21 Nisan 2018 Cumartesi

Paşasının Tasası - ORHAN GÖKDEMİR

İlker Başbuğ, Türkiye Cumhuriyeti’nin son genelkurmay başkanlarından biri. Terör örgütü yöneticiliğinden ve darbeye teşebbüsten müebbet aldı. Yattı çıktı. Fethullahi örgüt astlarını bir bir derdest ederken kuvvet komutanlarını yanına alıp sert bir ifadeyle çıkıştığı günü hatırlıyorum. O kızgın ifadesinin altında ürkmüş bir fani vardı. Zaten o çıkışından geriye bir tek “boru bu, boru” repliği kaldı. Boru dediği kullanılmış lav silahıydı. Taşınabilir ve bir atımlık bir silahtı söz konusu olan. Kullanılmış veya kullanılmamış, içinde mermisi yoksa zaten bir borudan ibarettir. Boru moru, cumhuriyeti ve laikliği tepelemeye yeminli cemaat boruya mı bakacak? Tuttu attı onu da içeri. Boruyu da delil listesine ekledi üstelik. O cemaatçiler ortaklarıyla kapışmasalar, şimdi içeride çile dolduruyor olacaktı. Hayatının dersidir. Genelkurmay başkanlığıdır bu, boru değildir!


Bu arkadaşın seleflerinden birini, cemaatin yönettiği o mahkemeye çağırıp, olup biten hakkındaki fikrini sordular. Kem küm edip bir süre laf çevirdikten sonra “kasaptaki ete soğan doğramam” dedi. Koca genelkurmay başkanı, “bana ne, ne halleri varsa görsünler” diyecek değil ya!

Bir başkası, Hüseyin Kıvrıkoğlu, aklınca irticai hareketlere ayar verdiğini düşünmekteydi. Muktedir olduğu günlerde dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e “28 Şubat daha bitmedi, 1000 yıl sürecek” dediği iddia ediliyordu. Bu sözü söylemesinden üç beş yıl sonra Ergenekon davası başladı. Davanın esası irticayla mücadele etmeye teşebbüs eden askerlerin tasfiyesiydi. Sordular beyefendiye, ne diyorsun diye. "Ergenekon'da suçlanan isimlerle ne tanışıklığım ne de konuşmuşluğum var" diye cevapladı. Hâlbuki “tarikatçı” dediği halefi ‘Soğancı Hilmi Paşa’yı pek yakından tanımaktaydı. Zira koltuğuna –dediği doğruysa- o tarikatçıyı oturtan kendisiydi.

Bir hoşluk daha. “Milenyumcu” bu 28 Şubat paşası, 28 Şubat davasına sanık olarak değil tanık olarak çağırıldı. Orada görüp duyduklarını anlatırken bin yılın lafını bile etmedi. Maksat, emekliliğin tadı kaçmasın.

Bir tarihtir, tarihleri. İrticayla mücadele ediyoruz diye diye Cumhuriyetin kendilerine teslim ettiği orduyu, bir avuç sümük yiyen familyasından badem bıyık tarikatçıya teslim ettiler. Üstelik o sümüklülerden yedikleri dayağın haddi hesabı yok. Sonunda gelip irtica iktidar olduysa sayelerindedir.

Bizde “harakiri” müessesesinin olmaması bir katliamı önlemiştir çok şükür. Onun yerine “encümen-i daniş”cilik oynayıp, boş zamanlarında da kitap yazıyorlar. Kitap dediğime bakmayın, yazdıklarını bir tür harakiri sayabiliriz. Zayiat korkunçtur!
Boş durmamış “güç odakları”nı yazmış paşamız, imzadaydı önceki gün. Hakkıdır, o odaklara yenilmişten, teslim olmuştan daha iyi bilecek değiliz ya! Güzel, geniş, rahat ülke burası. Cumhuriyeti bir avuç yobaza teslim etmenin utancını kimse duymuyor bizden başka...

***

Mağduriyete neden olmuş olmayayım. Bu paşaların irticayla mücadeleye güçlerinin yetmemiş olma ihtimalini görmezden geliyor değilim. Mümkündür.

Ama bu tarih bizim de tarihimiz, unutamıyoruz işte. Ta Ziverbey işkence hanesinde başladı bunların laik cumhuriyetle ve solla mücadelesi. Bize karşı pek acımasızdılar. Talat Ağabey, Talat Turhan yakında göçtü gitti. Ziverbey’de yol arkadaşlarının kendisine yaptıklarını anlatırken sınıf arkadaşlarına karşı tarifsiz bir öfke kaplıyordu yüzünü. NATO ordusuydular, ABD’ye bağlıydılar. O nedenle pek kararlı ve pek acımasızdılar. Talat Ağabey o gün o tezgâhta elektriğin şokuyla sarsılırken bunu anladığı için yıllarca kontrgerilla adlı bu hayalet şebekenin peşine düştü. Tam kuyruğundan yakaladığını sandığı anda bu Ergenekon işini çıkardılar. O hayhuyda at izi it izine karıştı, ortalıkta ne şebeke kaldı ne de kuyruk.

Sonra biliyorsunuz, 12 Eylülün ardından aramızdan milyonu aşkın arkadaşımızı, yoldaşımızı alıp alıp götürdüler. 90 güne çıkardılar gözaltı süresini. Kafalarına çivi çakılan arkadaşlarımız, günlerce bok çukurunda tutulan ve çıkarıldığında deri yerine derin yaralar taşıyan yoldaşlarımız var. Ormanlık alana götürüp, kaçmaya zorladıkları ve kaçıyor diye kurşunladıkları canlarımız var. Binlerce delimiz ve binlerce ölümüz var o günlerden bakiye. Erbil Tuşalp’in “Bin Tanık” kitabının veya benim “Faili Meçhul Cinayetler Tarihi”nin sayfalarını şöyle bir karıştırın, ne kadar güçlü ve ne kadar zalim olabildiklerini hemen anlayacaksınız. Sola karşı düzenin ormanında 10 kaplan gücünde olan bu arkadaşlar birden bire uysal kediye döndüyse, bağlı oldukları güç odakları öyle istedi diyedir.

***

Toplumun dinselleştirilmesi bir 12 Eylül projesiydi. Adım adım ördüler bu yolu. Solu gördükleri yerde ezdiler, yobazı buldukları yerde devleti teslim ettiler. Sonuç ortada. Şimdi koltuklarında Vakayı Hayriye’den bu yana gördüğümüz en tuhaf asker olan “Şahit Paşa” oturuyor. Geçen hafta bir sınır karakolunu teftişteydi tarikat şeyhlerinden biri. Dağıttılar eskisini, yerine Asakir-i Mensure-i Nakşibendiye’yi kurdular, “Allah’ımıza hamdolsun.”           
O arada laik cumhuriyet yıkıldı, hukuku ortadan kalktı. Yerde yatan onun ölüsüdür. Havuz gazetelerinden birinin ahmak muhabiri, cenazenin 24 Haziran’da kaldırılacağını müjdeliyordu, ben yazıyı yazarken. Dediklerine bakılırsa ölüye pamuk bile tıkamaya niyetleri yok arkadaşların.

***

Yıktılar da yerine kurdukları ne? Eğitimi imam hatipleştiriyorlar, yönetimi tek tipleştiriyorlar. Devletin kucağında biat ede ede tırmanan bu adamlar biate dayalı bir devlet biçimlendiriyor şimdi. AKP’ye, reisine biat etmeyenin devletin kapısından geçemeyeceği bir dönemin içindeyiz.
Dinselleşmede sona geldik yalnız. Bunun bir ölü kabuktan ibaret olduğu her halde görülüyor. Ahlaka gerek yok, camiye gitmek yeterli. İnanmaya gerek yok, türban takmak yeterli. Dini bilmeye gerek yok, badem bıyık yeterli. Yıktıkları, ölü ele geçirdikleri cumhuriyet ne yapıyorsa tersini yapmaya çalışıyorlar. Onlar için az din iyiydi, bunlar için az laiklik iyi. Onlar bütün imamları laik yapmaya çalışıyorlardı, bunlar bütün laikleri imam yapmaya. Ama olmuyor işte. Zorladıkça dinle sağladıkları yanılsama bozuluyor, paramparça oluyor.

***

Güç odaklarının çatışması önemli tabii, daha önce yazılmamıştı tarihi. Hem yazılsa bile dört yıldızlısını okumak başka. İlk fırsatta alıp okuyacağım İlker Paşa’nın yazdıklarını. Tavsiye ederim siz de okuyun. İster bilgilenin, ister harakiri hatırası olarak alıp saklayın.
Kör olasıca güç odakları; çökerttiler laikliği, yıktılar cumhuriyeti. Sorumlusu olan arkadaşlar ise oturmuş eğleniyor. 
Ne diyeyim başka? 
Gören de sanır ki genelkurmay başkanı benim!

Orhan Gökdemir / SOL

Cumhuriyet’ten hınç alıyorlar - IŞIK KANSU

Babam, uzun yıllar Turhal ve Etimesgut şeker fabrikalarında doktorluk yaptı. Köylü ve işçi çocuklarını, onların analarını, babalarını sağalttı. Ben, Turhal’ı ve çevresini uygarlıkla, işle, üretimle buluşturan şeker fabrikasının hastanesinde doğdum, lojmanında büyüdüm.
 
İçinde yaşayarak öğrendim, tıpkı Turhal gibi Anadolu’nun birçok yöresinde açılan Sümerbank’ın bez fabrikaları ve Türkiye Şeker Şirketi’nin şeker fabrikalarının, yoksul toprakları ve insanları hem aydınlanma ile, hem cumhuriyetçilikle, hem de kalkınma ile tanıştırdığını. 

Şimdi başımıza oturup kalkmaz olmuş bir kadro, Cumhuriyete kinle dolu olduklarından, bir Cumhuriyet atılımı olan şeker fabrikalarından da hınç alıyor. 


Osmanlı ile övünen bu kindar kadro, neye özendiğinin ayrımında bile değil. 

Değerli dostum Dr. Serdar Şahinkaya, Türkiye Barolar Birliği Emek Komisyonu’nun düzenlediği bir etkinlikte “Cumhuriyetin sanayileşmesi ve şeker fabrikaları”nı anlatırken, dünya sanayileşme devriminin doruğuna ulaşırken Osmanlı’daki durumu şöyle özetledi: 
1915 yılında sınaî tesislerin toplam sayısı 282’dir. Sektörlere göre dağılımı örneklendirildiğinde ise öne çıkanlar; 33 un değirmeni, 9 makarna, 6 konserve, 4 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 4 buzhane, 7 tuğla, 6 kireç, 8 kutu, 5 yağ, 3 sabun imalathanesi, 2 porselen imalatı ve elmas traşçılık, 13 deri işleme, 13 marangoz ve doğrama atölyesi, 13 yün ve 5 pamuk ipliği ve dokuma, 41 ham ipek, 6 ipekli dokuma ve 13 sair dokuma fabrikası, 43 matbaa ve sair kâğıt imalatı, 8 sigara kâğıdı ve 3 kimyasal ürün tesisidir.” 

Böbürlendikleri Osmanlı işte bu kadar. 

Cumhuriyetçilerin ne kadar olduklarını ise, Prof. Dr. Afet İnan’ın “Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı 1933” adlı yapıtının ekindeki harita ile kanıtladı Dr. Şahinkaya sunumunda. 

Haritada, Anadolu’nun tüm yörelerinde pıtrak gibi kurulan tesisleri görüyorsunuz. Dr. Şahinkaya’nın dediği gibi: “1923-1938 döneminde Cumhuriyet, kendi köyünden öteyi vatan bilmeyen köylüler ülkesinde sanayi temelli ulusal bir ekonomiyi emperyalist çıkarların kesiştiği bölgede ve iki dünya savaşı yıllarının olağanüstü çalkantılı ortamında yaratmıştır. Buyaratma, toplum yaşamından ekonomiye, hukuktan eğitime, siyasetten uluslararası ilişkilere, yarı sömürgeden bağımsız bir ulus devlete, bilinçli bir tercih, tutarlı bir stratejiyle köklü bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Dünya tarihinde başka bir örneği yoktur.” 
Bugün de dünyada başka örneği bulunmayan bir noktada olduğumuz doğrudur: 
Uygarlığa, atılımcılığa, özgürlüğe, demokrasiye, ilerlemeye ve bağımsızlığa karşı geri gidişte bir başka örneğimiz yok!

(Işık Kansu -CUMHURİYET)

20 Nisan 2018 Cuma

Ekonomide balonlaşma ve 'hava kaçırma' - KORKUT BORATAV

Günümüz kapitalizmi, ekonomik bunalımların öncülü olan farklı bir kriz çevrimiyle yeniden tanıştı. Finansal balonlaşmalar ve sonrası… 

ŞİŞEN, HAVA KAÇIRAN, PATLAYAN BALONLAR
Finans kapitalin öne çıktığı, en azından damgasını vurduğu bugünün dünyasını etkileyen çevrimin halkalarına göz atalım: 
Finansal balonlaşma → balonun hava kaçırması veya patlaması → finansal gerilimler veya kriz...
Batı’da bu “balon”, menkul değer (bazen emlâk) piyasalarında; hisse senedi, tahvil, bono ve son dönemlerde çok çeşitlenen yatırım araçlarının fiyatlarında gözlenir. 
Aşırı finansal şişkinlik,  reel ekonomiyi zorlayınca “hava kaçırarak” veya  patlayarak giderilecektir. Sadece “hava kaçıran” balonların şişkinliği (“subaplar   devreye girerek”) son bulabilir; finansal sistemdeki gerilim, reel ekonomiye taşınmadan geçiştirebilir. Balon patlarsa, finansal sistemde çöküntüler yaygınlaşır; ekonomik bunalımları belirleyen ana değişkenler de devreye girer. 2007’de ABD’de finansal balon “patlamış”; ekonomik bunalımı tetiklemişti. 

Türkiye gibi dünya sisteminin çevresinde (“Güney” coğrafyasında) yer alan “yükselen piyasa ekonomilerinde” benzer bir çevrim söz konusudur. Buralarda oluşan finansal dalgalanmada   yabancı sermaye hareketleri önemli rol oynar. Sürecin başlaması sermaye hareketleri istatistiklerinden izlenir. Günlük dalgalanmaları, döviz piyasaları yansıtır. Finansal “gidişat” hangi yöndedir? Bu sorunun kestirme yanıtını Batı’da borsa endeksleri, Güney’de döviz kurları verir: Dövizin (doların) ucuzlaması balonlaşmaya, pahalılaşması finansal gerilime  işaret eder.

Yakın geçmişe kuşbakışı göz atalım: Batı piyasalarında dört yıllık güçlü, adeta tek yönlü bir finansal balonlaşma endişe uyandırmaya başlamıştı. Şubat 2018’de “hava kaçırma” başladı; on gün boyunca “patlama” olasılığı tartışıldı. Sonunda menkul varlık fiyatları ve borsalar daha düşük bir platforma yerleşti; finansal gerilim, krize dönüşmedi.
Batı’nın finansal balonları hava kaçırdığında, “yükselen piyasalara” dönük fon akımları frenlenir; bu ekonomiler hızla etkilenir.  2018 başında bu coğrafyada “işler yolunda” görünmekte; kendine özgü “balonlaşmalar” tedirginlik yaratmamaktaydı. Şubat sonrasında Batı’daki finansal gerilim bazı çevre ekonomilerinde de finansal yansımalara yol açtı.

Türkiye’nin bu ortamdan nasıl etkilendiğini gözden geçirelim. 

TÜRKİYE'DE BALONLAŞMA            
Bir çevre ekonomisi olarak Türkiye finans sisteminde balonlaşma ve gerilim belirtileri var mıdır? 
Bu bağlamda, yukarıda da vurguladığım gibi sermaye hareketleri önem taşır; ana göstergeleri bu istatistiklerde aramamız gerekir. Elimizde iki aylık (Ocak-Şubat 2018’e ait) veriler var. Aşağıdaki tabloda bunlar özetleniyor; 2017 ile karşılaştırılıyor. 
İlk tespite göre,  2018’in ilk iki ayı bir balonlaşma ortamı içermektedir. 

Sayılara vuralım: Yabancı sermaye girişleri yüzde 78 artmış; dolar olarak  7,2 milyardan 12,8 milyara çıkmıştır. Kayıt-dışı sermaye hareketlerinde  2,9 milyar dolarlık çıkış son bulmuştur.  Türkiyeli (“yerli”) banka, şirket ve rantiyeler geçen yıl ülke dışına 0,5 milyar dolar  fon çıkarırken bu yıl fazlasıyla (2,3 milyar dolarla) Türkiye’ye dönmüşlerdir. Bu hareket, TC bankalarının dış dünyadaki rezervlerinin (mevduatın) 4,3 milyar dolarını Türkiye’ye aktarmasından kaynaklanıyor.  

Bu üç ana kalemden (yabancı, yerli ve kayıt dışı akımlardan) oluşan  toplam sermaye hareketleri ise Ocak-Şubat 2017’de üç milyar dolara yakın “net çıkış” (-2,9 milyar), bu yıl ise 15 milyarlık giriş göstermektedir. Arada on sekiz milyar dolarlık bir sıçrama (pozitif fark) gerçekleşmiştir.

Sonuçta ekonomik canlanma, cari işlem açığını iki misli (%112) tırmandırmıştır. Sermaye  hareketlerinin toplam bilançosu (15,3 milyar dolar) cari açığı fazlasıyla aşmış; iki yıl önce eriyen rezervler  çarpıcı boyutta (- 1,5 milyar dolar →  +4,1milyar dolar) artmıştır.


BALONLAŞMANIN GERİLİME DÖNÜŞMESİ
Niçin “balonlaşma” diyoruz? İki aylık canlanmanın Ocak’ta yoğunlaştığını ifade edeyim. Yabancı sermaye girişlerinin dörtte üçü Ocak’ta gerçekleşti. Bu tempoda bir dış kaynak girişinin sürdürülmesi, eski terimlerle, “mümkün ama muhtemel değildir”. Ocak 2018’in cari açığı  7 milyar dolara ulaşmıştı. Bu temponun aynen sürdürülmesi on iki ayda 80 milyar doları aşan  açıkla sonuçlanır; “ne mümkündür, ne de muhtemel…”  Nitekim, “frenlenme” Şubat’ta da başlamış, dış açık 4,2 milyara inmiştir.  Rezerv birikimi tümüyle ilk ayda gerçekleşmiştir. Şubat’ta rezerv erimesi başlamıştır. 

Ocak’taki “bol kepçe dış kaynak”, döviz piyasalarına yansımış; ay sonunda dolar  binde beş oranında ucuzlamıştı. Ucuzlayan döviz, ülkeye bir “sıcak para cenneti” görüntüsü verir. Bu balonlaşma nasıl başladı? Türkiye’de “normal” ortamlarda “otonom”, yani “kendiliğinden” sermaye girişleri  iç talebi pompalar; ekonomiyi canlandırır. Belli bir eşik aşıldıktan sonra, canlanmanın finansal yansıması, reel ekonomiyi aşar; balonlaşma oluşur. 
Bazen süreç, 2018’deki gibi içeriden başlayabilir. Seçim konjonktürü nedeniyle kamu maliyesinden kaynaklanan talep genişlemesi öne çıktı; bütçe destekli kredi garanti fonu uygulamalarında olduğu gibi… Seçim ekonomisi kapasite kısıtlarına çarpınca enflasyon yükselir. Artan iç talep, dış kaynak girişleriyle desteklendikçe balonlaşma söz konusudur. Yabancı fon akımları  yavaşlayınca balon sönmeye, hava kaçırmaya  başlayacaktır. Bu akımların Şubat’ta yavaşlamaya başladığına yukarıda değindim. 

Mart’tan başlayarak bu konjonktür içindeyiz.  Birkaç gösterge aktarayım.
Yabancıların Türkiye’deki menkul kıymet (hisse senedi, tahvil, bono) yatırımlarından Mart’ta 500 milyon dolarlık net çıkış gerçekleşti. Dış kaynaklarda henüz istatistiklerde görünmeyen diğer olumsuz hareketlerin (yavaşlama, çıkış) başladığını TCMB’nin brüt döviz rezervlerini eritmesinden anlıyoruz: 2 Mart-4 Nisan arasında bu rezervler 6,2 milyar dolar azaldı. Ocak sonundaki zirveden hesaplanırsa  rezerv erimesi 8,3 milyar dolar çıktı.
Döviz piyasalarına akan TCMB rezervleri, dolardaki yükselmeyi önleyemedi. Sayıları hatırlatayım: Mart başını izleyen beş hafta sonunda dolar  4 TL’yi aşmış; yüzde 6,5 pahalılaşmıştır. Hesabı Ocak sonundan başlatırsak, artış yüzde 8,4’e yükseliyor.  

TCMB’nin eriyen rezervlerinin desteği olmasaydı döviz fiyatlarındaki tırmanma nereye ulaşacaktı? Bilemeyiz. 
Finansal balon “hava kaçırmaya” başlamıştır; yoksa “patlama” sınırında mıdır? 

TÜRKİYE'NİN 'OLUMSUZ AYRIŞMASI'
Şubat’tan itibaren, Batı’daki finansal balonlaşmanın “hava kaçırarak” daha düşük bir düzeye yerleştiğine yukarıda değindim. Bu “düzelme” süreci, “yükselen piyasa ekonomileri”nin zayıf halkalarını da olumsuz etkiledi. Döviz fiyatları ve borsa endeksleri gibi günlük göstergeleri izleyen finans uzmanları, son bir ayda Türkiye’nin (Rusya ile birlikte) en sert etkilenen ülke olduğunu belirledi.

Bu uzmanlardan biri (Jefferies’den Sean Darby), Türkiye üzerine ahkâm kesmiş (Financial Times, 13 Nisan). Aktarıyorum:
“TCMB 25 Nisan toplantısında [%12,75’lik] geç likidite faizini yükseltmezse Türkiye’nin rahatlamasını beklemiyoruz. Sıcak para girişleri kredileri canlandırmış;  enflasyonu yükseltmiştir. ABD’de faizler artarken Merkez Bankası sert bir parasal  daralmaya geçmezse sermaye çıkışları önlenemez. Türkiye’de hisse senetleri bugün ucuzlamış görünüyor, ama şirketlerin yüzde 70’inde temettü getirileri yüzde 1’in altındadır ve borçluluk oranı yüksektir. Merkez Bankası faizleri yükseltirse bunlar güç durum sürüklenecektir. Türkiye’ye yatırımı bu nedenle önermiyoruz.”

TCMB, Cumhurbaşkanı’nın baskılarını sineye çeker de faizlere dokunmazsa ne olur? Döviz fiyatlarının tırmanması sürer; bu hareketi önleyecek rezerv silahı da tükendiği için bu kez döviz borçlusu şirketler bunalıma sürüklenir. Hatırlatalım ki Ocak 2018’de şirketlerin net döviz pozisyonu eksi 222 milyar dolara çıkmıştı. 2017’nin dolarlı milli gelirinin dörtte birini aşmaktadır.

Kısacası faizlerin yükselmesi TL borçlusu şirketleri, değiştirilmemesi döviz borçlularını sarsacaktır. 

Banker Darby, sıcak para yatırımcılarına “bu ortamda borsaya girmeyin” diyor ve finansal gerilimi hafifletecek bir kanalın tıkanmasına katkı yapıyor.   Peki, bu daralmayı banka kredileri niçin telâfi etmesin? Nitekim, Ocak-Şubat 2018’deTürkiye’ye giren 12,9 milyar dolarlık yabancı sermayenin yüzde 90’ından fazlası dış borçlar (banka kredileri veya tahvil ihracı yoluyla) artırılarak gerçekleşmişti. Bu kanal niçin sürdürülmesin? 

Galiba, bu kaynak da tükenme işaretleri veriyor: Türkiye’nin 12 ay içinde vadesi gelen dış borçlarının toplamı 185 milyar dolardır. Bu bedele geçmiş 12 aylık cari işlem açığını (53 milyarı)  da ekleyin: Bir yıl içinde Türkiye’nin dış bağlantılarını olduğu gibi sürdürebilmesini mümkün kılan asgari döviz toplamı 238 milyar dolardır. 

Dış kırılganlık göstergeleri olumsuz ve daha da bozulmakta  olan Türkiye’nin alacaklıları, vadesi gelen kredilerin yenilenmesini (döndürülmesini) reddettiklerinde finansal balon patlayabilir. 2009’da bu durum birkaç ay sürdü; ekonominin küçülmesine yol açtı. 
Tekrar eder mi? 

İktidar bloku bundan korkuyor ve erken seçime gidiyor. 

Korkut Boratav / SOL

Yanlış adımlar kılavuzu - KEMAL CAN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim tarihini açıklanmasını televizyondan öğrenen Başbakan ve AKP milletvekilleri görüntüsü siyasetin karar alma biçimini anlatıyor. Açıklamanın ardından, sınav tarihini değiştiren YÖK Başkanı, henüz ne yapacağını bilmiyor olsa da talimatı kabullenen YSK Başkanı da kabullenilmiş bir kuralsızlığı gösteriyor. Uzun süre AKP hükümetinde bakanlık yapmış Ertuğrul Günay konuya dikkat çekti: Meclis’te alınmış bir seçim kararı olmadan, usulen bile olsa YSK’ye hazırlıkların yetişip yetişmeyeceği sorulmadan, herkesin açıklamayı emir kabul etmesi, keyfiliğin ve bu keyfiliğe teslim oluşun ifadesi. Açıkça muhalefetin önünü kesme hamleleri yanında, sadece bu üslupsuzluk ve ölçüsüzlük yüzünden bile, muhalefetin “seçimden kaçıyorlar” suçlamasından korkmayıp Meclis görüşmeleri sırasında, bu etik dışı, kuraldışı ve fütursuz sürece itiraz etmesi, bu ölçüsüzlüğü seçimin zemini haline getirmesi gerekir. “Ne derler” diyerek “dokunulmazlıktaki” gibi “destek” tuzağına düşülmesi ise kötü bir başlangıç olur. 


Muhalefet blokunda, 16 Nisan sonrasında çok konuşulmaya başlayan ve erken seçimin görülmesi ile birlikte yeniden hız kazanan çok güçlü bir inanış var: “Artık yeni sistemde milletvekili seçimlerinin bir önemi yok, dolayısıyla bütün dikkatin cumhurbaşkanı seçimine ve oradaki sonuca verilmesi gerekir.” Bağımsız aday girişimlerinin de ısrarla üzerinde durdukları bir yaklaşım bu. Fakat, bu noktadan yola çıkmak, getirilmek istenen yeni düzene karşı duruşu örgütleme iddiasındaki muhalefetin kendi ayağına kurşun sıkması demek. Her şeyi belirlemek isteyen “kötü” tek adama karşı, her şeyi düzeltecek “iyi” adam (veya kadın) önermek başlı başına bir çelişki. Tutarsız olmasının yanında gerçekçi de değil. Çoğunlukçuluğa karşı çoğulculuğun zaferi, bu yaklaşımın en geniş ve en güçlü biçimde temsil edileceği Meclis ve onun eliyle yapılacak bir restorasyon ile mümkün. Meclis karşılığı olmayan Cumhurbaşkanlığı seçim “zaferi”, 7 Haziran sonrasına benzeyebilir ve bu tehlikeyi seçmen de görür. 

Tartışmaları erken başlatıp zamanı iyi kullanarak mesafe alamamış muhalefetin henüz belirgin bir stratejisi yok. Bu kısıtlı sürede, karmaşık ilkeler listesi, kafa karıştırıcı taktik formüller üretmek de çok mümkün olmayabilir. Bu yüzden, “Seni başkan yaptırmayacağız” gibi, basit ve güçlü bir hedef işaret etmek gerekiyor. Fakat bu taşıyıcı sloganın cevap vermesi gereken sorular olacak. Çünkü, iktidar konjonktürel risklerin büyüdüğü bir zamanda aşırı erken seçim kararı alarak, stratejisini yine dere geçerken at değiştirilmez inanışına dayalı “belirsizlik tehlikesi” üzerine kuracağını gösterdi. Risklerin kendisine döndürülmesini engellemek için de baskı süresini kontrol edilebilir ölçüde kısalttı. Hedefe pragmatik seçmeni koyacak ve şu temel soruyu zorlayacak: “Beni indirmeyi aklınıza getirirken, sonra ne olacağını da düşünün.” Bu hamlenin karşısında muhalefetin aynı hedef kitlenin önüne, “Mevcudun devamına rıza gösterirsen başına geleceği hâlâ anlamadın mı” sorusunun yanında, “tehlikesiz” geçiş garantisini inandırıcı önermelerle koyması gerekiyor. Ayaklardan birinin eksik kalması yürümeyi çok zorlaştırabilir. 

Seçim yasası değişikliğinde olduğu gibi, etik dışı erken seçim hamlesinin ardından da, beklendiği gibi boykot tartışmaları alevlendi ve biraz da sertleşti. Muhalefet enerjisinin nasıl kullanılacağı, kullanılması gerektiği, hangi yolun bu enerjiyi artıracağı veya bitireceği konuşuluyor. Seçime girecek muhalefet partilerinin kurumsal olarak baştan beri destek vermediği boykot fikri, şimdiye kadar geniş bir toplumsal hareketlilik de üretmiş değil. Oyuna ortak olup elini kirletmek istememek son derece saygın bir tercih olabilir (ki öyledir), umudu canlı tutmak ve başarmaktan önce çabayı hedeflemek de öyle. Fakat baskın seçim gündemi, muhalefetin açıklanabilir pozisyon ile zorlanabilir hedef arasındaki seçimini acilleştiriyor, bu konuda - şimdiye kadar yapılması gereken- geniş tartışma imkânlarına pek yer bırakmıyor. 

25 Haziran sabahı utanılmayacak bir yöntemle, pişman olunmayacak bir sonuç almanın yolu, enerji tüketmekten değil, yaratmaktan geçiyor.

Kemal Can / CUMHURİYET

‘A. Kirsi Ali’ ne diyor? - Meriç Velidedeoğlu

Ülkemizin gündemi saatle değişen inanılmaz bir karmaşaya dönüştürülüyor, “tek” kişinin aldığı kararlarla... 

Belirlediği seçim tarihi, doğal olarak gündemi kapladığı şu sırada; geçen hafta cuma günü yapılan, “28 Şubat Davası”nın son duruşmasının sonuçlarından söz etmeyi yine de sürdürelim diyorum, değerli dostlar. 

“28 Şubat 1997” tarihli, “Milli Güvenlik Kurulu”nda (MGK) alınan bir dizi kararla, dönemin “Refah-Yol Hükümeti”ni devirmeye çalıştıkları savıyla, içlerinde eski  “Genelkurmay Başkanı”, eski “2.Başkanı”,  birçok “general” ve “albayın” bulunduğu
“102” komutan ve eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz ile birlikte “103” kişi hakkında karar verildi. “68” sanık beraat etti, “10”u için zaman aşımı uygulandı, “4”ü yaşamını yitirdiğinden dava düştü, “21”i de “müebbet hapis” cezası aldı. 

Öte yanda, “21 komutan”a böyle bir cezanın verilmesine neden olan “28 Şubat Kararları”nın alınmasına, uygulanmasına da neden olan durumun, ülkemizin “laik yapı”sını yok etmek isteyen “yıkıcı tehditler” olduğu bilindiği gibi, bu “laik yapı”yı korumanın, “TSK’nın görevi” olduğu da bilinir. 

İşte bu görevi dolayısiyle dış dünyada, “TSK”ya karşı yapılan eleştiriler, “2002”de,  “AKP”nin iktidarıyla birlikte yavaş yavaş belirecektir. Özellikle “22 Temmuz  2007” seçimlerinden önce, mayıs, haziran aylarında yoğunlaşır, “TSK”ya yapılan suçlamalar. Öyle ki, Batı’nın bilinen o ünlü gazeteleri yanında, “Al Beyan”, “Kuds ul Arabi”, “Hayat”, “Ehram” gibi Arapça yayın yapan gazeteler de veryansın ederler.  “TSK”ya. Ve bunların çevirileri de, hiç gecikmeden basınımızda yayımlanır. 
Bu dış basın, “TSK”ya karşı “AKP”yi -gülmece boyutuna varan-“övme” kuyruğuna girdiğinde, bunlara karşı “TSK”yı savunan bir makale yayımlanır, “News Perspectiver Quarterly” dergisinde. Somali kökenli, eski Hollanda milletvekili “A. Kirsi Ali”nin, “Laikliği Silahsızlandırmayın!” başlıklı bu yazısı, nedense basınımızda hiç mi hiç ilgi uyandırmamıştı Cumhuriyet dışında. (6 Eylül 2007) 

Yazar, “Türkiye’ye laiklik getirmenin herhangi bir laiklik anlamına gelmediğini”  
belirtip, “Bir İslam ülkesi olan Türkiye’ye laik düzenin getirilmesi, Batı’nın, Hıristiyan ülkeleri Almanya’ya veya Fransa’ya laik düzenin getirilmesine benzemez!” diye sürdürür; ardından da, “Ordu eşsiz biçimde, Türkiye’nin laik karakterinin bekçiliğini yapma görevine sahiptir!” vurgulamasını da yapar.

Öte yanda Kirsi Ali, Türkiye’de laik düzenin oluşturulmasının Batı ülkelerinden “başka” oluşunun nedeninin, ilkin, Batı’da, “Reformasyon”, “Aydınlanma”, “1789 Devrimi”  süreçlerinin yaşanmasına bağlı olduğunu belirtir. Ardından da,   “Hıristiyan”  ve “İslam” şeriatları arasındaki “ayrıma” değinir ki, Türkiye’de laikliğin korunmasının,  “TSK’ya bağlılığının zorunluğunu, “tarafsız” olarak ortaya koymaya çalışır.

Öte yanda, değerli bir hukukçu olan “Ali Sirmen”in de, salı günkü yazısında: “Ömür boyu hapis cezasına çarptırılanların hepsi kaynağını anayasadan alan bir yetkiyi kullanmışlar, bir devlet kurumunun, yine kaynağını anayasadan alan yetkisine dayanan kararlarını uygulamışlardı” vurgusu da bu durumun “hukuksal bağlamı”nı açık ve net bir biçimde ortaya koymuştur. 

“2013”te başlayan davanın, “beş yıl” sonra “2018”de, “hukuk”un “AKP” iktidarınca hiçe sayılmasının, doruk yaptığı bir dönemde sonuçlandırılmasının anlamı da, böylece ortaya dökülmüştür!..

 Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Haziran eğitim ayıdır - ÜNAL ÖZMEN

Yaklaşık 18 milyon öğrencinin karne, 3 milyonunun diploma alacağı 2017-2018 Eğitim Öğretim Yılı 8 Haziran’da sona eriyor. Hemen ve ardından ilköğretimden ortaöğretime (2 Haziran), ortaöğretimden üniversiteye geçiş (30 Haziran) ve bursluluk (3 Haziran) sınavları yapılacak. 

Sınava girsin veya girmesin ne öğrencinin ne velisinin, Eylül’de hangi okulda ve hatta hangi şehirde eğitimine devam edeceği konusunda bir öngörüsü yok. Ara sınıflardaki öğrencilerin yeni okul arayışı devam ediyor. Bu belirsizliğin yol açtığı okul kayıt ve nakil işlemlerinin telaşa dönüştüğü aydır Haziran. Ve ayrıca direniş ayıdır Haziran…

Eğer muhalefet insanların arayışına, “ben çocuğumu okula gönderdim, okul çocuğumu Kuran kursuna gönderdi” diyen türbanlı annenin sorusuna anlamlı yanıt verebilirse, Erdoğan’ı, eğitim ayı olan Haziran’ı seçim ayı olarak belirlediğine pişman edebilir.
Bugün devletin otoritesi altında yürütülen fakat kamusal olmayan eğitimin insanlara bir iş, statü, saygınlık, beceri, yeni bir hayat vaadi yok. Eskiden insanlar okuyunca ne olacağını biliyordu, şimdi ne olamayacağını biliyor. 

Muhalefet, okulu ve eğitimi, bireyin kendi geleceğini özgürce planladığı kamusal bir yaşam alanına dönüştürecek eğitim siyasetine ağırlık vermelidir.
Erdoğan’ın 16 yıldır yönetemediği eğitime dair söyleyeceği hiçbir sözü, hiçbir vaadi seçmende karşılık bulmaz. Toplum, din eğitiminin modern anlamda eğitim olmadığının farkında, farkında olmadığı halkın lehine olan eğitimi savunanların nerede olduğudur.

Türkiye halkı seçimini çocuğu ile Erdoğan iktidarı arasında yapmak zorunda.Muhalefet de seçim beyannamesinin ilk maddesini eğitime ayırmalıdır. 
Eğer değerlendirebilirse Kemal Kılıçdaroğlu bu konuda oldukça şanslı: Birkaç gün önce (16-18 Nisan) açılışını yaptığı Balçova Belediyesi ile Yeni Kuşak Köy Enstitülerinin düzenlediği Eğitimde Adaleti ve Geleceği Düşünmek Sempozyumundan kamusal, laik ve bilimsel eğitime dair iyi bir metin çıkarabilir. Benim de konuşmacı olarak katıldığım sempozyumda, halkın lehine bir eğitimin yol ve yöntemleri ele alındı. Tek uyarım bu tür çok katılımcı, çok oturumlu etkinliklerde kaçınılmaz olarak araya sızmış olan liberal fikirleri ayrıştırmaya, onlara itibar etmemeye dikkat etmek... Liberalizmin her halükarda halk karşıtı ve eğitimde dinselleşmeye hizmet ettiğini bilmek gerek.

Erdoğan seçim tarihi olarak 24 Haziran’ı belirlerken Ramazan ayında yükselen dini duyarlığı seçime katmanın hesabını yaptı: 
Camiler seçim bürosu olarak kullanılacak, belediyeler binlerce kişilik iftar sofraları açacak (ki muhalefet partilerinin belediyeleri de bu yarışa katılacak), 15 Haziranda başlayan Ramazan Bayramı AKP’lilerin yüz bulamadığı seçmenin hane kapısını çalmaya vesile olacak, içinde yoksullar için üretilmiş standart dışı ürünlerin bulunduğu “yardım” kolileri dağıtılacak; her bir televizyon kamerasını minbere sabitleyecek, gazeteler kuponsuz Kuran dağıtacak. Komşun, oruç tutmadığını bildiği halde sahurda kapını çalacak, Aleviye “Kızılbaş” denecek, dini bulunmayan söz ve davranışlar linç nedeni sayılacak… Velhasıl dini olmayan her söz ve davranış eleştiri konusu yapılarak kutuplaşmış, ayrışmış toplum kesimlerinin yeni amaçlar için bir araya gelmesi engellenmeye çalışılacak.

Cami ve din, islamcı ittifakın güçlü olduğu yerse okul ve eğitim en zayıf olduğu alandır. 
Gallup Türkiye 2017 araştırmasına göre Türkiye vatandaşlarının yüzde 70.2’sinin önceliği “İyi okullar ve üniversitelere sahip olmak.” Dünden bugüne bu oran değişmedi, aksine arttı. İyi geleceğin iyi eğitimle mümkün olduğuna inanan topluma yeni bir eğitim modeli sunmayıp 2003 öncesine döneceğim deseniz bile geleceğe dair hiçbir hayale fırsat tanımayan İslamcılarla baş edebilir, din simsarlarının din içindeki rolünün sorgulanmasına vesile olabilirsiniz.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Tarihsel öğreti bir kurumun anafikridir - MÜSLÜM GÜLHAN

Kuruluş: 4 Haziran 2014
16,5 milyonluk bir bedel tespitinin akabinde satılmış olan kulüp, hangi arada, hangi şartlarda yapıldığı belli olmayan ihaleyle sahiplerini buldu.

Başakşehir ilçesi, siyasi anlamda bir getto özellikleri çerçevesinde yerleşim yeri olarak kurgulanmıştır. Futbol takımı da bu özellikler içinde, projenin parçası olarak uygulamaya koyulurken, genel ve yerel siyasi yapıların tüm olanaklarından faydalanmaktadırlar.

Çıkış noktası: Sporun siyaset üstü kavramı olmasını sağlayan küresel etkisi yöreselleştirilerek, siyasetin önemli argümanı haline sokulması neticesinde, sosyal-siyasal-ekonomik propaganda etki alanına çekilmiştir. Bir araç olarak kullanılan en etkili kurum haline getirilen spor ve haliyle futbol, uygulamadaki tüm kültür kodları feodal ve arabesk içerik taşıyarak alt seviyede uygulama hedefi haline getirilmiştir. Bu yapının kurgulanması tüm takımları etkisi altına alarak, hepsini yöresel figür haline getirmiştir.

Böylelikle de çok üst seviyeye oynayamayacak takımların spor dışı etkiler sayesinde önü açılmış oluyor.

Siyasi etkilerin en önemli katkısı kolay sponsorluk bulmalarıdır! Haliyle, Başakşehir’in en önemli kazancı sponsor gelirleri oluyor. Tabii burada bakılacak nokta; bu kadar kolay ve yüksek girdiler sağlayan sponsorları bulmalarındaki kolaylık ile sponsorların devlet ile olan ilişkileridir.

Bu Başakşehir için bir kolaylık, ama sporun etik rekabet koşulları için ciddi bir sorun. Çünkü rekabet koşulları içindeki eşitlik ilkesi bu ilişkiler sayesinde sporun gerçek ruhuna zarar vermektedir.

Devletin sadece eğitim alanındaki bu ilçeye yaptığı yatırımlar süreç hakkında net bilgi verebilir.

“Eğitimde Başakşehir; 82’si devlet okulu, 142’si özel okul olmak üzere toplam 224 okulla adeta İstanbul’un eğitim öğretim üssü olmuştur.”

Başakşehir’in nüfusu şu anda 2018 tahmini kayıtlı olmayanlarla beraber 600 binlere geldi ve devam eden büyük projelerle bir milyon hedeflenmektedir.
Hiç kimsenin böyle bir takım olmasından rahatsızlık duyması söz konusu değildir. Hatta oynadığı futbol adına olumlu olarak yorumlanacak ayrıntılar bulunmaktadır. Mühim olan rekabet koşullarının eşit şatlarda olmasıdır. Buradaki sıkıntı devlet desteği ile avantajlı konuma geçmesi ve olayı bir siyasi proje haline getirilmesidir.

1884 yılında kurulan Leicester City’nin, İngiltere Premier Lig’de şampiyon olması tüm dünya tarafından sempati ile karşılanmıştı. Çünkü tarihsel edinimler ile oluşturduğu kendi koşulları sayesinde, şartları kendinden daha iyi olan takımlarla eşit şartlarda mücadele ederek şampiyon olmuştu. Can alıcı nokta; şartların herkes için eşit olmasıdır.

Mütevazi olmanın erdemi başarının saflığı ve emek içermesidir. Tarihsel misyonu olmayan bir kulübün tek dayanağı siyasi etki olursa, ister istemez karşıt tepkisinin oluşumu çok kolay olacaktır.

Metin Oktay’ı, Lefter’i, Can Bartu’su, Şükrü Gülesin’i, Sabri’si, Yasin’i, Datcu’su olmayan bir takım, tarihsel öğretilerden mahrum kalır. Tarihsel öğreti bir kurumun ana fikridir. Tüm kitleleri arkasından sürükler ve milyonlarca taraftarı olmasını sağlar.

İşte örnek: Çanakkale Savaşında şehit düşen futbolcular.
“Fenerbahçeli Arif (Emirzâde), olmadan ise Fenarbahçe olmazdı. Savaş çıkıp, cepheye gönderilince Arif’in gönlü takımından ayrı kalmaya razı gelmemişti. Arif, cepheden ata atlayıp 26 saatlik yoldan sonra sahaya çıkıyor, maçını oynadıktan sonra tekrar savaşa koşuyordu. Şehit haberi geldiğinde arkadaşları yıkıldı.”

“Çanakkale’de destan yaratanlardan biri de Galatasaray’ın sembol futbolcusu Hasnun Galip’ti. Düşmanla savaşmış, dövüşmüş ve şehit düşmüştü.”
“Beşiktaş’ın kaptanı Kâzım aynı zamanda şairdi. Çanakkale’de sırtına yediği bir gülle ile parçalandı. Birliğindeki yakın arkadaşları, yerde hazin bir şekilde yatarken, ceketinden fırlayan bir kâğıt parçasını hatıra olarak sakladılar. Beşiktaş kaptanının üstünden ‘Beşiktaş Marşı’ çıkmıştı.”

Şimdi üç büyüklerin yapacağı bir Çanakkale Savaşı koreografisini düşünelim. Bir de Başakşehiri’in yaptığı Clichy’li koreografiyi düşünelim.

MÜSLÜM GÜLHAN  / BİRGÜN

19 Nisan 2018 Perşembe

24 Haziran’ın hedefi İyi Parti - KEMAL CAN

Beklendiği gibi Bahçeli’nin hamlesi sonuç verdi; Türkiye erken, hatta acil seçime gidiyor. Aksi iddialara rağmen, seçim gündeminin hep sıcak kalması “baskın seçim” olasılığını da gündemde tutuyordu ama pek saklama gereği duyulmaksızın bir siyasi mühendislik faaliyetine dönüşen böylesi bir baskın akıllara gelmemişti. 24 Haziran tarihi artık gayri resmi olarak ilan edildiğine göre, bu erkenliğin gerekleri ve ortaya çıkaracağı sonuçlara birkaç başlık altında bakalım: 

İktidar kendi sıkışmışlığını, muhalefetin çaresizliğine çevirmek istiyor: Ekonomide, dış politikada, eğitim-sağlık gibi kritik hizmet alanlarında hissedilir hale gelen kötüye gidiş terse çevrilemiyor ve bu rahatsızlığın oy desteğine yansıması durdurulamıyordu. Zaman açık biçimde aleyhe işliyor, Afrin, teşvik paketi gibi dopinglerin de fazla çare olamayacağı görülüyordu. Buna karşılık, “cumhur ittifakı” sonrasında muhalefette yavaş ama kararlı bir toparlanmanın işaretleri görülmeye başlandı. İktidar, çapraz hareket eden bu iki eğrinin mümkün olan en yakın zamandaki kesişme noktasının kendisi için daha avantajlı olacağını değerlendirdi. 

Seçimin aşırı erkene çekilmesi, hem rahatsızlık işaretlerinin hem de zamanla oluşacak oy değişimine ilişkin beklentilerin negatif olduğunu gösteriyor. Üstelik, önemli bir muhalefet potansiyeli barındıran İyi Parti’nin açıkça seçim dışına itilmesini hedefleyen bir tarihin seçilmiş olması, böyle bir hamlenin yaratacağı tepkinin de göze alındığını gösteriyor. Bu reaksiyonun göze alınmasının nedeni, 16 Nisan referandumu sonrasındaki tepkisizliğe güvenden olabileceği gibi, ortaya çıkacak sonuçtan duyulan endişenin büyüklüğüyle de ilgili olabilir. Ama böylesi “kör kör parmağım gözüne” bir hamlenin beklenmedik sonuçları da olacaktır. 


Seçimin bu kadar erkene alınması, ortak hedef oluşturma, bu hedefin olabilirliğini ve yöntemini anlatma konusunda muhalefeti çok sıkıştıracak. Birlikte davranmanın ilkelerini ve birliktelik zemini kuramamış muhalefet, mevcut durumu korumak gibi kolay anlatılır bir hedefi olan 16 Nisan’a göre çok daha dezavantajlı. Çünkü, bir restorasyon programı ortaya koymak için, Meclis çoğunluğunu da alabilecek aritmetik iddiayı ve restorasyon aşamalarını göstermek zorunda. İktidar, HDP’nin yalnızlaştırılması meselesi çözülemeden, İyi Parti’yi de denklemden düşürerek muhalefeti zorluyor. 
İyi Parti’den ilk tepkiyi Meral Akşener verdi. Akşener, gerekirse 100 bin bağımsız imza toplayarak aday olabileceğini söyledi. Bütün stratejisini Akşener’in cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunun adayı olması üzerine kuran İyi Parti açısından bu formül, sıkıntıları gidermeye yetmeyecek. Çünkü, ilk siyasi sınavına çıkacak bir siyasi hareket için bu, ölü doğum anlamına da gelebilir. İyi Parti’nin milletvekilliği seçimlerindeki performansını düşürecek bir sonuç, muhalefetin genel etkinliği açısından da ciddi bir sorun yaratır. Elbette, seçime girme hakkı bulunan Saadet Partisi’nin “taşıyıcı parti”, CHP’nin “şemsiye parti” olma seçenekleri masada olacak.
 
Seçim yasalarında yapılan son dakika değişikliklerinin bile bu seçimde uygulanabilmesinin yolunu açmış olan iktidar, hâlâ elinde tuttuğu değişiklik kartlarıyla da, muhalefetin hamle alanlarını tıkamaya, zamanlarını çalmaya yönelecek gibi görünüyor. Şimdiye kadar gösterilen performans, bu konuda centilmenlik gözetilmeyeceğini kanıtlıyor. Ancak, bu seçim yapılmadan sonucu kabul ettirme, mindere çıkmadan pes ettirme hamleleri beklenmedik bir tepkiyi de harekete geçirebilir.

Kemal Can / CUMHURİYET

Tuzak mı, acil seçim mi? - AYŞE YILDIRIM

MHP lideri Devlet Bahçeli, 2016 Ekim’inde birdenbire ‘getirin Meclis’e’ deyivermişti. Bugün Erdoğan’ın fiilen uyguladığı ‘Başkanlık’ sisteminin yolu böyle açılmıştı. 
Elbette Bahçeli’nin önceki gün yaptığı erken seçim çağrısının ardından pek çok spekülasyon yapıldı. Daha önceki erken seçim çağrıları bunların başındaydı. 
Özellikle AKP içindeki bazı siyasetçiler ise Bahçeli’nin Erdoğan’a tuzak kurduğunu söyledi.

Emine Kaplan’ın dün Cumhuriyet’te yer alan kulis haberine göre de AKP içinde hâlâ MHP ve Bahçeli’ye güvenmeyen bir kitle bulunuyor. “Bahçeli’nin bu çıkışının, AKP’ye yönelik bir tuzak olabileceği dile getirilirken ‘Bahçeli, 2002’de aynı çıkışı yaptı. Ama seçimde kendisi barajın altında kalırken ANAP, DYP ve DSP’yi de bitirdi’ yorumları yapılıyor.” 

Sonuçta Erdoğan, Bahçeli ile yaptığı yarım saatlik görüşmenin ardından erken seçimi kabul etti. Hatta Bahçeli’nin önerdiği tarihi epey bir öne çekti. 

Peki bu bir tuzak mı?

Kasım 2015. Dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş, Hürriyet’ten  Cansu Çamlıbel’e söyleşi veriyor. Ki Türkeş, o sıralarda AKP’ye karşı görünen MHP ile yollarını yeni ayırmış ve siyasete AKP’de devam etme kararı almış bir isim. 

Türkeş, o söyleşide günlerce tartışılan bir iddiada bulunuyordu.

Bahçeli’nin AKP ile ortaklık dışında bir siyasi stratejisi olabileceğini savunuyordu Türkeş ve AKP’yi referanduma itmenin Bahçeli’nin erken seçime yönelik bir ‘siyasi tuzağı’ olabileceğini söylüyordu. 

Eski bir MHP’li olarak, ‘bilen birisi olarak’ konuştuğunu söylüyordu Türkeş: 
“Sayın Bahçeli çok deneyimli ve kurt bir siyasetçidir. Şüphesiz ki bir stratejisi vardır. Bu stratejisindeki öncelik de kendi partisinin başarısı olmalıdır veöyledir de. 
....Meclis’te 40 milletvekiliyle iktidar partisine bir zarar veremezsin ama yanlış bir adım attırırsan referandumda yüzde 49 dahi alsa AK Parti referandumu kaybetmiş olur ve opsiyonlardan biri de takviminden önce seçim yenilemek olabilir. AK Parti’nin bu tuzağa karşı çok dikkatli olması gerekir.” 

Üzerinde şaibe gölgesi olan referandumda ‘evet’ oylarının yüzde 51.4 olduğu savunuldu. CHP lideri Kılıçdaroğlu ise 10 ay sonra referandumun ‘gerçek’sonuçlarını açıkladı. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasına göre ‘hayır’ oyları yüzde 51.2’ydi. 
Buradan bakınca Türkeş’in sözleri pek de yabana atılacak gibi değil. 

Elbette Bahçeli’nin bu çıkışı tuzak mı değil mi zaman gösterecek. Türkiye bu konuyu 24 Haziran’a kadar, belki ondan sonra da konuşacak. 

Peki erkenden ziyade ‘acil’ görüntüsü veren bu seçimden sonra Türkiye’de ne değişecek? 

HDP’nin tutuklu eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş geçen hafta yine mahkeme huzurundaydı. Üç gün boyunca anlattıklarıyla tarih yazdı Demirtaş. Yarın öbür gün “Sahi o yıllarda Türkiye’de ne olmuştu” diye soranlar Demirtaş’ın anlattıklarını okusa yeterli. 

Çözüm süreci, 7 Haziran seçimleri, 1 Kasım’a giden süreç, hendek ve barikatlar, dökülen kanlar, çekilen acılar… 

Perde gerisinde yaşananları bizzat dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun ve dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın sözleriyle ‘teşhir’ etti. 
Davutoğlu doğru düzgün bir yanıt bile veremedi. Ala ise hâlâ suskun. Elbette ‘tanık’ olarak mahkemeye çıkarılırsa ne diyeceğini duyabileceğiz. 
Ancak şu bir gerçek ki Demirtaş’ın anlattıklarıyla normal bir ülkede yer yerinden oynardı.
 
Türkiye’de ise yaprak kıpırdamadı. 

Oysa duruşmayı izleyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Tekin Bingöl ne diyordu: 
“Bence bu siyasi tarihimizde önemli savunmalardan biri olacak, tıpkı Deniz’lerin savunmasında olduğu gibi.” 

Onun için tuzak ya da değil 24 Haziran’da seçime giderken hadi buradan başlayalım. O kanlı süreci ve hâlâ süren baskıcı rejimin gerçek yüzünü ifşa edelim ki bu acılar bir daha yaşanmasın ve AKP tarih sahnesinden silinsin.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

‘15 Temmuz Anayasası’nın iflas beyanı - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Anayasal demokrasi yanlılarına tavsiyeler’ (29 Mart 2018) başlıklı yazımı, “Hükümetin, cumhurbaşkanlığının ve sistemin olmadığı bir düzenlemeyi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırmak, tam bir yanılsama” saptaması ile özetledikten sonra şöyle noktalamıştım: “TBMM ve CB seçimlerini, anayasal demokrasi ve hukuk devletine dönüş vesilesi olarak gören siyasal parti kurmayları, sivil toplum temsilcileri ve demokratlar, meşru amaç hedefine uygun araçlarla ilerlemek için kullandıkları deyimlerin de bilimsel bilgi süzgecinden geçirilerek Türkiye gerçekliği ile örtüşüp örtüşmediğini test ederek, doğru-gerçek ve amaca elverişli” olması yaşamsaldır.


“16 Nisan iflas etti” diyor Bahçeli
D. Bahçeli, 17 Nisan günkü konuşması ile 16 Nisan’da oylanan 6771 sayılı Kanun ile yapılan Anayasa değişikliğinin yarattığı kaosu tescil etti. Buna, Anayasa değişikliğinin birinci yılında ‘iflas bayrağı’ da denebilir.
Önce, 16 Nisan Anayasa değişikliğinin üç mimarını hatırlayalım: Bahçeli, Yıldırım ve Erdoğan.
-“Anayasa suçu işleniyor” (D. Bahçeli)
-“Anayasa değişikliği oylaması OHAL’de yapılmayacak” (B. Yıldırım)
-“Anayasa kişisel projem” (R. T. Erdoğan).

Açık sözlülük ile söze bağlılık birbirinden farklı özellikler. Nitekim, Başbakan sözünü tut (a)madı: OHAL, sadece Anayasa oylaması için değil, demokratik muhalefeti en acımasız ve hukuk dışı işlem ve eylemler ile tasfiye için kullanıldı.

Anayasa, Bahçeli’nin ‘fiili durum’ seçeneği doğrultusunda değiştirildi. Yürürlüğe girişi ertelenmiş olsa da ‘monokrasi’ çoktan kuruldu. Mimarı için tek sınır, Bahçeli oldu.

16 Nisan sonrası dönemde, Erdoğan’ın her sözü, ya ‘kanun’ ya da ‘demiri keser’ oldu. Bu bakımdan; Bahçeli’nin 16 Ekim 2016 saptaması yeniden hatırlanmalı: “Türkiye’de fiili bir durum vardır ve bu çözülmelidir. Ülke yönetimi yasa ve Anayasa’ya uygun değildir. Ve de suç işlenmektedir”.

6771 sayılı Anayasa değişikliği, 15 Temmuz Darbe Girişimi bahanesi ile ilan edilen OHAL ortam ve koşullarında 16 Nisan’da oylatıldığı için, gerçekte bir ‘15 Temmuz Anayasası’dır.

Bu metnin hemen yürürlüğe giren üç maddesinden ikisi, Türkiye’yi tam bir anayasasızlaştırma dönemine sürükledi. Hangi ikili? CB Erdoğan’ın AK Parti başına geçmesi ve dağıtılan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yerine kendi güdümünde bir Kurul oluşturması.

Son bir yıldır Türkiye, Anayasal kurumların müzakere yoluyla aldıkları kararlar ve Anayasanın üstün kuralları çerçevesinde değil; bir kişinin TV’de, uçakta veya kamusal mekânda yaptığı konuşmalar doğrultusunda yönetiliyor. Yargı mercileri de, onun işaretleri doğrultusunda harekete geçiyor…

Bu bakımdan, Bahçeli’nin, “Türkiye’de Anayasa suçu işlenmekte” saptaması (16.10.16), Anayasa değişikliğinin birinci yıldönümünde haydi haydi geçerli.
Beyan sahibinin bakımından, 16 Ekim 2016’ya göre 16 Nisan 2018’in başlıca farkı, fiil-fail ilişkisinde: Bahçeli, muhalefet konumundan müttefik konumuna geçmiş bulunuyor. Haliyle, eğer bir anayasa suçu var ise, ‘suç ortaklığı’ da söz konusu.

Öte yandan, Bahçeli’nin seçim beyanı, 16 Nisan metninin sürdürülemezlik itirafıdır.

Anayasal seçenek yaşamsal…
Bu itiraf, demokratik muhalefetin hareket zeminini pekiştirmekte…
Çünkü Erdoğan, Anayasa değişikliği metnini dilediği gibi yazdırdığı ve yürürlük tarihlerini belirlediği halde, uygulamada kendini bütün anayasal kurallar ve kurumların üstünde görmeye devam etti.

Bu bakımdan, ‘Monokrasi ve demokrasi ikilemindeki Türkiye’ başlıklı yazıda (22 Şubat) vurguladığım üzere, ‘anayasal demokrasi’ tasarımı, ‘cumhur ittifakı’! dışında kalan partiler için daha meşru ve güçlü bir zemine kavuştu.

Seçim tarihi ne olursa olsun, muhalefet, ‘monokrasi’ için değil, seçimlerden sonrası ilk gündemin Anayasa olduğunu beyan etmeli. Buna öncelikli veya acil Anayasa değişikliği de denebilir.

Kurumlar, kurallar, denge ve denetim düzenekleri, anayasal hedefin çerçevesini oluşturmalı: Tek kişinin ‘ayaküstü’ yönetimi yerine, kurumlar/kurallar/denge ve denetim düzenekleri sürecinde bir yönetim için Türkiye’nin önünü açmak…

Öncelikler
Şimdilik şu öncelikli konulara dikkat çekilebilir:
»Anayasal kazanımlar, sorunlar ve çözüm önerileri üzerine ilkelerde uzlaşmak,
»Anayasal bilgi kirliliği tuzaklarına düşmemek,
»Topluma doğru ve gerçek bilgi temelinde kucaklayıcı vaatler sunmak.
Bunu yaparken, ‘16 Nisan mecrası’na girmekten kesinlikle kaçınmak gerekir. Nedir bu? Bu yanlış, Erdoğan karşısına aday/adaylar çıkartıp ‘iktidar yarışı’na sokmaktır.
Şu halde ne yapmalı? Şu üçlü hedefi birlikte örgütlemek:
»OHAL: Olağanüstü halin sona ermesi için güçlü söylem ve eylemler geliştirmek.
»OHAL KHK: Sadece OHAL’in kalkması yetmez; yasa sayıları verilen -ancak içerik olarak kanun niteliği taşımayan- OHAL KHK’lerinin de kaldırılmasına çalışmak.
»Anayasa: Anayasa ise, bu ilk ikihedefin tamamlayıcısı olarak ele alınmalı; çünkü 6771 sayılı Kanun, tek kişi ‘kalıcı OHAL’ yönetimi bakış açısıyla yazıldı. Bu, Türkiye toplumu açısından sürdürülemez bir düzenlemedir.
Bu üçlü çalışmada demokratların kozları, üçe çıktı:
İlki, 16 Nisan halkoylaması ile kabul ettirilen ‘15 Temmuz Anayasası’nı aşma gereği vardı.
İkincisi, 298 sayılı yasada, AKP-MHP seçim ittifakı amacıyla yapılan değişiklik, demokratik ittifakı zorunlu kılmıştı.
»Sürdürülemezlik itirafı: Bunlara, Bahçeli’nin, “iflas bayrağı” eklendi.
‘İnsan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti’ savunucuları, yolunuz açık olsun! Artık bahane kalmadı. Şimdi demokrat olma ve birlikte hareket etme zamanı.

NOT: Bu yazıyı Erdoğan-Bahçeli görüşmesi öncesi yazdım. Fikrimin özü değişmemekle birlikte, söz konusu görüşme ve ardından Erdoğan’ın erken seçim için 24 Haziran’ı işaret eden açıklaması bir an önce harekete geçme zorunluluğunu gösteriyor.
Bu seçimin bir tür fırsatçı, baskın yıldırım seçim olduğu; ayrıca demokratik etiğe, seçim ilkelerinin özüne ve anayasaya aykırılık taşıdığı da ortadadır.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN