10 Nisan 2018 Salı

Lula neden hapsedildi? - İBRAHİM VARLI

Alman Frankfurter Rundschau gazetesi 6 Nisan tarihli yorumunda Brezilya Yüksek Mahkemesi’nin eski devlet başkanı Lula Da Silva’nın tutuklanmasına karar vermesinin Güney Amerika’nın en büyük ülkesini siyasi istikrarsızlığa sürükleyeceğini belirtiyordu. İki gün sonra düzmece iddialarla başlatılan ‘yolsuzluk’ davasında cezası onaylanan Lula olası bir iç savaşın önüne geçmek için teslim oldu, Curitiba’daki cezaevine gönderildi.


Brezilya oligarşisinin ABD’nin desteğiyle tezgâhladığı darbe süreci, Lula’nın cezaevine gönderilmesiyle tamamlanmış oldu. Öncesinde de eski gerilla komutanıDilma Rousseff benzer kumpaslarla başkanlıktan azledilmişti.

Sonbaharda yapılacak başkanlık seçimlerinin en büyük favorisi Lula’nın ekarte edilmesiyle ülke belirsizlik iklimine mahkûm edildi.

Bu belirsizlik ve istikrarsızlık tam da ülkedeki egemenleri yanına alan ABD emperyalizminin istediği şeydi. Venezuela gibi Brezilya’yı da iç çalkantılarla içe çökertmek isteyen ABD, uzun bir süredir bu kaos stratejisini uygulamaya çalışıyordu.

Neden mi?

Nedenleri Lula ile başlayan Rousseff’le devam eden İşçi Partisi iktidarları dönemindeki uygulamalarda saklı.On altı yıldan beri iktidarda olan İşçi Partisi, ABD emperyalizminin bölgesel ve küresel çıkarlarının önünde önemli bir engeldi.

Ekonomik nedenler
The Economist dergisi 2009 tarihli kapağında “Brezilya kalkışa geçti” başlığıyla ülkenin güçlü, dinamik ve hızla büyüyen ekonomisine dikkat çektiğinde Brezilya artık büyüyen ekonomiden halka daha fazla pay vermeye başlayan, kamucu, sosyal politikalar uygulayan, kuralsız neo liberal reçeteleri reddeden bir ülkeye dönüşmüştü. ABD’nin “Arka Bahçe”sindeki halkçı, kamucu politikalar, Washington’da rahatsızlık nedeniydi.

İşçi Partisi’nin Petrobras aracılığıyla Exxon ve Chevron’un Brezilya’daki faaliyetlerini kösteklemesi, IMF’ye olan bağımlılığa son verilmesi,  

ABD’nin neo liberal tahakkümünün önünde bir sorundu. Lula’nın temelini attığı ‘başarılı’ politikalar sayesinde dünyanın onuncu büyük ekonomisi olan Brezilya, ABD ve Avrupa’dan sonra üçüncü en büyük tarım ihracatçısı konumuna yükseldi.

Bu süreçte bir ABD projesi olan Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (FTAA) projesi Arjantin ve Venezuela desteği ile bertaraf edilerek Güney Amerika Ortak Pazarı’nın (Mercosur) güçlendirilmesi, Güney Amerika ve Karayipler’deki diğer ülkelere el uzatılması iyice göze batmaya başladı.

Politik nedenler
Ekonomik gücü arkasına alan Brezilya bu süreçte küresel güç olma hedefi taşıyan bir Latin Amerika ülkesine dönüştü. Bölgesel nüfuz çabalarıyla yetinmeyen Brezilya, Çin, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika ile stratejik ilişkiler kurdu. BRICS’in kurucularından oldu.

Bölge ülkeleri ile derinleşen ilişkileri, yükselen yeni aktörlerle temasları, Irak Savaşı ve Küba ambargosuna duyduğu tepki, Kolombiya’daki Amerikan askeri varlığına yönelik tavrı ABD nezdinde kara listeye alınmasının gerekçeleriydi.
Çin’in Güney Amerika’ya açılan kapısıydı Brezilya. Çin bu dönemde ABD’yi geçerek Brezilya’nın en büyük ticaret ortağı oldu. BM Güvenlik Konseyi’nin yeniden yapılandırılmasının bayraktarlığını yaptı, Almanya, Hindistan, Japonya ile birlikte BM’ye daimi üye olmak için bastırdı.

Mayıs 2010’da Türkiye’yi de yanına alarak İran’ın nükleer programının çözümü için arabuluculuk rolü üstlendi. Barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttü, İran’ın da nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma konusunda diğer ülkelerle aynı haklara sahip olduğunu savundu.

İsrail’in 1967 öncesi sınırları bağlamında bir Filistin Devleti’ni resmi olarak tanıdığını beyan etti. Ramallah’ta daimi diplomatik temsilcilik açtı. Gelişmekte olan ülkelerde elliye yakın yeni elçilikler açtı.

Paraguay’danBrezilya’ya sivil darbeler
Lula-Rousseff Brezilyası’nın günahları bunlarla sınırlı değildi. İşçi Partisi iktidarı tüm eksik ve yanlışlığına rağmen Latin Amerika solu için önemli bir motivasyondu. Güney Amerika ülkelerini bir araya getiren Unasur ve Mercosur’un liderliğini üstlendi, başta Venezuela olmak üzere diğer sol iktidarlarla dayanışmaya öncelik verdi. Güney Amerika Savunma Konseyi üzerinden bölge ülkelerini bir yapı altında birleştirmeye çalıştı. Orta Amerika ve Karayip ülkeleri ile yakın ilişkiler geliştirdi.

Özetle, gerek ekonomik, gerek askeri, gerekse diplomatik gücüyle yeni bir güç olarak uluslararası arenadaki yerini almaya başlayan Brezilya, çok kutuplu düzenin önemli aktörlerinden biri olmaya soyunurken ABD’nin hışmını üzerine çekti. Tıpkı diğer Latin Amerika’daki sol iktidarlar gibi.

ABD emperyalizmi 2002’de Chavez’e karşı darbe girişimini tezgahladı. 2009’da Honduras’ta Zelaya askeri bir darbeyle devrildi ülke dışına sürüldü. Ekvator’un solcu Başkanı Correa’ya karşı 2010’da darbeye kalkışıldı. 2012’de Paraguay’da “kızıl piskopos” Fernando Lugo görevden azledildi. 2015’te Brezilya’da Dilma Rousseff koltuğundan alındı. Ve şimdi de Lula hapsedildi.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu’yu! - İRFAN DEĞİRMENCİ

Bene bak, benim aklıma işittiklerim gelip duru. Bi yol yazıverem de okuyuverin gari. Denizli Kitap Fuarı’ndaydım hafta sonu. O güzelim şivenin etkisini üzerimden atamadım. Kusura bakmayıverin gari.


Aslında bir haftadır yeni romanım Herlanda için o fuar senin bu fuar benim dolaşıyorum. Önce Orta Karadeniz’le İç Anadolu’nun geçiş güzergahı Merzifon’a gittik. Güzel bir Pazar günüydü. Merzifon’un meşhur saat kulesinin gölgesinde sade kahvemizi söyledik. Civar illerden gelmiş bir grup yerli turist de o sırada otobüslerinden indi, merakla Çelebi Mehmet Medresesi’nin giriş kapısının üzerindeki kuleye yöneldiler. Samsun’dan gelmiş emekli öğretmenler, medreseye girip görmek istedi. Kapı kilitliydi. Kahvede oturan gençlerden en deli fişeği bağırdı emeklilere: ‘Kapalı orası kapalı. Reis’in talebelerinden başkasını almıyorlar’!

Bu tarihi mekan, Vakıflar Genel Müdürlüğü eliyle bir yurda tahsis edilmiş. Merzifonlu gencin söz ettiği talebeler bu yurdun talebeleriymiş. Sıcakkanlı delikanlı, bir de kahkaha patlattı ardından, ‘Sadrazam yetiştiriliyor herhalde içeride’ dedi. Emekliler, elleriyle gence ‘sus’ işareti yapıp kendilerine başka tarihi yapı aramaya koyuldular. İki gün sonra rotamızı Trakya’ya çevirdik. Kırklareli’nde şehir merkezinde soluklanmak için oturduğumuz dükkanın önünde kulağımıza Trakya insanının tanıdık şivesinden çok Bulgarca çarptı. Çarşı günübirlik alışverişe gelmiş Bulgar vatandaşlarıyla doluydu. Peynirden zeytine, iğneden ipliğe bütün ihtiyaçlarını gidermek için otobüslere doluşup Kırklareli’ne geliyor Bulgarlar. Hardaliyesini yudumlamakta olan yaşlıca bir Kırklarelili vatandaş, ‘ne vakit bizim para pul olsa buralar epten komşunun bedavacısıylan dolar be ya’ deyiverdi.

