11 Nisan 2018 Çarşamba

Hapse atılan sırf Lula mı? - HAYRİ KOZANOĞLU

Lula, teslim olmadan, Metal İşçileri Sendikası merkezi önünde veda konuşması yaparken, dayanışma için yanında bulunanlar keskin bir “sınıf savaşı” algısına yol açıyordu. Sendikalar, Brezilya Komünist Partisi, Evsizler Halk Hareketi, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi adayı Boulos, tabii ki Dilma Rousseff. Oradaydılar...


Brezilya’da eski devlet başkanı Lula, sağın bin bir madrabazlığından sonra cezaevine konuldu. Aslında sormak lazım; hapse atılan sırf Lula mı ? Yoksa, demokrasi, emek ve adalet hissi de mi aynı zamanda ?


Hatırlarsanız Araba Yıkama (Lava Jato) adı verilen yolsuzluk soruşturması marifetiyle 2016’da Başkan Dilma Rousseff azledilmiş, yerine gerçekten boğazına kadar yolsuzluklara ve rüşvet skandallarına batmış kirli bir şahsiyet, Temer monte edilmişti. Rousseff parada, pulda gözü olmayan; zaten gerillalık döneminde hapishane ile tanışmış bir politikacıydı. Esnek, uzlaşmacı bir karakteri olduğu söylenemezdi. İşin doğrusu, kendi soluyla, toplumsal hareketlerle, sendikalarla da ters düşmüş, sağın saldırısına karşı bir emekçiler cephesi oluşturamamıştı.

Ne var ki, bütün günahı bütçeyi olduğundan daha az sorunlu gösteren bir “vitrin süslemeye” kapı açmasıydı. Buradaki cürüm, Brezilya tahvilleri almaya eğilimli “küresel sermayeye” durumu olduğundan daha parlak göstermekti. Yani “neoliberalizmin” hukukuna göre, affedilemez bir günah söz konusuydu!
Lula da Silva ise, halkın kalbindeki sevgi halesini tüm suçlamalara karşın korumayı başaran bir sendika lideri, aynı zamanda kurt bir politikacıydı. 1989’da başkanlık seçimini kıl payı kaybetmesinden sonra yılmadan mücadeleye devam etti, dördüncü girişiminde, 2002’de başkan seçilmeyi başardı.

Lula’nın ikili ekonomi politikaları
Alfred Saad-Filho’ya göre, bu başarı önemli tavizler pahasına kazanıldı. Üst orta sınıfları ve yerel burjuvaziyi yanına çekmek için Emekçiler Partisi (PT) partinin sol kanadını tasfiye etti, sendikaları ve sosyal hareketleri güçsüz bıraktı.( Jacobin Magazine 23 Mart 2016 )

İktisadi politikaları da neoliberalizmin nabzına şerbet verecek şekilde tasarlandı. Geçen hafta Korkut Boratav’ın Sol Portal’daki yazısında vurguladığı gibi, merkez bankası enflasyon hedeflemesi rejimini benimserken, sıkı para ve maliye politikaları uygulandı.

Ancak diğer yandan, emekçi kitlelerin yüzünü güldürecek programlar da ihmal edilmedi. Bolsa Familia adı verilen şartlı nakit yardımı uygulamasıyla milyonlarca kişi yoksulluktan kurtarıldı. Yoksulların, siyahların ve melezlerin üniversiteye girebilmelerinin yolu açıldı. Bürokraside de, beyaz, belli okullardan mezun kesimlerin ayrıcalıklarına son verildi. PT’nin kendi kadroları ve sol kesimden insanlar da devletin çeşitli kademelerinde yer buldu.

Dünya konjonktürü de Lula’ya yardım etti. Aynen Rusya’da Putin’e, Arjantin’de Kirschner’e, Güney Afrika’da Zuma’ya ve de Türkiye’de Erdoğan’a olduğu gibi. Yoğun sermaye girişleri ülkede büyüme oranlarını yukarı çekti. Yüksek emtia fiyatları Brezilya’nın cari işlemler hesabını düzeltti. 2006’da derin denizlerde petrol yatakları keşfedildi.

2004-2010 döneminde ekonomi ortalama yüzde 4.4 büyüdü. 2014’te, yani PT’nin iktidara gelişinin 10. yılında reel asgari ücret yüzde 76, reel ücretler yüzde 35 artmıştı. Lula 2010’da başkanlığı Rousseff’e devrederken yıllık büyüme yüzde 7,5’di ve halkın yüzde 90’ının desteğine sahipti.
Filho, hibrit neoliberal ve neo-kalkınmacı politikalarının mükemmel bir dengeyi tutturduğunu düşünüyor: yerel burjuvazinin geniş kesimleri ile formel ve informel işçi sınıfının güvenini kazanacak kadar ortodoks; Brezilya’nın bilinen tarihinde, gelir ve ayrıcalıkların en köklü yeniden bölüşümünü gerçekleştirecek ölçüde heterodoks.

Rousseff’in zor yılları
Rousseff’in seçilmesinin ardından 2010’da ekonomik durgunluk başladı. Sorun; genişlemeci maliye politikalarıyla aşılmaya çalışıldı. Bu da haliyle borçları artırdı. Daha fazla fon ihtiyacı, faizlerin yükselmesine yol açtı.
2014 seçimlerine giderken emekçi kesimlerde hoşnutsuzluk artmıştı. Hatırlanırsa 2013’te Gezi İsyanı ile eşzamanlı, ulaşım ücretlerine karşı sol kesimlerin öncülüğünde büyük şehirlerde protestolar yaygınlaşmıştı. Ama zamanla sağın bu tepkiyi iktidar değişikliği için malzeme yaptığını gören soltuzağa düşmedi, sokaklardan çekildi.

Son düzlükte Rousseff, sermayenin adayı Neves’e, emek yanlısı vaatlerle az farkla da olsa üstünlük sağladı. Dünyadaki durgunluk, Çin’in talebinde gerileme, başta petrol, emtia fiyatlarındaki düşüş de Brezilya ekonomisinin belini büktü. Aralık 2015’te kemer sıkma politikalarının mimarı Joaquim Levy’yi görevden alınca sermaye kesimi Rousseff’e cepheden savaş açtı. Yılın yüzde 3,8 daralmayla kapatılmasıyla ekonomi ciddi bir krize sürüklendi.

Yargı darbesi
2014’te Curitibalı, yani bizim Alex de Souza’nın hemşehrisi Sergio Moro isimli bir savcı yolsuzluk soruşturmalarına başladı. Bir anda tüm sağ medyanın desteğini aldı ve popülaritesi tavan yaptı. Zamanla Brezilya’nın merkez sağı Sosyal Demokratik Partisi’ne (PDSB) yakınlığı ortaya çıktı. Zaten bütün ilgi odağı PT’li politikacılardı.

Tırmanan gerginlik Lula’nın tutuklanma emrine kadar devam etti. Çünkü 2018 Ekimi’ndeki başkanlık seçimi için tüm kamuoyu yoklamalarında Lula önde görünüyordu. Bir yazlık evin kendisine rüşvet olarak verildiği iddiaları, bir yalancı şahidin beyanları dışında kanıtlanamasa da, 5’e karşı 6 oyla Lula mahkûm edildi. Bu Brezilya yasalarına göre sekiz yıl süreyle aday olamaması anlamına geliyordu.

