlardır.

Bu son konuda üç sorun var. 
Birincisi, TÜİK’in cari ve sabit fiyatlarla dış ticaret verilerine göre, 2017’de dış ticaret hadlerinin önemli boyutlarda Türkiye’nin aleyhine bozulmuş olmalıdır. Bu bilgi sadece mal ticaretini kapsayan dış ticaret hadleri istatistikleriyle ne kadar tutarlıdır? Bir başka hesap hatası mı var? İleride tartışmak gerekiyor.

İkincisi, TÜİK’in GSYH hesabındaki dış ticaret verileri doğruysa ne gam? Türkiye dış ticaret nedeniyle yoksullaşıyor; ama 2016 fiyatları (“…mış gibi”) sayesinde G20’de büyüme rekoru kırıyoruz… Vatandaş malûm ikilemde: “Türkiye iyiye gidiyor; ben kötüye…

Üçüncüsü bir sorudur: Fiyatlar 2018’de tersine dönerse ne olur? Millî gelir (belki de) düşecek; ama ucuzlayan ithalat, değerlenen ihracat sayesinde (istatistiklerle ve TÜİK’le ilgilenmeyen) milletin yüzü gülecek…

Dış tıkanıklıklar ortaya koyuyor ki 2018’de Türkiye (TÜİK gayret etse bile) en azından ciddi bir durgunluğun eşiğindedir.
                                                                  ***

Bütün arızalarına, sorunlarına rağmen TÜİK’in millî gelir verilerini ciddiye almak; tartışmak; diğer istatistiklerle birlikte değerlendirmek durumundayız.

Korkut Boratav / SOL

Varna farsı - CEYDA KARAN

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasındaki Varna ‘zirvesi’, oynanan ‘berbat farsın’ vardığı noktayı göstermesi açısından ibretlik. Zirvede bekleneceği üzere tarafların ‘endişe duyulan meselelerde mutabakata varamadıkları’ açıklandı. Asıl dikkat çeken kullanılan yumuşak üslup ve AB tarafının Türkiye ile ilişkileri ‘stratejik ortaklık’ diye telaffuz etmesiydi. Şu konjonktürde, zaten raftaki üyelik müzakerelerinin çözülmesinin imkânı yokken, olup biteni ‘Varna farsı’ diye nitelemek mümkün.

***
Zirvede AB Konseyi’nin Başkanı Donald Tusk ile Avrupa Komisyonu’nun Başkanı Jean-Claude Juncker’in mesajları basitti. Tusk’ın ağzından, AB üyesi ülkelere sığınmacı akışına tampon olmuş Türkiye’yle yapılan anlaşmadan duyulan memnuniyet, 2016’daki darbe girişiminin verdiği zararın ‘anlaşılmış olunduğu’,Afrin harekâtından hazzedilmese de sadece çekince dile getirildiği, Kıbrıs ve Ege Denizi’ndeki anlaşmazlıklara dair de (her zamanki gibi) üyeleri Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin desteklendiği işitildi. Juncker de benzeri övgü ve tespitler yaptı. Ama ‘Türkiye’nin AB’nin gerçek bir ortağı olmasını istedikleri” süslü cümlesinin ardından baklayı ağzından çıkardı:“Stratejik ortaklıkta bizi bir araya getirenler etrafında toplanmak ve bizi bölen konulara çözüm bulabilmek için samimi ve açık bir işbirliği ve diyaloğu sürdürmemiz lazım.” 


İki üst düzey bürokrat, AB’nin en ilkeli ülkesi Avusturya’nın müzakerelerin manasının kalmadığı ve bitmesi gerektiği çağrılarını dışladı.HattaJunckerbizzat“Müzakerelerin devamının garantörü olduğunu” söyledi.
***
Genelde Avrupa’ya esip savuran Erdoğan ise AB’nin oyalama taktiklerine sadece ‘serzenişte’ bulundu. Sığınmacı anlaşması gereği ikinci 3 milyar Avro’yu istedi. Türk vatandaşlarına vize serbestisi ile gümrük birliği güncellenmesinin ötelenmesini ise ‘teknik konuların siyasetin meselesi haline getirilmesi’ diye niteledi. ‘Teknik’ dediği süreklileşmiş OHAL ile oluşan ve on binlerce mağduriyet yaratan ortam. Muktedirlerin dilediklerini ‘terörist’ ilan etmelerine yarayan meşhur ‘terörle mücadele tanımı’. AB tarafı adil yargılanma hakkı, basın, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı ile uyumluluk istiyor, terörle mücadelede ‘orantılılık’ ilkesinin gözetilmemesini eleştiriyor. AİHM’nin çok sayıda ihlal kararı var. Ama KHK’ler için verilmiş ibretlik kararlar da var.

***
AB ile müzakere başlıkları zaten bloke ediliyor. Müzakere yolu yok, sonunda üyelik de. Varna zirvesi de demokrasi değil, ekonomik çıkarlar ve bağımlılık ilişkisi ile jeopolitik hesapların tezahürü. Suriye yangınının sığınmacılarının toplatıldığı Türkiye’yle anlaşabilen AB, belirli koşullar ve sınırlamalar eşliğinde ‘vize serbestisi’ de sunabilir pekâlâ. Aynı şekilde Kıbrıs’ta uluslararası hukuka aykırı siyasi bir kararla barışı reddetmiş Rumları AB’ye nasıl üye yapılabilmişlerse, barış anlaşması olmadan şirketler âleminin teşvikiyle Kıbrıs etrafındaki enerji meselesine de çözüm getirebilirler. Ucunda ‘stratejik ortaklık’ varsa... 
AB, yüce ‘demokrasi’ değerlerini en iyi Doğu Avrupa’da sergiliyor. İlla soru sorulacaksa, ‘bugün sağ popülizmle hukuk devleti ve demokrasiyi rafa kaldırıp Brüksel’e posta koyabilen Polonya ve Macaristan nasıl ve niçin AB üyesi kalabiliyor da, Türkiye’ye bunlar reva görülüyor?’ denilebilir. Onlara Rusya sınırında ihtiyaç varsa, Türkiye’ye yok mu diye sorulabilir.
***
İktisatçı Doç. Dr. Ümit Akçay, çalışmalarında sermayenin kendisine cazip imkânlar sunan ve demokratik olmayan ülkelerden gayet hoşnut olabildiğini verileriyle ortaya koyuyor. Anlaşılmaz olan AB’yi hâlâ ‘yüce insanlık değerleri projesi’ görenler. Yarattığı neoliberal dünyada demokrasinin şart olmadığını, jeopolitik hesapların geçer akçe olduğunu göz ardı edenler. Yoksa Türkiye’nin AB ile ilişkileri zaten ‘stratejik ortaklık’. O yüzden Türkiye ahalisi için asıl sorun ‘AB gelecek, bizi kurtaracak’ diyenler.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

‘Zirve’ - Meriç Velidedeoğlu

Günlerdir, “26 Mart”ta, Bulgaristan’ın “Varna” kentinde, “AB”nin iki kurumu, “AB Konseyi” ile “AB Komisyonu”nun başkanları, Donald Tusk ve Jean-Claude Juncker ile yapılacak, “Türkiye-AB zirvesi”nden söz edip duruyorduk. 
Oysa durum böyle değilmiş; “Türkiye- AB zirvesi” diye bir toplantı yapılmamış, böyle bir düzenleme yokmuş.


Erdoğan, bu iki Başkan ve Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ile Varna’da bir “Çalışma Yemeği”nde buluşup, sohbet” etmişler... 
Ne ki, içeriği basında yer alan bu görüşmenin pek de öyle bir “sohbet” sıcaklığı içinde geçmediği anlaşılıyor. 

“AB Konseyi” Başkanı Tusk, “Bazı alanlarda ilişkilerimizde zorluklar var!” demiş; ardından da sıralamış: “Türkiye’de basın özgürlüğühukukun üstünlüğü konuları var!” 
Oldukça “ciddi konular” derken, “AB Komisyonu” Başkanı Jean-Claude Juncker: “İki Yunan askerinin tutuklanmasına değinmek istiyorum!” diye atılarak, sınırımızı geçen bu askerlerin, Türkiye tarafından tutuklanması konusunageçivermiş...BununüzerineErdoğan, “Türkiye, insan haklarına, hak ve özgürlüklere saygılı ‘demokratik bir hukuk devletidir!’ ” yanıtını verip, “Sonucu bir bekleyin!” demiş, “Biraz sabırlı olun yaa!” der gibi... 
Böylece yolu açınca, ilerlemeyi sürdürmüş; bir ara, “Rabia” da yapıvermiş. 
Ne var ki, Erdoğan’ın ne diyeceğini, ne yapacağını artık çok iki bilen “AB”, daha bir gün önce kendi “Rabia”sını, “Kopenhag Kriterleri”ni ortaya koyuvermişti, “AB” üyesi “Avusturya”nın Başbakanı “Sebastian Kurz” aracılığıyle... 
Peki neydi, “22 Haziran”da “25” yaşına girecek olan ve aday ülkelerin uyması gereken -temel-“uyum kriteleri”ni içeren “Kopenhag Kriteleri”
Kısaca şöyle: 
1) Demokrasi’yi 
2) Hukukun üstünlüğü’nü 
3) İnsan hakları’nı 
4) Azınlık haklarına saygı’yı, 
güvence altına alıp kararlılıkla sürdürecek kurumların varlığı.
 
Ve değerli dostlar, bu sayılanlar, “Kriterler”in, “Siyasal” bağlamda yer alanları; ayrıca “Ekonomik” ve “Toplumsal” konulardaki düzenlemelerin de benimsenmesi gerekmektedir; şimdilik siyasal boyutu belirleyen bu“dört kriter”e, ülkemizin şu son “16 yıllık”AKP iktidarı dönemine değinerek bir bakalım. 
Bunların ilkini oluşturan “demokrasi”den söz edildiğinde karşımıza çıkan neydi? 
“Demokrasi amaç değil, araçtır!” 
Nasıl mı? 
“İstediğin yerde binip, istediğin yerde inilebilinen bir taşıma aracı gibi...” 
Yıl “1996”“Kopenhag Kriterleri”nin açıklanmasından, “üç yıl” sonra... 
İstanbul gibi dünyaca ünlü bir kenti yöneten birinin, “demokrasi” anlayışı böyle... 
Peki biz ne yaptık? Çok beğendik, Belediye Başkanımızın bu eşsiz söylemini öyle ki, “olabilir!” demenin de ötesine geçtik; çünkü, biricik dostumuz “ABD”nin, Türkiye Büyük Elçisi de çok beğenmişti bu “söylemi”; zaten tanışıp, “dost” olmuşlardı; birlikte ABD’ye uçtular, art arda birkaç kez... 

Şimdi bunları anımsatmanın sırası mı?” diye sorup, eleştirenlere, çok taze bir örnek, İsrail Cumhurbaşkanı Netanyahu’nun, “Kudüs”ü, İsrail’in başkenti olarak ilan ettiklerini tüm dünyaya duyurduğunda, ortalık arapsaçına dönmüşken, kendisinin, “yolsuzluk” dolaysiyle, saatlerce sorgulanması. 

Ayrıca, İsrail halkının da büyük bir yoğunlukla, Kudüs sokaklarını doldurarak, Netanyahu’dan hesap sorulmasını istemesidir... 

Bize dönersek, “demokrasi” üzerine bu konuşmanın “şimdi sırası değil” diye, yersiz bulunması, “Demokrasi Kriteri”nin ardından gelen, “Hukukun Üstünlüğü”nün de değerini yitirmesine neden olur ki, bunun ne anlama geldiği, pek çok kez -türlü acılarla-yaşandı ülkemizde... 

Ve ne yazık ki bu durum artarak; inanılmaz boyutlarda “hukuk” çiğnenerek, utanılacak acılar yaratarak, acımasızca sürdürülüyor ülkemizde... 

Böyle değil mi?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Susmak ya da susmamak, işte bütün sorun bu - MİNE SÖĞÜT

Mesele Meclis’teki bir temsilde kadın oyuncuların sahneye çıkıp çıkamayacağının tartışıldığı noktaya geldiğine göre... 
Ve o kadınlar olan biteni anlatırken isimlerini vermekten bile korktuklarına göre... 
Artık ya ülkeyi hep birlikte terk etmemiz gerekiyor ya da susmaktan artık vazgeçmemiz. 
Ne zaman kaçtığı deliklerden geri çıkar insan? 
Öleceğini anladığında mı? Başka şansı kalmadığını fark ettiğinde mi? Bıçak kemiğe dayandığında mı? 
Ne zaman? Ne zaman başına geleni anlar insan? 
Yıllarca “Susma! Sustukça sıra sana gelecek” sloganını duyduğu halde; 
Alman Rahip Pastör Nie Moeller’in yazdığı:
“Önce Yahudiler için geldiler 
Sesimi çıkarmadım – 
Çünkü ben Yahudi değildim 
Sonra komünistler için geldiler 
Sesimi çıkarmadım – 
Çünkü ben komünist değildim 
Sonra sendikacılar için geldiler 
Sesimi çıkarmadım – 
Çünkü ben sendikacı değildim 
Sonra benim için geldiler 
Ve artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı...” dizelerini bıkana kadar, defalarca okuduğu halde; 
Herkesin kaderinin iktidarın iki dudağı arasında olduğuna açıkça tanıklık ettiği halde; 
Nasıl hâlâ böyle bir uysallıkla susar insan?


Cezaevlerini gazetecilerle dolduran... 
Akademisyenleri üniversitelerden kovan... 
Meclis’teki muhaliflerini tek tek hapse tıkan... 
Halkı birbirini ihbar etmeye azmettiren... 
Kendi yolunu açmak için sivilleri sokağa dökmekten çekinmeyen... 
Ortadan kaldırılmasını istediği kim varsa hepsini parmağıyla işaret eden... 
Sansürlerle her şeyi denetleyen... 
Yasaklarla herkesin ağzına fermuar çeken... 
Muhalifleri susturmak için her yolu deneyen... 
Göz göre göre seçim hilelerini meşrulaştıran... 
Hukuku avucunun içine alarak... 
Ana akım medyayı yandaşlarıyla doldurarak... 
Cumhuriyete, devrimlere, ilkelere meydan okuyarak... 
2023’te 1923’ün rövanşına hazırlandığını artık saklamayan bir iktidar... 
Bu ülkenin aydınlarını tek tek işaretledi. 
Çocuklarını, gençlerini, kadınlarını çaldı. 
Her gün yeni bir cadı avıyla coşuyor; elinde bir tabanca yoluna çıkanı vuruyor. 
Tetiği her çekişte demokrasiye ait bir değer daha yere düşüyor. 
Ve bu ülke hâlâ susuyor.
***

Ses çıkaracak kimse kalmayınca kadar susmaya devam etmekse niyetiniz.... 
Oturun kendi şiirinizi şimdiden ufak ufak yazmaya başlayın. 
Belki sizin başkalarının başına gelenlerden alamadığınız dersi, bir gün başkaları sizin başınıza gelenlerden alır. 
Sizin yazacağınız şiir... 
Kim bilir... 
Nasıl bir dizeyle başlar, nasıl bir dizeye varır?

***
İşte hâlâ susuyorsunuz. 
Çünkü yine kaybedeceğiniz şeylerin hesabını yapıyorsunuz. 
Kaybettiğiniz şeylerin hesabını doğru tutmadığınız için... 
Bu hesapta her seferinde çok fena yanılıyorsunuz.

Mine Söğüt / CUMHURİYET