Türk Lirası son 15 yılın en büyük değer kaybını yaşamaktaydı ve oturduğumuz dükkanda masanın üzerinde duran gazetenin ekonomi sayfasında Reis’in, ‘ben yurtdışındayken Merkez Bankası faiz artırdı. Bir de tek adamlık derler, bu nasıl tek adamlıksa, karar alıyoruz uygulamıyorlar. Benim arkamdan iş çevirdiler’ diye şikayetçi olduğu yazıyordu. Hardaliyesini bitiren vatandaş, ‘Bu saatten sonra te bu memleketin epsi O’nun. Süyletmen beni be ya. Attıracaksınız içeri şu yaştan sonra’ diyerek uzaklaştı.

Trakya’dan rotamızı Ege’ye kırdık. Bu Cumartesi de Denizli Kitap Fuarı’ndaydık. Fuarı Akp’li belediye düzenliyordu ve bize de girişte bir yer ayrılmıştı. Bu durum hoşumuza da gitti doğrusu. Sonradan öğrendik Belediye Başkanı’nın fuardan farklı ve çok daha büyük bir telaşı varmış. Akşama kızını evlendirecekmiş Başkan. Nikah şahidi olarak da Reis davetliymiş. Nikah Kitap Fuarı’nın hemen yanındaki salonda kıyıldı. Önce turizm meslek okulundan öğrenciler sıraya dizildi, GBT’leri yapıldı, ikramlarla ilgili talimatlar verildi sonra çevre illerden takviye polis ekipleri yerlerini aldı.
‘Hoş Geldin Milletin Adamı’ pankartları asıldı. Meraklı kalabalık, yolun kenarında durup geçişi 15 dakika süren konvoyda kaç araba olduğunu saydı.

Reis’in içeride genç çifte ‘evet’ demelerinin değil ‘kabul ettim’ demelerinin daha isabetli olacağını söylediğini öğrendim. Kitap Fuarı’ndan ayrılmadan, ‘bene bak’ diye seslenip beni yanına çağıran kişinin bir sosyal medya fenomeni olduğunu öğrendim.

Fuarın kapısında emekli ikramiyesiyle bastırdığı kitabını dağıtmaya çalışan Yaşar Kayrakçı, bir yerel televizyona verdiği röportajla fenomen olmuş. İzleyeni çok olmuş da kimse yazdığı kitabı para verip almamış. İki üniversite bitirmiş Kayrakçı, kendi hayatını yazdığı kitaba da ‘Çifte Diplomalı Manyak’ adını vermiş. Kayrakçı, bana bunları anlatırken çevreden uyarıverdiler kendisini. ‘Diploma miploma karıştırıverme gari Yaşar. Bugün o gün değil. Sonra konuşuverin gari’ dediler. 

Anadolu’dan notlarım şimdilik bu kadar. Daha bu ay bitmeden Adana, Eskişehir, İzmir ve Antakya’ya da gideceğiz. Ankara, Van ve Diyarbakır’a da sözümüz var. Yani sizin oğlan gezip duru. Varsa bir diyeceğiniz ünleyiverin gari, gari de gari…

İRFAN DEĞİRMENCİ / BİRGÜN

ABD Suriye ve Irak’tan kesinlikle çekilmez - EROL MANİSALI

Böyle düşünenler, “ya örtülü Amerikancıdır” ya da küresel dengeleri göremeyen ve “günlük haberlerden” ileriye geçemeyen kişilerdir. Amerika’nın askeri, siyasi ve iktisadi olarak Suriye ve Irak’ı bırakmamasını gerektiren bölgesel ve küresel öğeler şunlardır: 

1) Amerika’nın terk etmesi demek Körfez, Türk boğazları (İstanbul-Çanakkale) ve Süveyş üçgenini en büyük rakipleri (ve düşmanları) Rusya ve Çin’e bırakması demektir. Özellikle Çin karşısında küresel boyutta gerileme içinde olan ABD’nin bunu göze alması intihar anlamına gelir. Ayrıca, diğer düşmanı İran da bölgede etkinliğini artırır. 
Zaten ABD Kuzey Suriye’de kurmakta olduğu dev askeri üs ile, Fransa ve İngiltere’ye de “bayrak göstererek”, bölgede İsrail ile birlikte kendi egemenliğini derinleştirmek istiyor. 
2) ABD (ve AB’nin) koçbaşı projesi, kendisinin ve İsrail’in emrinde bir büyük Kürdistan’ı gerçekleştirmek için Suriye ve Irak’ta “sürekli” kalması gerekir. Aksi halde Ankara, Tahran ve Şam buna izin vermez. Bu nedenle YPG (ve PYD’yi), Fransa ve İngiltere’yi de yanına alarak, askeri ve siyasi olarak destekliyor. Türkiye, İran ve Araplara karşı “gelecekteki en büyük kozu olarak görüyor”, tabii İsrail ile birlikte. 
3) Yarın İran’ı vurabilmesi ve parçalayabilmesi için Suriye ve Irak’ta güçlü bir askeri varlığının bulunması gerekir. Yalnız İran’a karşı değil, Türkiye’ye karşı da özellikle Kürdistan projesi için düşünebilecektir. FETÖ ile yapamadığını, YPG ve PKK ile birlikte yapma fırsatını kollayacaktır. 

AKP’nin Sünni boyutlu bölgesel dış politikalarını, “mezhep çatışmaları için kullanma olanaklarını” değerlendirmeye çalışacaktır. Suriye konusunda Ankara-Şam kavgası ile bunu başardı. 

ABD bundan sonra da, Suriye ve Irak’ta askeri ve siyasi varlığını, artırarak sürdürecektir.

Ankara, ABD ve Batı’yı gözden çıkarabilir mi? 
Bugün Erdoğan vitrinde kavga görüntüsü verse de mutfakta işler farklı yürümektedir; 
Ankara (ve Erdoğan) ABD (ve Batı) ile köprüleri tamamen atma olanaklarına kesinlikle sahip değildir. Buna neden olan, Ankara’yı (ve Erdoğan’ı) engelleyen koşullara gelince; 
1) Ekonomik olarak yaşadığımız çok olumsuz koşullar, dış ticaret açığı, dış borçlar ve dışarıdan sermaye gereği, Ankara, ABD (ve Batı) ile olan derin ve köklü ticari, mali, sınai ilişkiler tamamen daraltılamaz. Büyük ölçüde tek yanlı işlese de, “Batı ile iktisadi boyutta doğal bir entegrasyon oluşmuştur”. 
2) Batı ile yapılmış olan siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel “kurumsal anlaşmalar”, TSK’den üniversitelere ve iktisadi kurumlarımıza her alanda “bağlılık ve bağımlılık getirmiştir”. 
Ankara’daki ve Washington’daki siyasilerin günlük tribüne söyledikleri sözlerle, “fiili olarak 40’lı ve 50’li yıllardan beri derinleşerek oluşmuş yapılanmaları yokvarsayamazsınız”. 
3) Türkiye’nin,ABD tarafından PKK, YPG ve PYD’yi kullanarak ürettiği teröre” karşı girişmek zorunda bırakıldığımız askeri operasyonla yüz yüzeyiz. Karşımızda terör örgütlerini askeri ve siyasi olarak destekleyen ABD, Fransa ve İngiltere var. İran bile Suriye operasyonuna karşı, Putin YPG ile flörtünü sürdürüyor. Yunanistan, bunları fırsat bilip Ege adalarımızı işgale başlamış, askerlerini yığıyor. ABD Suriye sınırımızda Kürdistan için dev bir üs kuruyor. 

Bütün bu koşullar altında Ankara’nın ABD ve AB ile köprüleri atmaya ne lüksü ne de olanağı var. 

İçerde siyasal İslam üzerine oturtulmak istenen iktidarı, bu olumsuzlukların üstesinden gelme olanağına sahip değildir. Dış politikadan ekonomiye, fiilen yaşanmakta olan sonuçlar bunun kanıtıdır.

ABD Türkiye’yi ‘bırakır mı’? 
Üniter bir Türkiye’yi, ABD’nin dışlama olanağı yoktur. En başta belirttiğim, “ABD’nin bölgedeki kalış nedenlerini”, Türkiye’yi dışlayarak yürütemez. 

O zaman ABD için esas sorun, “nasıl bir Türkiye ile” için verilecek yanıtta yatıyor. 
Elinde Ankara’ya karşı sahip olduğu “kozları” kullanıp sıkıştırarak mı? Yoksa AKP (ve Erdoğan) ile işbirliği yaparak mı? Amerika’dan yükselen farklı seslerin bir nedeni de bu cevap arayışındaki kafa karışıklığından kaynaklanıyor.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

9 Nisan 2018 Pazartesi

Korku militerleştirdi - TAYFUN ATAY

“Korkan insan korkutur. Korkutulan insan, korkutanın da korktuğunu kendi korkusundan ötürü fark edemez.” Psikiyatr Dr. Engin Geçtan (1932-2018)

Tayyip Erdoğan’ın yakın zaman önce sarf edip şimdi 180 derece karşıt bir söylem ve pratikle önümüze çıktığı o kadar çok sözü var ki... Diyeceksiniz ki siyaset zaten bu değil mi; Demirel’in ruhu şâd olsun: Dün dündür, bugün de bugün!.. 

Fakat böyle olduğu için dünkü siyasi, ideolojik, manevi, ahlaki ve vicdani duruştan nasıl hayret verici ölçüde tornistan edilip onu değilleyen bir noktaya gelindiyse yarın da bu noktadan vazgeçilmeyeceği garantisinin olmadığını biliyoruz. 

O yüzden dünün “anti-faşist” ve milliyetçi söyleme reddiyeci Erdoğan’ı nasıl gelip geçici olduysa bugünün Türkçü milliyetçiliği kimseye bırakmayan militarist mi militarist kamuflajlı Erdoğan’ı da gelip geçici olacaktır, şüpheniz olmasın!.. 

O dehşetengiz karizmadan geriye ne dindarlık, ne İslamlık, ne muhafazakârlık, ne milliyetçilik, ne de vatan, millet, devlet, bayrak retoriği, ama saf ve katışıksız bir arzu olarak “iktidar”, iktidara tutku ve aşk kalacak geriye. 

Elbette bir de korku. Yaşadığımız, maruz kaldığımız irili-ufaklı, büyüklü küçüklü, kendi coğrafyamızda, komşu coğrafyada yaşanan, ürpererek ve kaygıyla tanık olduğumuz bütün çatışmaların altında yatan, onları emziren bir korku. 

İktidar ve korku, daha doğrusu iktidardan düşme korkusu, dün ideolojik olarak kara dediğini bugün aklamaya, püripak saymaya götürebiliyor insanı. 


Şimdi bakın mesela, bugün 2019 “obsesyonu” ile can ciğer kuzu sarması olunan Devlet Bahçeli için 2010 yılında başbakanken ne diyormuş Tayyip Erdoğan:
“Evet, Sayın Bahçeli, biz faşizmi sizin kadar iyi bilmeyiz! Çünkü siz, hem teorisyenisiniz, hem bu işin pratisyenisiniz.” 

Sizce Erdoğan “İtalyan milliyetçiliği” anlamında bir faşizm mi kastediyordur burada?! Bilen bilir, 1970’lerde kendilerini “faşist” diye etiketleyen sol karşısında ülkücü cenahın tepkilerinden biri idi bu: “Faşizm, İtalyan milliyetçiliğidir; biz Türk milliyetçisiyiz.” 
Ha Ali Veli, ha Veli Ali diyenler olacaktır, ama uzatmak gereksiz. Tayyip Erdoğan, 2010 yılında Meclis’te bir kavga sonrası, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile girdiği polemik sürecinde sarf etti bu sözleri. 
O zamanki Erdoğan, “anti-nasyonalist” yani milliyetçilik-karşıtı idi. O zamanki Erdoğan, “askeri”liğin değil, “sivil”liğin temsilciliğine soyunmuş bir “pasifist” idi ve partisinin başında, “Kürt savaşı” karşısında, “Barış Süreci”ne giden yolda Bahçeli ile sarmaş dolaş değil kanlı bıçaklı idi. MHP lideri ona göre kendisi ile ittifak yapılacak “yunmuş yıkanmış” bir milliyetçi karakter değil, Güneydoğu’da akan kanla yıkanıp siyaset yapan bir “faşist” figürdü. 

Öyle ya, “Faşizmi sizin kadar iyi bilmeyiz; siz hem teorisyeni, hem pratisyenisiniz bu işin” lafzı, “faşist”lik atfından başka yere çekilebilecek anlama sahip mi?! 
O zamanki Erdoğan, “liberal” ve (kendi uyarısı ile) “Müslüman- demokrat” bile değil, “muhafazakâr-demokrat”, “anti-militarist” kamuflajlı bir liderdi. 
Şimdi ise militer-milliyetçi kamuflajlı bir lider. 

Hâlbuki milliyetçilik mevzubahis olduğunda Tayyip Erdoğan’ın içerisinden süzülüp çıktığı “İslamcılık cereyanı”nın ölçüsü bellidir: Milliyetçilik, “kavmiyet davası” denilerek dibe vurdurulur. 

Bunun en uç noktada veciz mi veciz, ağır mı ağır bir ifadesi, 20’nci yüzyıl başında İngiliz sömürgeciliğinden kurtulma mücadelesi veren Hindistan’da, olası bağımsızlık-sonrası Hindu çoğunluk içinde erimeme derdindeki Hint Müslümanlarının birinin ağzından çıkmıştır. Anadolu’da İstiklal Savaşı vermiş Mustafa Kemal’in Hilafet’i de üstlenip kendileri için bir kimliksel “istinatgâh” olması beklentisindeki Hint Hilafet Hareketi’nin önde gelen ismi, Muhammed Ali’den... 

Burada hemen şu notu düşelim: Bizim dinbaz iktidar destekli “Payitaht Abdülhamid” dizisinde Hamid döneminde bu Hint Müslümanlarına nasıl İngilizlere karşı yardımda bulunulduğuna ilişkin, tabii ki gerçekliği alabildiğine aşan, İslamcı motivasyonu en uca taşımış “fantastik” (hayali) bir kurgu da kotarılmıştır. 

Ama bakın, o Hint Müslümanlarından biri, içlerinden en önde geleni, Türk milli kimliği temelinde inşa edilmiş ulus-devlette Hilafet’in bir “dinselevrensel” kurum olduğu için (yani “tabiatı” itibarıyla) kaldırıldığını öğrendiğinde yıkılıp ne demiş: 
“Allah, insanı yarattı; Şeytan da milleti.” 

İşte İslami ve İslamcı zaviyeden (etnik anlamda) millete ve milliyetçiliğe bakış budur.
O yüzden biz hoşlanalım hoşlanmayalım o ayrı da siz İslam’ı ölçü alarak siyaset yapma iddiasındaysanız eğer, kavimden, milletten, Türklükten, milliyetçilikten dem vurmayacaksınız. 

Yok, ölçünüz İslam değil iktidarsa, eh o zaman faşizmi sizden çok daha iyi bilenlerin çayında demlenebilirsiniz tabii istediğiniz kadar...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ticaret savaşları ve ötesi - ERGİN YILDIZOĞLU

Dünya ekonomisinde korumacılık çabaları geçen hafta hızlandı. Açıklanan önlemler uygulamaya konursa, ABD ile Çin arasında başlayacak “ticaret savaşları”, ittifaklar zincirinin, ekonomik modellerin dayanıklılığını sorgulayan bir hegemonya savaşına dönüşebilir.

ABD’de mali piyasalar kaygılı 
Trump yönetimi, 8 Mart’ta demir, çelik, alüminyum ithalatına vergi koyacağını açıkladı. Önlemlerin, Çin’in yanı sıra ABD’nin Kanada ve AB gibi ittifaklarını da etkileyeceği belli oldu. ABD de, son Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde birinci rakip olarak saptanan Çin’in dışında kalan ülkeleri muaf tutabileceğini açıkladı. Böylece “ticaret savaşları”na gidecek bir süreç başladı. Çin yönetimi, havacılık ve otomotiv sektörünün yanı sıra, tarım (özellikle soya fasulyesi), domuz eti üretimini hedef alan önlemlerle cevap verdi.
 
Çin’in açıkladığı önlemler, muhafazakâr parti seçmeninin yoğun olduğu sektörleri hedef alıyor, bu yıl yapılacak ara seçimleri etkileme potansiyeli taşıyor. Bu da, Trump yönetiminin ne kadar ince hesaplar yapabilen bir siyasi rakiple karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Trump, 4 Nisan’da, Çin kaynaklı elektronik, havacılık, makine imalat ürünlerine yönelik, 50 milyar dolarlık yeni bir korumacılık paketi, sonra da 100 milyar dolarlık ek bir paket açıklayarak süreci daha da tırmandırdı. 

Hafta kapanırken, Halkın Günlüğü yorumcuları, Çin’in “küreselleşmeyi, serbest ticareti korumak için” gereken cevabı vereceğini yazıyor; ABD’ye “Ateşle oynama” diyor. ABD borsaları düşmeye devam ediyor. Hafta kapandığında, mart başından bu yana DowJones, S&P 500 ve Nasdaq indekslerinin kayıpları sırasıyla, yüzde olarak, 4.3’e, 5.5’e, ve 8.6’ya ulaşmıştı. 

Ticaret savaşları” olasılığı mali piyasaları etkiliyor; muhafazakâr partinin seçmen tabanını korkutuyor, soya fasulyesi üreticilerinin temsilcilerini harekete geçirerek siyasi sonuçlar üretmeye başlıyor. Trump yönetiminin, muhafazakâr seçmeni kaybetmemek için tarıma destek getirme olasılığı, Latin Amerika ve Avrupa ülkelerinin tarım üreticisine karşı “rekabet avantajı” getireceğinden, “ticaret savaşlarının” kapsamını genişletme potansiyeli taşıyor. Kısacası, “öngörülemeyen sonuçlar yasası” işliyor, kontrolden çıkma potansiyeli, yüksek bir “ticaret savaşları” olasılığı artıyor.

Kim kazanır? 
Trump, “Ticaret savaşları kolay, hemen kazanırız” diyor. Bunun için ABD’nin uluslararası ittifaklarının, ülkesindeki ekonomik modelin, “ticaret savaşlarının” basıncına dayanabilmesi gerekiyor. Neoliberal küreselleşme içinde, korumacılık önlemlerinin etkileri hızla ilk anda hedeflenen sınırları aşarak ittifakları da vurmaya başlıyor. Önlemler, tüm ekonomik modeli tehdit eden siyasi sonuçlar yaratıyor. 
ABD’de devletin ne mali kaynakları, dış ticarette korumacılıktan etkilenecek sektörleri destekleyecek kadar güçlü, ne de yapısı, mal ve emek piyasalarını denetleyerek riskleri sınırlamaya uygun. ABD yönetimi, istikrarlı, homojen bir kadrodan da yoksun. Buna karşılık, Çin devleti, merkezi bir örgütlenmeye, uzun dönemli plan yapmaya yatkın istikrarlı, homojen bir liderliğe, güçlü bir devlet kapitalizmine, bunu destekleyecek 3 triyon dolarlık rezervlere sahip. 

Çin devleti bu mali kaynağı kullanarak, yapay zekâ, kuantum bilgisayarı, uzay araştırmaları, genetik mühendisliği gibi stratejik alanlarda ABD ile rekabet edecek sanayileri, araştırmaları destekliyor; talep yetersizliğinde sıkıntıya düşen firmaları yaşatabiliyor, ya da tasfiyelerini yumuşak biçimde gerçekleştirebiliyor. 
ABD devletinin benzer bir kapasiteye ulaşması için çok ciddi hukuki, yapısal, hata kültürel değişiklikler geçirmesi gerekiyor. Ancak, “bu değişiklikleri finanse edecek kaynak ve toplumsal mutabakat var mı” sorusu bir yana, ABD ekonomisinin tüketici talebi, devlet harcamaları, çoğu Çin tarafından satın alınan borçlanmayla finanse ediliyor. Diğer bir deyişle Çin’in elinde, ABD’ye karşı kullanabileceği bir koz daha var. 

Eğer, “ticaret savaşları” başlarsa hızla kontrolden çıkarak açık bir hegemonya rekabetine dönüşmesi kaçınılmaz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Kim ulan bu Elon Musk?! - ANIL ABA

Kapitalizmde her boğa piyasanın ilahlaştırdığı, siparişle yazılmış biyografisi kitapçıların kişisel gelişim raflarında satılan, bir kült figürü vardır. 90’larda bu figür Bill Gates idi. 2000’lerde Steve Jobs, 2010’lardaysa önce Mark Zuckerberg sonra da Elon Musk oldu. Adamın güttüğü iki tane keçi, ıslığı dağları tutuyor.


Aynen böyle sormuştu bir videosunda Barış Özcan. Tabii siz de, haklı olarak, Barış Özcan’ın kim olduğunu soracaksınız muhtemelen. Ben size söyleyeyim: Google’da 5 dakika arama yapıp bulabileceğiniz bilgileri 10-15 dakikalık videolar halinde etkileyici bir prodüksiyonla anlatarak izleyicisinde geçici aydınlanmalar yaratan “YouTuber.” Modern zamanlarda icat edilen meslekler var ya hani; sosyal medya uzmanı, Twitter fenomeni, motivasyon konuşmacısı, yaşam koçu, fata fiti mentoru falan gibi… Dün yok, bugün var, yarın olmayacak işler. Ortamlarda “içerik üreticisi” de diyorlar, böyle söyleyince kulağa daha az dandik geliyor herhalde, bilmiyorum. Neyse, uzattım, konu bu değil…

İşte Elon Musk o kadar zengin olmasına rağmen gece gündüz demeden çalışıyormuş da… Vay efendim insanlık adına neler neler yapıyormuş da… Tek başına NASA’ya kafa tutuyormuş da… Anıtkabir’de fotoğraf çektirmiş de… Steve Jobs’unkinden bile daha büyük bir vizyonu varmış da… 

Parayla kendi reklamınızı yaptırmaya kalksanız en fazla bu kadar olabilir. Aslında “içerik üreticisi” Barış Bey’in çektiği videoya özellikle mana bulmamak lazım, zira ana-akım burjuva medyasında sürekli “Elon Musk yine dâhilik yaparken” minvalinde haberler yapıldığından içerik üreticilerinin içerikleri, haliyle, bunlardan farklı olmuyor.

Elon Musk dâhi bir mucit mi?
Bize icatçı bir bilim insanı diye pazarlanan Elon Musk aslında ne bir bilim insanı ne de kendisinin herhangi bir icadı var. Elektrikli araçların 1832 senesinde at arabası şeklinde, 1885 senesindeyse sedan benzeri kasayla ilk prototipleri yapılmış. 19. yüzyılda icat edilmişse de seri üretimle son kullanıcıya ulaştırmanın da önemli bir katkı olduğunu pekâlâ düşünebiliriz. Ancak onu da 1998 senesinde Toyota, hibrit Prius modeliyle, zaten yapmıştı. Tesla, tüketiciye ilk arabasını 2013’te sattı. Yani Tesla üretilen en son elektrikli otomobillerden biri.

Tesla’nın, tipik bir elektrikli aracı yarı fiyatına üretip daha geniş kitlelere ulaştırması da önemli bir katkı sayılabilirdi. Fakat Tesla X bildiğimiz lüks araç. Baz modeli 100 bin dolar. Donanımına göre 150 bin dolara kadar çıkıyor. Üstelik kalitesiz, zira yakın fiyata satılan Tesla model S ile Mercedes S-Class karşılaştırıldığında Mercedes’in kasa, tasarım ve malzeme kalitesi dahil bütün özellikler açısından Tesla’ya fark attığı görülüyor.

Öte yandan Tesla yüksek fiyatına rağmen yüksek performans da göstermiyor. 100 metre hızlandırma yarışlarında sürekli geçiliyor. En son, neredeyse yarı fiyatına satılan, Jaguar’ın elektrikli arabası I-Pace’ye geçilmişti. Şimdilik Tesla’nın tek artısı batarya performansının diğerlerinden bir tık yüksek olması gibi duruyor. Ancak o fark da yavaş yavaş kapanıyor. Kısacası Tesla araçları, teknolojik imajına karşın, verdiğiniz parayı hak eden bir araba almış hissi vermiyor.

Roket ve diğer uzay teknolojileri de aynı şekilde. Hepsi daha önce Sovyetler tarafından icat edilmiş, test edilmiş, hali hazırda üretimi yapılan şeyler. Demem o ki ortada ne büyük bir icat var ne de olağanüstü bir inovasyon. Bulaşık makinesi gibi, biz sıradan insanların günlük hayatlarına dokunan bir ürün de yok. Kapitalizmin doğal akışında hep var olan yenilikler sosyal medyanın da gazıyla yerlere göklere sığdırılamıyor. Kapitalizm abartıdan beslenir, pireyi deve yaparak anlatır. Hatırlarsanız, bu aralar AVM’lerde Katarlı turistlere saati 50 liraya kiralanan Segway/Ginger millete “milenyumun icadı” diye pazarlanmıştı. Reklam ve pazarlamanın tek amacı insanları aldatmak ve yanıltmaktır. Sosyal medya da buna bir güzel çanak tutuyor.

Tesla borsada Ponzi mi çeviriyor?!
Instagram paylaşımlarına bakarak araba alınmaz. Bunun ikinci el piyasadaki ederi var; yetkili servis ağı var; yedek parça maliyeti var; kaskosu var; vergisi var; kaza testleri var; güvenilirliği var… İnsanların çoğu araba alırken bunları değerlendirir.

Tesla X bugün 100-150 bin dolar bandında. Üç sene sonra kaça satabileceğiniz belli değil. Mesela, Toyota gibi, dayanıklılığı ile nam salmış markalar var. Oysa Tesla’yı 10-15 sene kullanıp kullanamayacağınız belli değil. Servis ağı, henüz, yok denecek kadar az. Amerika’daki mevcut servisler bile “parçası üç ay sonra gelir” diyor. Markanın geleceğe güven verecek bir geçmişi yok. Çoğu kullanıcı ilk birkaç ayda olumlu geri bildirimde bulunsa da 30-40 bin kilometreden sonra arızaların sıklığı arttığı için kullanıcı memnuniyeti hızla düşüyor. Sigorta şirketleri (bkz. AAA) Tesla üzerindeki kasko primlerini yükseltiyor çünkü hem arıza hem kaza hem de hasar oranları normların üzerinde.

Bu sektörde küresel dağıtım ağı, yaygın yetkili servisleri, müşteri sadakati ve maliyet avantajı olan 100 yıllık şirketler var.

BMW, Fiat, VW, Chevrolet, Nissan, Audi hepsi elektrikli araç üretiyor. Böyle bir rekabet ortamında Tesla’ya ne kalır?

Pek bir şey kalmadığı ortada. Zira satışları yerlerde sürünüyor. Musk fon bulmak için sürekli “şu kadar satacağız, bu kadar kazanacağız” diye büyükten hedefler koyuyor ama bugüne kadarki üretim ve satış hedeflerini hiç tutturamadı. Tesla kurulduğu günden bu yana hiçbir seneyi kâr ederek tamamlayamadı. Tesla X’in satış fiyatı birim maliyetinin altında!! Yani Elon Musk, gelir akışı sağlamak ve tezgâhı döndürmek için arabalarını zararına satıyor (işte gerçek insanlık bu olsa gerek). Otomobilde en yüksek kâr marjı genelde E (executive) ve F (lüks) segment modellerdedir. Ancak modelleri düşürürken üretim maliyeti aynı oranda düşmez. Dolayısıyla Tesla lüks modellerde bile 5 yıldır zarar yazarken Amerikan orta sınıfına hitap eden, 35 bin dolarlık, Tesla 3 modeliyle bu yıl kâr edebilecek mi acaba?

Toplam zarar giderek büyüdüğünden şirket sürekli sermaye artırımına gidiyor. Peki yeterli satış ve gelir akışı yokken nasıl oluyor da Tesla borsada bu kadar yüksekten işlem görüyor? Musk, ciddi ciddi, telefonla ünlüleri falan arayıp para istiyormuş (bkz. Jay Leno). Yani Tesla borcunu borçla çeviriyor. Bunun finans sözlüğündeki karşılığı Ponzi’dir. Zaten neredeyse bütün Wall Street analistleri Tesla’nın Ponzi çevirdiği konusunda hem fikir. Tesla’nın borsadaki toplam piyasa değeri bugün General Motors’unkini geçmiş durumda ama gelin görün ki GM’nin yüzde biri kadar satış yapmıyor. Boş vaat duymaktan sıkılan yatırımcılar yakın zamanda şikayetlerini daha sert bir şekilde dile getirmeye başlayacaklardır.

Tesla şu haliyle çok tipik bir Veblen malı, zengin züppelerin gösteriş oyuncağı… Aynı fiyata orta model bir Porsche ya da yüksek model bir BMW almak varken ne idiği belirsiz bir Tesla alırken kaliteye değil gösterişe para veriliyor.

Diyeceğim, Tesla’nın bugünkü fiyatını açıklayacak somut ve mantıklı ekonomik temeller yok. Satılan tek hikâye Tesla’nın geleceğin arabası olacağı beklentisi. Bu da yüksek riskli bir bahis. Zaten gelinen noktada hiçbir büyük üretici Tesla’yı kendine ciddi bir rakip olarak görmüyor. Tesla’nın, en fazla, sektörde yavaş giden elektrikli otomobil çalışmalarını hızlandırdığı söylenebilir.

İnsanlığa hizmet tiyatrosu
Kapitalizmde zengin olmanın “kolay” iki yolu vardır. Birincisi tekel veya oligopol olmak. İkincisi de devletten ihale alarak vahşi rekabetin etrafından dolanmak. Rockefeller’den Bill Gates’e aşağı yukarı bütün zenginler bu iki yoldan zengin olmuşlardır.

Bir kere SpaceX’in, içerik üreticisi Barış Bey’in anlattığı üzere, NASA’yla rekabet ettiği falan yok; aksine, NASA ile iş birliği halinde ihale usulü çalışıyor. Uzay macerası özel müşterisi olan bir sektör değil. Dolayısıyla da kapitalistlerin devlet ihalesi almadan bu işe girmesi zaten imkânsız. Aldığı devlet ihalelerine karşın SpaceX’in operasyon kârlılığı yüzde 3’ün altında. Boeing’in yüzde 7, Lockheed Martin’in yüzde 14 marjında çalıştığı düşünülecek olursa SpaceX’in operasyonuna vasat bile diyemeyiz.

Hyperloop One projesinin makul olup olmadığı fizikçilerin tartışması. Ancak bunun alternatifi hızlı tren ve toplu taşıma olmalıdır. Fakat büyük “vizyoner” Elon Musk’ın ulaşım hakkındaki argümanları evlere şenlik: “Bence toplu taşıma acı verici. Berbat. Bir sürü insanla birlikte, istediğiniz yerde indirmeyen, istediğiniz zaman ilerlemeyen, istediğiniz yerde durmayan bir şeye kim binmek ister ki? Tam bir baş belası. Bir grup tanımadığınız insan var, içlerinden biri seri katil olabilir.” Eh tabii, araba satan bir iş adamından başka türlü bir yorum beklemek zaten ahmaklık olurdu.

Teknolojik otomobil, uzay araştırmaları, Mars’a seyahat gibi girişimler insanların gözlerini boyuyor. Fakat unutmayalım ki Elon Musk, sendikalaşmak isteyen işçilerini işten çıkaran çok tipik bir kapitalist. Tek amacı, ne pahasına olursa olsun, sizin paranızı kendi hesabına aktarmak suretiyle sermaye biriktirmek. Gelinen noktada restoran zinciri açmanın ya da akıllı telefon sektörüne girmenin pek bir anlamı olmadığından Elon Musk servetini arttırmak için oyunun kurallarının dışına çıkarak sistemi kandırmak zorunda. 

Eğer bugün Elon Musk “gerçekten” ilerici birtakım söylemlerde bulunuyor ve şirketlerinin Facebook hesaplarını kapatmak gibi sempatik birkaç hareket yapıyorsa bunun sebebi hâlâ Bill Gates, Jeff Bezos, Mark Zuckerberg ve Larry Ellison gibi zenginlerin gerisinde olmasıdır. Üst sıralara tırmanma potansiyeli var ve bu şansını zorluyor. Kapitalist rekabette geride olanlar her zaman oyunun kurallarını bozup yukardakileri sıkıştırarak kendilerine alan açmaya çalışırlar. Mesela doksanların başında Bill Gates “her öğrenciye bilgisayar” gibi gerçekten ilerici bir söylemde bulunuyordu. Zamanla tekel oldu; şimdi vergi vermeden servetini nasıl arttıracağının derdinde. Gates’i zengin eden Windows artık her yeni versiyonunda daha da kullanışsız hale geliyor. Zuckerberg gerideyken sunumlarında toplum için daha demokratik bir paylaşım ağı oluşturma vizyonunu anlatıyordu. Tekel olunca FaceBook profillerini şirketlere ve siyasi partilere satmaya, istihbarat sisteminin bir parçası olmaya başladı (bkz. Cambridge Analytica skandalı). Bugünün bütün tekelci bilişim kapitalistleri (Google, Apple, Facebook, Amazon) ilk başladıklarında küçük, sempatik ve naif birer start-up projesiydiler. Büyüdükçe hepsi gerici, tekelci ve statükocu oldu…

Reklam ve pazarlama balonu
Bu süreçte Musk, kendini ve girişimlerini sempatik göstermek için her türlü reklam ve pazarlama aldatmacasını kullanacaktır. Sosyal medyada izlediğiniz videoların ve okuduğunuz yazıların çoğu Elon Musk’un marka yönetiminin bir parçası. Nusret’in #saltbae kurgusunu hepimiz takip ettik. Sosyal medya bizlere gerçek-ötesi bir dünya sunuyor. Sizce Elon Musk hayatında Atatürk’ü duymuş muydu da Türkiye’ye gelince Anıtkabir’in önünde fotoğraf çektirmek istedi, yoksa o fotoğrafı marka danışmanlarının planladığı seyahat programının bir parçası olarak mı paylaştı?

Kapitalizm, zenginin daha zengin olduğu, fakirin fakir kaldığı, hatta kimi zaman daha da fakirleştiği modern kölelik düzenidir. Kullanılan dilden tutun ideolojik aparatlara kadar her şey rıza üretmek ve sisteme meşruiyet kazandırmak içindir. İllüzyonun bir parçası olarak da sistem sürekli kot pantolonlu yeni zenginleri dâhi, gözü gönlü tok, hayırsever insanlarmış gibi gözümüze sokar. Basit ve gündelik kıyafetler onları sıradan insanlar, yaptıkları yalandan bağışlar da onları birer Noel Baba gibi gösterir.

Sonuç olarak, şu noktaların çok açık olması lâzım: 1) Tesla 10 yıldır zarar ediyor ve ancak Ponzi çevirerek varlığını sürdürebiliyor. Musk’ın gösteriş ve reklam için Falcon Heavy ile uzaya yolladığı Roadster arabası Mars’a indiğinde muhtemelen Tesla hâlâ zarar ediyor olacak. Şirketin kaldıraç oranı çok yüksek ve siyasi destek almadan iflastan kurtulması zor görünüyor. 2) SpaceX verimsiz. Serbest piyasa koşullarında iş yap(a)mıyor, devletten garanti kontrat almak suretiyle çalışıyor. Bu bir “başarı” değil, klasik burjuva siyasetidir. 3) Sermaye yarışına geriden başladığı için tepedeki tekelcilerin oyunlarını bozmaya çalışıyor olması Elon Musk’u ilericiymiş gibi gösteriyor. Masalar dönerse eğer, tıpkı diğerleri gibi, Musk da statükocu olacaktır.

Kapitalizmde her boğa piyasanın ilahlaştırdığı, siparişle yazılmış biyografisi kitapçıların kişisel gelişim raflarında satılan, bir kült figürü vardır. 90’larda bu figür Bill Gates idi. 2000’lerde Steve Jobs, 2010’lardaysa önce Mark Zuckerberg sonra da Elon Musk oldu. Medyada müthiş bir Elon Musk bombardımanı var. Adamın güttüğü iki tane keçi, ıslığı dağları tutuyor. Ortada somut bir şey olsa zaten bu kadar PR çalışmasına gerek olmazdı. Kıssadan hisse, abartacak bir durum yok. 

Geçiniz…

Anıl Aba / BİRGÜN

Dolar dolsa ne olur? - REMZİ ÖZDEMİR

Doların yükselişinden bize ne?
Dolsa ne olur dolmasa ne olur?
İşte bu sözler Türk ekonomi tarihine geçecek.
Başbakan Yıldırım tarafından söylenen bu sözler, Türk ekonomisinin nasıl yönetildiğini en iyi şekilde gösteriyor.

Başbakan Yıldırım bu sözü söylediğinde dolar daha 3 lira civarındaydı.  Kurdaki yükselişin ekonomide dengeleri nasıl bozacağı anlatılırken, başbakan tepki olarak bu sözleri söyledi.
Sonunda dolar geçen hafta 4 liranın üzerinde kapanış yaptı.
Sokaktaki vatandaş başbakan gibi düşünüyor mu bilemiyorum ama doların dolması tüm ülkeye büyük bir kriz dahası kâbus yaşatmak üzere.
Kurlardaki artış ilk olarak gıda devi Yıldız Holding'i etkiledi.
Ardından Doğuş Grubu da bankalarla masaya oturdu.
Baba yadigârı Garanti Bankası'nı yabancılara satan Ferit Şahenk, ağırlıklı olarak turizm ve gıda sektöründe yatırımlar yapmaya başlamıştı. Gelin görün ki, Ferit Şahenk de kurun kurbanı oldu.
Dev kuruluşların kur zararından dolayı sıkıntıya düşmesi ilk bakışta sokaktaki insanı ilgilendirmiyor.
O zenginin kendi problemi. Ancak öyle değil.
Gerek Ülker gerekse Doğuş, Türkiye'de on binlerce kişiye iş veriyor. Bu şirketlerde yaşananlara yansıyacak sıkıntı tüm ülkeyi etkileyecektir.
Benim dolarla işim yok diyenler de etkilenecektir. Hem de öyle bir etkilenecek ki, bu belki de 10 yıl sürecek.
Bir ekonomist 2000 yılında yaşanan ekonomik krizi kalp krizine benzetmiş. Kısa sürede ortaya çıktı ve şok etkisi yarattı.  Oysa bugün yaşanan kriz 2000 yılındaki krizden daha büyük ve şiddetli. Bugün yaşanan kriz için kanser benzetmesi yapılıyor. Kısa sürede öldürmedi ama çektiriyor. Anlaşılan o ki, beceriksiz bir ekonomi yönetimi Türkiye ekonomisini kansere dönüştürdü.

Bizi ne bekliyor?
Türkiye'de şu anda her şey bankaların sırtına yükleniyor. Faizi düşürüp daha fazla kredi vermesi için baskı yapılıyor. İyi de bankalar kredi olarak vereceği parayı iki yöntemle bulabiliyor. Birincisi mevduat ile. Türkiye'nin üçte 2'si borçlu ve neredeyse nefes bile alamıyor. Mevduat, dahası para çok az bir kesimin elinde bulunuyor. Onlar da en yüksek faizi veren bankaya gidiyor.
Bankaların ikinci kaynağı ise uluslararası piyasadan para bulma. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye'nin kredi notunu çöp seviyesine getirdi. Her ne kadar hükümet bu notlar bizim için yok hükmünde dese de bize para verenler için öyle değil. Onlar bu kredi derecelendirme kuruluşlarının notuna göre para veriyor. En son Türkiye'nin en büyük bankası uluslararası piyasadan zor para buldu. Paranın maliyeti ise dolar bazında yüzde 4 seviyesindeydi. Bu bankanın 3.850 lira olan kurdan 3 milyar dolar borçlandığını dikkate alırsan, doların daha ilk haftasında 4 liranın üzerine çıkmasından dolayı 150 kuruş zarar ettiğini görüyoruz. Bankanın bu zararı çıkartması için doğal olarak daha yüksek faizle satması lazım.
O halde faizi indir diye baskı yapan hükümete ne yanıt verecektir?
Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun üretememesidir. Üretim yok, doğal olarak da hazırdan yiyor. İhracat arttı diye seviniyoruz ama bu dış satımın yüzde 75'ini yine yurt dışından ithal ettiğimiz ürünlerle yapıyoruz.
Bu nasıl ticaret?
Kurdaki her 1 kuruşluk artış bundan sonra bize yani vatandaşa, sadece pahalılık olarak yansımayacak aynı zamanda iflas, işsizlik ve felaket olarak da etkisini gösterecek.
Allah yardımcımız olsun!


Kaynak Yeniçağ: Dolar dolsa ne olur? - Remzi ÖZDEMİR

8 Nisan 2018 Pazar

Yerli ve milli iktidar, ipotekli ülke, rehin gelecek - FATİH YAŞLI

Türkiye yönetici sınıfı İkinci Dünya Savaşı bitip Soğuk Savaş başlarken şevkle ve ihtirasla ABD’nin kollarına koşmuş, ülkeyi Batı bloğunun ileri karakolu haline getirerek komşusu Sovyetler Birliği ile uzun yıllara yayılacak bir düşmanlık siyasetini başlatmıştı. ABD’ye ve emperyalizme bağımlılığın sonuçlarını ekonomiden siyasete, eğitimden ulaşıma hep birlikte yaşayarak tecrübe ettik, halen de ediyoruz.

Şimdi ise benzer bir süreç Rusya ile yaşanıyor; ABD’yle ve Batı’yla arası giderek açılan iktidarın beka kaygısıyla bu sefer de Rusya’nın kollarına sığındığını, S-400 alımından Akkuyu’daki nükleer santrale uzanacak şekilde bağımlılık ilişkilerinin hızla derinleştiğini görüyoruz. Üstelik bu yapılırken, ABD ve Batı’ya bağımlılık mekanizmalarının tasfiye edilmediğini, NATO’yla, AB’yle, IMF’yle, finansal sermaye kuruluşlarıyla ilişkilerin koparılmadığını görüyoruz. Dolayısıyla geleneksel bağımlılık mekanizmalarının yanına bir de şimdi başta enerji sektörü olmak üzere Rusya’ya bağımlılık ekleniyor ki, buna ne “denge siyaseti” demek mümkün, ne de buradan bir “anti-emperyalizm” çıkarmak.

Bilakis, iktidarın sırf kendi bekası adına ve günü kurtarmak adına attığı bu adımlar, bu Kayserili halı tüccarı kafasıyla yürütülen dış politika, bu “denge siyaseti” diye yutturulmak istenen şark kurnazlığı, Türkiye’yi bir yandan iki taraflı bir bağımlılık ilişkisine soktuğu gibi, öte yandan da emperyalistler arasındaki güç mücadelelerine eskisine nazaran çok daha açık hale getiriyor. Yani ülkenin küresel güç mücadelelerinin oyun alanı haline gelme potansiyeli artıyor ki, bunun sonuçlarının neler olduğunu biz en iyi Suriye’de yaşananlardan, o devasa yıkımdan ve felaketten biliyoruz.

Sadece bu mu peki? Elbette ki hayır. İktidarın kendi bekası adına ve günü kurtarmak için attığı her adım, Türkiye’nin geleceğinin ipotek altına alınması, rehin verilmesi anlamına geliyor. Akkuyu nükleer santrali için yapılan anlaşma için Cumhuriyet yazarı Çiğdem Toker’in “kapitülasyon” demesi boşuna değil, Rusya’ya üretilecek elektriğin kilovat saati için 8 yıl öncesinin kuru dikkate alınarak 12.5 centten 15 yıl boyunca alım garantisi taahhüt edilmiş durumda ve kurun bugünkü hali de gelecekte ulaşacağı değer de ortada. Atıkların ne yapılacağı, finansmanın nasıl sağlanacağı, Rus şirkete kimin ortak olacağı gibi başlıklar da yine durumun vahametini ortaya koyar nitelikte.

Akkuyu’da “yerli ve milli nükleer” için temel atılırken, Şeker fabrikalarının satışına başlanmasını anti-emperyalizmin ve bağımsızlıkçılığın neresine koyalım peki? Cuma günü Kırşehir şeker fabrikası 330 milyon liraya Tutgu Gıda’ya, Bor şeker fabrikası ise 336 milyon liraya Doğuş Gıda’ya satıldı. Sırada diğer fabrikalar var, onların da satışı yine “yerli ve milli” bir şekilde gerçekleşecek, buna da en çok küresel gıda tekelleri, şeker şirketleri sevinecek. Tüm bunlar olurken inşaata, betona bağımlı ekonomide, istatistiklerin çarpıtılmasına da başvurularak, mucizelerden söz edilecek, “Kıskananlar çatlasın” denilecek.

Dün Cumhuriyet’teki köşesinde Erinç Yeldan, ülkenin geleceğinin nasıl betona gömüldüğünü rakamlarla anlatıyordu. Son yedi yılda Türkiye’nin milli geliri 772 milyar dolardan 851 milyar dolara yükselmiş; ancak dış borç stoku 2010’da 291 milyar dolarken, 2017 sonunda 437 milyara çıkmış. Yani milli gelirde 78 milyar dolar artış olurken, bunun iki katı düzeyinde, 146 milyar dolarlık borçlanma yapılmış. İnşaat sektörünün yarattığı katma değer ise birikimli olarak 26 milyar dolara yükselmiş, yani son yedi yıldaki milli gelir artışının üçte birini inşaat sektörü gerçekleştirmiş. İnşaata son yedi yılda yapılan yatırım ise 551 milyar dolar olmuş. Yani hem borçla büyünmüş hem de paralar betona yatırılmış.

Peki bu paralar kimin cebinden çıkmaya devam edecek? Hasta yatış garantisi verilerek yaptırılan hastanelerde o kadar hasta yatmadığında, araç geçiş garantisi verilerek yaptırılan yollardan, tünellerden, köprülerden o kadar yolcu geçmediğinde, havaalanlarına o kadar uçak inmediğinde, kur alıp başını gittiğinde ve elektriğin fiyatı giderek yükseldiğinde ne olacak? Aradaki farkın hepsi tıpkı şimdi olduğu gibi, sizin bizim cebimizden çıkmaya, üstelik katmerlenerek artan bir şekilde çıkmaya devam edecek.

Velhasıl, kendi bekası adına, siyaseti, ekonomiyi, kurumları, toplumsal yaşayışı çökerten, ülkenin ve toplumun geleceğini ipoteğe veren, rehin alan, “Benden sonrası tufan” diyen, kişiselleştikçe rasyonalitesini yitiren bir iktidarla karşı karşıyayız. Herkesin hesabını kitabını buna göre yapması, olağan ve sıradan bir hükümete muhalefet ediyormuşçasına icra edilen bir siyaset anlayışından hızla uzaklaşması, “olağanüstü zamanlar”a uygun bir “olağanüstü muhalefet”e girişmesi lazım.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Kooperatifler üzerine düşünmek - HAYRİ KOZANOĞLU

Bugün Türkiye’de, tüm dünyada olduğu gibi çok uluslu şirketler öncülüğünde kapitalist küreselleşmeye, piyasa toplumuna, müştereklerin özelleştirilmesine, kitlelerin karar alma süreçlerinin dışında bırakılmasına karşı; “kamuculuğu, kolektif mülkiyet biçimlerini, üretenlerin yönetmesini” savunmalıyız.


Geçten haftalarda Hopa Çay Kooperatifi’nin düzenlediği, “Halk İçin Kooperatifleşme Çalıştayı”na katıldım. Bu vesileyle kooperatifler üzerine tekrar düşünme fırsatı buldum. Toplumsal muhalefetin alternatif bir mülkiyet biçimi olarak kooperatifler konusunu etraflıca tartışmaya açmasında yarar bulunduğu kanısındayım.

Bilindiği gibi ilk kooperatifler Sanayi Devrimi sırasında; toprakların çitlenmesi, köylülerin yerinden yurdundan edilip kentlere göç etmek zorunda bırakılması karşısında, “bir savunma ve dayanışma” aygıtı işlevini görür. 1844’te İngiltere’de kurulan Rochdale Kooperatifi aracılığıyla ücretli emekçiler, işsiz kalan artizan işçiler, ticari entrikaların kucağına düşen tüketiciler, “üretim ve tüketim” üzerindeki kolektif kontrollarını artırmak amacıyla yolu koyulurlar. Bugün hala geçerliliğini koruyan, kooperatiflerin “özerk; gönüllülük esasına dayanan; benzer sosyal, ekonomik ve kültürel gereksinimleri ve özlemleri karşılamayı amaçlayan; ortak mülkiyet ve demokratik kontrole dayalı” yapılar olduğunu beyan eden Rochdale İlkeleri ortaya konur.

Greig de Pevter ve Nick Dyer-Witheford günümüzde müşterekler ve kooperatiflerin soldaki tartışmaların odağına oturmasını şöyle açıklıyorlar(1):

Müştereklere olan ilgi neoliberalizmle birlikte canlandı. Küresel sermayenin 20. yüzyılın sonundaki saldırısını göğüslerken; özelleştirmelere, kuralsızlaştırmalara ve çeşitli mülksüzleştirmelere; Asya, Latin Amerika ve Afrika’da çiftlik arazilerinin çitlenmesinin ve kırsal nüfusun tarım şirketleri, enerji mega-projeleri ve inşaat müteahhitleri tarafından yerinden edilmesine; gübre zehirlenmesinden, benzeri uygulamaların bazı türleri yok etmesine ve iklim değişikliğine karşı ekolojik mücadelelere; parasız ve açık-kaynak yazılım hareketlerine ve fikri mülkiyet hukukuna karşı “yaratıcı müşterekler” karşı çıkışına; bitkilerin, hayvanların ve insanların gen haritalarının şirket mülkiyeti altına alınmasına direnişlere kadar bir çok alanda teorisyenler ve aktivistler müşterekler kavramı etrafında bir eleştiri zemini yakaladılar. Müşterekler, farklı mücadeleleri, sermayenin eski ama devam eden ilkel birikimine ve onun futuristik ve yüksek teknolojili yeni birikim ufkuna karşı birleştiren kavram haline geldi. İşçi kooperatifleri de küresel kapitalizme karşı mücadele ederken, yeni alternatifler ortaya koyma çabası içerisinde bir umut kaynağına dönüştü.

Arjantin’de 2001 krizi sırasında FaSinPat, “patronsuz fabrika” deneyimi de çağdaş bir örnek olarak hafızalara kazındı. FaSinPat Arjantin’deki 400- üyeli, işçilerin mülkiyetinde ve kontrolünde bir seramik fayans fabrikasıdır. Lokavt karşısında, işçi düşmanı bilinen işverene karşı örgütlenirler, uysal sendika bürokrasisini de alaşağı ederler, kanunsuz bir biçimde fabrikaya girerler ve bağımsız bir biçimde üretime başlarlar. Meclis formunu da işyerinde demokratik karar vermenin politik modeli olarak benimserler. Mahkemede uzun bir mücadeleden sonra, seramik işçileri kooperatif olarak üretime devam hakkı elde ederler. Bizde de trikotaj işçilerinin benzer bir süreç sonunda kurdukları Özgür Kazova İşçi Kooperatifi, aynı eksende önemli bir deneyim olarak incelenmeyi ve desteklenmeyi hak ediyor.

Kooperatifler ve diğer kolektif mülkiyet biçimleri 
Temelde üç çeşit kooperatif vardır:

İnsanların yiyecek, yakacak gibi ürünleri birlikte satın aldıkları veya konut sahibi olmaya çalıştıkları (çoğunlukla yazlık) tüketici kooperatifleri,

Üreticilerin tohum, gübre gibi girdileri birlikte sipariş ettikleri ve araç-teçhizatı ortak kullandıkları (traktör, biçerdöver) üretici kooperatifleri,

İşçilerin mal ve hizmetleri kolektif ve adil biçimde üretmek için kurdukları ve yönettikleri işçi kooperatifleri.(2)
Piyasaya endeksli, kara ve bireysel çıkara yönelik özel mülkiyet biçimine karşı; kooperatiflerin, savunmamız gereken kolektif mülkiyet biçimlerinden sadece bir tanesi olduğunu unutmamalıyız. Kamu mülkiyeti veya ulusal mülkiyet, yerel yönetim mülkiyeti ve kooperatifler özlemini duyduğumuz sosyalist toplum modelinde de yer yer birbiriyle rekabet eden, yer yer dayanışma ilişkisi içerisinde bulunan ekonomik birimler olarak var olabilirler. Üretimin niteliği ve sektörü de hangi mülkiyet biçiminin öne çıkacağını belirler. Örneğin, bir petrol rafinerisi çok büyük yatırım gerektirmesi ve ulusal güvenlik kaygılarını da gözetmesi niteliğiyle kooperatif modeline değil ulusal mülkiyete yatkındır. Ne var ki, domatesin veya fındığın üretici kooperatifi örgütlenmesiyle daha verimli olması beklenir.

Geçen yıl İngiliz İşçi Partisi’nin uzmanlara hazırlattığı, “Alternatif Mülkiyet Modelleri” başlıklı raporda üç kolektif mülkiyet biçiminin öne çıkan yönleri şöyle özetleniyor(3):

Kooperatifler: Bu mülkiyet tarzının istihdama istikrar kazandırma, üretkenliği artırma ve firmaları demokratikleştirme potansiyeli bulunuyor. Özellikle finansa erişim sağlamak için bireysel başvuru yerine kooperatif formu avantaj sağlıyor.
Yerel Yönetimler: Belediyeler öncülüğündeki kurumsal yapılara hizmet kalitesini geliştirmek ve ekonomik refahın ülkenin belirli bölgelerinde yoğunlaşmasının önüne geçmek anlamında gereksinme duyulur. Hisse sahipleri ve şirket patronlarının karını maksimize etmeyi hedefleyen firmaların yerine, artık değeri sosyal amaçların gerçekleştirilmesi için seferber eden kuruluşlar ancak yerel yönetimler şemsiyesi altında var olabilir.

Ulusal Mülkiyet: Ekonominin uzun vadeli planlanması, altyapının modernizasyonu, sağlık ve toplumsal bakım hizmetlerinin kalitesinin yükseltilmesi ve iklim değişikliğine karşı mücadele bağlamında düşünülürse ulusal şirketler öne çıkıyor. Devlet mülkiyetinin geçmişteki fazla merkezileşmiş, gücün şirket bürokratları ve elitlerde toplandığı kötü örnekleri göz önüne alınarak, demokratik hesap verebilmenin geçerli olduğu yeni formlar tasarlamak zorunluluğu bulunuyor. Yönetimde hem çalışanlara, hem de yöre halkına ve verilen hizmetleri kullanan yurttaşlara söz hakkı tanıyan alternatif modeller denemek gerekiyor.

Kapitalist toplumda kooperatifler 
Kooperatiflerin hem kapitalizme meydan okuyan, hem de sistemi uyum sağlayan ikili bir karakteri vardır. Çünkü bir yandan özel mülkiyete karşı kolektif bir zihniyeti temsil ederler; baskıcı bir rejimde dahi, halkın yönetim kapasitesini artırmak, dayanışmacı ve eşitlikçi bir yapı kurmak için anlamlı ve önemlidirler. Diğer yandan kapitalist rekabet sistemi içerisinde ayakta kalabilmek için temel ilkelerinden taviz verebilirler; sonunda kapitalist işletmeler suretinde yapılar ortaya çıkabilir.

Karl Marx da kooperatif modele önem verir ve 1864’deki bir yazısında kooperatif hareketini şöyle över(4):
Bu büyük toplumsal deneyimin değeri üzerine ne söylesek abartmış olmayız. Lafta değil pratikte, modern bilimin ilkelerine uygun biçimde, efendiler sınıfının varlığına gereksinim duymaksızın büyük ölçekte üretimi gerçekleştirebileceklerini göstermişlerdir.

Evet Marx, köle emeği, serf emeği gibi ücretli emeği de geçici ve alt düzey bir form olarak kabul ediyor ve birleşik işçilerin bedenleri istekli, zihinleri hazır ve kalpleri şen emeği karşısında kaybetmemeye mahkum olduklarına inanıyordu. Öte yandan, kooperatif sistemin kapitalist toplumları stratejik düzeyde dönüştürebilme kapasitesi bulunduğunu düşünmüyordu. İşçi sınıfının en büyük görevi politik iktidarın fethedilmesiydi.

Jessica Gorbon Nembhard kooperatiflerin temel amaçlarını, herkes için sürdürülebilir ekonomik refah yaratmak; yoksulluğu, milyarderleri, ekonomik eşitsizliği, ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak; ekonomik faaliyetler, sermaye ve kolektif refah üzerindeki yerel demokratik kontrolü artırmak şeklinde tanımlanıyor. Kooperatiflere dayalı dayanışma ekonomisinin temel ilkelerini ise şöyle sıralıyor(5):

-ekonomik demokrasi;
-insani toplumsal ve ekonomik değerler;
-adil, sömürüye dayanmayan ilişkiler;
-demokratik katılım;
-çeşitlilik;
-hakkaniyet;
-ekolojik sürdürülebilirlik;
-çalışma onuru;
-görünmez üretkenliğin görünür hale getirilmesi (özellikle çocuk yetiştirme,     yaşlıların bakımı ve ev işleri konularında);
-sermaye üzerinde demokratik kontrol;
-varlıkların mülkiyetinin, refah birikiminin, gelir ve refah dağılımının kolektif hale getirilmesi.

AKP rejimine karşı kooperatif seçeneği
Bugün Türkiye’de, tüm dünyada olduğu gibi çok uluslu şirketler öncülüğünde kapitalist küreselleşmeye, piyasa toplumuna, müştereklerin özelleştirilmesine, kitlelerin karar alma süreçlerinin dışında bırakılmasına karşı; “kamuculuğu, kolektif mülkiyet biçimlerini, üretenlerin yönetmesini” savunmalıyız. Ancak diğer yandan, AKP rejiminin tüm devleti kuşatması, kamuda cemaatlerin-tarikatların kadrolaşması, İslami yaşam tarzını bütün kurumsal yapılara dayatılması karşısında kooperatifler toplum için bir nefes borusu olmak anlamında, kooperatifler ülkemiz koşullarında özel bir misyon yüklenebilir. Demokrasi ve hoşgörü kültürünün yerleştiği; toplumsal cinsiyet, mezhep ve etnik ayrımcılıklarının sızamadığı; sözün, yetkinin, kararın kooperatif bileşenlerinde toplandığı, emeğin karşılığını bulduğu “başka bir yaşam” kurulabilir.

Hopa Çay Kooperatifi ve benzerleriyle, “Halk İçin Kooperatifleşme Çalıştayı”nda faaliyetlerini daha ayrıntılı öğrenme olanağı bulduğumuz Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi, Kadıköy Kooperatifi, Dayanışma Kooperatifi ve Halkbeskop gibi tüketici kooperatifleri arasında daha sıkı bağlar kurulabilir. Temel demokratik değerleri paylaşan “üretim, tüketim, işçi” kooperatifleri arasında yatay ve eşdeğerlik temelinde bir ağ giderek yaygınlaşabilir.

Gelgelelim buralarda elde edilecek somut başarılar, AKP’nin gerici rejimine karşı verilecek siyasi mücadelenin nihai önemini unutturmamalı .Doğumunun 200. yıldönümünde, Marx’ın yukarıda hatırlattığımız sözleri kulağımıza küpe olmalı.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

(1)George de Peuter and Nick Dyer-Witheford, Commons and Cooperatives, Affinities: A Journal of Radical Theory, Culture and Action, Volum 4, Number1, Summer 2010, S.30-56
(2)Margaret Rapp, The Cooperative Movement vs. Global Capitalism-Grassoots Economic Organizing 2016.
(3)Alternative Models of Ownership, labour.org.uk. 2017.
(4)Aktaran de Peuter and Dyer-Witheford.
(5)Jessica Gordon Nembhard, Building a Cooperative Solidarity Commonwealth, The Next System Project, Şubat 2016
.