O sırada Maliye Bakanı Henrique Meirelles aday olmak üzere görevinden istifa etti. Wall Street’teki yatırım bankeri kariyeri, Merkez Bankası Başkanlığı geçmişi neoliberal politikaları tavizsiz uygulamak için biçilmiş kaftandı. Meirrelles portresi, bizler açısından “sivil darbenin” arkasındaki ABD ve Brezilya sermaye kesimi ittifakını deşifre etmeyi de kolaylaştırıyordu.

Veda konuşması
Lula teslim olmadan, içinden yetiştiği Metal İşçileri Sendikası merkezi önünde veda konuşması yaparken, dayanışma için yanında bulunanlar keskin bir “sınıf savaşı” yaşandığını algılamamıza yetiyordu. Sendikalar, Brezilya Komünist Partisi, Evsizler Halk Hareketi, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi adayı Boulos, tabii ki Dilma Rousseff oradaydı. Belki Lula güç ve mülkiyet ilişkilerini değiştirecek hamleleri yapamamıştı, hatta belki hoş olmayan akçeli işlere girmişti ama, son tahlilde emekçilerden yana bir başkan sayılmalıydı…
Sözlerini şöyle bitirdi:
Emre uyacağım. Hukukun üzerinde değilim. Eğer hukuka inanmasaydım, bir politik parti kurmazdım. Bir devrim yapmaya soyunurdum.
Belki de Lula’nın o son cümlesi üzerinde tekrar düşünmesinde yarar var. Aslında sırf onun değil, hepimizin…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İşte Recep Bey size fırsat - MUSTAFA K. ERDEMOL

Fransa açık açık söyledi, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden çıkacak karar ne olursa olsun, biz eyleme geçeceğiz” diye. Fransa’nın bu açıklaması ABD ile suç ortakları adına yapılmış sayılmalıdır. Bu emperyal çete Irak’a da, “Saddam’ın elinde kitle imha silahları var” gerekçesiyle, BM kararı da olmadan üstelik saldırmışlardı.

Tıpatıp aynısı yapılıyor şimdi de. Suriye ordusunun Duma’da kimyasal silah kullandığı iddiasıyla emperyal çete, Suriye yönetiminin “gelin inceleyin” çağrısını da Rusya’nın “uluslararası gözlemciler gidip baksın” deyişini de dikkate almadan vurma hazırlığına giriştiler. “Sabırları”nın tükendiği belli. Suriye direnişinin Büyük Ortadoğu Projesi’ni ciddi anlamda bozguna uğratması, Rusya ile İran’ın elbette yardımlarıyla, hem savaş alanında hem de diplomatik sahada başarı kazanması karşısında aslında iyi bile sabrettiler.
Suriye’nin Rusya ile Türkiye’nin, genel başkanın anında çark etme ihtimali hep mevcutsa da, “yakınlaştığı” bir zamanda kimyasal saldırıda(!) bulunması zamanlama açısından pek bir manidar. 
Suriye, Rusya ile Türkiye kavgaya tutuşsun mu istiyor nedir? Değil tabii. Türkiye ile Rusya’nın, uzun sürmesi bence kolay olacağa benzemeyen “yakınlaşması”ndan ABD ile ortaklarının memnun olmadığını söylemeye gerek yok. Şimdi, her zaman geçer akçe bir bahaneyle Suriye’ye çullanma fırsatı değerlendirilmiş olursa Türkiye ne tutum alacak?

O yandaş gazetenin acınası muhabirinin “ABD savaş uçaklarıyla Esed’i vursun inşallah” temennisi sadece onun dileği değil. Böyle “inşaallahlı, maşaallahlı” cümleleri kurmayı sever İslamcı. İslamcılarda Amerikan sevgisi bitmez. Sayın genel başkan da bir zamanlar Wall StreetJournal gazetesinde yazdığı bir makalede “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz” demişti.

Şimdi “zalim Esed”e karşı havalanacak olan ABD/Batı savaş uçaklarına Türkiye, Rusya ile birlikte tavır alır mı? Yoksa “zalim Esed”in gitmesi için bir fırsat sayar mı bunu? Astana’da verilen, Türkiye’de en son toplanan Suriye Zirvesi’nde de tekrarlanan sözler tutulur mu?

ABD, “yerel ortaklarıyla” Suriye’nin kuzeyinde kalıcı, bu netleşti. Türkiye’nin oradaki komşusu ABD’dir artık. Ama bu emperyal çete için yeterli değil. Suriye’nin üçe bölünmesi planlarından vazgeçilmiş değil. 1920’li yıllarda, o zamanın emperyal gücü İngiltere ile nasıl paylaştıysa Suriye’yi, Fransa şimdi de ABD ile paylaşma niyetinde. Kimyasal yalanı iyi bir fırsat bu nedenle. Suriye’yi vurduklarında Türkiye, Rusya-İran-Suriye cephesinden yana olmazsa “emperyal komşularını” çoğaltacak. Yakında “evin sahibi” olacak komşulardır bunlar.

Suriye, çok değil bir buçuk yıl önce BM’nin ilgili kurumlarının uzmanları eliyle, tüm dünyanın gözü önünde, kimyasal silah yapmaya yarayacak tüm hammaddeyi imha etmişti. BM’nin “artık kalmadı” açıklamasını unutmuş olamayız. Doğu Guta’yı, Duma’yı kurtarmış, ülkenin, yedi yıllık bir savaş sonunda, yüzde 75’ine hakim olmuş bir yönetimin kimyasal silah kullanmaya ihtiyacı olmadığını dünya alem bilir. Ama Suriye’yi parçalama/paylaşma hevesi bitmedi.

Ey bize Afrin’de ne işiniz var diyenler, ABD’nin buralarda ne işi var diye neden sorgulamıyorsunuz?” demiştiniz ya Recep Bey, bir kere biz o dediğiniz sorgulamayı yaparken zatıaliniz, Meclis’ten tezkere çıkarıp bölgemizde ABD ile hareket etmek “suretiyle” bir takım planlar, projeler içindeydiniz. Bunu geçelim tabii. Bakın şimdi önünüzde tarihi bir fırsat var. Rusya’ya, ki bölgeye ABD’den daha yakındır coğrafi olarak, üstelik Suriye’nin bunca yıllık müttefikidir, “senin Suriye ile sınırın mı var yav”diye çıkıştığınız gibi bir çıkış yapın ABD’ye.

Biliyorum, BM’yi çok eleştirdiğiniz için “BM’nin kararı olmadan bir ülke vurulmaz” demezsiniz, “bu emperyal bir planın parçasıdır, bu işin ucu bize de dokunur” diye düşüneceğinizi de sanmam.

Ama “Bu ABD’nin buralarda ne işi var diye neden sorgulamıyorsunuz?” demiştiniz malum. İşte şimdi tam zamanı. “ABD’nin burada ne işi var?” deyin yine. Trump’ı kızdırmaktan çekiniyorsanız “ABD’li kahraman bay ve bayan askerler”e bir zarar gelmesini istemediğiniz için böyle sorduğunuzu söylersiniz.

Hadi bir daha söyleyin.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Kim demiş İslam’da deist yok diye - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ahmed İbn İshak er-Ravendî, Ebû Bekr Muhammed İbn Zekeriyya er-Razî, Ebû İsa Muhammed İbn el-Verrak İslam dünyasının en tanınmış deistleriydi.


Gündeme hızlı düştü şu Deizm tartışması. Önce sayıları pek az olan sözü dinlenir ilahiyatçılarca sonra da Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan bir raporda, imam hatiplerde okuyan öğrencilerin hızla Deizm'e kaydığı ileri sürüldü. Kavramdan haberi olmayanlar da Deizm’i ilk kez duydular. İslamcılarda da hem bu iddiayı yalanlama hem de Deizm’in aslında Hıristiyan dünyada (Hıristiyanlıktan kaynaklanan nedenlerle) ortaya çıktığını anlatma gayreti görüldü. İslam kendisine inananda Deizm’e kaymaya yol açacak boşluk bırakmaz bunlara göre. Öyle bir yazıp çiziyorlar ki Deizm sanki sadece Hıristiyan coğrafyada karşılaşılan bir olgu sanabilir kişi.

Tabii ki yanılıyorlar. İnsan aklının olduğu her yerde kuşku vardır, kuşku Deizm’e de götürür kişiyi. Dolayısıyla İslam coğrafyasında da Deist düşüncelere sahip olanlar olmuştur. Tersi mümkün müdür?

Deizm dedikleri (Yaradancılık olarak da bilinir, malum) tüm dinleri reddeden 'tek yaratıcı' inancıdır. Bir yaratıcı vardır, ama dünyaya da kainata da müdahale etmez. Her bilgiye olduğu gibi dine ait “bilgilere” de akıl yoluyla ulaşılacağını savunur. Doğal olarak da vahiy anlayışını da kabul etmez. Batılılar her şeyi olduğu gibi Deizm’i de kendileriyle başlattığı için 17. Yüzyılda Edward 
Herbert’i bu işin piri sayarlar. 
Oysa bu zattan çok çok önce İslam coğrafyasında bugünkü anlamıyla Deist sayılabilecek nice kişi vardı. Ahmed İbn İshak er-Ravendî, Ebû Bekr Muhammed İbn Zekeriyya er-Razî, Ebû İsa Muhammed İbn el-Verrak bunlardan bazıları. İslam Peygamberi’nin peygamberliğini de Kuran’ın ilahiliğini de elşetirmişlerdi bunlar yaşadıkları dönemde. 

Ravendî’nin, peygamberliği kehanetcilik olarak değerlendirdiği, Kuran’ı da hikmet dışı bulduğu bilinir. Kuran’da çelişkilerle dilsel hatalar vardır diyen de bu zattır. Zekeriyya er-Râzî de peygamberliğe gerek olmadığını, akıl açısından bakıldığında hiçbir özelliği bulunmadığını belirtir, o da Kuran’ı dil açısından yanlış bulur, dolayısıyla Kuran’ın mucize olmadığını söylerdi. el-Verrâk da benzeri görüşleri savunmuştur.

Bu zatların elbette bir Yaratacı inancı vardı. Bu nedenle İslam dairesi içindeki deistler olarak adlandırılırlar. Yani Hıristiyanlıkta çıktı, İslamda rastlanmaz demek doğru değil. Tabii etkisi günümüze kadar gelen Ebu’l-Alâ Ahmed b. Abdullah b. Süleymân el-Maarrî (d. 25 Aralık 973 - ö. 1058) İslam deistlerinin en çok bilinenlerindendi. Suriyeli Araptı. Gözleri görmeyen bir filozoftu. Kızamıktan görme yetisini yitirdiğinde dört yaşındaydı. Şairliği ile yazarlığı da vardı. Zamanında eleştirmediği din kalmamıştır. Musevilik de, Hıristiyanlık da, İslamiyet de eleştirilerinden payını almıştır. Zerdüştlük de tabii ki. Maarri’nin bir dini varsa o da “kuşkuculuk” olmalıdır. Uzun süre kaybolup, 1942 yılında bulunan bir kitabı vardır, el Luzimiyat adında. İslamiyet’e karşıtlığı bu kitabında açıkça görülür. Hac’ca karşıydı, “bir pagan yolculuğu” derdi Hac ibadeti için. Vahiy’i kabul etmezdi, “din” derdi, “insan aklının bir sonucudur”. Cennetin, cehennemin varlığına inanmazdı. “Öbür dünyadan biri gelirse ancak inanırım” dediğini söylerler. Uzun uzun yazdığı mektuplarıyla da tanınır. Bunları topladığı kitabının adı da Risalatü’l Gufran’dır. Bu kitapta, İbn Karih adlı bir kahramanı vardır, ona cenneti, cehennemi gezdirir. Kimileri bu kitap ile Dante’nin ünlü İlahi Komedyası arasında benzerlikler olduğunu ileri sürer.

“Özgür düşünceli bir kötümser” olarak tanınırdı. Zamanının en tartışmalı akılcılarındandı. Biraz da körlüğünden kaynaklanan bir kötümserlikti bu. “İki kat mahpusluk benimki” derdi, hem kör hem de kendi seçtiği “münzevi” yaşama vurgu yapmak için. Sosyal adaletin büyük savunucusuydu. İlerleyen yaşında vegan olduğunu da ekleyeyim. Hayvan katline karşıydı. Ne et yedi ne de herhangi bir hayvan ürünü. Doğumun sınırlanmasını savunduğuna göre bir nüfus planlamacısı da sayılmalı.

Hiç evlenmedi. Öldüğünde 83 yaşındaydı. Etkisi günümüze kadar geldi derken bunda bir abartı yok. Bu güne kadar ona olan nefret de geldi. Suriye’de bulunan heykeli İslamcı El Nusra örgütü tarafından yıkıldı.

Çağdaş bir deist: Ahmet Kasravi
Yakın zamanların en önemli deistlerin biri de İran’da yaşadı. Çağdaşımız sayılır. İran Azerisi Ahmet Kasravi adını duyanlar vardır. 1890 doğumlu Asravi’nin sıfatı çoktu; dilci, tarihçi, milliyetçi, reformcu. Tahran Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde profesördü. İran’ın seküler kimliğini belirleyen politik-sosyal hareketin kurucusudur. 70’den fazla kitap yazdığına göre bir hayli üretken biriydi. “İran 

Anayasal Devrimi”nin Tarihi ile “18 Yıllık Azerbaycan Tarihi” adlı kitapları en tanınmışlarıdır. Türk dili üzerine yazdığı bir kitabı da vardır.Dinde ne kadar hurafe varsa onların temizlenmesi gerektiğini savunurdu. Bu nedenle İran molları tarafından sevilmedi hiç. Zaten bu görüşleri yüzünden 1946 yılında asistanı ile birlikte İslam Fedaileri adlı bir örgüt tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Hakkında öldürülmesi gerektiği konusunda fetva çıkaranlardan biri meşhur Ayetullah Burucerdi idi. Adına bir topluluk oluşturan taraftarflarının berbat bir törenleri vardır, hala sürer mi bilmem. Kendileri için zararlı buldukları kitapları kış mevsiminin ilk günü törenlerle yakarlar. Taraftarları ABD’de vardır hâlâ.

“İki tür islam vardır” derdi, biri “1400 yıl önce onurla arapların getirdiği İslam, diğeri de Sünni, Şii, İsmaili, Kerimhani vs vs”. İslamın birçok kuralına, ritüeline itiraz etmişti. Allah’a (Yaratıcıya) dolayısız ulaşma konusundaki fikirleriyle bugün Deistler arasında sayılmakta Kasravi.

Sadece bu görüşleri yüzünden değil, bir Azeri olarak azılı bir İran milliyetçisi olması da ilginçti. Azerbaycan adına itirazı vardı örneğin. Böyle bir ad olmadığını, bunu Mehmed Emin Resulzade’nin uydurduğunu söylerdi. Asıl Azerbaycan’ın da İran içindeki Güney Azerbaycan olduğunu savunurdu. Bizim bildiğimiz bağımsız Azerbaycan’ın asıl adı Kasravi’ye göre Albanya. Bu görüşleri tabii her iki ülkenin milliyetçilerini ilgilendirir. Zevkli konular, üzerinde düşünmeye değer doğrusu.

Ama Kasravi, Şiiliğin en katı haliyle vücut bulduğu İran’da Deist sayılabilecek görüşleriyle dikkat çekmiş bir zattı.

Aslında başka örnekler de var, çoğaltılabilir. Farklı zaman dilimlerinden bu iki örneği vermemin nedeni, İslam’da Deizm’in her dönemde taraftar bulan bir anlayış olduğunu göstermek. Bunun İbn Sina’sı, İbn Rüşt’ü, İbn Miskeveyh’i var daha.

“Deizm’i Hıristyanlık doğurdu, İslam’da olmaz” demeden önce iyi bir düşünmek lazım.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN


Pando'nun elleri... - MELTEM GÜRLE *

Üniversitedeki birinci yılımın sonunda bir bahar sabahı yataktan kalkamadım. Bir süre sonra yurt odası boşaldı. Herkes çıkıp derse gitti. Bense etrafımda olanları hayalle karışık izledim. O kadar çok ateşim vardı ki, pencereden giren rüzgarla hareket eden perdeyi canlı zannedip ona seslendim. Galiba su istedim ondan. Perde ruhsuz biriydi. Yanıma gelmedi.

Böyle kaç saat geçirdiğimi bilmiyorum. Bir zaman sonra beni yukarıdan çağırdıklarını duydum. Herhalde sıram geldi gidiyorum diye düşünürken, birden anladım ki kapıdan ismimi anons ediyorlardı. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya annem telefon ediyordu. Ya da birisi beni görmeye gelmişti. Nasıl başardıysam kalkıp merdivenleri tırmandım ve titreye titreye ana kapıya çıktım. Kapıda bir arkadaşım vardı. Derse gelmediğimi görünce merak etmiş, bir uğrayıp yoklamak istemişti.

Aynı arkadaşım beni önce revire, oradan da Beşiktaş’taki evine götürdü. Eve giderken taksi tuttuk. Bir Murat 131 geldi. Bu bile olayların ciddi olduğunun işareti gibi göründü bana. Beşiktaş’taki evde bir iki gün baygın bir halde yattım. Yataktan kalkacak hale geldiğimde, bizimkilerin tabiriyle, iğne yutmuş ite dönmüştüm. O kadar zayıf düşmüştüm ki, yürümekte bile zorlanıyordum.
İyileşir gibi olduğum günün sabahında, arkadaşım beni koluna takıp çarşıya götürdü. “Aslan gibi olacaksın,” dedi giderken, “Bulgar’ın kaymağı ölüyü bile diriltir.” “Sağol be,” diye terslendim, “İçimi rahatlattın.” Minnetimi ifade edemeyecek kadar gençtim. Ama arkadaşım bunun bir tür teşekkür olduğunu anladı. Elini omzuma attı.

O güzel bahar sabahında ağır aksak yürüyerek kaymakçıya kadar gittik. İçeri girene kadar ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. Dükkanın içinde süt teknesinin buharı vardı. Pando bal-kaymağını önümüze atınca, hepsini hop diye yuttum. Bir de peynir isteyecektim ama arkadaşım beni kaş göz hareketleri ile durdurdu. Doğma büyüme Beşiktaşlıydı. Pando’nun huyunu suyunu iyi biliyordu. Bu yaşlı adamın kendince bir düzeni vardı. Öyle elinizi kaldırıp bir şey isteyemezdiniz. Sırası gelince, o size yanaşıp soracaktı. Biz de bekledik. Sabrımızın ödülü olarak hem peynir hem de yumurta kazandık sonunda.

Sonraları müdavimi olduğum bu dükkanın adabını böylece öğrenmiş oldum. Pando acele edenleri sevmiyordu. Bir şeyler ısmarlamak istiyorsanız, sıranızı beklemeniz gerekiyordu. Dükkanın eskileri bunu bilip ona göre davranıyorlardı. Yeni yetmeler de eskilere bakarak öğreniyordu. Arada bir densizin biri çıkıp da parmak şaklatırsa ya da, Allah korusun, “Nerede kaldı benim yumurta?” diye bağırırsa, Pando’nun tepesi atardı. O zaman da mesela bir daha o adamdan tarafa hiç bakmazdı. Adam sonunda kendi kendine bağırıp çağırıp giderdi. Pando ise hınzırca güler ve işini bildiği gibi yapmaya devam ederdi.

Bir iki sene önce, üç kardeş yine Pando’ya kahvaltıya gittik. Biz uslu uslu tabaklarımızı beklerken, yakınlardaki plazalardan birinde çalıştığı belli olan çıtı pıtı bir kız dükkana girdi. Kaymak tezgahının önüne geçip durdu. Yolu kapattığının farkında değildi. Aslında galiba kendisinden başka hiçbir şeyin farkında değildi. Yüksek topuklarının üzerinde bir süre sallandıktan sonra sıkıldığına dair işaretler vermeye başladı. Erkek kardeşim koluyla beni dürttü ve “Seyret şimdi,” dedi. “Pardon, bakar mısınız?” diye öttü kız. Üçümüz de nefesimizi tuttuk. Pando hiç oralı olmadı. “Peynir istiyorum,” diye üsteledi kız. Sonunda bizimki yavaş yavaş döndü ve “Bu peynir var,” dedi. Elinde hayatımda gördüğüm en büyük kalıbı tutuyordu. Kız bir kalıba bir de Pando’ya baktı. “Kaç para bu?” diye sordu. Pando ona acayip bir rakam söyledi. Muhtemelen salladı. Kız önce, başka yerde daha ucuz diyecek oldu ama bir şey onu durdurdu. “Yarısını verin bari” diye karar verdi sonra. “Kesmiyoruz,” dedi Pando. “Yarısını verin, alacağım,” dedi kız. “Satmıyoruz,” dedi Pando. “Adama bak ya!” dedi kız. Ardından beyefendili efendimli birtakım cümleler kurdu. Ama bizimkinin onunla işi bitmişti. Arkasını dönüp bal-kaymak tabaklarını hazırlamaya girişti. Kız bir süre daha söylendikten sonra topuklarını vurarak çıkıp gitti. Pando yine kıs kıs güldü. Sonra da bize dönüp eliyle “Deli mi ne?” işareti yaptı. Biz de tedbirli bir şekilde sırıttık. Ne olur ne olmaz. İşin ucunda bal-kaymaktan olmak vardı.

Bu yaz hep uzaktaydık. İstanbul’a geri dönünce Beşiktaş’ta bir kahvaltı etmek istedik. Hem arkadaşlar da gelmişti. Hep birlikte güzel olurdu. Pando’yu dükkanın önünde gözü yaşlı bir şekilde otururken bulduk. “Biraz temizlik yapıyoruz. Dükkan şimdi kapalı,” dedi bize. Beşiktaş’ın en eski esnaflarından biri olan Pando’nun tahliye edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu duymuş ama inanmak istememiştik. Dükkanın içine şöyle bir göz atınca, masalarla sandalyelerin kaldırılmış olduğunu gördük. Süt teknesinden de buhar çıkmıyordu artık.

“Bizi göndermek istiyorlar,” dedi Pando. Sonra titreyen eli ile uzanıp elimi tuttu. Her şey çok garipti. Senelerce önünde çekinerek durduğum bu yaşlı adam ile bir süre aşıklar gibi el ele oturduk. “Doksan yaşına geldim,” dedi bana. “Ama karım bana iyi bakıyor. Herhalde daha yaşayacağım.” Burnuyla ileride bir noktayı işaret etti sonra. “Şu arkadaki sokakta doğdum ben.” Diğer elinde bir deste para tutuyordu. Muhtemelen son hasılatıydı. “Şimdi gideceksin diyorlar. Nereye gideyim?”

Pando’nun lekelerle kaplı kırış kırış olmuş ellerine baktım. Bu elleri kaymak koyarken, süt doldururken, peynir keserken ne kadar çok seyrettiğimi düşündüm. Hastalıktan kalktığım o günün sabahında dükkana ilk girişim geldi gözümün önüne. Aynı ellerin önüme bıraktığı o ilk tabağı görür gibi oldum. Boğazıma bir şey oturdu. Halimi sezmiş gibi, ayrılırken elimi okşadı, Pando. “Dükkan şimdi kapalı. Bir dahaki sefere gelir yersiniz,” dedi. “Bir dahaki sefere,” dedim ben de. Belki de başka bir sefer olmayacağını bile bile.
Uzun süre uzak kaldıktan sonra eve döndüm diye seviniyordum. 

Sonra düşündüm de, eve dönmek benim için Beşiktaş’a dönmek demek. Kambur’da çay içemeyince, Pando’da kahvaltı edemeyince, sevdiklerini bıraktığı yerde bulamayınca, evine dönmüş sayılır mı ki insan?

MELTEM GÜRLE / BİRGÜN

* Bu yazı, Eylül 2014'te BirGün Pazar ekinde yayımlanmıştır

Guta falı: Hedef Rusya - CEYDA KARAN

“Ortadoğu’yu daha rahat sömürmek için arzulanan, biatkâr, gerici ve gelenekçi kodların hâkimiyeti. Azıcık ‘ıslah’ olmaları kâfi. Şuursuz değiller yani. Bu yüzden siyasal İslamcılarla rahat rahat koalisyon yapabiliyorlar. Direniş damarına yenik düştükleri için bu savaşın bitmesini istemiyorlar. Doğu Guta olmazsa yeni bir kimyasal silah yalanı bulurlar, olur biter.” 

Bu satırlar, Suriye ordusunun Doğu Guta operasyonuna başladığı günlerde, ABD öncülüğündeki Batılı emperyalist güçlerin kimilerine tuhaf gelen El Kaide bağlantılı İslamcılara desteğini özetleyen, 28 Şubat’taki yazımın son paragrafından... Daha Suudi veliahtı, “Vahhabizmi Sovyetler’e karşı Batı’nın arzusuyla yaydık” demeden önce. Eh dün Sovyetler vardı, bugün nüfuz kazanmış Rusya Federasyonu. İdeolojik zemin bulunmasa bile...
***

Normal koşullarda ‘fal açmıyoruz’ demeliyim. Ancak ABD Başkanı ‘çılgın’ Donald Trump işbaşına geldiğinden beri bir nevi ‘papatya falı’ açar olduk. Trump ne vakit ‘Suriye’den çekilmekten’ bahsetse aynı terane. Geçen sene İdlib’e ‘kimyasal silah kullanımı’ gerekçeli saldırıyı görmüştük. Hani Pentagon şefi James Mattis’in daha iki ay önce “Elimizde kanıt yoktu” dediğini... 

Velhasıl yukarıdaki ‘falı’ da Trump 23 Şubat’ta “IŞİD’den kurtulup eve döneceğiz” dediğinde ‘açmışım’. Bunu mart sonunda Trump’ın “Yakında çekiliyoruz” ve birkaç gün sonra “Kalacaksak Suudiler parasını versin” temalı beyanatları izledi. Açmayıp da ne yapalım!
***

Haftayı geçmedi ki, Şam Doğu Guta’nın yüzde 90’ını cihatçı gruplardan temizlemişken, ‘Duma ile ilgili kimyasal saldırı’ haberi geldi. Diğer cihatçılar anlaşmayla çekilmiş, ortalık kurtulan sivillerin sevinç videolarından geçilmezken, Suudi bağlantılı İslam Ordusu sıkışmışken, Şam, ABD saldırısını tetikleyecek şekilde ‘intihar etmeye’ karar vermiş! ABD, kanıtı olmasa da cezalandıracak. 

Trump geçen sene kızı ‘gözyaşlarına boğulunca’ Şayrat Üssü’nü vurmuş, ‘adalet yerini bulmuştu’. Bu sefer Rusya ve İran’ı sorumlu tuttu, Suriye liderine ‘hayvan’ dedi. Büyük bedel ödeneceğini söyledi. Harekete geçmese ABD’de ‘Rus ajanı’ ilan edilir zaten! 
Gelişmeler üzerine yazıyı yenilemek durumunda kaldığım akşam vakitlerinde tek başına değil, Britanya, Fransa, İsrail ve Körfez’le koalisyon içinde saldıracağının işaretleri artmıştı. Sırf bu bile meselenin kimyasal silahla, kanıtla filan alakası olmadığını gösteriyor. Suriye savaşı ‘yitirilmekteyken’ bölgede nüfuzunu artıran Rusya ve tabii İran hedef. Rusya koalisyon saldırısıyla ‘rezil edilirse’ ne âlâ. Yok geri teperse alın size dünya savaşı riski. Kimin neyi göze aldığını göreceğiz.

***

Elbette Türkiye’nin tutumu önemli. Özellikle geçen hafta Rusya ve İran liderleriyle ‘Ankara zirvesinde’ sergilenen görüntüden sonra. Geçen yazıyı ‘Telaşa mahal yok’ diye bitirmiştik. Kanımca yok. Zira Rusya’nın ABD ile bilek güreşinde Suriye’nin kuzeyinde ‘alan açtığı’ Ankara derhal safını seçer.
 
Zirvede üç ülke ‘iç savaşı bitirme ve Suriye’yi inşa etme misyonu’ üstlenmiş görünse de görüş ayrılıkları bakiydi. İran’ın ve Rusya’nın ABD’nin bölgedeki varlığına itirazı ‘ilkeselken’, Ankara’nınki ‘kullanılan vekil güçlerden’ kaynaklı. Washington’la daha geniş bir stratejik perspektiften çözüme kavuşturulabilir, yani. Nitekim Ankara’nın Suriye’nin toprak bütünlüğüne dair nakaratının anlamı olmadığının en son ıspatı Afrin üzerinden ‘alınan yerlerin ne zaman ve kim istenilirse ona verileceği’ beyanatı oldu.

***

Koalisyon savaş açarsa, Ankara’nın tercihi liberal müdahalecilik cephesi olur. S-400 pazarlıkları, nükleer ve enerji yatırımları; boğuştuğumuz derin ekonomik kriz ve Batı’ya göbekten bağlı olduğumuz hesaba katılırsa, ‘önemsizleşir’. O vakit Ankara’nın kontrol ettiği topraklarda hamilik ettiği militanlar ‘başka bir güce’ kolaylıkla dönüşebilir. 
Şunu unutmamalı. Suriye’de arzu ettiği sonucu elde edemeyen ABD, çok yönlü çatışmaları kışkırtarak ilerledi. Liberal müdahaleciliğin aygıtı artık ‘kanıtlar’ bile değil medya üzerinden ‘şeytanlar yaratarak’ yürümek. Bölgede daha ilan edilecek çok ‘şeytan’ var.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Muhtar bile olamamak - MİNE SÖĞÜT


Devlet tarafından kendilerine verilen gri renkli hizmet pasaportlarını havada sallayarak kameralara neşeyle bakan... 
Sponsorlar desteğiyle Endülüs’e doğru bir yolculuğa çıktıkları için sevinçten ayakları yere değmeyen... 
Bu arada devlet katında gördükleri ilgiden de başları göğe eren muhtarların havaalanında çekilen görüntülerine iyice bakın. 
Ve sorun: 
Muhtarların bu sevinçlerinin kaynağı ne? 
Neden bu kadar sevilip kollanıyorlar? 
Bu halleriyle neyi temsil ediyorlar? 
Bu özel ilgiyi hak etmek için ne yaptılar veya yapacaklar? 
Muhtarlar bu ülkede nihayetinde nasıl bir işe imza atacaklar? 
Bu soruların cevaplarını çok derinde değil, ülkenin yakın tarihinde, hemen yüzeyde, kolayca bulabilirsiniz. 
Yapılan ilk muhtarlar toplantısını anımsayın. 
2015 yılında ocak ayında... 
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden tam beş ay sonra... 
Kendi küçük muhtarlıklarından belki de ilk kez çıkan... 
Dev Cumhurbaşkanlığı sarayında krallar gibi ağırlanan... 
Ve ülkenin en yüksek makamındaki liderden, yaptıkları işin değerine dair o güne kadar hiç duymadıkları kadar güzel sözler duyan muhtarların... 
O gün orada dinledikleri o dramatik hikâyeyi hatırlayın. 
Hikâyenin iki kahramanından biri Cumhurbaşkanı’nın kendisi, diğeri zamanın en çok satan gazetesi Hürriyet’ti. 
1998 yılında henüz genç bir politikacı olan ve o sırada İstanbul Büyük Şehir Başkanlığı yapan Erdoğan, Siirt’te okuduğu bir şiirdeki dizeler yüzünden DGM’de yargılandığında... 
Ve hakkında “Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesiyle açılan davanın sonunda 10 ay hapis cezası aldığında gazete şu manşeti atmıştı: 
“Artık muhtar bile olamaz”. 
O gün Erdoğan muhtarlara bu hikâyeyi anlattı. 
Sonra onlara uzun uzun ülkenin kibrinden bahsetti. 
Muhtarları küçümseyen anlayıştan girdi, kendi politik yolculuğunda maruz kaldığı hakaretten çıktı. 
Muhtarların aklını aldı. 
Muhtarlar toplantısı orada kalmadı. 
Aradan geçen üç yılda tam 46 kez topluca Cumhurbaşkanı’nın karşısına çıktılar. 
Ve politik bir liderin kişisel bir travmadan yola çıkarak muhtarlara yüklediği büyük ilginin şanslı odağı oldular. 
Bu süreçte... 
Muhtar akademisi adı altında verilen seminerlere katılan birtakım muhtarlara sanki üniversiteden mezun oluyorlarmış gibi cüppe ve kep giydirildi; 
Bir başka muhtar grubu, ellerine kalaşnikoflar, tabancalar verilip atış poligonlarında talimlere davet edildi. 
Şimdi de iktidara sadakati tescilli olanlar ödüllendiriliyor ve Avrupa seyahatine gönderiliyorlar. 
Zamanında Erdoğan için “Muhtar bile olamaz” manşetini atan gazetenin ipinin resmen çekildiği günlerle; 
Muhtarların ödüllendirildiği günlerin aynı zamanlara denk gelmesi tesadüf değil. 
Bu ülkede Cumhurbaşkanı’nın yaptığı ilk kişisel devrimlerden biri, makamının olmazsa olmazı olan tarafsızlık ilkesini kale almamasıydı. 
Diğeri de mahallenin muhtarlarını bizzat baş tacı yapması.
Ülkeyi her bakımdan yeniden şekillendiren ve bugünkü haline getiren iktidar, nihayetinde medyayı tekeline; muhtarları da avcuna aldı. 
Muhtemelen, devletin imkânlarıyla Endülüs’e gönderdiği muhtarlar sayesinde önümüzdeki seçimlerde yeni bir destan yazmayı hayal ediyor. 
Ve destanın adını da “Zil, şal ve muhtar” koymaya hazırlanıyor.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

10 Nisan 2018 Salı

Devlet kuşu - ORHAN GÖKDEMİR

1987’de Diyarbakır valisiydi. Bu görevi yürütürken Olağanüstü Hal Bölge Valiliğine atandı. 1991’de İstanbul Valiliğine atanana kadar o görevde kaldı. Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden birinde çok önemli bir görevi marifetle yürüttü.


OHAL Bölge Valiliği, bölgede uzun yıllardır yürürlükte olan sıkıyönetimin yerine getirilen bir uygulamaydı. Sivilliğe pek meraklı Turgut Özal bu hokus fokusla bölge vitrinine asker yerine bir sivili koymuş oldu. O arada asker bildiğini okumaya devam ediyordu tabii. Vitrinde oturan vali aracılığıyla halka karşı işlenen suçları perdelemekti zaten amaç. Hâlbuki her şey eskisinden daha bir askerileşmişti. “Sivil” yönetimin Kolordu Komutanlığı’nın içine taşınmasıyla altı daha kalın bir çimde çizilmişti üstelik. Valiliğe ancak askeri nizamiyeden geçilerek ulaşılabiliyor, Özal’ın sivillik iddiası askeriyenin kapısında son buluyordu.

Köy boşaltmalar, yakmalar, köylülere bok yedirmeler, faili meçhuller onun OHAL valiliğini sırasında olağanlaştı. Ama o soğukkanlılığını her durumda koruyor, basının karşısına çıktığında bölgede olağan bir hal varmış gibi davranabiliyordu. Bu görüntüyü vermekte sıkışınca “sansür-sürgün kararnameleri” imdada yetişti. “EsEs kararnameleri”ydi basındaki kod adı ki gerçekten bu ada layıktılar. O kararnameler sayesinde bölgede sakıncalı görülenler yargısız-hukuksuz sürgüne gönderildi. Bölge dışındaki yansıması da yabana atılır şeyler değildi. Dergiler, gazeteler matbaada daha baskıya girmeden polis tarafından basılıyordu. Polislerin elinde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden “baskı” izni vardı. Sonunda işi pazarlığa bile döktüler. Dediklerine göre işaret ettikleri bazı haberler o haliyle basılırsa dava açılacağı kesindi. Boş basıldı o sayfalar. Basılmamış yayına matbaada sansür o dönemin icadıdır. JİTEM adı da onun zamanında duyulmaya başlanmıştı. İnanılmaz işkencelerden ve fütursuz insan kaçırıp kaybetmelerden söz ediliyordu.

Fakat o korkunç sınırsız şiddet ve zulüm yıllarından anlının akıyla çıkmayı başardı basın. Basın dediğim, bir avuç sol-sosyalist gazete ve dergiden ibaretti tıpkı bugünkü gibi. “Ana akım basın” o zaman da bugünkü havasındaydı. Yaptığı tek iş iktidara ve hukuksuz uygulamalarına övgü düzmekten ibaretti.

Kısa süre sonra sansür-sürgün uygulaması gibi OHAL Valisinin de sonu geldi zaten. İstanbul Valiliği koltuğunda oturduğu sırada OHAL Bölge Valiliği hesaplarından 2 milyar lirayı kendi adına açılan hesaplara geçirdiği ileri sürüldü. Aynı soğukkanlılıkla çıktı, parayı Bakanın onayıyla hesabına geçirdiğini ve sonra da iade ettiğini söyledi. Ancak dönemin bakanı olaydan haberi olmadığını iddia ediyordu. Sonunda imdadına dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yetişti. Şöyle açıklık getirdi iddiaya: “Paralar örtülü ödenekten teröre karşı mücadele için verilmiştir. Ancak ne için harcandığı açıklanırsa devlet sıkıntıya düşer…”

Çok şükür, devlet sıkıntıya düşmedi. OHAL Bölge Valisi de öyle. Valilikten Meclis’e atladı, devlete hizmetini vekil olarak sürdürdü.

***

Fakat bu başarı hikâyesi beş sene önce trajik bir biçimde sona erdi. O gün Sarıyerde’ki lüks villasında eşiyle birlikte gece yarısına kadar oturdu. Sonra yatmak üzere odasına geçti. Gerisi koca bir soru işareti. Eşi, sabah uyandırmak üzere yattığı odaya gitti ve odanın kilitli olduğunu gördü. Oğluna haber verdi. Oğlu yanına çilingir alarak eve geldi. Çilingir yardımıyla odanın kapısı açılınca, kahramanımız yerde, kanlar içinde yüz üstü yatarken bulundu. Polis incelemesinde, sol göğsüne, yakın mesafeden ateş edildiği tespit edildi. Adı Hayri Kocakçıoğlu’dur. Devletin “Sırlar Valisi”dir.

Arada rejim değişti. Öyle sırlı valilerimiz yok artık. Eskiler devletin militanıydı, şimdikiler iktidar partisinin. Hoş başbakanı bile devlet memuru derecesine düşürdükten sonra valinin ne hükmü olacak ki? Ama Kozakçıoğlu’nun devlet tarlasına ektiği o fideler yeşerdi, büyüdü, dal budak saldı. Zulümde eskisinden hiçbir eksiği yok yenisinin de…


***
Tayyip Erdoğan geçen gün “Biz geldiğimizde OHAL vardı, gelir gelmez kaldırdık” diye övünüyordu. Hâlbuki sözünü ettiği OHAL bölgeseldi, sadece Kürt illeri ile sınırlıydı. Geldi Kürt illerinden OHAL’i kaldırdı. Kısa bir süre sonra bütün ülkeyi OHAL bölgesi ilan etti. Bölgesel OHAL’i kaldırdı ulusal OHAL’e geçti.
Bundan ilerisi sıkıyönetimdir. Mevcut yasalara göre Olağanüstü halin kamu düzenini sağlamada yeterli olmadığı hallerde ya da savaş veya yakın savaş tehlikesi halinde ilan edilebilen bir uygulama sıkıyönetim. Olağanüstü hal ile sıkıyönetim arasındaki temel fark, olağanüstü halde yetkinin mülki erkânda, sıkıyönetimde askerde olması. Bir de sıkıyönetimde kişi hak ve özgürlüklerinin tümü ya da bir bölümü askıya alınabilir, vatandaşlar için para, mal, çalışma yükümlülükleri getirilebilir, bazı suçlar için yargılama “özel mahkemelerde” yapılabilir. Bakın ülkeye, o sınırı çoktan aşmış bulunuyoruz. Peki, “savaş nerede” diye soruyorsanız, Damat Berat Paşa geçen gün verdi müjdeyi, “Türkiye resmen savaşta” dedi. Yani AKP Genelcumhurbaşkanımız yarın sıkıyönetim ilan etse eder. Anayasa askıda, yasalar sizlere ömür, yargı çayı içti derin uykuda, kim ne diyecek?
Hem kanıksadık zaten. Temmuz 2016’da başlayan OHAL uygulaması birkaç ay sonra ikinci yılını dolduracak. 12 Eylül cuntasının iktidarından beri sopa hep fukara halkın sırtına inip kalkıyor, vuran el değişiyor sadece. Dünküler Atatürkçülük için vurduğunu iddia ediyordu, bunlar Muhammed aşkına yapıştırıyor sırtımıza. Haklarını teslim etmeli vururken daha bir şevkliler eskilere göre!

***

O günden bu güne değişen hiçbir şey yok mu? Var. Sosyal medya mesela. Cebimize sığdırdığımız minyatür bilgisayarlarla faşizmin ormanında “cik”leme özgürlüğümüz oldu arada. Ama onun da vaat ettiği sınırsız özgürlüğün sonuna geldik az zamanda. Gezi ile başladı kuşun boğazını sıkma uygulaması, sonra adet oldu. Önün gelen sıkıyor boğazını. Olmadı tüylerini yoluyor. Bakıyorsunuz özgürlükten elde kalan bildiğiniz kuş!
Cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla başladı. Sonra Kürt ve Kürtçe ile ilgili paylaşımlar dâhil edildi kapsamına. Son adım “Afrin Operasyonu” oldu. Bu konularda fikir beyan eden, iktidarın tutumunu ve açıklamalarını eleştiren hemen herkes devletin hedefinde. Size hakaret edecekler, aşağılayacaklar ama siz cevap vermeyeceksiniz. Onların size küfretmesi serbest ama bu küfürlere cevap vermeniz yasak. Artık suçu ispat zorunluluğu yok, masumiyeti ispat zorunluluğu var. Sosyal medyada paylaşım yapamaz, otobüste konuşamaz, okulda ve işte eleştiremez, Meclis kürsüsünde dahi bahsi geçirilemez hale getirildi iyi saatlerde olsunlar! Hayri Kozakçıoğlu görse inanmazdı bunların yapılabileceğine…

***

Dün sabaha yine evlere operasyon haberleriyle açtık gözümüzü. Gerekçe “sosyal medya” paylaşımları. Paylaşacağını paylaşmış insanlar zaten, suç varsa çağırsana. Yok, illa evini basacak, bilgisayarına el koyacak, günlerce gözaltında tutacak. Öylesine parmağım kör gözüne bir uygulama ki, sanırsın paylaşıma hazır zulalanmış “cik” avındalar.
İnternet denilen fenomen sınırsız özgürlük iddiasıyla gelip girdi hayatımıza. Hâlbuki nefes alacak bir klavye boyu yer bırakmadılar hiçbirimize.  Hukuksuzluk hâlâ hukuksuzluk, OHAL hâlâ OHAL, yasak hâlâ yasak, sopa hâlâ sopa. Görevleri arasına bir iş daha eklendi yalnız; kuş boğazlamak. Daha siz cik’lemeden devlet kuşu konuyor başınıza. “Ciktatör”e dönüştüler bilgi ve iletişim devrimi sayesinde ki az şey değildir!
Hayri Kozakçıoğlu’nu hasretle anıyoruz bu arada. Sonları benzemesin!

Orhan Gökdemir / SOL

Borç öteleme, seçim önceleme… - L. DOĞAN TILIÇ

İktidar, “Zamanında” diye sürekli yineleyip duruyor ama bana sorarsanız seçimleri mümkün olan en erken zamanda yapacaklar.

AKP ve Erdoğan’ın en önemli dayanağı dışarısı; SuriyeAfrin, gidilebilirse daha ilerisi… Bütün dünyanın bizi yok etmeye azmetmiş olması, işte son zamanlarda Yunanistan’ın sarf ettiği sözler…

İlla da Suriye, illa da Afrin! “Baktın Afrin hoş değil, Münbiç’i dolaş da gel. Yaylalar, yaylalar!

Dış çatışma/çelişki her zaman iç bütünlüğe hizmet etmiştir, bu da çelişkinin işlevlerindendir.

İyi de, nereye kadar?

Şubat ayında, Arap dünyasının en önemli gazetelerinden El Ahram’ın haftalık versiyonu bir analiz yayımlamış ve ben de “Mısır’ın şom ağızlı gazetesi” diye alıntı yapmıştım. O yazıda, Al AhramAfrin için şimdi var olan kamuoyu desteğinin savaşa akıtılan milyonların ekonomide yarattığı sıkıntılar iyice hissedilir olunca azalacağını iddia ediyor; “TL’nin değerinin düşeceğini, döviz rezervlerinin eriyeceğini, zaten yüksek olan işsizlik ve enflasyonun daha da yükseleceğini ileri sürüyor”du.

Suriye’de Türkiye’nin en önemli desteği olan Rusya, dün, Türkiye’nin operasyon tamamlanınca Afrin’den çekilip orayı Suriye hükümetine bırakması gerektiğini söyledi. Aynısını, Ankara’daki üçlü zirve sırasında İran Cumhurbaşkanı Ruhani de söylemişti.

Bunlar Afrin ve Suriye üzerinden devşirilebilecek destek açısından iyiye işaretler değil!

Ya ekonomi?

Bir yandan resmi ağızların ifade ettiği rakamlar var; dünyanın en hızlı büyüyeniyiz, döviz rezervlerimiz maaşallah, herkesin kıskandığı bir ekonomimiz var, işte turistler de akın akın gelmeye başladı…

Öte yandan yüz binlerce işletmenin kapandığı haberleri, doların avronun rekor üstüne rekor kırışları, yani Lira’nın dibe vuruşu var…

Kapitalizmin doğası bu; rekabet edemiyor, beceremiyorsanız kapanırsınız zaten! O yüzden hadi bu haberleri boş verelim.

Ancak, Doğuş Grubu’nun borç yapılandırma, daha Türkçesi borcunu erteleme talebine boş vermek mümkün değil. “Doğuş Holding 23.5 milyar liralık borcu için bankalarla görüşme talep edip, borç yapılandırması istedi!

Anımsarsınız, aynısını daha önce 6 milyar dolarlık borcu için Yıldız Holding, nam-ı diğer Ülker Grubu, talep etmiş ve almıştı. Bankalara mektup gönderip; borçlarımı “3 yıl anapara ve faiz ödemesiz… 4. yıl sadece faiz ödemeli… 5. yıldan itibaren de anapara borcunun % 50 oranında indirilmesine kadar ana para+faiz ödemeli… Kredi seviyesinin amaçlanan % 50 düzeyine indirilmesinden sonra da Grup bünyesinde kullandırılmaya devam edilmesi…” şeklinde bir yapılandırmanız zorunlu hale geldi demişti.

O zaman, görüşünü aldığım uzman; “O veya bu şekilde bu olay örnek teşkil edebilir. Bankacılık sektöründe birkaç tane bu büyüklükte olay olması bankacılık sistemini felakete götürebilir. Başta banka bilançoları bozulur, uluslararası reyting kuruluşları son derece düşük not değerlendirmesi yaparlar ve Türk bankalarının en azından ciddi bölümünün yurtdışı kredi temini imkânları kapanır” değerlendirmesini yapmıştı.

Doğuş Holding’in talebi, “yol olur” değerlendirmesini doğruluyor.
Borcunu ödeyemeyenler, bu iktidar döneminde en büyük desteği görenler.
İktidar onlar için daha ne yapsın; ballı ihaleleri verdi, olmadı; OHAL ilan etti, grev yasakladı, olmadı; medya verdi, yetmedi; dışarıdaki maceralar yüzünden içeriye bakmayan bir kamuoyu yaratıldı, kesmedi; satılacak ne varsa satıldı, işte şeker fabrikaları da satılıyor, anlaşılan yetmiyor! Dün açıklanan “süper teşvik” şifa olur mu, göreceğiz.

Ekonomi çevrelerinden medyaya yansıyan söylentilere bakılırsa, memleketin böyle çok büyük holdinglerinden en az beşi daha benzer durumda ve ödeme sıkıntısı içindeymiş. “KOBİ’lerden dev holdinglere kadar tüm iş dünyasını pençesine alan bir kredi darboğazı sözkonusu”ymuş, “İnşaat, enerji dağıtım ve perakendede birçok kredinin ödenmez hâle geldiği” tahmin ediliyormuş!
Büyüklerin borcunu ötelemek kolay da, halk için bunu yapamıyorsanız tek çare, halkın iktidarınıza açtığı krediyi yapılandırmak için bir an önce seçime gitmektir!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN